EVRENİN YATIŞMAZ YAPISI
Eşya’nın nesnelerin sıfatları, nitelik ve
halleri vardır. Renk, hacim, ısı, ağırlık, mıknatıslı özelliği, yanabilme,
yumuşaklık, akışkanlık tad gibi. Bütün bunlar arasında değişkenlik ve hareket
diğerlerinden ayrı bir özellik gösterir. Bir nesne giderek değişme ve
başkalaşma sürecinde ise, «hareket» dediğimiz niteliği var demektir. Fakat bu
niteliğin renk ve tad gibi niteliklerden ayrılışı açıktır. İlk türden olan
nitelikler nesneyi değiştirip başkalaştırmazlar, nesnenin durağanlığını
gidermezler, onu özünden dışarı çıkarmazlar. Oysa değişkenlik nesneyi kendi
halinde bırakmayan bir niteliktir. Bir nesne başka bir nesne olduğunda artık
eski niteliğinde olmayan ve yeni bir dununa girecek olan bir nesne demektir.
Başka bir deyişle diğer bütün nitelikler durağanlık ve sükûn ile uyuşabilen
niteliklerdir. Hareket ise bir durumda kalmayış değildir ve kesinkes
durağanlıkla uyuşmaz. Diğer nitelikler nesnenin zâtına ve durağan olarak ele
alman belirli bir durumuna bağımlıdırlar, değişkenlik ise nesnenin zatını (özünü)
peşinden sürükler ve durağanlık siperinden dışarı çıkarır.
Şu
halde daha titizce konuşursak belki de hareket veya değişkenliği bir nesnenin
niteliği (sıfatı) olarak ele alamayız. Renk veya hacim gibi özellikleri ise o
nesnenin niteliği olarak adlandırabiliriz. Çünkü bu tür nitelikler o nesnenin
özünden, özünün sebat ve bekasından el çekilmesini, vazgeçilmesini gerektirmez.
Buna karşılık tahavvül’ün, değişkenliğin kabul edilmesi nesnenin özünden
vazgeçilmesini, el çekilmesini gerektirir. «Hareket» de nesneyi kabuğundan
çıkaran diğer bir biçim ve varlığa ulaştıran, yahut eski varlığı ile «yok» olup
yerine başka bir nesne gelmesini sağlayan bir özellik sözkonusudur.
Sorun
şurada toplanıyor: Başkalaşım ve değişkenlik nasıl bir niteliktir? Başkalaşan,
bir durumdan başka bir duruma geçen nesnede gerçekte ne olmakta, ne
geçirmektedir? Özü kalıp, durumu mu değişmektedir? Dış yüzü, görünüşü (zahir)
yeni bir görünüm alıp içyüzü (bâtın olduğu gibi mi kalmaktadır? Yoksa tüm
varlığı ile mi değişime uğramaktadır? Gerçekten evren’de bir hareket var mıdır?
Yoksa görünen herşey bir yanılsamadan, görüş aldanması ve seraptan başka birşey
değil midir ?
Eski
çağlardan beri feylesoflar ve düşünürler hareketi ve onun mahiyetinin
belirlenmesini çetin bir sorun olarak görmüşler ve kavramışlardır ki
değişkenlik diğer niteliklerden (sıfat) farklı bir niteliktir. Bu sebeple de
değişkenliğe özel ve daha fazla bir önem vererek eğilmişlerdir. M.Ö.
5 nci yüzyıl yunan feylesoflarından Parmenides ve Leucippus Evren’de hareketin
vuku bulduğunu inkâr ederlerdi. Parmenides’in öğrencisi olan Zenon
birçok delil (kanıt) ile evrende hareketin imkânsızlığını «isbat» ediyordu.
Zenon’un kanıtları henüz felsefede sözkonusu edilmektedirler . Birçok feylesof,
geçmişte olsun, günümüzde olsun, bu kanıtları eleştirip incelemeye girişmiş ve
girişmektedir. Buna
karşı Heraklit bütün Evren’i ateş gibi sürekli hareket halinde görüyor,
çatışmayı hareketlerin ve ilerlemelerin anası sayıyor, aynı ırmakta iki kez
yıkanmanın imkânsız olduğunu söylüyordu.
Democritus
, Anaxagoras ve Empedockles gibi atomcu
feylesoflar eşyadaki bütün dış ve görünürdeki değişiklikleri, onların iç
zerrelerindeki (atomlar) harekete bağlı olarak görülüyorlardı. Nesnelerin alt
yapısındaki bu hareketlerin üst yapıdaki değişimlerin sebep ve kaynağı
olduklarına inanıyorlardı. Bu görüşte olan feylesoflar da ikiye ayrılıyorlardı.
Bir kısmı atomların farklılığının nicelik farkı ve hendesi (geometrik) fark
olduğu gözüşünde iken, bir kısmı da nitelik (keyfiyet) ve cevher (töz)
bakımından atomlar arasında fark olduğu kanısında idiler.
Bunlar
atomların bölünüp parçalanabilir olup olmadığı konusunda da görüş ayrılığında
idiler. Yine, atomlar parçalandıktan sonra, parçalanan atomun önceki yapısını
koruyup korumadığı konusunda da aralarında görüş birliği yoktu. Eflatun’un atomlara
ilişkin görüşü ilgi çekici idi. Empedoclese’e uyan Eflatun evrendeki öğeleri
(unsur) dörde indirgiyordu. Her öğe (unsur) için de ayrı tür bir atomun
varlığına inanıyordu. Onun görüşünce toprak atomları küp biçiminde idi. Ateş
atomları dikdörtgen, hava atomları sekizgen, su atomları yirmigen prizma
biçiminde idiler. Atomların geometrik farklılığı, özelliklerindeki farklılığa
yol açmakta idi .
Aristo
atomcu görüşü kabul etmiyordu. O’nun «hareket» e ilişkin başka bir yorumu vardı
. Bu yorumu yaptığında «madde» ve «suret» kavramından yararlanıyordu. O’nun
zannınca «madde» ve «suret» kavramları her nesneyi, bu arada bizzat atomları da
kapsamına alıyordu. Hareket’in kökünü böylece atomlarda değil daha derin bir
düzeyde ele almakta, aramakta idi .
Aristo’nun
görüşleri kendisinden sonra Batı ve Doğu düşünürlerini kesinlikle etkiledi.
İslâm Alemi’nde hakimler «hareket» i açıklarlarken tümü de Aristo’yu izlediler.
Buna rağmen ve aynı zamanda bazı «mütekellimler» de vardır ki «cevahir-i ferde»
(bölünmez atomlar) nin varlığına inanıyorlardı. Harekete ve bir nesnenin başka
bir nesneye dönüşümüne gerçekte inanmıyorlar, her türlü değişimi doğrudan
doğruya Tanrı’ya dayandırıyorlardı .
Avrupa’da
ilmi Rönesans’dan (Renaissance) sonra ve atomcu görüşün Descartes, Gassendi,
Newton elinde yeniden canlanışını izleyerek ve özellikle ondokuzuncu yüzyılın
ikinci yarısında hızlanan büyük ve hayret verici ilmi buluşlar sonucunda,
atomlar üzerindeki tartışma ve çekişmeler de doruğuna vardı. Ostwald (büyük
Alman fizikçi ve kimyacısı) , E. Mach (Avusturyalı büyük fizikçi ve
feylesof) ve P. Duhem (Fransız tarih ve
fizikçisi) i bir yanda, M. Planck A.
Einstein ve L. Boltzmann’ı (Avusturyalı
fizikçi) bir yanda olmak üzere karşı
karşıya getirdi. Yavaş yavaş gazların hareketi kuramı (Maxwell ve
diğerleri) ve Termodinamik’in ikinci
Kanununun istatistik yorumu (Boltzmann) . Kimya alanında molekül yapısal kuramı
(Cannizaro, Butlerov) , Brown hareketinin keşfi ve niteliğinin belirlenmesi
(Brown, Perrin, Einstein,) , Kimya’da elektroliz kuramı (Arrhenius, Debye),
kefeyi atom kuramı yararına ağırlaştırmış, sonunda bu kuram galebe çalmıştır.
Mach, ömrünün sonuna kadar atomların varlığından kuşkulu idi, fakat Ostwald on
yıl çalıştıktan sonra atomların varlığına kanaat getirdi ve «Energetics»den el
çekti .
Atom
kuramının zaferi çoğunlukla atomist görüşün zaferi olarak alınır. Şu anlamda ki
atomların varlığını kabul etmekle bütün görünür (zahiri) değişikliklerin
atomların mekanik hareketlerinin sonucu olduğu, atomların bizzat sabit
oldukları, ne var ki onların yer değiştirmelerinin görünen değişkenliklere yol
açtığı da kabul edilir. Atomcu (atomist) kuram ile, yanlış olarak bu kuramın
atom kuramı ile karıştırılması konusunda bundan sonra da daha fazla duracağız.
Bugün
atomların durağan ve değişmez (sabit) ve parçasız olmadıkları, karınlarında
başka yavruların da bulunduğu, bizzat kendi özlerinin de değişim içinde olduğu
bilinmektedir. Radyoaktivite’nin keşfi, genel ve özel görecelik kuramı, zaman
ve uzay kavramlarındaki köklü sarsıntı, çağdaş insanın hareket ve değişim
anlayışını daha çok derinleştirmiştir. Bütün buna karşı çağdaş insan zihni
henüz derin ve sarsıcı bir kavram olan «cevherde hareket» kavramına yeterince
aşina değildir. Henüz
bütün bu ilmi kazançlar şu felsefi soruya cevap verebilmiş değildir: Hareket ve değişimin kökeni
nerede aranmalıdır? Bu
sebepledir ki bütün evrende hareket ve tahavvülün geçerli olduğundan feylesofça
dem vuran, ne var ki bu kuramın sonuçlan ve birlikte getirdikleri üzerinde
düşünmemiş olan kimselere henüz rastlanmamaktadır. Hatta bu kimselerden
öyleleri vardır ki hareket kavramı üzerinde bile gerektiği ölçüde düşünüp
derinleşmiş değildirler. Bu sebeple, «cevheri hareket» ve bu kavramın derin
anlamı üzerinde durmak bir bakıma kolaylaşmış, bir başka açıdan bakılırsa da
daha gerekli olmuştur. Daha kolaydır: Çünkü çağımız insanının bilim açısından
hareket, zaman ve uzay konularında daha ince ve ayrıntılı, daha karmaşık bir
anlayışı vardır. Bütün hareketleri atomizm tapınağının eşiğinde kolayca kurban
edivermesi beklenemez. Daha gereklidir: Çünkü hareket konusundaki bu yeni
bilginin felsefî alandan uzakta kalması ve yüce hikmetin can bağışlayıcı
kaynağından beslenmemesi yazık olur. Ayrıca böyle kalınca da düzenbazlık yolu
ile bazı sahtekârların oyuncağı durumuna düşürülebilir.
Hareketten
başlıyoruz. Feylesofumuz bu konuda gerçekçidir. Başka bir deyişle dış dünyada
hareketin vuku’unu kabul eder, onu zihnin bir vehmi kuruntusu veya duyguların
bir yanılgısı olarak saymaz. Zenon’un şüpheleri, İmam Fahr-i Razi’nin ileri
sürdüğü şüpheler, onu sarsmaz. Görüş ve akıl yürütme gücünün sayesinde
kesinlikle belirtir ki: hareket ve değişim inkâr edilemez bir dış
gerçekliktir. İnsanın «hareket» i inkâr edebilmesi için gerçeklerden uzak,
hayal ve kuruntulara kapılan ve verimsiz çekişmeler peşinde olan bir kimse
olması gerekir, yoksa «hareket» gerçeği ve değişim gerçeği inkâr kaldırmaz bir
husustur .
Sadr-ul-müteellihin’in
«hareket»in kavranabilmesi konusunda incelikler taşıyan bir açıklaması vardır
ki özü şudur:
Hareket,
akıl yardımı ile duyumsanan veya duygu yardımı ile akla sığdırılan bir şeydir.
Diğer bir deyişle «hareketlin kavranıp anlaşılabilmesi için, akıl duyunun
düzeyine iner veya duyu aklın düzeyine çıkar. Bu iki yetenek birbirlerine
yardımcı olarak, imece ile, özel ve dış bir gerçeklik olan hareketin bilincine
erişirler. Duyu’nun görevi olayların görüntüsünü saptamak, resmini almaktır. Bu
resimler birbiri ardınca dizilse ve zihne aktarılsalar bile «hareketsin
anlamını vermez, ifade etmezler. Harekette bir akış ve geçiş vardır ki
birbirinden ayrı ve ard arda gelen bu görüntülerde yoktur. Bu sebepledir ki
duyu tek başına hareketi algılayıp kavrayamaz. Akıl ise, duyunun hazırladığı
görüntüleri inceleyip gözden geçirirken akış ve hareketin varlığını kavramış
olur. İşte hareketin «mahsus-i ma’kul» oluşunun anlamı budur.
Şu
halde hareketin ne olduğunu görelim:
Her
hareket şöyle biçimlenip oluşur-. Bir nesne şu anda, şimdi içinde bulunduğu
dunundan çıkar ve giderek (tedricen) ulaşabileceği başka bir duruma erişir.
Olgunlaşabilecek olan ham elma, yere düşebilecek yükseklikteki bir taş,
yaşlanabilecek bir genç, güçlü bir ağaç olabilecek bir fidan, derece derece ve
kesintisiz bir süreçle, yoksa birden ve ansızın değil, ilk durumunu terk edip
ard arda gelen ve sürekli terk ve edinimler sürecinde bir konumdan yeni bir
konuma ulaştıklarında, hareket ettikleri ve bir değişim süreci geçirdikleri
söylenebilir. Hareketi» dereceli (tedrici) ve bitişimli (ittisali, kesintisiz)
olduğu, ayrı ayrı ve birbirine yapışmış parçalardan oluşmadığı çok önemli ve
temel bir husustur. Bu konuda ne kadar çok düşünülür, dikkat ve titizlik
gösterilirse yeridir.
Her
harekette hareket eden bir nesnenin dereceli ve bitişimli (ulamalı, ittisali)
olarak bir şeyi bıraktığını ve bir şeyi edindiğini, bir durumdan çıkıp başka
bir duruma eriştiğini, ondan bir şeyin silinip başka bir şeyin ortaya
çıktığını, bu sürekli yok alma ve belirlemelerin (zeval ve hudûs) hareketin
nelik ve yapısını (mahiyet ve tabiat) oluşturduğunu söyledik. Belirli bir
yükseklikten düşen bir taş, kesintisiz bitişimli olarak topraktan uzaklığım
değiştirir, belirli bir yüksekliği yitirip yeni bir yüksekliğe varır. Ancak bu
yükseklik değişimi herşeyden önce birden bire ve ansızın olmaz, sonra da
hareketsiz parçaların yanyana getirilip bitiştirilmesinden asla oluşmuş
değildir. Tek parçalı ve kesintisiz bir harekettir, araya kesinti girmeksizin
peşpeşe ard arda oluşur. Diğer bir deyişle hiçbir zaman ve hiçbir hareket
kesintili ve ayrı parçaların bir araya getirilmesi ile meydana gelmez, aksine
tümü ile tek bir süreçten ibarettir. Yine başka bir deyişle anlatmaya çalışalım:
Bir sürece bağlı olan hiçbir iş, hiçbir şey, süreksiz parçalardan oluşmuş
değildir. Cisim, boyutsuz atomların toplamı demek olmadığı gibi hareket de
«sükûn» dan, durağanlıktan ve hareketsizlikten oluşan atomların toplamı demek
değildir. Çünkü ard arda gelen «sükun» lar veya boyutsuz ve ayrı ayrı atomlar
hiçbir zaman sürekli ve bir süreci olan bir hareketi veya bir cismi meydana
getiremezler.
Hareketi
çok sayıda sükûnlardan (hareket zerreleri, hareket atomları) cismani boyutsuz
zerrelerden, yahut zamanı süreksiz, kesintili anlardan (zaman atomları) oluşmuş
sayan feylesoflar gelip geçmiştir. Fakat hareketin, cismin ve zamanın sürekli
ve kesintisiz oluşu bu şeylerin bizzat, kendi özlerinde sürekliliğe, ulamalı
bir uzantılılığa sahip olduğunu göstermektedir. Bu süreklilik de onların nelik
ve gerçekliklerinin bir gereğidir, yoksa dışarıdan onlara gelen veya yüklenen
birşey değildir. Cismi, zamanı veya hareketi bölüp parçalarsak boyutsuz
parçacıklar asla elde edemeyiz. Bu da tam şu anlama gelir ki cismin, zamanın
veya hareketin hüviyeti ( neliği) sürekliliği olan bir neliktir. Bu olguların,
bu varlıkların bireyliği öyle bir bireyliktir ki, birliği (vahdeti) çoklukla
(kesret) bir aradadır. Hareketin bir parçası bir kesimi birçok parçaya
bölünebilir. Fakat bu birçok parça hareketin içinde bilfiil varlığa sahip
değildir. Ancak varolabilecekleri söylenebilir. Demek oluyor ki hareketin
birliği( vahdet), mevcut ve muhakkak, varlığı ke3in ve tartışmasız bir
vahdettir. Çokluğu (kesret) ise gizli ve bil-kuvve bir çokluktur. Şu halde bir
hareketi ele aldığımızda karşımızda gerçekte tek olgu, tek varlık vardır. Yoksa
ne çok sayıda hareketler, ne de ard arda gelen ve çok sayıda sükunlar
(hareketsizlikler) söz konusudur. Hareketin birliği (vahdeti) ittisali
(kesintisiz, bitişimli) bir vahdettir- Bu bitişimli birlik ile bireysel birlik
aynıdır. Diğer bir deyişle hareketin bir kesimini gözönünde tuttuğumuzda, ister
başlangıcım, ister amacını ele alalım, her iki halde de var olan bir şeyi, bir
varlığı ve aynı varlığı ele almışız, aynı varlığa parmak basmışız demektir.
Harekete sahip olma yeteneği onun bireysel, kişisel birliğini ondan almaz,
gidermez, Nitekim —örnek olarak ele alırsak— bir elektronda (basit ve sürekli
- uzantılı bir varlık olarak) ister bu, ister öte yandan bakarsanız bakınız,
her iki durumda da aynı varlığa bakmış olursunuz.
Nelikleri
süreklilikle bağdaşmış olan bütün varlıkların varoluşları yaygın ve
genleşmiştir, yaygın ve geniş bir varlıkları vardır. Ancak bu yaygınlık ve
genleşim bireylik açısından onların birliklerini gidermiş, birey tümlüğünü
onlardan almış, onlan' bireylik çokluğuna uğratmış değildir. Kesinti ve ayrılık
(infisal) çokluğa yol açar, bitişim, kesintisiz sürek (ittisal) ise birliğin
özü ve temelidir. îmdi harekette bitişimli ulamalı süreklilik (ittisal) söz
konusu olduğuna göre birlik de var demektir. Bu nokta, iyice kavranması ve
düşünülmesi gereken önemli bir husustur. Bu nokta anlaşılmadığı takdirde
«cevherde hareket» konusu da anlaşılıp kavranamaz.
Sürekli
yok olma ve belirleme, ortaya çıkmadan söz etmiştik. (Zeval ve Hudus). Şu andan
itibaren de bunu hareket ve değişimin belirleyici ilkesi olarak ele alacağız.
Sadreddin Şirazî hareketin başka bir tanımını da vermektedir. Gerçi yukarıdaki
açıklamalarda bu tanımın özünü vermiş oluyoruz, ancak bu tanımın açıkça
belirlenmesi, hareketin başka bir formülünü de verebilecektir. O, hareketi bazı
başka feylesoflara da uyarak: Dereceli olarak (tedrici kuvve'den fiil’e çıkış,
diye tanımlamaktadır . Bir şeyin henüz onda bulunmadığı bir durum veya bir
konuma gelebilmesi henüz «bilkuvve» bir anlamdadır. Giderek, dereceli ve
bitişimli olarak o konuma yönelir ve giderek ilk konumdan çıkar (hurûc) ve
ikinci konumu bil-fiil elde ederse hareket ettiğinden söz edilir. Ham bir
elma, henüz olgunlaşmış değildir, ancak olgunlaşabilme olanağı vardır. Giderek
şimdiki durumunu bırakır ve bil-fiil (gerçeklikte ve dışta) olgunlaşmış olursa,
olgunlaşmaya doğru bir hareket göstermiş demektir. Şu halde harekette önce bir
«kuvve» vardır. «Kuvve» burada yetenek, temel ve başlangıç, henüz var olmayan,
fakat ulaşabilecek, oluşma olanağı bulunan bir durum anlamındadır. Bu kuvve
giderek (tedricen) ve sürekli biçimde (müstemirren) «fi’liyet» durumuna
erişir. (Dışta gerçekleşir, gerçeklik kazanır. -H.H.) îmkân, olabilirlik
durumundan çıkar ve gerçeklik kazanır. «Kuvve» giderek toparlanır ve silinir,
«zeval» bulur. Fi’liyet giderek onun yerini alır. (Hudus). Şu halde her
hareket kuvve’nin tedricî zevalidir, giderek ortadan kalkması, silinmesidir.
Fi’liyetin (dış gerçekliğin) onun yerini almasıdır. İşte burada sürekli zeval
ve hudus (yok olma ve ortaya çıkma) tanımlaması ile giderek kuvveden fiile
çıkma tanımlaması birleşerek bir tanım oluşturmaktadırlar. Hareket eden her
şey, her «müteharrik», henüz sahip olmadığı, fakat «bilkuvve» sahip olduğu,
sahip olabileceği bir şeyi dereceli olarak elde etmekte, sahip olma durumuna
doğru sahip olmama durumunu giderek değiştirmekte, sahip olma durumu dış
gerçeklik kazanmaktadır. (Fi’liyet). Diğer bir deyişle O’ndan, giderek «sahip
olmama» durumu zail olmakta, silinmekte (kuvve’nin zevali), bunun yerine sahip
olma durumu hadis olmakta, belirmektedir. (Fi’liyetin hudusu). Hareket’in
vermiş olduğumuz iki tanımı da üzerinde düşünülmeye ve derinleşmeye değer.
Hareket’in zaman zaman gözümüze ilişen, eksik, olgunlaşmamış, gelişmemiş tanımlan
da vardır ki, bu iki tanım onlardan çok farklıdır. Hareketin sürekli, bitişimli
tek parçadan oluşan ve bir, sürekli ve ard arda gelen yok olma ve ortaya
çıkmaları kapsayan, içinde giderek dereceli olarak ve ard arda dış gerçekliğin,
gerçekleşme durumunun içolanaklarm yerine geçtiği, imkânın, olabilirliğin
gerçekliğe dönüştüğü bir süreç olduğu, kolaylıkla elde edilebilecek ve
kavranabilecek bir söz değildir (54). Çağlar ve yüzyıllar boyunca düşünürlerin
bu konudaki çekişme ve tartışmalarını bilen birisi, bu tanımlardaki özün
değerini anlayacak, takdir edecektir. Başka önemli bir noktaya değinelim ve
sonra ikinci konumuza geçelim:
Hareket,
yukarıdaki tanıma göre her yönden eyleme geçmemiş, «bilfiil» olmuş bulunmayan
varlıklar için mümkündür. Diğer bir deyişle, her «mümkün» ü elde etmemiş
bulunan, onlarda henüz eksiklikler «fi’liyet»e, dış gerçeklik haline erişmemiş
yetenekler ve olanaklar bulunan varlıklarda hareket söz konusu olur. Yine
başka bir deyişle hareket başta elde bulunmayan bir şey içindir, ona
yöneliktir. Yahut dereceli olarak bir duruma erişmek içindir ki, bu durum veya
konuma erişme imkânı vardır, fakat kendisi henüz ortada değildir. Şu halde
«bilkuvve» durumu kendilerinde bulunan varlıklar hareket edebilirler. Buna
karşılık kendisinde hiç «bilkuvve» bir özellik kalmamış, baştan aşağı dış
gerçeklik kazanmış, oluşum imkânlarının tümünü tüketmiş ve her şeyi elde etmiş
bir varlıkta hareket düşünülemez. Çünkü hareket kuvve’den fiile çıkmaktan
başkaca bir şey değildir. «Kuvve» (Potentialitat, güç, yeti) halinde kalan bir
nesne yoksa, «kuvve»den çıkışında, bu sebeple de hareketinde anlamı kalmaz.
Evren’de hareket görülüyorsa, bu, kesin olarak şunu gösterir ki evren tamamen
dış gerçeklik halinde, eyleme geçirilmiş değildir. (Fi’liyet değildir). Kuvve
ve fiilin karışımıdır, kuvve ve fiil evren’de bir arada bulunmaktadır. Diğer
yandan hakimlerin Tanrı ve Salt soyutlar âlemi (mücerredât-ı mahz), hakkında
sözünü ettikleri sebat ve değişmezlik de kavranıp anlaşılabilir, çünkü o âlemde
herşey fi’liyettir, gerçekliktir, kuvve söz konusu değildir. Diğer bir deyişle
herşey olduğu gibidir. Başka birşey olma, başka bir yere yüz tutma gereği ve
konusu yoktur. Bundan sonra «zaman»dan söz ettiğimizde şu hususu açıkça belirteceğiz:
Zaman, hareketin çocuğudur, nerede hareket yoksa zaman’a da yer yoktur. Bu
sebeple ulâhiyet âlemi (İlâhi âlem) hareket ve zamanla kayıtlı değildir. Orada
ne varsa sırf sebat, kararlılık ve huzurdur. Değişim, zeval, geçmiş ve gelecek
sözkonusu olmaz .
Sadruddin
bu konuda şöyle der:
«Hareketin
Kuvve-i mahz ile fi’liyet-i mahz arasında bir varlığı olan akışkan (seyyal)
bir durum olduğunu, hareketin gereğinin, gerekli niteliğinin bitişimi!
(muttasıl) ve dereceli (tedrici) oluş bulunduğunu, hareketin vehim dışında
birden bire ve bir arada gerçekleşemeyeceğini bildin. Böylece, elimizde sabit
bir şey olmak gerekir ki ona hareket arız olsun. İmdi bu sabit nesne ya
bil-kuvve’dir, yahut bil-fiil. Tümü ile bil-kuvve olması muhaldir, imkânsızdır.
Çünkü hiçbir yönden bil-fiil varlığı olmayan (dış gerçekliği olmayan) bir
nesne, hiçbir sıfatla mevsuf, nitelenmiş değildir, ister bu sıfat bilkuvve,
ister bil-fiil olsun. Şu halde harekete konu olan nesne sabit (durağan) ve
bil-fiil (dış gerçekliği olan) bir nesne olmalıdır. Bu nesne de ya her yönden
dış gerçeklik kazanmış, eylemlileşmiş (bil-fiil) dir, yahut yalnız bazı
yönlerden. Her yönden bil-fiil olan nesne yine imkânsızdır. Çünkü her yönden
bil-fiil olan nesne, madde ile ilişiği-birleşiği olmayan mücerred (soyut) bir
varlıktır. Böyle olan bir nesneninde kuvve’den fiile doğru yol almasının
anlamı yoktur ve hareket etmesi de imkânsızdır. Çünkü O’nun için müyesser olan,
elde etmesi mümkün olan herşey hâsıl olmuştur. Bu sebeple her yönden bil-fiil
olan şey için hareket muhal, imkânsızdır. Bu kaziyye’nin (yargının) karşıt
anlamından şu yargı çıkar: Kendisi için hareket mümkün olan şey bil-kuvve
özelliği olan bir şeydir. Çünkü hareket dileyen herşey hareketi ile birşey
arar, birşey peşindedir ve o şeyi henüz elde etmemiştir. Bu sebeple, maddeden
mücerred olan, madde ile ilişiği olmayanın, hareket ile birşey dilemesi, bir
şeye talib olmaması da reva değildir. Ayrıca hareket «müteharrike (devinene)
ârız olan bir şeydir. Başka bir şeyin ona ârız olduğu şeyde «bilkuvve» durumu
bulunmalıdır. Bu sebeple hareketin ânz olduğu her şeyin bilkuvve tarafı da
olan bir şey olması gerekir. Soyut varlıklar böyle değildir. Bu sebeple de
harekete konu olan nesnenin «kuvve» ve «fiil» den oluşmuş bir «cevher» olması
gerekir ki bu da cisimden başka bir şey değildir .
Bugün
«bûden (sein, etre, imek, H.H.) ile «şoden» Werden, devenir, olmak) karşı
karşıya konmaktadır. «Bûden» (imek), bulunduğu durumda kalmak, durağanlık,
hüviyetini korumak, «şoden» (olmak) ise değişkenlik ve hareketi ifade etmek
üzere kullanmaktadır. Bu kulanımda titizlik gösterilememektedir. «Buden»
(imek), «manden»in, olduğu gibi kalmanın karşılığı değildir. «Şoden» (olmak)
denebilir ki bizzat «buden»in (imek) bir türüdür. Ya «buden»e ya «şo- den»e
inanmak gerekirde denemez. «îmek» ve «olmak» bir arada bulunması mümkün
şeylerdendir. Sadr-ulmüteellihin katında «buden» (imek) —ve yalnızca cevherde
hareket kuramı açısından— iki türe ayrılır: Sâbit «buden» (imek) ve seyyal
buden (imek). (Durağan imek ve devingen, akışkan imek). Öyle varlıklar vardır
ki onların «imek»leri ve varlık kazanışları akış ve geçiş demektir. Diğer
deyişle hareketli, devimsel( dinamik) bir varoluşları vardır. Öyle varlıklar
da vardır ki «imek»leri sebat ve huzur (durağanlık) demektir. Bu sebeple,
varlığa sahip olmak, benliğini ve bireyliğini, kişiliğini korumak, «şoden»
(olmak) ve değişime aykırı değildir. Seyyal varlıkların «bentleri ve
«imek»leri başkalaşımları ile özdeştir. Sabit varlıkların da varlıkları
sebatlan ile birdir. Daha ince bir deyişle dışta varlık, varoluş ve varoluş
biçimi-yöntemi birbiri ile özdeştir. Birbirine eklenmiş ayrı şeyler değildir.
Sh:17-31
Hareket-i
cevheri kuramı, ilk kez olarak iki temel öğeyi İslâm düşüncesine getirmektedir:
Birisi varlığın tarihli oluşu, İkincisi de dış sükûnete rağmen varlığın
içindeki kaynaşıp çağıldamadır. Maddi varlıklar, tarihli varlıklardır, bir
sürece bağlı varlıklardır. Geçmişin damında durmakta, geçmişi aşağı yönde
bırakmış olarak hareket ile yoğrulmuş yapıları ile zaman doğurucu özellik
göstermektedirler. «Zaman» diye bağımsız bir akış, bir hareket yoktur. Var
olan ve eylemde olan özden coşan ve kaynayan varlıkların kendileridir. Zamanı
sürükleyen bunlardır. Evren zamanda olan bir varlık değildir, aksine zaman
evren’dedir. Çünkü zamanlı oluş özelliği maddi varlıkların hüviyeti ve varlık
biçimi ile özdeştir. Diğer taraftan, dıştaki, görünürdeki sükûnet içteki
bünyeden gelen kaynaşmanın örtüsüdür. Kural olan yatışmazlık ve dinmezliktir,
yeni görüngüler, yeni belirişlerdir. Dinginlik, yatışıklık ve sakinlik ise
yanıltıcı ve aldatıcı görünüşlerdir. Evren, bir «nesne» değil bir «eylem»dir,
bir fiildir. Varlıkların sınıflandırılışı, onlara ezeli ve ebedi mahfazalarda
yer verilişi, çeşitli tür ve cinslerin ayırdedilişi, bunların tümü hareket-i
cevheri kasırgasında yıkılarak yerlerini çok akıcı ve geçişli bir akıma
bırakmaktadırlar. Bu sınıflandırma ve ayırmalara ancak yaklaşık ve mecazi
olarak sabit ve değişmez gözü ile bakabiliriz.
Evren’in
yapısındaki, bünyesindeki hareket ve ondaki sürekli zeval ve hudus, bir yandan
onun hareket yaratan bir ele ihtiyacını, diğer yandan da onun bir nihai gayeye
(son erek) doğru gidişini belirtmektedir. Hareket-i cevheri böylece mebde ve
meâdı, başlangıcı ve sonucu anlatmaktadır.
Her
maddî varlık İç değişiminin etkisinde her lâhza yeni bir hüviyet bulur. Bu
hüviyet öncekinden farklıdır. Bu farklılık zaman açısından farklılık, sonra
geliş farklılığı değildir. (zamani - ufki değildir). Varlık ayrılığından doğan
bir farklılıktır. (Vücûdi, amûdi) Diğer bir deyişle her varlık her lâhza önceki
varlığını alt aşamada bırakarak ilerlemektedir, dikey çizgi üzerinde
ilerlemektedir, yoksa önceki varlığını ardında bırakmamaktadır. Bu yeni beliriş ve yeni hüviyet kazanış ve
bu yenilenmenin her yerde, her zaman sözkonusu oluşu, iki belirli ve görünen
belirtiye sahiptir: Birisi
fiziksel ve kimyasal değişikliklerdir ki ilim bunları ele almaktadır. Bu
değişiklikler devamlı olarak eski evrene yeni kapılar açılmasına ve yeni bir
varlığın yüz göstermesine yol açmaktadır, ikinci belirti, hareket-i cevheri’nin
maddi bir varlığa yardım edişi ve onu madde-dışı alemin eşiğine iletişi, ruhani
bir hüviyet buluşu ve mücerred (soyut) bir varlığa yoldaş oluşu durumunda
kendisini gösterir.
Böylece «hareket-i cevheri» merdiveni ile madde, mana, âlemine yücelir,
görünenler âleminden maddi evrenden (cihan-ı şuhud) görünmezler (gayb) âlemine
adım atar, dar varlığından. Doğa-ötesinin geniş ve ferâh âlemine baş uzatır.
Gayrimaddi varlıklar, «kuvve» ye, “yetı”ye sahip olmadıkları için —kuvveden
fiile çıkma şeklinde— harekete de sahip değildirler. Hareketleri olmadığı için,
zamamla kayıtlı (zaman- zede) da değildirler. Bu sebeple bu «mufârekaat» zamandan
ve değişimden uzaktırlar. Maddi evrenin tümü ile doğal olarak gayrimaddi
varlıklar «la- zaman» ve «lâ-mekân»da bulunmaktadırlar, zamansızlık ve mekânsızlık
içindedirler. Bu sebeple, «mecmua-i mümkinât»m yaradılışı (kâinatın, evrenin yaradılışı)
demek olan fi’l-i İlâhi de (tanrısal eylem de) «lâ-zaman»da, zamansızlıkta
vukubulur. Bu temele dayanarak Allah’ın ezeli ve ebedi oluşu ve evren’in
yaradılışı zamanı hakkında aydınlığa ulaşılabilir.
Hareket-i
cevheri kuramı kelimenin gerçek anlamı ile toplayıcı, birleştirici bir
kuramdır. Doğa ve doğa-ötesi, gayb ve şuhud, âğaz ve encâm (başlangıç ve son,
mebde’ ve meâd), ruh ve beden, hareket ve tekâmül yaratış ve hayatı bütün bu
konular bir bütün içinde ve yeni bir görüşle açıklanır. Bunların tümü hakkında
insan gönlüne yatan ve tabii bir tasavvur sahibi olur. Bilinçli bir mü’min
için, bu kuramı kavradıktan sonra, artık bu sorunlar, dağınık ve iyice aklı
yatışmaksızın zoraki kabul edilecek konular olmaktan çıkar. Hareket-i cevheri
görüşünün ışığında bu konular tatlı ve can bağışlayıcı meyveler gibi, bu
görüşün meyveli ağacında olgunlaşır, zihnin ve gönlün fezasına taravet
bağışlarlar. Muvahhidlerin, tevhid inancına sahip mü’minlerin eline ve koluna
bu görüş öylesine bir güç verir ki, iki misli azim ile, tüm evren’in yalnız
O’nun yolunda harekette bulunduğu O’nun rızasını ve yakınlığını elde etmeye
çalışır, ileriye atılır, hergün elde ettikleri yeni manevi kazanç ve
bilgilerden insanlığa armağanlar sunarlar.
Sözümüzün
sonunu şu Kur’an-ı Kerim âyeti ile şereflendirelim:
«Temiz,
güzel söz, iyi-güzel ağaç gibidir ki sağlam köklüdür, dal ve yaprakları
göktedir. Devamlı, Allah’ın izni ile meyve vermektedir» (İbrahim Sûresi XIV,
24).
SH:97-99
Kaynak: Abdülkerim Surûş, Evrenin.
Yatışmaz Yapısı, özgün adı “nahâd-i nâ-ârâm-i cihan”, çeviren Prof. Hüseyin
HATEMÎ, , ikinci Baskı, insan yayınları, İstanbul, 1984
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar