Print Friendly and PDF

Fransız Belgelerine Göre MİDHAT PAŞA’nın SONU-(1878-1884) LES DERNIÉRES ANNÉES DE MİDHAT PACHA (d’aprés les documents français)



Hzl: Bilal N. ŞİMŞİR
Üç yıl kadar Fransa Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde araştırmalar yaptım; yakın tarihimizle ilgili belgeler top­ladım. Bu araştırmalarım sırasında Midhat Paşa’nın son yılları ile ilgili çeşitli Fransız belgeleri buldum. Bun­lar bana, ilgi çekici, bazı noktalara ışık tutucu ve yayınlan­mağa değer göründü.
Belgeleri önce “Midhat Paşa’nın Sonu Üzerine Fransız Belgeleri” başlığıyla aynen yayınlamayı düşündüm. Sonra bunların bir kısmım Türkçeleştirip aynen yayınlamayı, bir kısmını ise sadece özetlemeyi uygun buldum. İncelemenin adım da “Fransız Belgelerine Göre Midhat Paşa’nın Sonu” olarak değiştirdim.
Burada yayınlanan ve özetlenen belgeler, Fransa Dış­işleri Bakanlığı arşivlerinin şu cildlerinden derlenmiştir:
1— Correspondance Politique = Büyükelçiliklerin Si­yasî Yazışmaları serisinden:
Turquie, Octobre 1879, Tome 431

—Turquie, Mai 1881, Tome 446
Turquie, Juin-Juillet 1881, Tome 447
Turquie, Janvier-Mars 1883, Tome 455
2— Correspondance Politique des Consuls = Konso­loslukların Siyasî Yazışmaları serisinden:
Beyrouth, 1877-1878, Tome 21
Beyrouth, 1879, Tome 22
Beyrouth, 1880, Tome 23
Djeddah, 1880-1885, Tome 4
Smyrne, 1881-1883, Tome 8.
İnceleme, yalnız Fransız belgelerine dayanmakta, onlar dışına taşmamaktadır.


Dipnotlarda, Fransız Dışişleri Arşivleri (AAE), Bü­yükelçiliklerin siyasî yazışmaları (CP), Konsoloslukların siyasî yazışmaları da (CPC) kısaltmalarıyla gösterilmiştir. Fransız arşiv ciltleri yaprak (folio) olarak numaralanmış bulunduğundan dipnotlarında bunlar gösterilmiş, ayrıca, belgelerin kimden kime yazıldığı, tarihi ve numarası da belirtilmiştir.
Araştırmalarım sırasında bana ber türlü kolaylığı gös­teren, belgeleri yayınlamama izin veren Fransa Diplotik Arşivler Dairesine ve özellikle Fransa Dışişleri Baş arşiv­cisi M. Roger Glachant’a burada teşekkürü borç bilirim.
Ankara, 15.1.1970   
Bilal N. Şimşir


MİDHAT PAŞA (1822-1884)

Türkiye Ziraat Bankasının, Emniyet Sandığı­nın, Sanat okullarının kurucusu; Birinci Meşrutiyet hareketinin başı ve ilk Türk anayasasının babası olan Midhat Paşa, büyük Devlet adamlarımızdan biridir. 1822 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ah­met Şefik’tir. Kadılıklarda bulunan Rusçuk’lu Hacı Eşref efendinin oğludur. On yaşında Kur’anı ezberliyerek hafız oldu. On üç yaşında Babıâli’nin Divan-ı Hümâyûn kalemine girdi. Bu kalemde iken Medrese derslerine devam ederek ve bazı hocalardan özel dersler alarak Arapça ve Farsça öğrendi. Büyük Reşit Paşa’nın tavsiyesi ile 35 yaşlarında iken Fransızca çalıştı ve bir süre Avrupa’da bulunarak bu dili de oldukça elde etti. 1844-1849 yıllarında kâtiplik göreviyle Şam’da, Konya’da ve Kastamonu’da bu­lundu. İstanbul’a dönünce Mektupçu kalemin­de çalıştı, sonra Mazbata Odası Başhalifeliğine ge­çirildi. Buradayken önemli bir tahkikat için Suri­ye’ye gönderildi ve ötekinin berikinin elinde kalmış olan Devlete ait binlerce liranın ortaya çıkmasını sağladı. O zaman Arabistan Ordusu Müşiri bulunan ve sonradan Sadrazam olan Kıbrıslı Mehmet Paşa’nın görevden atılmasına sebep oldu. Bu yararlığı dolayısıyla Reşit Paşa kendisini daha iyi tanıdı ve korudu. Kıbrıslı Mehmet Paşa Sadrazam olunca onu azletti ve hattâ bir suç uydurarak mahkemeye ver­di. Ama aleyhinde uydurulan deliller boşa çıkınca bu defa onu daha önemli işlerde kullanmağa başladılar. Âli Paşa’nın Sadrazamlığı sırasında, 1858’de, izin alarak altı ay kadar Avrupa’nın Fransızca konuşu­lan yerlerinde bulundu ve yabancı dil bilgisini iler­letti. Dönüşünde vezir rütbesiyle 1861 yılında Niş Valiliğine atandı.
Niş Valisi olarak Midhat Paşa büyük başarı gösterdi. Haydutluğu kaldırdı, şoseler, köprüler, su­lama tesisleri, ıslahane vs. yaptırdı. 1864 yılında, Osmanlı İmparatorluğunda ilk defa bir örnek vilâ­yet olarak Tuna vilâyeti kuruldu. Bu vilâyetin ba­şına da yine Midhat Paşa getirildi. Burada kaldığı üç yıl içinde daha da büyük başarı gösterdi. Yeni yollar, köprüler yaptırdı. Bugünkü Ziraat Banka­sının ve Emniyet Sandığının temeli olan Menafi sandıklarını kurdu. Gemicilik, arabacılık şirketleri açtırdı, belediye teşkilâtı kurdu. Sanayi mekteplerini kurdu ve genel olarak eğitime büyük önem verdi. Midhat Paşa, “Camiden evvel mektep” diyordu. Tek kelimeyle Tuna Vilâyeti, onun çalışmaları sayesinde İmparatorluğun gerçekten örnek bir vilâyeti oldu.
Onun büyük başarısını ve gücünü gören Babıâli yeni kurulan (Şurayı Devlet) Reisi olarak kendisini İstanbul’a getirdi. Fakat Âli Paşa onun her emri dinlemediğini görünce bir süre sonra kendisinin Bağdad Valiliğine gönderilmesini uygun buldu. 1869’da Bağdad’a giden Midhat Paşa, orada da Tuna Vilâ­yetinde olduğu gibi başarı göstermeğe başladı. Fa­kat Sadrazamlıkta bulunan düşmanı Mahmut Nedim Paşa’nın kendisine çeşitli güçlükler göstermesi üze­rine istifa ederek İstanbul’a döndü. Edirne Valili­ğine atanmış iken Sultan Abdülaziz’in önünde Sad­razamın yolsuzluklarını ispat etmesi üzerine Edir­ne’ye gönderilmeyip 1872 yılında ilk defa Sadrazamlığa getirildi. Fakat Sultan Abdülaziz’in israfına ve istibdadına karşı durmağa uğraştığı için iki buçuk ay sonra Sadrazamlıktan azledildi. Altı ay kadar sonra Adliye Nazırlığına getirildi ve üç ay kadar da Selanik Valiliğine gönderildi.
O zamanlar İmparatorluğun kurtuluşunu Meşrutiyetin kurulmasında gören Yeni OsmanlIlar Ceiyeti üyeleri Namık Kemal, Ziya Paşa gibi değerli yurtsever aydınlar, Midhat Paşa’yı kendi ülkülerinin tabii önderi sayıyorlardı, imparatorluğu iç ve dış durumunun adamakıllı kötüye gittiği bir sırada, Midhat Paşa ve arkadaşları müstebit ve müsrif Sultan Abdülaziz’i tahttan indirip yerine Beşinci Murad’ı tahta geçirdiler (30 Mayıs 1876). Feriye Sarayında oturmaya mecbur edilen Abdülaziz, orada iken bilek damarlarını makasla keserek intihar etti (5 Haziran 1876). Sultan Beşinci Murad da akılca rahatsız olduğu için, üç ay kadar sonra tahtan indirildi ve İkinci Abdülhamid tahta çıkarıldı (30 Ağustos 1876). Yeni Padişah Yeni Osmanlılar fikirlerine taraftar görünüyordu. 20 Aralık 1876 günü Midhat Paşa ikinci defa Sadrazamlığa getirildi. Bu sırada ilk Türk Anayasası (Kanun-i Esasi) ilân olundu (23 Aralık 1876). Kanun-i Esasiyi Midhat Paşa hazırlamıştı. Padişah bunu, 113. maddeye tehlikeli bir fıkra eklemek suretiyle kabul etti. Bu fıkrada, “Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idare-i zabıtanın tahkikat-ı mevsukası üzerine sabit olanları memalik-i mahrusa-i şahaneden ihraç ve teb’ı etmek münhasıran Zat-ı Hazret-i Padişahinin yedi iktidarındadır.” deniliyordu. Yani Padişah, bu fıkraya dayanarak, tehlikeli gördüğü kimseleri yurt dışına sürebilecekti.
Anayasanın 113. maddesi, ilk defa, Anayasanın babası olan Midhat Paşa’ya uygulandı. Abdülhamit, 5 Şubat 1877 günü Midhat Paşa’nın elinden Sadaret mühürünü aldırdı ve onu hemen İzzettin Vapuruna bindirip yurt dışına sürdü. Midhat Paşa’yı sınır dı­şına çıkarma görevi Bahri Süleyman adındaki bir alay beyine verilmişti ve Paşa vapura götürülürken “Yazık devlet ve millete yazık! înnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” diyerek ağlamıştı. 1877-78 Türk-Rus savaşı sırasında, imparatorluğun yeniden parçalan­dığı ve paylaşıldığı o tarihî günlerde, Midhat Paşa devlet hizmetinden uzak, Avrupa’da sürgünde kal­dı. 20 ay kadar süren bu sürgün hayatı sırasında Midhat Paşa, İtalya, İspanya, Fransa, Ingiltere ve Avusturya’yı dolaştı, oralardaki devlet adamlarıyla özel görüşmeler yaptı ve Türkiye’nin kaderiyle il­gili yazılar yazdı.
Midhat Paşa’nın Avrupa’da dolaşması da Abdülhamid’i kuşkulandırıyordu. Bunun üzerine Paşa’ya, yalnız Girit’te oturmak şartıyla yurda dönme izini verildi. Midhat Paşa Marsilya yoluyla 28 Ey­lül 1878’de Girit’e geldi. Bu sırada Suriye’nin Mısır’a katılmak istendiği yolunda Abdülhamid’e bir jurnal verildi. Bunun önünü almak için, Başvekil Safvet Paşa’nın tavsiyesi üzerine, Midhat Paşa Suriye Va­liliğine atandı (10 Aralık 1878). İki buçuk ay kadar Girit’te oturduktan sonra Midhat Paşa Fuat Vapuru ile Berut’a ve oradan da kara yolu ile vilâyet merkezi olan Şam’a gitti.
Bu yaz, Midhat Paşa’nın Suriye Valiliğine ge­lişinden ölümüne kadar olan yıllarını kapsamakta­dır.
I — Midhat Paşa’nın Suriye Valiliği (1878-1880)
25 Kasım 1878 günü, Suriye Vilâyetinin yeni Genel Valisi Midhat Paşa, görevi başına (Şam’a) gitmek üzere, deniz yoluyla Berut’a gelmiştir[1] Os­manlI imparatorluğu, 1877-78 Türk-Rus savaşından henüz çıkmış bulunmaktadır, imparatorluğun her tarafında pek büyük dâvalar vardır, Suriye Vilâye­tinin de sorunları da çetindir. 1877-78 Türk-Rus sa­vaşının attığı felâketli Rumeli göçmenlerinin yüz bin kadarı Suriye’ye gönderilmiştir[2]. Göçmenler henüz ev-yurt tutamamış, iş-güç sahibi olamamıştır. Bu gibi “geçici” dertlerin yanı sıra, vilâyetin asıl temel sorunları vardır: Suriye’de geniş reformlar beklen­mekte, istenmektedir. Bu yüzden ıslahatçı-meşrutiyetçi Midhat Paşa’nın vali olarak gelişi, vilâyette büyük sevinç ve umud yaratmıştır. Daha Beryut’ta Vali coşkunca karşılanmıştır. “Hem mahallî makam­lar, hem bizzat halk tarafından kendisine gösterilen hararetli kabul, Suriye’de reformlar gibi güç bir işi başarmak hususunda bu şahsın (Midhat Paşa’nın) kabiliyetine ne derece güvenildiğinin bir delilidir”[3].
Paşa’nın kendisi de Suriye’ye umudlu gelmiştir. 26 Kasım günü kendisini ziyaret eden Berut’taki yabancı konsoloslara “yeni görevinde başarı kaza­nacağından emin bulunduğunu” belirtmiştir*. Berut’taki Fransız Konsolosluğu, onun iyi niyetinden ve kabiliyetinden şüphe etmemektedir. Ama, “bu vilâyetin idare ve kamu hizmetlerinde pek uzun za­mandır süregelmiş keşmekeşliğin”, iyi niyetlerine rağmen yeni valinin de çabalarını boşa çıkaracağın­dan kaygı duymaktadır[4].
Bu gibi sevinç, umud, güven ve kaygı duygu­ları arasında Midhat Paşa, 1878 Aralık ayı başında Suriye Genel Valiliği görevine fiilen başlamıştır, ilk iş olarak da, vilâyetin adliye, zaptiye, idare teş­kilâtlarının ıslahı için İstanbul’a projeler sunmuş, Hükümetten yetki istemiştir. Fakat işe başlayışının üzerinden bir ay bile geçmeden ilk umud kırıklıkları başgöstermiştir. 1879 Ocak ayı başlarında, Valinin reform projelerinin İstanbul tarafından savsaklatıldığı, zaptiyelerin ıslahı projesinin ise doğrudan doğ­ruya reddedildiği haberleri Suriye’ye yayılmıştır[5]. “Midhat Paşa, çok çeşitli güçlükler arasında göre­vine devam etmektedir. Bu güçlükleri, ancak İstan­bul’dan istediği gerekli yetkileri alınca yenebilecek­tir. Kendisine yetki verilmeğe hazır olunduğu ise hiç sanılmamaktadır
1879 Mart ayı başlarında Vali, Suriye’nin kuzey bölgelerinde bir teftiş gezisine çıkmıştır. Aynı za­manda Paşa’nın özel sekreteri Vasıf Efendi, İstan­bul’dan Suriye’ye gelmiştir. Sekreterin, gelirken Sul­tan’dan bir ferman getirdiği, bununla Valiye reform­lara girişmek için yetki verilmiş olduğu haberleri ya­yılmıştır. Yine bir umud belirmiştir. Ama haberler resmen doğrulanmamış, söylentiden öteye geçme­miştir[6]. 1879 Mart, Nisan, Mayıs ayları böyle çelişik haberlerle geçmiştir.
Haziran 1879 günü, Fransa’nın Suriye Baş­konsolosu Delaporte, Beyrut’a gelen Midhat Paşa ile uzun bir görüşme yapmış, valinin karşılaştığı güçlüklerin başlıca neler olduğunu öğrenip rapor et­miştir. Buna göre, güçlükler iki noktada toplanmak­tadır:
1) Suriye Vilâyetinde para ve yetişkin in­san yoktur,
2) İstanbul Hükümeti, Valinin ağır görevini kolaylaştırmak yolunda asgarî desteği bile reddetmektedir[7].
Malî bakımdan Suriye Vilâyetinin yıllık bütçe açığı 55.000 lira (1.265.000 frank) tut­maktadır. En son vilâyetin yıllık geliri 100.000 lira, gideri ise 155.000 hra olmuştur. Öteyandan İstanbul, Midhat Paşa’ya karşı açıkça cephe almış du­rumdadır. “istediği her şeyi istisnasız reddetmekle kalmamakta, fakat üstelik onun iyi niyetini baltala­makta ve vilâyetin muhtaç olduğu düzeltmeleri yap­masına güçlükler çıkarmaktadır”[8]. Bu şartlar al­tında, vilâyetin iç durumu bir türlü düzelememektedir. Asayiş, görünüşte kalmaktadır. Sınır bölgelerin­de ise “anarşi zirvesine ulaşmıştır.” Başkonsolosun bu konudaki sorusuna Midhat Paşa şu cevabı ver­miştir: “Bu gibi karışıklıkları bastırmak için üç ve­ya dört tabur asker ile hareket serbestisi ve tam yetki lâzımdır. Oysa ki bu durumu kendisine arzettiğim Bâbıâli, (karışıklıkları) bastırmak için bana ancak birkaç zaptiye kullanma yetkisi verdi”[9].
İstanbul’un çıkardığı güçlüklere, vilâyet bütçe­sinin bozukluğuna rağmen Midhat Paşa, çalışmala­rından geri kalmamıştır. Parasız, angarya usulüyle, yollar yaptırmağa koyulmuştur. 1879 Eylül ayı ba­şında, Suriye Vilâyetinin Hama, Homs, Trablus, Lâkiye bölgelerinde yeni bir teftiş gezisine çıkmış ve bu gezisi sırasında, Şam ilâ Trablus arasında kendi açtırdığı yoldan ilk defa arabasıyla geçmiştir. Fransız Başkonsolosu bu yeni yoldan bahsederken şöyle demektedir: “Muhtemelen Romalılar devrin­den beri yol görmemiş bir memleketin, bu kadar kı­sa bir zamanda arabaların geçişine açılabilmiş olma­sı, şüphesiz mutlu bir sonuçtur. Vali bundan biraz gurur duymaktadır. Ben de kendisini memnuniyetle tebrik ettim”[10]. Ne var ki, yolun köprüleri henüz ya­pılamamıştır. Vali, köprü yaptırmada angarya usu­lüne başvuramamakta, para da bulamamaktadır[11]. Yine çıkmaza düşmüştür.
Karayollarıyla birlikte Midhat Paşa, Suriye’de demiryolları yaptırma işine de girişmiştir. Trablus’u denize bağlayan üç kilometrelik bir dar tren veya tramvay hattı kurdurmuştur. Bunun için ya­bancı sermaye kullanılmamış, hattın her şeyi 10.000 lira sermayeli Trablus’un yerlisi bir şirket tarafından yapılmıştır. Eylül 1879’da bu hat da bü­yük ölçüde tamamlanmıştır[12].
Bu gibi bayındırlık işleriyle uğraşırken Vali, ay­nı zamanda asıl reformları da gerçekleştirmeğe ça­lışmıştır. Öncelikle adliye teşkilâtının ıslahı üzerin­de durmuştur. Koyduğu teşhise göre, vilâyetteki hu­zursuzluğun, güvensizliğin kökü, mahkemelerin bozukluğunda ve yetersizliğindedir. Buna hal çaresi, hâkimlerin maddeten tatmini olacaktır. Hâkimler, paraca tatmin edilirse rüşvet yemiyecekler, adalet dağıtma görevlerini kötüye kullanmıyacaklar ve do­layısıyla huzursuzluk azalacaktır. Midhat Paşa, bir yandan, âşâr toplama işinin açık arttırmaya çıkarıl­masındaki yolsuzlukları şahsen sıkı bir şekilde kont­rol ederek, öte yandan, doğrudan doğruya zenginlere başvurarak vilâyetin yıllık gelirini birden 80.000 li­ra arttırmıştır. Bunun üzerine, vilâyet merkezindeki kadıların aylıklarım 1000 er kuruş, sancak kadıla­rının aylıklarının da 500 er kuruş arttırılmasını İs­tanbul’a teklif etmiştir. Teklif, uygun görülmüş­tür[13]. Arkasından Vali, mahkeme meclisleri için ye­ni seçimler yaptırmış ve çoğunlukla dürüst ve da­ha bilgili kimselerin seçilmesini sağlamıştır.[14]
Böylece, vilâyet adliye teşkilâtının düzelme yo­luna girdiği bir sırada Midhat Paşa, bu defa İstan­bul'dan taban tabana zıd emirler almıştır. Hükümet, kadıların bundan böyle “vatan şerefi için” maaş almadan görev yapmalarını istemiştir. Bu yanlış ta­sarruf tedbiri, tüm teşkilâtta yeniden huzursuzluk yaratmıştır[15]. İkincisi, Hükümet, o zamana kadar Valinin doğrudan doğruya teftiş ve kontrolü altm­da bulunan mahkeme meclislerinin, bundan böyle Valinin yetkisi dışında tam bağımsız olacaklarını bildirmiştir[16]. Üçüncü olarak Babıâli, Midhat Paşa tarafından işlerine son verilmesi, değiştirilmesi iste­nen kadıları terfi ettirme yoluna gitmiştir. Valinin bir teftiş gezisi sırasında, ahlâksızlığını, cahilliğini tespit edip değiştirilmesini İstanbul’a ısrarla teklif ettiği Trablus Kadısı, altı ay sonra “sadıkane hiz­metlerinden ötürü”, vilâyetin en yüksek kadılık ma­kamı olan Şam Kadılığına atanmıştır[17].
Adliye teşkilâtının ıslahı işi bu şekilde paralize edildiği gibi, zaptiye teşkilâtının ıslahı işi de kâğıt­ta kalmıştır. Bu konuda Midhat Paşa’nın Hüküme­te sunduğu nizamname projesi onaylanmış, ama bu­nun arkası getirilmemiştir. Yeni zaptiye “teşkilâtını yürütecek subayların atanıp gönderilmesini Vah İs­tanbul’dan boş yere isteyip durur”[18].
Suriye’de askerî otorite ise sivil otoriteden tamamıyla bağımsız ve ayrıdır. Vah, askerin yardımı­na ihtiyaç duyduğu zaman oradaki ordu kumandanı Müşir’e başvurmaktadır. Müşir ise, her defasında asker vermeye yetkili olmadığını, bunun için İstan­bul’a başvurması lâzım geldiğini bildirmektedir[19].
Güçlükler, çatışmalar devam ederken bu defa 1879 Eylül başında İstanbul’dan gelen bir emir, va­linin işini daha da güçleştirmiş ve Hükümetle ara­sını biraz daha açmıştır. Bu emirle, Suriye Vilâye­tindeki bütün memur ve hizmetlilerin maaşlarından yüzde 33 kesinti yapılması istenmiştir. Midhat Paşa bu emri derhal ve şiddetle reddetmiştir. Gerekçe ola­rak, görevini yapabilmesi için vilâyet memurlarının desteğine ihtiyacı bulunduğunu söylemiş, aynı zamanda, Suriye’de sırf İdarî masrafların % 8’i aşma­dığını, başka memleketlerde ise bunun %20’yi bul­duğunu Hükümete hatırlatmıştır[20].
Bu şekilde çeşitli güçlükler ve İstanbul’la de­vamlı çatışmalar arasında on ay kadar Suriye Valiliği yaptıktan sonra Midhat Paşa 1879 Eylül ayı başında güç durumunu Suriye’deki Fransız Başkon­solosuna anlatmış ve onun aracılığıyla Fransa’dan destek istemiştir. Vali açıkça, İstanbul’daki Fransız Büyükelçisinin Babıâli üzerinde nüfuzunu kullanıp kendisine yardım etmesini rica etmiştir. Başkonso­los Delaporte, valinin ricasını Fransa Dışişleri Ba­kanı Waddington’a rapor etmiştir. Rapor, Fransa Dışişleri Bakanlığında altı çizilerek okunmuş, ama bir işlem görmemiştir.
Eylül 1879 tarihli ikinci bir raporla Baş­konsolos, Midhat Paşa’nın güç durumunu Dışişleri Ba­kanına yeniden arzetmiştir. Bu defa, Suriye Vilâye­tinin yeni teşkilâtı ile valinin nasıl iş göremeyecek duruma sokulduğu, daha açık-seçik belirtilmiştir. Raporun bu kısımlarını Türkçeleştirerek aynen akta­rıyorum :
“Bu teşkilâtla Babıâli bir ademi merke­ziyet sistemi kurmak amacı gütmektedir ki, bu, maalesef eninde sonunda onun kendi ha­yatî menfaatleri aleyhine dönecektir. Zira, va­linin şimdiye kadar kullanageldiği otoritesi elinden alınmakla yaratılan durum, bütün kontrolü kaldıracak ve yolsuzlukları serbest bırakacaktır... Yeni kurulan mahkemeler, va­linin yetkisi ve kontrolü dışında bulunmakta­dır. Yetkiler müdde-i umumi denen imparator­luk savcılarına verilmektedir. Öte yandan, yarı bağımsız olan belediye, kendi kendisini anla­dığı gibi yönetmektedir. Gümrük teşkilâtına gelince, bilindiği gibi o, uzun zamandan beri doğrudan doğruya İstanbul’dan yönetilmekte­dir. Nihayet ticaret mahkemeleri, başkentteki Ticaret Nezaretine bağlıdır. Ordudan hiç söz açmıyacağım. Müşir artık valiye bağlı olma­dıktan başka, aynı zamanda sivil otoriteyi sa­dece kösteklemek amacı güden adeta bir düş­mandır. Bu durum sonucu, bugün valinin ha­kikî yetkileri nelerdir? Bu yetkiler, artık yal­nız Maliye’nin menfaatlerine bakan Vilâyet İdare Meclisi Başkanlığından ibarettir, diye özetlenebilir. Ne fazla ne eksik. Yeni tedbirler sayesinde vali, tamamıyla silinmiştir; onun göz­leri önünde apaçık yolsuzluklar yapılabilecek ve kendisine, bunlara çare bulma yetkisi ve­rilmeyecektir. Bununla beraber, adaletin mun­tazam işlemesi kendisinden istenmektedir... i
Ayaklanmaları önlemek için vali askerî kuvve kullanmak mı isteyecektir? Onun hareketin felce uğratmak için Müşir, binbir kaçamak yolu (mille subterfuges) bulacaktır. Ve bununla beraber, düzen ve asayişi muhafaza etmek görevi valinin omuzlarındadır... Tek kelimeyi her şey, Şam’dan daha yüksek yerden çıkmış ve Midhat Paşa’nın kuvvet ve prestijini azaltmak amacı güden bir emrin mevcudiyetine insanı inandırıyor”[21].
Fransız Başkonsolosu Delaporte, vilâyetteki uyanık kişilerin bu durumu çok tehlikeli gördüklerini, kendisinin de, yeni teşkilâtın “keşmekeşlik ve anarşi tohumları taşıdığına” inandığını söylüyor Hal çaresi olarak da, yine vilâyetin uyanık kişileriyle birlikte, iki çeşit tedbir düşünüyor:
Valiye, bütün zaruret hallerinde orduyı kullanma yetkisi verilmelidir. Fakat bunun için Suriye’deki askerî birliklerin başına artık bir müşir değil, ferik getirilmelidir. Rütbesi yüksek olan müşir, her zaman valiye rakip ve hasım olabilir. Rütbesi nispeten küçük olan ferikle ise anlaşmak daha kolaydır.
Aynı şekilde valiye, vilâyetin adliye, gümrük ve belediye teşkilâtlarını teftiş ve kontrol yetkisi verilmelidir. Bu yetkiye, sorumsuz ve başın buyruk memurlara işten el çektirme yetkisi de ellenmelidir[22].
“Elinde bu yetkiler olunca vali, Suriye’yi en iyi şekilde yönetebilecek ve tedricen reformları ger­çekleştirebilecektir.” Başkonsolos, Fransız Dışişleri Bakanı Waddington’a hitaben “halihazır güçlükler için bu hal çaresinin ciddî olarak nazarı itibara al­mağa değer olup olmadığını takdirlerine bırakarak Ekselânslarına arzederim” diyor[23]. Waddington, raporu okumakla ve bazı yerlerinin altını çizmekle yetiniyor.
Tam bu sırada, 23 Eylül 1879’da, Ingiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Sir Henry Layard, Berut’a gelmiştir. Fransız Başkonsolosu Delaporte, Midhat Paşa’nın güç durumunu bu defa Layard’a da arzetmiştir. Ingiltere Büyükelçisi “hakikaten bu va­liye, vilâyetinin idaresini imkânsızlaştırmak ve bu şekilde onu istifaya zorlamak için İstanbul’da her şeyin yapıldığını görmek pek üzücüdür” diye cevap veriyor.[24] Fransız Başkonsolosu ile İngiliz Büyük­elçisi arasında mahkemelerin bağımsızlığı işi de ko­nuşulmuş ve Layard, “bağımsız olmalarını biz iste­miştik” diye karşılık vermiştir. Başkonsolos, mah­kemelerin, hem yeterli üyelerden yoksun, hem vali­nin kontrolü dışında kalınca adaletin iyi işlemesine yaramıyacağını anlatmıştır. Büyükelçi de onun fik­rine katılmıştır[25].
Eylül günü, Berut’un çeşitli cemaat ileri gelenlerinden bir heyet, İngiliz Büyükelçisi ile görüşmüş ve Midhat Paşa’nın “daha geniş yetkilerle Su­riye Vilâyetinin başında bırakılmasını” rica etmiş­tir[26].
Eylül 1879 günü Sir Henry Layard, Şam’a geçmiş, orada iki gün kalmış ve Midhat Paşa’nın kendisiyle üçer saatten fazla süren iki görüşme yap­mıştır. Bu görüşmeler sırasında valinin yetkileri ko­nusu etraflıca konuşulmuştur. İngiliz Büyükelçisi bu konuda Midhat Paşa’dan yazılı bir metin istemiş, Paşa da alelacele bir not hazırlayıp vermiştir. No­tun bir örneği Midhat Paşa’nın sekreteri Vasıf efen­di tarafından Fransız Başkonsolosu Delaporte’a da gizlice iletilmiştir80. Bu notta Midhat Paşa hangi alanlarda yetkilerinin arttırılmasını istediğini açıklamakta ve bunun gerekçesini de kısaca belirtmekte­dir. Aslı Türkçe olan fakat Fransız arşivlerinde yal­nız Fransızcası bulunan bu notu aynen Türkçeleşti­riyorum. Midhat Paşa şöyle demektedir:
“Askerî otoritenin yetkilerinin iki amacı vardır:
1) imparatorluğun menfaatlerini dı­şarıya karşı korumak,
 2) İçerde güvenliği ve sükûnu muhafaza etmek.
Bu sonuncu yetki, dü­zeni tam yoluna koyuncaya kadar her bakım­dan sivil otoriteye ait olmalıdır. Zira, belli bir durumda askerî kuvvet kullanmanın uygun olup olmayacağına hüküm verecek olan sivil otoritedir. Önemleri dolayısıyla Suriye ve Bağ­dat vilâyetlerinin idareleri, her şeyden sorum­lu bir tek şefe verilmelidir. Bugüne kadar valilerle müşirler arasında çıkan anlaşmazlıkların kaynağı budur. Nitekim bir ara askerî kuv­vetleri bir sivil idareciye tâbi olan Bağdat Vi­lâyeti, adalet dağıtımı ve düzenin korunması bakımından bir örnek durumundaydı. Daha sonra, idarenin bu iki kolunu birbirinden ayı­ran mahzurlu sistemin kabulüyle binbir karı­şıklığın doğduğu görülmüştür ki, bunların esas saikini kavramak güç değildir. Huran, Naplus, Hama ve Homs gibi bölgeleri içine alan Suri­ye Vilâyetinde, işlerin sür’atle yürütülebilmesi ve güvenliğin korunabilmesi için kâfi miktarda askerî kuvvet bulunmalıdır. Vahye, bu kuvvet­leri kendi takdirine göre kullanma yetkisi ve­rilmedikçe kendisinden hiçbir şeyin hesabı sorulmamalıdır. Binaenaleyh, bu duruma son ver­mek için, tekrar ediyorum, askerî kumandan valinin emri altına verilmelidir.
“Mahkemeler, adalet dağıtmakla görevli olduklarına göre, kadimden beri takibedilen sistem lehindeki deliller, nazarı itibara alınma­lıdır. Mahkemelerin bağımsızlığı bana henüz zamansız görünmektedir. Bizim mahkemele­rimiz daha kendiliğinden hareket edebilecek durumda değildir. Bastırılması gereken suç ve cürümler, işlerde tecrübesi bulunmayan ve İm­paratorluk mevzuatı hakkındaki bilgileri ye­tersiz olan kimselerin takdirine bırakılamaz. Bu itibarla mahkemelerin, vali ve mutasarrıfların gözetimi altına verilmesi bana mutlaka zarurî görünmektedir. Bu takdirde vali ve mutasar­rıflar, çıkacak en ufak karışıklıktan sorumlu olacaklardır.
“Mâliyemiz, acıklı bir durumdadır: gelir­ler öylesine yersiz kullanılmaktadır ki, Bâbıâli’ye arzettiğim projemde ve çeşitli raporla­rımdaki sistemin kabul edilmesi için tekrar ıs­rar etmeyi kendime bir vecibe addetmekteyim.
Zira, istisnaî durumu icabı, Suriye Vilâyetinin başka şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Dürzîlerin, Ansarîlerin vs. bulunması, Suriye Vilâyeti için apayrı bir politika tâyin etmekte ve bazı vilâyetlerde uygulanmakta olandan daha başka bir idare şekli gerektirmektedir.
“Nihayet, idama mahkûm bir kimsenin cezasının derhal infaz edilebilmesi için vahye tam yetki verilmesi âcil bir zarurettir. Şu hal­de, bu hususta açık ve seçik bir emir gelmesi gerekir”[27].
Midhat Paşa’nın İngiliz Sefirine sunduğu not budur. Bununla vali, hem Suriye’nin yönetimi hakkındaki görüşlerini kısaca açıklamakta, hem de Büyükelçi aracılığıyla İngiltere’nin desteğini istemiş olmaktadır. Fransız belgelerinde açıkça belirtilme­mekle beraber, Büyükelçinin vahye destek vaadinde bulunmuş, hiç değilse notu İstanbul’a dönüşünde Hükümete ulaştıracağını söylemiş olması muhtemeldir.
Fakat, Layard’m tam İstanbul’a döndüğü bir sı­rada, Midhat Paşa’nın durumu bakımından önem ta­şıyan bir kabine değişikliği olmuş ve Paşa’nın şahsî düşmanı Mahmud Nedim Paşa, yeni kabineye Dahi­liye Nâzırı olarak girmiştir[28]. Aynı zamanda Rusya taraftarı ve İngiltere aleyhtarı olarak bilinen Mahmud Nedim Paşa’nın kabineye girmesi, hem İngiliz Büyükelçisinin İstanbul’daki nüfuzunu azaltmış, hem de Midhat Paşa’nın umudlarım suya düşürmüştür. Kabine değişikliği haberi Suriye’ye ulaşır ulaşmaz Mid­hat Paşa, derhal, telgrafla istifasını vermiştir. Berut’taki Fransız Başkonsolosuna göre “Bâbıâli’nin ve Sultan’ın maiyetindekilerin kendisine her gün çıkardıkları engellerden ve can sıkıntılarından yoru­lan ve bıkan Midhat Paşa, kendi aleni düşmanı Mahmud Nedim Paşa’nın da yer aldığı yeni Osmanlı ka­binesinin kuruluşunu öğrenir öğrenmez telgrafla is­tifasını vermeyi uygun bulmuş” ve sebep olarak da ihtiyarlığını göstermiştir. [29]Fransa’nın İstanbul Bü­yükelçisi Fournier’nin “pek gizli olarak” elde ettiği istifa telgrafında ise “ihtiyarlık”tan hiç bahis yok­tur. Midhat Paşa bu telgrafında aynen ve açıkça şun­ları yazmıştır: “Memleketime ve Hükümdarıma son nefesime kadar bağlıyım. Fakat Mahmud Nedim Pa­şa’nın bulunduğu bir Hükümetin idaresi altında vazife görmem imkânsız olduğundan Hazreti Şahane’de istifamı lütfen kabul buyurmalarını ve bendenize takdir buyuracakları bir ikametgâh göstermelerini rica ederim”[30]. Fransız Sefirine göre, bu istifa, “İngiliz Sefirine önceden haber verilmeden yapılmış: bir darbe (coup de téte) dir.” Mahmud Nedim Paşa kabineye girdiği takdirde, istifa etmesi yolunda Midhat Paşa ile Layard arasında önceden bir uyuşmaya varılmış olması muhtemeldir. Öteyandan, Bağdad’dakı Fransız Konsolosunun verdiği bir habere göre Dürziler, İngiliz ajanlarının tahrikiyle ve Mithat Paşa’ya imtiyazlı yetkiler vermesi hususunda Babıâli’yi zorlamak amacıyla karışıklıklar çıkarmışlardır.” Fransız Sefiri bundan bir sonuç çıkarmakta ve “Midhat Paşa’nın istifası kabul edilirse O manii Hükümeti için vahim güçlükler çıkacağı muhakkaktir” demektedir. Fakat buna rağmen Büyükelçi, “Mahmud Nedim Paşa ile Sultan’ın karakterle ve Midhat Paşa’ya olan kinleri” karşısında istifan kabul edilebileceğini de tahmin etmiştir[31].
Fakat bu tahmin yanlış çıkmıştır. Sultan Adülhamid, paşanın istifa telgrafına derhal sitayişle bir cevap verdirmiş, istifasını kabul etmediğini vilâyetini iyi idare edebilmesi için kendisine gerekli yetkileri bahşetmeğe hazır olduğunu bildirmişdi.  Bunun üzerine Midhat Paşa istifasını geri almış istediği yetkilerin neler olduğunu açıklayan bir not hazırlamıştır’. Tam bu sırada, valinin istifa telgrafı ile Sultanın red cevabı arasında geçen zaman zarfın­da, Berut’taki İngiliz Başkonsolosu Mr. Eldrige, alelacele Şam’a gitmiş ve İngiliz Büyükelçisi Layard’ın uzun bir telgrafını Midhat Paşa’ya ulaştırmıştır. Fransız Başkonsolosluğunun istihbaratına göre, bu telgrafında Layard, Midhat Paşa’ya yerinde kalması tavsiyesinde bulunmuş ve İngiltere’nin desteğini vadetmiştir[32]. İngiltere Büyükelçisinin Suriye ziyareti­nin ilk sonucu bu olmuştur.
Sir Henry Layard’m Suriye ziyareti, Fransa’nın dikkatini buraya çekmiş ve vah Midhat Paşa’nın du­rum ve tutumunu, bir bakıma, devletlerarası bir ko­nu haline getirmiştir. Suriye’deki Fransız ajanları o tarihe kadar daha ziyade valinin merkezî Hükümet ile ilişkileri, çatışmaları üzerinde durdukları halde, o tarihten sonra öncelikle İngiltere’nin Suriye’deki faaliyetleri ve bu faaliyetler karşısında valinin dav­ranışları üzerine eğilmeğe başlamışlardır. Suriye’de Fransız-İngiliz nüfuz çekişmeleri alttan alta kızışma­ğa yüz tutmuş, Midhat Paşa da bu çekişmelerin or­tasında, adeta iki ateş arasında kalmış gibidir.
Fransızlar önce İngiliz Büyükelçisinin hangi maksatlarla bu ziyareti yapmış olduğunu araştırmış­lar ve kendi istihbaratına göre başlıca iki ihtimal üzerinde durmuşlardır:
1— Birinci ihtimale göre, Layard’ın Suriye’ye gidişinin maksadı, buralarda bir nevi Hidivlik (une espéce de Vice-royauté) kurmak çarelerini araştırmaktır. Şam, Halep ve Bağdat eyaletlerini kapsa­yacak bu hidivliğin veya küçük krallığın (un petit royaume) merkezî hükümetle ilişkileri, o tarihlerde Mısır’ın İstanbul ile ilişkileri şeklinde olacakmış.
2— İkinci ihtimale göre, İngiliz Büyükelçisinin Şam’a gelişinin maksadı, Sultan ile valiyi barıştırma­ğa çalışmaktır. Bu barışma pek gerekli hale gel­miş bulunmaktadır. Zira, Sultan’ın etrafındakiler Midhat Paşa’yı, Saltanatı devirip bir “Osmanlı Cum­huriyeti” kurmayı ve onun başına geçmeyi tasarla­yan bir muhteris ve Padişahın şahsî düşmanı olarak gösteriyorlarmış. Barıştırma gerçekleşirse, Sulta­nın etrafındakilerin bu manevraları önlenecek, Mid­hat Paşa’ya yeniden Sadrazamlık yolu açılabilecek, hiç değilse onun daha geniş yetkiler elde ederek Suriye’de vali olarak kalması sağlanacakmış[33].
Midhat Paşa’nın özel sekreteri Vasıf Efendinin, Fransız Başkonsolosu Delaporte’a açıkladığına göre, İngiliz Büyükelçisi, Halep, Musul, Bağdat, Mekke ve Medine’de geniş bir araplık hareketi (conspiration) bulunduğu yolundaki söylentilerin doğru olup olma­dığını valiye sormuş. Bu hareket, Halep, Şam, Bağ­dat ve Yemen eyaletlerinde bir “Arap krallığı” kur­mak amacı güdüyormuş ve hattâ Emir Abdel Kadir, müstakbel Arap Kralı olarak düşünülüyormuş. Mid­hat Paşa, böyle bir hareketin bulunduğunu inkâr et­memiştir. Fransız Başkonsolosu bu haberi verdikten sonra “İtiraf ederim ki, Osmanlı İmparatorluğunun bugün içinde bulunduğu tam keşmekeşlik ve anarşi durumunda böyle bir projenin gerçekleştirilmesi imkânsız değildir” diyor[34].
Layard’ın Suriye ziyareti de, araplık hareketini doğrudan kışkırtmamışsa bile, “bu memlekette İngi­liz nüfuzunu arttırma yolunda bir iz bırakmıştır”[35].
Ziyaretin arkasından, Fransız ajanları, Suriye’­deki İngiliz faaliyetlerini adım adım izlemeğe koyul­muşlardır. İngiliz Sefiri İstanbul’a döndükten sonra, Berut’taki Fransız Başkonsolosunun Hükümetine sunduğu ilk uzun siyasî rapor “İngiltere’nin Suri­ye’deki faaliyetleri” (Agissements de l’Angleterre en Syrie) başlığını taşımaktadır[36]. Bir örneği Fransa’­nın İstanbul Büyükelçiliğine de sunulan raporda, İn­giliz ajanlarının Suriye’deki harekâtı anlatıldıktan ve İngiltere’nin bilhassa çeşitli imtiyazlar koparmak yoluyla buraya sızmağa, burada nüfuz kurmağa çalıştığı belirtildikten sonra, Midhat Paşa’nın tutu­mu konusuna geçilerek şöyle denilmektedir:
“Az veya çok uzak bir gelecekte Babıâli’yi tehdit edecek bu ihtimal (İngiliz sızması) kar­şısında Midhat Paşa, bahis konusu imtiyaz te­şebbüslerinin İngilizler eline geçmesinin doğu­racağı tehlikeyi gizlememekte ve daha şimdi­den, karşılarına Fransız unsurunu çıkararak bunları önlemek istemektedir”[37].
Raporun bu kısmının karşısına Fransa Dışişleri Bakanı de Freycinet, servislerine talimat verir şekil­de, kurşun kalemle şu notu düşmüştür: “Bu niyet­ler teşvik edilsin ve fiiliyatla kendilerini göstermeleri için gayret sarfedilsin” (Encourager ces dispositions et tâcher qu’elles se manifestent par des faits)[38].
Başkonsolos raporuna devam etmektedir:
“Şu halde, kendisiyle karşılıklı dostluk ve gü­ven ilişkileri devam ettirdiğim bu vali, zannedildiği kadar da İngiliz değildir. Böyle bir it­ham, yalan değilse bile çok aşırıdır. Midhat Paşa, bana açıkça itiraf ettiği gibi, herşeyden önce Türktür ve eğer bazı durumlarda İngiltere’ye dayanmışsa, bunun için de bir saiki var­dı ve bu saik, memleketinin iyiliğinden başka bir şey değildi. Bugün bizimle olacaktır, çün­kü, çok iyi anlamaktadır ki, bizim Doğu’daki politikamızın gizli düşüncesi yoktur”[39].
Delaporte, Midhat Paşa’nın Ingilizlerden uzak­laşıp Fransızlara yaklaşmakta olduğu yolundaki inancım kuvvetlendirmek, delillendirmek için, 1880 Ocak ayı ortalarında kendisiyle yaptığı gizli bir gö­rüşme sırasında Paşanın söylediklerini aynen nak­letmektedir. Bu konuşmasında Midhat Paşa, Fran­sız Başkonsolosuna şu açıklamada bulunmuş:
“Bugün bizim, bir yerine iki düşmanımız ol­duğu İstanbul’da nihayet farkedildi: açık yüz­le bizi tehdit eden Rusya ve gizliden gizliye kuyumuzu kazan İngiltere. Bana gelince ben, bu ikinci devletin, Anadolu’yu ve Suriye’yi yakında istilâ değilse bile protektorası altına almak amacı güden manevralarının gafili de­ğilim. Suriye konusunda ise, sizi temin ede­rim ki, ben bu vilâyetin valisi oldukça, Ingilte­re’nin faaliyetlerine karşı koymak uğrunda hiçbir şeyi ihmal etmiyeceğim. Tersine, Fran­sa’nın desteğim arayacağımı da size itiraf ede­rim, çünkü Fransa’nın buradaki politikasının menfaatsiz olduğunu ve ona dayanmakla hü­kümetimin dâvasına ve menfaatlerine hizmet ettiğimi bilmekteyim. Bu itibarla, İngiliz nü­fuzunu Suriye’den bertaraf etmek için elimden ne gelirse memnuniyetle yapacağım...”[40]
Midhat Paşa ayrıca, Suriye’deki imtiyazları öncelikle Fransız kumpanyalarına vermek niyetinde olduğunu; Trablus-Deyre arasındaki demiryolunu yapmak isteyen bir İngiliz şirketine de ancak Fran­sızlarla ortak oldukları takdirde imtiyaz verebilece­ğini bildirmiş bulunduğunu söylemiştir[41].
Fransız Başkonsolosu Delaporte, Paşanın bu sözlerinde samimî olduğunu, zira onun “İngiltere Hükümetinin Suriye’yi istilâ projelerine Fransa’nın bir karşı-ağırlık hizmeti göreceğine” kani bulundu­ğunu söylüyor ve bundan sonra da İngiltere’nin bu­radaki bütün faaliyetlerini “en büyük dikkatle takibedeceğini” hükümetine temin ediyor46.
Suriye’de Fransız-İngiliz nüfuz çatışmasının bu şekilde hızlanması, vahyi biraz kritik duruma sok­tuğu gibi, öte yandan vilâyetin iç düzeninde yeniden başgösteren bazı kötüleşmeler Midhat Paşanın du­rumunu daha da güçleştirmiştir. Gerçekten, Suriye Vilâyetinde tepeden inme ıslahat hareketlerine giri­şilmesi, bazı bakımlardan olumsuz sonuçlar vermiş­tir. Özellikle mahkemelerin bağımsız hale getirilme­leri, yeni huzursuzluklar doğurmuştur. Valinin tef­tiş ve kontrolünden kurtulan yargıçlarla savcılar, adalet dağıtma görevlerim kötüye kullanma eğilimi göstermişlerdir. Fransız Başkonsolosu, mahkemele­re bağımsızlık veren reformun kötü sonuçlarım ya­na yakıla anlattıktan sonra şöyle demektedir:
“Yargıçlarla taraflar arasında önceden bir pa­zarlık konusu yapılmadan hiçbir dâvaya bakılmadığı, yalanlanmaktan çekinmeksizin söylene­bilir. Akkâ, Trablus, Lazkiye ve hattâ Berut gi­bi kazalarda savcı yardımcıları da yetkilerini öylesine aştılar ki , eski rejimin en yüzkarası va­lileri bile bunlar karşısında irkilip geriler. Bu şekilde savcı yardımcıları, en sudan bahanelerle ve Genel Valiye haber bile vermeden insanları sürgüne göndermektedir. Hapishane ise onlar için, her gün büyük kazançlar sağlamak için kullanılan rahat bir vasıtadır...
“Bu yetki aşmaları o kadar apaçık hale geldi ki, mutasarrıflar bunlardan pek endişe etmek­te ve idarenin bütün kollarında hüküm süren karışıklıkları ve kamuoyunun bundan duyduğu şiddetli hoşnutsuzluğu valiye haber vermekten geri kalmamaktadırlar...
“Bu karışıklıklar içinde valinin durumu taham­mül edilmez hale gelmiştir ve bugünkü bütün kabinenin de kendisine karşı olduğunu (gören) Midhat Paşa’nın zaman zaman istifa için Sultan’a başvurmasını gayet iyi anlıyorum”[42].
Fransız Başkonsolosu, İstanbul Hükümetinin Midhat Paşa’ya karşı tutumu konusunda da ayrıca şunları eklemektedir:
“Şüphe yoktur ki bugünkü Hükümet, Midhat Paşa’nın işleri iyi yürütmek için her gün yap­tığı haklı taleplerini reddetmek suretiyle ona, her zamankinden daha fazla... engeller çıkartmaktadır. Ve öyle görünüyor ki Hükümetin maksadı, Suriye halkının genel hoşnutsuzluğunu tahrik etmek suretiyle burada karışıklıklar çı­kartmak ve bunları, bağımsız olmak emeliyle Midhat Paşa tarafından kışkırtılmış diye Sultan’a arzetmek(tir)”[43].
Midhat Paşa Suriye’de gerçekten “bağımsız ol­mak” emeli gütmüş müdür ve gütmüşse ne gibi bir “bağımsızlık” tasarlamıştır? Suriye Valiliğine gel­diğinden itibaren durumunu kuvvetlendirmek istedi­ği muhakkak. Yetkilerinin arttırılması için boyuna İstanbul’a başvurduğu, hattâ bu hususta Fransa’yı ve İngiltere’yi de araya sokmak istediği sabit. Yetkilerinin arttırılmasına aracılık etmeleri için ayrı ayrı her iki devlete de başvurmuş. İstediği yetkiler arasında, Suriye askerî kumandanlığının kendi emri altına verilmesi ve gerektiği zaman asker kullanabil­mesi konuları da var. Bu yetkileri alabilmiş olsaydı vali merkeze karşı başkaldırma yoluna sapacak mıy­dı? Meselâ, kendisinden kırk yıl önce Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın yaptığı gibi Hükümet kuvvet­leri üzerine yürüyüp “bir nevi Hidiv” veya “küçük bir Kral” olmağa kalkışacak mıydı? Daha da ileri giderek, Hanedanı yıkıp bir “Osmanlı Cumhuriyeti” kurmayı aklından geçirecek miydi?
Fransa Dışişleri Bakanlığı arşivlerine, özellikle Fransa’nın Suriye Başkonsolosluğu raporlarına gö­re, Midhat Paşa’nın böyle emelleri yoktur. Vali, vi­lâyetini daha iyi idare edebilmek, tasarladığı reform­ları gerçekleştirebilmek içindir ki, geniş yetkiler is­temiştir. Askerî yetkiler istemesi de, Suriye’de müz­min hale gelen karışıklıkları bastırabilmek, asayişi sağlayabilmek içindir.
Bununla beraber “bağımsızlık” söylentilerinin, Sultan İkinci Abdülhamid’in kuşkularını arttırmış olması muhtemeldir. Valinin ısrarla yetkilerini ge­nişletmek istemesi, bu konuda yabancı devletleri de araya sokarak Hükümet üzerinde bir çeşit baskı yaptırmağa kalkışmış olması, Padişahı daha da şüp­helendirmiş ve kızdırmış olacağı akla gelmektedir. Herhalde Midhat Paşa’nın Suriye Valiliği, onun Pa­dişah ve Hükümetle olan ilişkilerini biraz daha bozmuştur demek yanlış olmaz. Fransa arşiv belgele­rinin okunmasından böyle bir intiba edinilmektedir.
Öteyandan yabancı devletlerle, özellikle Fransa ve İngiltere ile ilişkileri bakımından da Paşa’nın pek lehine olmayan gelişmeler olmuştur. Midhat Paşa, Suriye’ye ve oradan Anadolu’ya doğru uzanan İn­giliz sızmalarının geleceğini görmüş ve bunun kar­şısına, bir denge unsuru olarak, Fransa’yı çıkarma­ğa çalışmıştır. Suriye’deki Fransız konsoloslarının bu konuda güvenini de kazanmıştır. Berut’taki iki Fransız konsolosu, Peretie ve Delaporte, Midhat Paşa’ya güven ve takdir duyguları beslemiş olan kimselerdir. Her ikisi de bu duygularım, çeşitli vesi­lelerle Hükümetlerine iletmişlerdir. Fakat, Fransa Dışişleri Bakanlığının ve İstanbul’daki Fransa Bü­yükelçiliğinin, konsolosların bu duygularını paylaş­tıkları söylenemez. Tersine, Fransa Dışişleri Bakan­lığı Midhat Paşa’ya “İngilizlerin adamı” gözüyle bakmaya devam etmiştir.
Suriye Valiliği sırasında Midhat Paşa, Fransız­ların tam güvenini kazanamadığı gibi, İngilizlerin güvenini de biraz kaybetmiştir. Beyrut’taki Fransız Konsolosluğuyla sıkı ilişkileri, İngiliz firmalarına imtiyaz vermekte isteksiz davranması... İngilizlerin gözünden kaçmamıştır, denilebilir.
II— İzmir Fransız Konsolosluğuna sığınması (17-18 Mayıs 1881)
Midhat Paşa, iki yıl kadar Suriye Valiliği yap­tıktan sonra Ağustos 1880’de İzmir (Aydın) Valili­ğine atanmıştır. Bu atama, aslında Paşa’yı İstan­bul’a doğru biraz daha çekmekti. Vali, Şam’dan İz­mir’e değil, sanık sandalyasına doğru gidiyordu.
Gerçekten Midhat Paşa’nın İzmir Valiliğine ge­lişinden bir süre sonra, Nisan 1881’de, Sultan Abdülhamid bir eski meseleyi ele almıştır: beş yıl önce, “intihar etmiş” olan sâkıt Sultan Abdülaziz’in ölü­mü ile ilgili soruşturma ve kovuşturma açılmasını emretmiştir. Abdülaziz’in öldürülmüş olabileceği faraziyesinden hareket eden kovuşturma, bizzat Sul­tan Abdülhamid’in yakından takibi altında önemle ve hızla yürütülmüş, Nisan ayı içinde ve Mayıs'ın ilk yarısında birçok kimse sanık olarak tutuklan­mıştır.
Kovuşturma başlar başlamaz Midhat Paşa da göz hapsine alınmış ve tutuklamalar genişletildikçe Paşa’nın da tutuklanması artık beklenir olmuştu. Nihayet 17 Mayıs 1881 gecesi Midhat Paşa’yı İz­mir’deki vali konağında tutuklamak için harekete geçilmiştir. Konağa bitişik kışlada silâhlandırılan askerler, Padişahın yaverlerinden biriyle mevki ku­mandanı Hilmi Paşa’nın idaresinde, sabaha karşı saat iki buçuk sularında konağın bahçesine girmiş­lerdir. Tutuklanacağını bir süreden beri haber al­mış bulunan Midhat Paşa, gafil avlanmamış, kurtuluşu kaçmakta aramış ve İzmir’deki Fransız Kon­solosluğuna sığınmıştır. Başkonsolos Pellissier de Reaynaud, yardımcı konsolos Dutel ile birlikte Paşa’yı kabul etmiştir. Durumu tespit eden bir tuta­nak düzenlenip imzalanmıştır49. Türk askerleri, Midhat Paşa’yı almak için Fransız Konsolosluğuna gir­meye kalkışmamalarıdır.
Haber, tabiatiyle, derhal İstanbul’a ulaştırılmış ve sığınma olayı Türkiye ile Fransa arasında bir me­sele olmuştur. 17 Mayıs 1881 sabahı Sultan Abdülhamid, İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi Tissot’yu durumdan haberdar etmiş ve aynı zamanda “adi suç­lu bir şahsa” Fransız himayesinin bahşedilmemesini istemiştir. Bu sırada Türkiye-Fransa ilişkileri ol­dukça gergin bulunmaktadır. Fransa, Tunus üzerin­de himaye kurmağa çalışmakta, Türkiye de buna karşı koymakta, Fransa’nın tutumunu şiddetle pro­testo etmektedir. Bir de Midhat Paşa’ya himaye bahşedilirse iki memleket ilişkileri büsbütün gergin bir durum alacaktır. Bunu düşünen Büyükelçi, ta­limat beklemeden hemen tutum takınmış ve Midhat Paşa’nın tezelden teslimim hükümetine ısrarla tek­lif etmiştir. Büyükelçiye göre, Midhat Paşa bir ka­tildir, Abdülaziz’in öldürülmesine birinci derecede karışmıştır vs Fransa’nın bir katile himaye bahşet­meğe hakkı yoktur. Üstelik Paşa, daima Fransa’­nın “can düşmanı” olmuş, İngiltere’yi Fransa’ya karşı kullanmıştır. Şimdi İngiltere Konsolosluğuna değil de Fransız Konsolosluğuna sığınmış olması,Türk-Fransız ilişkilerinin gerginliğine güvenmesin­den ileri gelmiştir. Büyükelçinin kanaatine göre, bu ilişkileri düzeltebilecek bir şey varsa o da Midhat Paşa’yı derhal teslim etmektir. Bu konuda tereddü­de yer yoktur[44].
Aynı gün akşam üzeri, Fransa Dışişleri Bakanı Barthelemy Saint-Hilaire, kararını Büyükelçiye bil­dirmiştir. Buna göre, o günkü şartlar altında Mid­hat Paşa’ya himaye bahşedilmesi imkânsızdır. Bu durumda, Fransız Konsolosluğunun kendisine melce olamayacağını Midhat Paşa’ya bildirmesi için derhal İzmir Konsolosuna talimat göndermelidir. Ayrıca Fransa’nın kararı tezelden Sultan’a ulaştırılmalı­dır[45].
Bu arada sığınma olayı bir başka biçime girmiş ve iki ülke arasında bir konu olmaktan çıkıp millet­lerarası bir sorun olmuştur. Fransa Dışişleri Bakan­lığının kararı İstanbul’a ve İzmir’e ulaşmadan önce, yine 17 Mayıs günü sabahleyin, Midhat Paşa İz­mir’deki bütün yabancı konsolosları Fransız Kon­solosluğuna çağırıp kendilerine, Fransız Konsolos­luğuna sığınmakla özel bir himaye istememiş oldu­ğunu ve şimdi kendisini İzmir’de temsil edilen bütün devletlerin himayesi altına koyduğunu bildirmiştir. Konsoloslar, Hükümetlerinden talimat alıncaya ka­dar Paşa’ya himayelerini bahşetmişler ve durumu tespit eden bir tutanak düzenleyip imzalamışlar­dır32. Bu tutanağın Fransız arşivlerindeki nüshasın­da yalnız “Konsolosların ve Midhat Paşa’nın imza­ları” kaydı vardır ve bütün konsolosların imzaları bulunup bulunmadığı belli olmamaktadır. Yani, Hü­kümetlerinden talimat alıncaya kadar dahi olsa, bü­tün konsolosların Midhat Paşa’ya himaye bahşedip etmedikleri anlaşılamamaktadır. Fransa Büyükelçisi Tissot’nun bir telgrafına göre, Rusya ve Almanya Konsolosları, Midhat Paşa’ya geçici himaye bahşet­me kararına katılmamışlardır[46].
Kendisini “bütün devletlerin” himayesi altına koymakla beraber Midhat Paşa yine Fransız Kon­solosluğunda kalmıştır. Paşa’yı derhal Sultan’a tes­lim etmeğe hazırlandığı bir sırada meselenin böyle milletlerarası bir hale gelmesi, öteki konsolosların da geçici himaye bahşetmeleri, Fransız Büyükelçisi­ni adamakıllı kızdırmıştır. Konsolosların kararını “teessüfe şayan”, “mazur görülmez” diye vasıflan­dırmış ve İzmir Konsolosunun Fransa’yı “pek ihtiyatsızca karıştırdığı (bu) aptalca meseleyi” hiçbir devletin üzerine almaya en ufak bir şekilde arzulu olmadığım hükümetine bildirmiştir. Aynı zamanda Büyükelçi, Midhat Paşa’yı bir an önce Türk ma­kamlarına teslim etmesi için İzmir Konsolosunu te­lâşla sıkıştırmış ve tehdit etmiştir[47].
Sığınma olayının milletlerarası bir mesele hali­ne gelmesi, Fransa’nın verilmiş kararını etkileme­miştir. Dışişleri Bakanı Barthelemy Saint-Hilaire, 18 Mayıs sabahı İstanbul Büyükelçiliğine gönderdiği ikinci talimatında, Fransa’nın Midhat Paşa’ya hi­maye bahşedemiyeceği kararını tekrarlamış ve eğer himaye bahşetmek isteyen bir başka devlet çıkarsa Paşa’nın o devletin konsolosluğuna nakledilmesini istemiştir53 Bakan aynı zamanda, Midhat Paşa’nın hiçbir şekilde Fransız Konsolosluğunda kalamayacağını İzmir’e de tellemiştir[48].
Paris ile İstanbul ve İzmir arasında bu telgraflaşmalar devam ederken, öte taraftan Midhat Paşa da 17 Mayıs günü Adliye Nazırı Cevdet Paşa imza­sıyla bir telgraf almıştır. Bu telgrafıyla Cevdet Pa­şa, yarı tehdit ederek, yarı teminat vererek Midhat Paşa’dan teslim olmasını istemiştir. Nâzır, Midhat Paşa’nın Fransız Konsolosluğuna sığınmasına, hele, ancak yabancı devletlerin garantisi şartıyla teslim olabileceği yolunda söz sarfetmiş olmasına hayret ettiğini söylemekte, yabancı devletlerin himaye bahşedemiyeceklerini bildirmekte ve şunları eklemek­tedir :
“... Mahkemelerimizin yerleşmiş bir tarafsızlık şöhreti vardır. Bir itham karşısında bulunuyoruz. Şu halde Usul Kanununun bütün şekillerine riayet edilecek, duruşmalar umuma açık olacak; hüküm, savunmanıza göre verilecektir. Size bir lütuf olarak Sultan, bana, benim başkanlığımda ilk soruşturma­yı yapacak hâkimlerle birlikte İzmir’e gitme ve so­ruşturmaları yönetme görevini verdi... Şu halde ta­leplerinizde artık ısrar etmeyiniz ve kanuna boyun eğdiğinizi ve adalete teslim olduğunuzu telgrafla ba­na bildiriniz. — Cevdet”[49]
Ertesi gün Fransız Konsolosluğunda yeniden toplanan yabancı konsoloslara Midhat Paşa şu be­yanda bulunmuştur:
“Baylar, Sultan’ın Adliye Nâzırından bir tel­graf almış bulunuyorum. Bununla Nazır, benim de,, karışmış bulunduğum söylenen dâvanın muntazam şekilde yürütüleceğini, bizzat gelip adlî tahkikatı idare edeceğini ve hayatım bakımından hiçbir kor­kum olmaması gerektiğini bana temin ederek tes­lim olmamı rica etmektedir.
“Bu telgrafa güvenerek teslim oluyorum.” Yabancı konsoloslar bu beyanı “senet ittihaz edi­yorlar”. Midhat Paşa’nın elinden Adliye Nâzırının söz konusu telgrafının aslını alıyorlar ve durumu tespit eden bir tutanak imzalıyorlar58.
Midhat Paşa, aslında Adliye Nâzırının temina­tına tam güvendiği için değil, başka çaresi kalma­dığı için teslim olmuş, olmak mecburiyetinde kal­mıştır. Gerçekten, Nâzırın telgrafı 17 Mayıs’ta gel­miş, Midhat Paşa ise 18 Mayıs’ta teslim olmuştur. Bu bir gün içinde ise durum aydınlanmış, Fransız Konsolosluğunun kendisine melce olamayacağı anla­şılmış, himaye bahşetmeye arzulu bir başka devlet de çıkmamıştır. Paşa, hiçbir devletten himaye göremeyeceğini anlayınca, çaresiz, Adliye Nâzırının temi­natına güvenerek teslim olduğunu söylemek zorun­da kalmıştır. Böylece, “zorla teslim edilmiş” gibi de­ğil de “kendi arzusuyla teslim olmuş” gibi görünme­ğe çalışmıştır. Yani “teslim” işi şekil bakımından yu­muşatılmış, görünüşte biraz tatlıya bağlanmıştır.
Öteyandan, Adliye Nâzırının teminat telgrafını yabancı konsoloslara vermek, kendi teslim beyanını konsolosların ortak tutanağına geçirtmek ve onlara bunu “senet ittihaz” ettirmek suretiyle Midhat Pa­şa, arkasında, çok belirsiz ve çok şüpheli de olsa, yabancı devletlerin “teminatı” bulunduğunu hisset­tirmek, adeta Adliye Nazırının teminatım yabancı devletlerce de perçinletmek amacı gütmüş gibidir. Her ne olursa olsun, Midhat Paşa’nın Fransız Konsolosluğuna sığınma olayı iki gün içinde halledilmiş, Paşa, ancak iki gün konsoloslukta kalabilmiştir.
Türkiye-Fransa ilişkileri bakımından bu iki günlük olay, hukukî ve siyasî yönlü bir sorun ol­muştur.
Olayın hukukî yönü, Fransız Konsolosluğunun, sırf hukukî bakımdan bir Türk vatandaşına sığın­ma hakkı tanıyıp tanıyamıyacağı, Türk vatandaşını yine Türk adaletine karşı koruyup koruyamayacağı konusudur. Başka bir deyimle Fransız Konsoloslu­ğunun dokunulmazlığı olup olmadığı, varsa kapsa­mının ne olduğu konusudur. O zamanki Fransız kon­soloslukları, Türkiye ile Fransa arasındaki kapitü­lâsyonlardan faydalanmaktadırlar. Kapitülâsyon­lar, sığınma hakkı konusunda hüküm koymuş muy­du, o güne kadarki uygulama ne olmuştu? Türki­ye’deki yabancı konsoloslukların dokunulmazlıkları var mıydı, varsa ne kadar genişti? Bu sorular, Mid­hat Paşa’nın sığınma olayı dolayısıyla tartışılmış, bir derece aydınlığa kavuşmuştur.
Fransızlar, Midhat Paşa’yı teslim etme kararı­na varırken, olayı önce hukukî açıdan ele alıyor gö­rünmüşlerdir. Fransız Büyükelçisi Tissot, Paşa’nın İzmir Konsolosluğuna sığındığım Hükümetine ilk de­fa haber verirken bu konudaki kanaatini de belirt­miş ve “bir katile himaye bahşetmeye hakkımız yok­tur, Midhat Paşa da Abdülaziz’in katline birinci de­recede katılmıştır” demektedir. Burada Büyükel­çi önyargıyla hareket etmekte, yargılanmadan, hü­küm giymeden önce Midhat Paşa’yı “katil” olarak nitelemekte, böylece yalnız katillere sığınma hakkı tanınamayacağını belirtmiş olmaktadır.
Dışişleri Bakanı Barthelemy Saint-Hilaire, Bü­yükelçinin görüşünü kabul etmiş ve katil olup olmadığını söz konusu etmeksizin, Midhat Paşa’nın himaye altına alınamıyacağını belirtmiştir. Bakan, bu kanaatini ayrıca daha hukukî bir dille formüle etmiş ve bir ikinci telgrafında şöyle demiştir: “Bana gelince ben, konsolosluğumuz dokunulmazlığının, ül­ke makamlarının kendi yargısına tâbi kişilerden bi­rine karşı, usulüne uygun hareketini engelleyebilece­ği kanısında değilim”.
Büyükelçi Tissot, Midhat Paşa’nın Fransız Kon­solosluğuna sığınma olayı kapandıktan sonra, olay karşısındaki kendi tutumunu haklı göstermek için kaleme aldığı raporunda, sığınma hakkı konusunu daha etraflıca açıklamıştır. Büyükelçi, Fransa ile Türkiye arasında aktedilmiş kapitülâsyonlarda sı­ğınma hakkının açıkça yazılı olmadığını belirttikten ve bazı konsolosların bu hakkı bir teamül hukuku haline getirmiş olmalarını “suiistimal” olarak vasıf­landırdıktan sonra şöyle demektedir: “Bu istisnaî mevzuatın (kapitülâsyonların) hükümlerine göre, mahallî makamın (ülke devletinin), bir katili yaka­lamak için ne bayrağımız altındaki bir binaya, ne de bir Fransız vatandaşının ikametgâhına girmeye hak­kı yoktur. Ama bizim de bu katili adaletin takibin­den ilânihaye korumaya hakkımız yoktur: bir nevi usulü müphem suçlu iadesine (gitmeye) mecbu­ruz”. Büyükelçiye göre, İzmir Konsolosu, Midhat Paşa’ya geçici de olsa himaye bahşetmekle peşinen yanlış hareket etmiştir; zira, bu himayeyi hukuken devam ettirmek imkânsızdı, eninde sonunda Paşa’yı iade etmek gerekecekti. Keza, öteki devletlerin kon­solosları da, hükümetlerinden talimat gelinceye ka­dar bile olsa Midhat Paşa’ya himaye bahşetmekle aynı hatayı işlemişlerdir. Belirtmek gerekir ki, Büyükelçi Tissot, hep Midhat Paşa’nın “katil” oldu­ğu önyargısı ile hareket etmekte, yargısını ona göre yürütmektedir. Yani, yalnız katillere himaye bahşedilemiyeceğini söylemiş olmaktadır. Fransızlar, kapitülâsyonların kendilerine bahşettiği imti­yazları, konsolosluklarının dokunulmazlıklarını faz­la daraltmamak, bindikleri dallardan birini kendi el­leriyle kesmemek istemiş gibidirler. Fakat, nispeten dar ölçüde de olsa, Fransız konsolosluklarının do­kunulmazlığının, Türk makamlarının bir Türk va­tandaşına karşı takibatım engelleyemiyeceği, bu olay dolayısıyla Fransızların kendilerince de kabul edilmiştir.
Bu konuda Türk görüşü ise, daha kısa ve radikal olarak, Adliye Nâzırı Cevdet Paşa tarafın­dan açıklanmıştır. Nâzır, Midhat Paşa’ya gönderdi­ği 17 Mayıs 1881 tarihli telgrafında, “yabancı dev­letler temsilcilerinin bir suç veya cürümden sanık herhangi bir kimseye, herhangi bir himaye bahşedemez” diye kestirip atmıştır[50].
Sığınma olayının Türk-Fransız ilişkileri bakı­mından siyasî yönüne veya sonucuna gelince, bu, hukukî yönünden daha önemlidir. Fransızlar, Midhat Paşa’yı teslim etme kararını verirken hukukî düşünceyi ihmal etmemişlerdir; ama sadece hukukî nedenle hareket etmiş de değillerdir. Siyasî düşün­celer, teslim kararında daha önemli rol oynamış, daha ağır basmıştır. Midhat Paşa’nın İzmir Konso­losluğuna sığındığını duyar duymaz Büyükelçi Tissot’nun açıkça telâşa kapılmış olması, hukukî kaygıdan ziyade siyasî kaygıdan ileri gelmiştir. Bü­yükelçi, Midhat Paşa’yı, çekinmeden, “katil”, “Fransa’nın can düşmanı” diye nitelerken, siyasî düşünceyle hareket etmektedir. Tunus sorunu yüzün­den Türk-Fransız ilişkilerinin gergin bir dönemde bulunduğu bir sırada, Midhat Paşa’nın yeni bir me­sele yaratması, Büyükelçiyi kızdırmıştır. Onun için­dir ki, Midhat Paşa’nın tereddüt edilmeden teslimi­ni Hükümetine telkin etmiştir. Zira, kendi kanaatince, “bu (gergin) ilişkileri düzeltebilecek bir şey var­sa o da “Midhat Paşa’nın teslimi, böylece Sultan’ın tatmin edilmesiydi[51]. Aynı şekilde Bakan Barthelemy Saint-Hilaire de, Büyükelçinin görüşüne katılarak, Midhat Paşa’nın Fransız Konsolosluğunda kalamıyacağını bildirirken “bugünkü durumda” de­mektedir''.
Burada söz konusu edilen “durum”, o günkü siyasî konjonktürdür, yani Tunus meselesidir. İki ülke arasında o gün böyle aktüel siyasî bir me­sele olmasaydı, Fransa, Midhat Paşa’nın tesliminde o kadar telâş ve acele etmeyebilirdi. Fakat, o günkü siyasî şartlar içinde Paşa’yı teslimde biraz tereddüt etmek, Sultan Abdülhamid’i kızdırmak, dolayısıyla Fransa’nın Tunus’a el koyma politikasını suya düşürmek değilse bile, sekteye uğratmak, geciktirmek olabilirdi. Padişahın Midhat Paşa’yı geç ele geçir­mesi, Fransa’nın da Tunus’u geç ele geçirmesine se­bebiyet verebilirdi. Midhat Paşa ne kadar çabuk teslim edilirse, Sultan da o kadar memnun edilmiş, Tunus’u teslime hazırlanmış olabilirdi. Fransa dip­lomasisi işte bunu düşünmüş, bunu yapmış ve dört buçuk saat kadar kısa bir zaman içinde Midhat Paşa’yı teslim etmeye karar vermiştir: Büyükelçi Tissot’nun telgrafı Fransa Dışişleri Bakanlığına 17 Mayıs günü saat 13.30’da ulaşmış, Dışişleri Bakam Saint-Hilaire’in talimatı ise aynı gün saat 18’de İs­tanbul’a tellenmiştir. Büyükelçinin telgrafı Fran­sa Dışişleri Bakanlığına tam öğle tatili sırasında gel­memiş olsaydı, Bakanın cevabı belki dört buçuk saat bile gecikmeyebilirdi. Midhat Paşa’nın ancak ertesi gün teslim olması veya edilmesi ise, Fransa’nın ge­cikmesinden dolayı değil, araya başka bir olayın —Paşa’nın bütün devletlerin ortak himayesini iste­miş olması olayının— girmesinden ileri gelmiştir.
Fransa’nın dört buçuk saat içinde karara var­ması, siyasî meyvesini vermekte gecikmemiştir: Pa­ris’in telgrafından üç saat sonra, aynı gün akşamı saat 21.20’de, Büyükelçi Tissot, Hükümetine şu telgrafı çekmiştir: “Bazı emareler bana, Sultan’ın Tunus meselesini daha sükûnetle mülâhaza etmeye başladığını göstermektedir” (Certains indices me donnent à penser que le Sultan commence à envisager avec plus de calme l’affaire de Tunisie)[52].
Tunus meselesinde İstanbul’un, daha doğrusu Padişah’ın o güne kadarki sert tutumunda âni bir yumuşama olmuştur. O güne kadar Türkiye, Fran­sa’nın Tunus meselesindeki harekâtını şiddetle pro­testo edegelmişti. Şimdi şiddet, yerini sükûnete bı­rakmağa yüztutmuş ve Padişah Tunus meselesini “daha sükûnetle” düşünmeğe başlamıştır. Fransız Büyükelçisini bu kanaate vardıran “emare” ise şu­dur: aynı 17 Mayıs 1881 günü Sultan İkinci Abdülhamid, Tunus meselesinin iki memleket arasında “geçici bir bulut” (un nuage qui passerait) olduğunu dolaylı bir şekilde Büyükelçi Tissot’nun kulağına iletmiştir.
Fransa’nın Midhat Paşa olayındaki tutumuna pek sevinen Sultan, 18 Mayıs 1881 günü yaverlerin­den birini Büyükelçi Tissot’ya gönderip samimî te­şekkürlerini Fransa Hükümetine ve Dışişleri Baka­nına ulaştırmasını rica etmiştir. Aynı gün sabahle­yin de Sarayın yakınlarından bir zat Büyükelçiyi görmeğe gelmiş ve kendisine “Sultan’ın Tunus mese­lesinde Fransa’yı şiddetle protesto edişinin ancak... halifelik itibarını korumak için olduğunu; aslında Tunus meselesinde ucuza anlaşabileceğini” söylemiş­tir[53]. Büyükelçi, kendisine bunları söyleyen şahsın hüviyetini belirtmemekte, yalnız Sarayın yakınla­rından biri olduğunu ve yetkiyle konuştuğuna inan­dığını söylemektedir.
Demek oluyor ki, Türkiye ile Fransa arasındaki Tunus meselesinin hararetli bir zamanına rastlayan Midhat Paşa’nın Fransa Konsolosluğuna sığınması olayı, Türkiye’nin bu meseledeki tutumunu değiştir­mesinde açıkça rol oynamıştır. Sultan İkinci Abdülhamid’in “Midhat Paşa’yı ele geçirmek için Tunus’u elden çıkardığı, İmparatorluğun koskoca bir köşesini bir Paşa ile trampa ettiği” eldeki belgelerle, belki yüzdeyüz kesinlikle söylenemez[54]. Ama, Fransızların Midhat Paşa’yı derhal teslim etmeye karar verme­leri üzerine pek duygulanan Sultan’ın, Tunus mese­lesinin iki ülke arasında “geçici bir bulut” olduğunu, bu konuda “ucuza anlaşabileceğini” Fransız Büyük­elçisinin kulağına iletmiş olduğu bir gerçektir. Tu­nus meselesinin o tarihten sonraki gelişmesi de bu sözleri doğrulamıştır. Midhat Paşa’nın Fransız Kon­solosluğuna sığınması, Tunus meselesinin Fransa le­hine gelişmesini hızlandırmıştır. Sığınma olayı, Sultan’ın Tunus meselesindeki tutumu bakımından bir dönüm noktası olmuştur, denebilir. Midhat Paşa’nın alelacele teslimine karar vermeleri üzerine, Sultan, Tunus meselesindeki sert tutumunu Fransızlar lehi­ne yumuşatmış, Tunus’un elden çıkmasını kolaylaş­tırmıştır. Belgeler karşısında bu artık inkâr edile­mez.
Midhat Paşa’nın Fransa Konsolosluğuna sığın­ması olayının Türk-Fransız ilişkileri bakımından en önemli sonucu bu olmuştur.
III— Yargılanması ve hüküm giymesi (27-28 Haziran 1881)
Fransız Konsolosluğundan teslim almışından kırk gün sonra, 27 Haziran 1881 sah günü Midhat Paşa İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi önüne geti­rilip yargılanmağa başlanmıştır. Mahkeme, görünüş­te normal bir ağır ceza mahkemesidir. Her zamanki üyelerinden kuruludur. Aslında ise olağanüstü bir divandır. Yıldız Sarayının yakınında, Beşiktaş sırtla­rında büyük bir çadırda kurulmuştur. Etrafı askerî kordonla çevrilmiştir. Şahsî dâvetiyeyle çağırılan ve sayısı üçyüz kadar tutan dinleyicilerin çoğu Pa­dişahın yaverleridir. Adliye Nâzırı Cevdet Paşa da mahkeme salonunda “dinleyici” olarak hazır bulun­maktadır. Duruşmalar, umuma açık gibi gösteril­mektedir. Ama bu konuda konuşmak fiilen yasak edilmiş gibidir. Basın, muhakeme hakkında hiçbir fikir yürütmeme emri almıştır; duruşmaları tefsirsiz nakletmekle yetinmektedir. Yabancı temsilcilikle­rin tercümanları da mahkemeye gözlemci olarak gelmişlerdir...
Mahkemeye Temyiz Mahkemesi Başkam ulema­dan Sururî Efendi Başkanlık etmektedir. Öteki üye­ler, Rum Christophorides Efendi, Macar dönmesi Emin Bey, Ermeni Takvor Efendi, Hüseyin Bey ve Hacı Emin Beydir. Başsavcı, Lâtif Beydir.
Dâva konusu, eski Sultan Abdülaziz’in ölümü meselesidir. Savcılık, eski Sultan’ın intihar etmemiş, öldürülmüş olduğunu iddia etmektedir. Uzun bir it­hamname hazırlamıştır, okunması iki saat sürmekte­dir. Sanıklar, iki uşak, bir pehlivan, bir eski mabe­yinci, dört küçük rütbeli subay ve üç Paşadır. Pa­şalardan biri Midhat Paşa’dır. Yabancı gözlemcile­rin deyimiyle “hüzünlü bir komedi” oynanmakta­dır. Piyesin rejisörü Sultan ikinci Abdülhamid, baş aktörü ise eski Sadrazam Midhat Paşa’dır. Gözlem­cilerin dikkatleri, özellikle Midhat Paşa’nın yargılan­masına çevrilmiştir.
Bu dâva sırasında Fransa’nın İstanbul Büyükel­çiliğinde Maslahatgüzar olarak Kont de Monthalon bulunmaktadır. Midhat Paşa’ya peşinen “katil” dam­gasını vurmuş olan Fransız Büyükelçisi Tissot, ade­ta dâva sonucunu görmemek için, geçici olarak İs­tanbul’dan ayrılmıştır. Fransa Dışişleri arşivlerin­de muhakemenin cereyanı hakkındaki belgeler, ön­yargılı Büyükelçi Tissot’nun değil. Maslahatgüza­rın ve yardımcılarının imzalarını taşımaktadır. Bi­naenaleyh daha objektiftir. Maslahatgüzar Kont de Monthalon, duruşmaları yerinde izlemek için Büyük­elçiliğin ikinci tercümanı E. Outrey’i görevlendirmiş­tir. Tercüman, etraflı bir rapor hazırlayıp sunmuş­tur. Midhat Paşa’nın yargılanması hakkında “tam bir fikir verecek mahiyette” diye vasıflandırılan bu raporun bir örneği, Ingiltere Hükümetince de isten­miş ve Londra’ya da sunulmuştur. Midhat Paşa’nın yargılanmasını, bu rapordan aktararak özetliyorum.
Her şeyden önce mahkeme üzerine açık bir bas­kı yapılmıştır. Başkanın koltuğunun tam arkasında Adliye Nazırı Cevdet Paşa oturmuştur. Nazır, ikide bir Başkanla konuşma halindedir. Adliye Nâzırının yanında Padişahın yaveri Tevfik Paşa bulunmakta­dır. Paşa, sık sık dışarıya çıkmakta, orada bekleyen bir subaya talimat iletmekte ve subay da doğruca Yıldız Sarayına koşmaktadır. Yine Adliye Nâzırı ile Başsavcı, hâkimler kendi aralarında görüşme halin­de bulundukları sırada, birçok defalar onların ya­nına gitmişlerdir.
Öteyandan, salonun ön tarafında bir “oyun ma­sası” etrafında oturmuş bulunan müdafaanın avu­katları suspus edilmiş durumdadırlar. Başkan Sururî Efendi, duruşmaların başlamasına bir saat kala avukatları çağırmış, onlara “ifadelerinde mutedil olmalarını, herhangi bir olaya meydan vermemele­rini” tavsiye ve bu takdirde Sultan’ın yüksek hima­yesine güvenebileceklerini temin etmiştir. Avukat­lar, bütün duruşmalar boyunca bu tavsiyeye fazlasıyla uymuşlardır. Midhat Paşa’nın avukatı Şehri Efendi de, duruşmalar başlamadan önce ancak bir defa, o da Saray mensuplarıyla birlikte müşterisini görmüştür, bütün duruşmalar boyunca da yine bir defa üç cümlelik bir konuşma yapmıştır. Bu konuş­ma da Midhat Paşa’yı savunmaktan ziyade sustur­mak için yapılmış gibidir.
Bu şartlar içinde duruşmalar başlıyor. Sanıklar­dan Pehlivan Mustafa ile uşak Hacı Mehmet, “beyaz saplı bir çakı bıçağı ile Sultan Abdülaziz’in bilek damarlarını açmak suretiyle” cinayeti işlediklerini söylüyorlar. Kendilerine emri Mahmut Paşa vermiş, Nuri Paşa bunu doğrulamış imiş. Tanık olarak ge­tirilen üç haremağası da cinayet sahnesini gördük­lerini söylüyorlar. Öteki sanık ve tanıkların hepsi cinayeti inkâr ediyorlar. Savcılığın ithamnamesi, ci­nayetin bir komisyon tarafından kararlaştırıldığını ve Komisyon’a Midhat Paşa’nın da dahil bulundu­ğunu ileri sürmektedir. Tanık olarak getirilen bir başka uşak, Sultan Abdülaziz’in Topkapı Sarayından Feriye Sarayına getirildiği gün, Midhat Paşa’yı, ko­misyona mensup oldukları söylenen diğer nâzırlarla birlikte Çırağan Sarayında gördüğünü söylüyor. İs­tanbul’a iş aramağa gelmiş olan Eşref Efendi adın­daki bir Suriyeli memur da, Şam Valisi bulunduğu sırada Midhat Paşa’nın, Abdülaziz’i öldürdüğünü övünerek anlatırken duyduğunu söylüyor. Midhat Paşa aleyhindeki bütün deliller bunlardan ibarettir.
Midhat Paşa, öteki sanıklardan birkaç saat sonra, ayrı olarak mahkeme salonuna getiriliyor. Onun duruşması sırasında mahkemeye Sururî Efen­di değil, Rum Christophorides Efendi Başkanlık etmektedir. Paşa, aleyhindeki bütün delilleri redde­diyor. Cinayet işlenmiş olduğunu asla kabul etmi­yor. Bir ara, cinayeti işlediğini söylemiş olan Peh­livan Mustafa’ya “Hayır, sen katil değilsin, sana iş­lemediğin bir cinayeti itiraf ettirdiler” diyor. Sul­tan Abdülaziz’in, “makasla kol damarlarını açmak suretiyle” intihar etmiş olduğu, 19 doktorun rapo­ruyla zamanında tespit edilmişti. Bu defa, Pehlivan Mustafa, “çakı bıçağıyla” Sultan’ın kol damarlarını açtığını söylemiştir. Midhat Paşa bu çelişmeyi orta­ya çıkarıyor. 19 doktordan ancak dördü tanık ola­rak dinleniyor. İkisi, yaraları iyi muayene edemem' olduklarını söylüyor, biri raporu doğruluyor. Mid­hat Paşa, 19 doktorun hepsinin getirilip dinlenmesini istiyor ve seyahat masraflarını kendi çekeceğini de bildiriyor. Diğer doktorlar getirilmiyor. Paşa, cinayete karar veren bir komisyon var idiyse, ko­misyonun öteki üyelerinin neden sanık sandalyasına getirilmediklerine hayret ediyor. Olay sırasında Feriye Sarayında ikamet eden ikiyüz kişinin neden sorguya çekilmediğini soruyor: “Fakat hayır, onun yerine her şeyi yapabilecek (tıynette) üç haremağasının, bir pehlivanın ve iki uşağın şahitliğine ehem­miyet veriliyor” diye ekliyor. Ve sonra, haremağala­rı cinayeti nasıl görebilmişlerdi, nerede bulunuyor­lardı, neden kimseyi haberdar etmemişlerdi; öyleyse onlar artık sadece tanık değillerdi; savcılık onlar aleyhinde neden harekete geçmemişti?..
Midhat Paşa’nın kararlı tonu, mahkemeyi ürkü­tüyor. Paşa ayrıca, cinayet aleyhinde ileri sürebile­ceği 94 delili olduğunu ve tanıklara teker teker yirmiyedişer soru sormak istediğini söyleyince, Başkan Christophorides Efendi büsbütün endişelenip şaşırı­yor. Kanun, teker teker tanıklara soru sormak hak­kını Midhat Paşa’ya vermektedir. Başkan, bu tale­bini doğrudan doğruya reddedemiyor. Hâkimler ara­sında kısa bir görüşme yapılıyor ve Christophorides Efendi Paşa’ya dönerek “talebiniz nazarı itibara alınmıştır, fakat şu şartla ki, dün veya bugün ifade vermiş şahitler, bu ifadelerini sizin huzurunuzda sa­dece tekrarlıyacaklardır” diyor.
Başkanın emri üzerine sanıklardan biri konuş­mağa başlıyor. Midhat Paşa “hayır, diyor, hepsi dı­şarı çıksın, ben hepsine teker teker sorular soraca­ğım, onlar da cevap verecekler”. Başkanla kendisi arasında bir tartışma başlıyor. Paşa, kanunun ken­disine bahşettiği hak üzerinde ısrar ediyor. Midhat Paşa’nın şahitlere sormak istediği yirmi yedişer so­runun, onların ifadelerinin sahteliğini ortaya çıkar­masından korkuluyor. Başkan Christophorides Efendi ile Paşa arasında şöyle bir tartışma geçiyor:
Başkan — Mahkeme size müdafaanız için söz veriyor, müdafaanızı yapıyor musunuz? İstekleriniz kanuna aykırıdır. Mahkeme onları reddediyor.
Midhat Paşa — Kanunu okuyacağım.
Başkan — Müdafaanızı yapıyor musunuz?
Midhat Paşa — Başka türlü kendimi nasıl mü­dafaa edebilirim ?
Başkan — Talebiniz mahkemeye bir hakaret teşkil etmektedir. Mahkeme size yeniden müdafaa­nızı tamamlama hakkını veriyor.
Midhat Paşa, itirafta bulunmuş sanıkları sor­guya çekme talebinde ısrar ediyor. Bu itiraflardan kendi aleyhinde bir sorumluluk doğduğuna göre, bu şahısların “hakikî aleyhte şahit” olduklarını söy­lüyor.
Başkan — Onlar, zapta geçen ifadelerim verdi­ler, tanık değil, sanıktırlar.
Midhat Paşa — Öyleyse bana, onların ifadeleri­nin beni zarara sokabilecek hiçbir şey ihtiva etme­diğini belirten yazılı bir beyanname veriyor musu­nuz?
Başkan Christophorides Efendi şiddetli bir öf­keye kapılmıştır, öfkesini güçlükle zaptetmektedir. Koltuğundan yarı yarıya doğruluyor, talimat ister gibi Adliye Nâzırı Cevdet Paşa’ya doğru dönüyor. Nâzırın bir baş işaretiyle büsbütün doğruluyor ve Midhat Paşa’ya hitaben “duruşmanız sona ermiştir, itirazınız varsa Temyize başvurabilirsiniz” diyor.
Kırkbeş dakika sonra mahkeme, cinayetin müş­terek faili sıfatıyla Midhat Paşa’nın suçlu olduğuna oy çoğunluğu ile karar veriyor. Başsavcının ceza ta­lepnamesini dinlemek ve cezayı tespit etmek üzere duruşma ertesi güne bırakılıyor.
Ertesi gün, 28 Haziran 1881 Çarşamba günü, yeniden duruşma açılıyor ve mahkeme, yedi kişiyi idama, iki kişiyi de onar yıl küreğe mahkûm ediyor.
Mahkûmlar götürüldükten sonra Midhat Paşa salona getiriliyor. Başsavcı onun aleyhinde de Ceza Kanunnamesinin 45. ve 170. maddelerinin tatbikini istiyor. 45. madde “Bir cürmün müşterek failleri, kanunun sarahati olmadığı hallerde ol cürmün fail-i müştereki gibi mücazat olunur” hükmünü koymuş­tur. 170. madde ise “Bir kimsenin taammüden katil olduğu kanunen tahakkuk ederse kanunen idamına hükmolunur” demektedir.
Midhat Paşa söz istiyor. Bir gün önceki celsede suçlu olduğuna hükmolunduğu için, kanunen, artık fiilin yalan olduğunu söylemeye hakkı yoktur. Yal­nız fiilin, kanunen suç olarak vasıflandırılmadığım veya savcılığın verilmesini istediği cezayı gerektir­mediğini savunabilir. Kendisine söz veriliyor ve Pa­şa konuşmağa başlıyor:
“Mademki konuşmaya hakkım vardır, birkaç mütalâa serdedeceğim. Beni bir cinayetin fail-i müş­tereki mi ilân ettiniz? Fakat cinayeti kim işledi? Pehlivan Mustafa ile Hacı Mehmet; ben onlarla be­raber miyim? Bırakınız konuşayım; fiil ile onu iş­lemiş olmak yüzünden verilen ceza arasında nispet­sizlik yok mudur diye sormaya insanın hakkı vardır. Nuri Paşa ile Mahmut Paşa, Abdülaziz’i öldürme emri verdiler ve biz de ona muvafakat ve iştirak et­tik deniyor. Hakikaten bir cinayet olduğu kabul edil­se bile, bu paşaların âmir-i gayri mücbir olduklarını ve binaenaleyh bizim de âmir-i gayri mücbir oldu­ğumuz nazar-ı itibara alınmak lâzım gelir.
“Vakıaları adlî şekilde böyle ortaya koymak lâzım gelirdi; halbuki müzâkereler dün kapandı. Şu halde sız bizi, katillerin âmir-i mücbiri olan kimse­lerin âmir-i mücbiri farzediyorsunuz..”
Başkan — Kanun, müşterek fail ile gerek para vermek, gerek vaadde bulunmak ve gerekse cinayeti işlemek için vasıta teklif etmek veya vermek su­retiyle cinayet işlemeğe sevkeden kimseyi kastet­mektedir.
Midhat Paşa — Peki, fakat biz ne yaptık? Bu şahıslara silâh mı verdik?
Başkan — Cinayetin hukukî delilleri mevcut ol­duktan başka sizin de bu trajik şehadetin tahrikçi­lerinden, faillerinden biri olduğunuz ispat edildi.
Midhat Paşa’nın avukatı Şehri Efendi — “Esef­le kabul ederim ki Mahkeme, Midhat Paşa’nın ver­mek istediği genişletilmiş izahatı artık dinleyemez. Midhat Paşa’nın gayesi, suçortağı olduğu ispat edil­mişse cezayı, kendi iştirak hissesiyle mütenâsip ha­le getirmektir. İtirazlarını Temyiz Mahkemesine su­nacaktır, şimdilik cezanın hafifletilmesini istemekte­dir ve Sultan’dan affını dilemektedir.”
Şehri Efendinin bütün dâva boyunca müdafaa­sı bundan ibarettir.
Hâkimler arasındaki görüşmelerden sonra Baş­kan Christophorides Efendi Midhat Paşa’ya hükmü tefhim ediyor:
“İzahatından da göreceğimiz gibi, sizin cinaye­te iştirakiniz, 45. ve 170. maddelerin tatbikatına gi­riyor. (Maddeleri okuyor) Binaenaleyh idam cezası­na mahkûm oldunuz. Sekiz günlük mühlet içinde Temyize müracaat edebilirsiniz.”
Midhat Paşa — “Teşekkür ederim” ve bir an düşündükten sonra “böyle bir lânet dünyada yaşa­maktan ise ölmeyi tercih ederim” diyor.
Paşanın son sözü bu oluyor. Dâva, iki celsede bitirilmiştir ve Midhat Paşa idam hükmünü giymiştir.
Duruşmaları izlemiş olan Fransız Büyükelçiliği tercümanı Outrey’in genel izlenimi şudur:
“Tanıkların itiraflarına ve ifadelerine rağmen, cinayet fiili, duruşmalardan ancak yarım olarak or­taya çıkmaktadır ve tahkikatın tarafgirane yapıl­mış gibi görünmesi, zihinlerde daha ciddî şüpheler bırakmaktadır.
“Eğer bir cinayet varsa bile, savunma imkânla­rından adamakıllı mahrum bırakılmış Midhat Paşa aleyhinde hukuken hiçbir şey ispat edilmiş değildir. (Paşa savunmasından mahrum bırakılmakla) bir ihkak-ı haktan imtina cürm-ü meşhutu işlenmiştir ki bu, Temyiz Mahkemesinin dikkatinden şüphesiz ka­çacaktır (ve kaçmıştır).
“Başka türlü yürütüldükleri takdirde ciddî du­ruşmaların, cinayeti, hattâ belki Midhat Paşa’nın suçluluğunu bile ortaya çıkarması mümkündü, fa­kat şimdiki halde ve sadece müzakerelere göre, vic­dan sahibi bir hâkim, Midhat Paşa’yı mahkûm ede­mezdi.”
Fransız belgeleri, adaletsiz bir şekilde yürütü­len ve adaletsiz bir hükümle sonuçlanan bu dâvayı “meş’um komedi”, “hüzünlü komedi”, “hakikî bir rezalet”, “ıslah olmaktan âciz gangrenleşmiş bir hükümetin ahlâksızlığı”... diye vasıflandırmaktadır­lar72.
İdam hükümleri, derin bir infial yaratmıştır. Osmanlı vatandaşları ve basını, çaresiz, duygularını içine gömmüş, hiçbir fikrini açıklayamamışlardır. Avrupa basını, infiallerini gizlememiştir. İstanbul’da­ki yabancı temsilcilikler için ise nâzik bir durum mey­dana gelmiştir. Büyükelçiler önce, üzüntülerini gizlememeye hazır görünmüşlerdir. Ama sonra da, içinde hiçbir yabancı unsur bulunmayan bu mesele­ye karışmanın Türkiye’nin içişlerine karışmak, Osmanlı Hükümetine tamamıyla Avrupa vesayeti al­tındaymış gibi muamele etmek demek olacağını dü­şünmüşler ve teşebbüsten kaçınmışlardır. Sırf İnsa­nî maksatlarla fikir beyan etmenin ise, hiçbir fay­da sağlamayacağını düşünmüşlerdir. Yalnız İngilte­re Büyükelçisi, müdahale etmek, Padişah üzerine baskı yapmak taraftarı kalmıştır. Onun etkisiyle İngiltere Dışişleri Bakam Lord Granville’den gizli bir talimat gelmiştir. Bu talimatta, “hüküm infaz edildiği takdirde ağır bir sorumluluk yükleneceği­nin Sultan’a Kraliçe tarafından bildirilmesi” isten­miştir. Talimat yerine getirilmiştir. Padişah buna pek öfkelenmiştir.
Fransa Maslahatgüzarı Kont de Monthalon herhangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Resmen ka­rışmayı usule aykırı bulmuş, sırf insaniyet şekli al­tında karışmayı da faydasız görmüş ve susmayı tercih etmiştir[55]. Fransız temsilcisinin ihtiyatlı dav­ranışı, Dışişleri Bakanı Barthelemy Saint-Hilaire tarafından da uygun görülmüştür[56].
Muhtemelen İngiltere’nin teşebbüsü yüzünden, Midhat Paşa’nın idam hükmü infaz edilmemiş ve Sultan, cezayı müebbed küreğe çevirmiştir.
IV— Taif’e sürülmesi, kaçırılması teşebbüsü ve ölümü (1881-1884)
Midhat Paşa’nın idam hükmü, öteki idam hü­kümleriyle birlikte Temyiz Mahkemesince tasdik ediliyor, fakat hükümlerin infazına gidilmiyor. Pa­dişah, cezaları müebbed hapse çevirip mahkûmları Cidde yakınlarındaki Taif zindanına sürüyor.
Hükümler böylece son şeklini aldıktan sonra mesele artık aktüalitesini kaybediyor, hemen hemen kapanmış gibi oluyor. Hüküm tarihinden oniki gün sonra İstanbul’daki Fransa Maslahatgüzarı Kont de Monthalon bu durumu şöyle anlatıyor:
“Artık bu adaletsiz hükümden hiç bahsedilmi­yor, o şimdiden epey uzaklarda gibi görünüyor; Midhat Paşa sürgünde oldukça bundan böyle kim­se onun adım ağzına almıyacak; ancak idamı, in­fiali yeniden canlandıracaktır. Hassasiyetin boş bir lâf olduğu bu memlekette herşey dokunup geçen ha­fif bir etkiden ibaret; yaşamak, her şeye kayıtsız olmak demektir ve eğer bazen bu uyuşukluktan çı­kılıyorsa bu da ancak çabucak ona yeniden dönme ve daha da fazla uyuşmak içindir. Bu, yüzyıllar bo­yunca susturmanın ve bitkinliğin sonucudur”.
Yurt içindeki bu sessizliğe karşılık, yurt dışın­da mahkemenin yankıları bir süre daha devam ediyor. Avrupa gazeteleri, bir yandan bu adaletsiz hük­mü şiddetle ayıplarken öte yandan da Türk kamu­oyunun vurdumduymazlığım acı acı yeriyorlar.
Hüküm tarihinden kırk gün sonra, 9 Ağustos 1881 günü, Midhat Paşa ve öteki mahkûmlar deniz yoluyla Cidde’ye varıyorlar. 10 Ağustos’ta Cidde’de­ki Fransız Viskonsolosu Malpertius bu varışı şöyle rapor ediyor:
“İçinde eski sadrazam Midhat Paşa, Nuri Paşa, Mahmut Paşa ve ölü Abdülaziz dâvasının diğer mahkûmları olduğu halde “İzzeddin” yatı dün rıhtı­ma geldi. Sürgünler ancak güneş batarken karaya çıkarıldılar; askerî bir kordon rıhtımın etrafında emniyeti sağlıyordu ve gariptir, askerler, bu eski paşalara askerî saygı duruşunda bulundular; atlar kendilerini bekliyordu, atlar üzerinde Büyük Şerif Vekilinin ikametgâhına gitmek üzere, muhafaza al­tında şehrin sokaklarından geçtiler.
“Mahkûmlar, bugün, sürgün şehirleri olan Taif’e sevkedileceklerdir. Burada söylendiğine göre, Büyük Şerif Abdel-Muttaleb, onların bakımım sağ­lamakla görevlendirilmiştir”[57].
Taif zindanına tıkıldıktan sonra Midhat Paşa artık tamamıyla siyaset sahnesinden silinmiş oluyor. Bu zindandan geri dönen olmadığı, Midhat Paşa’nın da buradan sağ çıkmıyacağı kanaati yaygındır. Bu­nunla beraber, ünlü sadrazamdan büsbütün umud kesilmiş de değildir. “Gün doğmadan neler doğar” gibilerden, adeta bir mucize kabilinden Midhat Pa­şa’nın da bir gün Taif zindanından kurtulabileceğine inananlar veya inanıyor görünenler vardır. Zaman zaman, Paşa’nın zindandan firar etmiş veya kaçırılmış olduğu yolunda haberler çıkmaktadır. Bu haber­ler, İstanbul’dan Avrupa gazetelerine kadar da ulaş­maktadır[58].
Gerçi bu haberlerin hiçbir zaman aslı çıkma­mıştır; Midhat Paşa’nın zindandan kaçması veya kaçırılması birer söylentiden öteye geçmemiştir, ama, öyle anlaşılıyor ki, haberler büsbütün sebep­siz yere çıkarılmamıştır. Midhat Paşa’nın adını, her şeye rağmen unutturmamak isteyenler, onun kurtu­luşunu şiddetle arzulayanlar ve bu uğurda çalışanlar olmuştur. Bu yolda, yabancı devletlerin yardımını arayanlar, yabancı konsoloslara başvuranlar da çık­mıştır. Yardım için başvurulan yabancı konsoloslar­dan biri de Fransa’nın Cidde Viskonsolosu Lostalot olmuştur. Lostalot, Dışişleri Bakam Duclerc’e gön­derdiği 4 Ocak 1883 tarihli bir şifre yazıda şöyle de­mektedir :
“Midhat Paşa ve iki suç ortağının firarlarına yardım etmem için bana teklifler yapıldı. Reddettim, fakat bu işte bir menfaatimiz olduğu takdirde yeniden temas kurabilecek şekilde talimat istiyorum”.
Kaçırılmak istenenler, Midhat Paşa ile birlikte Nuri Paşa ve Mahmud Paşadır. Fakat kaçırmak is­teyenler belli değildir. Viskonsolos, kendisine bu tek­lifleri yapmış olanlar, kaçırma projesini hazırlayan­lar ve projenin mahiyeti hakkında herhangi bir bil­gi vermemiştir. Viskonsolosun öteki yazışmalarında da bu konuda bir bilgiye rastlayamadım. Fransa Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde incelemek fırsatı bu­labildiğim ciltlerde daha aydınlatıcı bir belge görme­dim. Bu kaçırma teşebbüsünün arkasında kimler vardı? Kendi başlarına hareket eden bazı fertler mi, yoksa bir gizli teşkilât mı bu işi plânlamağa çalışmıştı? Ve sonra neden Fransız Konsolosluğuna başvurulmuştu? Hele İzmir Konsolosluğuna sığınma olayının acı hâtırası henüz taptazeyken neden yine Fransız Konsolosluğundan medet umulmuştu?.. Bir­çok soru akla gelmektedir. Fakat benim inceleyebil­diğim Fransız arşivlerinde bunların cevabını bulmak mümkün değildir.
Viskonsolos Lostalot’nun şifre yazısı ancak üç hafta sonra Paris’e ulaşmış ve Dışişleri Bakanı Duclerc, 28 Ocak 1883’te talimatını vermiştir. Bu talimatıyla Bakan, Midhat Paşa ve arkadaşlarını ka­çırma teşebbüsüne Viskonsolosun red cevabı verişi­ni uygun gördükten başka, bu yolda yeniden kendi­sine teklifler yapılırsa yine aynı ihtiyatı muhafaza etmesini emretmiştir. Viskonsolos “bu işte bir menfaatimiz olduğu takdirde yeniden temas kurabileceğini”, yani reddetmiş olmakla beraber bir açık kapı da bırakmış olduğunu bildirmişti. Fransa Dış­işleri Bakanlığı, bu işte bir menfaat görmemiş olma­lı ki, kapıyı tamamıyla kapamış, ondan sonra yapıla­cak tekliflerin de reddedilmesini istemiştir.
Lostalot, aynı şifre yazısının bir örneğini İstan­bul’daki Fransa Büyükelçiliğine de göndermiştir.
Büyükelçi Noailles, yazıyı alır almaz hemen Dışişleri Bakanlığını uyarmak lüzumunu duymuştur. Onun kanaatine göre, kaçırma teşebbüsü Fransa’ya her­hangi bir menfaat sağlamak şöyle dursun, “ancak zararh olabilirdi”. Bu konuda yeni Büyükelçi Noailles’ün tutumu, adeta Midhat Paşa’nın Fransa Konsolosluğuna sığınması olayında eski Büyükelçi Tissot’nun takınmış olduğu tutumu hatırlatmakta­dır. Her iki Büyükelçi de, Sultan’ı kızdırmamak, Fransa’nın Türkiye’deki çıkarlarını zarara sokma­mak için Midhat Paşa lehinde herhangi bir davranış­tan şiddetle kaçınmaya taraftar olmuşlardır. Yalnız sığınma olayından farklı olarak bu defa Fransızlar daha ihtiyatlı davranmışlar, kaçırma teşebbüsünü daha başında önlemişler ve yeni bir “Midhat Paşa olayı” çıkmasına meydan vermemişlerdir.
Büyükelçi Noailles’ün telgrafı Fransa Dışişleri Bakanlığına ulaşmadan önce Cidde Konsolosluğuna esasen talimat gönderilmişti. Onun için Bakan bu defa, Viskonsolosa yolladığı talimatın bir örneğini, bilgi için, Büyükelçiye de gönderip onu teskin et­mekle yetinmiştir. Böylece, Fransızların aracılığıy­la Midhat Paşayı ve iki zindan arkadaşını kaçırma teşebbüsü suya düşmüş, patlak verip bir mesele olmamıştır. Ondan sonraki tarihlerde, Fransa Konso­losluğu nezdinde Midhat Paşa lehinde yardım tale­binde bulunup bulunulmadığına dair herhangi bir belgeye rastlayamadım. Kaçırma projesinin fiilî bir teşebbüs haline çıkıp çıkmadığına dair de bir belge yoktur. Proje, yalnız bir niyet, bir arzu olarak kal­mış, ondan daha öteye geçememiş gibidir. Belki Fransızların red cevabı üzerinedir ki, Midhat Paşa’yı kaçırmağa niyet edenlerin umudları kırılmış, bütün projeleri suya düşmüştür. Dışardan yardım bulamıyacaklarını anlayınca kaçırmayı hazırlayanla­rın bundan tamamıyla vazgeçmeyi tercih etmiş ol­maları muhtemeldir.
1883 Ocağındaki kaçırma teşebbüsünden sonra bir yıl boyunca, Fransa’nın Türkiye’deki temsilcilik­leri Midhat Paşa hakkında hiçbir haber vermemiş­lerdir. Fransa’nın ne İstanbul Büyükelçiliği, ne Cid­de Konsolosluğu yazışmaları arasında bir yıl müd­detle bu konuda hiçbir yazışma yoktur. Paşa’nın zindandaki üçüncü yılı, sessiz, olaysız geçmiş gibi­dir. Ancak Ocak 1884 başlarından itibaren Fran­sa’nın Cidde Viskonsolosu bu konuda yeniden bazı kısa haberler vermeğe başlamıştır.
1884 yılı başlarında, Fehmi Bey adında bir zat, Cidde Kaymakamlığına atanmıştır. Arnavut olan Fehmi Bey, doğrudan doğruya Sultan Abdülhamid tarafından görevlendirilmiştir; raporlarını da doğ­rudan doğruya Sultan’a göndermektedir. Yeni kay­makamın Arabistan’da, Mekke’de ajanları vardır. Çeşitli konularda ajanlarıyla Arnavutça olarak ya­zışmaktadır ve yazışmalarında lâtin alfabesini kul­lanmaktadır. Fehmi Bey, normal bir kaymakam ola­rak değil, özel bir misyonla Cidde’ye gönderilmiştir. Misyonu, Midhat Paşa hakkında yerinde gerekli ted­birleri almaktır[59].
Gerçekten Fehmi Bey’in Cidde’ye gelişiyle Mid­hat Paşa’ya karşı çeşitli tedbirler alındığı dikkati çekmiştir. Paşa’nın etrafındaki kontrol tedbirleri arttırılmış, güvendiği kimseler ve hizmetçileri uzak­laştırılmıştır... Bu ek tedbirlere neden lüzum görül­düğü belli değildir. Paşayı kaçırma niyetlerinin İs­tanbul tarafından haber alınmış olması muhtemel­dir.
Aradan çok geçmeden, 1884 Nisan ayında, Mid­hat Paşa’nın ağır hasta olduğu, bu hastalıktan kurtulamayacağı haberleri yayılmıştır. Durum, Mekke garnizonundan getirilen askerî doktorlara da tevsik ettirilmiştir. Fransız Viskonsolosu bu haberleri Hü­kümetine bildirirken, muayene için getirilen doktor­ların raporlarına itimad edilemiyeceğini, zira bunla­rın meslekî bilgi bakımından yetersiz olduklarından başka, bağımsız hareket edebilen kimseler olmadıklarını da eklemektedir[60].
Ağır hasta olduğu haberlerinin yayılmasından iki hafta kadar sonra, 7 Mayıs 1884 günü Midhat Paşa’nın öldüğü öğrenilmiştir. Ölüm, tabiî bir ölüm gibi gösterilmiştir. Ama, kamuoyu buna inanmamış­tır. Fransız Viskonsolosu, Midhat Paşa’nın ölümü ile yeni kaymakam Fehmi Bey’in gelişi arasında bir bağlantı kurmaktadır[61].
İstanbul’da ise, halkın kuşkularını gidermek ve Midhat Paşa’nın şöhretini biraz daha küçültmek için, Basın Bürosu bir bildiri yayınlamıştır. Harici­ye Nezareti Müsteşarı Ermeni Artin Dadian Bey’in kaleminden çıktığı sanılan bu uzun bildiride, Midhat Paşa bir kerre daha yerildikten sonra, onun ölümü­nün “Devlette hiçbir boşluk yaratmadığı ve Türki­ye’nin hakikî dostlarının kalbinde hiçbir üzüntü doğurmadığı” ileri sürülmüştür[62].
Ne olursa olsun, bir devrin temsilcisi, bir hare­ketin, meşrutiyet hareketinin, en seçkin önderi böylece tarihe karışmıştır. Arkasından, öteki iki mah­kûmun, Mahmut ve Nuri Paşaların da birer hafta arayla “ecellerinden” öldükleri haberleri duyulmuş­tur. Bu haberler, içerde halkın şüphelerini arttırmış, dışarda ise alaylı yayınlara sebep olmuştur[63].
★ ★
Son olarak birkaç söz eklemek gerekirse, deni­lebilir ki, Midhat Paşa’nın son yılları olaylarla dolu geçmiş, ömrü şüpheli bitmiş ve bu olaylara yaban­cılar da karışmıştır. Yabancı devletler arasında Fransa’nın tutumu, sistematik şekilde Midhat Pa­şa’ya karşı olmuştur. Beyrut ve İzmir’deki Fransız konsoloslarının Paşa’ya sempati beslemeleri, onun lehinde raporlar yazmaları, İstanbul’daki Fransa Büyükelçilerinin ve Fransa Diplomasisinin olumsuz tutumunu etkilememiştir. Fransa Diplomasisi, Mid­hat Paşa’nın Suriye Valiliğinden Fransa lehine faz­la menfaat beklemiştir, Paşa’nın tutumundan mem­nun kalmamıştır; kendilerine sığınan Paşa’yı derhal teslim etmeye karar vermiştir; idama mahkûm ol­ması halinde herhangi bir teşebbüsten kaçınmış, İngiliz teşebbüsünü de desteklememiştir ve nihayet Paşa’nın zindandan kaçırılması için yardım isteğini Fransa derhal reddetmiştir...
Fransa’nın Midhat Paşaya karşı tutumunda, Paşa’nın “İngiliz taraftarı” olarak tanınmasının ve o yıllarda Fransa’nın Türkiye’deki çıkarlarını zara­ra sokmamak kaygısının payı vardır. Ama, Midhat Paşa meşrutiyet hareketini temsil ettiğine göre, sis­tematik olarak ona karşı bir tutum takınmış olmak­la Fransa Diplomasisi acaba Türkiye’deki meşruti­yet hareketinin gelişmesine karşı gizli bir politika gütmemiş midir? diye ciddî bir soru da akla gel­mektedir.

Ek: Arabistan'da Taif Kalesine sürülen paşa 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldü. Bu cinayetin Padişahın emri ile gerçekleştiği ileri sürüldü ise de, bu konuda 1909 ihtilalinden sonra araştırılan Yıldız Sarayı evrakı arasında dahi kanıt bulunamamıştır. Yalnız Mithat Paşa'nın Abdülhamit'i tahta çıkardığından itibaren onun aleyhine kışkırtılıp sürekli görevlerinden azletmesi, sürgün etmesi, İzmir'de suikast planlanması ve bunun gibi olaylar gözönüne alındığında padişahın bizzat bu emri verdiği sanılmaktadır.
Mithat Paşa'nın cenazesi 1951'de Taif'ten getirildi ve 26 Haziran 1951'de cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın katıldığı bir törenle Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildi[ Hürriyet Şehidimiz Mithat Paşa Dün Toğrağa Verildi, Milliyet Gazetesi, 27.06.1951]
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mithat_Pa%C5%9Fa


Kaynak: Bilal N. ŞİMŞİR, Fransız Belgelerine Göre MİDHAT PAŞA’nın SONU-(1878-1884), Les Dernıéres Années De Midhat Pacha (d’aprés les documents français), 1970, Ankara


[1] Péretié à Waddington, 27.XI.1878, No. 1, A.A.E.—C.P.C. Tur. Beyrouth, 1877-1878, Tome 21, Follo 459.
[2] Guys à Waddington, 7.XII.1878, No. 10, Op. Cit. ff. 205. 206.
[3] Péretié à Waddington, 27.XI.1878, No. 1, Op. Cit. f. 459.
[4] İbid.
[5] Péretié à Waddington, 7.1.1879, No. 2, AAE.-CPC. Tur. Beyrouth, 1879, Tome 22, ff. 10-11.
[6] Péretié à Waddington, 4.III.1879, No. 8, Op. Cit. ff. 21-22.
[7] Delaporte à Waddington, 19.VI.1879, No. 7, Op. Cit. f. 69.
[8] Delaporte à Waddington, 19.VI.1879, No. 7, Op. Cit. f. 70.
[9] Delaporte à Waddington, 19.VI.1879, No. 7, Op. Cit. f. 73.
[10]  Delaporte à Waddington, 10.IX.1879, No. 15, Op. Cit. ff.
126-127.
[11]  İbid. f. 127,
[12]  İdem.
13. Delaporte à Waddington, 10.IX.1879, No. 15, Op. Cit. f. 128-130.
[14] İbid. f. 130.
[15]   İbid. ff. 130-131.
[16]  İbid. f. 131.
[17]  İbid. ff. 134-1?5.
[18]  Ibiıl. f. 134.
[19]  İbid. ff. 135-136.
[20]  Delaporte à Wadding'ton, İbid. ff. 136-137.
[21]  Delaporte à Waddington, 20.IX.1879, No. 17. Op. Ci ff. 143-148.
[22]  Delaporte à Waddington, 20.IX.1879, No. 17. Op. Ci ff. 149-150.
[23]  İbid. f. 150.
[24]  AAE.-CPC. Beyrouth 22, 1879, ff. 160.
[25]  îdem.
[26]  İbid. ff. 154-155.
[27]  AAE.-CPC. Beyrouth, 22. ff. 135-186.
[28]       O zamanki Fransız gazeteleri bu kabine değişikliği üze­rinde uzun uzun durmuşlardır. Les Debats gazetesi daha 4 Eylülde, “Bayramdan sonra Mahmud Nedim Paşa’nın nazırlığa getirileceğini’’ yazmıştır. (Les Debats, 12.IX.1879). Gazeteler, bu değişikliğin İstanbul’da Rus-İngiliz rekabeti olduğuna da işaret etmişlerdir. Yine Les Debats gazetesi, 18 Eylül tarihli nüshasında, biraz alay­lı bir şekilde “Sir A. Layard lütfen müsaade eder etmez (Sultan), Mahmut Nedim Paşa’yı sadrazamlığa getirecektir” diye yazmıştır. Aynı gazeteye göre, İngiliz Sefiri Suriye’ye hareket etmeden önce Sultanla görüşmüş ve “Mahmud Nedim Paşa Sadrazamlığa veya herhangi bir nazırlığa getirildiği takdirde Babıali ile İngiltere Sefiri­nin arasındaki münasebetlerin kesileceği” tehdidinde bulunmuştur (Les Debats, 9.X.1879). Le Rappel adlı bir başka Fransız gazetesinde yayınlanan 29 Eylül tarihli bir İstanbul mektubuna göre ise, İngiliz Sefiri Suriye’ye giderken “Mahmud Nedim Paşa kabineye dönerse, Sir Layard İstanbul’a dönmeyecek” demiştir. Fransız gaze­teleri, “Mahmoudoff” diye vasıflandırdıkları Mahmud Ne­dim Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi için İstanbul’daki Kus Sefiri Lobanoff’un tazyikte bulunduğuna da işaret etmişlerdir (Le Rappel, 29.IX.1879, 30.X.1879. Les Debats, 9.X.1879).
[29] Delaporte à Waddington, 28.X.1879, C.P.C. Beyrouth 22, f. 188. O tarihte Midhat Paşa 57 yaşındadır.
[30]  AAE.-C.P. Turquie, Octobre 1879, Tome 431. f. 2 Foumier â Waddington. 23.X.1879. Tel. Chiffre. (Telg: Fransızcadan türkçeye çevrilmiştir. Türkçe aslı Fransız arşivlerinde yoktur.)
[31]  Fournier à Waddington, Tel. chiffre du 22.X.1879, AA CP. Turquie, Octobre 1879, Tome 431, f. 431.
[32]  İbid. ff. 189-190.
[33]  Delaporte à Waddington, 9.X.1879, No. 19, AAE.-CPC. Beyrouth 22, ff. 171-172.
[34]  İbid. f. 174.
[35]  İbid. f. 184.
[36]  Delaporte à de Freycinet, 26.1.1880, No. 30, AAE.-CPC. Turquie Beyrouth, Tome 23, ff. 17-26.
[37]  İbid. f. 23.
[38]  İbid. f. 23.
[39]  İbid. f. 24.
[40]   AAE.-CPC. Beyrouth 23, ff. 24-25.
[41]  İbid. f. 26.
[42]  Delaporte à Waddirıgton, 5.II.1880, No. 31, AAE.-CPC. Beyrouth 23, ff. 27-30.
[43]  İbid. f. 30.
[44] Bkz. Belge No. 2.
[45] Bkz. Belge No. 3.
[46]  Bkz. Belge No. 8.
[47]  Bkz. Belge No. 5 ve 8.
[48] Bkz. Belge No. 7.
[49] Telgrafın Fransızca tercümesinden türkçeleştirilmiştir. Metin: AAE.-CPC. Turquie, Smyrne, 1881-1883, Tome 8 folio 169.
[50] AAE.-CPC. Turquie, Smyrne, Tome 8, folio 169.
[51]  Bkz. Belge No. 2.
[52] Ministöre des Affaires Etrangeres, Documents Diplomatiques Français (1871-1919), I ere serie (1871-1900), Tome IV (13 Mai 1881-20 FĞvrier 1883), Paris: 1932, p. 13, Note 1.
[53]  Bkz. Belge No. 10 ve fotokopisi.
[54] Şam Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarih hocalarından olan ve yakınçağlar Kuzey Afrika ve Mağreb tarihi üze­rinde ihtisaslaşmış bulunan Dr. Muhammed Hayr Faris, Ekim 1966’da bana, Tunus tarihçileri arasında Türklere karşı tek kırgınlık hissinin “Midhat Paşa’ya karşılık memleketlerinin Fransa’ya peşkeş çekmiş olduğumuzdan” ileri geldiğini söyledi. Tunus tarihçilerinin bu konuda hangi belgelere dayandıklarını bilmiyorum. Benim bula­madığım başka belgeler de olabilir.
[55]  Bkz. Belge No. 13.
[56]  Bkz. Belge No. 15.
[57] Malpertius â Barthélemy Saint-Hilaire, Djeddah, le 10 Août 1881, No. 24. AAE.-CPC. Djedıîah 1880-1885, Tome 4, folios 48-49.
[58] Örneğin Le Rappei adlı Fransız gazetesine 24 Ekim 1882 tarihinde İstanbul’dan gönderilen bir haberde şunlar ya­zılmaktadır:
[59] AAE.-CPC. Djeddah, Tome 4, folio 244.
[60]  İbid. f. 243.
[61]  Bkz. Belge No. 20.
[62]  Les Debats, du 7 Juin 1884.
[63] Meselâ şu yazılar yazılmıştır:
“Hurrah! les morts vont vite! Apres Midhat, voilâ Mahmoud-Djelaleddin qui disparaît. On dira qu’il râgne une epidemie spĞciale sur les 6xiles de Taief” (Les Debats, 7.VI.1884).
“Encore un des exil6s du proces Abdul-Aziz qui vient de mourir, Nouri-Pacha, un beau-frere du Sultan. Mauvais effet dans le public, cette epidemie de pachas, et l’on entend dire qu’elle gagnera bientöt pauvre Mourad” (Le Rappel, 19.VI.1884).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar