FELSEFE, BATI UYGARLIĞI VE KURAN’A GÖRE GERÇEK NEDİR
İnsanlar, bir sorun ile karşılaştıklarında; ya geleneklere bağlı
kalarak taklit yoluyla çözüm üretmekteler; ya da bir geneleme, bir toptan
açıklama olan, “izm”lere sarılmaktadırlar. Bu
“izm”ler; Marksizm, nasyonalizm, pesimizm [Kötümserlik, karamsarlık,
bedbinlik ] gibi: “Ya bir düşünürün sistemi; ya bir
sosyal görüş, ya da bir hayat görüşü” şeklinde olmaktadır.
Yine insanlar, ister geleneklere göre, ister izm’lere göre hareket
etsinler; taklitle ve duygularının yönlendirdiği mantıkla yaşama yolunu
seçmişler demektir. Kullanılan mantığa, “duygusal mantık” diyebiliriz; ve
genelde ise akılın gösterdiği yol pek önemsenmez.
Eğer,
sorunların çözümünde, bilimsel araştırma metodu ve akıl, tek başına dikkate
alınıyorsa; mekanik düşünce (“bir sıfır” ya da “var-yok”) mantığı geçerli
olmaktadır. Buna da “akılcı mantık” diyebiliriz.
Sorunlara; “her zaman ve her mekanda, geçerli, yeterli
ve doğru olan" çözümler bulunabilir mi? Bugüne kadar, bu türden bir
çözümler demeti üretilememiştir. Zaman ve mekânla değişmeyen çözümlere
filozoflar gerçek diyorlar, gerçeğin de mevcut olmadığını belirtiyorlar; daha
önceki çözüm üretimlerinin daha sonrası için hem geçerli ve hem de yeterli
olamayacağını belirterek, değişimin sürekliliğini vurguluyorlar.
Acaba “duygusal
mantık ve akılcı mantık” dışında başka bir mantık türü daha var mıdır? Gerçek yok mudur? Bu
konuları; felsefe, Batı Uygarlığı ve Kuran ışığında inceleyip görmeğe değmez
mi? Sh:5
Batı Uygarlığı, İnsanın geçmişini;
fizik, gökbilim (astronomi) ve yerbilime (jeolojiye) göre belirlemeğe
çalışmaktadır. Bu tutum, insan aklı ve pozitif bilim anlayışı ile uyum
içindedir. Çünkü: “Batı Uygarlığının temel düşünce sistemi, Eski
Yunandan beri bilinen (içinde yaşadığımız çağın bilgileriyle de beslenerek) ve
yeniden gündeme getirilen, materyalist felsefedir.” Pozitif bilim anlayışı:
“Gözlem yapabildiğine veya deneyebildiğine inanmalısın diğerlerine ise göz ardı
etmelisin” temel ilkesine dayanmaktadır.
“Felsefe
ne işe yarar?” konusu
üzerinde biraz durmak, ilerideki görüşlerimizi kavramak bakımından yararlı
olacaktır.
İnsan hariç diğer yaratılanların
işlevleri (fonksiyonları) bellidir. Cansız varlıkların kendilerine özgü
özellikleri vardır; belirli doğa kanunlarına göre tepki verirler ve bu yüzden
ne yapabilecekleri önceden kestirilebilmektedir. Canlı varlıklar ise, belli
şartlarda belli davranışlar göstermektedirler. Bitki ve hayvan nesillerinin
insan gereksinimlerine göre üretimi, ıslahı ve tüketimi mümkün olabilmektedir.
Canlıların, özellikleri olarak belirlenen davranışları, işlevlerini de
içermektedir. İnsanın ne zaman ne yapacağı önceden kestirilememektedir. İnsan
işlevini zamanı geldiğinde kendisi belirlemektedir. İşte felsefe, insanın
işlevini belirlemesinde yardımcı olmak üzere yapılan çalışmalar ve üretilen
bilgilerdir. Felsefe her dönmede olduğu gibi şimdi de vardır ve gelecekte de
varlığı devam edecektir.
Felsefe üretiminde sonsuz seçenek
baskısı vardır. Ancak, çok fazla dağılmamak amacıyla yalnızca, tanrı-tanırların
üretimleri ve tanrı-tanımazların üretimleri olmak üzere iki eksen üzerinde
durmak uygun olacaktır. Tanrı-tanır eksende “insan işlevinin”, inandığı
tanrının ona yüklediği görevlerin yorumuna göre şekilleneceği açıktır. Belirli
inanca göre de olsa, bu tür “insan işlevinin belirleme çalışması” da bir insan
düşüncesinin ürünü olduğundan dolayı bir felsefedir. Tanrı-tanımaz eksende
üretilen felsefede ise, “insanın işlevi (fonksiyonu)” sadece insan aklına
dayanarak belirlenmektedir.
Felsefe denince genelde hep
tanrı-tanımaz eksende üretilen düşünceler anlaşılmıştır. Günümüzde de bu
konuda pek fazla bir değişiklik yoktur. İnsan nedir (felsefi) sorusuna verilen
yanıt farklı olduğundan; felsefe nedir sorusuna verilen yanıt ta farklı
olmaktadır. Günümüzde artık kimse insanın bir tanrı olduğu görüşünü ön plana almamaktadır;
bu yüzden: “İnsan: Bir yaratılandır ve diğer yaratılanlardan en önemli farkı,
kendi işlevini kendinin belirleme olanağı elinde olabilen tek varlıktır” temel
görüşü esas alınabilmekte ve yukarıdaki tespitler de yapılabilmektedir.
Batı Uygarlığının insanın
geçmişine nasıl baktığını daha iyi kavrayabilmek için, bazı önemli genel
bilgileri gözden geçirmemiz uygun olacaktır.
Tübitak;
“Bilim ve Teknik Aylık Popüler Bilim Dergisi’nin 377’inci sayısının eki olan
“Büyük Birleştirme Kuramları” Posteri (resim ve yazı içeren tablosu);
“Bugün,
geçen süre 15 milyar yıl!
İnsan,
nereden geldiğini merak etmeye başlıyor.”
Şeklindeki bir ifadeyle
dikkatimizi çeken bölümünde “sonunda
günümüze geldik” diyerek devam ediyor:
(Evrenin ilk oluşumunu
hatırlatarak) “Kimyasal süreçler, bağımsız atomları bir araya getirerek
moleküllerin oluşmasını sağlıyor. Elektronların bir arada tuttuğu bu yapılar,
giderek daha da büyüyerek, organik moleküller dediğimiz daha da karmaşık
yapılara dönüşüyor.
Sonunda bu organik moleküller, dış
etkenlerin de yardımıyla kendilerini kopyalamanın yolunu öğreniyorlar. Yıldız
tozları ve karmaşık şifreler (DNA), yaşamı sentez ediyor.
Dört milyar yıl süren uzun bir
evrim sonunda, rastlantıların yadsınamayacak katkılarıyla dünyaya egemen
olan insan, çevresindeki evreni incelemeye başlıyor.”
Bu, bilim dergisinin anlatımına göre; insan (önemli
ölçüde) rastlantılar sonucu meydana gelmiştir.
İnsanla ilgili bir başka bilimsel
yorumu psikoloji kitabından verebiliriz: “Clıfford T. Morgan;
Psikolojiye Giriş (Çeviri Yayın Sorumlusu: Prof. Dr. Sirel Karakaş, 11. Baskı,
1995 Ankara) kitabının 29’uncu sayfasında bulunan bilgiler şöyledir:
“Evrimin zaman ölçeği: Dünya
çoğu gökbilimcinin inandığı gibi 5 milyar yaşında ise ve yaşam 3 milyar yıl
önce başlamış ise bu tablo, belli evrimsel olayların tarihini, tek bir takvim
yılı ölçeğinde göstermektedir.”
(Açıklama:
Burada günlerin, GÖRELİ TARİH şeklinde gösterilmesinin amacı, işe biraz da
mizah katmaktan ibarettir ve bilimsellikle elbette ilgili değildir.)
YILLAR
|
OLAY
|
GÖRELİ
TARİH
|
|
|
|
5 milyar
yıl önce
|
Dünyanın
başlangıcı
|
10 Ocak
|
3 milyar
yıl önce
|
Yaşamın
başlangıcı
|
26 Mayıs
|
500 milyon
yıl önce
|
Denizdeki
omurgasızlar başl.
|
24 Kasım
|
350 milyon
yıl önce
|
Karada
bitkilerin belirmesi
|
5 Aralık
|
205 milyon
yıl önce
|
İlk
dinozorların ortaya çıması
|
16 Aralık
|
65 milyon
yıl önce
|
Dinozorların
ortadan kalkması
|
25 Aralık
|
1 milyon
yıl önce
|
İnsanların ortaya çıkması
|
31 Aralık
|
5000 yıl
önce
|
İlk
uygarlığın görülmesi
|
31 Aralık
|
İnsanın Geçmişi konusunun
güncelliğini vurgulamak için, bir gazete haberine yer vermek uygun olabilir. Burada
doğrudan insan konu edilmiyor; fakat insan oluşumuna olanak veren ilk canlının
tarihi üzerinde duruluyor.
Hürriyet Gazetesi’nin, 30 Ocak
1999 günlü baskısında; şöyle bir habere yer verilmiştir: “Dünyada ilk canlı 3.7
milyar yıl önce yaşadı. Danimarka Jeoloji Müzesi’nde çalışan araştırmacı,
Minik T. Rosing, dünyada ilk canlının 3 milyar 700 milyon yıl önce ortaya
çıktığını kanıtladı. Rosing, Batı Grönland’da bulduğu bir kaya parçası
üzerinde, hayatın kimyasal temel taşı sayılan karbon bir maddeye rastladı. Bu
maddenin okyanuslara yakın yerlerde yaşayan bir planktondan (çok küçük
canlıdan) kayaya bulaştığı belirlendi. Kayanın ise 3 milyar 700 milyon yaşında
olduğu hesaplandı. Bu kalıntının bilinen en eski fosilden 200 milyon yıl daha
eski olduğu bildirildi.
İnsan konusu internette de
güncelliğini koruyor: İnsan fosilleri konusunda, İnternet (www.talkorigins.org/faqs/specimen) adresi
aracılığı ile, 26 Ocak 1999 gününde elde edilebilen bilgiler özetle şöyledir.
Önemli İnsan Fosilleri: Fosillerin
bir kısmı; ya bilimsel, ya tarihi ilgi, ya da yaradılış inancı yönünden
meşhurdurlar. İnsan fosillerinin bir tabuttaki gibi bulunduğunu düşünmek
yanlıştır. Halen binlerce insan fosili mevcuttur. Bunlar genelde, ya bir kemik
parçası, ya da kırık bir dişten ibarettir. Bu internet adresinde: Otuzdan
fazla ayrı yerde yapılan, insan fosilleri araştırması sonuçlan açıklanmaktadır.
Genel bilgi verme yönünden; belirlenen dört sınıftan birer tane olmak üzere,
dört tipik örneği aktarmak uygun olacaktır.
“KP 29285”, (sınıfı:
Australopithecus) Kenya Kanapoi’de, 1994 yılında, Kamoya Kimeu tarafından
bulunmuştur. 4.1 milyon yaşında olduğu tahmin edilen orta kısmı da olmayan bir
kaval kemiğidir. Bu, bilinen en eski iki ayaklılara ait kalıntıdır.
OH 24, “Twiggy”, (sınıfı: Homo
habilis) Tanzanya, Olduvai Gorge’da, 1968 yılında Peter Nzube tarafından
bulunmuştur. Yedi dişi bulunan ve epeyce kırılmaya uğramış, bütüne yakın
kafatası kemiğidir. Yaklaşık 590 santimetreküp beyin hacmi olan bu buluntunun
yaşı, 1.85 milyon yıl olarak tahmin edilmiştir.
OH 9, “Chellean Man”, (sınıfı: Homo crectus)
Tanzanya, Olduvai Gorge’da 1960’da Louis
Leakey tarafından
bulunmuştur. 1.4 milyon yaşında olduğu tahmin edilmiştir. Bulunan beyin hacmi 1065
santimetreküp olan kafatasıdır.
“Cro-Magnon Site”
(sınıfı: Homo sapiens) Tahmin
edilen yaşı 28 bin yıl olan fosiller, 1968 yılında Cro-Magnon, Fransa’da
bulunmuştur. Bu bölgede çeşitli aletlerle birlikte, 5-6 kişiye ait iskelet
kalıntıları bulunmuştur.
İnsan fosillerinin incelenmesi ile
belirlenebilen önemli genel değişimler şöyledir. Sürekli ve düzenli olmamakla
beraber; ilk örneklerden, son insan kalıntılarına doğru: Beyin hacminde artış;
Vücut yapısında gelişme; alet
kullanımı ile üretiminde ilerleme eğilimi gözlemlenmiş ve fakat diş
boyutlarında küçülme; güçlü iskelet yapısında ise gerileme belirlenmiştir.
Burada dört sınıf bulunmaktadır;
australopithecus, homo habilis, homo erectus ve homo sapiens.
Australopithecus katagorisine
alınananların maymun olduğu savı vardır. Homo habilis kategorisindekiler için,
insan maymun arası geçiş türü veya maymun oldukları savı mevcuttur. Homo erectus
iskeleti ile modern insan arasında bir fark olmadığından, homo erectus ile homo
sapiens’in aynı sınıfta olması gerektiği savları da mevcuttur.
Ana
Britannica’dan (Hürriyet, 1994), edinilebilen bilgilere göre: Darwin C.
(1809Ğ1882) Türlerin Kökeni isimli eserinde ortaya koyduğu teori nedeniyle,
canlıların evrimi konusunda tartışma başlamıştır. Bu başlayan tartışmanın,
Hıristiyan inancını da temelinden sarsmada çok etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü insan, Hıristiyan inancındaki tanrısallığını yitirip, artık sıradan bir
canlı durumuna gelmiş olmaktadır.
Darwin, okyanuslarda
yaptığı beş yıllık bilimsel gezisinde gözlemlediklerini, “Türlerin Kökeni”
isimli eserinde bir teori ile açıklama yoluna gitmiştir. Aynı atadan gelen
hayvanların zamanla değişik türlere dönüşebileceğini bir teori olarak
açıklamaya çalışmıştır.
Daha önceleri de bu konularda
düşünceler ortaya konmuştur, ancak Darwin‘in
buradaki etkisi, doğrudan yaptığı gözlemlere dayanmasından kaynaklanmaktadır.
O, hiçbir zaman insanın maymundan türediğini de ileri sürmemiştir. Tarih
ve politika konularına ise hiç ilgi duymuyordu. Almanya’da sosyalizm ile doğal
seçme yoluyla evrim, arasında bağ kurma çalışmalarını ise “ne aptalca bir
düşünce” diye nitelendiriyordu.
Dünyanın ve tüm canlıların bugünkü
biçimiyle tanrı tarafından sabit bir şekilde yaratıldığını ve İncil’de her
yazılanın doğru olduğunu savunan Kilise ve sabit görüşlü bilim adamlarınca
devamlı saldırıya da uğruyordu. Ama kendisi de eski bir rahip adayı olmasına
karşın, Kitabı Mukaddeste dünyanın oluşumuna ilişkin alıntıların
yanlışlığının ortada olduğunu ve Kitabı Mukaddesin Tanrıyı kinci bir tiran
gibi gösterdiğini söyledi. Bu da, gene aynı metinde yer alan Tanrının
bağışlayıcılığı kavramına ters düşüyor, görüşlerini ileri sürüyordu.
Darvincilik: Darwin’nin, organik
değişimleri açıklamak amacıyla geliştirdiği biyolojik evrim kuramını temel
alan yaklaşım. Darwinizm (Darvincilik) 1937’den başlayarak, evrimin, üç ilkenin
etkileşimine dayandığı görüşünü geliştirmiştir. Bu üç ilke çeşitleme
(varyasyon), kalıtım ve var olma savaşıdır. Yeni
bilgilerin ışığında, Yeni-Darvincilik daha önceki anlayışları aşmış ve
kalıtsal olan ve olmayan değişiklikleri de kesin biçimde ayırt edebilmektedir.
Burada verilen Darvincilik
biyolojiyle ilgili olanıdır; fakat bir de felsefeyi içine alan daha geniş
kapsamlı Darvincilik vardır.
Sh:6-9
Felsefeye göre doğru nedir
sorusundan sonra; felsefenin ne olduğu konusunda kısa bir görüş ileri
sürmüştük, aynı görüşün burada yinelenmesine gerek olmaz kanısındayım. Ancak
tanımı verebiliriz; “felsefe: İnsanların, kendi işlevlerini hür iradeleriyle
belirlemelerinde, faydalanmaları için önlerine konan (ve fakat yine kendileri
gibi insanlar tarafından üretilen öğütsel nitelikteki) bilgiler ve
örneklerdir.”
Gerçek sözcüğünden
ne anladığımızı belirlemek faydalı olacaktır; ileride de neyin üzerinde
durduğumuzun bilincinde olmamızı ve nereye vardığımızın da farkında olmamızı
sağlayacaktır. Tanrıtanımaz eksende felsefe yapanlar, her şeyin zaman ve
mekanla değiştiğini görerek; zaman ve mekanla değişmeyen hiçbir şey yoktur, o
halde her zaman ve mekanda geçerli olan doğru yoktur, sonucuna varmışlar ve
gerçek diye bir şey yoktur demişlerdir. Buna göre; gerçek: Zaman
ve mekanla değişmeyen doğrudur, tanımını benimsememiz gerekir. Gerçeği
aramak demek; zaman ve mekanla değişmeyen doğruyu aramakla eş anlamlıdır.
Tanrı-tanır eksende felsefe
yapanların bir bölümü, doğruların zaman ve mekana bağlı olduğunu kabul
etmişlerdir. Tanrı buyruklarını da zaman ve mekana göre insan aklı ile yeniden
yorumlayıp yeni doğrular üretmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, tanrı
buyruklarının belirli zamanlarda yapılan yorumlarını değişmeyen gerçekler
varsayıp felsefe üretmişler ve bir süre sonra bu felsefeyi benimseyenler de ya
toplum dışı kalmışlar ya da toplumla ciddi şekilde sürtüşmeye girmişlerdir.
Çünkü, toplumlarda değişim süreklidir ve buna bağlı olarak ta toplumsal
kurumlar sürekli olarak değişmektedir. Bu değişime uyum sağlayamayanlar da, er
ya da geç toplum dışı kalmaktadırlar. İnsan üretimi olan felsefenin de, zaman
ve mekanla değişim göstermesi doğaldır.
Din dogmalarına
göre düşünmeyen felsefeciler, gerçek yoktur demektedirler. Din
dogmalarına dayalı felsefe üretenler ise; dogmaları birer gerçek olarak
gösterme çabasındadırlar. Halbuki dogmaları (dayatmaları) üretenlerin doğrudan
kendileri olduklarının ya farkında değillerdir ya da bildikleri halde
çıkarlarına zarar gelir endişesi ile açıklamamaktadırlar. Dinler, insanların
kendilerine uygun doğruyu seçmeleri içindir. İslam’da ise Kurana dayalı din;
insanın sıkıntıya düşmesi için değil, fakat bir iyilik bir kolaylık olarak öğüt
şeklinde ortaya konmuştur. İslam’ı dayatmacı duruma getiren, pek çok kişinin
geleneği din olarak benimseyip, yayma çabalarındandır. Evrim teorisinin
etkinlik kazanmasından sonra Batıda dini dogmalara dayalı felsefe üretimi de
gündemden düşmüştür.
Bilime göre doğru nedir konusunda,
bilimin ne olduğunu anlamaya çalıştık. Burada ise, bilim deyince, sadece
pozitif, doğa bilimlerini anladığımızı kabul edeceğiz. Çünkü, günlük
hayatımızda artık bilim sözcüğü ile genelde sadece pozitif, (gözlem ve deneye
dayalı) bilim türü anlaşılmaktadır. Türkçe sözlüklerin tanımı da böyle bir
yönlendirmeye neden olmaktadır. Gözlem ve deneye göre doğru olanlar, artık
bütün insanlar için de tartışmasız doğru olmaktadır. Bu doğru tanımına, uyum
sağlayan toplumlara da çağdaş toplumlar denilmektedir. Çünkü kişiye bağlı
doğrular terkedilmiş, kişilerin sabit fikirleri yerine; bilimsel bilgi ve
bilimsel araştırmalar karar vermede etkin olmuştur. Kişiye bağlı doğrular,
insanın özel yaşamında belki de eskisinden daha fazla yer alabilir, bunda bir
sakınca yoktur. Siyasi, hukuki, ekonomik, teknik ve diğer konularda başarılı
olmanın tek çıkar yolu, doğru bilimsel verilere göre karar vermekten
geçmektedir artık.
Bilimsel doğrulara, günlük hayatta
bilimsel gerçekler denilmektedir; bu şekilde anlatılmak istenen elbette
bilimsel doğrulardır. Çünkü; bilimsel yeni bir buluşla daha, önceki doğrunun
geçerliliğini yitireceğini herkes bilmektedir, ve bu konu tartışma dışıdır.
Pozitif
bilim, “gözleyip deneyebildiğine inanabilirsin, gerisini ise göz ardı edersen
bir şey kaybetmiş olmazsın” şeklindeki düşünceyi benimsemektedir. Pozitivizme
yakından bakıldığında, bu düşünce sistemini, bilimsel araştırma metodunun
izlediğini görülür. Bir konuda araştırma yapmak için önce bir teori ortaya
konur, sonrada bunun böyle olup olmadığını deney ve gözlemlerle doğrulma
yoluna gidilir. Deneme yanılma ile teoriyi veya deneyi yineleyerek, birinin
diğeriyle uyum içinde olduğu gösterildiğinde bilimsel doğru bulunmuş olur.
Acaba bize
bilimsel doğrular diye bildirilenlerin hepsi böyle midir?
Pek çoğu
böyle olmasa teknolojik gelişim olur muydu?
Fakat,
bazı kabuller yok mudur?
Su 100 derecede kaynar, bu elbette
gözlenip denenebilir, o halde insanların da buna endişesiz inanması gerekir.
Deney bize doğruyu gösteriyor. Yeryüzünde okyanuslar var, akarsular var,
bunların hepsinin 100 derecede kaynayacak olduğunu, pozitivizmle nasıl
inandırabilirsiniz? Gördüğüne, denediğine inan, gerisini bir tarafa bırak
düşüncesine göre; denediğim miktardaki suyun kaynama noktasının doğru olduğunu
kabul ederim, fakat dışarıda kalanların da, aynı özellikte olduğunun deneyle
gösterilmesini istemem gerektiğini düşünür ve ileri sürebilirim. Pozitivizmin
buna verecek bir cevabı yoktur; fakat şöyle bir apriori (önsel) görüş herkese
böyle bir soru yöneltme olanağını vermemektedir: Doğada bir düzen vardır, eğer
buradaki su 100 derecede kaynıyorsa, diğerleri de öyledir, çünkü bilimsel
doğru olarak bu denenmiş ve görülmüştür. Bu apriori görüşü kim söylemiştir, bu
bilginin kaynağı nedir? Bunu kim nerede nasıl deneyerek göstermiştir?
Pozitivizme uyan tam bir cevap yoktur.
Pozitivizmi tam anlayabilmek için;
evrim teorisi ve ona bağlı olarak geliştirilen ve evrenin ortaya çıkışından
başlayıp, insanın meydana gelişine kadar, her bir ana konuda oluşturulan ve bir
bütünlük içinde sunulan teorileri bir arada görmemiz uygun olacaktır. Ayrıca,
bu düşüncenin tam karşıtı olduğu söylenen bir diğer düşünı eyle, karşılaştırma
yapmanın, bunlar arasında bulunduğu öne sürü' len, temel farkın ne olduğunu
görme bakımından da yaralı olacak' ur. Karşılaştırma için, iki ana düşünce
ekseni kabul edilmiştir. Birisi, tanrı-
tanımaz düşünce ekseni; yani insan aklı her şeye yeterlidir anlayışına
dayalı görüşler; diğeri ise, tanrı-tanır düşünce eksenindeki görüşlerdir.
Tanrı-tanımaz düşünce ekseninde Evrim Teorisini ve Tanrı-tanır düşünce
ekseninde ise, daha önce gördüğümüz İnsanın ve Evrenin Geçmişine Ait Yeni
Teoriyi dikkate ,ı İmamız uygun olacaktır.
|
||
Maddi
evren, büyük patlama ile başladı ve zamanla bugünkü halini aldı.
(Bu bir
teoridir, kanun değildir; deneyle doğrulanmamıştır buna olanak ta yoktur;
maddi evreni yeniden oluşturamazsınız.)
|
|
Diğer
evrenleri ve maddi evreni de Allah yarattı. Maddi evrene ol dedi oldu. Bu
evrenin programı ise 6 günde yaratılmıştır, ve maddi evren bu programa göre
oluşmaktadır.
|
Büyük
patlamadan önce ne vardı? Bunu sorgulama, bu böyledir.
(Bu
dogma, dayatma değil midir?)
|
|
Allah,
diledi ve maddi evreni yarattı. Daha önce böyle bir evren yoktu. Bu evren,
komşusu süper evrenden enerji alarak meydana geldi.
|
Ancak,
“gözleyip ölçtüğüne, denediğine inanmalısın diğerlerini ciddiye alma!” (Peki
öyle ise; gözlenemeyen büyük patlamaya nasıl inanacağım? Bunun da cevabı yoktur!
Ancak bazı fiziki deneyler bu görüşü desteklemektir, sen de bununla
yetinmelisin!}
|
|
Hem
Kuranda bildirileni ve hem de gözleyip, ölçtüğünü ve denediğini doğru kabul
etmelisin, hepsini Allah yaratmıştır. Yaratılanları yakından öğrenmen insana
verilen bir görevdir, böylece hem inancın pekişir hem de insanlara faydalı
olursun!
|
Buluşlar
bilimsel yasalarla formüle edilir ve evrende geçerli olduğu öngörülür.
Evrende benzer olayları tek, tek ölçmeden, denemeden aynısı olacağını nereden
biliyorsunuz. (Yanıt yoktur!)
|
|
Maddi
evrende, bilimsel yasalarla açıklanan doğrular, maddesel evrende geçerlidir;
çünkü Allah her şeyi bir ölçüye, yasaya göre yaratmıştır, bir düzensizlik
konu değildir. (Hicr 15/ 19)
|
Önce
maddi evren büyük patlama ile varlık alanına çıkmıştır, sonra da canlılar ve
canlıların evrimi ve tesadüflerin yardımı ile insan oluşmuştur.
(Bir
canlı bir diğerinin evriminden oluştu ise, aradaki canlılar veya onların
fosilleri, niye bulunamıyor. Yarı maymun yarı insan, yarı kuş yarı
kertenkele şeklinde bir canlıyı niye göremiyoruz. Evrim sürekli olduğuna
göre, niye var olan insan evrimleşmiyor.)
|
|
İnsanı
da diğer canlılar gibi, Allah yaratmıştır: (Bir süre sonra, insanı maddi
evrenden süper evrene, yani cennete getiren Allah, ona bilgi ve hür davranma
yeteneği vermiştir. Hürriyetini kullanan insan yeniden maddi evrene geri
döndürülmüştür.)
Adem
ilk insan değil, fakat ilk medeni insan adayıdır. Her bir yaratık, kendi
programı uyarınca yaşam sürmektedir. İnsan: öğrenme ve de kendi işlevini,
belirleme özgürlüğüne sahip tek varlıktır.
|
Yukarıda, iki düşünce eksenindeki
temel kabulleri, beraberce vermekten amaç, birinin diğerinden üstünlüğünü
kanıtlamak değildir. İnsanlar var olduğu sürece bu iki eksen de var olacaktır.
Şayet, iki eksenden birini kaldırmak olanaklı olsa idi, Hıristiyanlığın
Engizisyonlu çabası veya komünist faşizm başarıya ulaşırdı. Burada gösterilmek
istenen, her iki eksendeki temel kavramların da inanca dayandığını
vurgulamaktır. Bu yüzden birinin diğerine söyleyecek bir sözü yoktur, ya da
olmamalıdır. Aksini savunmak olanaklı değildir; çünkü böyle davranış: Düşünme
(felsefe yapma) sana ne veriliyorsa onunla yetin demekle eş anlamındadır.
İnsanlığın bugün ulaştığı uygarlık
düzeyinde, düşünce özgürlüğünün, insan hayatı için olmazsa olmaz şartı haline
geldiğini herkes benimsemiştir. Düşünce özgürlüğünü benimsemeyen ülke yoktur
denemez, düşünceye kısıtlama getirenleri hep beraber izliyoruz ve
başarısızlıklarını da görebiliyoruz.
Gerek eğitim, gerekse basın yayın
aracılığı ile bizlere verilmeğe çalışılan ve sürekli üzerinde durulan, pozitivizme
dayalı düşünce tarzıdır. Akla dayalı hareket ederseniz, sonuç daima olumlu
olacaktır, şeklinde bir baskı sürdürülmektedir. Gazete okuyanlar, televizyon
seyredenler bilirler ki, en geç ayda bir defa, bir maymun resmi, bir gazete
sayfasında veya bir televizyon ekranında boy gösterir: “Maymunlar yazı yazmayı öğrendi veya artık maymunlar aritmetik
işlemlerini yapabiliyor” şeklindeki haberlerle beyin yıkaması yapılmaktadır.
Bu beyin yıkama işlemi bilim adına yapıldığından hiç kimse ne sorgular ne de
bunun bir bilim faşizmi olduğu üzerinde durur. Halbuki, psikoloji (ruhbilim)
sadece insan davranışlarını değil aynı zamanda hayvan davranışlarını da kendine
konu edinmiştir. Psikoloji, felsefeden ayrılarak bağımsız bir bilim halini aldığı
günden itibaren, yani yaklaşık yüz yıldır, hayvanlar üzerinde deneyler
yapmaktadır. Bugünkü basının gündeme getirdiği konuların pek çoğu da belki 20
veya 30 yıl önceki deneylerin sonuçlarıdır ve elbette benzer deneyler zaman,
zaman yinelenmektedir de. Bunlar doğrudur ve insan üzerinde yapılamayan birçok
deney, bazı hayvanlar üzerinde yapılarak elde edilen değişik bulgular; insan
sağlığı, eğitimi ve reklamcılık gibi ekonomik amaçlarla da kullanılmakta ve
faydalı da olmaktadır. Fakat özellikle maymunun insan gibi okur, yazar olduğu
yolundaki haberler, evrim teorisinin canlılığını koruma amacından başka neye
hizmet etmektedir?
Eğer evrim teorisi doğru ise,
evrim dönemini yaşayan canlılar veya bunların fosilleri, jeolojik kalıntıları
nerededir?
Evrim ya da geçiş canlıları, yarı
sürüngen yarı kuş gibi bir canlı yoktur, bulunamamıştır veya insan niye
evrimleşmeye devam ederek bir başka şekle girmemektedir. Neden evrim
teorisinde inatla, ısrar devam ediliyor?
Çünkü evrim teorisi, pozitivizm
düşüncesinin temel kavramıdır ve de temelde değişmeden devam ettirilmektedir.
Evrim teorisi şeklen bazı değişikliklere uğramıştır, ne var ki temelde bir
değişme yoktur: “büyük patlamayı izleyen dönemde, evrim sonucu maddeden insan
tesadüflere bağlı olarak meydana gelmiştir” görüşü devam ettirilmektedir.
İnsan bir hücreden üreyen yaklaşık 150 trilyon hücreden oluşmaktadır; bu kadar
hücre tesadüfen bir defa bir insan oluşturdu ise, nasıl olup ta bu tesadüfi
gelişim, tekrar ederek milyarlarca insan oluşturmaktadır: Bunun da cevabı
yoktur! Öyleyse, evrim teorisi, bir inanç değildir de nedir? Böyle bir inançla
düşünmek yanlıştır denemez, bu insanın düşünce özgürlüğünü sınırlamak anlamına
gelir. Fakat evrim teorisindeki ısrarın adını da doğru koymak gerekir, bu
evrim teorisi de doğrudan doğruya bir inancın ifadesidir.
Evrim Teorisini, bilimsel doğrudur
diye göstermek ve ısrar etmek ve buna inanmayanları horlamak dayatmacılıkta
karar kılmak anlamındadır.
Büyük patlama teorisi, evrim
teorisi ile uyumludur ve bunu doğrulayan fiziksel bulgular da mevcuttur, fakat
ne olursa olsun bunun deneyle de ortaya konmuş bir bilimsel doğru gibi kabulünü
zorunlu görmek ve göstermeğe çabalamak, en azından bilimin şüphe üzerine
kurulduğu kuralına uymaz.
Büyük patlama teorisi üstelik
tanrı-tanır eksendeki düşünce sisteminin inancına da uymaktadır, bir fark
vardır: Biri bunu kendiliğinden olduğuna inanmaktadır, diğeri ise Allah’ın
iradesiyle olduğuna inanmaktadır. Her ikisi de sonuçta kişiye bağlı bir
inançtır. Kimse, bir diğerinin isteğiyle inancını değiştirmeyecektir, inanç değişimi
doğrudan kişinin isteğine bağlıdır. İnanç özgürlüğü de bu değil midir?
Buraya kadar ki açıklardan
anlaşıldığı gibi, zaman ve mekanla değişmez bilimsel doğrular yani, bilimsel
gerçekler de yoktur; bulunamamıştır; zaten kimse de bunu aramamaktadır.
Herhangi bir görüş, bilim
adamlarınca söylenmiştir şeklinde ortaya konunca, sanki ortaya atılan bu
görüş; bilimsel araştırma metodunun (yönteminin) tüm adımlarını tamamlamış ve
bilimsel yasa haline gelmiş bir doğru gibi algılanmaktadır. Hâlbuki açıklanan
görüş, henüz konun saptanması safhasında olabileceği gibi, bir öneri veya eski
bir teori de olabilir veya son şeklini almış bir doğa yasası da olabilir. Bilim
adamlarının her söylediği; bir bilimsel yasa şeklinde anlaşılmamalıdır.
Hangi düşünce sistemine inanırsak
inanalım, önce: Ortaya konan görüşün hangi eksende olduğunu anlayıp, bu eksene
göre doğru olup olmadığını saptadıktan sonra; kendi doğrularımız yönünden
gözden geçirerek bir sonuca varmamız gerekir. Bu görüşü kullanabilmemiz ve de
diyalogla sonuç alabilmemiz için bu tür bir çaba ön şart niteliğindedir.
Günümüzde diyalog denen kavramın
işe yarar hale gelmesi için: Kendi felsefemizin ne olduğunu belirlememiz ve
daha sonra karşımızdakinin de felsefesini, tıpkı onun anladığı gibi (fakat, bu
kabul etme anlamına gelmez) anladıktan sonra; sorun üzerinde konuşularak,
varsa bilgi eksiklikleri giderildikten sonra, ortak noktalardan yürüyerek bir
sonuca ulaşmak olanaklı olacaktır. Diyalog olumlu sonuç vermediğinde ise, en
azından karşı tarafın ne dediği anlaşılacağından bir kazanç meydana gelmiş
olacaktır.
Tek kutuplu bir dünya ve tek bir
dünya pazarı oluşturulması çabasında bulunulan günümüzde; pozitivizmin ne
anlama geldiğini ve temelde felsefi bir görüşe dayandığını iyice anlamalıyız.
Tüm ulusların, gözlem ve deneye dayalı bilimsel düşünceye göre hareket etmeleri
çıkarları için tek yoldur seklinde verilen pozitivizm, temelde bir inanç
sistemidir, bir insan üretimidir; yararlı olan yönleri olduğu gibi, zararlı ve
geçersiz yönleri de vardır.
Yararlı yönü: İnsanların maddi
ihtiyaçlarının karşılanması konusunda, pek çok olanak sağlamaktadır. Maddi
olarak yeterli hale gelen insan, kendi onurunu korumada da daha bilinçli
olmakta ve dolayısıyla madde dışı alanda da kazançlı olabilmektedir.
Zararlı yönü ise: Teknolojik gücü
elinde bulunduran toplumların, her gün daha fazla tüketime yönelmesi ve diğer
toplumları da özendirerek aynı çıkmaz içine sürüklemeleridir. Hem doğa talan
edilmekte ve hem de çevre kirliliğini artmaktadır. Bu tüketimin böyle devam
etmesi, teknolojik gelişimini tamamlamış toplumlar için bir yaşam tarzı haline
gelmiştir. Mevcut standartlarını sürdürebilmek için: Üretim ve tüketim
zincirini sürdürmek zorundadırlar veya kendileri öyle düşünmektedirler. Üretim,
tüketin zinciri dışında kalan toplumları da buraya dâhil ederek, kendi
alışageldikleri yaşamlarını devam ettirmede kararlı görünmektedirler. Böyle
devam etsin ne olacak diyebilir miyiz? Gelişmiş toplumların yetiştirdiği düşünürler;
bu sürdürülebilir bir durum değildir diyorlar. Yerkürenin bu kadar yükü
çekemeyeceğini bilimsel verilere dayanarak açıklamaktadırlar. Bu yüzden çözüm
getirecek yeni bir felsefe aranmaktadırlar.
Geleneğe göre doğru nedir
konusunda, geleneğin ne olduğu anlatılmağa çalışılmıştır. Burada tanımı
anımsamak faydalı olacaktır. “Gelenek:
Bir topluluğun kendinden önceki nesillerden devralıp kısmen dönüştürerek
sonraki nesillere devrettiği, inanç, kurum ve seremonileri de içeren her türlü
toplumsal pratik” ve “Gelenekçilik,
gelenek taraftarlığı: Toplumdaki inanç, kurum ve kuralların meşruluklarını,
geçmiş dönemlerde de uygulanmış olmalarına dayandıran davranış veya düşünüş
biçimi. Geleneksel olanı modern olana tercih etme tavrı. Gelenekler ya da
geleneksel değerlerin korunup yaşatılması gerektiğini savunan yaklaşım.”
Niye gelenekçilik üzerinde
duruluyor sorusunu sormak gerekebilir. Toplumların tamamının yeni, modern
tutumu benimsemesi beklenemez. Daha doğrusu bir toplumda yeniyi, moderni olduğu
gibi benimseyenlerin sayısı pek fazla olmamaktadır, önemli bir bölümü yeninin
kendi işlerine geldiği kadarını benimserken, bir bölümü de gelenekçilikte
kalmayı yeğlemektedir. Yurdumuzda, toplumsal dönüşüm ve değişim; devrim
yasaları aracılığı ile başlatılmış ve yaşatılmak istenmektedir. Yasaların
etkinliğinin çok az veya hiç olmadığı yörelerde ayrıca ekonomik değişim de
yeterli olmayınca, gelenekçilik orada yaşayanların bir tercihi değil, bir
mecburiyeti de olmaktadır. Siyasilerin de oy almak için, gelenekçiliğe taraf
olmaları kaçınılmaz olmaktadır. Gelenekçilik, görmezlikten gelemeyeceğimiz
toplumsal bir olgudur.
Felsefe yönünden olaya
yaklaşıldığında; zaman ve mekânla değişmeyen doğru olamayacağından bu bağlamda
gerçek de yoktur, denilmektedir. Gelenekçiliği ister bir yaşam tarzı, ister
şartlar gereği yaşayanların, insan hakları yönünden bu tür yaşamı yeğlemelerinin
bir sakıncası da olamayacağı açıktır. Geleneksel yaşamı devam ettirenler,
kendi düşüncelerinin tek doğru ve zaman, mekânla değişmez (gerçek) olduğu
görüşünü zorla başkalarına da kabul ettirmeye kalktıklarında sorun ortaya
çıkmaktadır; bunun en canlı örneği İran'da görülmektedir. Demokrasi yerine bir
ideolojinin topluma dayatılmasını insanlar istememektedir. Bu tutumun “sorun”
durumdan, kabul edilebilir hale indirgenebilmesi için; eğitimin yanı sıra ekonomik
gelişmenin de etkisi belirgindir. Çünkü ekonomik yönden, içinde bulunduğu
topluluğun geleneğine uyma dışında bir seçeneği olmayan insanların modern
olmalarını beklemek olanak dışıdır.
Ülkemizde, devlette ayrıcalıklı konumlar elde etmek isteyenlerin bazıları
da, yeni bir düşünce sistemi imiş gibi gelenekçiliği topluma sunmaktadırlar. Bu
tür planı yürütenlerin, gelenekçiliği savunmaları doğaldır; kendi görüşlerini
zorla kabul ettirme çabasına girmedikleri sürece bu görüşleri, yasal çerçevede
görülecektir, görülmelidir de!
Gelenekçilikte; kendilerinden
önceki nesillerden devralman inanç, kurum ve seremoniler, kısmen de olsa
dönüştürülerek, sonraki nesillerde toplumsal pratikler olarak
benimsenmektedir. Gelenekçiliği benimseyen topluluk ne kadar tutucu olursa
olsun, geçmişin doğrularını kısmen dönüştürmek zorunda kalmaktadırlar;
Bu da, zaman ve mekanla
değişmeyen doğru yani gerçek olamayacağının
bir kanıtlanması olmuyor mu?
Kur'an'a göre gerçek nedir? Din
bilginleri, felsefeciler, toplum bilimciler, ruh bilimciler, hukukçular, daha
doğrusu insanı konu alan bilimlerle uğraşanların tamamına yakını “gerçek nedir”
sorusuna cevap getirmeğe çalışmışlardır.
Genel kanı odur ki; Kur’ân-ı
Kerim, Allah Teâlâ kelamıdır, gerçeğin ta kendisidir ve asla değişemez. Kuran
konusunda konuşmaya yetkili olanlar bu konuda ne diyorlar diye bir parantez
açıp kendimizi konun dışında tutabiliriz; bu durumda ise, Kurana göre olmaması
gerektiğini bilip inandığımız, din sınıfının varlığını kabul etmiş ve kendimiz
aktif olarak din alanının dışına çıkmış oluruz. Din bilginlerinin görüş, yorum
ve düşüncelerini okuyup anlamayalım; demiyoruz, diyemeyiz; onları da okuyup
anlayıp aklımızın bir kenarında tutalım. Buradaki çabamızın amacı: “Kendi,
özgürlüğümüzü başkalarına teslim etmeden, başkalarının aklı ile yaşamağa razı
olmadığımızı göstermek, ve bu tutumun Kurana uygunluğunu da vurgulamaktır. “
Kur’ân-ı Kerim, Nisa Suresinin 48 ve 116 numaralı ayetlerinde “Doğrusu,
Allah kendisine ortak (şirk) koşulmasını bağışlamaz ama, bundan başkasını
dilediğini bağışlar; Allah’a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah
işlemiştir.” denilmektedir.
Kuranda (aynı anlamdaki bu iki ayet dışında) Allah’ın kesinlikle
affetmeyeceğini vurguladığı başka bir ayet de yoktur denebilir. Burada
anlatılmak istenen nedir? Allah’a ortak koşmak, ya da şirk koşmak ne anlama
gelmektedir? Osmanlıca Sözlükte; “Şirk
tanımı: En büyük günah olan, Allah’a ortak kabul etmek. Allah’tan ümidi
keserek başkasından medet beklemek; çoktanrıcılık.” şeklinde verilmektedir.
Allah, kendisi dışında bulunan bir
varlığı, kendine ortak veya yardımcı kabul etmemektedir. Bu tür bir tutuma
girip de, bu tutumundan vazgeçmeyeni hiçbir surette af etmeyeceğini ve mutlaka
cezalandıracağını açıkça bildirmektedir. Bu, bizler için ne anlama geliyor?
Allah dışında bir başka varlığı veya insanı, kesin bir teslimiyetle takip
edilecek bir varlık olarak görmemiz mümkün değildir, yani Allah’ı
şirketleştiremeyiz. Kim, ne kadar muteber kişi olursa olsun, onu Allah yerine
koymamız ve Allah’a yardımcıymış gibi görmemiz olanaklı değildir. İşte bu
yüzden, Allah’ın Kitabına, Kurana giderek kendi görüşümüzü kendimizin
oluşturması zorunlu olmaktadır. Toplumlarının gereksinimi olan doğrulan,
kendileri üretemeyenler, teslim olup taklit ettiklerinin de gerisinde kalarak
cezalandırılmakta oldukları gözlerimiz önünde değil midir?
Kurana göre doğru konusunda,
verdiğimiz ayetlerden de anlaşılacağı gibi: İnanların mutlaka düşünüp, kendi
doğrularını kendilerinin bulmaları gerekmektedir. İnsanlar körü körüne
birilerinin arkasına takılarak ömürlerini tüketemezler.
Kuran: İnananlarına (Allah a
saygılı olanlara) yol gösterendir ve şüphe götürmeyen bir kitaptır. Daha önce
indirilen kitapları da onaylamaktadır. Kuran doğru ile saçmayı ayırmaya yarayan
bir ayıraçtır (kitaptır). Kuranı düşünerek anlamak gerekmektedir. Kuran uydurulmamıştır. Kuran insanları
sıkıntıya sokmak için değil, bir öğüt olarak indirilmiştir. Kuranda, daha
önce gönderildiği bildirilen kitapların da, birer öğüt olduğu anlatılmaktadır.
Buradan da dinin bir öğüt olduğu sonucu çıkmaktadır. Bütün bunları ön yargısız
dikkate aldığımızda; “Kuranı, insanların yaşamlarını kolaylaştırmak amacıyla
gönderilmiş öğüt veren bir kitap” olarak görmek durumundayız. Öğüt veren bir
kitabın değişimini niye istememiz gereksin ki? Elbette Kuran olduğu gibi hiç
değiştirilmeden, her bir kelimesi, harfi olduğu gibi kalmalıdır ki, daha sonra
gelenler de aslını okuyup anlama çabası içinde kalabilsinler.
Kuranın bu açık tutumuna karşılık,
niye: Kaynağı din olduğu bildirilen kuralların asla değişmezliği sorunu ile
karşı karşıya bulunuyoruz?
Kuranla ilk tanışan toplumlar,
daha önce kabile hayatı yaşıyorlar ve gelenekleri onlara yetiyordu. Kuranla
tanışınca, bu defa daha önceki gelenekçilik yerine yeni bir düzen ve bunun
felsefesini geliştirdiler: Kuranı temel alan, bir düşünce sistemine göre
toplumsal yaşamlarını yönlendirdiler. Kendi toplumlarının ürettiği bu sistem
dışında başka diğer sistemler olduğunu biliyorlardı; fakat, diğer sistemlerin
yanlışlığı, yöneticiler, bilim adamları ve toplumun her kesimince bir ön fikir
(paradigma) olarak benimsendi ve bu asırlarca sürdü ve halen de bir çok
toplumda da sürmektedir. Ancak, kullandıkları sistemlerini de, tekrar Kurana
giderek bir türlü yenilememektedirler.
Kurana
yakından baktığımızda: Kuranın, 600’den fazla sayfa olduğu, ve inmesi (vahiy
süresi), yazılması, toplumda örnek elçi aracılığı ile uygulanması 20 yıldan
fazla sürdüğü bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen, Kuran kendini bir öğüt ve
uygulayıcı elçi de, kendini bir uyarıcı olarak vasıflandırmakta ve uygulamalar
da bu vasıflandırmaları doğrulamaktadır. Yani Kuran; bir ideolojiyi anlatmıyor,
fakat bir düşünce sistemini anlatarak, yaşam tarzımızı değiştirmemizi
amaçlıyor. Kuran, bizlere çoğu zaman anlatılmağa çalışıldığı gibi bir ideoloji
(yani değişmez doğrular) kitabı olsaydı; ne bu kadar yazıya, ne bu kadar
uygulama zamanına ve ne de, Kuran bir öğüttür ve elçi sadece bir uyarıcıdır
şeklinde beyanlara ihtiyaç vardı. O zaman bu kitap en çok bir anayasa
genişliğinde olur ve uygulaması da en çok birkaç ayla, bilemediniz bir yıl ile
sınırlı olurdu. Böyle olmadığı tarihi bir doğru olarak herkesin önünde
durmaktadır. Kuranın içeriğini dikkate aldığımızda onu bir ideoloji kaynağı olarak
görmemiz olanaklı değildir. Kuradan üretilen bir ideolojiyi toplumun tamamına
uygulayamayız; çünkü uygulayıcı elçi hiçbir zaman böyle bir tutum
sergilememiştir. Ancak,
Kuran ışığında bir felsefe (düşünce sistemi) üreterek bunun anlatımı, tanıtımı
için yılmadan yorulmadan çaba gösterebiliriz.
Kuranın bildirdiği İslam, bir ideolojinin,
dayatmanın değil ve fakat düşüncenin, felsefenin bir alternatifi olarak
algılanabilecek durumdadır. Bu tür anlatıma pek çok kişi karşı çıkabilir bu da
doğaldır. Çünkü; din tanımında anlaşmaya varmak pek de olanaklı değildir.
Dinin tanımlaması: (Sosyal
Bilimler Sözlüğünden) “Din: (1.) Geniş anlamada, yaşam biçimi; hayatın nasıl
yönlendirilmesi gerektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve
değerler bütünü. (2.) Dar anlamada, evrendeki düzeni ve hayatı ancak yaratıcı
bir tanrının varlığı ile anlamlandırarak, insanlığı kurtuluşa davet eden
çağrılardan her biri.”
Daha önceki açıklamalardan da
anlaşılacağı gibi, buradaki yaklaşımımız, (l.)’deki tanıma yakındır. Çünkü
insan dışındaki bütün varlıkların işlevleri, fiziki yapılarının programında
mevcuttur. İnsanın ise: Bilgi beceri öğrenme olanağı ve kendi işlevini seçme
özgürlüğü vardır. Tanrı, bir kolaylık ve bir iyilik olarak; elçileri ve
kitapları aracılığı ile öğütlerini topluluklara uygulamalı olarak bildirmiştir.
İnsanlardan, işlevlerini bu öğütlere göre belirliyenlerin de hem mevcut
hayatlarında, hem de ölümlerinden sonraki hayatlarında zarara
uğramayacaklarını duyurmuştur. Bunda bir zor kullanma yoktur; insanlar kendi
işlevlerini bir başka şekilde de belirliyebilirler; bu durumda uğrayacakları
sıkıntı ve cezaları da katlanmak durumdadırlar. İnsanlık tarihinde, din dışı
anlayışa göre, insanlar kendi işlevlerini akıl yoluyla da belirlemişler ve
belirlemeye de devam etmektedirler. Felsefeci, düşünce üretir, uygulamasını
yapmaz; elçi, vahiy yoluyla aldığı bilgiyi kendi yayışıyla uygulamaya koyar ve
toplumda oluşmuş ön fikirlerle, kabullerle, paradigmalarla mücadele vererek,
çok ağır şartlara da katlanmak zorunda kalır.
İnsanların işlevlerini belirlemede
bir yardımcı, bir öğüt olarak kabul edilmesi halinde, din: Felsefenin bir
alternatifi olmaktadır. Bir düşünce tarzı olarak algılanan, din kavramı
ideolojinin bir alternatifi olmadığından, toplum hayatında (özellikle kamu
yönetiminde) ciddi bir sorun olma özelliğini de yitirir.
Dinin, felsefenin bir alternatifi
gibi algılanması olgusu Kuranın bize verdiği bir görüştür. Toplumda asırlarca,
bir anayasa gibi algılanan ve öyle sunulan bir dinin o toplumda bir düşünce
kalıbı (paradigma) niteliği kazanması da kaçınılmazdır. Bugün içinde yaşanılan
sıkıntıların kaynağında bu paradigmanın etkiliği çok yüksektir. Toplumsal
görüntülere bakılarak İslam’ı değerlendirmek yanlıştır. Çünkü İslam’ın kaynağı
Kurandır, buna uygunluk araştırılmadan mevcut yaşananlara göre değerlendirme
yapmak, İslam açısından geçersizdir.
Topluma bakarak yapılan,
değerlendirmeler sosyoloji açısından ise doğrunun ta kendisidir; çünkü
sosyoloji, dini değil, toplumların yaşadıklarını dikkate almaktadır.
Kuran hiçbir konuda (Allah’a ortak
koşma dışında) insan tercihini sınırlamamaktadır.
Kuran Bakara Suresi (2/ 173): “Şüphesiz, Allah size, ölü hayvanı, kanı,
domuz etini ve Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Ancak,
darda kalana, istekli olmayarak, gerekli miktarı aşmadan yenmesinde bir günah
yoktur. Doğrusu Allah, bağışlayandır, acıyandır.” Burada, kesin birkaç
yasağı bir arada görüyoruz, Kuranda bu tür yasakların sayısı çok azdır. Fakat
ayetin sonunda, ihtiyaç halinde, gerekli miktarın yenmesi, kişinin yetkisine
bırakılmaktadır. Bu çok önemli: Öncelikle bir dayatma yok; ölseniz de bu
yasaklara uyacaksınız denmiyor. Diğer husus ise: Miktar için bir aracı
belirlenmiyor, kişi yetkili olarak belirleniyor. Kuranın, kişiye özgü, emir ve
yasaklarını bu mantıkla anlamak gerekiyor. Toplumu ilgilendiren konularda ise,
yetkili yönetimin kararı elbette olacaktır.
Geçmişte ve günümüzdeki
uygulamalara baktığımızda, dindar kişiyi ilgilendiren emir ve yasaklarda; kişi
kendi durumu ve anlayışını ön plana alarak karar vermiyor, fakat birilerinden
duyduğu veya gördüğüne göre bir tutum içine girerek çoğu zaman hem kendini hem
de çevresini sıkıntıya sürüklüyor. Oysa, Kurana gitse, din ne kendi için ne de
çevresindekiler için zaman, zaman sıkıntı kaynağı olma durumunda olmayacaktır.
Böylece, dindar kişi ihtiyacına uygun kararlar alarak, dinin hem kendine ve
hem de çevresine ümit ve iyilik yaydığına tanık olacaktır.
Bakara Suresi(2/ 269): O (Allah),
düşünmeyi (felsefeyi, hikmeti) dileyene verir. Kime düşünme becerisi
verilmişse, ona çok iyilik edilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlarlar.
Yukarıda verilen ve benzeri
ayetlerde de, düşünerek kendi doğrumuzu kendimizin üretmesi gereği vurgulanmaktadır.
Buradaki açıklamalarla şu sonuca
varmış oluyoruz, Kuranda ki İslam’a göre; her zemin ve zamanda kullanacağımız
hazır doğrular yoktur. İnanan insanların, Kuran ışığında kendi doğrularını
kendilerinin üretme olanakları vardır.
Bu düşünce ile ayetlere
baktığınızda, zemin ve zamanla değişmeyen tek doğru ve tek varlık olarak: Yüce
Allah’ı görmekteyiz, bunun dışındaki her şey, zemin ve zamanla değişime
uğrayacağı ve sonuçta ise yok olacağı vurgulanarak önümüze konmaktadır.
Kuran Kasas Suresi (28/ 88):
Allah’tan başka bir tanrıya kulluk etme, tapma. O'ndan başka tanrı yoktur;
O’ndan başka her şey yok olacaktır, hüküm onundur. O’na döndürüleceksiniz.
Rum Suresi (30/ 8): Kendi
kendilerine Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak
olarak ve belirli bir süre için yaratmış olduğunu düşünemiyorlar mı? Doğrusu,
insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkar ederler.
Fatiha Suresi (1/ 4, 6 ve 5): Din
günü, mahşerin tek yetkilisi, sultanıdır O (Allah). Dosdoğru giden yola ilet
bizi. Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
Kuranın Türkçe çevirilerinde
“gerçek” kelimesini pek çok kere görmek olasıdır. Buradaki “gerçek” kelimesi
(bizim tanımımızdaki gibi zaman ve mekanla değişmeyen doğru anlamında
değildir); Arapça’daki “hak” kelimesinin karşılığı olarak verilmektedir. “Hak”
kelimesinin Türkçe’deki karşılığı ise: Yanlış veya saçma anlamındaki Arapça
batıl kelimesinin karşıtı olan, doğru kelimesidir;
yani hak kelimesi ile bir şeyin doğruluğu anlatılmaktadır. Bazı çevirilerde
bu kelime “hak” olarak aynen verilmektedir. Ayrıca, içinde yaşanılan zamanda
veya ileride (ahrette de olsa) doğruluğu mutlaka gösterilecek bilgiler için hak
kelimesi kullanılıyor, Kuran çevirenler de bu kelimeyi (veya benzerlerini) “gerçek” şeklinde
Türkçeleştiriyorlar. Ancak,
burada verilen gerçek kelimesi bizim başından beri üzerinde durduğumuz,
terimle ilişkili değildir. Kuranda, birçok yerde, hak ve batıl olarak geçiyor
ikisi arka arkaya; o zaman da “hak” ve “batıl” şeklinde Arapça olarak Türkçe
çeviride yer aldığı da görülüyor.
Açılama:
Yaşar Nuri Öztürk’ün Kuran Türkçe çevirisindeki “karma indekste” gerçek
kelimesi için verilen ayetler şunlardır: (ilk rakam sure no/ ikinci rakam ayet
no): 57/22; 76/1; 82/10; 100/7; gizlemek, 2/42, 140, 146, 159,174; 3/71; 5/61;
6/91; elçiler tarafından desteklenmiştir, 2/252; 23/70; 37/37; hakkında
tartışmak, 2/176; 11/118; 51/8; takip et, 7/105, 159, 181; 10/94; 22/54; 46/20:
47/3; 48/28; 103/3; Allah’tır, 24/25; 38/84; Allah’ın, 2/26, 109, 119, 147,
149, 213,; 3/19, 60, 95; 4/170, 171; 5/48; 6/30, 57, 66, 73, 115; 7/43, 169;
8/7; 9/29; 10/35, 53, 55, 82, 108; 11/17, 120; 18/21, 98; 22/6, 62; 27/79;
28/75; 31/30; 33/4; 34/6; 35/5; 40/55, 77; 42/24; 45/32; 47/2; 56/95; 61/9;
69/51; nefret etmek, 23/70; 43/78; karşı gelmekl0/23; 41/15; galip gelir, 8/8;
9/48; 12/51; 34/48; tutunmasını sağlamaya çalış, 39/33; 103/3; tanımak, bilmek,
5/83; 21/24; 22/54; reddetmek, 6/66, 93; 29/68; 39/32; 43/29, 30; 50/5; 53/28;
karşı yalan, 2/42, 256; 7/118; 8/8 10/32; 13/17; 17/81; 18/56; 21/18; 34/49;
40/5, 78; eğer reddettiğiniz gerçek ise 41/52.
Bunların incelemesinden de
görüleceği gibi, burada üzerinde durduğumuz değişmeyen doğru anlamındaki,
gerçek kelimesi ile yukarıdaki ayetlerin Türkçe çevirisindeki gerçek kelimesi
farklı anlamlardadır. Arapça’daki, “doğru bilgi veya
ileride doğruluğu bir şekilde gösterilecek doğru bilgi” anlamındaki kelimeler,
çeviride “gerçek” kelimesi ile ifade edilmektedir.
Kuranı okuyanlar, bizim anlatmaya
çalıştığımız hususu; yani insanların, kendi doğrularını Kuran ışığında,
kendilerinin üretmeleri gereğini görüp anlamıyorlar mı? Elbette görüyorlar,
işte çeşitli mezhepler, işte tasavvufla ilgili değişik görüşler ve yollar.
Öyle ise kimler gerçekler, sadece
bizim bildiklerimizdir diyor!? Çıkarları bu tür doğrularda olanlar ile, bu
çıkarcılara inanlar, ya da gelenekselliği bir felsefe edinmiş olanlar; bizim
bildiğimiz doğrular, gerçeklerdir ve değişmezler diyerek dayatıyorlar. Fakat,
onlar dahi, kendi gerçeklerini tevil (özel yorum) metoduyla bir ölçüde güncelleştirerek
güya, hiç değiştirmeden uyguluyorlar. İşin doğrusu ise onlar da gerekli
değişikliği, işlerine gelecek şekilde özel bir metotla (teville) değiştirerek
yollarına devam ediyorlar.
Gerçek üzerinde niçin bu kadar
duruyoruz?
İnsan olarak, insan gibi umutla ve
güzelliklerle dolu olarak yaşayabilmek için bu konuda bilgilenmemiz çok
önemlidir. Toplum içindeyiz, başkaları da bizi ilgilendiriyor, biz de
başkalarını. Kişinin doğm ve gerçekten ne anladığının bilgisine sahip olmamız,
karşımızdakini anlamağa bizi bir adım daha yaklaştıracaktır.
loanna Kuçuradi (İstanbul, 1936; Felsefe Profesörü
Hacettepe Üniversitesinde ve de Dünya Felsefe Federasyonu Başkanı), “İnsan ve
Değerleri, 1998” kitabının başında: Pamukkale doğumlu Filozof
Epiktetos’un (55-135), “İnsanları tedirgin eden,
olan biten değil, olan bitenle ilgili inandıklarıdır” görüşüne
yer veriyor; ve sonra devam ediyor:
...Sözünü
ettiğim olgu: Aynı insanların, aynı olayların, aynı durumların, aynı
eylemlerin, aynı kararların, aynı eserlerin, hatta aynı fenomenlerin farklı
kişiler tarafından farklı şekillerde yorumlanması, farklı şekillerde açıklanmasıdır.
Yapılan
bununla da kalmıyor; aynı insanların, aynı olayların bu farklı değerlendirmesi
sözde kalmıyor; her farklı değerlendirme, tek doğru (tek gerçek) değerlendirme
olduğunu ileri sürerek ortaya çıkıyor; bu da kişilerin birbiriyle çatışmasına,
yan yana yaşamanın çoğu zaman imkansız hale gelmesine, kişilerin harcanmasına
neden oluyor. Hem her şey sonunda gelip tek, tek kişilere dayandığından, bu
sorun, insanlığın “kader’iyle ilgili bir sorun oluyor. Böylece, ideali
demokrasi olan çağımız insanları için doğru değerlendirme problemi özel bir
önem taşır. ...Düşünürün görevi, başkalarının yaptığını, arkadan meşru
göstermeğe çalışmak değildir. Onun görevi, olan ve olan bitenin temelini
göstermek, bu temeli görmeyenlerin de görmesine yardımcı olmaktır. Çünkü ancak
bundan sonra olan bitene yön verme söz konusu olabilir; eyleme sınır çizilebilir;
insanlara insanca yaşama imkanı sağlama çabalarına umutla bakılabilir.
Profesör Kuçuradi konunun, kişi ve
toplum yönünden önemini çok açık şekilde ortaya koyuyor. Ve sorunu kitabında “Değer Problemi” olarak, enine boyuna
incelemeğe, deşmeğe çalışıyor.
Burada gerçek tanımı ile vermeğe
çalıştığımız kavramı, tek doğru tanımı ile veriyor ki, ikisi de aynı şeydir
diyebiliriz.
İnsanların hayatlarına yön veren,
en önemli etken, belleklerindeki gerçeklerdir. Bunların iki temel kaynağı
vardır:
Birincisi, içinde yaşadığı toplum
ve toplumun verdiği eğitimdir. İnsan, doğduğu günden, ölünceye kadar sürekli
etki altında bırakılarak, toplumun gerçekleri insanın belleğine yerleştirilir.
İkincisi ise, insanın kendi merakı
ile elde ettiği gerçeklerdir.
Kişi, bu iki tür gerçeğe göre
yaşamak, karar vermek ve tutum belirlemek zorundadır. İki kaynaktan gelen
gerçekler, bilgiler uyumlu ise karar vermede sorunlu bir durum yaşanmayabilir.
Benim gerçeklerim bunlardır;
diyerek yaşamak ne ölçüde olanaklıdır?
Bu sorunun doğru cevabını
bulabilir miyiz?
Doğru yanıtı arıyoruz! Daha önce
de belirttiğimiz gibi doğru kavramı, kişinin temel felsefesine bağlıdır. Doğru
dediğimizde, kişinin kabul ettiği temel felsefi anlayışına göre evet bu yanıt
doğrudur diyebileceği yanıttır. Yoksa şunun veya bunun ürettiği yanıt
değildir. Biri için doğru, bir diğeri için farklı olabilecektir! Bu olanaklı mıdır?
Evet olanaklıdır. Aile içinde dahi, birinin doğru dediğini diğeri doğru değil
diyebilir. Ailede bir çocuk kendi gayreti ile araştırıp, bir inanca sahip
olmuş olabilir; kardeşi olan diğer çocuk ise, bu tür konulara kafa yormadan
durumu idare edebilir. Aynı olay, aynı kural, aynı düşünce karşısında, her iki
kardeşin (de çoğu zaman aynı anda) doğru demesi olanaklı değildir. Burada konu
olan doğru, her birinin ayrı, ayrı doğru dedikleridir. “Doğru”, kişinin kendini
içinde gördüğü düşünce sisteminin doğrularıdır. Çünkü, bir kişinin bir şeye
doğru diyebilmesi, ancak onun kabul ettiği düşünce sistemince doğru olanıdır.
Bir kişinin temel inancını değiştirmeden, hayır doğru değildir dediği bir
şeyi, doğru olarak kabulünü istemek olanaklı değildir. Ancak şu yapılabilir,
kişinin bağlı olduğu düşünce sisteminin kriterlerine göre, konu olan şeyin
doğruluğu belirlenir ve denebilir ki, senin sisteminde bu görüş, düşünce ya da
bilgi doğru olarak kabul edilmesi gerekir. Burada yapılan şey kişinin, inanç
sistemini değiştirmek değil ve fakat bilgi eksikliğini gidermektir.
Doğru üzerinde durduktan sonra
gerçek üzerinde de duralım.
Gerçek
nedir?
Gerçek,
zaman ve mekanla değişmeyen, ve her bir insan için geçerli olan doğrulardır. Bu
kavramı daha önce incelediğimizde gördük ki, bu tür bir gerçek yoktur.
İnananları
için ise:
Değişmeyen tek gerçek, Allah’tır.
Dikkat
edilirse burada belirlenen gerçek de sadece inananları için geçerlidir. Sonuç
olarak, bütün insanların istisnasız kabul edeceği bir gerçek bulunamamıştır.
Gerçeğin insan için anlamı nedir?
Benim gerçeklerim bunlardır
diyerek yaşamak ne ölçüde olanaklıdır?
Bu sorunun doğru yanıtını aramaya
devam ediyoruz. Yukarıda ve daha önce de anlattıklarımız ışığında bunun olanaklı
olduğunu görmemiz, göstermemiz mümkün değildir.
Aynı tür düşünce yapısında
olanlar, kendi aralarında bir ölçüde tatminkar bir yaşam sürmeleri olanaklıdır.
Kişinin, toplumdan gelen ve
kendisinin belirlediği gerçekler arasında bir uyum varsa karar vermesi zor
olmayacaktır; ve fakat iki tür gerçekler arasında uyum yok ise ne olacaktır?
İşte o zaman kişinin kendisi ile çatışması konu olabilecektir. Kişinin kendine
ait gerçekleri arasında uyumsuzluk olması halinde ne olur? Pratikte iki
olasılık belirir: Kişi ya toplumdan gelenleri yok sayarak kendi gerçekleri ile
yaşamını sürdürmeyi yeğleyebilir; ya da toplumun gerçeklerine öncelik
verebilir. Birinci durumda, toplum ile uyumsuzluk, ikinci durumda ise kendi ile
barışık olmadan yaşama durumu ortaya çıkar.
Çözüm ne
olacaktır?
Buraya
kadar anlattıklarımız ışığında, çözüm üretebilir miyiz?
Tek ve kesin doğrunun, buradaki
tanım ile gerçeğin olmadığını anlamamız çözüm için ön şartı oluşturmaktadır.
Ayrıca, içinde bulunduğumuz toplumun gerçeklerinin de zaman ve mekan değişkenlerine
bağlı olduğunu anlamamız gerekmektedir. Daha sonra ise, kendi bulduğumuz
gerçeklerin de: Gerek toplumuzdan gelen ve gerekse verilen eğitimden
kaynaklandığını anlamamız ve tamamen kendi kişisel buluşumuz olmadığının
bilincinde olmamız gerekmektedir.
Çözüm
şimdi verilebilir:
Gerçek
diye herkese dayatacağımız bir doğru yoktur. Doğrular zaman ve mekana göredir.
Bu bilinçle hem kendi karar vermedeki sorunlarımızla, hem de diğer kişilerle
olan sorunlarımızla başa çıkabiliriz.
Kendi kararlarımızda; toplum
kaynaklı gerçeklerin nedenini ve kendi gerçeklerimizin de nedenini
anlayabilirsek, hangisini öne alacağımızı kolayca görebiliriz. Sorunumuza da
uygun yanıtı verebiliriz. Kişilerle olan sorunlarımızda ise, kendi
doğrularımızı nedenleri ile anlatır ve karşımızdakinin de doğrularını aynı
özenle anlamaya çalışırsak sonuç almamız olanak dahilinde olacaktır; veya en
azından çatışma ortamı yerine karşılıklı görüş alış veriş ortamı üretme
olasılığı doğabilecektir. Çatışmayı önlemek bile önemli bir başarıdır.
Hepimiz biliriz ki ekmek atılmaz
günahtır, yani cezası dinidir ve kesindir. Her kim, bir yerde bir ekmek görürse
öper başına koyar veya en azından ezilmesini önlemek için yerini değiştirir.
Konu dini görünümlü olduğundan, Kuran’a bakalım, O, ne diyor? Kuran bu konuda
hiçbir şey demiyor. Öyle ise bu niye böyle? İnsanımız, o kadar yoksul kalmış
ki, bir lokma ekmeği dahi ziyan etmemesi gerekiyor; bunun için üretilen
formül: “Ekmek nimettir, sakın boşa harcamayın yoksa Allah sizi
cezalandırır, günahtır” şeklinde olmuştur. Zaman ve mekana göre çok olumlu
bir doğru; ama asla gerçek değil.
1950
yılından sonra, çok katlı binalar ve şehirlere kanalizasyonlar yapılmağa
başlayınca, bir feryattır koptu: Ekmek artıkları kanalizasyona gidiyor,
bu günahtır, Allah bizi çarpacak ve her bir olumsuzluk bu günaha
saygısızlığımızdan başımıza gelecektir! Bugün için böyle bir konu yok, fakat o
günlerde bu olay ciddi bir boyutta idi. Kimse, ekmek artıklarının kanalizasyona
gitmesine izin veremez ve sofra bezlerindeki ekmek artıklarını bahçeye atmaya
özen gösterirdi. Burada açıkça görülüyor ki dini kaynaklı gösterilen gerçeklerin
pek çoğu, zaman ve mekana göre geliştirilmiş doğrulardır. Konuları kaynağında
inceleyerek bilgi eksikliğinin giderilmesi ile problemlerin çözümü çoğu zaman
olanaklı kılınabilmektedir.
Şimdi bir
de olayın bir başka boyutuna bakalım. İnsanlar toplum halinde yaşadığına göre,
Hukuk düzeni zorunlu olmaktadır, yoksa insanlar bir arada yaşayamazlar. Bu
hukuk düzenini sağlayacak kurallar nasıl üretilecektir. Eğer kural herkesin
gerçeğine göre üretilecekse, toplumdaki kişi sayısı kadar, kural olması
gerekecektir. Bu ise o toplum hayatında, sadece tek güçlünün hâkim olması anlamına
gelecektir. Bazen aynı görüşü paylaşan toplulukların gerçeklerine göre
kuralların koyulduğu görülebilecektir. Bu durumda da, bir topluluğun diğer tüm
topluluklara hâkim olması anlamına gelecektir. Şayet bir toplum sadece bir
topluluktan oluşuyorsa bir sorun olmayabilir. Ancak, günümüzde bilinen böyle
bir toplum (ulus) yoktur. Toplumlar, veya bir devletin vatandaşları, çok
değişik topluluklardan oluşmaktadır. Bu durumda hepsinin uyacağı hukuksal
kuralları, yasaları nasıl üreteceğiz?
Hangi,
topluluk kuvvetli ise o mu, borusunu öttürecektir?
Bu mümkün müdür?
Bosna ve Kosova örneklerinde de
gördük ki, artık bu tür anlayışı sürdürmek, güçlü olanlar için dahi olanaklı
değildir!
Çözüm
nedir?
Çözüm,
demokrasi: Temsili
demokrasi, seçilenler bir araya gelerek, kuralları belirleyeceklerdir.
Bu yeterli
midir?
Hayır
değildir, bu yolla
çoğunluğun zulmü konu olabilir, bu yüzden insan haklarını içeren anayasa
aracılığı ile her bir kişinin insan olma hakları, güvence altına alınması da
gerekli olmaktadır.
Sonuç:
Benim gerçeklerim bunlardır, diyerek ne kendi hayatımızı ve ne de toplumsal
hayatı sağlıklı sürdürmemiz olanaklı değildir.
Gerçek benim bildiğimden başkası
değildir denildiğinde, bir gerilim doğmaktadır. Açıkladığımız gibi, gerilim
hem kendi yaşamımızda oluşmakta ve hem de diğer kişilerle olan ilişkilerimizde
yer almaktadır. Bu olaya yakından baktığımızda insanların toplumdan edindikleri
bilgilerin tek yanlı olduğu ve bunlara uymayanların toplumları tarafından
cezalandırıldıklarını görüyoruz. Bu tür gerçeklerin önemli bir bölümünün de
dini kaynaklı gibi sunulmasına önem veriliyor. Bu durumda felsefe, dinin bir
alternatifi olma özelliğini yitirmiş oluyor.
Şayet bir toplum dini kuralları
terk ederek, bir ideoloji ile yaşamayı seçmişse, sonuç yine aynı oluyor; bu
defa da dinin yerini ideoloji alıyor. Kurallar insana değil, insanlar
kurallara uymaya zorlanıyor. Her ne şekilde olursa olsun, insan değişemeyen
kurallara uymaya zorlandığında hayat çekilmez hale geliyor. Kurallar ihtiyaçlara
cevap vermek için üretilmeli ve ömürleri bittiğinde yenileri ortaya
konulmalıdır.
Demokrasi ile yönetimde, kurallar
toplumun temsilcilerinin katılımı oluşturulmaktadır; fakat bunların
yürürlükten kalkmasında aynı titizlik gösterilmediğinde, dolayısıyla bir
dayatmacılık ortaya çıkmaktadır. Demokratik yönetimlerde, meclislerin verimli
çalışmamaları halinde bu olaya oldukça sık rastlanmaktadır.
Medeniyet tarihinde: Önce din,
sonra felsefe ve daha sonra da sanat ve bilim ortaya çıkmıştır. İnsanlık önce
din ile tanışmıştır. Toplumlar bugünkü gibi milyonlarla ifade edilecek kadar
kalabalık değildi ve birer topluluk halinde idiler. İlk toplulukların kendi
dinleri aynı zamanda felsefeleri ve aynı zamanda da ideolojileri olmakta idi.
Bu da o devirlerde bir sorun üretmiyordu. Zamanla toplumlar kalabalıklaşınca,
aynı toplumda (ulusta) birçok topluluk bir arada olmaya başlayınca sorunlar
meydana gelmeye başladı.
Yurdumuzda
en önemli konu; “FELSEFE, DİNİN BİR ALTERNATİFİDİR” görüşünün kabul
görmemesidir. Felsefenin,
dinin bir alternatifi olduğunun toplumca benimsenmesi pek de kolay
görünmemektedir.
Kuranı incelediğimizde görürüz ki,
Kuran diğer, din ve felsefelerin varlığını görmezlikten gelmemektedir. Aksine,
hem var olanlar için ve hem de geçmişten örnekler vererek onların her biri ile
yüzleşmeye özen göstermektedir. İslam, kapalı bir toplum içinde oluşmamış,
aksine her çeşit din ve felsefe akımına açık, bir ticaret şehrinde Mekke’de
hayat bulup gelişmiştir. Bu da şunu
gösterir ki “felsefe dinin bir alternatifidir (seçeneğidir)” görüşünü Kuran öngörmektedir.
Bir toplumda, kuralar koymak
gerekli olduğuna göre, bu kuralları hangi din, ya da hangi felsefeye göre
koyacaksınız?
Birini öne alırsanız diğerini
benimseyenler bu kurallara uyarlar mı?
Şayet toplumdakiler, dinlerini
aynı zamanda felsefeleri yaptıklarının bilincinde olurlarsa ve felsefelerini
din yapanlar da başka felsefelerin bulunabileceğini kabul ederlerse, çözüm çok
kolaylaşacaktır. Demokratik bir sistemle konacak kurallara, uymak zorunluluğunu
toplumun çoğunluğu kendinde hissedebilecektir.
Buradan çıkan sonuç şudur: Bir
toplumdaki dinler veya felsefeler; biri diğerinin alternatifi olarak
algılandığı ve bunların, netice de birer inanç meselesi olduğu kabul
gördüğünde, bir çatışma ortamı konu olmayacaktır. Ancak herhangi birisi, din
ya da felsefe, tek doğru tek gerçek olarak dayatılması halinde; çatışmanın kaçınılmaz
olacağı açıkça görülmektedir. Şunu da söyleyebiliriz ki, ideoloji haline
gelmiş felsefi dayatmaların ömrü kısa olmaktadır, ideoloji halini almış dini
dayatmalar ise daha uzun ömürlü olmaktadır. İdeolojiler, komünizm gibi en çok
70-80 yıl yaşıyor ve fakat Hıristiyanlık gibi dini olanlar ise asırlarca
sürebiliyor.
Toplum ne dinden, ne de felsefeden
bir zarar görmüyor. Çünkü her ikisi de insanlara iyilik olsun diye ortaya
konmuştur. Fakat dini veya felsefeyi dayatma aracı yapanlar topluma zarar
veriyor. Zarar veren, dayatmacı görüşleri topluma zorla kabul ettirmek isteyen
insanların tutumudur, yoksa din veya felsefenin kendisi değildir.
Sh: 48-70
Tutuculuk, günü geçmiş doğruları
yürürlükte tutuma çabasıdır. Daha önce de açıkladığımız gibi, doğrular zaman ve
mekana bağımlı olarak değişim içindedirler. Bir topluma ait kurallar, toplumun
değişimine paralel olarak üretilemiyorlarsa, mevcut kurallar orada bir tutuculuk
ve bir baskı oluşturarak, insanları tedirgin etmektedir. Bugün toplumsal
değişim çok daha hızlı yaşandığından, buna bağlı sorunlar da geçmişe göre çok
daha fazla etkinlik göstermektedir.
Tutuculuğu ortadan kaldırmak olası
mıdır?
Toplumsal bir olgu olduğuna göre,
tutuculuğun etkinliği de toplumun tutumuna bağlıdır. Gerek kendi coğrafyasında
ve gerekse dünyada gelişen olaylarla, sorunlarla ilgilenen ve bunların güncel
çözümleriyle bilgilenen toplumlarda, tutuculuğun etkisinin en alt düzeyde
olması olanaklıdır. Toplum yönetimi hem kendi yurttaşlarından ve hem de
dünyadan kopuksa, tutuculuktan kurtulma olasılığı çok alt düzeyde olacağı da
açıktır.
Bütün toplumlarda bir miktar
tutucu bulunacağı bilinmektedir. Tutucular da bir toplumun vazgeçilmez tamamlayıcı
kısımlarıdır, yeter ki tüm toplumu frenleyip değişimini engellemesinler.
Bu tutucu tutumun altında yatan
nedenler nelerdir? İnsanların düşünce sistemleri; ya toplumun verdiği eğitimle
ya da kendi üretimleriyle oluşmaktadır. Değişimin nasıl bir sona gideceğini
kestiremiyorsa, insanın durumunu bozmamak için değişime direneceği açıktır. Bir
de bu tutumun ticaretini yapan politikacıların varlığını görmezlikten
gelemeyiz: Onlar, toplumdaki bu tür kişilerin tutumundan yararlanarak, siyaset
yapmak istemektedirler; dolayısıyla tutuculuğu benimser görünerek
genişlemesine olanak tanımaktadırlar.
Tutuculuk
deyince aklımıza hemen, tutuculuk din ilişkisi gelmektedir. Öncelikle şunu
belirtelim ki din deyince İslam'ı anlıyoruz ve Kurandaki İslam’ı benimsiyoruz.
İnsanlık tarihine baktığımızda;
önce din, sonra felsefe daha sonra bilim, sanat, ekonomi ve teknolojinin
geliştiğini görüyoruz. İnsanlık önce din ile tanışıyor ve sonra arkadan
diğerleri geliyor. Toplumlar, ise bugünkü gibi ulus devlet büyüklüğünde değil;
birkaç kabileden oluşan topluluklar durumunda. Topluluklar için de; gelenek,
görenek çok önemli ve bunlarla idare ediyorlar. İlk çağlarda ise şehir
devletleri gelişiyor. Yönetim gelenek göreneklere göre olmakla beraber, bazı
felsefi görüşler de var. Toplumun gelenekleri ve dini, yönetimin de en önemli
etkenleri oluyor. Daha sonraki çağlarda ise, artan nüfus ve genişleyen
coğrafyada din, yönetimin kurallarını belirlemede en önemli yere geliyor. Batı uygarlığının aydınlanma (yani insan aklının, tanrı buyruğunun
yerini alması anlayışı) çağı ile
birlikte yönetim kurallarını belirlemede, önemli değişim de başlamış oluyor. Bugünkü
anlamada demokratik laik, dünyevi yönetim şekli ancak ikinci dünya harbinden
sonra anlamlı yerini alabiliyor. Aydınlanma ile demokratikleşme arasında beş
asırlık bir zaman dilimi var, oldukça uzun bir süre.
Bu kısa açıklamayı, din olgusunun
insanlık için ne derece etken olduğunu vurgulamak amacıyla gözden geçirdik.
Evrendeki varlıların fonksiyonları
kendi yapılarında (fiziki özelliklerinde) bulunmaktadır. İnsan ise
fonksiyonunu belirlemede serbesttir. İşte bu serbestlik tanrı tarafından
insana verilmiştir. Fakat, belki de haksızlık yapmamış olmak için, ilk medeni
insandan (Adem’den) itibaren, insana kendi cinsinden elçiler aracılığı ile de
Allah devamlı uyarıda bulunmuştur. Bugünün uyarıcısı ise Kuran’ın kendisidir ve
bir ölçüde de Kuranı anlatmaya çalışanlardır. Dileyen bu uyarılara uyacak,
Kuran’a gidecek ve insan olmanın güzelliğini hem yeryüzünde ve hem de
bildirilen gelecekte (ahrette) yaşama olanağına kavuşacaktır. Ancak, insan bu
uyarılara uymama olanağına da sahiptir. Uyarılara aldırmayanlar da gelecekteki
cezalarına da katlanacaklardır. Bu uyarılara uymayanlar hep olmuştur, Âdem,
cennete Allah’ın uyarısına uymadığından cennetten çıkarılmıştır; yeryüzünde
ise Allah’tan af dileyerek, tekrar tanrısal uyarılara bağlı kalacağını beyan
etmiştir.
İnsanların
bir kısmı bu tanrısal uyarıları benimsemezler ve kendi akıllarına göre kurallar
ortaya koyarlarsa; bu defa da bir felsefe, düşünce daha doğrusu insanların
işlevlerini belirleyici öğütler ortaya koymuş olurlar. Böylece dinin
alternatifi olan bir felsefe meydana getirmiş olurlar. Yani, din dışı üretilen
felsefe, dinin bir alternatifi, bir diğer seçeneğidir.
Orta çağda, Hıristiyanlığın devlet
(Roma İmparatorluğu) tarafından koruma altına alınmasından (324) sonra; din:
Asli işlevi olan insanlara rahmet, iyilik yolunu gösteren bir uyarıcı olma niteliği
dışında, bir de devlet ideolojisi olma görevini, fonksiyonunu üstlenmiş oldu.
Bir sosyal kurum olan din, bir devlet ideolojisi görevini üstlenerek, bir
dayatma aracı oldu. Batı (ya da Avrupa) dinin bu dayatma, dogmatik
özelliğinden çok sıkıntı çekti, neredeyse on asır bu dayatma ile yaşamak
durumunda kaldı. Din tek başına bir yol gösterici bir rahmet aracı iken; devlet
gücü ile birleşince, bir iktidar ve bir işkence aracı oldu ve bugün batıda
üretilen felsefe ve sosyal bilim kavramlarında bu olgu daima ön plana
çıkarılmaktadır.
Olaya İslam açısından baktığımızda:
Ne görürüz?
Medine
site devleti, ilk Müslümanlar tarafından kurulmuş, daha sonra dört İslam Emir’i
(halifesi) tarafından yönetilmiştir. Daha
sonra, Emevi Saltanatı başlamıştır. Emevi Saltanatı Şam’dadır ve Emevi Sultanı,
Bizans siyaset uzmanları ile çalıştığından, siyasetleri de tamamen Bizans
kurallarına göre şekillendirilmiştir. Bunun
anlamı şu olmaktadır; İslam dini artık bir devlet ideolojisidir. Devlete
saygısızlık, dine yani Allah’a isyandır; temel ilke budur. Devleti bir şekilde ele geçiren, artık
nesiller boyu o yönetimin sahibidir ve yönetim onların tanrısal mülküdür,
babadan oğluna geçer ve böylece ömür biter iktidar bitmez. Emevi
iktidarı, İslam Peygamberinin Öz torunları, Hz Hasan, Hz. Hüseyin
Efendilerimizi ve bunların nesillerini, çeşitli dini gerekçeler icat ederek
öldürmüşlerdir. İslam
medeniyetinde bu tür yönetim sistemi yerleşmiş ve devam etmiştir. Bugün
eldeki dini bilgilerin pek çoğu bu görüşün ışığında gündeme gelebilmiştir. Dini
eğitim alanlar ise elbette, dinin geçmişini de öğreneceklerdir. Geçmiş ise, özellikle yönetim konusunda, “din eşittir devlet
ideolojisidir” şeklinde yoğrulmuştur, oluşturulmuştur. Hal böyle
olunca, her kim ki dini eğitim alıyorsa, babadan oğla geçen dini monarşiyi
savunmak konumunda olmaktadır.
Türkiye’mizdeki duruma
baktığımızda, Osmanlı zamanında medreselerde (belli bir dönemden sonra) sadece
din bilimleri (hadis, fıkıh, tefsir ve kelam) okutuluyor; doğa bilimleri,
sosyal bilimler ve felsefeye yer verilmiyor: Okutulanlar ise hep geçmiş eserler
ve onların çeşitli açıklamaları. Yani medreselerde düşünce hayatı tabana
vurmuş, hiçbir yeni düşünce ve yeni eser yoktur. Cumhuriyet dönemine gelince, dini eğitim gözden düştüğünden ilahiyat
fakültesi öğrenci bulamayıp kapanıyor. Yeniden açıldığında ise, kitap
olarak medreselerden ne kaldıysa onlar gündeme geliyor; daha önceki gelenek
devam edip gidiyor. Fakat son senelerde özellikle 1980’li yıllardan sonra,
dini Kurandan öğrenme akımı başladı, gazete ve televizyonların aracılığı ile
yaygınlaşan bu akım geçen yıl (1998) ilk önemli meyvesini verdi. Televizyondaki
bir beyanatında, Ankara İlahiyat Fakültesi Dekanı: “Fakültelerde genelde din tarihini okutuyoruz, bu durum ise, güncel
sorunlara çözüm üretmemizi engelliyor. Bundan böyle daha az tarihi bilgilere
yer vereceğiz ve güncel sorunlara yanıt verecek eğitim dönemine gireceğiz”
dedi. Bu sözler şu anlama gelmektedir: Ezberci eğitimden, aktif eğitime
geçiyoruz, artık daha çok düşünüp, çözüm üreten bir yol, yöntem izleyeceğiz.
Emevi Saltanatından beri yapılmış olan
(eski) dini yorumlara ilaveten, İslam dini yeniden Kurana göre yorumlanmalıdır.
Kuran değişmemiştir ve değişmeyecektir.
Değişen nedir? İnananlarına doğru
yolu gösteren bir öğüt olan dinin kendi işlevine dönmesi; dinin devlet
ideolojisi olma özelliğini yitirmesidir.
Diyanet
İşleri Başkanlığının, esas işlevi vatandaşın din alışkanlıklarına uygun
davranarak, toplu yapılan dini ibadetlere yardımcı olmak ve kendisine
sorulanlara yanıt vermektir. Dini yeniden yorumlama gibi bir girişimin içine
girerek yeni sorunlar üretmek istememesi doğaldır. Çünkü, gelenekselleşen
dininin dışına çıkanları, gelenek taraftarlarının tepki gösterilmesi doğaldır
elbette. Bu yüzden Başkanlığın, her bir soruya, ya da soruna verdiği cevaplar
her zaman eski eserlerin ışığında olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Çünkü
bir devlet kuruluşu olarak, (Osmanlı’dan miras kalan) Hanefi Mezhebi geleneğini
devam ettirme dışında bir işlevi de zaten mevcut değildir. Şeyhülislamlık
makamını yeni bir görünüm ile devam ettiren, Diyanet İşleri Başkanlığından daha
fazla bir şey beklenemez ve beklenmemelidir de.
Kuranı inceleyerek bilinçli olarak
İslam’a inananlar için, geçmişin dini yorumlarının etkisinden kurtulma
olasılığı oldukça yüksektir. İster samimi hislerle, ister mesleki ve isterse
geleneksel yönden dine yakın olanların pek çoğu için, geçmişin dini
yorumlarının etkisinden kurtulma olasılığı çok azdır. İslam dinine yakın olan
kişi, aynı zamanda bu dinin tarihinde var olan şeriat düzenine, bir başka deyişle,
geçmiş Osmanlı dönemine bir hasret duyma eğiliminde olması gerektiği görüşüne
de kapılmaktadır. Bu mutlaka böyledir demiyorum, fakat genel eğilim budur.
Dindar kişi denince de şeriatçı, tutucu ile özdeşleştirilir duruma gelmektedir.
Verilen eğitimin ve basın yayının etkisi ile bu durum son 20 yılda az çok
değişmiştir diyebiliriz.
Doğa hep aynı olayları sergilemeye
devam etmektedir ve fakat bizim bilgimiz ve ilgimiz arttıkça yeni doğa
kanunlarını bularak, doğa bilimlerini geliştirmekteyiz. Tıpkı bunun gibi, İslam
dinin ana kaynağı Kuran hep mevcut, ve hiç değişmeden duruyor, bizim onu
değiştirmeden ve fakat kendi yorum metot ve anlayışımızı değiştirerek: Bugünkü
ihtiyaçlarımıza cevap verecek görüşlere ulaşmamız hep olanaklıdır. Sayıları çok
az da olsa İslam bilginlerinden bir bölümü 12. asırdan sonra da, kendi
dönemlerinde Kurana dayalı yorumlar üretmişlerdir. Şu anda da Kurana göre yeni
doğrular üretme çabası mevcuttur.
Kendi isteği ile İslam’ı seçerek
din değiştirenlerde, İslam’ı Kurana göre anlamanın ne olduğunu en çarpıcı
şekilde açıkça görebiliyoruz.
2000
yılının 4 Ocak Salı akşamı STV’de (Saman Yolu Televizyonunda) 22 yaşındaki Hüda
adını almış bir Hanım Alman kız, canlı yayında kendini tanıtarak: İsteyerek
15 yaşında Müslüman olduğunu ve 7 yıldır İslam’a göre yaşadığını beyan etti.
Diğer insanları da bu güzel din İslam’a davet için en iyi yolun, Müslümanların
Kurana göre yaşayarak, örnek bir insan olmaları gerektiğini belirtti. Kendisi
şarkıcı olduğunu ve bazen saçını açtığını bazen de örttüğünü söyledi. Diğer
Almanlarla ilişkilerini devam ettirmek için, genellikle Almanlar gibi
giyinmeye devam ettiğini ve böylece de birçok insanı İslam’a daha kolay davet
edebileceğini bildirdi. Sıradan bir Alman kıyafeti ile Müslümanlığını başkalarına
bildirince, onlar da demek ki İslam öyle pek fena da değilmiş demeye
başladıklarını anlattı. Bu sıradan tutumu ile İslam'a daha çok taraftar
kazandıracağına inanıyor. İslam’ın daha doğrusu Kuranın asla tutuculukla ilgisi
olamadığını beyan ediyor.
Halen
Almanya’da 600 bin Almanın kendi isteği ile İslam’ı seçtiğini ve gelişmenin
yavaş ancak ümit verici olduğunu beyan ediyor. Bunları
anlatmaktaki amacım; aynı Kuran, aynı din ile ve fakat yorumlamadaki farklı
tutumla, yeni ve değişik sorunlara cevap bulma olasılığının nasıl geliştiğini
örneklemek içindir. Yoksa bir Almanın dediğinin tamamı doğrudur herkes buna
katılsın diyemeyiz. Ancak Kurana dayalı bu görüşlerin tamamına kişisel olarak
katıldığımı vurgulamak isterim. Çünkü İslam, rahmet ve iyilik olarak, her şart
altında ve insani olan her yönden daha yüksek kaliteli bir yaşam standardı
sağlamak üzere inananlarına ulaştırılmıştır. Bu anlayışla ve bu arayışla
Kuranı okuyan kişi kendisi için daima uygun çözümler bulmaktadır. Bu çözümler
kendisi için olduğu kadar, hem diğer insanlar ve hem de çevre için olumlu
yankılar bulabilmektedir.
Burada
çözüm nedir?
Çözüm: Dinin
kaynağı Kurana ön yargılardan arınmış olarak giderek yeniden yorumlar üretmek
ve kendi doğrularımızı kendimizin bulup çıkarmasıdır. İslam’da Kuranın, insanların
işlevlerini belirlemede bir yol gösterici, bir öğüt olduğunu bilerek ve
inanarak dini yeniden yorumlamak bir zorunluluktur. Kuran ne bir anayasa ve ne de bir ideolojinin kitabı değildir. Kuranda
yasaklananların cezasını uygulama yetkisi yalnız Allah’a aittir. Dini
gerekçelerle insanları cezalandırma yetkisini Allah, elçisine dahi
vermemiştir. Dini ceza uygulamaya çabalayanlar, öncelikle Kurana aykırı
davranmaktadırlar. Dini kitaplara ve kurallara dayanarak üretilen kurallar ise
asla, Kuran ve Allah’ın emri değil, bir insanın eseridir. İnsanlar ancak kendi
koydukları yasaların uygulanması konusunda ceza uygulayabilirler. Yasaların dayandırıldıkları kaynak ne
olursa olsun, o yasaların insanların üretimi olma özelliğini değiştiremez.
İnsanların koydukları yasalar, kurallar asla gerçek, yani her zaman ve zeminde
geçerli doğrular olamazlar.
Toplumun, daha önceki nesillerden
gelen din yorumlarının dışına çıkarak ve taklitçilik dönemini geride bırakıp,
akıllarını kullanıp yeni yorumlar üretme sürecine girmesi gerekmektedir. Bu atılımı
yapabilen bir toplumun ise gericilikle bir ilişkisi kalabilir mi? Bunu
yapılmadığı sürece din, güncel hayatın dışında kalarak ve devamlı bir
tedirginlik kaynağı olmaya devam edebilecektir. Oysa İslam bir rahmet, iyilik
kaynağı olduğundan, bu durumun doğrudan Kurana, İslam’a uymayacağı da açıktır.
Denilebilir ki, Kuran tutucuları
uyarmak ve doğru yola çağırmak için gelmiştir. Çünkü ilk vahiy geldiği andan
itibaren, mücadele: Yeni dine inananlarla, tutucular arasında olmuştur.
Mekke’nin alınmasına kadar ilk Müslümanların en belirgin mücadele alanı tutuculuk
olmuştur. İlk inanlar, atalarının dinini terk etmek istemeyen gelenekçilerden
pek çok çekmişlerdir. Kendilerine hiçbir zarar vermeyen ve zaten de verecek
fiziki gücü olmayan Müslümanlara, tutucular hem işkence yapmışlar ve hem de
yıllarca gıda, ticaret ve sosyal ilişki ambargosu uygulamışlardır.
Kuran; Mekke Müslümanlarının (ve
diğer peygamberler ile ümmetlerinin) tutuculardan çektikleri çileleri
anlatmaktadır. Aklını kullanmayan tutucuların, toplumlarında her devirde bir sorun
olduğunu Kuran, asırlarca önceden bize haber vermektedir.
Tutuculuğun kaynağı gibi algılanan
Kuranın, tutuculuktan ve tutuculardan yakınması insana çok çarpıcı gelmiyor mu?
Kuran, tutuculuğun zararından ve
kötülüğünden bahsederek, tutucuların nasıl cezalandırıldığını ve ahrete de
nasıl cezaya uğratılacaklarını da anlatmaktadır.
Kuran ayetlerinden bazı örnekler
vermeğe çalışalım. Burada parantez içindeki ilk rakam sure numarası,
ikinci rakam ise ayet numarasını göstermektedir:
Onlara;
“Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğra yolda
olmayan kimseler idiyseler de mi? (2/ 170)
Onlar,
çirkin bir şey yaptıkları zaman, “Babalarımızı bu yolda bulduk ve Allah bunu
bize emretti.” derler. De ki: “Allah çirkin şeyler emretmez. Bilmediğiniz
şeyleri Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (7/ 28)
Ulusunun
ileri gelenleri, “Doğrusu Nuh’u açık bir şaşkınlık içinde görüyoruz” dediler.
(7/ 60)
Ulusundan
inkar edenlerin ileri gelenleri, “Biz, Hud’un beyinsiz olduğunu görüyor ve
doğrusu Hud’u yalancılardan sayıyoruz” dediler. (7/66)
Onlar
Hud’a, “Bize, yalnız Allah’a tapmamız ve atalarımızın taptıklarını bırakmamız
için mi geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, bizi korkuttuğun şeyi başımıza
getir” dediler. (7/ 70)
Ulusun
cevabı, sadece, “Lut’un adamlarını kasabamızdan çıkarın, çünkü onlar temiz
kalmaya uğraşan insanlardır” demeleri olmuştu. Bunun üzerine Lut’u ve adamlarını
kurtardık. Yalnız karısı geride kalanlardan oldu. (7/ 82 ve 83)
Onlar,
“Siz, Musa ve Harun ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan
çeviresiniz de yeryüzünde büyüklenme siz ikinizin olsun diye mi bize geldiniz?
Biz, sizi tanımıyoruz” dediler. (10/ 78)
Nuh
gemiyi yaparken, ulusunun iler gelenleri yanından her geçtikçe onunla alay
ediyorlardı... (11/ 38)
İbrahim;
babasına ve ulusuna “Nelere tapıyorsunuz?" demişti. Onlar “Putlara
tapıyoruz; onlarla ilgilenip duruyoruz” demişlerdi. İbrahim “Yalvarıp
yakardığınız zaman sizi duyarlar mı veya size bir fayda ve zarar verirler mi?
Demişti.
Onlar:
“Hayır ama babalarımızı böyle yaparken bulduk" demişlerdi. (26/ 70-74)
Onlara:
“Allah’ın indirdiğine uyun” denince “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız
derler. Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa! (31/21)
Daha pek çok ayet, tutuculuk ve
tutucularla ilgilidir ve hepside tutuculuğun yarasızlığını vurgulamaktadır.
Kuran, tutuculuk ve tutucuların
hem kendilerine ve hem de topluma getirdiği olumsuzlukları defalarca göz önüne
koymaktadır.
Tutuculuk ile din genelde eş
anlamlı kabul edilmektedir. Bu temelde doğru değildir. Çünkü her yeni gelen
dine tutucular cephe almışlardır. Yeni din getiren birine, dindar görünüp
aklını işletmeyenler, hep karşı çıkmışlardır. Gerek Hz. İsa’yı ve gerekse Hz.
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i dışlayanlar hep mevcut dinlerinin
ellerinden alındığı gerekçesi ile karşı koymuşlardır. Tutuculuk dine bağlı bir
olgu değil fakat bir toplumsal olgudur. Yeni düşünceler geliştirmeden,
gelenekçilikle yaşama eğiliminde olanlar, toplumun tutucu kesimini oluşturmaktadırlar.
Değişiklik sadece inanç ve düşünce alanların da olsa dahi, insanlar
alıştıklarından ayrıldıklarında kayba uğrayacakları endişesi ile yeni olana
karşı çıkmayı yeğlemektedirler. Burada en önemli etken, yeninin karşı
çıkanlarca öğrenilmek istenmemesi veya yeniyi savunanların yeteri kadar anlatma
çabası içinde olamamalarıdır denilebilir. Ayrıca, köklü değişiklikler getirecek
“inanç ve düşünce” akımlarından, ekonomide ve iktidarda kayba uğrayacaklar
tarafından da etkisiz duruma getirilmesi için çaba sart edildiği bilinmektedir.
Bir toplumda istense de istenmese
de tutucu bir kesim olacaktır. Fakat gerek eğitim ve gerekse bilgi akışı
kanallarını açık tutarak, bu tutuculuğun toplumun değişimini engeller
durumundan çıkarılması bir zorunluluktur.
Genelde, yeni düşünce üretimi
dışında olanlar gelenekçiliği yeğlemektedirler. Asırlardır yeni bir din
gelmediğinden, gelenekçiliği benimseyen kesim, gelenekselleşen dini de aynı
zamanda benimsemiştir. sh: 71-79
Kaynak:
Ali Galip YORULMAZ; Felsefe, Batı Uygarlığı ve Kuran’a Göre GERÇEK NEDİR? ya da
DÜŞÜNCE’ye ÇAĞRI, 1.Basım: Aralık, 2000, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar