FİLM ÇALIŞMALARI
Hzl:Andrew M. BUTLER
Psikanaliz
1970’lerde, özellikle de Laura Mulvey’in film kuramının önemli parçalarından
biri olan makalesi ‘Visual Pleasure
And Narrative Cinéma’ [Görsel
Haz ve Anlatı Sineması] (1975) ile öne çıkan bir sinema
yaklaşımıdır. Psikanalitik film kuramı; Sigmund Freud (1856-1939) ve onun takipçileri, Cari Jung (1875-1961), Ernest Jones (1879-1958), Melanie Klein (1882-1960), Joan Rivièra (1883-1962) ve ön önemlisi, Jacques Lacan’ın (1901-1981) düşünceleri
üzerine inşa edilir. Bu kuram, film karakterlerini gerçek insanlar ya da örnek
olay incelemeleri olarak ele alabilmek, yönelmenin kişiliğini inceleyebilmek
(diğer ekip üyelerini yok sayma pahasına yönetmenin katkısına fazlasıyla
ağırlık vererek) ve sinemanın kendi işleyişini değerlendirmek için
kullanılabilir. Tüm bunlar şüphesiz ki burada detaylıca değinmek için oldukça
fazla materyal anlamına geliyor; dolayısıyla, Freud, Lacan ve Mulvey’e odaklanacak ve feminizm
bölümünde bu düşüncelerden bazılarına değineceğim.
Kuram
kendi eleştirmenlerinden yoksun değildir; sol siyasetten gelen bu
eleştirmenler arasında en dikkate değer olanları, bireylerin davranışlarını
belirleyen şeyin psişik iç çelişkilerden öte, toplumun birey üzerindeki etkisi
olduğunu öne sürenlerdir.
Freud’un
insan cinselliğine ilişkin analizi, her ne kadar kimi feminist eleştirmenlerin
Freud’un düşüncelerini kullanmasını engelleyemiyorsa da, cinsiyetçi ve
homofobik olarak değerlendirilebilir. Dahası, bu analiz son yüzyıldaki beyin ve
kişisel deneyime ilişkin bilimsel araştırmalar tarafından da sıklıkla
değillenmektedir; kaldı ki, ataerkil Viyana orta sınıfının Freud’un düşünceleri
üzerindeki etkisi de asla göz ardı edilmemelidir. Sonuç olarak, akli açıdan
hasta ya da sorunlu olarak tanımlanan kişilerin eylemlerini temel alan bir
insan davranışları kuramı ne derece tutarlı olabilir?
Yine
de, psikanalitik yapılar şaşırtıcı sayıda filmi belirliyor gibi görünmektedir.
Freud’a
göre, insan davranışlarının tümü haz ihtiyacından kaynaklanır; bilinçdışı
akıldan çıkan arzularla birlikte, buna Haz İlkesi adı verilir. Bilinçdışı;
aklın ne yaptığımızı, ne hissettiğimizi belirleyen bölümüdür; öte yandan, buna
doğrudan erişemeyiz; aksi hâlde bu zaten bilinçdışı olmazdı. Şayet her
bilinçdışı arzumuzu eyleme dökecek olsaydık, sonuç, yalnızca kargaşa olurdu:
hiçbir iş yapılmaz, hiçbir yiyecek üretilmez, tecavüz yaygınlaşır ve hepimiz
perişan olurduk. Toplum, bu nedenle, cinsel aşırılıklara müsamaha göstermez ve
buna bağlı olarak, birey de arzularını bastırır; buna Gerçeklik İlkesi adı verilir.
Ne
ki, salt bastırılıyor olması, bir arzunun tümüyle yittiği anlamına gelmez.
Arzuyu bir suyun akışı gibi düşünürsek, bastırma, suyun önüne çekilen bir
settir. Su akmayı sürdürür: bastırma set çeker ve su, tıkanıklığın kenarından,
üstünden ya da en nihayetinde içinden geçen bir yol bulur. Bu nedenle, baskıyı
düzene sokacak belli oluklara ihtiyaç duyulur. Bastırılan arzular; rüyalar,
şakalar, dil sürçmeleri (Freud sürçmesi), sanrılar ve hatla psikolojik
semptomlar olarak ortaya çıkacaktır. Bu, Fig/u Club (1999) filminde
açık bir biçimde görülür. Anlatıcı, bedeninin kontrolünü yitirdiği kimi
anlarda, kendi kendisini döver.
Bastırılmış
olanın dönüşü, çoğu korku filminin, özellikle de Halloween [Yabancı]
(1978), A Nightmare On Elin Street I Elm Sokağı Kâbusu/ (1984) ve
I Know What You Did Last Summer [Ne Yaptığını Biliyorum] (1997) gibi kesme-biçme filmlerindeki
değişik anlayışların temelidir. Bu filmlerde, geçmişte bir suç işlenmiş ve
fakat sonrasında topluluk tarafından unutulmuştur. Aradan uzun yıllar geçer ve
birisi -genellikle erişkin gençlerden- intikam almak üzere geri gelir. Evlilik
dışı cinsel ilişki yaşayan herhangi bir kişi öldürülmek üzere seçilir ve filmin
sonunda, cesur bir bakire genç kız, kötü adamı tek başına alt eder. Toplumun
korkusu -bu genellikle cinselliğe ilişkin, kadın ve çocuk istismarına ilişkin,
ırk ve sınıfa ilişkin bir korkudur- bu toplumu yok etmeye kalkışan kötü bir
ötekinin üzerine yüklenir. Türlere odaklanan bölümde, kesme-biçme filmleriyle
ilgili daha fazla bilgi verilecektir.
Freud,
bir çocuğun yetişkin olarak durulmazdan önce, farklı cinsellik evrelerinden
geçtiğini öne sürmüştür, tik olarak, hazzın memeyi emmekten kaynakladığı oral
dönem gelir; çocuk ve ebeveyn arasındaki belirsiz ayrım bu noktada nadiren
korunur. Ardından, anal dönem çocuğun bedensel sınırlarını keşfetmesine olanak
tanır; dışkı ve idrar akışının kontrolü, özellikle de dışkı atımının
ertelenmesi haz ve hoşnutsuzluk derecelerine yol açar. Daha sonra, çocuk cinsel
organlarıyla oynamaktan haz alabildiğini keşfeder. Ebeveynler, tüm bu dönem
boyunca, çocukların bu türden davranışlarına bir son vermeye çalışırlar. Bu
noktadan sonra, sözde uygun genital cinselliğin başlangıcının öncesinde bir
gizil dönem vardır.
Bu
arada, çocuk birincil haz kaynağı olarak gördüğü annesini arzular ve fakat ya
doğrudan babası ya da onu temsilen annesi (‘baban eve gelene kadar bekle’) tarafından
iğdişle tehdit edilir ya da tehdit edildiğini hisseder. Erkek çocuk annesiyle
ilişkisinden ve babasıyla çatışmaktan kurtulmalıdır; artık sadece annesinin
yerini alacak bir kadın bularak güç ve mutluluğa erişmeyi umut edebilir. Bu
sürecin tümüne Freud’un babasını öldürüp annesiyle evlenen bir adamı konu
edinen Yunan mitinden aldığı Oedipus Kompleksi adı verilir.
Kadının
yörüngesi çok daha tartışmalıdır. Freud, bir önceki cinsiyetlerin tersi
anlamında, bir çırpıda Elektra Kompleksi diye bir şey zırvalamış ancak
hiçbir zaman kendi tanımlamasıyla tam anlamıyla uzlaşamamıştır. Kız çocuk da
yine annesiyle Ödipal bir ilişki içindedir ve iğdişle tehdit edilmektedir. Ah,
ama kız çocuk hâlihazırda penise sahip olmadığına göre, ya iğdiş edilmiştir ya
da -klitorise sahip olarak- noksan kılınmıştır. Bu hâlde, kız çocuk penise
(daha doğrusu, anatomi bağlamında güç düşüncesinden söz ettiğimize göre,
fallusa) sahip olabilmek için babasını baştan çıkarmaya çalışacaktır. Ensest
tabusu, baba-kız çocuk arasındaki ilişkinin cinsel anlamda gelişimine engel
olur ve dolayısıyla, kız çocuk kendi erkek çocuğuna sahip olarak fallusa
erişmek umuduyla başka bir erkeğe yönelir. (Erkeklerin yaşadığı iğdiş
korkusuna karşın, kadınların penise imrenmeyi reddettiklerine sürekli tanık
olduğumu belirtmek durumundayım. Açık ki, kadınlar bunu bastırıyorlar.)
Oedipus
Kompleksinin başarılı bir biçimde aşılması, hetero- seksüel kimliği de
beraberinde getirir; öle yandan, başarısızlık biseksüellik, eşcinsellik ya da
diğer tıbbi durumlarla sonuçlanır. Fight Club'da, ne anlatıcı ne
de Tyler Durden kasıtlı bir biçimde sorunsuz görünür; ikisinin de babalarıyla
aralarında sorunlu bir ilişki vardır. İkisi de anneleri tarafından yetiştirilmiştir
ve dolayısıyla, söz konusu kompleksi başarılı bir biçimde aşamamıştır. İkisi
de otorite figürüyle sorunlar yaşar ve bu sorunlar yine ikisinde de şiddet
edimlerine yol açar.
Freud,
aklın -her ne kadar en az beş bölüme sahip olsa da- üç bölümlük yapısını
yazmaya 1920’lerde başlamıştır. Algı Sistemi ve Önbilinç unutulanlardı; ayrıca
ego (kısmen önbi- linç, kısmen bilinçdışı), bütünüyle bilinçdışı id ve son
ikisinin ‘arasında’ yer alan süperego.
İd,
bireyin arzularından oluşur ve istediği her şeyi çalan, küfreden, zarar veren
Tyler Durden’ın kısıtlanmamış davranışlarında görülebilir. Durden bir şeyi
arzuladığında, diğerlerine acı verecek, zararı dokunacak dahi olsa, bu şeye
göre davranır. Bu, Marla’nın göğüslerini kanser şüphesiyle kontrol ederken,
gözle görülür bir şekilde ondan faydalanmayan, Tyler’ı dövmesi için kendisini
ikna etmeye çalışan ve IKEA katalogu sayesinde son derece konforlu bir yaşam
tarzına sahip olan anlatıcı tarafından temsil edilen Ego ile karşıtlık oluşturur;
kişilik bölünmesi yaşamasına neden olan birtakım travmalar geçiren gerçek
Tyler Durden muhtemelen bu ikisinin arasındadır: bir yarısı bütünüyle ego,
diğer yarısı ise, İd’dir.
Bu,
Oedipus Kompleksi’nin enkazından oluşan ve psişe üzerindeki içselleştirilen
ataerkil güç tarafından yaratılan süpere- gova yol açar. Süperego, haz
düzenleyicisidir; İdi sansürleyen de ona izin veren de süperegodur. Fight Clup’da, süperego birkaç farklı
şekilde ortaya çıkar: ilk olarak, yardımlaşma gruplarında (ki bu anlatıcının
biraz uyumasına izin verir), ardından, dövüş kulüplerinde (ki bu şiddet
edimlerine izin verir) ve Kargaşa Projesi’nde. Süperego aynı zamanda birçok
kriz anında anlatıya dahil olan polisle de tanımlanabilir.
Şimdi
bir diğer tartışmalı konuya gelelim: iğdiş ve fetiş. Erkek çocuk kimi
noktalarda annesinin ve tümevarımda kadınların iğdiş edildiğini fark eder.
Kabul, simgesel bir düzey dışında herhangi bir şekilde kadınların iğdiş
edilmediği açıktır; ancak çocuğun haklı olduğunu söylemiyorum. Kadının iğdiş
edilmiş olması erkek çocuğun kendisinin de iğdiş edilme olasılığının daimi
hatırlatıcısı ya da en azından huzursuzluğudur. Kimi durumlarda, erkek iğdiş
olasılığını hem reddedecek hem de bunun olabileceğinin hatırlatıcısı olarak
-hareket edecek temsili bir fallus anlamına gelen belli nesnelere sıkı sıkıya
bağlanabilir.
Bu
nesne başka birinin bedeninin bir bölgesi (göğüs, bacak-, lar ya da güzel bir
burun), bir giysi (genellikle ayakkabı, iç çamaşırı ve nadiren eldiven) ya da
başka şeyler olabilir. Şayet Fight Club'un anlatıcısı fetişist ise, o
hâlde, onun için bu, maddi yaşam tarzı, yin ve yang masası ve sairdir ve o,
sah daha derin bir kişilik bölünmesine batmak için bu nesneleri yok ederek
fetişinin üstesinden gelir.
Freud’un
kuramında kadınlar hâlihazırda iğdiş edilmiş oldukları için, fetişist
olamazlar; bu, 1990’lann feminisı eleştirmenlerinin tartıştığı bir konudur.
Şayet bu yapının izinden gidilmesi söz konusuysa, o hâlde, insan bedenini
feıişleştiren çekimlerden oluşan sinemanın toplumsal cinsiyeti erildir. Laura
Mulvey’i tartışırken, bu konuya yeniden değineceğim.
Bakma
eyleminin kendisi röntgencilik ya da skopofili olarak sapkın olmaya açıktır.
Eğer bakılan, cinsel organlarsa (bu noktada, Tyler’ın filme gizlice soktuğu
cinsel organların anlık karelerini imleyin), eğer bakmak üstesinden gelinen
bir mide bulantısıysa ya da eğer bakmak bir tür haz kaynağı olarak cinsel
birleşmenin yerini alıyorsa, o hâlde bu bakış sapıklık olarak düşünülür.
Dolayısıyla, röntgencilik şeylere ya da insanlara bakmaktan gelen bir
cinsellik türüyken, skopofili bunu bir sonraki aşamaya taşır ve sadizme
götürür. Skopofili, bakılan insanlara nesnelermiş gibi davranır; ideal olanı,
kontrol altında olmalarıdır ve mümkünse, acı çekiyor olmaları bakan kişi
açısından çok daha iyidir. Fight Club’da, anlatıcının skopofiliye
geçtiği en azından bir an vardır: bodrumda sarışın çocuğa saldırdığı ve onu acı
çekerken görmekten keyif aldığı an. Eylemle bağlantısı bunun skopofili
olmasını engeller ancak eğer onunla özdeşleşmeye başladıysak, bu hâlde, biz
röntgenciyizdir.
Sinema
en nihayetinde yine sinemayı saplantı hâline getirir ve yüzlerce film bakmak
eylemine dikkat çeker. Anlatıcının doğrudan kameraya konuştuğu ve makara
değişimini imleyen sigara yanığını işaret eniği anla birlikte, Fight Club
bir istisna değildir. Klasikleşen skopofili (ya da filmde geçtiği hâliyle,
skoptofili) yapıtı, Michael Powell’in kadınları
öldürürken çektiği görüntülerde kendisini izlemekten haz alan bir skopofili
anlatan Peeping Tom (1960) filmidir.
Cinsel
edimin yerini alan bir şey olduğu için, bu onu asla tatmin etmeye yetmez ve
işlediği suçlan yinelemeye sürükler.
JACQUES
LACAN
Lacan, Freud'un takipçileri tarafından yanlış
yorumlandığını düşünen Fransız bir psikanalizcidir. Freud’a dönüşünde, yapısalcılık
düşüncelerinden, kısmen Levi-Sirauss’un antropolojisinden ve
gösteren/gösterilen ayrımından etkilenmiştir. Lacan’ın zor bir düşünür olduğunu
ve çalışmalarının kimi çevirilerinin zayıf kaldığını söylemek adettendir;
ancak seminer kayıtlarından aynı zamanda oldukça zeki biri olduğu da
anlaşılır.
Lacan,
Freud’un Oedipus Kompleksi yorumunda amaçlana- bilen bir eleştiriyi çözer:
peki, dengeli bireyler yetiştirebilmeleri muhtemel görünen tek ebeveynli ya da
eşcinsel aileler konusunda ne dersiniz?
Burada
babanın yerini fallus -ki bu, aynı zamanda ataerkil toplumumuzun bir
gösterenidir- ve iğdiş tehdidiyle birlikte işlev gören Babanın Adı alır.
Herhangi biri -bir amca, üvey baba, bir kadın ve hatla anne- fallus görevi görebilir.
Çocuk
anne tarafından arzulanmayı arzular; ancak anne, fallusu arzular. Dolayısıyla,
çocuk, anne için bir fallus olmaya, dünyanın merkezi olmaya çalışır. Çocuk
başarısız olur ve sonuç cinsiyete göre değişir. Erkek çocuk, şu anda başarısız
olmuş olsa dahi, bir gün bunun tümünün onun olacağı ve yine de fallus
olabileceği konusunda rahattır. Bu arada, Lacan’ın simgesel düzen olarak
adlandırdığı dile sahip olur. Kız çocuk (ataerkil olan) simgesel düzene
bütünüyle erişemez; kendisini sadece iğdiş edilişinin öncesindeki bir zamanın
düşüncesiyle avutabilir... Ancak, bu muhtemelen bizi aşar.
Lacan’a
göre, biz fazlasıyla erken doğarız. Yürüyenleyiz, konuşamayız, göremeyiz.
Hayata eksik insanlar olarak başlarız. Yine de, bir şekilde aynada kendi
imgemizle karşılaşır ve kendimizi diğerlerinden ayırmaya, dünya üzerindeki ayrı
bir kişi olarak tanımlamaya başlarız. Bu imge bizden daha iyi gibi görünür ve
bizim dışımızdadır; dolayısıyla, bu tanımlama kendi içinde sorunludur. Ayna
Evresi adı verilen bu süreç, imge düşüncesi üzerindeki vurguyla birlikle,
imgesel dünyaya girmemize olanak tanır.
Bu
Ayna Evresi, sinemada yapağımız şey açısından bir metafor görevi görebilir; bu
düşünce, Christian Melz tarafından geliştirilmiştir. Bizden çok daha büyük,
güçlü, zeki, cesur ve varlıklı birinin imgesini izlerken, karanlıkla sessizce
oturur (doğaldır ki, Metz sizin çok katlı sinemalarınıza gitmez) ve hiç hareket
etmeyiz. Sinema ekranının aynası bizi geri yansıtmaz; olmak istediğimiz kişiyi
gösterir. Ben, Brad Pitt değilim ama olsam, hiç de fena olmazdı (tabii, Meet
Joe Black’teki [Joe
Black,
1998] hâlini değil).
Ayna
Evresinin bir öğesi olarak, birey dile sıkıca bağlanır; kendisiyle ya da
kendisi hakkında konuşulur; zaman, mekân ve dile yerleştirilir. Bu dili, Beşinci
Bölüm’de açıklandığı üzere, Saussure’un gösterenler ve gösterilenler ağı
üzerinden anlamak mümkündür. Gösterenler bitimsiz bir anlamlama zincirindeki
diğer gösterenlerle değiştirilebilir. (Bunu anlamak için, sözlükteki bir
sözcüğe bakmayı deneyin; her sözcük bunu başaracaktır. Tanım size tanımlaması
gereken daha fazla sözcük verecek ve bu böyle sürecektir. Nihayetinde, ya bir
tanımlar döngüsü içinde saplanıp kalacaksınız ya da sözlükteki anlamları
kovalamaya son vereceksiniz.)
Çocuğun
Ayna Evresi’ni geçmesinin ardından Oedipus Kompleksi gelir ve çocuk fallusun
göstereniyle ya da Babanın Adıyla yüzleşir. Erkek çocuk bunu atlatır ve
simgesel düzene girer; bir gün fallusla birlikte anılacaktır. Ancak, o ana
değin ataerkil toplum yapışım içeren değişim sistemiyle yetinmek zorundadır.
Öle yandan, kız çocuk kendisini yalnızca fallusla birlikte anıldığı, iğdiş
edilmezden önceki zamanların (sahte) anısıyla avutabilir ve tam anlamıyla
simgesel düzene giremez.
Feminist
açıdan bakıldığında, bu da en az Freud’un analizi kadar sorunludur; ancak Julia
Kristeva gibi kimi feministler, kadınların kendilerine ait, ataerkil olmayan
düzenlerini ya da Kristeva’nın göstergebilimsel olarak adlandırdığı kendi bebek
dillerini bulmaları gerekliğini öne sürmüştür. Filmlerin büyük çoğunluğu eril
bir yapı, çizgisel bir anlatı izler: toplumsal düzenin bozulmasıyla başlar ve
sonrasında bu düzeni başarılı bir biçimde eski durumuna getirmek için çeşitli
girişimlerde bulunulur. Dişil bir-yapı bundan daha farklıdır: sözgelimi, Sally
Potter ve Jane Campion’un ve hatta olayın bütün hikâyeye baskın geldiği Derek
Jarman yapıtlarına bakınız.
İmgesel
ve simgesel dışında, Lacan, dilin öncesinde ve ötesinde var olan ve
simgeselleştirilmesi mümkün olmayan gerçeklik boyutunu varsayar. Gerçeklik
cinsel ilişki anında, ölüm sonrasında ya da doğum öncesinde olabilir.
Gerçeklik, Tyler Durden’ın sinir krizi öncesinde ya da filmin ortalarında görülen
anlık karelerde birleşik bir bütün olduğu andır; ya da filmin eşiklerini görür
gibi olduğunuz andır.
Lacan’ın
düşünceleri, kısmen çokça feminist düşünce barındırması, kısmen de Mulvey’in
‘Görsel Haz ve Anlatı Sineması’ adlı makalesinde değiniliyor olması
dolayısıyla film çalışmalarında önemlidir. Mulvey, filmi izleyen bir izler-kitle
ferdi düşüncesini ele alır ve özdeşleme kaygılı bir bakış olarak başlayan
şeyin çok daha sadist bir şeye sürüklendiğini öne sürer. Evet, Brad Pitt’i
dövüş kulübüyle özdeşleriz ancak aynı zamanda onu barın patronu tarafından
dövülürken görmek isteriz. Belli bir anlatı olması gerektiği için -ki çoğumuz
filmlerimizde bir anlatı olmasını isteriz- insanlar acı çekmelidir ve kahraman
da buna dahildir. Durden acı çekmelidir, anlatıcı acı çekmelidir.
Aynı
zamanda, ekrandaki kadına -bu örnekle, Helena Bonham Carler’ın canlandırdığı
Marla’ya- bakmak bir tür huzursuzluk hissi yaratır. Kadın iğdiş edilmiştir;
dolayısıyla, kadına bakmak izleyiciye iğdiş edilme olasılığını hatırlatır.
Marla’nın bir teslis kanseri destek grubuna katılması, sürekli sigara içiyor
olması ve sair onu Norlon’un karakterinin kontrolünün ötesinde bir yere taşır
ve Norton’un canlandırdığı karakterin hayatı, terapi gruplarının yerine koyacak
bir şey bulana değin bozulur. Kahramanın iğdiş edilmiş kadını bir şekilde alt
etmiş olması, izleyicinin endişesinin giderilmesi anlamına gelir.
Mulvey
sinemayla ilişkili üç bakış türü olduğunu belirtir: karakterler arasındaki
dıegetik bakış, filmi izleyen izleyicilerin ekstradiegetik bakışı ve kamera
önünde canlandırılan olayları filme çeken ekibin bakışı. Bu üç bakma türünün
üçü de baskın bir biçimde erildir ya da erkekle ilişkilidir. Bu, 1975’te
Mulvey’e sorunlu bir şey gibi görünmemiştir. Öte yandan, daha sonradan
sinemanın cinsiyeiçiliğine dikkat çeken bir son- söz kaleme almıştır; ancak,
benim düşüncem, eril bir bakışın pek de ötesine geçemediği yönündedir. Dişil
bir bakış, elbette ki mümkündür; ancak gelin, bu tartışmayı bir sonraki bölüme
bırakalım.
Sh:73-83
Karl Marx belki de son iki yüzyılın hem düşüncelerini benimseyenler
hem de, gariptir, reddedenler üzerindeki en etkili
düşünürüdür. Almanya’da, huzurlu bir orta sınıf ailenin çocuğu olarak doğan Marx, Bonn Üniversitesi’nde hukuk eğilimi almış,
yine burada içkiye, düelloya ve aşk şiirleri yazmaya yönelmiştir.
1836’da,
Berlin’e taşınmış ve Hegel’in diyalektik hakkındaki düşüncelerinden
etkilenmiştir. Marx, Almanya’nın siyasi ve ekonomik durumunun
yanı sıra, din eleştirisinde de Hegel’in düşüncelerinden yararlanmış ve siyasi
gazeteciliğe kaymıştır.
1843’te,
Marx, Paris’e taşınmış ve burada Parisli işçilerin
yanı sıra, ömür boyu dostu olarak kalacak olan Manchester’lı bir işadamının
oğlu, Frederick Engels (1820-1895) ile tanışmıştır. Bunun
ardından, Marx ve Engels
birlikle
çalışmaya başlamışlardır; Engels, Marx yazar
tıkanması yaşadığında, ona yardım ediyordur. Görevli olarak gerçekleştirdiği
Londra ziyaretlerinden birinde, Marx,
Engels ile
birlikle Komünist Parti için bir manifesto yazmıştır. Marx ve Engels
bu
manifestoyu Avrupa’yı saran bir devrim yılında, 1848’de bitirmişlerdir. Ertesi
yıl, birçok ülkeden sınır dışı edilen Marx yazmayı
ve devrim çağrısında bulunmayı sürdüreceği Londra’ya taşınmış ve hayatının
sonuna değin burada yaşamıştır. Her ne kadar Marx ve Engels
ancak
ölümlerinden sonra önem kazanacak olan sinemaya ilişkin çok az şey söylemiş
olsalar da, düşünceleri hâlâ söz konusu araca uygulanabilmekledir. Özellikle
Marksist eleştirmenler "filmlerin yapıldığı ve izlendiği materyal,
ekonomik ve ideolojik bağlamlar ile ilgilenmekledirler.
Marksizmi anlamak için, bu
düşüncenin arka planındaki Aydınlanma düşüncelerini, Paris sınıf mücadelelerini
ve İngiliz ütopik sosyalizmini anlamak gerekir.
Aydınlanma dönemi -on
sekizinci yüzyıl- dünyayı mantık ve bilimle anlamaya çalışmak ve insanlığa hak
ettiği sorumluluğu vermek isteyen birçok düşünürün ortaya çıkışma sahne -
olmuştur. François Voltaire (1694-1778), Denis Diderot (1713-1784), Gotthold Lessing (1729-1781) ve Immanuel
Kanı (1724-1804) gibi
yazar, bilim insanı ve hiciv yazarları evrenin tinsel değil, maddesel bir
kökene sahip olduğunu ve akıl yoluyla anlaşılabileceğini savunmuşlardır. Akıl,
bireyi özgürleştirir; her birey, bir dünya vatandaşıdır ve belli haklara (ve
sorumluluklara) sahiptir. Bu düşünceler, devlet ile dinin birbirinden
ayrılmasını sağlama konusunda Birleşik Devletler (1776) ve Fransa’daki (1789)
yeni cumhuriyetlerin yazılı anayasalarının zemin bulmasına yardımcı olmuştur.
Birey demokratik bir toplumda eğilim -takip eden yüzyıl geniş kitlelerin
eğilim talep ve koşullarında muazzam bir büyümeye sahne olmuştur- ve oy
kullanma -hatta nihayetinde kadınlar da- hakkına sahip olmuştur. Yine, on
sekizinci yüzyılda başlayan Sanayi Devrimi de insanlığın maddeyi işleyişine,
seri üretimin ve zaman içinde, seri yeniden üretimin ve kille iletişiminin
yükselişine tanık olmuştur.
Hegel insanlığın özünün tinsel değil,
ussal olduğunu ve düşünceler tarihinin çelişkiler ve karşı konumlanmalar tarihi
olduğunu savunmuştur. Karşıtıyla çelişki içine giren temel bir düşüncen vardır
ve dolayısıyla esas düşünce değişmiştir: tez-antitez-sentez. Elbette ki
bu, sentezde kalmaz, yeni bir antiteze taşınır. Bu düşünce, diyalektik olarak
bilinir; Marx’ın bu düşünceyi gerçek, materyal, cisimsel dünyanın eylediği
hâliyle kullanım ve değiştirimi, diyalektik materyalizm olarak bilinir.
Modern Fransa ve Fransa
tarihi bilgisinden hareketle, Marx, ister feodal dönemdeki lordlar ile köleler arasında olsun, isterse
de yaşadığı dönemdeki kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında olsun, iki
farklı sınıf arasında süregiden diyalektik bir mücadelenin var olduğunun
farkındaydı. Ve ki bu savaş her seferinde toplumda karşılıklı bir yıkıma ya da
bir devrime yol açmıştı. Marx’ın zamanında işçiler, kapitalistlere para
kazandırmak için sömürülecek ve kendilerine ihtiyaç kalmadığında öylece bir
kenara fırlatılacak çark dişlileri olarak görülüyordu. Bir kapitalist,
yatırımlarında risk alabiliyordu; gel gör ki, işçilerin uzun vardiyaları
kelimenin tam anlamıyla onların organlarını ve hayatlarını tehdit ediyordu.
İşçi sınıfı kendi emeğine yabancılaştırılıyordu.
Aralarında Henri
Saint-Simon (1760-1825), Robert Owen (1771-1858) ve Charles Fourier’in
(1772-1837) de bulunduğu kimi sosyalistler belli değişim olasılıkları
öneriyordu. Örneğin, Owen, tskoçya. New Lanark’daki bir fabrikada, daha iyi
barınma koşulları, bir okul, bir kooperatif satış yeri ve toplumsal katılım
bilincinin olduğu bir komün kurmuştu. Bu şefkatli kapitalizm biçimi, standart
kapitalizmden daha iyi olup, genel anlamıyla koşulları yavaş yavaş iyileştirebiliyor
olmakla birlikte, salı bir yara bandından öte bir şey değildi. Marx, aşamalı değişimden çok
radikal bir değişim istiyordu.
Marx’ın
düşüncesinin temelini
altyapı ve üstyapı konsepti oluşturur. Birincisi, bir toplumun ekonomisinin
örgütlenme biçimidir; örneğin, ister tarımsal, isterse de endüstriyel ekonomi
olsun, kaynakların mülkiyet ve kullanımına kimin sahip olacağını ve ne tür bir
ekonomik alışverişin gerçekleşeceğini bu örgütler. Altyapı; hukuk, siyaset,
din, eğitim, aile, sanat, kültür ve medyayı kapsayan üstyapıyı belirler. Verili
ekonomik koşullar içinde belirli biçimde bir kültür ortaya çıkar. Bu koşullar
değiştiğinde, üstyapı da değişir.
Bu model, çok katı
görünmemelidir. Değişimde, eski kültür biçimlerinin tutunabileceği bazı
duraklamalar-olabilir. Üstyapının farklı öğeleri birbirleriyle ilişki
içindedir.
Örneğin, siyasi durum,
filmlere verilen fon, katkı ve onayı etkileyebilir; sözgelimi, 1980’lerin
başındaki sözde şiddet içerikli filmlerin yasaklanması siyasi bir eylemdi.
Dahası, üstyapının öğeleri, 1980’ler- de, İngiliz hükümetinin madencilik ve
diğer önemli endüstrilere karşıt eylemleri ve kamu hizmetlerini
özelleştirmesinde olduğu gibi, altyapı üzerinde de etkili olabilir.
Yine de, bir film tarihsel
gelişim süreci içindeki belirli bir zamanın bir ürünü olarak düşünülmek ve
belli ekonomik koşullar altında üretilmek durumundadır. Film, bu türden
üstyapıları eleştirdiği durumlarda dahi, esinlendiği topluluk içindeki sınıf
ilişkilerini yansıtır ve bunlar üzerinde değerlendirme yapar. Sonuç olarak,
film olabildiğince çok sayıda izleyiciye bilet -ve tabii buzlu içecek, fıstık,
patlamış mısır, dondurma ve cips- satmak anlamına gelir. Bütçe ne denli büyük
olursa, filmin sorunlu ya da zorlayıcı olma olasılığı da o denli az olur.
Amy Heckerling’in Clueless (1995) filmi, Jane Austen’ın Emma
adlı romanının gençlere yönelik olarak yeniden yazımıdır ve Los Angeles
bölgesinde geçer. Cher Horowitz’in babası, saatlik 500 $ kazanan ve kızını
fazlasıyla şımartan bir avukattır. Cher son moda kıyafetler, pahalı
ayakkabılarla dolu bir gardıroba ve kendisine ait bir cep telefonuna sahiptir.
Sahip olduğu bunca şeye bağlı olarak, okulda onun sözü geçiyor ve kimin
popüler olup olmayacağına o karar veriyordur; öğrenciler gibi, öğretmenlerin de
çöpçatanlığını yapıyordur. Ailesinin tuttuğu çalışanlara karşı ufak da olsa bir
sempati besleyen bir burjuva sınıfı ferdidir.
Film, kökleri 1912 yılında Adolph
Zulcor tarafından kurulan Famous
Players Film Corp’a dayanan Paramount
Studios’un himaye ve
desteği altında çekilmiştir. Birçok isim değişikliği ve 1935’teki iflasın
ardından, şirket 1966’da Gulf + Western tarafından satın alınmış ve 1989’da
Paramount Corporation adını almıştır. 1994’te, yani Clueless'ın piyasa sürülmesinden bir yıl önce, Paramount
Corporation, Viacom
tarafından satın alınmıştır. Viacom’un kendisi de CBS ile aynı soydan gelen bir
yan kuruluş olup, 1999’da bu şirketle birleşmiştir. Mülkiyetteki bu karşılıklı
bağlantı, filmde Cher’in müstakbel erkek arkadaşı Josh’ın -her ikisi de
Viacom’a ait televizyon istasyonu MTV'nin yapımı olan- Beavis And Butthead ve Ren And Stimpy'yi izlerken onlara katıldığı sahne gibi kilit
sahnelerde olduğu üzere, kimi küçük çapraz promosyonlara olanak tanımıştır.
Öte yandan, filmi sömürmenin bir diğer yolu olan film müziği albümünün sözleşme
hakları da EMI’nin alt kuruluşu Capitol Records’a verilmiştir.
Sh:49-53
Bu
bölüm, bazıları hâlihazırda kitapta tartışılmış olan önemli akım ve türleri
tanımlama yönünde bir çabayı içeriyor. Asla tümünü kapsayamacağını belirtmekle
birlikle (kaç ülkede film çekilmekte olduğunu ve dolayısıyla kaç yeni dalganın
çıkmış olabileceğini bir düşünün), en azından açıklamalı bir bütün olduğu
düşünülebilir. Her başlıkta söz konusu film akım ya da türünden izlenmeye
değeceğini düşündüğüm bir filmi önerdim.
Kıç
üstü düşmeler, kovalamalar, kremalı turta, bir kova su ve çokça ısrar; bir
başka deyişle, tipik bir Cuma gecesi bar sonrasından ibaret olan KOMEDİ
dalıdır. Sessiz çağda ve bunun hemen sonrasında genellikle aynı karakter ya da
karakterlerin oynadığı yüzlerce örneği çekilmiştir. Buster Keaton ve Hary Lloyd fiziksel komedinin efendileriyken, Charlie Chaplin kimi açılardan daha duygusaldır. The
Music Box (1932).
Birinci
Dünya Savaşı sonrası ile 1930’ların başlan arasında Alman sinemasında ortaya
çıkan bu akım eğik kamera açıları ve gerçeklikten öte, ışık ve gölge
kullanımlarıyla bilinir. Anlatılar genellikle masallarından ya da GOTİK KORKU
hikâyelerinden beslenir ve psikolojik durumları irdeler. Bu akım 1920lerin
ortalarında Almanya’da çalışmakta olan Alfred Hitchcock üzerinde doğrudan bir
etki bırakmıştır. Uygulayıcılarının bazıları Amerika’ya göç etmiş ve burada
ilk olarak 1930’la- ıın Universal korku filmlerini, ardından da KARA FİLM’in bakış
açısını etkilemiştir. Das Kabinett Des Dr Caligari (1919).
Genellikle
çizgi romanlardan (manga) esin alan ve kahramanları görece batılılaştırılmış
bir biçimde sunan Japon çizgi filmleri. Hızlı anlatıları BİLİMKURGU türünü
çağrıştırır; çoğunlukla süper güçlere sahip mutantlar rol alır. Ahıra
(1988).
Sürekli
didişen ancak birçok sorunda birbirine yardım eden iki erkek arkadaşın başrolde
olduğu film türüdür. Kadınlar geri plandadır ve genellikle eşcinsel bir alt
metin vardır. İki arkadaş genellikle farklı ırk ve sınıftandır. Arkadaşlık
filmlerinin kimi diğer türlerle kesişmesi de mümkündür: DEDEKTİF, YOL FİLMİ,
BİLİMKURGU, SAVAŞ ve sair. Kadın arkadaşlık filmleri de vardır ancak bunların
sayısı oldukça sınırlıdır: bakınız Thelma And Louise (1991); tabi, eğer
bakmak zorundaysanız. Thunderboll And Lightfool (Yıldırım Emri - 1974).
Anlatının
temelinde birbirine âşık olan ve önlerindeki engellerin üstesinden gelen iki
kişinin yer aldığı film türüdür. Genellikle kadınlara yönelik bir tür olduğu
düşünülür. Before Sunrise (Gün Doğmadan - 1995).
1930’lar
ve 40’larm stüdyo sisteminde, prestijli bir filmin yani, bir A filminin yanı
sıra gösterilmek üzere çekilen film. Geriye dönüp bakıldığında, bu filmlerin
pek çoğu A Filmlerinden daha ilgi çekicidir. Detour (1945).
Stüdyo
denetiminden bağımsız çekilen, genellikle düşük bütçeli filmlerdir; çoğunlukla
SANAT SİNEMASI’na yakın kişisel anlatımlardır. Sınırlı orandaki bağımsız
dağıtımla birlikle, sözde bağımsız filmler genellikle stüdyoların parası ile
tamamlanır ve yine onların diğer yapıtlarıyla birlikte dağıtılır. Bazı
stüdyolar beklenmedik başarılar elde edecek sözde bağımsız yapım ya da ürünler
ortaya koymak üzere tahsis edilen departmanlara sahiptir. Terim yalnızca
1980’ler ve 90’ların Amerikan filmleriyle ilişkili olarak gerçek bir anlama
sahiptir. Clerks (Tezgâhtarlar - 1994).
Vücudun
işleyişi, cinsel organlar, yiyecekler, dışkı, cinsellikle saplantılı, genel
bir zevksizliğe sahip KOMEDİ alı türüdür. There’s Something Aboul Mary (Ah
Mary Vah Mary - 1998).
Genellikle
KORKU ile örtüşen bir film türüdür. Anlatı çoğunlukla bilim ya da teknolojinin
önemine odaklanıyor olsa da, bu gittikçe arlan bir biçimde sadece pek çok özel
efekti bir arada kullanabilmenin bahanesi olmaya başlamış ve uzay boşluğunda
çıkılan ışık yolculukları görebilmemiz, uzaydaki patlamaları duyabilmemizden de
anlaşılacağı gibi, bilimsel mutlaklık rafa kaldırılmıştır. Alien (Yaratık -
1979).
Sleepless
İn Seattle
(1993) filminden alman hafif küçümseyici bir terim olarak, bir erkekten çok
bir kadına hitap eımesi muhtemel olan hemen her film için, özellikle de
başrolde güçlü kadın karakterlerin yer aldığı MELODRAMLAR için kullanılır.
1990’larm sonlarında, sinemalar, kadın izlerkitleden istifade edebilmek için
bu tür filmleri büyük spor müsabakalarıyla çakışan saatlerde gösterime koymaya
başlamıştır. An Af- Jair To Remember (Unutamadığım Aşk - 1957).
Karmaşık
bir olay örgüsüne sahip bu filmlerin başrolünde genellikle utangaç bir erkekten
etkilenen ve onu kendisine âşık etmek isterken bir dizi sıkıntıya sürükleyen
güzel, güçlü bir kadın vardır. Diyaloglar hızlıdır ve kimi zaman birbirinin
üstüne biner. Bringing Up Baby (1938).
Lars
Van Trier çevresinde
toplanan bir grup film yapımcısı; sahne donanım ve dekorlarındaki sahtelikten
kaçınmak, doğal ses ve ışık kullanmak, olayları sahnelemekten çok, olayların
meydana geldiği yerde filme çekmek ve MELODRAMATİK anlatılardan kaçınmak
amacıyla bir tür şeref sözü olan bir manifesto akdetmiştir. Kısıtlamaları
gözeten (bazıları hile yapıyor olsa da) filmler bir Dogma sertifikası ile
ödüllendirilmekte ve günümüzde Danimarka, Amerika, İspanya, Belçika, İsveç,
Arjantin ve daha başka birçok yerde çekilmektedir. Orijinal manifestonun ciddi
mi yoksa bir şaka mı olduğu ise açık değildir. Idioteme (1998).
FRANSIZ
YENİ DALGA’nın içinden gelen ve Jean-Luc Godard
ve Jean-Pierre Gorin etrafında toplanan, politik anlamda
kendilerini Marksist film yapımcılarına adamış grup. Adını Man With A Movie Camera
(1929) ve Letter To Jane (1972) filmleriyle tanınan ünlü Sovyet film
yapımcısından alan grup, Mayıs, 1968’de çalışmalarına başlamış, 1973’te ise,
dağılmıştır.
1940’lar
ve 50’lerde Ealing Sıudios iarafından çekilen bu filmlerde otoriteye karşı
savaşan -ister Pimlico’nun bağımsızlığım kazanarak, isterse de bir harabeden
viski çalarak ya da yaşlı, sevimli bir kadının parasını çalarak olsun-
genellikle yasalara karşı gelen, polisle başı dertle olan insanları anlatır.
İzleyicilerin hırsız ve katillere sempati duyması beklenirken, adaletin
çoğunlukla sağlandığı görülür. Kind UeartsAnd Coronets (1949).
Kitap
ne denli iyiyse, filmin o denli zayıf kaldığını söylemek mümkünse de, filmlerin
pek çoğu daha önceki anlatılara dayanır. Uyarlamalar üç yaygın şekilde
yapılır: sayfadan perdeye birebir aktarım (bakınız Merchant Ivory’nin birçok
yapıtı), gerçek bir neden olmaksızın olayların değiştirildiği, orijinal metne
sadık kalınmayan uyarlamalar ve orijinal metnin yorumlandığı uyarlamalar
(bakınız Mansfield Park - 1999). The Maltese Falcon (Malta Şahini
- 1941).
Büyük,
önemli konulan anlatan, genellikle birkaç saat süren, binlerce oyuncunun rol
aldığı ve büyük gösterilere sahne olan geniş bütçeli filmlerdir. Epikler, İncil
metinlerine ya da Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine dayanan Amerikan tarihine
odaklanıyor olsa da, bu tür gerçekte sinemanın televizyona karşı açtığı savaşta
-her ne kadar Cleopatra (1963) gibi fiyaskolar bu savaşta pahalıya
patlamış olsa da- sinemaskop ve teknikoloru silah olarak kullanmaya başladığı
1950lerde kendini bulmuştur. Gladiator (Gladyatör - 2000).
Gerçek
dünyada meydana gelemeyecek olayları -büyü, ejderhalar, uçmak- anlatan geniş
yelpazeli bir türdür. Fantastik filmler; bu türden öğelerin gerçek dünyaya
müdahalesini, gerçek dünyadan fantastik dünyaya girişi (gerçek mi rüya mı olduğu
çoğunlukla belirsizdir) içerebilir ya da doğrudan fantastik bir dünyada
geçebilirler. Genellikle çocuklara yönelik bulunarak ya da bir tür kaçış gibi
yorumlanarak görmezden gelinmiş olan fantastik filmler gerçek dünyayı ve
ilişkileri sıradışı bir açıdan yorumlama olanağı sunar. The Lord of The
Rings (Yüzüklerin Efendisi - 2001, 2002, 20003).
1950’lerin
sonları ile 1960’larda Fransız sineması içinde ortaya çıkan ve birçok Cahiers
Du Cinema eleştirmenin de dahil olduğu akım: Jean-Luc Godard, Claude
Chabrol, Eric Rohmer ve François Truffaut. Çıkış noktaları büyük ölçüde gerçek
mekânlara, profesyonel olmayan oyunculara, ahlâki belirsizliğe ve açık uçlu
sonlara sahip SANAT SİNEMASI ya da KARŞI Sİ- NEMA’dır. 1960’larda yönetmenlerin
bazıları daha fazla politikleşmiş ve Godard, DZIGA VERTOV GRUBU’nu kurmuştur. Week-End (1967).
WESTERN gibi, bu tür de Amerika tarihindeki bir
dönemi, özellikle de Yasaklar dönemini (1919-1933) miıleştirir. Warner
Brothers’ın temel odaklarından biri olan bu tür 1930’larda ortaya çıkmış ve
filmler, yapımcıların pastalarım alıp afiyetle yemelerini sağlamıştır:
izleyiciye şiddet gerilimleri sunarken, hükümeti önlem almaya çağırdıklarını
öne sürmüşlerdir. The Godfather (Baba -
1971) türe yeni bir yaşam alanı sunarken, Martin Scorsese de, Goodfeüas (1990) ve Casino'da
(1995) daha çağdaş bir gangster imgesi sunmuştur. Bu filmler bazı yönlerden
YENİ KARA’yı gölgelemiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İngiliz sineması
gangster filmlerinin başarılı taklitlerini yapmaya ve İNGİLİZ YENİ DALGA’dan
beslenmeyen bir gerçeklik hissi geliştirmeye başlamıştır. Her ne kadar mockney
aksam gittikçe zayıflamış olsa da, İngiliz sineması son onyılda bu Lürü
yeniden canlandırmıştır. Once Upon A Time In America (Bir
Zamanlar Amerika - 1983).
1950’lerden
günümüze değin, genç bir izlerkitleyi hedefleyen bütün filmleri içerir.
Başlangıçta okul, gençlik aşkı ve cool olmak türünden ikilemleri bir
arada yürütmeye çalışmak gibi Britanya ve Amerika orta sınıfına ait kaygılara
odaklanmış olmakla birlikte, sonradan gitgide müzik klibi tarzında çekilmeye
ve Shakespeare, Jane Austen, Charles Dickens ve diğerlerinin anlatılarını
yeniden anlatmaya başlamıştır. Çoğu KESME-BİÇME KORKU filmleri ilkgençlik
filmleridir. 10 Things I Hate About You (Senden Nefret Etmemin 10 Sebebi -
1999).
1950’ler ve 60’ların İngiliz sinemasında ortaya
çıkan bu akım, tiyatronun Angry Yoııtıg Man tiyatro akımından yayılmış
ve bu oyunların pek çoğunu filme uyarlamıştır. Cinsellik ve kadınların rolü de
önemli bulunmakla birlikte, alışılagelen konulan işçi sınıfı erkeklerinin
hayatıdır. ÖZGÜR İNGİLİZ SİNEMASI ve KUCHEN
SINK DRAMA’dan
etkilenmiştir. Başlıca yönetmenleri arasında, Tony Richardson ve Karel Re- isz
gibi isimler yer alır; Albert Finney
ve Michael Caine’i yıldız yapan türdür. A Taste of Honey (Bir Tadım Bal -
1961).
1930’ların
kara kurgusunun filmdeki karşılığı olan bu türde genellikle ahlâk dışı bir
evrende, MELODRAM’lardaki POLİS/ÖZEL DEDEKTİF kahramanlar konu edinir: kazık
atmalar, şantaj, rüşvet ve cinayetlerin yanı sıra tehlikeli bir kadın karakter
ya da baştan çıkaran kadın. Mizansen genellikle karanlık ve gölgelidir; sıradışı
kamera açılarıyla birlikte ALMAN DIŞAVURUMCULUĞU’nu andırır. Bu terim, 1940 ile
1960 yılları arasında ortaya çıkan bu türü karşılamak amacıyla Fransız
eleştirmenler tarafından 1946’da türetilmiştir. YENİ KARA, bu türün pek çok
imge, konu ve anlatısından yararlanır. Double Indemnity (Çifte
Tazminat - 1944).
SANAT
SİNEMASI için kullanılan bir diğer ifadedir; Peter Wollen tarafından ve KLASİK HOLLYWOOD’un zıttı anlamında türetilmiştir. Bu filmler
farklı yorumlamalara açıktır; karakterlerle kolaylıkla özdeşlemeye izin vermez
ve kolay yoldan keyif vermeyi amaçlamaz. Venf D’Est (1970).
Durdurulamayan
bir katilin en son kıza gelene değin Lüm kurbanlarını bir bir öldürdüğü KORKU
alt türüdür. Daha ayrıntılı bilgi için Türler bölümüne bakınız. Halloween (Yabancı -
1978).
İNGİLİZ
YENİ DALGA’nm alışıldık gerçekçilik türüdür; (genellikle kuzeyli) işçi
sınıfının gündelik hayatını konu edinir. Saturday Night And Sunday Moming
(Sevişme Günleri - 1960).
Film
tarihinin büyük Hollywood stüdyolarının egemenliğinde olduğu dönem,
her ne kadar 1948’de oynatımcılar tarafından stüdyolara karşı başarılı bir
biçimde yürütülen anti- trösı eylemler gerilemenin başlangıcını imlemiş olsa
da, Hays Yönetmeliği’nin belirgin olduğu 1934 ile 1968 yılları arasıdır.
İstatistiki olarak, bu filmler devamlılık kurgusu ve (en azından ekran uzamı
yaratımındaki) gerçeklik hissi ile dikkat çeker. Bu sinemanın tarihi, türlerin
tarihidir (ve tersi de doğrudur). 19601ar sonrası dönem post-Klasik Hollywood olarak bilinir. Casablanca (Kazablanka -
1962).
İzleyiciyi
güldürmek üzere kurgulanan film; bu tür, ROMANTİK KOMEDİ, BELDEN AŞAĞI KOMEDİ,
ABARTI KOMEDİ gibi alt türlere ayrılır. A Nightmare Al The Opera (1935).
Şaşırtmak
ya da korkutmak üzere kurgulanan film türüdür. Genellikle şu dönemlerle
ilişkili düşünülür: ALMAN DIŞA- VURUMCULUĞU’ndaki doğaüstü masallar,
1930’lardaki Universal korku dönemi, 1950’lerin canavar filmleri, 1950’ler ile
1970’ler arasındaki Hammer filmleri, 1970’lerden günümüze değin süregelen
KESME-BİÇME FİLMLERİ ve sair. Ayrıca bakınız VÜCUT KORKU. Bride of Frankenstein (Frankenştayn’ın
Nişanlısı - 1935).
Genellikle
kadınları hedeflediği düşünülen ve bir ailenin devamlılığını tehdit eden
olaylar -boşanma, ölüm, istenmeyen gebelik ve sair- etrafında gelişen türdür.
Dramın merkezinde genellikle bir kadın karakter vardır. Imitation Of Life (Zehirli Hayat -
1959).
Hâlihazırda
anlaşılır bir nedene ve buna uygun bir kıyafete gerek duymaksızın karakterlerin
bir anda şarkı söylemeye başladığı film türüdür. Bazı insanlar bu tür şeyleri
sever. Anlatılar genellikle şarkı ve dans rutinlerindeki geçişlerden biraz
daha fazlasını içerir; Marx Brothers
düzenli bir biçimde bunları saçma bir AŞK FİLM i olay örgüsüyle birlikte
filmlerine koyar. MGM, genellikle müzikalleriyle tanınan bir stüdyodur. The Sound Of Music (Neşeli
Günler -
1965).
1956’da,
yönetmen Lindsay Anderson tarafından türetilen bu terim, yönetmenin British
National Film Theatre için derlediği işçi sınıfının gündelik hayatı hakkındaki
kişisel SANAT SİNEMASI kısa film ve belgesellerden oluşur. Birçok farklı ülkeden
gelen yönetmen İNGİLİZ YENİ DALGA’nın ortaya çıkışını sağlamıştır. Every Day Except Christmas (1957).
Genellikle
cinayet olmak üzere suç soruşturmalarını içeren birbiriyle ilişkili türlerdir.
Özel dedektif genellikle yasallığın sınırındadır ve toplumun geri kalanından
soyutlanmıştır. Bu tür açık bir biçimde KARA FİLM ile kesişir ve ki aslında
buna mecbur değildir. Aynı şekilde, polis karakterleri de oyunu kendi
kurallarına göre oynayan, başına buyruk kişiler olma eğilimindedir. The Big
Sleep (Birleşen Kalpler - 1946).
Aşk
ile komedinin birleşimidir; başta birbirinden hoşlanmayan iki kişi sonunda
birbirine âşık olur. Sınıf farkı ve babanın onaylamaması gibi geleneksel
engellerin önemini yitirmesiyle birlikte, karakterlerin cinsel yönelimleri ve
birbirlerinden bütünüyle farklı kişiliklerde olmaları gibi yeni engeller bulunmuştur.
Son dönemlerde sitcom’a ara vermiş olan oyuncuların neredeyse yarısının
yakın zaman sonra bu tür filmlerde rol alması oldukça muhtemeldir. Sleepless
In Seattle (1993).
Ağırlıklı
olarak Hollywood dışında çekilen, salt para kazanma
kaygısından öte, kişisel söylemler olarak çekilmeye çalışılan ve AVANGART
olarak yorumlanabilen filmleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu
filmler genellikle çizgisel olmayan anlatılara (tabii eğer anlatıları varsa),
açık uçlu sonlara ve ahlâki bir belirsizliğe sahiptir; bir başka deyişle, KLASİK
HOLLYWOOD’u reddeder. Bu filmler, nadiren büyük ses
getiren başarılara imza atarken, çok katlı sinemalarda değil, genellikle
repertuar sanat sinemalarında gösterime girer. Tartışmalı da olsa, çoğu sözde
BAĞIMSIZ film, sanat sineması örneğidir. Ayrıca bakınız KARŞI SİNEMA. Der
Himmer Über Berlin (Berlin Üzerinde Gökyüzü - 1987).
Siyahi
yönetmenler tarafından ilk olarak 1970’lerin başından ortalarına değin çekilen
bu filmler Amerika’daki siyahi izleyicileri hedeflemiştir; genellikle beyaz
karakterlere karşı mücadele veren siyahi karakterler rol alır. Kahramanlan;
siyahi özel dedektifler, suç işlemeyi bırakmaya çalışan torbacılar ya da kıç
tekmeleyen güçlü kadın karakterlerdir. Irkçı stero- tiplerde genellikle
huzursuz edici bir tutum sergileseler de, siyahilere eskiye oranla çok daha
geniş bir rol yelpazesi sunmuştur. Ayrıca bakınız YENİ JACK SİNEMASI. Shaft
(Korkusuz - 1971).
Sergei
Eisenstein’m tipik kurgu tekniğidir ve 1920’lerin film yapımcıları ve
kuramcıları okuluna değin genişler. Film yapımcılarının sosyal ve siyasi
konulara yönelik ilgileri, insanların duygusal olarak etkilendiği, entelektüel
açıdan yönlendirildiği bir sinema yaratmalarını sağlamıştır. Battleship Potemkin (Potemkin Zırhlısı -
1925).
1960’lar
ve 70’lerde, İspanya’daki İtalyan yönetmenler tarafından çekilen Western alt türü filmlerdir. Ahlâk kapanın elinde
kalır; insanlar yalan söyler, dedikodu yapar ve öldürülür. Daha dolambaçsız
olan Western ikonografisi parodileştirilir ve
fetişleştirilir. Once Upon A Time
In The West (Batıda
Kan Var -
1968).
Bu
terim, 1969’da, Solanas ve Getino tarafından ‘Üçüncü Dünya’da
-özellikle de Latin Amerika’da- çekilen ve genellikle ülkedeki egemen
ideolojiye karşıt nitelikte olan filmleri tanımlamak için türetilmiştir.
Birinci sinema Hollywood, İkinci sinema Avrupa sinemasıdır. Bu
terim, bir film hiyerarşisi yaratma riskini barındırır ve geniş bir Dünya
Sineması yelpazesini homojenleştirir. Orfeu Negro (1959).
Vücudun
genellikle bir tür virüs ya da asalak tarafından ele geçirilmesine ya da bir
biçimde ‘sahibine’ ihanet etmesine odaklanan korku alt türü. David Cronenberg’in tüm yapıtlarında gerçekten
çok güzel örneklerini görebilirsiniz. Videodrome (1982).
1960’lar
ve 70’lerde Rainer Werner Fassbinder etrafında
toplanan ve ayrıca aralarında Wim Wenders ve Werner Herzog gibi isimlerin yer aldığı, çağdaş
Almanya’nın sosyal sorunlarını ele alan Alman sinema akımıdır. Filmlerin
özellikle SANAT FİLMİ çevrimindeki ihracında kolektif bir dağıtım yaklaşımı
sergilenmiştir. Jeder Für Sich Und
Gotte Gegen Alle (1974).
1940’ların başları ile 1950’lerin başlan arasında İtalyan sinemasında
görülen ve anlatım ve mekân sınırlamalarına karşı yükselen bir tepki olarak
Vittorio De Sica, Roberio Rossellini ve Luchino
Visconti etrafında
oluşan bir akımdır. Bir tür gerçeklik açlığı, stüdyo dışı mekân kullanımı,
sosyal konuları ele alması ve özgünlüğü, üstüste binen diyalogları ayırt edici
özellikleridir. FRANSIZ ve İNGİLİZ YENİ DALGA akımlan üzerinde etkisi olmuştur.
Roma, Cittâ Aperta (1945).
1990’larm siyahilere ilişkin konulara odaklanan
filmlerine verilen addır. Bu filmler, 20 yıl öncesinin SİYAHÎ İSTİSMAR
filmlerinden daha da uçladır. Öncelikli olarak gettolardaki hayata ve
buralardan çıkış yollarına odaklanır: orduya yazılmak, okumak, hapse düşmek ya
da tabuta girmek. New Jack City (1991).
KARA
FİLM’in güncellenmesi olan bu tür kimi zaman eski kara anlatıları yineler ve
baştan çıkaran kadın, ikili oynamalar, üçlü oynamalar, fiziksel şiddet, sert bir
dil ve gece çekimleri içerir. Kötü sonlar, Hollywood filmlerine oranla beklenmeyecek denli
yaygındır. LA Confidental (Los Angeles Sırlan - 1997).
1990’ların
başları süresince, festival çevriminde başarılı olan gey ve lezbiyen yönetmenlerin
yapıtlarına verilen pazar etiketidir. Eşcinselleri kaybedenler ya da
psikopatlar olarak değil, AIDS çağında hayatlarını sürdürmeye çalışan katiller
ve sosyopatlar olarak sunmuş ancak asla cinsellikleriyle ilgili bir sorunu
inilememiştir. Yönetmenlerin pek çoğu daha çok Scorsese ve Taranlino’nun
estetiğine borçlu olsalar da, Derek Jarman, bu akımının bir bakıma vaftiz
anası olmuştur. Akım bir anlamda anaakım tarafından emilmiş ve eşcinsel
karakterler ROMANTİK KOMEDİLER de dahil olmak üzere, hemen bütün film
türlerinde görünür olmuştur. Swoon (1991).
Karakterlerin
otomobil, motosiklet ya da otobüsle yolculuğunu konu edinen filmlerdir.
Genellikle yolculuk esnasında edindikleri deneyimlerden hareketle, karakterler
gerçekte kim olduklarını öğrenirler. Bu tür filmler bölüntülü olma eğilimindedir.
Easy Rider (1969).
Neredeyse
sinemanın kendisi denli eski olan bu tür on dokuzuncu yüzyıl Vahşi Batı’sını
mitleştirir; başrolde genellikle kendisine düşman bir çevrede hayatını
kazanmaya çalışan ya da Kızılderililere karşı koyan bir kovboy vardır.
Westernler sessiz çağdan 1960’lara değin süregelmiş ancak daha sonrasında,
muhtemelen Kızılderili betimlemelerindeki ideolojik çarpıtmalara da bağlı
olarak daha az çekilmeye başlamıştır. Öle yandan, SPAGETTİ WESTERN bu Hollywood yapımını gölgede bırakmayı başarmıştır.
Filmlerin ikonografisi -Anıl Vadisi, altıpatlar, silahlı çatışmalar, atlılar-
derhal fark edilebilir türdedir ve sayısız parodinin yanı sıra BİLİMKURGU
alanına da taşınmıştır. Stagecoach (1939).
Sh:143-159
Kaynak:
ANDREW M. BUTLER, Film Çalışmaları, Kitabın Orijinal Adı: Film Studies Türkçesi
Ali Toprak, : Kalkedon Yayıncılık: 145 Sinema Kitaplığı: 6, Türkçe İlk Baskı:
Ocak 2011, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar