FELSEFÎ TASAVVUF
Hicri
III. ve VI. asırlarda tasavvufla ilgili, biri Sünni diğeri felsefi iki düşünce
ortaya çıkmıştır.
Birincisi
H. V. asırda devam etti. İkincisi ise başlangıçta unutuldu ve ancak H. VI. VII. asra kadar ortaya çıktı. Bazı
araştırmacılar, tasavvufta bir başka eğilimin var olduğu görüşündedirler ki o
da, Keramiyyede sonra da tasavvufa eğilim gösteren olan selef alimi el Herevi el
Ensaride görülen selefi yöneliştir. Sonra tasavvuf bizzat İbn i
Teymiyyede tezahür etmiş ve o da kendi tarikatında tasavvufla ilgili en güzel
eserleri yazmıştır. Sonra bu tasavvuf, öğrencisi İbn ül Kayyim’de mükemmel ve düzenli şeklini
almıştır. ( Dr. Ali Sami en Neşşar:
Neş'etul Fikril Felsefi fil
İslam (İslamda felsefi düşüncenin doğuşu ), 3. cüz )
Felsefi
tasavvuftan kastedilen; taraftarlarının tasavvufi eğilimlerini akli görüşleri
ile mezcetmeyi amaçlayan düşüncedir.
Tasavvufun
bu yönü felsefeyle karışık olduğundan, ona birçok yabancı felsefeler de girmiştir.
Gerçi bu durum onun karakterine bir olumsuzluk getirmez; çünkü onun
mutasavvıfları bu kültürleri hazmetmişler fakat iyin zamanda müslüman
oluşlarını nazarı itibara alarak mezheplerindeki bağımsızlıklarını muhafaza
etmişlerdir. Kendilerine yabancı mezheplerle İslam arasında uzlaştırmaya
yönelik çabalan bize bunu açıklamaktadır ki, onların bu çabalan yazdıkları
eserlerinde gayet açıktır,
Eserlerinde
felsefi ıstılahlar ve yabancı rumuzlar kullanmaları, başkaları nezdinle görüşlerinin
anlaşamamasına sebep olmuş; meselelerini anlamak için, zorlu çabaları ihtiyaç
haline getirmiştir. Onların eserlerine muttali olanların çoğu, mana ve
mefhumlarından kastettiklerinin tam tersini anlamaktadır. Bu da o
mutasavvıfların, İslam’dan çıkmak ve doğru yoldan sapmakla itham edilmelerine
sebep olmaktadır
Filozof
sufilerin eserlerini müzakere edenler iki gruba ayrılmaktadır:
Birinci
grup, bu sufilerin sağlam İslam akidelerinden saptıkları
görüşünde olup onları küfür, zındıklık ve dinden dönme ile itham etmişlerdir.
Günümüze kadar önem arz eden ithamların, bu sufilere ithamda bulunanların
görüşlerine dayandığını görmekteyiz ki ithamlar da müslümanlar arasında nesilden
nesile miras kalmış şeyler haline gelmiştir.
İkinci
grup ise filozof sufilerin eserlerini yeterince etüd ve
bilinçli tahlil ettikten sonra, onların özellikle de, yaratıcı ile yaratılanı
eşit saydığı ve bütün dinler arasında ayrımın bulunmadığını ileri sürmekle
itham edilen Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin dinden sapan kişiler
olmadıkları görüşünü savunanlardır.
ARAŞTIRMACILARA
GÖRE «FELSEFİ TASAVVUF » KAVRAMI
Burada
Felsefi tasavvuftan maksat, İslami anlamdaki felsefi tasavvuftur.
Çünkü tasavvufa genel olarak baktığımızda, "dini " ve "
felsefi" olmak üzere ikiye ayrıldığını görürüz.
Dini
tasavvuf, ister semavi isterse doğulu eski dinler olsun, bütün dinlerde ortak
bir olgudur.
Felsefi
tasavvuf, epey eski devirlere uzanmaktadır. Doğu dünyasında, yunan felsefi mirasında,
orta ve yeniçağlarda Avrupa’da tanınmaktaydı. İçinde yaşadığımız yüzyıl bile,
İngiltere’de Berkly, Fransada Bergson gibi sufi eğilimi olan Avrupalı
filozoflardan felsefi tasavvufun rastlamaktadır.
Dini
tasavvuf, hıristiyan ve müslüman sufilerde olduğu gibi, zaman zaman felsefeyle
bağdaşmıştır, keza kimi filozoflarda rasyonel eğilim ile sufi eğilim arasında
da bazen bir uyuşma meydana gelmiştir.
Bu
çalışmamızdaki konumuz, İslami manadaki felsefi tasavvuftur. Ki O da İslami
tasavvufun kısımlarından veya İslam’daki tasavvufa olan eğilimlerden biridir.
Çünkü tasavvufu inceleyen ilim adamlarından bazıları, çalışmalarında bu hususa
işaret etmişlerdir, el Hayatu-r ruhiye fil İslam (İslamda Manevi
Hayat) adlı kitabıyla Prof Dr. Muhammed Mustafa Hilmi, medhal
ilat Tasavvufu İslami (İslam
Tasavvufuna Giriş) isimil eseriyle hocamız Prof. Dr. Ebul Vefa el
Ganimi et Taftazani, Neş'etul
Fikril Felsefi fil İslam ( İslamda felsefi Düşüncenin
Doğuşu ) adlı çalışmasıyla Prof. Dr. Ali Sami en Neşşar bunların başında gelmektedir.
Prof
Dr. Muhammed Mustafa Hilmi çalışmasında, İslamdaki Sufi hayatta, birisi halis
İslami karakter diye ifade ettiği katıksız İslami olan iki eğilimin var
olduğuna işaret etmektedir.
Yunan
kaynaklı nazariye ile İslami anlamdaki ruhi hayatın kaynakları hakkındaki
nazariyelerden bahsettikten sonra şöyle demektedir:
İşte
bu nedenle halis İslami karakter ilk zahitlerin yaşantı ve sözlerinde, eski
mütekaddim sufilerin de riyazet ve gidişatlarında ağır basmaktaydı.
Ondan
sonra gelip, tasavvufta ilerleme ve gelişme yolunda büyük adımlar atmış olan ve
bu vesileyle daha çok İslam dinin felsefesine benzeyen bir anlayış ortaya koyan
sufiler, geriye bıraktıkları manzum ve mensur eserlerinde felsefi öğretilerin,
ıstılahların izlerini gördüğümüz Teozofistler (İlahiyatçı Filozof sufiier) dir.
Prof
Dr. Ebul Vefa el Ganimi et
Taftazaninin, aynı eğilimleri kendi çalışmasında şöyle ifade ettiğini
görmekteyiz :
Zikrettiğimiz
sufi filozofların ortaya çıkmasıyla İslami tasavvufta iki eğilim oluştu. Bunlardan
birincisi, Kuşeyrinin Risalesinde zikredilen mutasavvıfların temsil ettiği
sünni eğilim. Bu gruba dahil olanlar özellikle III.ve IV . yüzyıl sufileri,
sonra İmam Gazali, sonra da onları takib eden büyük tarikat şeyhleridir.
Bunların hepsinin tasavvuflarında ahlaki ve ilmi karakter ağır basmaktaydı.
İkinci eğilim ise, tasavvuflarını felsefeyle mezceden sufi filozofların temsil
ettiği felsefi eğilimdir.
Dr.
Ali Sami en — Neşşar sözkonusu eğilimleri arttırmış ve sünni, selefi, felsefi
olmak üzere üçe çıkarmış ve onları şöyle tanımlamıştır:
Tasavvufun
üç kısma ayrıldığını görüyoruz :
a)
Zühdle başlayıp tasavvufla devam eden ve ahlaka ulaşan sünni kısım:
Onu
mükemmel şekline Ebu Hamid el Gazali sokmuş ve bu Ehli Sünnetin yolu olmuştur.
Bazen onu Ehli sünnet vel cemaat çevresinde fıkıh ve ibadetlerde, teorik
itikadi meselelerde özel bir mezhep şeklinde temayüz eden İslami bir fırka
olarak görmekteyiz.
Bunu
şerh ediyor ve şöyle diyoruz: tasavvuf Kur'andan ve sünnetten, Hz.
Peygamberin ve sahabilerin yaşantısından bir zühd hayatı çıkarmaya başladı.
Sonra bu hayat tasavvuf oldu. Bilahare tasavvuf, ilmi kaidelerle karşı karşıya
kalan bir ilim oldu. Halefin mezhebi olan Eş'ariler, Ebu hamid el Gazaliden
itibaren tasavvufa kucak açtılar. Neticede tasavvuf, halefin süsü oldu. Fakat
müteahhir seleften olanlar, Eş'arilerdeki bu ahlaki tarza saldırıya geçtiler ve
Ehli sünnet vel Cemaat mezhebinin sufi bir hayat tarzına
boyun eğmesini kabul etmediler. Ancak bu arada onlar tasavvufun Ebu Hamid el
Gazalide ve Eş'ari ekolünde kitap ve sünnetin alanı içindeki bir şey olduğunu
da unutmuş göründüler.
b
) Selefi kısım : Bu eğilim önce Kernamilerde, sonra da tasavvufa
boyun eğip onda derinleşen selef kadim ve eski alim el Herevi el
Ensari (Ölm.) de açığa çıktı. Söz konusu tasavvuf daha sonra da
bizzat İbni Teymiyyede net şekilde kendini gösterdi. İbn Teymiyye kendi
üslubuyla tasavvuf hakkındaki en güzel eserleri yazdı. Kendisinden sonra ise
kamil manada intizamlı şekilde öğrencisi İbn
ul Kayyimde kendini gösterdi.
c
) Felsefi Kısım : Önce zühd, sonra tasavvuf, ondan sonra da felsefe
ortaya çıktı. Daha doğru bir ifadeyle tasavvuf ilk merhalesinde mefhumlarını ve
hakikatlerini Kur'an ve sünnetten almaya başladı; sonra da tasavvuf merhalesine
intikal etti. İlki uygulama merhalesi iken, ikincisi uygulama ve teori
merhalesiydi. Ki bu merhalede sufiler hazlar, heyecanlar, tatların muhatab
olabileceği tehlikeler ve tasavvuf yolunun aşamaları hakkında konuştular.
Fakihlerin ve kelamcıların dini manalara yaptıkları tefsirlere mukabele eden
karşı tefsirler koymaya başladılar. Tasavvuf seyrine devam ve neticede Ehl i
Sünnet vel Cemaat nezdinde ahlaka; onu Yunan ilimleri, eski doğuluların, Hintli
Veda, Yoganın hikmeti ve Hint kültürünün bütünüyle mezceden bir grubun nezdinde
de bir felsefeye dönüştü.
Bunun
hepsini, dışı İslami, içi ise gayrı İslami bir felsefe şekline koydular.
Dr.
Ali Sami en Neşşar
bu noktaya da şu sözleriyle açıklık getirmiştir :
Hintli Vedadan, Fars İşrak ekolünden aldılar.
Eflatunun
feyzinden meded umdular.
Eflatun
ve Aristodan alıntılar yatılar.
Hürmüzün
eserlerinde önemli bir kaynak buldular.
Neticede
en önemlilerini hulul (ruhun bir başka cesede geçmesi ) ile vahdet-i vücudun
oluşturduğu muhtelif akidelere ulaştılar)..OYSA İSLAM, YARATICININ
YARATILANA GİRMESİ VEYA YARATILANIN YARATICIDA KENDİNİ KAYBETMESİNİ KABUL
ETMEZ. İSLAM YARATAN İLE YARATILANIN MAHİYETİNİ BİRBİR AYIRMAKTADIR. O
nedenle Hristiyanlıktaki hulul fikrini reddetmiştir...
İslam
vahdeti vücud akidesini de tasvib etmez. Çünkü onda İslamın « Allahtan başka
ilah yoktur » temel akidesinden felsefi tasavvufun « Hakikatte Allahtan başka
varlık yoktur » akidesine intikal vardır.
Bu
imtizacın sebebi, o devirde ( Hicri VI. asırda ) Allah, varlıkların ondan sadır
alması, ruhlar âlemi, ahiret ahvali hakkında kelamcıların ve felsefecilerin
doktrinlerinden yayılmış olan şeylere dayanmaktadır. Şu halde tasavvuf
konusunun gelişme göstermesi ve bu konuda meselelerin dallanıp budaklanması,
onun ekseni etrafında bir takım mezheplerin ortaya çıkması, tasavvufun içerdiği
unsurları ön plana çıkaran ekollerin oluşması doğaldı.
Sufiler
en önemli özelliği nassa ve görüşe dayanmamak olan hazza dayalı metodlarıyla bu
kelam ve felsefe meseleleri hakkında konuşmaya başladılar. Hicri V. asırda
tasavvuf ile felsefe arasında mevcut olan uzaklaşma, H. VI.ve VII. yüzyıllarda
bir yakınlaşmaya dönüştü. Maktul
es Suhreverdinin Hikmetul İşrakın da, İbn-ül Arabinin vahdet-i
vücudunda, İbnul Faridin İlahi aşk ve vahdeti şühudunda, mezkur yüzyıllarda (H.
VI. VII.) yaşamış öteki sufilerin çoğunun düşüncelerinin içerdiği unsurlar ve
felsefi hedefleri hakkında yaptıkları açıklamalar bu yakınlaşmanın
işaretleridir.
Bu
sufiler bize nefis, ahlak, marifet, varoluş hakkında hem felsefi hem de
tasavvufi değeri olan derin nazariyeler sunmuşlardır ki bu nazariyelerin,
onlardan sonra gelen sufilere önemli etkileri olmuştur.
Ali
Sami en Neşşar’ın felsefi tasavvuf
konusundaki görüşüne baktığımızda onun bu tasavvufu, « İslami düşünceler ile
eski felsefeleri, dışı İslami içi ise İslami olmayan bir felsefede
birleştirmenin neticesi » şeklinde
nitelendirdiğini görmekteyiz. Prof. Dr. Ebul
Vefa el Ganimi et Taftazani bu görüşe karşı çıkmaktadır. Çünkü ona göre
felsefi tasavvufla kastedilen, taraftarlarının onu ifadede çeşitli kaynaklardan
elde ettikleri felsefi bir ıstılahı kullanarak tasavvufi nazlarını entellektüel
görüşleriyle meczetme girişiminde bulundukları tasavvuftur. Tasavvufun bu türü felsefeyle karışık olduğu
için Yunan, Fars, Hind, hıristiyan v.b. birçok yabancı felsefe ona nüfuz
etmiştir. Ancak bu husus, onun asaletine leke getirmez. Zira sufiier bu kültürleri
özümsemelerine rağmen Müslüman olmaları hasebiyle düşüncelerinde bağımsızlıklarını
muhafaza etmişlerdir.
Bu
da onların eserlerinde açıkça görüldüğü gibi, kendilerine yabancı doktrinler
ile İslam arasında uzlaşma sağlamak için epey çaba sarf ettiklerini
göstermektedir. Nitekim eserlerine de asıl manalarındaki çoğu şeyi tasavvufi
İslami doktrinleriyle uyuşan şeylerle değiştirdikleri yabancı felsefi ıstılahların
varlığı bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bütün
bunlara ilaveten, söz konusu tasavvufun genel bir karakteri daha vardır ki o
da, kendine has bir terminolojisinin bulunması ve meselelerini anlamak için
olağan dışı bir çabayı gerektiren kapalı bir tasavvuf olmasıdır. Halis bir
tasavvuf sayılması mümkün olmadığı gibi hazza dayanması hasebiyle bir felsefe
sayılması da mümkün değildir. Çünkü o, felsefi bir dille ifade edilme konusunda
gerçek tasavvufta farklıdır. En azından temelde varoluş konusunda doktrinler
vaz'etme eğilimine sahiptir. Şu halde bu tasavvuf, bazen mistik, bazen de
felsefi eğilimleri ağır basan bir sistemdir.
Yukarıdaki
ifadelerden, felsefi tasavvufun hakikatini araştıranların iki gruba
ayrıldıkları soncuna varmaktayız :
Birinci
grub, bu tasavvufun hakikati itibariyle İslami olduğu,
sufiler tarafından çeşitli kaynaklardan sağlanmış felsefi terimlerle ifade
edildiği, onda var olan kapalılığın bu terimlere dayandığı görüşünde; ikinci
grubunun dıştan İslami, içten ise gayri İslami olduğu görüşündedir.
Felsefi
tasavvuf hakkında, onu çevreleyen kapalılığı gidereceği sufi taraftarlarının
ilhad (dinden dönme), zındıklık v.s. ile itham edilmelerine ve eserlerinde
felsefi tabirlerle ortaya koydukları görüşlerindeki kapalılıktan ötürü
ithamların hala devam etmesine sebep olan bazı sırları da aydınlatacaktır. Bazı
şarihler bu tasavvufi eserleri ve felsefi tasavvufu şerh etmeye uğraşmışsa da
yaptıkları şerhler, eser sahiplerinin ifadelerinden daha kapalı bir hal
almıştır.
FELSEFÎ
TASAVVUFUN ÖZELLİKLERİ VE KONULARI
Bu
tasavvuf, kutub diye adlandırılan önde gelen temsilcilerinin yaşadığı hicri VI.
ve VII. asırlarda ortaya çıkmış ve pek de uzak olmayan bir çağa kadar bir grup
sufi filozoflar nezdinde devam etmiştir.
Mezkûr
asırlarda bu tasavvufta belki de dikkat çeken önemli şey, sufilerden bir grubun
o sırada bu perdenin ardında his perdesini aralamaya yönelmesiydi. Bu perdenin
ardında idrak ve marifetler olduğu için; sufilerin riyazet ve mücahede de,
hissi kuvvetleri öldürmede, akıl sahibi ruhu ibadet ve zikirle beslemedeki
yolları yolları değişti.
Onlar
şöyle diyorlardı: "Mücahede ehli, olayların çoğunu vuku bulmadan önce
idrak etmekte; o nedenle himmetleriyle ve nefislerinin gücüyle süfli
varlıklarda onların kendi iradelerine boyun eğecekleri şekilde tasarrufta
bulunmaktadırlar.
"Sufiler
bu ve benzeri konularda İsmailiyenin fikirlerinden etkileniyorlardı.
Dolayısıyla ifadeleri birbirlerine karıştı; akideleri de netliğini kaybetti,
sufilerin ifadeleri arasında, onlara göre olmadan önce (var) olan Muhammedi
hakikati ya da onu sufilerin en yüksek mertebesine ki o da "
ariflerin başı" olma mertebesidir.
layık gören ilim ve amelin olugunluğundan meydana gelen insan-ı kamili
gösteren kutb fikri ortaya çıktı. Ariflerin başı olma yönüyle kutb ölünceye
kadar hiç kimse, marifetten ibaret olan makamında onun dengi olamaz. Öldüğünde
makamında ona irfan ehlinden birini varis yapar; ki bu da Rafizilerin
benimsedikleri bir düşüncedir.
Sufiler
kutubdan sonra onun yerini alacak kişiler silsilesi fikrini benimsemişlerdir ki
bu konudaki durumları tamamen Şiilere benzemektedir. Zira onlar imamdan sonra
nakibler silsilesi inancına sahiptirler.
Sufiler
bunun dışında başka şeyler de benimsemişlerdir. Nitekim İbn-i Haldun bunların
bir kısmına işaret etmiş; Şii ve Rafizi mezheplerdeki karşılıklarını
açıklamışlardır. Mesela sufilerden bir grub keşif ve tecelliyi, bir diğeri
vahdet-i mutlakı, üçüncü bir grub hulul ve ittihadı savunmuşlardır.
Dördüncü
gruba dahil olanların fikirleri ise bunların hepsinin yani Şiilerin ve batini
İsmaililerin akidelerinin, ayrıca o devirde bilinen muhtelif dini ve felsefi
unsurların karışımından meydana gelmiştir.i
Müteahhir
filozof sufilerin önem verdikleri konular:
Felsefi
tasavvufla ilgili araştırmalarda göze çarpan en önemli şey, bu tasavvuf
taraftarlarının ilgisinin temelde, tasavvuflarının diğer bütün meselelerini
onunla renklendirmek için hareket noktası yaptıkları zevk direkleri üzerinde
varoluş konusunda nazariyeler vaz'etmeye yönelik olduğudur.
İbn İ Haldun Mukaddimesinde, filozof sufilerin
ilgi gösterdikleri şu dört ana konuyu sıralamıştır :
1 Mücahedeler, bunun soncu hâsıl olan
hazlar, vecd halleri ve sufilerin birinden diğerine yükselmesi için birer
makama dönüşen o bazları elde etmek üzere izlediği ameliler karşısındaki nefis
muhasebesi.
2 Keşif ve Allanın sıfatları, arş, kürsü,
melekler, vahiy, peygamberlik, ruh gibi gayb âleminden idrak edilebilen,
görünen ve görünmeyen bütün varlıkların keyfiyetleri; varlıkların onları
yaratandan su dürundaki tertib ve bunların yaratılışı.
3 Çeşitli kerametler ( veya harikuladelikler
) le alemde ve varlıklardaki tasarrufları.
4 Sufilerin imamlarının birçoğundan sadır
olup kendi ıstılahlarında " şatahat " diye tabir ettikleri ve
zahirinden manalarının anlaşılması gayet zor olan sözler. Münkir, Muhsin, müteevvil
gibi. Bu konuları ayrıca şöyle ifade edebiliriz: Nefisle mücadeleler, makamlar
ve bunların neticesinde hâsıl olan haz ve vecdler; sebeplerinde kusurdan dolayı
yapılan nefis muhasebesi hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bir husustur, sufilerin
bunlardan duydukları hazlar gerçektir ve zevkleri elde etmek saadetin
kendisidir."
Başka
bir deyişle: Mürid, Mücahedesine ve ibadetine sıkı sıkıya bağlıdır. Her mücahededen
sonra bir halın ortaya çıkması, gösterdiği mücahede ve sahip olduğu halin bir
neticesidir ki bu mücahede hal ve bir nevi ibadet olup kalbinde yerleşir ve
mürid için bir makam teşkil eder, ya da söz konusu hal ve keyfiyet bir ibadet
olmayıp; ancak nefsin hüzün, sevinç, hareket, tembellik gibi durumlarından
hâsıl olan bir sıfatı olur. Mürid, saadete erişmek için gaye edinilen tevhid ve
marifete ulaşıncaya dek makamdan makama yükselir. Hz. Peygamber «Allahtan
başka ilah olmadığına şehadet eden cennete gider.» buyurmuştur. Dolayısıyla
mürid olan kişinin, bu makamlarda yükselmesi şarttır. Bütün bu makamların
temeli de imanın öncülük ettiği ibadet ve ihlastır. Makamlara yükselmenin
neticesi olarak muhitte bir takım haller ve sıfatlar meydana gelir. Tevhid ve
İrfan makamına ulaşıncaya kadar bu hal ve sıfatlar birbirini takib eder.
Keşif,
ulvi âlemlerin hallerini bilme, varlıkların yaratıcıdan sudûrunun tertip ve
keyfiyetini anlama hakkındaki sözlerinin çoğu anlamları müphem ifadelerdir.
Çünkü onlara göre bunlar, vecd halinde söylenmiş hissi şeylerdir. Vecd halinde
olamayan kişi, sufilerin o sözlerdeki hazlardan mahrum olup onları anlayamaz.
Dildeki kelimeler, onların bu kelimelerle kastettikleri manaları anlatmaz.
Çünkü bu kelimeler, ancak bilmen manaları anlamak için vaz'edilmiştir. Onların
ifadelerindeki kelimelerin delalet ettiği manaların hislerden ibarettir. Bu
nedenle onların manaları anlaşılmayan bu sözlerine müdahale etmemeli, onları
müteşabih yani müphem sözleri içine terk etmeliyiz. Allah’ın izniyle kim ki sufilerin
bu sözlerinden, şeriatın açık olan hükümlerine uygun olarak bir şey
anlayabilirse o kişi, saadete ermiş demektir.
Sufilerin
kerametleri, görünmeyen gaybi şeylerden haber vermeleri ve varlıklardaki tasarrufları
inkâr edilemez bir husustur. Bazı âlimler bunları reddetmeye meyletmiş ise de
böyle bir tavır doğru değildir. Eş'ari mezhebi imalarından üstad Ebu İshak el
İsferâni’nin bunları red kabilinden deliller getirmesi, kerametlerin
mucizelerle karışma endişesini taşımasındandır. Nitekim ehli sünnetten olan
muhakkik bazı âlimler mucize ile kerameti, "tahaddi" ölçüsüyle
birbirinden ayırt etmişlerdir. "Tahaddi", mucizenin peygamber
tarafından iddia edilen şeye uygun olarak gerçekleşmesidir. Mucizenin,
ayalancının iddiasına uygun olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü
mucizenin doğruluğa delaleti aklidir; zatına mahsus hususiyetinin de tasdik
görmesidir. Mucize yalancıdan sadır olduğu takdirde, onun zatına mahsus
özelliğinin değişmesi gerekir ki bu imkânsızdır. Üstelik sufilerden birçok
keramet sadır olduğu görülmüştür. Vaki olan bu kerametleri inkâr ise gururdan
başka bir şey değildir. Sahabilerden ve selefin büyüklerinden pek çok
kerametler sadır olmuştur. Bu da belki meşhurdur.
Sufilerin,
"şatahat" diye tabir ettikleri ve şeriat mensuplarının bundan
dolayı onları sorumlu tuttukları vehim türünden sözlerine gelince:
Vecd
ve cezbe halinde duygularını kaybettikleri için onlar hakkında insaflı olmak
lazımdır. Ortaya çıkan durumlara hâkim olduğu için sufiler bu durumu kasıt ve
irade etmedikleri sözlerle ifade ederler. Kendini ve hissini kaybeden kimse,
mükellef olmadığı için muhatab değildir. Mecburiyet karşısında olan, mazurdur.
Bu sözleri fazıl ve şeriata riayetiyle tanınmış bir kimse söylemişse onun
bunlarla güzel manalar kastettiği düşünülmelidir. Zira vecd hallerini anlatmak,
onları ifade etme durumu kaybolduğu için gerçekten zordur. Ebu Zeyd ve
benzerlerinin başına geldiği gibi. Eğer bu sözleri faziletiyle tanınmayan ve
meşhur olmayan biri söylemiş ise ve sözlerini tevil etmemiz kabil değilse bu
gibi sözlerinden dolayı o kimse sorumlu tutulur. Bir kimse duygularını
kaybetmediği, vecd ve cezbe içinde bulunmadığı halde bu türden sözler söylense
o da sözlerinden sorumlu tutulur. Bu sebeple fakihler ve sufilerin büyükleri Hallacın
öldürülmesine fetva vermişlerdir. Çünkü o, bu sözleri duygularına hâkim ve vecd
halinde bulunmadığı bir zamanda söylemiştir. Yine de en doğrusunu Allah bilir.!
Bu
açıklamalardan ve bilhassa İbn-i Haldun’un sunduğu bilgilerden, felsefi tasavvufun
belli özelliklerinin olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu tasavvuf :
a) taraftarlarının, diğer sufiler gibi,
yönünden yükselme elde etmek için ki o
da saadetin ta kendisidir nefisle mücadelelere giriştikleri bir tasavvuftur.
b) Hakikatleri bilmek için keşfi metod olarak
kullanan bir tasavvuftur.
c) Taraftarları, fena makamını
gerçekleştirmişlerdir. Nitekim bu tasavvufun keyfiyetini ifade ederlerken üstü
kapalı sözler ifade etmişlerdir. Bu yönden onlar sembolisttirler.
Bu
genel özellikler, başka herhangi bir tasavvufa uyduğu gibi onların tasavvufuna
da uymaktadır.
Ancak
felsefeciler, sünni sufilere ayrıca şu özellikleri ilave etmişlerdir.
1 onlar, kitaplarında veya şiirlerinde
varoluşla ilgili olarak sundukları teorileri veya tavırları olan kimselerdir.
Varoluş teorisiyle ilgili ifadeleri, şatahat ( aşırı hayal ) türünden şeyler
diye nitelendiremez.
2 Sembolleştirme konusunda, ifadeleri
başkaları tarafından anlaşılmayacak derecede ileri gitmişlerdir.
3 Kendilerine ve ilimlerine aşırı şekilde
güvenmektedirler. Bu güven duygusu onların hepsinde olmasa da çoğunda
mevcuttur.
FELSEFÎ
TASAVVUFUN KONULARİ :
Mücahede
(Nefisle Mücadele), Keşif, Alemde Tasarruf Ve Şatahat (Aşırı Hayal)
Muhtemelen
şimdi, felsefi tasavvufun başka kişiler tarafından nasıl reddedildiği,
taraftarlarının da bu güne kadar ciddi ithamlarla nasıl itham edildikleri açığa
çıkmıştır. Bu sufilerin itham edilmeleri hususu da eserlerinde metafizik,
nefis, ahlak meseleleri ve teorilerini, bu tasavvufu kapalı hale getirip
özellikle yeni araştırmacılar tarafından anlaşılmasını güçleştiren hem hazza
hem fikre dayanan metodlarla ele almalarına ilaveten Hind, Fars, Yunan ve diğer
eski felsefelerden alınmış sembolleri kullanmada çok ileri gitmelerine
dayanmaktadır.
Felsefi
Tasavvufun üç cephesi vardır:
Birincisi:
Amel veya sülük yönü.
Bu
cephe sufinin işlediği ameller, gösterdiği faziletler, gerçekleştirdiği dini
ibadetler, yaptığı dualar ve zikirlerle, icra etmeye kendini yükünıülü gördüğü
riyazet ve zühd ile yakından ilgilidir. Bu cephesi için tarikat lafzını
kullanmamız mümkündür.
Söz
konusu tasavvuftaki amelle ilgili cephe, diğer tasavvuftakinden farklı
değildir.
İkincisi:
hisler, kişinin fiziki ve zihinsel anlamda gösterdiği gayretler;
tefekkür, tahlil, murakabe, sufinin bizzat yaşadığı sezgiler, heyecanlar,
eğilimler, vesvese, soğukluk ve cana yakınlık, kabz ve bast (daralma ve
açılma); ayrıca salikin tasavvuf yolunda katlandığı bir çok nefsi ahval bu yönü
teşkil eder. Bunun için de "tecrübe" lafzını kullanmak mümkündür.
Üçüncüsü
: Sufinin görüşlerinin, her zaman net olmasa da şerh
edici lafız ve ibarelerde formüle edilmiş olarak çıktığı nazari veya fikri yön.
Metafizik, nefis, ahlakla ilgili meseleler ve nazariyelerle bu kısımda
karşılaşmaktayız. O nedenle bu kısma doktrin ıstılahını vermemiz uygundur.
Ancak buradaki doktrinden nazari ilimlerde bu kelimeden normal olarak anlaşılan
mana anlaşılamamak; bu ıstılah fiili tecrübe olmaksızın sadece tefekkür ve
teemmülün neticesi olarak görülmelidir.
Bu
özellik, felsefi tasavvufu diğer tasavvuftan özellikle de Ehli Sünnet vel
Cemaat tasavvufundan ayırd etmektedir.
Zikredilen
üç cephe, herhangi bir ayrılma ve bağımsızlık hissi verilmemelidir. Böyle bir
taksimatla araştırmanın kolaylaştırılması veya araştırmacının sözü edilen
cepheleri aydınlatmasına yardımcı olunması amaçlanmıştır. Böylece bu cephelerde
mevcut asalet, sıdk ve derinlik gibi unsurlar tam olarak açığa çıksın. Ancak bu
şekilde bir taraftan dinle, diğer taraftan kelam ilmi ve felsefeyle ilgisinin
göz önünde bulundurarak felsefi tasavvuf sağlam bir şekilde
değerlendirilebilir.
Ancak
bu şekilde felsefi tasavvufun bir taraftan dinle, diğer taraftan kelam ilmi ve
felsefeyle ilgisi sağlam bir şekilde değerlendirilebilir. (sh:7-30)
Kaynak:
Dr. esSeyyid Muhammed Akil b. Ali elMehdili,
FELSEFÎ TASAVVUF, Çeviri: Doç. Dr. Mustafa Kılıçlı, BİREY YAYINCILIK ,1998,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar