Print Friendly and PDF

FELSEFE, BATI UYGARLIĞI VE KURAN’A GÖRE GERÇEK NEDİR

Bunlarada Bakarsınız



İnsanlar, bir sorun ile karşılaştıklarında; ya geleneklere bağlı kalarak taklit yoluyla çözüm üretmekteler; ya da bir geneleme, bir toptan açıklama olan, “izm”lere sarılmaktadırlar. Bu “izm”ler; Marksizm, nasyonalizm, pesimizm [Kötümserlik, karamsarlık, bedbinlik ] gibi: “Ya bir düşünürün sistemi; ya bir sosyal görüş, ya da bir hayat görüşü” şeklinde olmaktadır.
Yine insanlar, ister geleneklere göre, ister izm’lere göre hareket etsin­ler; taklitle ve duygularının yönlendirdiği mantıkla yaşama yolunu seçmişler demektir. Kullanılan mantığa, “duygusal mantık” diyebi­liriz; ve genelde ise akılın gösterdiği yol pek önemsenmez.
Eğer, sorunların çözümünde, bilimsel araştırma metodu ve akıl, tek başına dikkate alınıyorsa; mekanik düşünce (“bir sıfır” ya da “var-yok”) mantığı geçerli olmaktadır. Buna da “akılcı mantık” di­yebiliriz.
Sorunlara; “her zaman ve her mekanda, geçerli, yeterli ve doğru olan" çözümler bulunabilir mi? Bugüne kadar, bu türden bir çözüm­ler demeti üretilememiştir. Zaman ve mekânla değişmeyen çözüm­lere filozoflar gerçek diyorlar, gerçeğin de mevcut olmadığını belir­tiyorlar; daha önceki çözüm üretimlerinin daha sonrası için hem geçerli ve hem de yeterli olamayacağını belirterek, değişimin sürek­liliğini vurguluyorlar.
Acaba “duygusal mantık ve akılcı mantık” dışında başka bir mantık türü daha var mıdır? Gerçek yok mudur? Bu konuları; fel­sefe, Batı Uygarlığı ve Kuran ışığında inceleyip görmeğe değmez mi? Sh:5

Batı Uygarlığı, İnsanın geçmişini; fizik, gökbilim (astronomi) ve yerbilime (jeolojiye) göre belirlemeğe çalışmaktadır. Bu tutum, insan aklı ve pozitif bilim anlayışı ile uyum içindedir. Çünkü: “Batı Uygarlığının temel düşünce sistemi, Eski Yunandan beri bi­linen (içinde yaşadığımız çağın bilgileriyle de beslenerek) ve yeni­den gündeme getirilen, materyalist felsefedir.” Pozitif bilim anla­yışı: “Gözlem yapabildiğine veya deneyebildiğine inanmalısın diğerlerine ise göz ardı etmelisin” temel ilkesine dayanmaktadır.
“Felsefe ne işe yarar?” konusu üzerinde biraz durmak, ilerideki gö­rüşlerimizi kavramak bakımından yararlı olacaktır.
İnsan hariç diğer yaratılanların işlevleri (fonksiyonları) bellidir. Cansız varlıkların kendilerine özgü özellikleri vardır; belirli doğa kanunlarına göre tepki verirler ve bu yüzden ne yapabilecekleri ön­ceden kestirilebilmektedir. Canlı varlıklar ise, belli şartlarda belli davranışlar göstermektedirler. Bitki ve hayvan nesillerinin insan ge­reksinimlerine göre üretimi, ıslahı ve tüketimi mümkün olabilmek­tedir. Canlıların, özellikleri olarak belirlenen davranışları, işlevle­rini de içermektedir. İnsanın ne zaman ne yapacağı önceden kestirilememektedir. İnsan işlevini zamanı geldiğinde kendisi belirlemek­tedir. İşte felsefe, insanın işlevini belirlemesinde yardımcı olmak üzere yapılan çalışmalar ve üretilen bilgilerdir. Felsefe her dönmede olduğu gibi şimdi de vardır ve gelecekte de varlığı devam edecektir.
Felsefe üretiminde sonsuz seçenek baskısı vardır. Ancak, çok fazla dağılmamak amacıyla yalnızca, tanrı-tanırların üretimleri ve tanrı-tanımazların üretimleri olmak üzere iki eksen üzerinde durmak uygun olacaktır. Tanrı-tanır eksende “insan işlevinin”, inandığı tanrının ona yüklediği görevlerin yorumuna göre şekilleneceği açık­tır. Belirli inanca göre de olsa, bu tür “insan işlevinin belirleme ça­lışması” da bir insan düşüncesinin ürünü olduğundan dolayı bir felsefedir. Tanrı-tanımaz eksende üretilen felsefede ise, “insanın iş­levi (fonksiyonu)” sadece insan aklına dayanarak belirlenmektedir.
Felsefe denince genelde hep tanrı-tanımaz eksende üretilen dü­şünceler anlaşılmıştır. Günümüzde de bu konuda pek fazla bir deği­şiklik yoktur. İnsan nedir (felsefi) sorusuna verilen yanıt farklı ol­duğundan; felsefe nedir sorusuna verilen yanıt ta farklı olmaktadır. Günümüzde artık kimse insanın bir tanrı olduğu görüşünü ön plana almamaktadır; bu yüzden: “İnsan: Bir yaratılandır ve diğer ya­ratılanlardan en önemli farkı, kendi işlevini kendinin belirleme olanağı elinde olabilen tek varlıktır” temel görüşü esas alınabil­mekte ve yukarıdaki tespitler de yapılabilmektedir.
Batı Uygarlığının insanın geçmişine nasıl baktığını daha iyi kavrayabilmek için, bazı önemli genel bilgileri gözden geçirmemiz uygun olacaktır.
Tübitak; “Bilim ve Teknik Aylık Popüler Bilim Dergisi’nin 377’inci sayısının eki olan “Büyük Birleştirme Kuramları” Posteri (resim ve yazı içeren tablosu);
“Bugün, geçen süre 15 milyar yıl!
İnsan, nereden geldiğini merak etmeye başlıyor.”
Şeklindeki bir ifadeyle dikkatimizi çeken bölümünde “sonunda günümüze geldik” diyerek devam ediyor:
(Evrenin ilk oluşumunu hatırlatarak) “Kimyasal süreçler, bağımsız atomları bir araya getirerek moleküllerin oluşmasını sağlıyor. Elektronların bir arada tuttuğu bu yapılar, giderek daha da büyüye­rek, organik moleküller dediğimiz daha da karmaşık yapılara dönü­şüyor.
Sonunda bu organik moleküller, dış etkenlerin de yardımıyla kendilerini kopyalamanın yolunu öğreniyorlar. Yıldız tozları ve karmaşık şifreler (DNA), yaşamı sentez ediyor.
Dört milyar yıl süren uzun bir evrim sonunda, rastlantıların yadsınamayacak katkılarıyla dünyaya egemen olan insan, çevre­sindeki evreni incelemeye başlıyor.”
Bu, bilim dergisinin anlatımına göre; insan (önemli ölçüde) rastlantılar sonucu meydana gelmiştir.
İnsanla ilgili bir başka bilimsel yorumu psikoloji kitabından verebiliriz: “Clıfford T. Morgan; Psikolojiye Giriş (Çeviri Yayın Sorumlusu: Prof. Dr. Sirel Karakaş, 11. Baskı, 1995 Ankara) kita­bının 29’uncu sayfasında bulunan bilgiler şöyledir:
“Evrimin zaman ölçeği: Dünya çoğu gökbilimcinin inandığı gibi 5 milyar yaşında ise ve yaşam 3 milyar yıl önce başlamış ise bu tablo, belli evrimsel olayların tarihini, tek bir takvim yılı ölçeğinde göstermektedir.”
(Açıklama: Burada günlerin, GÖRELİ TARİH şeklinde göste­rilmesinin amacı, işe biraz da mizah katmaktan ibarettir ve bilim­sellikle elbette ilgili değildir.)

YILLAR
OLAY
GÖRELİ TARİH



5 milyar yıl önce
Dünyanın başlangıcı
10 Ocak
3 milyar yıl önce
Yaşamın başlangıcı
26 Mayıs
500 milyon yıl önce
Denizdeki omurgasızlar başl.
24 Kasım
350 milyon yıl önce
Karada bitkilerin belirmesi
5 Aralık
205 milyon yıl önce
İlk dinozorların ortaya çıması
16 Aralık
65 milyon yıl önce
Dinozorların ortadan kalkması
25 Aralık
1 milyon yıl önce
 İnsanların ortaya çıkması
31 Aralık
5000 yıl önce
İlk uygarlığın görülmesi
31 Aralık

İnsanın Geçmişi konusunun güncelliğini vurgulamak için, bir gazete haberine yer vermek uygun olabilir. Burada doğrudan insan konu edilmiyor; fakat insan oluşumuna olanak veren ilk canlının tarihi üzerinde duruluyor.
Hürriyet Gazetesi’nin, 30 Ocak 1999 günlü baskısında; şöyle bir habere yer verilmiştir: “Dünyada ilk canlı 3.7 milyar yıl önce ya­şadı. Danimarka Jeoloji Müzesi’nde çalışan araştırmacı, Minik T. Rosing, dünyada ilk canlının 3 milyar 700 milyon yıl önce ortaya çıktığını kanıtladı. Rosing, Batı Grönland’da bulduğu bir kaya par­çası üzerinde, hayatın kimyasal temel taşı sayılan karbon bir mad­deye rastladı. Bu maddenin okyanuslara yakın yerlerde yaşayan bir planktondan (çok küçük canlıdan) kayaya bulaştığı belirlendi. Kayanın ise 3 milyar 700 milyon yaşında olduğu hesaplandı. Bu kalıntının bilinen en eski fosilden 200 milyon yıl daha eski ol­duğu bildirildi.
İnsan konusu internette de güncelliğini koruyor: İnsan fosilleri konusunda, İnternet (www.talkorigins.org/faqs/specimen) adresi aracılığı ile, 26 Ocak 1999 gününde elde edilebilen bilgiler özetle şöyledir.
Önemli İnsan Fosilleri: Fosillerin bir kısmı; ya bilimsel, ya ta­rihi ilgi, ya da yaradılış inancı yönünden meşhurdurlar. İnsan fosil­lerinin bir tabuttaki gibi bulunduğunu düşünmek yanlıştır. Halen binlerce insan fosili mevcuttur. Bunlar genelde, ya bir kemik par­çası, ya da kırık bir dişten ibarettir. Bu internet adresinde: Otuzdan fazla ayrı yerde yapılan, insan fosilleri araştırması sonuçlan açıklanmaktadır. Genel bilgi verme yönünden; belirlenen dört sınıftan birer tane olmak üzere, dört tipik örneği aktarmak uygun olacaktır.
“KP 29285”, (sınıfı: Australopithecus) Kenya Kanapoi’de, 1994 yılında, Kamoya Kimeu tarafından bulunmuştur. 4.1 milyon yaşında olduğu tahmin edilen orta kısmı da olmayan bir kaval kemiğidir. Bu, bilinen en eski iki ayaklılara ait kalıntıdır.
OH 24, “Twiggy”, (sınıfı: Homo habilis) Tanzanya, Olduvai Gorge’da, 1968 yılında Peter Nzube tarafından bulunmuştur. Yedi dişi bulunan ve epeyce kırılmaya uğramış, bütüne yakın kafatası kemiğidir. Yaklaşık 590 santimetreküp beyin hacmi olan bu bulun­tunun yaşı, 1.85 milyon yıl olarak tahmin edilmiştir.
OH 9, “Chellean Man”, (sınıfı: Homo crectus) Tanzanya, Olduvai Gorge’da 1960’da Louis Leakey tarafından bulunmuştur. 1.4 milyon yaşında olduğu tahmin edilmiştir. Bulunan beyin hacmi 1065 santimetreküp olan kafatasıdır.
“Cro-Magnon Site” (sınıfı: Homo sapiens) Tahmin edilen yaşı 28 bin yıl olan fosiller, 1968 yılında Cro-Magnon, Fransa’da bu­lunmuştur. Bu bölgede çeşitli aletlerle birlikte, 5-6 kişiye ait iskelet kalıntıları bulunmuştur.
İnsan fosillerinin incelenmesi ile belirlenebilen önemli genel değişimler şöyledir. Sürekli ve düzenli olmamakla beraber; ilk ör­neklerden, son insan kalıntılarına doğru: Beyin hacminde artış;
Vücut yapısında gelişme; alet kullanımı ile üretiminde ilerleme eği­limi gözlemlenmiş ve fakat diş boyutlarında küçülme; güçlü iskelet yapısında ise gerileme belirlenmiştir.
Burada dört sınıf bulunmaktadır; australopithecus, homo habilis, homo erectus ve homo sapiens.
Australopithecus katagorisine alınananların maymun olduğu savı vardır. Homo habilis kategorisindekiler için, insan maymun arası geçiş türü veya maymun oldukları savı mevcuttur. Homo erec­tus iskeleti ile modern insan arasında bir fark olmadığından, homo erectus ile homo sapiens’in aynı sınıfta olması gerektiği savları da mevcuttur.
Ana Britannica’dan (Hürriyet, 1994), edinilebilen bilgilere göre: Darwin C. (1809Ğ1882) Türlerin Kökeni isimli eserinde ortaya koyduğu teori nedeniyle, canlıların evrimi konusunda tartışma baş­lamıştır. Bu başlayan tartışmanın, Hıristiyan inancını da temelin­den sarsmada çok etkili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü insan, Hıristiyan inancındaki tanrısallığını yitirip, artık sıradan bir canlı durumuna gelmiş olmaktadır.
Darwin, okyanuslarda yaptığı beş yıllık bilimsel gezisinde göz­lemlediklerini, “Türlerin Kökeni” isimli eserinde bir teori ile açık­lama yoluna gitmiştir. Aynı atadan gelen hayvanların zamanla de­ğişik türlere dönüşebileceğini bir teori olarak açıklamaya çalışmıştır.
Daha önceleri de bu konularda düşünceler ortaya konmuştur, ancak Darwinin buradaki etkisi, doğrudan yaptığı gözlemlere da­yanmasından kaynaklanmaktadır. O, hiçbir zaman insanın may­mundan türediğini de ileri sürmemiştir. Tarih ve politika konu­larına ise hiç ilgi duymuyordu. Almanya’da sosyalizm ile doğal seçme yoluyla evrim, arasında bağ kurma çalışmalarını ise “ne ap­talca bir düşünce” diye nitelendiriyordu.
Dünyanın ve tüm canlıların bugünkü biçimiyle tanrı tarafından sabit bir şekilde yaratıldığını ve İncil’de her yazılanın doğru oldu­ğunu savunan Kilise ve sabit görüşlü bilim adamlarınca devamlı saldırıya da uğruyordu. Ama kendisi de eski bir rahip adayı olma­sına karşın, Kitabı Mukaddeste dünyanın oluşumuna ilişkin alıntıların yanlışlığının ortada olduğunu ve Kitabı Mukaddesin Tanrıyı kinci bir tiran gibi gösterdiğini söyledi. Bu da, gene aynı metinde yer alan Tanrının bağışlayıcılığı kavramına ters düşüyor, görüşlerini ileri sürüyordu.
Darvincilik: Darwin’nin, organik değişimleri açıklamak ama­cıyla geliştirdiği biyolojik evrim kuramını temel alan yaklaşım. Darwinizm (Darvincilik) 1937’den başlayarak, evrimin, üç ilkenin etkileşimine dayandığı görüşünü geliştirmiştir. Bu üç ilke çeşitleme (varyasyon), kalıtım ve var olma savaşıdır. Yeni bilgilerin ışı­ğında, Yeni-Darvincilik daha önceki anlayışları aşmış ve kalıtsal olan ve olmayan değişiklikleri de kesin biçimde ayırt edebilmekte­dir.
Burada verilen Darvincilik biyolojiyle ilgili olanıdır; fakat bir de felsefeyi içine alan daha geniş kapsamlı Darvincilik vardır.
Sh:6-9
Felsefeye göre doğru nedir sorusundan sonra; felsefenin ne ol­duğu konusunda kısa bir görüş ileri sürmüştük, aynı görüşün burada yinelenmesine gerek olmaz kanısındayım. Ancak tanımı verebiliriz; “felsefe: İnsanların, kendi işlevlerini hür iradeleriyle belirleme­lerinde, faydalanmaları için önlerine konan (ve fakat yine kendi­leri gibi insanlar tarafından üretilen öğütsel nitelikteki) bilgiler ve örneklerdir.”
Gerçek sözcüğünden ne anladığımızı belirlemek faydalı olacak­tır; ileride de neyin üzerinde durduğumuzun bilincinde olmamızı ve nereye vardığımızın da farkında olmamızı sağlayacaktır. Tanrı­tanımaz eksende felsefe yapanlar, her şeyin zaman ve mekanla değiştiğini görerek; zaman ve mekanla değişmeyen hiçbir şey yoktur, o halde her zaman ve mekanda geçerli olan doğru yoktur, sonucuna varmışlar ve gerçek diye bir şey yoktur demişlerdir. Buna göre; ger­çek: Zaman ve mekanla değişmeyen doğrudur, tanımını benimsememiz gerekir. Gerçeği aramak demek; zaman ve mekanla değiş­meyen doğruyu aramakla eş anlamlıdır.
Tanrı-tanır eksende felsefe yapanların bir bölümü, doğruların zaman ve mekana bağlı olduğunu kabul etmişlerdir. Tanrı buyruk­larını da zaman ve mekana göre insan aklı ile yeniden yorumlayıp yeni doğrular üretmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, tanrı buyruklarının belirli zamanlarda yapılan yorumlarını değişmeyen gerçekler varsayıp felsefe üretmişler ve bir süre sonra bu felsefeyi benimseyenler de ya toplum dışı kalmışlar ya da toplumla ciddi şekilde sürtüşmeye gir­mişlerdir. Çünkü, toplumlarda değişim süreklidir ve buna bağlı ola­rak ta toplumsal kurumlar sürekli olarak değişmektedir. Bu değişime uyum sağlayamayanlar da, er ya da geç toplum dışı kalmaktadırlar. İnsan üretimi olan felsefenin de, zaman ve mekanla değişim gös­termesi doğaldır.
Din dogmalarına göre düşünmeyen felsefeciler, gerçek yoktur demektedirler. Din dogmalarına dayalı felsefe üretenler ise; dogma­ları birer gerçek olarak gösterme çabasındadırlar. Halbuki dogmaları (dayatmaları) üretenlerin doğrudan kendileri olduklarının ya far­kında değillerdir ya da bildikleri halde çıkarlarına zarar gelir endi­şesi ile açıklamamaktadırlar. Dinler, insanların kendilerine uygun doğruyu seçmeleri içindir. İslam’da ise Kurana dayalı din; insanın sıkıntıya düşmesi için değil, fakat bir iyilik bir kolaylık olarak öğüt şeklinde ortaya konmuştur. İslam’ı dayatmacı duruma getiren, pek çok kişinin geleneği din olarak benimseyip, yayma çabalarındandır. Evrim teorisinin etkinlik kazanmasından sonra Batıda dini dogmalara dayalı felsefe üretimi de gündemden düşmüştür.
Bilime göre doğru nedir konusunda, bilimin ne olduğunu an­lamaya çalıştık. Burada ise, bilim deyince, sadece pozitif, doğa bi­limlerini anladığımızı kabul edeceğiz. Çünkü, günlük hayatımızda artık bilim sözcüğü ile genelde sadece pozitif, (gözlem ve deneye da­yalı) bilim türü anlaşılmaktadır. Türkçe sözlüklerin tanımı da böyle bir yönlendirmeye neden olmaktadır. Gözlem ve deneye göre doğru olanlar, artık bütün insanlar için de tartışmasız doğru olmaktadır. Bu doğru tanımına, uyum sağlayan toplumlara da çağdaş toplumlar denilmektedir. Çünkü kişiye bağlı doğrular terkedilmiş, kişilerin sabit fikirleri yerine; bilimsel bilgi ve bilimsel araştırmalar karar vermede etkin olmuştur. Kişiye bağlı doğrular, insanın özel yaşa­mında belki de eskisinden daha fazla yer alabilir, bunda bir sakınca yoktur. Siyasi, hukuki, ekonomik, teknik ve diğer konularda başa­rılı olmanın tek çıkar yolu, doğru bilimsel verilere göre karar ver­mekten geçmektedir artık.
Bilimsel doğrulara, günlük hayatta bilimsel gerçekler denilmektedir; bu şekilde anlatılmak istenen elbette bilimsel doğrulardır. Çünkü; bilimsel yeni bir buluşla daha, önceki doğrunun geçerlili­ğini yitireceğini herkes bilmektedir, ve bu konu tartışma dışıdır.
Pozitif bilim, “gözleyip deneyebildiğine inanabilirsin, gerisini ise göz ardı edersen bir şey kaybetmiş olmazsın” şeklindeki düşün­ceyi benimsemektedir. Pozitivizme yakından bakıldığında, bu dü­şünce sistemini, bilimsel araştırma metodunun izlediğini görülür. Bir konuda araştırma yapmak için önce bir teori ortaya konur, son­rada bunun böyle olup olmadığını deney ve gözlemlerle doğrulma yoluna gidilir. Deneme yanılma ile teoriyi veya deneyi yineleyerek, birinin diğeriyle uyum içinde olduğu gösterildiğinde bilimsel doğru bulunmuş olur.
Acaba bize bilimsel doğrular diye bildirilenlerin hepsi böyle mi­dir?
Pek çoğu böyle olmasa teknolojik gelişim olur muydu?
Fakat, bazı kabuller yok mudur?
Su 100 derecede kaynar, bu elbette gözle­nip denenebilir, o halde insanların da buna endişesiz inanması ge­rekir. Deney bize doğruyu gösteriyor. Yeryüzünde okyanuslar var, akarsular var, bunların hepsinin 100 derecede kaynayacak oldu­ğunu, pozitivizmle nasıl inandırabilirsiniz? Gördüğüne, denediğine inan, gerisini bir tarafa bırak düşüncesine göre; denediğim miktar­daki suyun kaynama noktasının doğru olduğunu kabul ederim, fa­kat dışarıda kalanların da, aynı özellikte olduğunun deneyle göste­rilmesini istemem gerektiğini düşünür ve ileri sürebilirim. Pozitivizmin buna verecek bir cevabı yoktur; fakat şöyle bir apriori (önsel) görüş herkese böyle bir soru yöneltme olanağını vermemek­tedir: Doğada bir düzen vardır, eğer buradaki su 100 derecede kay­nıyorsa, diğerleri de öyledir, çünkü bilimsel doğru olarak bu de­nenmiş ve görülmüştür. Bu apriori görüşü kim söylemiştir, bu bil­ginin kaynağı nedir? Bunu kim nerede nasıl deneyerek göstermiştir? Pozitivizme uyan tam bir cevap yoktur.
Pozitivizmi tam anlayabilmek için; evrim teorisi ve ona bağlı olarak geliştirilen ve evrenin ortaya çıkışından başlayıp, insanın meydana gelişine kadar, her bir ana konuda oluşturulan ve bir bü­tünlük içinde sunulan teorileri bir arada görmemiz uygun olacaktır. Ayrıca, bu düşüncenin tam karşıtı olduğu söylenen bir diğer düşünı eyle, karşılaştırma yapmanın, bunlar arasında bulunduğu öne sürü' len, temel farkın ne olduğunu görme bakımından da yaralı olacak' ur. Karşılaştırma için, iki ana düşünce ekseni kabul edilmiştir. Birisi, tanrı-  tanımaz düşünce ekseni; yani insan aklı her şeye yeterlidir anlayışına dayalı görüşler; diğeri ise, tanrı-tanır düşünce ekse­nindeki görüşlerdir. Tanrı-tanımaz düşünce ekseninde Evrim Teorisini ve Tanrı-tanır düşünce ekseninde ise, daha önce gördü­ğümüz İnsanın ve Evrenin Geçmişine Ait Yeni Teoriyi dikkate ,ı İmamız uygun olacaktır.

Maddi evren, büyük patlama ile başladı ve zamanla bugünkü halini aldı.
(Bu bir teoridir, kanun değildir; deneyle doğrulanmamıştır buna olanak ta yok­tur; maddi evreni yeniden oluşturamaz­sınız.)

Diğer evrenleri ve maddi evreni de Allah yarattı. Maddi evrene ol dedi oldu. Bu evrenin programı ise 6 günde yaratılmıştır, ve maddi evren bu prog­rama göre oluşmaktadır.
Büyük patlamadan önce ne vardı? Bunu sorgulama, bu böyledir.
(Bu dogma, dayatma değil midir?)

Allah, diledi ve maddi evreni yarattı. Daha önce böyle bir evren yoktu. Bu evren, komşusu süper evrenden enerji alarak meydana geldi.
Ancak, “gözleyip ölçtüğüne, denediğine inanmalısın diğerlerini ciddiye alma!” (Peki öyle ise; gözlenemeyen büyük patlamaya nasıl inanacağım? Bunun da cevabı yoktur! Ancak bazı fiziki deney­ler bu görüşü desteklemektir, sen de bununla yetinmelisin!}

Hem Kuranda bildirileni ve hem de gözleyip, ölçtüğünü ve denediğini doğru kabul etmelisin, hepsini Allah yarat­mıştır. Yaratılanları yakından öğrenmen insana verilen bir görevdir, böylece hem inancın pekişir hem de insanlara faydalı olursun!
Buluşlar bilimsel yasalarla formüle edi­lir ve evrende geçerli olduğu öngörülür. Evrende benzer olayları tek, tek ölçme­den, denemeden aynısı olacağını nere­den biliyorsunuz. (Yanıt yoktur!)

Maddi evrende, bilimsel yasalarla açıklanan doğrular, maddesel evrende geçerlidir; çünkü Allah her şeyi bir öl­çüye, yasaya göre yaratmıştır, bir dü­zensizlik konu değildir. (Hicr 15/ 19)
Önce maddi evren büyük patlama ile varlık alanına çıkmıştır, sonra da canlı­lar ve canlıların evrimi ve tesadüflerin yardımı ile insan oluşmuştur.
(Bir canlı bir diğerinin evriminden oluştu ise, aradaki canlılar veya onların fosilleri, niye bulunamıyor. Yarı may­mun yarı insan, yarı kuş yarı kertenkele şeklinde bir canlıyı niye göremiyoruz. Evrim sürekli olduğuna göre, niye var olan insan evrimleşmiyor.)

İnsanı da diğer canlılar gibi, Allah ya­ratmıştır: (Bir süre sonra, insanı maddi evrenden süper evrene, yani cennete getiren Allah, ona bilgi ve hür dav­ranma yeteneği vermiştir. Hürriyetini kullanan insan yeniden maddi evrene geri döndürülmüştür.)
Adem ilk insan değil, fakat ilk medeni insan adayıdır. Her bir yaratık, kendi programı uya­rınca yaşam sürmektedir. İnsan: öğ­renme ve de kendi işlevini, belirleme özgürlüğüne sahip tek varlıktır.

Yukarıda, iki düşünce eksenindeki temel kabulleri, beraberce vermekten amaç, birinin diğerinden üstünlüğünü kanıtlamak de­ğildir. İnsanlar var olduğu sürece bu iki eksen de var olacaktır. Şayet, iki eksenden birini kaldırmak olanaklı olsa idi, Hıristiyanlığın Engizisyonlu çabası veya komünist faşizm başarıya ulaşırdı. Burada gösterilmek istenen, her iki eksendeki temel kav­ramların da inanca dayandığını vurgulamaktır. Bu yüzden birinin diğerine söyleyecek bir sözü yoktur, ya da olmamalıdır. Aksini sa­vunmak olanaklı değildir; çünkü böyle davranış: Düşünme (felsefe yapma) sana ne veriliyorsa onunla yetin demekle eş anlamındadır.
İnsanlığın bugün ulaştığı uygarlık düzeyinde, düşünce özgürlü­ğünün, insan hayatı için olmazsa olmaz şartı haline geldiğini her­kes benimsemiştir. Düşünce özgürlüğünü benimsemeyen ülke yoktur denemez, düşünceye kısıtlama getirenleri hep beraber izliyoruz ve başarısızlıklarını da görebiliyoruz.
Gerek eğitim, gerekse basın yayın aracılığı ile bizlere verilmeğe çalışılan ve sürekli üzerinde durulan, pozitivizme dayalı düşünce tar­zıdır. Akla dayalı hareket ederseniz, sonuç daima olumlu olacaktır, şeklinde bir baskı sürdürülmektedir. Gazete okuyanlar, televizyon seyredenler bilirler ki, en geç ayda bir defa, bir maymun resmi, bir gazete sayfasında veya bir televizyon ekranında boy gösterir: “Maymunlar yazı yazmayı öğrendi veya artık maymunlar aritmetik işlemlerini yapabiliyor” şeklindeki haberlerle beyin yıkaması yapıl­maktadır. Bu beyin yıkama işlemi bilim adına yapıldığından hiç kimse ne sorgular ne de bunun bir bilim faşizmi olduğu üzerinde durur. Halbuki, psikoloji (ruhbilim) sadece insan davranışlarını değil aynı zamanda hayvan davranışlarını da kendine konu edin­miştir. Psikoloji, felsefeden ayrılarak bağımsız bir bilim halini al­dığı günden itibaren, yani yaklaşık yüz yıldır, hayvanlar üzerinde de­neyler yapmaktadır. Bugünkü basının gündeme getirdiği konuların pek çoğu da belki 20 veya 30 yıl önceki deneylerin sonuçlarıdır ve elbette benzer deneyler zaman, zaman yinelenmektedir de. Bunlar doğrudur ve insan üzerinde yapılamayan birçok deney, bazı hayvanlar üzerinde yapılarak elde edilen değişik bulgular; insan sağlığı, eğitimi ve reklamcılık gibi ekonomik amaçlarla da kullanılmakta ve faydalı da olmaktadır. Fakat özellikle maymunun insan gibi okur, yazar olduğu yolundaki haberler, evrim teorisinin canlılığını koruma amacından başka neye hizmet etmektedir?
Eğer evrim te­orisi doğru ise, evrim dönemini yaşayan canlılar veya bunların fo­silleri, jeolojik kalıntıları nerededir?
Evrim ya da geçiş canlıları, yarı sürüngen yarı kuş gibi bir canlı yoktur, bulunamamıştır veya insan niye evrimleşmeye devam ederek bir başka şekle girmemekte­dir. Neden evrim teorisinde inatla, ısrar devam ediliyor?
Çünkü ev­rim teorisi, pozitivizm düşüncesinin temel kavramıdır ve de te­melde değişmeden devam ettirilmektedir. Evrim teorisi şeklen bazı değişikliklere uğramıştır, ne var ki temelde bir değişme yoktur: “büyük patlamayı izleyen dönemde, evrim sonucu maddeden insan tesadüflere bağlı olarak meydana gelmiştir” görüşü devam ettirilmek­tedir. İnsan bir hücreden üreyen yaklaşık 150 trilyon hücreden oluşmaktadır; bu kadar hücre tesadüfen bir defa bir insan oluşturdu ise, nasıl olup ta bu tesadüfi gelişim, tekrar ederek milyarlarca insan oluşturmaktadır: Bunun da cevabı yoktur! Öyleyse, evrim teorisi, bir inanç değildir de nedir? Böyle bir inançla düşünmek yanlıştır denemez, bu insanın düşünce özgürlüğünü sınırlamak anlamına ge­lir. Fakat evrim teorisindeki ısrarın adını da doğru koymak gerekir, bu evrim teorisi de doğrudan doğruya bir inancın ifadesidir.
Evrim Teorisini, bilimsel doğrudur diye göstermek ve ısrar etmek ve buna inanmayanları horlamak dayatmacılıkta karar kılmak an­lamındadır.
Büyük patlama teorisi, evrim teorisi ile uyumludur ve bunu doğ­rulayan fiziksel bulgular da mevcuttur, fakat ne olursa olsun bunun deneyle de ortaya konmuş bir bilimsel doğru gibi kabulünü zorunlu görmek ve göstermeğe çabalamak, en azından bilimin şüphe üzerine kurulduğu kuralına uymaz.
Büyük patlama teorisi üstelik tanrı-tanır eksendeki düşünce sis­teminin inancına da uymaktadır, bir fark vardır: Biri bunu kendi­liğinden olduğuna inanmaktadır, diğeri ise Allah’ın iradesiyle ol­duğuna inanmaktadır. Her ikisi de sonuçta kişiye bağlı bir inançtır. Kimse, bir diğerinin isteğiyle inancını değiştirmeyecektir, inanç de­ğişimi doğrudan kişinin isteğine bağlıdır. İnanç özgürlüğü de bu de­ğil midir?
Buraya kadar ki açıklardan anlaşıldığı gibi, zaman ve mekanla de­ğişmez bilimsel doğrular yani, bilimsel gerçekler de yoktur; bulu­namamıştır; zaten kimse de bunu aramamaktadır.
Herhangi bir görüş, bilim adamlarınca söylenmiştir şeklinde or­taya konunca, sanki ortaya atılan bu görüş; bilimsel araştırma meto­dunun (yönteminin) tüm adımlarını tamamlamış ve bilimsel yasa haline gelmiş bir doğru gibi algılanmaktadır. Hâlbuki açıklanan gö­rüş, henüz konun saptanması safhasında olabileceği gibi, bir öneri veya eski bir teori de olabilir veya son şeklini almış bir doğa yasası da olabilir. Bilim adamlarının her söylediği; bir bilimsel yasa şek­linde anlaşılmamalıdır.
Hangi düşünce sistemine inanırsak inanalım, önce: Ortaya ko­nan görüşün hangi eksende olduğunu anlayıp, bu eksene göre doğru olup olmadığını saptadıktan sonra; kendi doğrularımız yönünden gözden geçirerek bir sonuca varmamız gerekir. Bu görüşü kullana­bilmemiz ve de diyalogla sonuç alabilmemiz için bu tür bir çaba ön şart niteliğindedir.
Günümüzde diyalog denen kavramın işe yarar hale gelmesi için: Kendi felsefemizin ne olduğunu belirlememiz ve daha sonra karşı­mızdakinin de felsefesini, tıpkı onun anladığı gibi (fakat, bu kabul etme anlamına gelmez) anladıktan sonra; sorun üzerinde konuşula­rak, varsa bilgi eksiklikleri giderildikten sonra, ortak noktalardan yürüyerek bir sonuca ulaşmak olanaklı olacaktır. Diyalog olumlu sonuç vermediğinde ise, en azından karşı tarafın ne dediği anlaşıla­cağından bir kazanç meydana gelmiş olacaktır.
Tek kutuplu bir dünya ve tek bir dünya pazarı oluşturulması ça­basında bulunulan günümüzde; pozitivizmin ne anlama geldiğini ve temelde felsefi bir görüşe dayandığını iyice anlamalıyız. Tüm ulusların, gözlem ve deneye dayalı bilimsel düşünceye göre hareket etmeleri çıkarları için tek yoldur seklinde verilen pozitivizm, te­melde bir inanç sistemidir, bir insan üretimidir; yararlı olan yönleri olduğu gibi, zararlı ve geçersiz yönleri de vardır.
Yararlı yönü: İnsanların maddi ihtiyaçlarının karşılanması ko­nusunda, pek çok olanak sağlamaktadır. Maddi olarak yeterli hale gelen insan, kendi onurunu korumada da daha bilinçli olmakta ve dolayısıyla madde dışı alanda da kazançlı olabilmektedir.
Zararlı yönü ise: Teknolojik gücü elinde bulunduran toplumların, her gün daha fazla tüketime yönelmesi ve diğer toplumları da özendirerek aynı çıkmaz içine sürüklemeleridir. Hem doğa talan edilmekte ve hem de çevre kirliliğini artmaktadır. Bu tüketimin böyle devam etmesi, teknolojik gelişimini tamamlamış toplumlar için bir yaşam tarzı haline gelmiştir. Mevcut standartlarını sürdüre­bilmek için: Üretim ve tüketim zincirini sürdürmek zorundadırlar veya kendileri öyle düşünmektedirler. Üretim, tüketin zinciri dı­şında kalan toplumları da buraya dâhil ederek, kendi alışageldikleri yaşamlarını devam ettirmede kararlı görünmektedirler. Böyle devam etsin ne olacak diyebilir miyiz? Gelişmiş toplumların yetiştirdiği dü­şünürler; bu sürdürülebilir bir durum değildir diyorlar. Yerkürenin bu kadar yükü çekemeyeceğini bilimsel verilere dayanarak açıkla­maktadırlar. Bu yüzden çözüm getirecek yeni bir felsefe aranmakta­dırlar.
Geleneğe göre doğru nedir konusunda, geleneğin ne olduğu an­latılmağa çalışılmıştır. Burada tanımı anımsamak faydalı olacaktır. “Gelenek: Bir topluluğun kendinden önceki nesillerden devralıp kısmen dönüştürerek sonraki nesillere devrettiği, inanç, kurum ve seremonileri de içeren her türlü toplumsal pratik” ve “Gelenekçilik, gelenek taraftarlığı: Toplumdaki inanç, kurum ve kuralların meşru­luklarını, geçmiş dönemlerde de uygulanmış olmalarına dayandıran davranış veya düşünüş biçimi. Geleneksel olanı modern olana ter­cih etme tavrı. Gelenekler ya da geleneksel değerlerin korunup yaşa­tılması gerektiğini savunan yaklaşım.”
Niye gelenekçilik üzerinde duruluyor sorusunu sormak gerekebi­lir. Toplumların tamamının yeni, modern tutumu benimsemesi beklenemez. Daha doğrusu bir toplumda yeniyi, moderni olduğu gibi benimseyenlerin sayısı pek fazla olmamaktadır, önemli bir bö­lümü yeninin kendi işlerine geldiği kadarını benimserken, bir bö­lümü de gelenekçilikte kalmayı yeğlemektedir. Yurdumuzda, top­lumsal dönüşüm ve değişim; devrim yasaları aracılığı ile başlatılmış ve yaşatılmak istenmektedir. Yasaların etkinliğinin çok az veya hiç olmadığı yörelerde ayrıca ekonomik değişim de yeterli olmayınca, gelenekçilik orada yaşayanların bir tercihi değil, bir mecburiyeti de olmaktadır. Siyasilerin de oy almak için, gelenekçiliğe taraf olma­ları kaçınılmaz olmaktadır. Gelenekçilik, görmezlikten gelemeyece­ğimiz toplumsal bir olgudur.
Felsefe yönünden olaya yaklaşıldığında; zaman ve mekânla de­ğişmeyen doğru olamayacağından bu bağlamda gerçek de yoktur, denilmektedir. Gelenekçiliği ister bir yaşam tarzı, ister şartlar gereği yaşayanların, insan hakları yönünden bu tür yaşamı yeğlemelerinin bir sakıncası da olamayacağı açıktır. Geleneksel yaşamı devam etti­renler, kendi düşüncelerinin tek doğru ve zaman, mekânla değişmez (gerçek) olduğu görüşünü zorla başkalarına da kabul ettirmeye kalk­tıklarında sorun ortaya çıkmaktadır; bunun en canlı örneği İran'da görülmektedir. Demokrasi yerine bir ideolojinin topluma dayatılmasını insanlar istememektedir. Bu tutumun “sorun” durumdan, kabul edilebilir hale indirgenebilmesi için; eğitimin yanı sıra eko­nomik gelişmenin de etkisi belirgindir. Çünkü ekonomik yönden, içinde bulunduğu topluluğun geleneğine uyma dışında bir seçeneği olmayan insanların modern olmalarını beklemek olanak dışıdır.
Ülkemizde, devlette ayrıcalıklı konumlar elde etmek isteyenlerin bazıları da, yeni bir düşünce sistemi imiş gibi gelenekçiliği topluma sunmaktadırlar. Bu tür planı yürütenlerin, gelenekçiliği savunma­ları doğaldır; kendi görüşlerini zorla kabul ettirme çabasına girme­dikleri sürece bu görüşleri, yasal çerçevede görülecektir, görülmelidir de!
Gelenekçilikte; kendilerinden önceki nesillerden devralman inanç, kurum ve seremoniler, kısmen de olsa dönüştürülerek, son­raki nesillerde toplumsal pratikler olarak benimsenmektedir. Gelenekçiliği benimseyen topluluk ne kadar tutucu olursa olsun, geçmişin doğrularını kısmen dönüştürmek zorunda kalmaktadırlar;
Bu da, zaman ve mekanla değişmeyen doğru yani gerçek olamayaca­ğının bir kanıtlanması olmuyor mu?
Kur'an'a göre gerçek nedir? Din bilginleri, felsefeciler, toplum bilimciler, ruh bilimciler, hukukçular, daha doğrusu insanı konu alan bilimlerle uğraşanların tamamına yakını “gerçek nedir” soru­suna cevap getirmeğe çalışmışlardır.
Genel kanı odur ki; Kur’ân-ı Kerim, Allah Teâlâ kelamıdır, gerçeğin ta kendi­sidir ve asla değişemez. Kuran konusunda konuşmaya yetkili olanlar bu konuda ne diyorlar diye bir parantez açıp kendimizi konun dı­şında tutabiliriz; bu durumda ise, Kurana göre olmaması gerektiğini bilip inandığımız, din sınıfının varlığını kabul etmiş ve kendimiz aktif olarak din alanının dışına çıkmış oluruz. Din bilginlerinin görüş, yorum ve düşüncelerini okuyup anlamayalım; demiyoruz, di­yemeyiz; onları da okuyup anlayıp aklımızın bir kenarında tutalım. Buradaki çabamızın amacı: “Kendi, özgürlüğümüzü başkalarına tes­lim etmeden, başkalarının aklı ile yaşamağa razı olmadığımızı gös­termek, ve bu tutumun Kurana uygunluğunu da vurgulamaktır. “ Kur’ân-ı Kerim, Nisa Suresinin 48 ve 116 numaralı ayetlerinde “Doğrusu, Allah kendisine ortak (şirk) koşulmasını bağışlamaz ama, bundan başkasını dilediğini bağışlar; Allah’a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işlemiştir.” denilmektedir. Kuranda (aynı anlamdaki bu iki ayet dışında) Allah’ın kesinlikle affetmeyeceğini vurguladığı başka bir ayet de yoktur denebilir. Burada anlatılmak istenen nedir? Allah’a ortak koşmak, ya da şirk koşmak ne anlama gelmektedir? Osmanlıca Sözlükte; “Şirk ta­nımı: En büyük günah olan, Allah’a ortak kabul etmek. Allah’tan ümidi keserek başkasından medet beklemek; çoktanrıcılık.” şeklinde verilmektedir.
Allah, kendisi dışında bulunan bir varlığı, kendine ortak veya yardımcı kabul etmemektedir. Bu tür bir tutuma girip de, bu tutu­mundan vazgeçmeyeni hiçbir surette af etmeyeceğini ve mutlaka ce­zalandıracağını açıkça bildirmektedir. Bu, bizler için ne anlama ge­liyor? Allah dışında bir başka varlığı veya insanı, kesin bir teslimiyetle takip edilecek bir varlık olarak görmemiz mümkün değildir, yani Allah’ı şirketleştiremeyiz. Kim, ne kadar muteber kişi olursa olsun, onu Allah yerine koymamız ve Allah’a yardımcıymış gibi görmemiz olanaklı değildir. İşte bu yüzden, Allah’ın Kitabına, Kurana giderek kendi görüşümüzü kendimizin oluşturması zorunlu olmaktadır. Toplumlarının gereksinimi olan doğrulan, kendileri üretemeyenler, teslim olup taklit ettiklerinin de gerisinde kalarak cezalandırılmakta oldukları gözlerimiz önünde değil midir?
Kurana göre doğru konusunda, verdiğimiz ayetlerden de anlaşıla­cağı gibi: İnanların mutlaka düşünüp, kendi doğrularını kendileri­nin bulmaları gerekmektedir. İnsanlar körü körüne birilerinin arka­sına takılarak ömürlerini tüketemezler.
Kuran: İnananlarına (Allah a saygılı olanlara) yol gösterendir ve şüphe götürmeyen bir kitaptır. Daha önce indirilen kitapları da onaylamaktadır. Kuran doğru ile saçmayı ayırmaya yarayan bir ayı­raçtır (kitaptır). Kuranı düşünerek anlamak gerekmektedir. Kuran uydurulmamıştır. Kuran insanları sıkıntıya sokmak için değil, bir öğüt olarak indirilmiştir. Kuranda, daha önce gönderildiği bildiri­len kitapların da, birer öğüt olduğu anlatılmaktadır. Buradan da dinin bir öğüt olduğu sonucu çıkmaktadır. Bütün bunları ön yargı­sız dikkate aldığımızda; “Kuranı, insanların yaşamlarını kolaylaş­tırmak amacıyla gönderilmiş öğüt veren bir kitap” olarak görmek durumundayız. Öğüt veren bir kitabın değişimini niye istememiz gereksin ki? Elbette Kuran olduğu gibi hiç değiştirilmeden, her bir kelimesi, harfi olduğu gibi kalmalıdır ki, daha sonra gelenler de as­lını okuyup anlama çabası içinde kalabilsinler.
Kuranın bu açık tutumuna karşılık, niye: Kaynağı din olduğu bildirilen kuralların asla değişmezliği sorunu ile karşı karşıya bulunuyoruz?
Kuranla ilk tanışan toplumlar, daha önce kabile hayatı yaşıyorlar ve gelenekleri onlara yetiyordu. Kuranla tanışınca, bu defa daha önceki gelenekçilik yerine yeni bir düzen ve bunun felsefesini geliş­tirdiler: Kuranı temel alan, bir düşünce sistemine göre toplumsal yaşamlarını yönlendirdiler. Kendi toplumlarının ürettiği bu sistem dışında başka diğer sistemler olduğunu biliyorlardı; fakat, diğer sis­temlerin yanlışlığı, yöneticiler, bilim adamları ve toplumun her kesimince bir ön fikir (paradigma) olarak benimsendi ve bu asır­larca sürdü ve halen de bir çok toplumda da sürmektedir. Ancak, kullandıkları sistemlerini de, tekrar Kurana giderek bir türlü yenilememektedirler.
Kurana yakından baktığımızda: Kuranın, 600’den fazla sayfa ol­duğu, ve inmesi (vahiy süresi), yazılması, toplumda örnek elçi ara­cılığı ile uygulanması 20 yıldan fazla sürdüğü bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen, Kuran kendini bir öğüt ve uygulayıcı elçi de, ken­dini bir uyarıcı olarak vasıflandırmakta ve uygulamalar da bu vasıf­landırmaları doğrulamaktadır. Yani Kuran; bir ideolojiyi anlatmı­yor, fakat bir düşünce sistemini anlatarak, yaşam tarzımızı değiştir­memizi amaçlıyor. Kuran, bizlere çoğu zaman anlatılmağa çalışıldığı gibi bir ideoloji (yani değişmez doğrular) kitabı olsaydı; ne bu kadar yazıya, ne bu kadar uygulama zamanına ve ne de, Kuran bir öğüttür ve elçi sadece bir uyarıcıdır şeklinde beyanlara ihtiyaç vardı. O za­man bu kitap en çok bir anayasa genişliğinde olur ve uygulaması da en çok birkaç ayla, bilemediniz bir yıl ile sınırlı olurdu. Böyle ol­madığı tarihi bir doğru olarak herkesin önünde durmaktadır. Kuranın içeriğini dikkate aldığımızda onu bir ideoloji kaynağı ola­rak görmemiz olanaklı değildir. Kuradan üretilen bir ideolojiyi top­lumun tamamına uygulayamayız; çünkü uygulayıcı elçi hiçbir za­man böyle bir tutum sergilememiştir. Ancak, Kuran ışığında bir felsefe (düşünce sistemi) üreterek bunun anlatımı, tanıtımı için yılmadan yorulmadan çaba gösterebiliriz.
Kuranın bildirdiği İslam, bir ideolojinin, dayatmanın değil ve fakat düşüncenin, felsefenin bir alternatifi olarak algılanabilecek durumdadır. Bu tür anlatıma pek çok kişi karşı çıkabilir bu da do­ğaldır. Çünkü; din tanımında anlaşmaya varmak pek de olanaklı değildir.
Dinin tanımlaması: (Sosyal Bilimler Sözlüğünden) “Din: (1.) Geniş anlamada, yaşam biçimi; hayatın nasıl yönlendirilmesi ge­rektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve değerler bü­tünü. (2.) Dar anlamada, evrendeki düzeni ve hayatı ancak yaratıcı bir tanrının varlığı ile anlamlandırarak, insanlığı kurtuluşa davet eden çağrılardan her biri.”
Daha önceki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, buradaki yakla­şımımız, (l.)’deki tanıma yakındır. Çünkü insan dışındaki bütün varlıkların işlevleri, fiziki yapılarının programında mevcuttur. İnsanın ise: Bilgi beceri öğrenme olanağı ve kendi işlevini seçme özgürlüğü vardır. Tanrı, bir kolaylık ve bir iyilik olarak; elçileri ve kitapları aracılığı ile öğütlerini topluluklara uygulamalı olarak bil­dirmiştir. İnsanlardan, işlevlerini bu öğütlere göre belirliyenlerin de hem mevcut hayatlarında, hem de ölümlerinden sonraki hayatla­rında zarara uğramayacaklarını duyurmuştur. Bunda bir zor kullanma yoktur; insanlar kendi işlevlerini bir başka şekilde de belirliyebilirler; bu durumda uğrayacakları sıkıntı ve cezaları da katlanmak du­rumdadırlar. İnsanlık tarihinde, din dışı anlayışa göre, insanlar kendi işlevlerini akıl yoluyla da belirlemişler ve belirlemeye de de­vam etmektedirler. Felsefeci, düşünce üretir, uygulamasını yapmaz; elçi, vahiy yoluyla aldığı bilgiyi kendi yayışıyla uygulamaya koyar ve toplumda oluşmuş ön fikirlerle, kabullerle, paradigmalarla mücadele vererek, çok ağır şartlara da katlanmak zorunda kalır.
İnsanların işlevlerini belirlemede bir yardımcı, bir öğüt olarak kabul edilmesi halinde, din: Felsefenin bir alternatifi olmaktadır. Bir düşünce tarzı olarak algılanan, din kavramı ideolojinin bir al­ternatifi olmadığından, toplum hayatında (özellikle kamu yöneti­minde) ciddi bir sorun olma özelliğini de yitirir.
Dinin, felsefenin bir alternatifi gibi algılanması olgusu Kuranın bize verdiği bir görüştür. Toplumda asırlarca, bir anayasa gibi algıla­nan ve öyle sunulan bir dinin o toplumda bir düşünce kalıbı (paradigma) niteliği kazanması da kaçınılmazdır. Bugün içinde ya­şanılan sıkıntıların kaynağında bu paradigmanın etkiliği çok yük­sektir. Toplumsal görüntülere bakılarak İslam’ı değerlendirmek yan­lıştır. Çünkü İslam’ın kaynağı Kurandır, buna uygunluk araştırıl­madan mevcut yaşananlara göre değerlendirme yapmak, İslam açı­sından geçersizdir.
Topluma bakarak yapılan, değerlendirmeler sosyoloji açısından ise doğrunun ta kendisidir; çünkü sosyoloji, dini değil, toplumların yaşadıklarını dikkate almaktadır.
Kuran hiçbir konuda (Allah’a ortak koşma dışında) insan terci­hini sınırlamamaktadır.
Kuran Bakara Suresi (2/ 173): “Şüphesiz, Allah size, ölü hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Ancak, darda kalana, is­tekli olmayarak, gerekli miktarı aşmadan yenmesinde bir günah yoktur. Doğrusu Allah, bağışlayandır, acıyandır.” Burada, kesin birkaç yasağı bir arada görüyoruz, Kuranda bu tür yasakların sayısı çok azdır. Fakat ayetin sonunda, ih­tiyaç halinde, gerekli miktarın yenmesi, kişinin yetkisine bırakılmaktadır. Bu çok önemli: Öncelikle bir dayatma yok; ölseniz de bu yasaklara uyacaksınız denmiyor. Diğer husus ise: Miktar için bir aracı belirlenmiyor, kişi yetkili olarak belirleniyor. Kuranın, kişiye özgü, emir ve yasakla­rını bu mantıkla anlamak gerekiyor. Toplumu ilgilendiren konularda ise, yetkili yönetimin kararı elbette olacaktır.
Geçmişte ve günümüzdeki uygulamalara baktığımızda, dindar ki­şiyi ilgilendiren emir ve yasaklarda; kişi kendi durumu ve anlayışını ön plana alarak karar vermiyor, fakat birilerinden duyduğu veya gördüğüne göre bir tutum içine girerek çoğu zaman hem kendini hem de çevresini sıkıntıya sürüklüyor. Oysa, Kurana gitse, din ne kendi için ne de çevresindekiler için zaman, zaman sıkıntı kaynağı olma durumunda olmayacaktır. Böylece, dindar kişi ihtiyacına uy­gun kararlar alarak, dinin hem kendine ve hem de çevresine ümit ve iyilik yaydığına tanık olacaktır.
Bakara Suresi(2/ 269): O (Allah), düşünmeyi (felsefeyi, hikmeti) dileyene verir. Kime düşünme becerisi verilmişse, ona çok iyilik edilmiştir. Bunu ancak akıl sa­hipleri anlarlar.
Yukarıda verilen ve benzeri ayetlerde de, düşünerek kendi doğrumuzu kendimizin üretmesi gereği vurgulanmak­tadır.
Buradaki açıklamalarla şu sonuca varmış oluyoruz, Kuranda ki İslam’a göre; her zemin ve zamanda kullanacağımız hazır doğrular yoktur. İnanan insanların, Kuran ışığında kendi doğrularını kendi­lerinin üretme olanakları vardır.
Bu düşünce ile ayetlere baktığınızda, zemin ve zamanla değişme­yen tek doğru ve tek varlık olarak: Yüce Allah’ı görmekteyiz, bu­nun dışındaki her şey, zemin ve zamanla değişime uğrayacağı ve so­nuçta ise yok olacağı vurgulanarak önümüze konmaktadır.
Kuran Kasas Suresi (28/ 88): Allah’tan başka bir tan­rıya kulluk etme, tapma. O'ndan başka tanrı yoktur; O’ndan başka her şey yok olacaktır, hüküm onundur. O’na döndürüleceksiniz.
Rum Suresi (30/ 8): Kendi kendilerine Allah’ın gök­leri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve belirli bir süre için yaratmış olduğunu düşünemiyorlar mı? Doğrusu, insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkar ederler.
Fatiha Suresi (1/ 4, 6 ve 5): Din günü, mahşerin tek yetkilisi, sultanıdır O (Allah). Dosdoğru giden yola ilet bizi. Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım di­leriz.
Kuranın Türkçe çevirilerinde “gerçek” kelimesini pek çok kere görmek olasıdır. Buradaki “gerçek” kelimesi (bizim tanımımızdaki gibi zaman ve mekanla değişmeyen doğru anlamında değildir); Arapça’daki “hak” kelimesinin karşılığı olarak verilmektedir. “Hak” kelimesinin Türkçe’deki karşılığı ise: Yanlış veya saçma anlamın­daki Arapça batıl kelimesinin karşıtı olan, doğru kelimesidir; yani hak kelimesi ile bir şeyin doğruluğu anlatılmaktadır. Bazı çeviri­lerde bu kelime “hak” olarak aynen verilmektedir. Ayrıca, içinde yaşanılan zamanda veya ileride (ahrette de olsa) doğruluğu mutlaka gösterilecek bilgiler için hak kelimesi kullanılıyor, Kuran çeviren­ler de bu kelimeyi (veya benzerlerini) “gerçek” şeklinde Türkçeleştiriyorlar. Ancak, burada verilen gerçek kelimesi bizim ba­şından beri üzerinde durduğumuz, terimle ilişkili değildir. Kuranda, birçok yerde, hak ve batıl olarak geçiyor ikisi arka arkaya; o zaman da “hak” ve “batıl” şeklinde Arapça olarak Türkçe çeviride yer al­dığı da görülüyor.
Açılama: Yaşar Nuri Öztürk’ün Kuran Türkçe çevirisin­deki “karma indekste” gerçek kelimesi için verilen ayetler şunlardır: (ilk rakam sure no/ ikinci rakam ayet no): 57/22; 76/1; 82/10; 100/7; gizlemek, 2/42, 140, 146, 159,174; 3/71; 5/61; 6/91; elçiler tarafından desteklenmiş­tir, 2/252; 23/70; 37/37; hakkında tartışmak, 2/176; 11/118; 51/8; takip et, 7/105, 159, 181; 10/94; 22/54; 46/20: 47/3; 48/28; 103/3; Allah’tır, 24/25; 38/84; Allah’ın, 2/26, 109, 119, 147, 149, 213,; 3/19, 60, 95; 4/170, 171; 5/48; 6/30, 57, 66, 73, 115; 7/43, 169; 8/7; 9/29; 10/35, 53, 55, 82, 108; 11/17, 120; 18/21, 98; 22/6, 62; 27/79; 28/75; 31/30; 33/4; 34/6; 35/5; 40/55, 77; 42/24; 45/32; 47/2; 56/95; 61/9; 69/51; nefret etmek, 23/70; 43/78; karşı gelmekl0/23; 41/15; galip gelir, 8/8; 9/48; 12/51; 34/48; tutunmasını sağlamaya çalış, 39/33; 103/3; tanımak, bilmek, 5/83; 21/24; 22/54; reddetmek, 6/66, 93; 29/68; 39/32; 43/29, 30; 50/5; 53/28; karşı ya­lan, 2/42, 256; 7/118; 8/8 10/32; 13/17; 17/81; 18/56; 21/18; 34/49; 40/5, 78; eğer reddettiğiniz gerçek ise 41/52.
Bunların incelemesinden de görüleceği gibi, burada üzerinde durduğumuz değişmeyen doğru anlamındaki, gerçek kelimesi ile yu­karıdaki ayetlerin Türkçe çevirisindeki gerçek kelimesi farklı anlam­lardadır. Arapça’daki, “doğru bilgi veya ileride doğruluğu bir şekilde gösterilecek doğru bilgi” anlamındaki kelimeler, çeviride “gerçek” kelimesi ile ifade edilmektedir.
Kuranı okuyanlar, bizim anlatmaya çalıştığımız hususu; yani in­sanların, kendi doğrularını Kuran ışığında, kendilerinin üretmeleri gereğini görüp anlamıyorlar mı? Elbette görüyorlar, işte çeşitli mez­hepler, işte tasavvufla ilgili değişik görüşler ve yollar.
Öyle ise kimler gerçekler, sadece bizim bildiklerimizdir diyor!? Çıkarları bu tür doğrularda olanlar ile, bu çıkarcılara inanlar, ya da gelenekselliği bir felsefe edinmiş olanlar; bizim bildiğimiz doğrular, gerçeklerdir ve değişmezler diyerek dayatıyorlar. Fakat, onlar dahi, kendi gerçeklerini tevil (özel yorum) metoduyla bir ölçüde güncel­leştirerek güya, hiç değiştirmeden uyguluyorlar. İşin doğrusu ise on­lar da gerekli değişikliği, işlerine gelecek şekilde özel bir metotla (teville) değiştirerek yollarına devam ediyorlar.
Gerçek üzerinde niçin bu kadar duruyoruz?
İnsan olarak, insan gibi umutla ve güzelliklerle dolu olarak yaşayabilmek için bu ko­nuda bilgilenmemiz çok önemlidir. Toplum içindeyiz, başkaları da bizi ilgilendiriyor, biz de başkalarını. Kişinin doğm ve gerçekten ne anladığının bilgisine sahip olmamız, karşımızdakini anlamağa bizi bir adım daha yaklaştıracaktır.
loanna Kuçuradi (İstanbul, 1936; Felsefe Profesörü Hacettepe Üniversitesinde ve de Dünya Felsefe Federasyonu Başkanı), “İnsan ve Değerleri, 1998” kitabı­nın başında: Pamukkale doğumlu Filozof Epiktetos’un (55-135), “İnsanları tedirgin eden, olan biten değil, olan bitenle ilgili inandıklarıdır” görüşüne yer veriyor; ve sonra devam ediyor:
...Sözünü ettiğim olgu: Aynı insanların, aynı olayların, aynı durumların, aynı eylemlerin, aynı kararların, aynı eserlerin, hatta aynı fenomenlerin farklı kişiler tarafından farklı şekillerde yorumlanması, farklı şekillerde açıklanma­sıdır.
Yapılan bununla da kalmıyor; aynı insanların, aynı olayların bu farklı değerlendirmesi sözde kalmıyor; her farklı değerlendirme, tek doğru (tek gerçek) değerlendirme olduğunu ileri sürerek ortaya çıkıyor; bu da kişilerin birbiriyle çatışmasına, yan yana yaşamanın çoğu zaman imkan­sız hale gelmesine, kişilerin harcanmasına neden oluyor. Hem her şey sonunda gelip tek, tek kişilere dayandığın­dan, bu sorun, insanlığın “kader’iyle ilgili bir sorun olu­yor. Böylece, ideali demokrasi olan çağımız insanları için doğru değerlendirme problemi özel bir önem taşır. ...Düşünürün görevi, başkalarının yaptığını, arkadan meşru göstermeğe çalışmak değildir. Onun görevi, olan ve olan bitenin temelini göstermek, bu temeli görmeyenlerin de görmesine yardımcı olmaktır. Çünkü ancak bundan sonra olan bitene yön verme söz konusu olabilir; eyleme sınır çi­zilebilir; insanlara insanca yaşama imkanı sağlama çabala­rına umutla bakılabilir.
Profesör Kuçuradi konunun, kişi ve toplum yönünden önemini çok açık şekilde ortaya koyuyor. Ve sorunu kitabında “Değer Problemi” olarak, enine boyuna incelemeğe, deşmeğe çalışıyor.
Burada gerçek tanımı ile vermeğe çalıştığımız kavramı, tek doğru tanımı ile veriyor ki, ikisi de aynı şeydir diyebiliriz.
İnsanların hayatlarına yön veren, en önemli etken, belleklerin­deki gerçeklerdir. Bunların iki temel kaynağı vardır:
Birincisi, içinde yaşadığı toplum ve toplumun verdiği eğitimdir. İnsan, doğduğu günden, ölünceye kadar sürekli etki altında bırakı­larak, toplumun gerçekleri insanın belleğine yerleştirilir.
İkincisi ise, insanın kendi merakı ile elde ettiği gerçeklerdir.
Kişi, bu iki tür gerçeğe göre yaşamak, karar vermek ve tutum be­lirlemek zorundadır. İki kaynaktan gelen gerçekler, bilgiler uyumlu ise karar vermede sorunlu bir durum yaşanmayabilir.
Benim gerçeklerim bunlardır; diyerek yaşamak ne ölçüde olanak­lıdır?
Bu sorunun doğru cevabını bulabilir miyiz?
Doğru yanıtı arıyoruz! Daha önce de belirttiğimiz gibi doğru kav­ramı, kişinin temel felsefesine bağlıdır. Doğru dediğimizde, kişinin kabul ettiği temel felsefi anlayışına göre evet bu yanıt doğrudur di­yebileceği yanıttır. Yoksa şunun veya bunun ürettiği yanıt değildir. Biri için doğru, bir diğeri için farklı olabilecektir! Bu olanaklı mı­dır? Evet olanaklıdır. Aile içinde dahi, birinin doğru dediğini di­ğeri doğru değil diyebilir. Ailede bir çocuk kendi gayreti ile araştı­rıp, bir inanca sahip olmuş olabilir; kardeşi olan diğer çocuk ise, bu tür konulara kafa yormadan durumu idare edebilir. Aynı olay, aynı kural, aynı düşünce karşısında, her iki kardeşin (de çoğu za­man aynı anda) doğru demesi olanaklı değildir. Burada konu olan doğru, her birinin ayrı, ayrı doğru dedikleridir. “Doğru”, kişinin kendini içinde gördüğü düşünce sisteminin doğrularıdır. Çünkü, bir kişinin bir şeye doğru diyebilmesi, ancak onun kabul ettiği dü­şünce sistemince doğru olanıdır. Bir kişinin temel inancını değiş­tirmeden, hayır doğru değildir dediği bir şeyi, doğru olarak kabu­lünü istemek olanaklı değildir. Ancak şu yapılabilir, kişinin bağlı olduğu düşünce sisteminin kriterlerine göre, konu olan şeyin doğru­luğu belirlenir ve denebilir ki, senin sisteminde bu görüş, düşünce ya da bilgi doğru olarak kabul edilmesi gerekir. Burada yapılan şey kişinin, inanç sistemini değiştirmek değil ve fakat bilgi eksikliğini gidermektir.
Doğru üzerinde durduktan sonra gerçek üzerinde de duralım.
Gerçek nedir?
Gerçek, zaman ve mekanla değişmeyen, ve her bir insan için geçerli olan doğrulardır. Bu kavramı daha önce inceledi­ğimizde gördük ki, bu tür bir gerçek yoktur.
İnananları için ise: Değişmeyen tek gerçek, Allah’tır.
Dikkat edilirse burada belirlenen gerçek de sadece inananları için geçerlidir. Sonuç olarak, bütün insanların istisnasız kabul edeceği bir ger­çek bulunamamıştır.
Gerçeğin insan için anlamı nedir?
Benim gerçeklerim bunlardır diyerek yaşamak ne ölçüde olanak­lıdır?
Bu sorunun doğru yanıtını aramaya devam ediyoruz. Yukarıda ve daha önce de anlattıklarımız ışığında bunun olanaklı olduğunu görmemiz, göstermemiz mümkün değildir.
Aynı tür düşünce yapısında olanlar, kendi aralarında bir ölçüde tatminkar bir yaşam sürmeleri olanaklıdır.
Kişinin, toplumdan gelen ve kendisinin belirlediği gerçekler arasında bir uyum varsa karar vermesi zor olmayacaktır; ve fakat iki tür gerçekler arasında uyum yok ise ne olacaktır? İşte o zaman kişi­nin kendisi ile çatışması konu olabilecektir. Kişinin kendine ait gerçekleri arasında uyumsuzluk olması halinde ne olur? Pratikte iki olasılık belirir: Kişi ya toplumdan gelenleri yok sayarak kendi ger­çekleri ile yaşamını sürdürmeyi yeğleyebilir; ya da toplumun gerçeklerine öncelik verebilir. Birinci durumda, toplum ile uyumsuzluk, ikinci durumda ise kendi ile barışık olmadan yaşama durumu ortaya çıkar.
Çözüm ne olacaktır?
Buraya kadar anlattıklarımız ışığında, çözüm üretebilir miyiz?
Tek ve kesin doğrunun, buradaki tanım ile gerçeğin olmadığını anlamamız çözüm için ön şartı oluşturmaktadır. Ayrıca, içinde bu­lunduğumuz toplumun gerçeklerinin de zaman ve mekan değişken­lerine bağlı olduğunu anlamamız gerekmektedir. Daha sonra ise, kendi bulduğumuz gerçeklerin de: Gerek toplumuzdan gelen ve ge­rekse verilen eğitimden kaynaklandığını anlamamız ve tamamen kendi kişisel buluşumuz olmadığının bilincinde olmamız gerek­mektedir.
Çözüm şimdi verilebilir:
Gerçek diye herkese dayatacağımız bir doğru yoktur. Doğrular zaman ve mekana göredir. Bu bilinçle hem kendi karar vermedeki sorunlarımızla, hem de diğer kişilerle olan sorunlarımızla başa çıkabiliriz.
Kendi kararlarımızda; toplum kaynaklı gerçeklerin nedenini ve kendi gerçeklerimizin de nedenini anlayabilirsek, hangisini öne alacağımızı kolayca görebiliriz. Sorunumuza da uygun yanıtı verebi­liriz. Kişilerle olan sorunlarımızda ise, kendi doğrularımızı neden­leri ile anlatır ve karşımızdakinin de doğrularını aynı özenle anla­maya çalışırsak sonuç almamız olanak dahilinde olacaktır; veya en azından çatışma ortamı yerine karşılıklı görüş alış veriş ortamı üretme olasılığı doğabilecektir. Çatışmayı önlemek bile önemli bir başarıdır.
Hepimiz biliriz ki ekmek atılmaz günahtır, yani cezası dinidir ve kesindir. Her kim, bir yerde bir ekmek görürse öper başına koyar veya en azından ezilmesini önlemek için yerini değiştirir. Konu dini görünümlü olduğundan, Kuran’a bakalım, O, ne diyor? Kuran bu konuda hiçbir şey demiyor. Öyle ise bu niye böyle? İnsanımız, o kadar yoksul kalmış ki, bir lokma ekmeği dahi ziyan etmemesi gere­kiyor; bunun için üretilen formül: “Ekmek nimettir, sakın boşa harcamayın yoksa Allah sizi cezalandırır, günahtır” şeklinde olmuş­tur. Zaman ve mekana göre çok olumlu bir doğru; ama asla gerçek değil.
1950 yılından sonra, çok katlı binalar ve şehirlere kanalizas­yonlar yapılmağa başlayınca, bir feryattır koptu: Ekmek artıkları ka­nalizasyona gidiyor, bu günahtır, Allah bizi çarpacak ve her bir olumsuzluk bu günaha saygısızlığımızdan başımıza gelecektir! Bugün için böyle bir konu yok, fakat o günlerde bu olay ciddi bir boyutta idi. Kimse, ekmek artıklarının kanalizasyona gitmesine izin vere­mez ve sofra bezlerindeki ekmek artıklarını bahçeye atmaya özen gösterirdi. Burada açıkça görülüyor ki dini kaynaklı gösterilen ger­çeklerin pek çoğu, zaman ve mekana göre geliştirilmiş doğrulardır. Konuları kaynağında inceleyerek bilgi eksikliğinin giderilmesi ile problemlerin çözümü çoğu zaman olanaklı kılınabilmektedir.
Şimdi bir de olayın bir başka boyutuna bakalım. İnsanlar top­lum halinde yaşadığına göre, Hukuk düzeni zorunlu olmaktadır, yoksa insanlar bir arada yaşayamazlar. Bu hukuk düzenini sağlayacak kurallar nasıl üretilecektir. Eğer kural herkesin gerçeğine göre üreti­lecekse, toplumdaki kişi sayısı kadar, kural olması gerekecektir. Bu ise o toplum hayatında, sadece tek güçlünün hâkim olması anla­mına gelecektir. Bazen aynı görüşü paylaşan toplulukların gerçekle­rine göre kuralların koyulduğu görülebilecektir. Bu durumda da, bir topluluğun diğer tüm topluluklara hâkim olması anlamına gelecek­tir. Şayet bir toplum sadece bir topluluktan oluşuyorsa bir sorun olmayabilir. Ancak, günümüzde bilinen böyle bir toplum (ulus) yoktur. Toplumlar, veya bir devletin vatandaşları, çok değişik top­luluklardan oluşmaktadır. Bu durumda hepsinin uyacağı hukuksal kuralları, yasaları nasıl üreteceğiz?
Hangi, topluluk kuvvetli ise o mu, borusunu öttürecektir?
Bu mümkün müdür?
Bosna ve Kosova örneklerinde de gördük ki, artık bu tür anlayışı sürdürmek, güçlü olanlar için dahi olanaklı değildir!
Çözüm nedir?
Çözüm, demokrasi: Temsili demokrasi, seçilenler bir araya gelerek, kuralları belirleyeceklerdir.
Bu yeterli midir?
Hayır değildir, bu yolla çoğunluğun zulmü konu olabilir, bu yüzden insan haklarını içeren anayasa aracılığı ile her bir kişinin insan olma hakları, güvence altına alınması da gerekli olmaktadır.
Sonuç: Benim gerçeklerim bunlardır, diyerek ne kendi hayatı­mızı ve ne de toplumsal hayatı sağlıklı sürdürmemiz olanaklı değil­dir.
Gerçek benim bildiğimden başkası değildir denildiğinde, bir ge­rilim doğmaktadır. Açıkladığımız gibi, gerilim hem kendi yaşamı­mızda oluşmakta ve hem de diğer kişilerle olan ilişkilerimizde yer almaktadır. Bu olaya yakından baktığımızda insanların toplumdan edindikleri bilgilerin tek yanlı olduğu ve bunlara uymayanların toplumları tarafından cezalandırıldıklarını görüyoruz. Bu tür gerçek­lerin önemli bir bölümünün de dini kaynaklı gibi sunulmasına önem veriliyor. Bu durumda felsefe, dinin bir alternatifi olma özel­liğini yitirmiş oluyor.
Şayet bir toplum dini kuralları terk ederek, bir ideoloji ile yaşa­mayı seçmişse, sonuç yine aynı oluyor; bu defa da dinin yerini ide­oloji alıyor. Kurallar insana değil, insanlar kurallara uymaya zorla­nıyor. Her ne şekilde olursa olsun, insan değişemeyen kurallara uymaya zorlandığında hayat çekilmez hale geliyor. Kurallar ihtiyaç­lara cevap vermek için üretilmeli ve ömürleri bittiğinde yenileri or­taya konulmalıdır.
Demokrasi ile yönetimde, kurallar toplumun temsilcilerinin ka­tılımı oluşturulmaktadır; fakat bunların yürürlükten kalkmasında aynı titizlik gösterilmediğinde, dolayısıyla bir dayatmacılık ortaya çıkmaktadır. Demokratik yönetimlerde, meclislerin verimli çalış­mamaları halinde bu olaya oldukça sık rastlanmaktadır.
Medeniyet tarihinde: Önce din, sonra felsefe ve daha sonra da sanat ve bilim ortaya çıkmıştır. İnsanlık önce din ile tanışmıştır. Toplumlar bugünkü gibi milyonlarla ifade edilecek kadar kalabalık değildi ve birer topluluk halinde idiler. İlk toplulukların kendi dinleri aynı zamanda felsefeleri ve aynı zamanda da ideolojileri ol­makta idi. Bu da o devirlerde bir sorun üretmiyordu. Zamanla top­lumlar kalabalıklaşınca, aynı toplumda (ulusta) birçok topluluk bir arada olmaya başlayınca sorunlar meydana gelmeye başladı.
Yurdumuzda en önemli konu; “FELSEFE, DİNİN BİR ALTERNATİFİDİR” görüşünün kabul görmemesidir. Felsefenin, dinin bir alternatifi ol­duğunun toplumca benimsenmesi pek de kolay görünmemektedir.
Kuranı incelediğimizde görürüz ki, Kuran diğer, din ve felsefele­rin varlığını görmezlikten gelmemektedir. Aksine, hem var olanlar için ve hem de geçmişten örnekler vererek onların her biri ile yüz­leşmeye özen göstermektedir. İslam, kapalı bir toplum içinde oluş­mamış, aksine her çeşit din ve felsefe akımına açık, bir ticaret şeh­rinde Mekke’de hayat bulup gelişmiştir. Bu da şunu gösterir ki “felsefe dinin bir alternatifidir (seçeneğidir)” görüşünü Kuran ön­görmektedir.
Bir toplumda, kuralar koymak gerekli olduğuna göre, bu kuralları hangi din, ya da hangi felsefeye göre koyacaksınız?
Birini öne alır­sanız diğerini benimseyenler bu kurallara uyarlar mı?
Şayet toplum­dakiler, dinlerini aynı zamanda felsefeleri yaptıklarının bilincinde olurlarsa ve felsefelerini din yapanlar da başka felsefelerin bulunabi­leceğini kabul ederlerse, çözüm çok kolaylaşacaktır. Demokratik bir sistemle konacak kurallara, uymak zorunluluğunu toplumun çoğun­luğu kendinde hissedebilecektir.
Buradan çıkan sonuç şudur: Bir toplumdaki dinler veya felsefe­ler; biri diğerinin alternatifi olarak algılandığı ve bunların, netice de birer inanç meselesi olduğu kabul gördüğünde, bir çatışma or­tamı konu olmayacaktır. Ancak herhangi birisi, din ya da felsefe, tek doğru tek gerçek olarak dayatılması halinde; çatışmanın kaçı­nılmaz olacağı açıkça görülmektedir. Şunu da söyleyebiliriz ki, ide­oloji haline gelmiş felsefi dayatmaların ömrü kısa olmaktadır, ide­oloji halini almış dini dayatmalar ise daha uzun ömürlü olmakta­dır. İdeolojiler, komünizm gibi en çok 70-80 yıl yaşıyor ve fakat Hıristiyanlık gibi dini olanlar ise asırlarca sürebiliyor.
Toplum ne dinden, ne de felsefeden bir zarar görmüyor. Çünkü her ikisi de insanlara iyilik olsun diye ortaya konmuştur. Fakat dini veya felsefeyi dayatma aracı yapanlar topluma zarar veriyor. Zarar ve­ren, dayatmacı görüşleri topluma zorla kabul ettirmek isteyen insan­ların tutumudur, yoksa din veya felsefenin kendisi değildir.
Sh: 48-70
Tutuculuk, günü geçmiş doğruları yürürlükte tutuma çabasıdır. Daha önce de açıkladığımız gibi, doğrular zaman ve mekana bağımlı olarak değişim içindedirler. Bir topluma ait kurallar, toplu­mun değişimine paralel olarak üretilemiyorlarsa, mevcut kurallar orada bir tutuculuk ve bir baskı oluşturarak, insanları tedirgin et­mektedir. Bugün toplumsal değişim çok daha hızlı yaşandığından, buna bağlı sorunlar da geçmişe göre çok daha fazla etkinlik göster­mektedir.
Tutuculuğu ortadan kaldırmak olası mıdır?
Toplumsal bir olgu olduğuna göre, tutuculuğun etkinliği de toplumun tutumuna bağlı­dır. Gerek kendi coğrafyasında ve gerekse dünyada gelişen olaylarla, sorunlarla ilgilenen ve bunların güncel çözümleriyle bilgilenen toplumlarda, tutuculuğun etkisinin en alt düzeyde olması olanaklıdır. Toplum yönetimi hem kendi yurttaşlarından ve hem de dünyadan kopuksa, tutuculuktan kurtulma olasılığı çok alt düzeyde olacağı da açıktır.
Bütün toplumlarda bir miktar tutucu bulunacağı bilinmektedir. Tutucular da bir toplumun vazgeçilmez tamamlayıcı kısımlarıdır, yeter ki tüm toplumu frenleyip değişimini engellemesinler.
Bu tutucu tutumun altında yatan nedenler nelerdir? İnsanların düşünce sistemleri; ya toplumun verdiği eğitimle ya da kendi üre­timleriyle oluşmaktadır. Değişimin nasıl bir sona gideceğini kestiremiyorsa, insanın durumunu bozmamak için değişime direneceği açıktır. Bir de bu tutumun ticaretini yapan politikacıların varlığını görmezlikten gelemeyiz: Onlar, toplumdaki bu tür kişilerin tutu­mundan yararlanarak, siyaset yapmak istemektedirler; dolayısıyla tu­tuculuğu benimser görünerek genişlemesine olanak tanımaktadırlar.
Tutuculuk deyince aklımıza hemen, tutuculuk din ilişkisi gel­mektedir. Öncelikle şunu belirtelim ki din deyince İslam'ı anlıyo­ruz ve Kurandaki İslam’ı benimsiyoruz.
İnsanlık tarihine baktığımızda; önce din, sonra felsefe daha sonra bilim, sanat, ekonomi ve teknolojinin geliştiğini görüyoruz. İnsanlık önce din ile tanışıyor ve sonra arkadan diğerleri geliyor. Toplumlar, ise bugünkü gibi ulus devlet büyüklüğünde değil; birkaç kabileden oluşan topluluklar durumunda. Topluluklar için de; ge­lenek, görenek çok önemli ve bunlarla idare ediyorlar. İlk çağlarda ise şehir devletleri gelişiyor. Yönetim gelenek göreneklere göre ol­makla beraber, bazı felsefi görüşler de var. Toplumun gelenekleri ve dini, yönetimin de en önemli etkenleri oluyor. Daha sonraki çağ­larda ise, artan nüfus ve genişleyen coğrafyada din, yönetimin ku­rallarını belirlemede en önemli yere geliyor. Batı uygarlığının ay­dınlanma (yani insan aklının, tanrı buyruğunun yerini alması an­layışı) çağı ile birlikte yönetim kurallarını belirlemede, önemli de­ğişim de başlamış oluyor. Bugünkü anlamada demokratik laik, dünyevi yönetim şekli ancak ikinci dünya harbinden sonra anlamlı ye­rini alabiliyor. Aydınlanma ile demokratikleşme arasında beş asırlık bir zaman dilimi var, oldukça uzun bir süre.
Bu kısa açıklamayı, din olgusunun insanlık için ne derece et­ken olduğunu vurgulamak amacıyla gözden geçirdik.
Evrendeki varlıların fonksiyonları kendi yapılarında (fiziki özel­liklerinde) bulunmaktadır. İnsan ise fonksiyonunu belirlemede ser­besttir. İşte bu serbestlik tanrı tarafından insana verilmiştir. Fakat, belki de haksızlık yapmamış olmak için, ilk medeni insandan (Adem’den) itibaren, insana kendi cinsinden elçiler aracılığı ile de Allah devamlı uyarıda bulunmuştur. Bugünün uyarıcısı ise Kuran’ın kendisidir ve bir ölçüde de Kuranı anlatmaya çalışanlar­dır. Dileyen bu uyarılara uyacak, Kuran’a gidecek ve insan olmanın güzelliğini hem yeryüzünde ve hem de bildirilen gelecekte (ahrette) yaşama olanağına kavuşacaktır. Ancak, insan bu uyarılara uymama olanağına da sahiptir. Uyarılara aldırmayanlar da gelecekteki cezalarına da katlanacaklardır. Bu uyarılara uymayanlar hep olmuştur, Âdem, cennete Allah’ın uyarısına uymadığından cennetten çıka­rılmıştır; yeryüzünde ise Allah’tan af dileyerek, tekrar tanrısal uyarı­lara bağlı kalacağını beyan etmiştir.
İnsanların bir kısmı bu tanrısal uyarıları benimsemezler ve kendi akıllarına göre kurallar ortaya koyarlarsa; bu defa da bir felsefe, dü­şünce daha doğrusu insanların işlevlerini belirleyici öğütler ortaya koymuş olurlar. Böylece dinin alternatifi olan bir felsefe meydana getirmiş olurlar. Yani, din dışı üretilen felsefe, dinin bir alternatifi, bir diğer seçeneğidir.
Orta çağda, Hıristiyanlığın devlet (Roma İmparatorluğu) tara­fından koruma altına alınmasından (324) sonra; din: Asli işlevi olan insanlara rahmet, iyilik yolunu gösteren bir uyarıcı olma nite­liği dışında, bir de devlet ideolojisi olma görevini, fonksiyonunu üstlenmiş oldu. Bir sosyal kurum olan din, bir devlet ideolojisi gö­revini üstlenerek, bir dayatma aracı oldu. Batı (ya da Avrupa) di­nin bu dayatma, dogmatik özelliğinden çok sıkıntı çekti, neredeyse on asır bu dayatma ile yaşamak durumunda kaldı. Din tek başına bir yol gösterici bir rahmet aracı iken; devlet gücü ile birleşince, bir iktidar ve bir işkence aracı oldu ve bugün batıda üretilen felsefe ve sosyal bilim kavramlarında bu olgu daima ön plana çıkarılmaktadır.
Olaya İslam açısından baktığımızda: Ne görürüz?
Medine site devleti, ilk Müslümanlar tarafından kurulmuş, daha sonra dört İslam Emir’i (halifesi) tarafından yönetilmiştir. Daha sonra, Emevi Saltanatı başlamıştır. Emevi Saltanatı Şam’dadır ve Emevi Sultanı, Bizans siyaset uzmanları ile çalıştığından, siyasetleri de tamamen Bizans kurallarına göre şekillendirilmiştir. Bunun anlamı şu olmak­tadır; İslam dini artık bir devlet ideolojisidir. Devlete saygısızlık, dine yani Allah’a isyandır; temel ilke budur. Devleti bir şekilde ele geçiren, artık nesiller boyu o yönetimin sahibidir ve yönetim onla­rın tanrısal mülküdür, babadan oğluna geçer ve böylece ömür biter iktidar bitmez. Emevi iktidarı, İslam Peygamberinin Öz torunları, Hz Hasan, Hz. Hüseyin Efendilerimizi ve bunların nesillerini, çeşitli dini gerekçeler icat ederek öldürmüşlerdir. İslam medeniyetinde bu tür yönetim sistemi yerleşmiş ve devam etmiştir. Bugün eldeki dini bilgilerin pek çoğu bu görüşün ışığında gündeme gelebilmiştir. Dini eğitim alanlar ise elbette, dinin geçmişini de öğreneceklerdir. Geçmiş ise, özellikle yönetim konusunda, “din eşittir devlet ideolojisidir” şeklinde yoğ­rulmuştur, oluşturulmuştur. Hal böyle olunca, her kim ki dini eği­tim alıyorsa, babadan oğla geçen dini monarşiyi savunmak konu­munda olmaktadır.
Türkiye’mizdeki duruma baktığımızda, Osmanlı zamanında med­reselerde (belli bir dönemden sonra) sadece din bilimleri (hadis, fıkıh, tefsir ve kelam) okutuluyor; doğa bilimleri, sosyal bilimler ve felsefeye yer verilmiyor: Okutulanlar ise hep geçmiş eserler ve onla­rın çeşitli açıklamaları. Yani medreselerde düşünce hayatı tabana vurmuş, hiçbir yeni düşünce ve yeni eser yoktur. Cumhuriyet dö­nemine gelince, dini eğitim gözden düştüğünden ilahiyat fakültesi öğrenci bulamayıp kapanıyor. Yeniden açıldığında ise, kitap olarak medreselerden ne kaldıysa onlar gündeme geliyor; daha önceki ge­lenek devam edip gidiyor. Fakat son senelerde özellikle 1980’li yıl­lardan sonra, dini Kurandan öğrenme akımı başladı, gazete ve tele­vizyonların aracılığı ile yaygınlaşan bu akım geçen yıl (1998) ilk önemli meyvesini verdi. Televizyondaki bir beyanatında, Ankara İlahiyat Fakültesi Dekanı: “Fakültelerde genelde din tarihini okutu­yoruz, bu durum ise, güncel sorunlara çözüm üretmemizi engelliyor. Bundan böyle daha az tarihi bilgilere yer vereceğiz ve güncel sorunlara yanıt verecek eğitim dönemine gireceğiz” dedi. Bu sözler şu an­lama gelmektedir: Ezberci eğitimden, aktif eğitime geçiyoruz, artık daha çok düşünüp, çözüm üreten bir yol, yöntem izleyeceğiz.
Emevi Saltanatından beri yapılmış olan (eski) dini yorumlara ilaveten, İslam dini yeniden Kurana göre yorumlanmalıdır. Kuran değişmemiştir ve değişmeyecektir.
Değişen nedir? İnananlarına doğru yolu gösteren bir öğüt olan dinin kendi işlevine dönmesi; dinin devlet ideolojisi olma özelliğini yitirmesidir.
Diyanet İşleri Başkanlığının, esas işlevi vatandaşın din alışkan­lıklarına uygun davranarak, toplu yapılan dini ibadetlere yardımcı olmak ve kendisine sorulanlara yanıt vermektir. Dini yeniden yo­rumlama gibi bir girişimin içine girerek yeni sorunlar üretmek istememesi doğaldır. Çünkü, gelenekselleşen dininin dışına çıkanları, gelenek taraftarlarının tepki gösterilmesi doğaldır elbette. Bu yüzden Başkanlığın, her bir soruya, ya da soruna verdiği cevaplar her zaman eski eserlerin ışığında olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Çünkü bir devlet kuruluşu olarak, (Osmanlı’dan miras kalan) Hanefi Mezhebi geleneğini devam ettirme dışında bir işlevi de za­ten mevcut değildir. Şeyhülislamlık makamını yeni bir görünüm ile devam ettiren, Diyanet İşleri Başkanlığından daha fazla bir şey beklenemez ve beklenmemelidir de.
Kuranı inceleyerek bilinçli olarak İslam’a inananlar için, geçmişin dini yorumlarının etkisinden kurtulma olasılığı oldukça yüksektir. İster samimi hislerle, ister mesleki ve isterse geleneksel yönden dine yakın olanların pek çoğu için, geçmişin dini yorumlarının etkisin­den kurtulma olasılığı çok azdır. İslam dinine yakın olan kişi, aynı zamanda bu dinin tarihinde var olan şeriat düzenine, bir başka de­yişle, geçmiş Osmanlı dönemine bir hasret duyma eğiliminde ol­ması gerektiği görüşüne de kapılmaktadır. Bu mutlaka böyledir de­miyorum, fakat genel eğilim budur. Dindar kişi denince de şeriatçı, tutucu ile özdeşleştirilir duruma gelmektedir. Verilen eğitimin ve basın yayının etkisi ile bu durum son 20 yılda az çok değişmiştir diyebiliriz.
Doğa hep aynı olayları sergilemeye devam etmektedir ve fakat bi­zim bilgimiz ve ilgimiz arttıkça yeni doğa kanunlarını bularak, doğa bilimlerini geliştirmekteyiz. Tıpkı bunun gibi, İslam dinin ana kaynağı Kuran hep mevcut, ve hiç değişmeden duruyor, bizim onu değiştirmeden ve fakat kendi yorum metot ve anlayışımızı değiştire­rek: Bugünkü ihtiyaçlarımıza cevap verecek görüşlere ulaşmamız hep olanaklıdır. Sayıları çok az da olsa İslam bilginlerinden bir bölümü 12. asırdan sonra da, kendi dönemlerinde Kurana dayalı yorumlar üretmişlerdir. Şu anda da Kurana göre yeni doğrular üretme çabası mevcuttur.
Kendi isteği ile İslam’ı seçerek din değiştirenlerde, İslam’ı Kurana göre anlamanın ne olduğunu en çarpıcı şekilde açıkça göre­biliyoruz.
2000 yılının 4 Ocak Salı akşamı STV’de (Saman Yolu Televizyonunda) 22 yaşındaki Hüda adını almış bir Hanım Alman kız, canlı yayında kendini tanıtarak: İsteyerek 15 yaşında Müslüman olduğunu ve 7 yıldır İslam’a göre yaşadığını beyan etti. Diğer insanları da bu güzel din İslam’a davet için en iyi yolun, Müslümanların Kurana göre yaşayarak, örnek bir insan olmaları ge­rektiğini belirtti. Kendisi şarkıcı olduğunu ve bazen saçını açtığını bazen de örttüğünü söyledi. Diğer Almanlarla ilişkilerini devam et­tirmek için, genellikle Almanlar gibi giyinmeye devam ettiğini ve böylece de birçok insanı İslam’a daha kolay davet edebileceğini bildirdi. Sıradan bir Alman kıyafeti ile Müslümanlığını başkala­rına bildirince, onlar da demek ki İslam öyle pek fena da değilmiş demeye başladıklarını anlattı. Bu sıradan tutumu ile İslam'a daha çok taraftar kazandıracağına inanıyor. İslam’ın daha doğrusu Kuranın asla tutuculukla ilgisi olamadığını beyan ediyor.
Halen Almanya’da 600 bin Almanın kendi isteği ile İslam’ı seç­tiğini ve gelişmenin yavaş ancak ümit verici olduğunu beyan edi­yor. Bunları anlatmaktaki amacım; aynı Kuran, aynı din ile ve fa­kat yorumlamadaki farklı tutumla, yeni ve değişik sorunlara cevap bulma olasılığının nasıl geliştiğini örneklemek içindir. Yoksa bir Almanın dediğinin tamamı doğrudur herkes buna katılsın diyeme­yiz. Ancak Kurana dayalı bu görüşlerin tamamına kişisel olarak katıldığımı vurgulamak isterim. Çünkü İslam, rahmet ve iyilik olarak, her şart altında ve insani olan her yönden daha yüksek kaliteli bir yaşam standardı sağlamak üzere inananlarına ulaştırılmıştır. Bu an­layışla ve bu arayışla Kuranı okuyan kişi kendisi için daima uygun çözümler bulmaktadır. Bu çözümler kendisi için olduğu kadar, hem diğer insanlar ve hem de çevre için olumlu yankılar bulabilmekte­dir.
Burada çözüm nedir?
Çözüm: Dinin kaynağı Kurana ön yargılar­dan arınmış olarak giderek yeniden yorumlar üretmek ve kendi doğ­rularımızı kendimizin bulup çıkarmasıdır. İslam’da Kuranın, insan­ların işlevlerini belirlemede bir yol gösterici, bir öğüt olduğunu bi­lerek ve inanarak dini yeniden yorumlamak bir zorunluluktur. Kuran ne bir anayasa ve ne de bir ideolojinin kitabı değildir. Kuranda yasaklananların cezasını uygulama yetkisi yalnız Allah’a aittir. Dini gerekçelerle insanları cezalandırma yetkisini Allah, elçi­sine dahi vermemiştir. Dini ceza uygulamaya çabalayanlar, öncelikle Kurana aykırı davranmaktadırlar. Dini kitaplara ve kurallara daya­narak üretilen kurallar ise asla, Kuran ve Allah’ın emri değil, bir insanın eseridir. İnsanlar ancak kendi koydukları yasaların uygu­lanması konusunda ceza uygulayabilirler. Yasaların dayandırıldıkları kaynak ne olursa olsun, o yasaların insanların üretimi olma özelli­ğini değiştiremez. İnsanların koydukları yasalar, kurallar asla gerçek, yani her zaman ve zeminde geçerli doğrular olamazlar.
Toplumun, daha önceki nesillerden gelen din yorumlarının dı­şına çıkarak ve taklitçilik dönemini geride bırakıp, akıllarını kul­lanıp yeni yorumlar üretme sürecine girmesi gerekmektedir. Bu atı­lımı yapabilen bir toplumun ise gericilikle bir ilişkisi kalabilir mi? Bunu yapılmadığı sürece din, güncel hayatın dışında kalarak ve de­vamlı bir tedirginlik kaynağı olmaya devam edebilecektir. Oysa İslam bir rahmet, iyilik kaynağı olduğundan, bu durumun doğru­dan Kurana, İslam’a uymayacağı da açıktır.
Denilebilir ki, Kuran tutucuları uyarmak ve doğru yola çağırmak için gelmiştir. Çünkü ilk vahiy geldiği andan itibaren, mücadele: Yeni dine inananlarla, tutucular arasında olmuştur. Mekke’nin alınmasına kadar ilk Müslümanların en belirgin mücadele alanı tu­tuculuk olmuştur. İlk inanlar, atalarının dinini terk etmek isteme­yen gelenekçilerden pek çok çekmişlerdir. Kendilerine hiçbir zarar vermeyen ve zaten de verecek fiziki gücü olmayan Müslümanlara, tutucular hem işkence yapmışlar ve hem de yıllarca gıda, ticaret ve sosyal ilişki ambargosu uygulamışlardır.
Kuran; Mekke Müslümanlarının (ve diğer peygamberler ile ümmetlerinin) tutuculardan çektikleri çileleri anlatmaktadır. Aklını kullanmayan tutucuların, toplumlarında her devirde bir so­run olduğunu Kuran, asırlarca önceden bize haber vermektedir.
Tutuculuğun kaynağı gibi algılanan Kuranın, tutuculuktan ve tutuculardan yakınması insana çok çarpıcı gelmiyor mu?
Kuran, tutuculuğun zararından ve kötülüğünden bahsederek, tu­tucuların nasıl cezalandırıldığını ve ahrete de nasıl cezaya uğratılacaklarını da anlatmaktadır.
Kuran ayetlerinden bazı örnekler vermeğe çalışalım. Burada pa­rantez içindeki ilk rakam sure numarası, ikinci rakam ise ayet nu­marasını göstermektedir:
Onlara; “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğra yolda olmayan kimseler idiyseler de mi? (2/ 170)
Onlar, çirkin bir şey yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk ve Allah bunu bize emretti.” derler. De ki: “Allah çirkin şeyler emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (7/ 28)
Ulusunun ileri gelenleri, “Doğrusu Nuh’u açık bir şaş­kınlık içinde görüyoruz” dediler. (7/ 60)
Ulusundan inkar edenlerin ileri gelenleri, “Biz, Hud’un beyinsiz olduğunu görüyor ve doğrusu Hud’u yalancılardan sayıyoruz” dediler. (7/66)
Onlar Hud’a, “Bize, yalnız Allah’a tapmamız ve atala­rımızın taptıklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, bizi korkuttuğun şeyi başımıza getir” de­diler. (7/ 70)
Ulusun cevabı, sadece, “Lut’un adamlarını kasabamız­dan çıkarın, çünkü onlar temiz kalmaya uğraşan insanlar­dır” demeleri olmuştu. Bunun üzerine Lut’u ve adamlarını kurtardık. Yalnız karısı geride kalanlardan oldu. (7/ 82 ve 83)
Onlar, “Siz, Musa ve Harun ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çeviresiniz de yeryüzünde bü­yüklenme siz ikinizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizi tanımıyoruz” dediler. (10/ 78)
Nuh gemiyi yaparken, ulusunun iler gelenleri yanından her geçtikçe onunla alay ediyorlardı... (11/ 38)
İbrahim; babasına ve ulusuna “Nelere tapıyorsunuz?" demişti. Onlar “Putlara tapıyoruz; onlarla ilgilenip duruyo­ruz” demişlerdi. İbrahim “Yalvarıp yakardığınız zaman sizi duyarlar mı veya size bir fayda ve zarar verirler mi? Demişti.
Onlar: “Hayır ama babalarımızı böyle yaparken bulduk" demişlerdi. (26/ 70-74)
Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denince “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız derler. Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa! (31/21)
Daha pek çok ayet, tutuculuk ve tutucularla ilgilidir ve hepside tutuculuğun yarasızlığını vurgulamaktadır.
Kuran, tutuculuk ve tutucuların hem kendilerine ve hem de topluma getirdiği olumsuzlukları defalarca göz önüne koymaktadır.
Tutuculuk ile din genelde eş anlamlı kabul edilmektedir. Bu temelde doğru değildir. Çünkü her yeni gelen dine tutucular cephe almışlardır. Yeni din getiren birine, dindar görünüp aklını işletme­yenler, hep karşı çıkmışlardır. Gerek Hz. İsa’yı ve gerekse Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i dışlayanlar hep mevcut dinlerinin ellerinden alındığı gerekçesi ile karşı koymuşlardır. Tutuculuk dine bağlı bir olgu değil fakat bir toplumsal olgudur. Yeni düşünceler geliştirmeden, gelenekçilikle yaşama eğiliminde olanlar, toplumun tutucu kesimini oluşturmak­tadırlar. Değişiklik sadece inanç ve düşünce alanların da olsa dahi, insanlar alıştıklarından ayrıldıklarında kayba uğrayacakları endişesi ile yeni olana karşı çıkmayı yeğlemektedirler. Burada en önemli etken, yeninin karşı çıkanlarca öğrenilmek istenmemesi veya yeniyi savunanların yeteri kadar anlatma çabası içinde olamamalarıdır denilebilir. Ayrıca, köklü değişiklikler getirecek “inanç ve düşünce” akımlarından, ekonomide ve iktidarda kayba uğrayacaklar tarafın­dan da etkisiz duruma getirilmesi için çaba sart edildiği bilinmekte­dir.
Bir toplumda istense de istenmese de tutucu bir kesim olacaktır. Fakat gerek eğitim ve gerekse bilgi akışı kanallarını açık tutarak, bu tutuculuğun toplumun değişimini engeller durumundan çıkarılması bir zorunluluktur.
Genelde, yeni düşünce üretimi dışında olanlar gelenekçiliği yeğ­lemektedirler. Asırlardır yeni bir din gelmediğinden, gelenekçiliği benimseyen kesim, gelenekselleşen dini de aynı zamanda benimsemiştir. sh: 71-79

Kaynak: Ali Galip YORULMAZ; Felsefe, Batı Uygarlığı ve Kuran’a Göre GERÇEK NEDİR? ya da DÜŞÜNCE’ye ÇAĞRI, 1.Basım: Aralık, 2000, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar