FELSEFE İLE TASAVVUF ARASINDA BİR DÜŞÜNÜR OLARAK GAZZÂLİ
Hakikati bulabilme ümidiyle al-Gazzâli,
yaşadığı dönemde etkin olan dört değişik düşünce topluluğunu inceledi. Bunlar
Batiniler, Kelamcılar, Felsefeciler ve Sufîlerdi. Bunlardan ilk üçü onun
aradığı şeyi veremediler. Sonunda kurtuluş yolu olarak sufîliği seçti.
İslam düşünce tarihinde, farklı altyapılardan
gelen önemli sufîler vardır. Bunların çoğu geleneksel eğitim sürecinden
geçmişlerdir. Bazı sufîlerin, sufî olmadan önce, bir dereceye kadar, mantık ve
felsefe ile ilgileri olmuştur. Ama hiçbiri Gazzâli kadar bu bilimlere nüfuz
edememiştir. Gazzâli bir kelama olarak da, felsefeye yakın olmuştur. Hiçbir
kelamcı, felsefeye bu kadar daldığı halde, kendisini onun dışında tutabilmiş
değildir.
Gazzâli, profesyonel bir seviyede felsefeyi
öğrendikten sonra, onu reddeden özel bir kimsedir. Kendisinden önce ve sonra,
din veya başka tutumlar adına felsefeye karşı tavır koyan birçok düşünür gelip
geçmiştir. Ancak bunların hiçbirisi onun kadar özgün onun kadar etkin
olmamıştır. Onların felsefe ve filozoflara karşı ileri sürdükleri tartışmalar
felsefe çevreleri tarafından pek ciddiye alınmamıştır. Bunun da sebebi, bu
kimselerin felsefe kavramlarını yerinde kullanmamaları ve çetrefilli soyut sorunları
iyice kavrayamamalarıydı.
Gazzâli'nin durumu tamamen farklıdır. Makâsıd
al-Falasifa ve Tahafut gibi çok yüksek seviyede eserler yazıp felsefeden
yüz çevirmesi önemli bir olaydır. Bu olay, bu güne kadar hep felsefeci olmayanlar
tarafından değerlendirilmiş, hatta istismar edilmiştir. Felsefeciler ise
bunu çoğu zaman felsefe düşmanlığı veya dogmatizmin savunması olarak ele
almışlardır. Hâlbuki bu vaka, ne bir fakihin istismar edebileceği kadar
derinlikten yoksun, ne de ona bir "mutefelsifin" felsefe
düşmanlığıdır denebilecek kadar peşin hükümlere dayanan ve felsefi içerikten
yoksun bir tavırdır.
Gazzâli, felsefede, aradığını neden bulamadığını ve hangi sebeple tasavvufa yöneldiğini bizzat anlatmaktadır. Bunları kısa ve öz ifadelerle belirtirsek, felsefeden soğumasını, felsefenin temel inançları sarsmasına, tasavvufa yönelmesini de, tasavvufta pratik ve nefis terbiyesinin en önemli şart olmasına bağlamaktadır. Önce Gazzâli'nin felsefe ile ilgili bu iddiasını ele alalım. Felsefe gerçekten temel inançları sarsan bir disiplin midir? Yoksa inançlarla hiç uğraşmaz mı?
Gazzâli, felsefede, aradığını neden bulamadığını ve hangi sebeple tasavvufa yöneldiğini bizzat anlatmaktadır. Bunları kısa ve öz ifadelerle belirtirsek, felsefeden soğumasını, felsefenin temel inançları sarsmasına, tasavvufa yönelmesini de, tasavvufta pratik ve nefis terbiyesinin en önemli şart olmasına bağlamaktadır. Önce Gazzâli'nin felsefe ile ilgili bu iddiasını ele alalım. Felsefe gerçekten temel inançları sarsan bir disiplin midir? Yoksa inançlarla hiç uğraşmaz mı?
Büyük filozofların düşünce seyrini
incelediğimizde çoğunun, farklı ve sistemli düşünmeye şüpheyle başladıklarını
görürüz. Gazzâli'nin kendisi de buna dâhildir.
ŞÜPHEDEKİ TEHLİKE ve FAYDALANMA
Şüphenin etkisinde düşünmek, kişinin ailesi ve
toplumundan aldığı tüm değer yargılarına temkinli yaklaşmasına ve onlara karşı
güveninin sarsılmasına yol açar. Batıl inanç,
tutucu geleneklere, şüpheyle yaklaşım sonucu, bunlara güvenin azalması, kişinin
düşünme macerasında tutarlı ve verimli olması için çok gerekli bir aşamadır.
Ancak, bu şüpheci yaklaşım yalnız bu tür inanç ve geleneksel tutumları ele
alıp onları sarsmakla kalmaz; kişinin tüm ahlaki davranışlarının zemini olan
evrensel kurallara ve toplum yaşamı için gerekli olan dogmalara da yönelir ve
onları sarsar. Bir taraftan yapıcı olurken diğer taraftan yıkıcı
olabilir.
Felsefi düşünceyi kritik düşünce, onu da şüphe
etmek şeklinde tanımlayanlar felsefenin bu olumsuz yönünü kabul etmek
zorundadırlar. Hâlbuki Platon ve Aristo, eski Yunan'da, şüphe etmeyi
kendilerine amaç edinen sofistleri ve diyalektikçileri eleştirirken, felsefe
yapmanın şüphe etmekten ibaret olmadığını ortaya koymaya çalışıyorlardı.
Nitekim, İslam filozofları Meşşâi felsefesi mirasını devralınca, bu iki büyük
filozofun şüpheci filozof ve felsefeye karşı tavırlarını bu mirasın içinde bulmuşlardır.
Yazdıkları eserlerde şüphecilik aleyhinde bilinen argümanlara yenilerini bile
eklemişlerdir.
Durum böyleyken Gazzâli, neden İslam
filozoflarını ve geliştirdikleri felsefeyi şüpheciliğin bu olumsuz yönüyle
itham eder?
Gazzâli'nin bu filozofları ve düşünce
sistemlerini anlayamadığı veya yanlış anladığı varsayımını daha önce
belirttiğimiz gerekçeyle kabul edemeyiz. O zaman soruna farklı bir açıdan
yaklaşmak kaçınılmaz görünmektedir.
Gazzâli'nin bu haklı ithamına Meşşâi
felsefesinde mevcut olan iki zaaf sebep olmuştur.
Bunlardan birincisi Meşşâi filozoflaRIndaki
dogmatik spekülasyondur.
İkincisi ise semavi dinleri felsefî yoruma
tabi tutmalarıdır.
Bu iki özellik sebebiyle ortaya çıkardıkları
felsefe, din ve dini inançlar karşısında yeni bir din ve inanç sistemi
görünümünü almıştır. Böyle bir felsefe dinin, kitleler tarafından kabul görmesi
ve eğitim yoluyla öğretimi gayet zor olduğundan, sadece zararı olur. Mevcut
dini inançları ve kurumlarını kemirmeye başlar. İşte Gazzâli'yi rahatsız eden
ve okunmasını zararlı bulduğu felsefe bu tür felsefedir.
Yukarıda bahsi edilen iki olumsuz unsura
Meşşâi felsefesinde örnek olarak şu hususlar gösterilebilir.
Plotinus'dan devraldıkları sudur nazariyesinin
gayet hayali ve rasyonel açıdan tutarsız olmasına rağmen, ilahi kitaplardaki
yaratılış nazariyesine bir alternatif olarak hareketin zemini olan maddeyi
kadîm sayması, İslam filozoflarını tüm alemin kadim olduğuna götürmüş ve bu
teori, Kur'an’daki yoktan varetme veya zaman içinde yaratma tezine antitez
olarak ileri sürülmüştür. Platon'un Timayos'unda belirttiği ölümden sonra
ruhların halleri ile ilgili nazariyesi, Kur'an’daki ölümden sonra haşir
inancına karşılık olarak ileri sürülmüştür.
Öte yandan ikinci zaafa örnek olarak Farabi ve
İbn-i Sina'nın peygamberliği felsefi terimlerle anlatma çabaları, Sudur
nazariyesinde 10. sırada olan Akl-ı Faal'ı Cebrail, diğer akılları ise diğer
meleklerle özdeşleştirmeleri, İbn Rüşd'ün Aristo felsefesini güçlendirmek amacıyla
Kur'an ayetlerini felsefi tevile tabi tutması gösterilebilir.
Dokuz, on ve onbirinci asırlarda felsefe,
İslam dünyasında, İslam filozofları nezdinde bu iki olumsuz akım yüzünden nahoş
bir görüntüye bürünmüştü. Bu nedenle inanç ve davranış bütünlüğü içinde olanlar
veya böyle bir bütünlük arayanlar, felsefeye ve filozoflara kuşkuyla bakıyorlar
ve onun faydasından ziyade zararlı olduğuna kanaat getiriyorlar. Ancak bu iki
özellik (bunu dogmatik yaklaşım olarak bire indirebiliriz) yalnız İslam
filozoflarının maruz kaldıkları zaaflar değil, tüm Ortaçağ düşüncesi ve
düşünürlerinin ortak özelliğidir. Dolayısıyla İslam filozoflarının bunlardan
kendilerini sıyırmaları kolay değildi. Devir inanç devriydi. Çağ dinlerin
egemen olduğu bir çağdı. Bir filozofun dinle uğraşmaması, asıl meseleye
dokunmaması demekti.
Felsefe, Gazzâli'nin yaşadığı onikinci asırda,
bu şekilde takdim edilince, Gazzâli'nin bundan medet umması, insan-ı kâmil olma
arzusunu burada gerçekleştirmesi mümkün değildi. Bu tür bir felsefeyi, her
filozofun başlangıç dönemine ait bir zihinsel durum olan şüpheciliğin olumsuz
neticeleriyle özdeşleştirmesi de gayet doğaldır. Felsefeyi Meşşâi felsefesi
dışındaki türleri ve yönleriyle bilmesi ve öğrenmesi de mümkün değildi. Buna
hem zamanı hem de Arapça ve Farsça'da mevcut felsefe literatürü yeterli
değildi.
Aslında Gazzâli'nin, felsefenin temeli
addettiği şüpheci yaklaşım, dinleri temelinden sarsan bu düşünce biçimi,
felsefenin amacı değildir. Filozof hakikati bulabilmek için şüphe tekniğini
kullanır. Bu tekniği kullanmadan, gerçeği, gerçek olmayandan nasıl ayırt
edebilir? Bir dindar insan bile, bir noktaya kadar bu mekanizmayı kullanır.
Temel hususlarda ilahi otoriteye başvuran mümin, diğer hususlarda bu ilahi
otoritenin tavrını bilemez ve belirleyemez; dolayısıyla kanaatini kullanıp
verilen iki alternatiften birinden şüphe etmek durumundadır.
Filozof, ileri sürülen kanaatlerin daha
ötesine geçmek, daha evrensel hükümlere varmak için bu kanaatlerden şüphe
edecektir. Bu şüphe onları yok etmek için değil, onların yerine daha genel, daha
içerikli olanlarını bulmak içindir. Bunları bulamayınca ya mevcutların
doğruluğunu kabul eder veya bu konuda kararsız olduğunu ifade eder. Yoksa
tenkit ettiği inançların benzerlerini daha geçerli alternatifler olarak
sunamaz. Bunu yaparsa tenkit ettiği inançlarda ortaya koyduğu eksiklikleri,
alternatif olarak sunduğu hükümlerde de göstermesi gerekir. Bu sebeple filozofun
asıl misyonu inançları yıkmak değil, inançları ikâme etmektir. Başka bir
ifadeyle küçük inançlarla insanları büyütmek, küçük inançlarla küçülmesini
önlemek ve evrenselleşmesini sağlamaktır.
Diğer önemli bir husus, bu evrensel hükümlerin sırf spekülatif, hayali ifadelerden ziyade, insan pratiğini düzene sokan bilgiler olması gerekir. İnsan davranışlarını ve duygularını yönlendirmeyen bilgiler, eksik bilgilerdir. BİR FİLOZOF, FELSEFE EĞİTİMİ VE BİLGİSİ İLE KÂMİL İNSAN OLAMAMIŞSA, BU BİLGİNİN SIHHATİNDEN ŞÜPHE ETMEK, GAZZÂLİ GİBİ, HERKESİN HAKKIDIR. Bu nedenle Gazzâli sufızmi seçerken bu noktayı özellikle vurgulamıştır. Bu, işin amel yönüdür. Nefsin terbiyesidir. Bunu ne fukaha arasında ne de felasifa'de bulabildiğini ifade eder. İşin zor tarafının da bu yönü olduğunu açıkça belirtir. Yani tekâmül için karakter değişimi, şahsiyet değişimi. Bu değişimin yalnız teorik bilgiyle olması mümkün değildir. Bilgiler davranışlara yansımadan insani gerçekliğe kavuşamazlar.
Diğer önemli bir husus, bu evrensel hükümlerin sırf spekülatif, hayali ifadelerden ziyade, insan pratiğini düzene sokan bilgiler olması gerekir. İnsan davranışlarını ve duygularını yönlendirmeyen bilgiler, eksik bilgilerdir. BİR FİLOZOF, FELSEFE EĞİTİMİ VE BİLGİSİ İLE KÂMİL İNSAN OLAMAMIŞSA, BU BİLGİNİN SIHHATİNDEN ŞÜPHE ETMEK, GAZZÂLİ GİBİ, HERKESİN HAKKIDIR. Bu nedenle Gazzâli sufızmi seçerken bu noktayı özellikle vurgulamıştır. Bu, işin amel yönüdür. Nefsin terbiyesidir. Bunu ne fukaha arasında ne de felasifa'de bulabildiğini ifade eder. İşin zor tarafının da bu yönü olduğunu açıkça belirtir. Yani tekâmül için karakter değişimi, şahsiyet değişimi. Bu değişimin yalnız teorik bilgiyle olması mümkün değildir. Bilgiler davranışlara yansımadan insani gerçekliğe kavuşamazlar.
Gazzâli, tasavvufi tecrübesini anlatmaya
çalışırken üç temel özellikten söz eder.
Bunlardan birincisi nefsin kötülüklerden ve
tekamüle engel dünyevi ihtiras ve zevklerden temizlenmesi sürecidir.
İkincisi, bu sürecin sonunda insana arız olan
bazı mistik hallerdir. Bunlar fevkalade sezgiler olarak da nitelenebilir.
Üçüncüsü, bu fevkalade hallerin akılüstü olup
akılla açıklanamaması durumudur.
Bunlardan birincisini felsefi ölçülerle ele aldığımızda
nefis terbiyesini, moral normların, tüm kayıtlardan arındırılıp davranışları
bilfiil yönlendirmesi biçiminde tanımlayabiliriz. Başka bir deyişle, nefis
terbiyesi, pratik aklın tekamülüdür. Pratik aklın disiplin altına alınmasıyla
ortaya çıkan ruhsal haller, Gazzâli'nin deyimiyle "keşifler, teorik
aklın anlayacağı türden şeyler değildir.” Gazzâli, "aklın görevini
algı nasıl yapamıyorsa bu mistik deneyimlerin kavranmasını da akıl
yüklenemez" der. Böylece Gazzâli nezdinde bir bilgi türü olan mistik hal,
akılüstü bir olaydır, ve akıl bunu açıklamıyor diye bunları reddetmenin anlamı
yoktur. Bu durumları akıl açıklamıyorsa geriye kalan yegâne ölçüt, bu hali bizzat
tecrübe etmek ve yaşamaktır. Her insan mistik tecrübeyi göze alamayacağından,
bunun ne demek olduğu ve hangi bilgi kategorisine girebileceği bir soru olarak
kalmaya devam edecektir.
Aslında mistik tecrübe gibi şiirsellik de
teorik akılla açıklanmayacak bir durumdur. Şair duygularından hareketle bazı
universal realitelere işaret eder ve okuyucusu da bunu hisseder, ancak nesir
kalıplan içerisinde bunları ifade etmek gayet zordur. Bu da gösteriyor ki insan,
yalnız teorik yönden değil, pratik ve estetik yönlerden de transendental
alanlara uzanabilmektedir.
Diğer taraftan filozofun asıl sorunu olan teorik
aklın tekâmülü ve arındırılması da kolay bir iş değildir. Teorik aklın
üniversal bilgilere ulaşması için zihinsel bir terbiye ve akli zühdden geçmesi
şarttır. Zihni, kısmi nakıs bilgilerden ve gelenekle geçen, farkında olunmayan
önyargılardan temizlemek, pratik aklın arındırılması kadar zordur.
Bununla varmak istenilen nokta şudur: ETİK
KAVRAMLARI GELİŞTİREMEMİŞ VE DOLAYISIYLA ETİK DAVRANIŞLARINI İNCELTEMEMİŞ BİR
FİLOZOF, NASIL ÖRNEK İNSAN OLAMAZSA, YALNIZ NEFİS TERBİYESİ İLE YETİNEN VE
ZİHİN TERBİYESİ ALMAMIŞ BİR SUFÎ DE ÖRNEK İNSAN OLMAKTAN UZAKTIR. HATTA
İNSAN-I KAMİL OLMAK İÇİN BU İKİ TÜR TERBİYEYE ESTETİK TERBİYEYİ DE EKLEMEK GEREKİR.
İNSAN-I KAMİL BU ÜÇ ALANDA DA ÇİLE ÇEKMİŞ VE TERBİYESİNİ TAMAMLAYABİLMİŞ KİMSEDİR.
Gazzâli ise en az iki alanda mücadelesini başarıyla sonuçlandırmış ender bir
insandır.][1]
GAZZÂLİ’ DE
ŞÜPHE’NİN SSEYRİ
[Gazzâli’nin
kaleme aldığı eserler arasından en dikkate değerlerinden biri -her ne kadar
hacim olarak küçükse de -EL- MUNKIZU MİNE’D-DALÂL isimli eseridir.
Düşünürümüz, elli yaşından soma yazdığı bu eserinde, otobiyografisini tüm
açıklığıyla ortaya koymuş; yaşam öyküsünde, hakikat araştırmasının tüm
safhalarını anlatarak, yaşadığı ilginç ve kıymetli tecrübelerini bugünlere
taşımıştır.
Gazzâli,
içinde yaşadığı tarihi dönem göz önüne alındığında, İslâm toplumunun dini ve
kültürel yapısı, son derece karmaşıktır. Ortaya çıkan birçok mezhep ve dini
anlayış biçimi, İslâmî en iyi kendilerinin anlayıp yaşadıklarım ve temsil
ettiklerini savunmaktadır. O, bu durumu el-Munkız’da şöyle anlatır:
“Biliniz ki
insanların muhtelif din ve mezheplere ayrılması; bir ümmetin, yolları ayrı olan
türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhepler meydana getirmesi derin bir denizdir
ki çokları içinde boğulmuş, pek az kimse ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup
olan kimse, kurtulan kendi fırkası olduğunu zanneder ve bütün sözleri hakikat
olan Rasüllerin yücesi - Allah’ın salâvatı ona olsun - kendi ümmetinin de böyle
olacağını: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinde necat bulan
yalnızca bir tanesidir.” mânasındaki hadis-i şerifinde bize haber vermiştir. O
büyük Peygamberin olacağını haber verdiği şey tahakkuk etti.”[2]
Bir hakikat
araştırıcısı olarak Gazzâli’yi bu farklı düşünce yapılarının ortaya çıkardığı
atmosfer oldukça etkilemiş, bu düşünüş biçimlerini yaşantısının ilk
dönemlerinden itibaren anlamaya büyük bir çaba göstermiştir, el- Munkız’da bu
konuya temas eder:
“
Gençliğimin ilk devresinden itibaren, yirmi yaşına girmeden evvel, buluğa
yaklaştığım zamandan bu güne kadar -ki şimdi yaşım elliyi geçmiştir- bu derin
denizin dalgalarıyla mücadele ediyorum. Cesaretle derinliklerine dalıyorum.
Korkak ve çekingen değilim. Bütün karanlık durumlarla da uğraşıyorum. Her
güçlüğü yenmeye çalışıyorum. Her uçurumu atlatmaya gayret ediyorum. Her
fırkanın itikadım araştırıyorum. Her tâifenin mezhebine ait sırları meydana koymaya
çabalıyorum. Hangisi hak, hangisi bâtıl; hangisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin sünnetine uygun, hangisi bid’at üzerine kurulmuş? Anlamak
istiyorum. Bir bâtıninin içindekini öğrenmek dilerim. Bir zahirinin gittiği
yolun neden ibaret olduğunu öğrenirim. Bir felsefecinin felsefesinin mahiyetini
anlamayı arzu ederim. Bir mütekellimin (İlm-i Kelâm âliminin) fikrinin ne
olduğunu, ne için mücadele ettiğini tetkik ederim. Bir mutasavvıfın iç
temizliğine nasıl eriştiğinin sırrına vakıf olmayı çok isterim. Bir âbidin
ibadetinin ona ne sağladığını incelerim. Allah’ı inkâr eden bir zındıkın bu
inkâra cüret etmesinin sebeplerini araştırırım. Gençliğimin iptidasından beri
hakikatleri kavramaya susamış olmak fıtri bir âdetimdir ”[3]
Gazzâli,
daima Hristiyan çocuklarının Hristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak,
Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetiştiğini görür; hakikat
araştırmasında, içinde yaşadığı toplumun dini inancının, gelenek ve
göreneklerinin engel olabileceğini, bu nedenle hakikat olanla, alışkanlık
üzere olanı birbirinden ayırmak gereğini düşünür. Tek maksadı vardır:
İşlerin hakikatini anlamak ve bilmek.[4]
Hakikatin
bu suretle, daha çocukluğumuzdan itibaren bize öğretilen doğmalardan ibaret
sayıldığına işaret eden Gazzâli’nin aradığı hakikate ulaşmak için ne yapması
gerekirdi? Mademki bütün inançlar ve felsefi sistemler arasında uçurumlar
mevcuttur, böyle bir durumda hepsinden şüphe etmek câiz değil midir? [5]
Gazzâli
bütün bu durumları düşündü, ölçtü ve sonunda bir taklidi diğer taklitten üstün
tutmanın ahmaklık olduğu sonucuna vardı. Gerçek ve kesin bilginin şüpheye
ihtimali kalmayacak biçimde açığa çıkacak bir bilgi olduğunda hiç kuşkusu
kalmadı. Öyleyse kesin bilgiye ulaşmak için bütün bilgilerini temelden kurmak
gerekiyordu.[6]
“Nihayet
anladım ki (yakîn) reddesine varan bilgilerde bilinen şeyin asla şek götürmeyecek
derecede anlaşılmış olması gerekir. Bunda yanılmış olmak, vehme kapılmak
ihtimali vârit olmaz. Kalb, böyle bir ihtimale imkân vermez. Hatadan emin olmak
için (bilgi) o suretle kuvvetli olmalıdır ki mesela birisi o bilginin bâtıl
olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, değneği ejderha yapmak suretiyle
de dâvasının doğruluğuna delil gösterse, bu keyfiyet o bilgi sahibine şek vermez. Ben on sayısının ‘üç’ ten büyük
olduğunu bildiğim halde, birisi “hayır ‘üç’, ‘on’dan daha büyüktür. Sözüme
inanmanız için de şu değneği ejderhaya çevireceğim.” dese ve dediğini yapsa,
ben de görsem, bu yüzden bilgimde bana şek arız olmaz. Ancak o adamın bunu nasıl
yaptığına şaşarım. Yoksa bildiğim şeyden şüphe etmem...Sonra anladım ki, bu
tarzda bilmediğim, bu suretle (yakîn) hasıl etmediğim her bilgi itimada şayan
değildir, hatadan emin olamaz. Hatadan emin olmayan bilgi de yakîn ifade
etmez.”[7]
el-Munkız’dan
aldığımız bu ifadelerle Gazzâli’nin, kendisinden kesinlikle herhangi bir şüphe
edilemeyecek olan apaçık bilgiyi aradığım, yalnızca bu tür bilgilere
güvenilebileceğini ve bu tür bilgilerle hakikat araştırmasının yapılabileceğini
düşündüğünü anlıyoruz. Taklidi redle başlayan şüphesi gittikçe büyüdü.
Edindiği hissi ve zaruri bilgiler üzerinde düşünmeye başlayarak, ilkin duyular
yoluyla elde edilen bilgilerin sağlam ve inandırıcı olamayacağı sonucuna vardı:
[8]
“Sonra
bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende hissiyat ve zaruriyattan (Vehim
ifade eden mukaddimelerden tertip edilmiş delil) başka böyle bir bilgi yok.
Dedim ki şimdi bende hâsıl olan yeisten sonra hissiyat ve zaruriyattan ibaret
olan bedihi bilgilerden başka müşkülleri çözecek bir vasıta kalmadı. Öyle ise
ilkin bu bilgileri inceleyerek kuvvet derecelerini anlamalıyım. Tâ ki mahsusata
(duyularımızla hissettiğimiz şeyler) olan güvenim, zaruriyatta yanılmaktan emin
olmaklığım; taklide dayanan eski bilgilerimle birçok kimselerin ispata dayanan
bilgilerindeki emniyet cinsinden midir? Anlaşılsın. Çok ciddi bir gayretle
mahsusat ve zaruriyat üzerinde düşünmeye, bunlarda nefsimi şüpheye düşürmek
mümkün olup olmadığını aramaya başladım. Uzun müddet şüpheden ileri gelen
araştırmalardan soma mahsusatta hata olmayacağına emin olmayı nefsim kabul
etmedi. Bu hususta düştüğüm şek kuvvet buldu.[9]
İnsanların
duyularla elde edilen bilgiyi kendilerine dayanak almaları nedeniyle farklı görüşler
otaya çıkarmaktadır ve insanlar bu bilgilenme biçimi ile bir çok konuda
anlaşamamaktadır. Gazzâli’nin şüpheye düşmesinin temel nedenlerinden biri,
duyularla elde edilen bilgiye güvenmemesidir. O, duyular vasıtasıyla elde
edilen bilgiyi güvenli bir bilgi olarak kabul etmez, hakikat arayışına salt bu
bilgiye bağlı kalarak ulaşılamayacağını anlar. el-Munkız’da bu bilgilere
güvenilmeyeceğine örnekler vererek açıklamalar getirir.
“İçim
diyordu ki, mahsusata nasıl güvenilebilir. Bunların en kuvvetlisi göz
hassesidir. Bu hasse gölgeye bakar, onu sabit, hareketsiz görür. Onda hareket
olmadığına hükmeder. Bir müddet soma tecrübe ve müşahede ile anlar ki o,
hareket ediyor. Ancak o hareket birdenbire olmayıp tedriç ile zerre zerre
oluyor. Onda sabit olma durumu görülmüyor. Göz yıldıza bakıyor. Onu bir altın
lira büyüklüğünde görüyor. Hâlbuki hendesi deliller, onun üzerinde bulunduğumuz
küreden daha büyük olduğunu gösteriyor. Mahsusatta bu gibi hallerde his hâkimi
hükmediyor. Fakat akıl hâkimi müdafaasına imkân olmayacak şekilde tecrübe ile
yalanlıyor.”[10]
Gazzâli’nin
duyu verilerinin yakini bilgiyi elde edip edemeyeceği konusundaki şüphesini
haklı göstermek için yeterli sebepleri vardır. Çünkü duyular ve duyu organları
bizim dış dünyaya açılan pencerelerimizdir. Fiziki âlem hakkındaki (Gazzâli
buna mülk ve şahâdet âlemi, maddi âlem de diyor) bilgiler bize duyular
aracılığıyla ulaşır. Duyular bu esnada kendilerine özgü soyutlama yaparlar.
İşte bu soyutlama sonucu elde edilen bilgilerin güvenilirliği ve doğruluğu
hakkında tereddütler vardır. Yani duyu verileri dış dünyayı bize ulaştırırken
ne kadar kesin, hata ihtimalinden, şüpheden ve hatta şüphenin varlığı
düşüncesinden bile uzak olarak ulaştırmaktadır.[11]
Gazzâli’nin
rüya ile ilgili düşündükleri de bu şüpheyi arttırır:
“Uykuda bir
takım şeylerin varlığına inanıyorsun, bir takım halleri tahayyül ediyorsun. O
durumda onlar hakkında hiç bir şekke düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun
ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken
hissin, yahut akim delâletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin
olabilirsin? Vakıa o itikat, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lâkin
mümkünür ki sana diğer bir hal arız ola ki onun uyanıklığına nisbeti senin
uyanıklığının uykuya nisbeti gibi olsun, uyanıklığın o hale izafetle uyku
sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklına tevehhüm ettiğin her şeyin hayal
olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın.”[12]
Gazzâli,
böylece Antik dönemde, Yunan şüpheciliğinin öncüsü olarak bilinen Sofistlerde
görülen türde bir şüpheye düşmüştü. Ne duyularla elde edilen bilgi ne de
akıl mahsulü olan bilgiler ona güvenilir gelmiyordu; onu kandıramıyordu:
“Bu
vesveseler içime doğunca kalbimde yer etti. Buna bir ilaç aradım, fakat
bulamadım. Çünkü bu vesveseleri ancak delil ile giderebilirdim. Delil de ancak
bedihi dediğimiz bu bilgilerden meydana gelebilirdi. Bu bilgiler müsellem
(kabul edilmiş) olmayınca, onlardan delil tertip etmek de mümkün olmadı. Bu hal
güç iyileşen bir dert gibi iki ay kadar içimi kemirdi. Durum itibariyle safsata
mezhebine saplanmıştım. Fakat kimseye bundan bahsetmiyordum.” [13]
Buradan da
anlaşıldığına göre, Gazzâli, şüphesinin basit bir tercih olarak ortaya çıkmadığını
ortaya koyar. Bu şüphe, insanın kendi kontrolünün dışında, sağlıklı düşünme arzusundan
ortaya çıkar.[14]
el-Munkız’dan
anladığımıza göre, Allah Teâlâ’nın rahmeti Gazzâli’nin imdadına yetişti de
aklın durumunu ona, şüphe ve vesveselerin bulandırdığından başka bir şekilde
gösterdi. Artık akıl ona, daha önce bulunduğundan başka bir tarzda göründü:
Yani gerçeklerin araştırılmasında güvenilmeye lâyık bir araç olarak.[15] Söz
konusu eserinde şöyle ifade eder:
“Nihayet
Cenabı Hak Beni o hastalıktan kurtardı. Nefsim sıhhat ve itidale döndü. Zaruriyat
dediğimiz bilgilerin kabule şâyan, güvenilir olduğuna emin oldum. Bu emniyet,
delil tertip ve tanzim etmek suretiyle hâsıl olmuş değildi. Ancak Cenabı Hakkın
kalbime attığı bir nur sayesinde olmuştu. Bu nur birçok bilgilerin
anahtarıdır.” [16]
Yukarıda da
ele almaya çalıştığımız gibi Gazzâli, İslâm düşüncesi tarihinde duyular ve
akıldan ilk defa sistematik olarak şüphelenen, onları ciddi bir tahlil ve
tenkitten geçiren düşünür olarak karşımıza çıkar. O, bilgiyi; imkânı, gücü,
sınırı gibi bütün yönleriyle ele alırken konuyu ciddi bir tarzda problem olarak
koymuş ve çözmeye çalışmıştır. Buradan hareketle Gazzâli felsefesinin temelini
bilgi probleminin oluşturduğu gibi bir sonuca varılırsa, mübalâğa edilmiş olmaz
sanırız. Şayet o, gelenekleşmiş bilgi anlayışı içinde kalsaydı, sıradan bir
düşünür olmanın ötesine geçemeyebilirdi. Fakat o, düşünce sisteminde olabilecek
boşlukların bilgi meselesinden kaynaklanabileceğini, sağlam ve güvenilir bilgi
üzerine kurulu bir düşünce ve inanç sisteminin her zaman ve her yerde
savunulabileceğini çok iyi bir şekilde tespit etmiş görünür.[17]][18]
[1] Yasin CEYLAN
[2] Gazzâli,
el-Munkız, s. 14.
[3] Gazzâli, el-Munkız, s. 14 -15.
[4] Gazzâli, el-Munkız, s. 15 -16.
[5] Yıldırım Kazım, Muyiddin İbn’ül Arâbi ve
Sistemi - Gazzâli, Sühreverdi, Konevi, Mevlâna ile Mukayeseler-, s. 15,
Basılmamış doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1989.
[6] İzmirli İsmail Hakkı, İslamda Felsefe
Akımları, s. 177, Yayına hazırlayan: Ahmet Özalp, İstanbul, 1995.
[7] Gazzâli, el-Munkız,s.l6.
[8] Çubukçu İ. Agah, Gazali’de Şüphe, s.98,
İstanbul, 1996.
[10] Gazzâli, el-Munkız, s. 18.
[12] Gazzâli, el-Munkız, s.19.
[13] Gazzâli, el-Munkız, s.20
[14] Hodgson
M.G.S, îslâmın Serüveni, terc.B.Çetinkaya-M.Şeviker, s. 198, İstanbul, 1993.
[15] Dünya
Süleyman,İmam Gazâli ve İman-Küfur Sının,tere. A.Turan Arslan,
s.99,İstanbul,1992.
[16] Gazali,
el-Munkız, s. 20.
[17] Taylan Necip,
Gazzâli’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, s.24, İstanbul, 1989.
[18] ARDIÇ Tarık
Fatih Gazzâli Ve Descartes’ta Metodoloji Sorunu, [Kitap]. - Yüksek Lisans Tezi
97183- İstanbul : [s.n.], 2000, s.12-18
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar