Feray ALPAY
Sürü halinde yaşamak, canlıların
doğadaki tehlikelere karşı korunmak için geliştirdikleri en iyi stratejilerden
biridir. “Hayatta kalma güdüsü” nedeniyle pek çok cins birlikte yaşar.
Öte yandan, sürüdeki tüm canlılar
doğal olarak birbirinin aynısı değildir. Farklı özellikleriyle ayırt edilir
bazıları. Sürüdeki statüsünü, değerini ya da fonksiyonunu belirlemek için ayrılırlar.
Doğadaki canlılar sürü içindeki pozisyonlarını genellikle zekâlarıyla,
davranışlarıyla, sesleriyle ve güçleriyle belirler. Liderler böyle çıkar.
Fakat işler her zaman doğal sürecinde oluşmaz. Dışarıdan müdahalelerle sürü
içindeki canlıların ayırt edilmesi de gerekebilir.
Sürüdeki bir canlıyı nasıl ayırt
ederiz? En basit haliyle işaret koyarak. Yani damgalayarak, işaret veya damga
kelimeleri, İngilizce “mark” anlamında kullanıldığına göre, bir başka değişle
markalayarak. Demek ki canlılardaki bu “marka kullanımının” en temel
nedeni ayırt edilebilmektir. Peki, acaba ne tür canlılarda bu marka tutku
halindedir?
Garip olan şudur ki, sadece “insan”
isimli canlı bu damgalamayı kendi isteğiyle ve rızasıyla kendi kendisine
uygular. Çünkü biz insanlar akıllıyızdır, diğer canlılar gibi her zaman uzun,
doğal süreçlerle uğraşmayız. Zekâ ve davranış gibi angarya bulduğumuz
yöntemlerin yanı sıra dışarıdan yardım da alırız sürüdeki sosyal statümüzü
belirlemek için. İşte bu uyanıklığımız yüzünden bizler kendimizi markalar,
yani damgalarız.
Marka yaratıcılarının ve halkla
ilişkiler uzmanlarının hazırladıkları markaları görünen yerlerimize basarız,
asarız veya takarız. Giysilerimizle, saatlerimizle, gözlüklerimizle damgalarız
vücudumuzu. Hatta üzerimizde taşıdığımız damgalar bizi tatmin etmez. Dahası,
damgalar bizi taşımaya başlar. Arabalarımız, evlerimiz, sitelerimiz, marka
olsun isteriz. Çünkü bizi sürüden ayırt eden damgalarımızdır. Ve bizler gösterdiğimiz
bu damgalarımıza göre değerlendirileceğimizi düşünürüz. “Damgalanmak” yani “markalanmak”
için yaşarız farkında bile olmadan.
O halde işte kritik sorular: “İnandığımız
ve temsil ettiğimiz dünya görüşü mü markalarımızı belirliyor; yoksa markalar
mı dünya görüşümüzü ve değerlerimizi belirliyor? Bu durumda biz seçtiğimiz
markaları mı temsil ederiz, yoksa seçtiğimiz markalarımız mı bizi anlatır ve
temsil eder?”
Sürünün içinde yaşayan bizler,
markaların taşıdığı düşünce ve değerleri savunan, paylaşan ve bu sayede onları
deneyimle- yen bireyleriz. Kendimizi anlatırken tanımlarımızın içine kendimize
yakın bulduğumuz markaları yerleştiririz. Günümüzde düşüncelerimize, hayat
felsefemize ve elbette zevklerimize en uygun markaları seçiyor ve bunlar aracılığıyla
sürünün geri kalanına kendimizi ifade ediyoruz. O yüzdendir ki büyük markalar
sadece logo ve kelimelerden oluşmuyor, içlerini dolduruyorlar. Tüketiciler
alacakları ürün veya hizmetin fiyat ve kalitesi bir yana, taşıdığı mesajlara
bakarak karar veriyorlar. Bilinçli tüketici dediğimiz kesim, o markanın
yaşamdaki duruşuna bakıyor:
“Üretimi yapılırken çocuk işçi
çalıştırılıyor mu?
Kullandığı hammaddelerde ne kadar
seçici?
Evrensel değerlere, insan haklarına
ne kadar önem veriyor? Siyasi veya dini duruşu nasıl?”
Yaşadığımız dijital çağda tüketiciler her
yerde çok hızlı bilinçleniyorlar, farkındalıkları artıyor. Böylece
damgalarımızı daha özenle seçiyoruz.
………
Etrafımızda her geçen gün “markalaşan
insanlar” artarken, kimin gerçek, kimin çakma olduğunu anlamak için “marka”
kavramının temelini oluşturan “süreklilik” faktörünü de unutmamalı.
Şimdi, kim kişisel bir markadır,
kim değildir kararını sen ver.
Kaynak:
Feray ALPAY, Markadaş,
Kanes Yay.-Birinci Basım: 2012, İstanbul, s.24-25
http://www.ferayalpay.com/Kimdir
Türkiye’nin her yerini kapsadığını
iddia eden telefon operatörünün müşteri hizmetleri numarasını aradığında kimse
cevap vermeyince aklından ne geçer? Kredi kartı borcunu soracağın bankanın
müşteri hizmetlerini aradığında sürekli tekrarlayan bir müziği dakikalarca
dinlemek zorunda kalarak bekletildikten sonra telefon hattı kesilince içinden
neler söylersin? İlk kez yıkandığında çamur rengine dönüşen çok pahalı siyah
gömleği iade etmek için mağazaya götürdüğünde, sana şüpheli gözlerle bakarak, “Bunu
neyle yıkadınız?” diye soran tezgâhtara ne dersin?
Çoğu zaman işletmelerin üzerinde
bile durmadıkları küçük ayrıntılar zamanla çok büyük olumsuz sonuçlara yol
açıyor. İlk bakışta farkına bile varılmayan önemsiz olarak görülen detayların
şirketlerin sonunu hazırlayabileceği gerçeği, işletmeleri ayrıntıya önem verme
konusunda her geçen gün daha dikkatli davranmaya sevk ediyor. Çünkü her şey tek
bir kırık camla başlıyor.
Ayrıntıya önem verme konusunda “Kırık
Cam Teorisi” olarak bilinen yaklaşım, sadece işletmelere değil, politikadan
eğitime kadar pek çok alanda insanlara yol gösteriyor. James O. Wilson
tarafından ortaya konulan “Kırık Cam Teorisi”, ABD’li suç psikologu Philip
Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmişti.
Zimbardo deneyinde, New York’ta suç oranının yüksek olduğu yoksul Bronx
bölgesine ve daha zenginlerin yaşadığı San Francisco’daki Palo Alto semtine
birer “1959 model Oldsmobile” otomobil bırakmıştı. Plakaları sökülen ve
kaputları aralık bırakılan her iki otomobil de sahipsiz görünüyordu. Zimbardo,
yoksulların yaşadığı Bronx’taki otomobilin üç gün içinde tamamen yağmalandığını
gördü. Zenginlerin semtindeki otomobile ise bir hafta boyunca kimse
dokunmamıştı. Bunun üzerine Zimbardo, zenginlerin yaşadığı bölgedeki “yağmalanmayan”
otomobilin kelebek camını çekiçle kırıp izlemeye devam etti. Ve kelebek camını
kırdığı otomobilin de kısa süre içinde yağmalandığına şahit oldu. “Demek ki,”
diyordu Zimbardo, “İlk camın kırılmasına izin vermemeliyiz. Kırılmışsa da tamir
etmeliyiz. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.”
James Q.Wilson’un teorisine göre
çevrede kırık camlı veya tamir edilmemiş bir tek bina varsa, bu binanın diğer
camları da birer ikişer çevredeki serseriler tarafından kırılır. Çünkü insanlar
ya bu binada kimsenin yaşamadığına ya da sahiplerinin binayla
ilgilenmediklerine inanırlar. Sonrasında ise bu durum hemen yayılır ve
mahalleyi de şehri de etkisi altına alır.
Müşterisine şüpheyle bakan bir
tezgâhtar dakikalarca beklettikten sonra müşterinin suratına kapanan bir
telefon hattı veya asabi bir alo sesi işletmedeki “kırık bir cam”
olabiliyor. Bu yüzden işletme içindeki kırık cam olup olmadığının sürekli
olarak takip edilmesi ve tespit edildiğinde de derhal tamir edilmesi gerekiyor.
Kırık camı işletme fark etmezse, müşteriler ya da rakipler fark ediyorlar;
işletmenin düzensiz, başıboş ve sahipsiz olduğunu düşünüyorlar ve sağlam
camları da acımasızca kırıyorlar. Öylece kırık halde duran bir cam, diğer
camların da kırılabileceğine dair bir haklılık düşüncesi üretiyor içimizde.
Bir köşede atılmış duran çöp
torbası, oraya çöp atmanın genel bir alışkanlık olduğunu söylüyor bize. Çok
geçmeden biz de o alışkanlığa uyuyor ve alışık olunanı yapmakta haklı görüyoruz
kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alınıp umursanmayınca ve tamir
edilmeyince, kırık camlar artıyor ve bir süre sonra işletme harabeye dönüyor.
İşyerindeki önemsiz görünen problemleri hızla çözmek, benzeri hataların
tekrarlanmasını ve bu ufak problemlerden güç alan daha büyüklerinin oluşmasını
önlüyor.
New York’un efsaneleşen belediye
başkanı Giuliani, 1994 yılında belediye başkanlığına seçildiğinde, New York
kentinde suç oranı zirveye ulaşmıştı. Giuliani sekiz yıllık belediye başkanlığı
sırasında New York’taki adi suç oranını çok büyük oranda azaltmayı başardı.
Giuliani, “Suçlarla mücadelede nasıl başarılı oldun?” diye soranlara kırık
camları işaret ediyordu: “Önce küçük konulardan başladım. Terk edilmiş bile
olsa, bir binada bir cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir binanın köşesine
biri, bir torba çöp bırakınca bir süre sonra her geçen çöpünü oraya bırakır ve
çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk bırakılan çöp torbasını
kaldırttım.”
İşletmenin üretim bandındaki bir
aksaklık, kullanılan malzemedeki bir terslik veya departmanlar arasındaki
uyumsuzluk, müşteri tarafından hemen algılanamayabiliyor. Ancak işletmenin
pazarlama iletişimindeki bir çatlak, doğrudan müşterinin gözüne batıyor.
Pazarlama iletişimini, işletmelerin içini ve dışını gösteren pencere camları
gibi düşünebiliriz. Bir işletmenin çöküş süreci önce tek bir pencere camının
kırılmasıyla başlıyor. Cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o işletmede
düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırmakta
sakınca görmüyorlar. Ardından daha büyük sorunlar geliyor. Bir süre sonra o
işletme, tüm müşterilerin terk ettiği bomboş bir harabeye dönüşüyor.
Öyleyse kırık bir cam görünce ya
onu değiştireceğiz ya da “Bir kereden bir şey olmaz.” veya “Bize bir
şey olmaz abi.” diyeceğiz. Tercih bizim.
Kaynak:
Feray ALPAY, Markadaş,
Kanes Yay.-Birinci Basım: 2012, İstanbul, s.146-148
Türkiye’nin her yerini kapsadığını
iddia eden telefon operatörünün müşteri hizmetleri numarasını aradığında kimse
cevap vermeyince aklından ne geçer? Kredi kartı borcunu soracağın bankanın
müşteri hizmetlerini aradığında sürekli tekrarlayan bir müziği dakikalarca
dinlemek zorunda kalarak bekletildikten sonra telefon hattı kesilince içinden
neler söylersin? İlk kez yıkandığında çamur rengine dönüşen çok pahalı siyah
gömleği iade etmek için mağazaya götürdüğünde, sana şüpheli gözlerle bakarak, “Bunu
neyle yıkadınız?” diye soran tezgâhtara ne dersin?
Çoğu zaman işletmelerin üzerinde
bile durmadıkları küçük ayrıntılar zamanla çok büyük olumsuz sonuçlara yol
açıyor. İlk bakışta farkına bile varılmayan önemsiz olarak görülen detayların
şirketlerin sonunu hazırlayabileceği gerçeği, işletmeleri ayrıntıya önem verme
konusunda her geçen gün daha dikkatli davranmaya sevk ediyor. Çünkü her şey tek
bir kırık camla başlıyor.
Ayrıntıya önem verme konusunda “Kırık
Cam Teorisi” olarak bilinen yaklaşım, sadece işletmelere değil, politikadan
eğitime kadar pek çok alanda insanlara yol gösteriyor. James O. Wilson
tarafından ortaya konulan “Kırık Cam Teorisi”, ABD’li suç psikologu Philip
Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmişti.
Zimbardo deneyinde, New York’ta suç oranının yüksek olduğu yoksul Bronx
bölgesine ve daha zenginlerin yaşadığı San Francisco’daki Palo Alto semtine
birer “1959 model Oldsmobile” otomobil bırakmıştı. Plakaları sökülen ve
kaputları aralık bırakılan her iki otomobil de sahipsiz görünüyordu. Zimbardo,
yoksulların yaşadığı Bronx’taki otomobilin üç gün içinde tamamen yağmalandığını
gördü. Zenginlerin semtindeki otomobile ise bir hafta boyunca kimse
dokunmamıştı. Bunun üzerine Zimbardo, zenginlerin yaşadığı bölgedeki “yağmalanmayan”
otomobilin kelebek camını çekiçle kırıp izlemeye devam etti. Ve kelebek camını
kırdığı otomobilin de kısa süre içinde yağmalandığına şahit oldu. “Demek ki,”
diyordu Zimbardo, “İlk camın kırılmasına izin vermemeliyiz. Kırılmışsa da tamir
etmeliyiz. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.”
James Q.Wilson’un teorisine göre
çevrede kırık camlı veya tamir edilmemiş bir tek bina varsa, bu binanın diğer
camları da birer ikişer çevredeki serseriler tarafından kırılır. Çünkü insanlar
ya bu binada kimsenin yaşamadığına ya da sahiplerinin binayla ilgilenmediklerine
inanırlar. Sonrasında ise bu durum hemen yayılır ve mahalleyi de şehri de
etkisi altına alır.
Müşterisine şüpheyle bakan bir
tezgâhtar dakikalarca beklettikten sonra müşterinin suratına kapanan bir
telefon hattı veya asabi bir alo sesi işletmedeki “kırık bir cam”
olabiliyor. Bu yüzden işletme içindeki kırık cam olup olmadığının sürekli
olarak takip edilmesi ve tespit edildiğinde de derhal tamir edilmesi gerekiyor.
Kırık camı işletme fark etmezse, müşteriler ya da rakipler fark ediyorlar; işletmenin
düzensiz, başıboş ve sahipsiz olduğunu düşünüyorlar ve sağlam camları da
acımasızca kırıyorlar. Öylece kırık halde duran bir cam, diğer camların da
kırılabileceğine dair bir haklılık düşüncesi üretiyor içimizde.
Bir köşede atılmış duran çöp
torbası, oraya çöp atmanın genel bir alışkanlık olduğunu söylüyor bize. Çok
geçmeden biz de o alışkanlığa uyuyor ve alışık olunanı yapmakta haklı görüyoruz
kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alınıp umursanmayınca ve tamir
edilmeyince, kırık camlar artıyor ve bir süre sonra işletme harabeye dönüyor.
İşyerindeki önemsiz görünen problemleri hızla çözmek, benzeri hataların
tekrarlanmasını ve bu ufak problemlerden güç alan daha büyüklerinin oluşmasını
önlüyor.
New York’un efsaneleşen belediye
başkanı Giuliani, 1994 yılında belediye başkanlığına seçildiğinde, New York
kentinde suç oranı zirveye ulaşmıştı. Giuliani sekiz yıllık belediye başkanlığı
sırasında New York’taki adi suç oranını çok büyük oranda azaltmayı başardı.
Giuliani, “Suçlarla mücadelede nasıl başarılı oldun?” diye soranlara kırık
camları işaret ediyordu: “Önce küçük konulardan başladım. Terk edilmiş bile
olsa, bir binada bir cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir binanın köşesine
biri, bir torba çöp bırakınca bir süre sonra her geçen çöpünü oraya bırakır ve
çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk bırakılan çöp torbasını
kaldırttım.”
İşletmenin üretim bandındaki bir
aksaklık, kullanılan malzemedeki bir terslik veya departmanlar arasındaki
uyumsuzluk, müşteri tarafından hemen algılanamayabiliyor. Ancak işletmenin
pazarlama iletişimindeki bir çatlak, doğrudan müşterinin gözüne batıyor.
Pazarlama iletişimini, işletmelerin içini ve dışını gösteren pencere camları
gibi düşünebiliriz. Bir işletmenin çöküş süreci önce tek bir pencere camının
kırılmasıyla başlıyor. Cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o işletmede
düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırmakta
sakınca görmüyorlar. Ardından daha büyük sorunlar geliyor. Bir süre sonra o
işletme, tüm müşterilerin terk ettiği bomboş bir harabeye dönüşüyor.
Öyleyse kırık bir cam görünce ya
onu değiştireceğiz ya da “Bir kereden bir şey olmaz.” veya “Bize bir
şey olmaz abi.” diyeceğiz. Tercih bizim.
Kaynak:
Feray ALPAY, Markadaş,
Kanes Yay.-Birinci Basım: 2012, İstanbul, s.146-148
Süpermarketin rafları arasında
dolaşırken kâğıt havlu reyonunun önünde durdun ve aynı marka ürünün farklı
paketlerini incelemeye başladın. 4’lü paket kâğıt havlunun fiyatı 7 TL; 8’li
paketin fiyatı 10 TL ve 12’li paketin fiyatı 16 TL. Hangisini satın alırsın?
Hayatımızdaki her şey evde,
işyerinde, sokakta ve hatta süpermarkette aldığımız kararlarlar doğrultusunda
şekilleniyor ve gerçekleşiyor. Doğru kararlarımız toplumdaki yerimizi ve yaşam
kalitemizi belirliyor. Karar almanın temelinde ise bize sunulan seçenekler
yatıyor. Aslında doğru dediğimiz karar, sunulan seçenekler içinde bize uygun
olduğunu düşündüğümüz tercihlerden oluşuyor. Peki ya bize bu seçenekleri
sunanlar, seçenekleri kendi çıkarları doğrultusunda hazırlıyorlarsa ve tercihlerimiz
esnasında bizi yönlendiriyorlarsa, neyin doğru olduğundan nasıl emin
olabileceğiz? Yani seçenekleri kuruyorlarsa?
Pazarlama iletişiminde “tuzak
etkisi” ya da “asimetrik baskınlık etkisi” olarak karşılık bulan “Decoy
Effect”, işte tam da bu durumu ortaya koyuyor. Bu “tuzak pazarlama”
yöntemi, tüketicilerin bir ürün veya hizmet hakkında karar verme süreçlerine
etki ederek tüketici davranışlarına yön vermek için kullanılan bir pazarlama
tekniği.
Bizler karar verme sürecini “kıyaslama”
yaparak yönetiyoruz. Etrafımızdaki her şeyi birbirlerine göre kıyaslayarak
algılıyor ve zihnimizde konumlandırıyoruz. Genellikle tek bir mutlak değeri
yargılarken bocaladığımız için değerleri ve faydaları karşılaştırarak karar
vermek her zaman tercih ettiğimiz bir yöntem. Ve zihnimiz pek çok konuda
olduğu gibi kıyas yaparken de en kolay seçeneği tercih ediyor. İnsan beyninin
bu zaafını bilenler, satın almak için odaklanan kişinin arada kaldığı seçeneklere
bir alternatif daha ekleyerek karar vermesini kolaylaştırıyor ve satışı
gerçekleştiriyorlar. Bir ürünü başka bir ürünün daha iyi bir değerde görünmesi
için yem gibi kullanabiliyorlar. Daima kolay cevapları arayan insan beyni,
üçüncü bir seçeneğin ortaya çıkması durumunda kararını değiştiriyor. Üçüncü
seçenek sunulduğu anda insan beyni rasyonellikten uzaklaşarak kendi kararını
değil, satıcının istediği kararı veriyor. Şirketlerin birbirine benzeyen yapıda
ürünlerinden oluşan geniş bir ürün gamının altında yatan ana sebeplerden birisi
bu. Şirketler, ellerindeki alternatifleri kullanarak müşteri algısını
istedikleri yöne çekebiliyor, kendileri için yüksek kâr sağlayan mal veya
hizmetleri daha kolay satabiliyor ya da ellerindeki stokları bu yöntemle
eritebiliyor.
Bu pazarlama tekniği oldukça
basit fakat sonuç getirici. Kot pantolon satın almak için mağazaya girince ne
istediğimi öğrenen satıcı, önce bana satın almayacağımı düşündüğü bir pantolon
öneriyor. Bu ilk önerisi ya çok pahalı veya düşük kaliteli bir kot pantolon
oluyor. Ben, “Çok pahalı.” dediğim zaman önce bu ürünün markasını
söylüyor ve ithal olduğunu anlatıyor ve “Bir de bunun yerlisi veya markasızı
var.” diyerek ikinci bir alternatif ürün çıkarıyor. Satıcı aslında bunu da
tercih etmeyeceğimi biliyor. Ben ikinci gösterdiğini de beğenmeyince, ardından
üçüncü bir alternatif daha çıkarıyor. Satıcı, bunu tercih edeceğime neredeyse
yüzde yüz emin. Çünkü bu alternatif, fiyat olarak ilk sunduğu üründen daha
ucuz. Ancak markası, özellikleri ve kalitesi itibariyle ikinci alternatifle
kıyaslandığında ise çok daha üstün. Satıcı bu ürünün geçen sezon malı olduğunu
ve tesadüf bu ya, tam da benim bedenime göre tek bir tane kaldığını anlatıyor. “Eh,
kot pantolon bu, geçen sezondan kalsa ne olur ki.” diye düşüneceğim için de
ürünü satın alıyorum.
Bir gün içinde sana sunulan
tercihleri gözden geçirdiğinde ne kadar çok “tuzak etkisi” altında karar
verdiğine şaşırırsın. Günlük iş hayatında verdiğin ekonomik kararlardan yaz
tatili için seçtiğin otele kadar, satın aldığın kot pantolondan seni yönetmesi
için seçtiğin siyasetçilere kadar bu etki yaşamını biçimlendirir. Hatta öyle
yaygındır ki bu durum, bazen farkında bile olmadan sen de başkalarına
uygularsın.
En baştaki kâğıt havlu sorusuna
dönecek olursak, hangi paketin yem olduğunu bulursan, doğru kararı da vermiş
olursun. Bir başka deyişle, eğer önünde bir yem fark ediyorsan tuzağa
giriyorsun demektir, uzaklaş!
Kaynak:
Feray ALPAY, Markadaş,
Kanes Yay.-Birinci Basım: 2012, İstanbul, s.160-162
http://www.ferayalpay.com/Kimdir
Modern ilaç biliminin kurucusu
olarak kabul edilen ve XVI. yüzyılda yaşayan İsviçreli doktor ve kimyager Paracelsus,
“Tüm maddeler zehirdir, ilacı zehirden ayıran dozudur.” diyerek zehre
doz kavramını getirmişti.
Gün geçmiyor ki herhangi bir ürünü
zehirle ilişkilendi- ren haber yayınlanmasın basında. Gıda markaları zehir
saçıyor, ünlü giyim markalarında zehirli kimyasallar bulundu, sütte kanser
riski, genetiği değiştirilmiş ürünler, zehirli oyuncaklar, boya kalemleri,
makyaj malzemeleri, mamalar, biberonlar... Hangisi doğru, hangisi yanlış? Kime
inanacak tüketici? En ünlü markalar bile nasibini alıyor bu zehir salgınından,
içinden fare kuyruğu çıkan kolayı herkes duydu ama kuyruğu kimin bulduğunu hiç
kimse bilmiyor. Genelliklemiş ile biten kaynağı belirsiz ithamlar gene de
markalara ciddi zararlar veriyor.
İşin garip tarafı tüketiciler
kaynağı belirsiz söylentilere bu derece itibar gösterirken “bilinçsiz marka
kullanımının” hayatlarını nasıl zehirlediğinin farkında bile değiller.
Günümüzde marka kavramı sadece pahalı ve lüks ürünlerin tekelinden çıkıp farklı
gelir gruplarına ait tüketicilere de hitap ettiği için zengin de fakir de
markaya ulaşabiliyor. Artık 15 liraya da, 1,500 liraya da marka bir tişört
satın alabiliyorsun. Herkes gelirine oranla uygun bir marka ürüne sahip
olabiliyor. Ya geliriyle orantısız olarak markaya sahip olmak isteyenler?
Bilinçsiz marka kullanımı bu noktada ortaya çıkıyor ve esas bu durum “zehir
saçıyor.”
Bu zehir öyle büyük boyutlara
ulaştı ki nasıl olup da gözden kaçtığını anlamak zor. On binlerce lira geliri
olan birisinin birkaç yüz liraya marka bir ayakkabı satın alması ancak kendi
tasarrufu ve tercihi olarak açıklanabilir. Ya asgari ücret alan birisinin
belirli bir markanın büyüsüne kapılıp da maaşının yarısıyla o ayakkabıyı satın
almasını nasıl açıklarsın? Bilinçsizce marka tutkusu öyle bir zehir ki anca
Paracelsus’un “Zehri zehir yapan dozudur!” yaklaşımıyla açıklarsın.
Marka, modern yaşantının bir
parçası ve bunu yok saymak mümkün değil. Marka kişinin toplumdaki statüsünü
belirleyen ve prestij getiren bir araç iken, bilinçsiz ve hesapsız kullanımı
kişiyi bağımlı hale getiriyor ve ekonomik olarak bataklığa sürükleyebiliyor.
Sonunda da peşinde koştuğu ve sahip olmak için varını yoğunu harcadığı marka
ona prestij yerine “ayranı yok içmeye, taht-ı revanla gider tuvalete”
şeklinde eleştiriler getiriyor. Artık yaşadığımız zamanda ve toplumda marka,
dozunda kullanıldığında bir ilaçtır. Buna karşı sosyal ve profesyonel alanda
kişilik, erdem ve statü eksikliğimizi tamamlamak için bağımlılık
oluşturduğunda ve sahip olabilmek için harcanan bedeller nedeniyle ekonomik
yıkım yarattığında “zehir” haline gelmiştir.
Adem, Havva ve Yasak Elma
insanoğlunun en eski hikâyesi. Tanrı önce Âdem’i, sonra da Âdem’in kaburga kemiğinden
Havva’yı yaratır. Onları cennet bahçesine alır, bahçedeki ağaçlardan
diledikleri meyveyi yemelerine izin verir. Ancak elma ağacını yasaklar. Ama
Havva yılanla özdeşleştirilen şeytan tarafından sunulan yasak elmanın
cazibesine kapılınca kandırılıp elmayı kendisi de yer, Âdem’e de yedirir.
Tanrı, yasak elmayı yedikleri için Âdem ve Havva’yı cennetinden kovar. Cennet
bahçesinde sahip oldukları tüm meyvelere rağmen illaki elmayı isteyen insan,
bugün sahip olduğu markalarla yetinmeyip neden daha ulaşılmaz markaların peşine
düşer? Üzerinde elma logosu olan cep telefonuna ulaşmak için bankadan tüketici
kredisi alan o kadar çok Âdem ve Havva var ki. Ayartıcı yılan, yani şeytan,
cazip ve çekici elma yerine günümüzde âdemoğluna marka sunarak kandırıp
zehirliyor olmasın? Âdem’in elması günümüzün markası mı oldu?
İki yılan ormanda sürünürken biri diğerine sorar:
“Ya kaydeş, biz zehiyli yılan mıydık?”
“Hıı, zehirliyiz, niye ki?”
“Az önce dilimi ıssıydım da...”
Dilimizi ısırınca kendimizi zehirlememek için “dozaja
dikkat!”
Kaynak:
Feray ALPAY, Markadaş, Kanes Yay.-Birinci
Basım: 2012, İstanbul, s.9-11
http://www.ferayalpay.com/Kimdir
Orta büyüklükte bir süpermarkette
15,000 civarında farklı barkot numaralı ürün satılıyor. Büyük hipermarketlerde
ise bu ürün çeşitliliği 50,000’i buluyor. Şimdi bir düşün bakalım, geçen ay
kaç farklı ürün satın aldın?
Araştırmalar gösteriyor ki
ortalama bir ailenin ay boyunca süpermarketten satın aldığı farklı ürünlerin
çeşidi 100’ü geçmiyor. Bu demek oluyor ki on binlerce ürünün içinden en fazla
100 ürün seçiyoruz.
Öte yandan gene benzer
araştırmalar gösteriyor ki satın aldığımız ürün markalarının çok azım sürekli
satın alıyoruz. Seçtiğimiz ürünlerin markaları çoğunlukla birkaç satın almada
bir değişiyor. Günümüzde çoğunlukla ihtiyaç için değil, heves için
tükettiğimizden ötürü, ancak tutkuyla bağlandığımız markaları sürekli satın
alıyoruz. İşte bu yüzden satın alma kararlarımızı tamamen heveslerimiz
yönetiyor.
Giyimdeki moda rüzgârları yerini
çok hızlı esen fırtınalara bıraktı. Sezonluk moda yerine haftalık modayı takip
ediyoruz.
Fast Food’un yanı sıra “Fast
Fashion” kavramı yaşantımıza çoktan girdi. Alışveriş merkezlerinde yaşıyoruz
artık. Birkaç hafta önce gezdiğimiz mağazaya bakalım yeni ürünler var mı diye
tekrar dalıyoruz. Aynı ürünleri görünce de hevesimiz kırılıyor.
Bu değişimin farkındaki markalar,
müşterilerinin uzun yıllar boyunca tutkuyla bağlandığı ürünlerinin alt
kategorilerini yaratıyor, farklı ürün çeşitliliğine gidiyor. Çok ünlü bir
içecek markası herkesçe bilinen içeceğinin diyetini çıkartıyor, yetmiyor
diyetinin de farklı çeşitlerini piyasaya sürüyor. Adeta tavşanın suyunun suyu.
Dünya küçülüyor, ticaret hacmi
artıyor. Yıllar önce ulusal pazarlarda yaşanan rekabet artık küresel boyutlara
taşındığından herkes her yerde birbirinin rakibi. Tüketici, internet teknolojisi
sayesinde tüm dünyaya erişimini arttırıyor. Her şeyi görüyor, biliyor ve
istiyor. Bunun üzerine üretici daha çok çeşit sunuyor. Tüketici bu kadar zengin
çeşit karşısında bocalıyor, rasyonel satın alma kriterlerini tamamen terk
ederek heveslerine göre davranıyor. Bunun üzerine üretici daha çok alt
kategorilere yöneliyor, çeşitliliğini arttırıyor. Ve bu çeşit çılgınlığı her
geçen gün daha da artarak devam ediyor.
Değişimin farkında olan şirketler,
buna ayak uydurmak için birbirleriyle yarışıyorken inadına bildiğini okuyan
şirketleri zor günler bekliyor. Medyada boy gösteren yönetim kurulu baş-
kanlarının “Sektörün lider şirketi olarak biz..diye başlayan ve gururla anlattıkları
yatırımları, tüketicinin hiç ilgisini çekmiyor. Tüketici, “Biz en eski
markayız, biz her zaman kaliteliyiz, biz en büyüğüz.” tarzında kalıplaşmış
yaklaşımlara sırtını dönüveriyor. Tüketici farklılık istiyor ve bu farklılığı
sağlamanın en kestirme yolu da çeşitlilikten geçiyor. Şirketin gücüne veya
büyüklüğüne güvenerek gelişimi ve değişimi reddederek inatla yerini korumaya
çalışmak faciaya tam yol ilerlemek anlamına geliyor.
Dev savaş gemisindeki gözcü, tam karşısında bir ışık görür
görmez hemen kaptana bildirir. Kaptan karşısında gördüğü ışığa doğru ışıkla, “Derhal
rotanızı değiştirin.” mesajı gönderir. Karşıdan yanıt gelir: “Siz derhal
rotanızı değiştirin.” Kaptan kızar ve bir mesaj daha yollar: “Ben bir
amiralim ve bu geminin kaptanıyım. Çarpışma rotasındayız. Derhal rotanızı
değiştirmenizi emrediyorum.” Yanıt gecikmez: “Ben üçüncü sınıf bir denizciyim
ve derhal rotanızı değiştirmenizi tekrarlıyorum!” Kaptan öfkeden çıldırmak
üzereyken bir mesaj daha gönderir: “Ben tam üzerine doğru gelen dev bir savaş
gemisindeyim.” Cevap kısadır: “Ben de deniz fenerindeyim!”
Kaynak:
Feray
ALPAY, Markadaş, Kanes Yay.-Birinci Basım: 2012, İstanbul, s.109-111
http://www.ferayalpay.com/Kimdir
Tüketicinin satın alma kararını
etkilemenin en kestirme yolunun duygularına ulaşmak olduğunu pazarlama
İletişimcileri çoktan keşfettiler. Duygulara ulaşmanın en kestirme yolu da
duyulardan geçiyor.
Ürünleri en kolay görerek veya
tadarak birbirlerinden ayırt edebiliyoruz. Bu yüzden satın alma kararını
verirken ürünü görmek ve tadına bakmak en belirleyici faktör. Ancak günümüz
alışveriş dünyasında yan yana duran iki farklı kolalı içecekten, iki kazaktan,
iki televizyondan ya da iki cep telefonundan hangisinin daha iyi olduğuna
sadece tadına, şekline ve rengine bakarak karar veremiyoruz. İşte o noktada
devreye marka giriyor ve o ürünün markasını algılamamıza göre satın alma
kararımızı veriyoruz. Ve o markayı gördüğümüzde hatırlamamız için bir logo,
duyduğumuzda hatırlamamız için de şarkı ya da cıngıl dediğimiz sesler
kullanılıyor.
Öte taraftan internetten alışveriş
her geçen gün artıyor. Birkaç yıl öncesine kadar “Görmeden asla almam.”
diye düşündüğümüz ürünleri hiç görmeden sadece bilgisayarımızın tuşlarını
kullanarak internet üzerinden kapış kapış alıyoruz. Peki, öyleyse satın alma
kararını verirken ürünü görme konusunu bu güne kadar gereğinden fazla mı
önemsemişiz? Markalar logolarını ve cıngıllarını tanıtmak için yıllarca boşuna
mı para harcadılar yoksa? On binlerce logo ve sesi nasıl aklımızda tutacağız,
nasıl ayırt edeceğiz?
Markette ya da pazardaki
müşteriler, çuvaldan avuçladıkları pirinç tanelerini parmak uçlarıyla
ayıklarcasına neden incelerler? Ne görüyorlar ki minicik pirinç tanelerine
bakarak? Sanırsın ki Süpermen avucunda tuttuğu pirinç tanelerini kızıl ötesi
ışınıyla büyüklük, renk, nem ve kırık oranlarına göre tasnif ediyor. Pirinç ve
bakliyat paketleyicileri, ürünlerini ne kadar janjanlı paketler içinde
sunarlarsa sunsunlar, müşteri hâlâ ürüne dokunmak istiyor. Açık bakliyat
satışının bu derecede yaygın olmasının tek sebebi paketleme maliyetleri
olmayışından dolayı ucuz olması değil. Tüketici satın alma kararını verirken
parmak uçlarındaki sinirler aracılığıyla dokunma duyusunu da kullanmakta ısrar
ediyor. En modern mağazalar bile giysileri herkes dokunsun diye pazar
tezgâhlarının üzerindeki gibi öylece gelişigüzel yığıyorlar. Müşteriler,
fiziksel temasa geçtikleri, dokundukları ya da ellerine aldıkları ürünlere daha
çok güven duyuyorlar. Oyuncak kutularındaki delikler veya elektronik
mağazalarındaki teşhir ürünleri dokunma duyumuzu tetikleyerek satın alma kararı
vermemizi sağlıyor. “Doku pazarlaması” kavramı önemini arttırırken,
firmalar ürünlerinin “pürüzsüz, kaygan, yumuşak ya da kadife” gibi
çekici ve iç gıcıklayıcı dokulara sahip olmasına özen gösteriyor.
Son yıllarda beyin görüntüleme
teknolojisinin gelişmesiyle yaşantımıza giren “neuromarketing”
araştırmaları gösteriyor ki pazarlama iletişiminin en son gözdesi “koku.” Bir
ürünün tadına bakmamayı veya dokunmamayı tercih edebiliriz. Gözlerimizi ve
kulaklarımızı kapayıp markayı görmeyebilir ya da duymayabiliriz. Ancak yaşamak
için nefes almak zorundayız. Ve koku duyusu içimize çektiğimiz her nefesin bir
parçası. Beş duyumuzdan dördünü uzun süre kapatabilsek de nefes aldığımız
sürece koku duyusu daima açık olmak zorunda. Ortalama her gün 30,000 kez nefes
alıp veriyor ve her nefeste de kokluyoruz.
Koku duyusu ile ilgili yapılan bilimsel araştırmalar, insanların
koku duyusu hafızasının diğer tüm duyularından çok daha güçlü olduğu konusunda
somut kanıtlar sunuyor. Bir insan ortalama 10,000 farklı kokuyu
hatırlayabiliyor. Koku duyusu anıların ve duygulanımların depolandığı ve
işlendiği “limbik” sistemimizle yakından ilişkili, insanlar aldıkları
bir kokuyu bir yıl sonra bile %65 tutarlılıkta anımsayabilirken, gördükleri bir
fotoğrafı sadece üç ay sonra %50 tutarlılıkta anımsayabiliyorlar. Araştırmalar
ayrıca, bu duyunun beyine en dolaysız yoldan bağlı olduğunu ve duyguları
oluşturmada en etkili temel duyu olduğu da iddia ediyor.
Satın alma kararını duygularımız
verdiğine göre ve duygularımızı oluşturan en etkin duyumuz da koku olduğuna
göre, markaların son yıllardaki koku ilgisini ve “Scent Marketing” (kokusal
pazarlama) kavramının yükselişini anlamak zor değil. Bir koku, birkaç
saniye içinde anılarımızı ateşliyor, bizi çocukluğumuza götürebiliyor, çok
eskiden bulunduğunuz bir mekânı veya bir olayı tekrar yaşatabiliyor, karnımızı
acıktırabiliyor ve marka algılamamızı etkiliyor. Havalandırmalar sayesinde tüm
mekâna yayılan koku, mekânda daha uzun süre kalmamızı, kendimizi iyi
hissetmemizi ve aklımızda hiç olmayan ürünleri satın almamızı sağlayabiliyor. Marketlerdeki
buram buram pişmiş ekmek kokusu gıda ürünlerinin alışverişini tetikliyor. Yeni
kesilmiş çim kokusu, bahçe mobilyaları ve araç gereçleri satan bir mağazanın
satışlarını patlatıyor. Fabrika çıkışından önce arabaya uygulanan kokular
sayesinde oto galerisinde koltuğuna oturduğumuz bir aracın yepyeni deri kokusu
aklımızı başımızdan alıyor. Markalar, ürünlerine ve mekânlarına uyguladıkları
rahatlatıcı parfümlerle kendini ayrıcalıklı şekilde ifade ediyor.
Geçmişimizi canlandıran koku
hafızasının gücünü keşfeden ve kendileriyle özdeşleşecek bir kokuya yatırım
yapan markaların logosu gibi kendine has bir parfümü var artık. Görünen o ki
yakında her yerde bizi yıllar öncesine götüren harika kokularla daha çok
karşılaşıp daha da çok alışveriş yapacağız.
Kaynak:
Feray ALPAY, Markadaş, Kanes Yay.-Birinci
Basım: 2012, İstanbul, s.114-116
http://www.ferayalpay.com/Kimdir
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar