FREUDÇULUK NEDİR, İLMÎ GEÇERLİLİĞİ VAR MIDIR?
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
Freud, 1856 yılında Avusturya'da
doğdu. Tüccar olan babası, 2 çocuğunun olduğu ilk evliliğinden sonra, 40
yaşındayken 20 yaşındaki bîr kızla ikinci evliliğini yapmıştı. Freud, Yahudi
idi. Siyonizme inanıyordu. Çocukluğu ve gençliği, yahudilere karşı o zamanki
aşağılayıcı muamelelerle geçti. Babası da kendisine yapılan küçültücü
hareketleri oğluna anlatıyor ve onu kinlendiriyordu. Freud bu telkinlerle,
yahudi olmayanlara karşı intikam hırsı ile büyüdü.
Nörotik (bir çeşit ruh hastası) bir
annenin baskısı altında yaşayan bir genç kızla nişanlandı. Nişanlı geçirdiği 5
yıl gibi uzun bir süre boyunca, ailevî ve dinî baskı neticesi, cinsî eziklik ve
durgunluk acıları çekti.
Evliliği sırasında ise mutsuzdu, cinsî
yönden tatminsizdi. Kendisini yalnız hissediyordu. Evliliğini bitirmek istiyor,
fakat durumu, yahudi oluşu ve başka sebepler, buna mâni oluyordu.
Freud, önce ruhî hastalıkların
çocuklukta tecavüze uğramakla ortaya çıktığını iddia etti. Sonradan bu
şahısların hastalıklarından dolayı hayal gördüklerini farkedince, bu ilk
teorisinden vazgeçti.
Doktorluğu sırasında, Anna adındaki
nörotik bir kızı teferruatlı bir şekilde tetkik etti. Bu kızın eziklik duyduğu
bir takım cinsî meseleleri vardı.
Freud'un yüksek zekâsı ve yahudi
tabiatı, aşağılanma içinde şekillenen ruhî yapısı; insanlardan intikam alma
arzusu ve tatminsizliği ile birleşince, kızın cinsî kaynaklı hasta olduğunu iddia
etti ve bu görüşünü bütün nörozlara (bir çeşit ruhî hastalık) uyguladı.
Daha sonra bu mekanizmanın
pisikozlarda ve normal insanlarda da geçerli olduğunu ileri sürdü. Kurduğu
teoriye psikanaliz adını verdi. Bu teoriye göre; insanların bütün davranışları,
hattâ çocuğun annesine bağlılığı ve sevgisi, hep cinsî hazza yönelikti. Nöroz,
psikoz gibi ruhî hastalıklar, cinsî isteklerin doyurulmamasına ve
bastırılmasına bağlanıyordu.
Freud, tesbitlerini küçük bir hasta
grubuna dayandırıyordu ve çalışmalarında ilmîlikten uzak, kontrollü olmayan
gözlem metodlarını kullanmıştı. En basit bir işi gereksiz ayrıntılarıyla
karmaşık bir şekilde ele alıyor, mevcut olmayan problem ve sırları
keşfediyordu. Kendi teorisini desteklemek için en ince ve en garip ayrıntılar
üzerinde duruyordu.
Sosyal ilimler, spekülasyonlara
(uydurma fikirler) açıktır. Tabiî ilimlerdeki gibi katı kaideler yoktur. Sosyal
bir hâdise, birkaç türlü izah edilebilir. Belki hepsi yanlıştır, belki hepsinin
doğru olan bir yanı vardır. Doğru olanı ispatlamak da, yanlış olanı çürütmek de
çoğu zaman mümkün olmaz. Bu yüzden tarih boyunca her felsefeci, kendi şahsiyet,
hayat tarzı, kompleks ve saplantılarına göre bir görüş ortaya atabilmiştir.
Neslin devamı için zarurî olan
cinsîliğin, muhakkak ki önemi vardır ve bozukluğu da, bazı rahatsızlıklara
sebep olabilir. Fakat Freud, cinsîliği kendi ruhî yapısı, tatminsizliği ve yahudi
tabiatıyla bütün ruhî hastalıklara ve giderek normal insanlara tatbik etmiştir.
Freud'un teorisine göre çocuk, tam bir
cinsî sapıktır.
Dünyada bilinen bütün sapıklıkları;
devre devre çocuğa mâletmiştir. Bu teoride çocuk ilk yaşında meme emerken cinsî
haz duyar (oral safha). Sonra cinsî hazzı (1-3 yaş) dışkı yapmaya kayar (anal
faz). Daha sonraki dönemde ise cinsiyetinin farkına varır. Erkekse annesine
aşık olur. Babasını rakip sayarak düşman olur. Babasının ona zarar
verebileceğinden (iğdiş) korkarak bu sefer babasına saygı ve hayranlık duymağa
başlar. Buna Oedipus kompleksi adını verir. Bütün insanların şahsiyetlerinin
teşekkülünde bu kompleksi tesirli görür. Ruh hastalıklarının, ahlâkın ve dinin,
bu kompleksin saplantısından ortaya çıktığını iddia eder. Fakat bu takılmanın
niçin ve nasıl olduğunu ve bazı kimselerde neden meydana geldiğini izah edemez.
Freud, bu garip ve mantık dışı
iddialarını bir Yunan efsanesine dayandırır. Bu efsanede bilmeden babasını
öldüren Oedipus, yine bilmeden annesi ile evlenir ve kral olur. Annesi olduğunu
öğrenince de üzüntüsünden gözlerini oyar ve o diyarı terkeder.
İşin dikkat çekici yanı, bu sapık
efsanenin kahramanı Oedipus'un gerçeği öğrendiğinde kendisini cezalandırmasına
rağmen, Freud'un bunu kendi görüşleri doğrultusunda saptırıp yorumlaması ve bu
sapıklığı bütün insanlığa mâlederek âdeta insanlardan intikam almasıdır.
Freud, sadece iptidai insanları ruh
sağlığı yerinde olarak görüyordu. Çünkü bu insanlar içgüdü dürtülerini
bastırma, engelleme ve yüceltme gereği duymadan duyurabilmekteydi. Çağdaş
antropologlar bunun böyle olmadığım göstermişler ve Freud'un bu iddiasında da
isabet etmediğini ispatlamışlardır.
Freud'un ölümünden sonra bir çok kişi
başıboş ve hayvanca yaşamak için bu hurafelere sarıldılar. O zamanki bozulmuş
Hristiyanhğı hakir gören fikir de, bunu kolaylaştırdı. Böylelikle suçluluk
hissi ve vicdan azaplarından kendilerini kurtarıyorlardı. Üstelik bütün
bunları medenî olmak için yaptıklarını söyleyerek kendi kendilerini de
aldatıyorlardı. Bu kişilerin psikanaliz teorisinin yayılmasında büyük rolleri
oldu ve giderek Freud'un fikirleri ve cinsî serbestlik cereyanları kitlelere
mâloldu.
Freud, bu sapık mekanizmanın kızlarda
nasıl olduğunu açıklayamaz.
Freud'dan sonra, bu kompleksin meydana
gelme yaşından çok önce küçük çocuğun güçlü bir şekilde annesine bağlı olduğu
ve bu temel bağın kız ve erkek çocuklarında ortak görüldüğü, ilim adamlarınca
anlaşılmıştır. Erkek çocuk daha doğmadan önce bir ceninken, anne onun
dünyasıdır. Onu sarar korur ve besler, doğumdan sonra bile durum aynıdır. Annenin
yardımı olmadan hayatta kalması imkânsızdır. Onun şefkat dolu alâkası eksilse,
ruh sağlığı bozuk olur. Çocuğu hayata bağlayan ve ona canlılık veren yine
annedir. Freud, çocuğun annesine duyduğu bu haklı bağlılığı, cinsî hazla izah
etmeye kalktı. Üstelik kız çocuklarının da anneye bağlı oluşuna gözlerini
kapadı.
Freud, Oedipus kompleksi teorisini
Hans isimli bir çocukta ispat (!) ettiğini ileri sürer. Fakat sonradan yapılan
tarafsız incelemeler, Hans'ın anne ve babasının Freud'un müridi olduğunu ve
çocuğa bazı şeylerin zorla telkin ettirildiği ve yorumu Freud'un kendi
görüşleri doğrultusunda saptırdığı anlaşılmıştır. Çocuk Freud'un iddiasının
aksine babasından değil annesinden korkmaktadır. Freud, birçok çocuğun başına
gelebilecek ve tedavi gerektirmeyecek hafif bir ürkmeyi, teorisi doğrultusunda
saptırmıştır.
Freud, hayatının diğer bölümünde
insanın her davranışını cinsî haz prensibiyle izaha (!) devam etti. Tâ ki,
Birinci Dünya Harbi başlayıncaya kadar. Bu sıralar, her yanı savaş heyecanı
kaplamıştı. İnsanlar acımasızca birbirini öldürüyor, gözler kandan başka şey
görmüyordu. Freud, bu durumu cinsî hazla bir türlü açıklayamadı ve bu sefer
cinsî hazzın yanına, "saldırganlık dürtüsünü" ekledi. Yâni insan
davranışlarının kaynağı (!) olan şuuraltında, cinsî haz ve saldırganlık
(yıkıcılık) dürtüsü bir aradaydı.
Freud'a göre yıkıcılık, insanlarda
değişmez bir oranda vardı, ya içe (intihara kadar varabilir) veya dışa
(cinayete gidecek şekilde) dönerdi. Fakat daha sonra yapılan istatistikler
incelendiğinde, bazı toplumlarda intihar ve cinayetlerin yüksek, bazılarında
düşük oluşu göze çarpmış ve Freud'un bu hipotezini de çürütmüştür. Çünkü bu
dürtü her insanda olsaydı, bütün toplumlarda bu iki fiilin sayıca birbirine
yakın olması gerekecekti.
Freud, insanı yıkıcı içgüdüleri
denetim altında tutulması gereken bir varlık olarak tanıtıyordu. İnsan
bencildi, her hareketinin altında cinsîlik yatıyordu.
Bütün nevrotik eğilimler çocukluk
döneminden kaynaklanıyordu. Freud insanı, cinsî enerjinin (libido) harekete
geçirdiği ve çalıştırdığı bir makine, bir robot olarak görüyordu. Hiç şuurlu
hareketi yoktu. Şuurlu biri görünen davranışları, şuur altının bir ürünüydü.
İrade, aldatmacaydı. İşin enteresan yanı, insanın tasarruflarında hür
olmadığına, yegâne hâkimin Allah olduğuna inanmayan, mistik diyerek karşı
çıkanların, bu saçma düşünceyi sahiplenmeleridir.
Freud'un bu fikirlerinde, uzun yıllar
kokain alışkanlığının da tesirli olduğu ileri sürülmüştür. Freud kokain adlı
uyuşturucu maddeyi uzun yıllar kullanmıştır. Bu konuda inceleme yapan İngiliz
tıp tarihçisi E.M. Thornton 1983'de İngiltere'de, bir yıl sonra da ABD'de yayınlanan
"Freudçu Safsata" adlı kitabında, kokainin insana canlı hayaller gördürdüğünü,
bu yüzden de Freud'un rüyalara önem verdiğini belirtir. Bu araştırmacı,
Freud'un meslek hayatı boyunca gösterdiği kıskançlıkları, hırçınlıkları,
başkalarını kendine düşman görmesini, ani bayılmalarını, kalp atışı düzensizliklerini,
hafıza yanılmalarını, âni ve aşırı his değişmelerini hep kokain iptilâsmın
sonucu olarak görür.
Freud hayatının son dönemlerinde, bir
fikr-i sabit gibi ölüm düşüncesi ile ilgilenme illetine tutuldu. 40 yaşına girdikten
sonra, her gün ölümü düşünür oldu. Ölümden korkusu o kadar büyüktü ki,
başkasından ayrılırken (yeniden görüşmek üzere) dedikten sonra (belki de bir
daha görmeyeceksiniz) diye ekler olmuştu. Sanki dilinin bir cezası olarak çene
kanserine yakalanınca, bu ölüm korkusu daha da arttı. Bu sefer ölüm
içgüdüsünden bahsetmeye başladı. Artık ona göre hayatın gizli gayesi ölümdü ve
bu sebeple insanın ölmek zorunda olma düşüncesi de, ölüm korkusunu
hafifletmeye çalışan bir teselli şekliydi. Derken 1939 yılında Londra'da hesap
âlemine göçtü.
1. Reich Freud Anlaüyor, W. Reich, Payel Yayınları, 1982, İst.
2. Psikalaniz ve Psikoterapi, Prof Dr. Orhan Öztürk, 1985, Ankara
3. Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, Erich Fromm, 1983,
İst.
4. Psikalanizin Bunalımı, Erich Fromm, Dost Yay., 1982, İst.
PSİKANALİZ İFLAS MI ETTİ?
Freud'un teorisi, çeşitli ruh
hastalıklarında tedavi gayesiyle de kullanılmıştır. Bu tedaviye psikanaliz,
yapana ise psikanalist adı verilir. Zaten Freud'un ilk gayesi tedaviydi.
Teorinin ortaya atıldığı yıllarda ruhî
hastalıklar için geliştirilmiş tedavi teknikleri yoktu. Bu boşlukta psikanaliz
hızla yaygınlaştı. Tıbbın dışında sosyal ilimler tarafından da benimsendi;
akademik ve entellektüel hayatta güçlendi, batıda halk arasında da yayıldı ve
popüler oldu. O kadar ki, psikanalistler kendilerinden yardım isteyen
hastalarına yetişemediler, arz ile talep arasındaki dengesizlik, meslekî gelir
ve itibar yönünden, psikanalizi en muteber meslekler arasına soktu.
Zamanla ruhî bozuklukların sebepleri
aydınlatılmaya ve tedavi neticeleri ortaya çıkmaya başlayınca, yeni tedavi
metodları ortaya atıldı ve psikanaliz hemen hemen terkedildi.
Pek çok hastalıkta mahzurlu olan
Psikanaliz, ruh hastaları veya ruhî problemi olanların çok az bir kısmına
tatbik edilebilir. Bu tip hastalarda da şu özelliklerin bulunması, ayrıca gereklidir.
Hastanın tedaviye arzulu olması ve
kendi isteğiyle gelmesi şarttır.
Hasta en azından normal zekâya ve
problemlerini anlatabilecek kabiliyete sahip olmalıdır.
Hastanın kendisini tanımaya,
incelemeye ve değiştirmeye samimî isteği bulunmalıdır.
Büyük emek ve zaman isteyen tedavi
türü olduğu için, hastanın ekonomik gücü ve zamanı olmalıdır.
Hastanın hayat şartları da mühimdir.
Ailesi ona destek olmalı, fakat çok müdahele etmemelidir. Ayrıca büyük şehirde
oturmalıdır.
Tedavi süresince alkol ve uyuşturucu
ilâç almamalıdır.
Kısaca, psikanaliz, üst sosyo kültür
seviyede, zeki, kendini tanımaya (!) yatkın, his ve fikirlerini açıklayabilen,
parası ve zamanı olan ve büyük şehirlerde yaşayan, istekli bir mutlu azınlığın
faydalanabileceği bir tedavi metodudur.
Psikanalist olabilmek için ruh
hekimliğinden sonra en az 3-4 sene, haftada 2-3 kere birer saatlik
psikanalizden geçmek şarttı. Bir yanda kendisi geçerken, bir yandan da
seçilmiş hastalara uzun süre kontrollü olarak psikanaliz yapmalı; bu süre
içinde ayrıca öğretici seminer ve derslere devam etmeliydi. Böylece klâsik
psikanaliz eğitimi, ortalama 5-6 yıl sürüyordu.
Psikanaliz için çok sakin, loş bir oda
seçilir. Hasta konforlu ve rahat koltukta uzanırken, psikanalist onun arkasında
ve göremiyeceği bir yerde oturarak sessizce onu dinler, zaman zaman da söze
karışarak, telkinde bulunmadan hastanın anlattıklarına kısa yorumlar getirir.
Psikanaliz tedavisi uzun zaman alır.
Hasta, birer saat süren, tedavi seanslarına, haftada ortalama 2-3 defa olmak
üzere en az 3-4 sene aksatmadan devam etmek zorundadır.
Klasik psikanaliz sırasında ferdin
aklına gelen her düşünceyi hiçbir baskı, kontrol ve gizlemeye uğratmadan açığa
vurması beklenir. Buna "Serbest çağrışım" adı verilir. Zaman içinde,
çağrışımlar o anla ilgili şartlardan bağımsızlaşmaya başlar, yeni yeni
hatıralar doğar. Yeni bir çağrışım ferdin zihnine gelince, bunu söylemeye karşı
hemen bir "mukavemet" belirir. Kişi bu, mukavemeti kırmak ve aklına
geleni söylemek zorundadır.
Bu tedavide halledilmesi gereken çok
önemli bir mukavemet reaksiyonu, hastanın psikanaliste karşı beslediği hislere
"transfer" durumudur. Analist, bu hisleri yerinde kullanarak
hastanın tedavisinde faydalanır.
Freud, her davranışı ve ruhî
hastalığı, çocukluktaki cinsî sapmaya bağlamaktaydı. Şahsın
rahatsızlıklarından, davranışlarından, küçüklüğünü ve özellikle ailesini
mes'ûl tutuyordu. Şahıs, çevresi ve o sırada olan hâdiseler tesirli değildi.
İşte Freud, bu sapmaların şuur dışına
itildiğini ve bunların ancak psikanalizle şuur seviyesine çıkarılıp
boşaltılabileceğini iddia ediyordu. Tedavi de bu teoriye dayanmaktaydı.
Psikanalizin birdenbire parlamasının
sebebi açıktı. "Bunalım Çağı" olarak adlandırılan bu yüzyıl,
insanları giderek daha da büyüyen bir yalnızlığa itmişti. Sosyal hayatta değerini
kaybetmiş hıristiyanlık, boş olduğu anlaşılan politik akımlar ve felsefe,
insana bir emniyet hissi vermekten uzak bulunuyordu.
Psikanaliz, bu ihtiyaçları tatmin
edeceğini iddia ediyordu. Belirti düzelmese de tenkid etmeden sabırla ve az çok
yakınlıkla dinleyen birisi ile konuşabilmek de, zaten hastaya büyük rahatlık
veriyordu. Ayrıca psikanalize devam etmek, moda hâlini almıştı.
Psikanaliz bir bakıma hıristiyanlık,
politika ve felsefeden boşalan yeri doldurabilecek bir alternatifti. Freud'un,
hayatın bütün sırlarını ilmî olarak ortaya çıkardığı ileri sürülüyordu. Hayatın
mânâsı artık anlaşılmıştı. (!) Psikanalize devam edenler, çocukluk
saplantılarını (!) hatırlayıncaya kadar hekimle konuşmakla herşeyin
halledileceğine, ondan sonra mutluluğun kendiliğinden geleceğine inanmışlardı.
Öyle ki, herkes veya hiç olmazsa bütün liderler psikanalizden geçirilse, dünyada
halledilmesi gereken hiçbir ciddi mesele kalmayacağı, her yerin güllük
gülistanlık olacağı inancı yaygınlaşmıştı.
Bu yayılmaya karşılık psikanaliz,
tedavide hiç başarılı olamadı ve iddialarının da hiçbiri gerçekleşmedi.
Psikanalize tâbi tutulan nevrotik
hasta grubu ile, psikanalize uygun görülüp de çeşitle sebeplerle tatbik
edilemeyen hasta grubu karşılaştırıldığında, her iki grupta da iyileşme oranının
eşit olduğu, büyük bir hayretle tespit edildi. Bu kıyaslama, nevrotik
çöküntüden muzdarip olan askerlerde, hissî düzensizlikten rahatsız olan
çocuklarda ve suçlularda tekrarlandığında, netice her zaman aynı çıkıyordu.
Arada, istatistik önemi olan bir farklılık görülmüyordu.
Ayrıca, psikanalizde, "hastanın
iyileşmesi"nden de ne anlaşıldığı bilinmiyordu. Freud'a göre, hastanın
iyileştiğini söylemesi ve psikanalistin de buna inanması yetiyordu. Birçok hasta,
bıktırıcı psikanaliz seanslarından kurtulmak veya psikanaliste hoş görünmek
için durumlarında değişiklik olmadığı hâlde düzeldiklerini söylüyorlardı.
Çok istekli ve yatkın gibi görünen
bazı hastalar, psikoterapiye alışkanlık geliştiriyor ve bir çeşit psikanaliz
tiryakisi olabiliyorlardı. Nitekim, gelişmiş ülkelerde psikanaliz, çok kişi
için hayatın bir parçası olmuştu. Bu bakımdan bu tür gelişmenin kendisi, o
cemiyet için bir problem teşkil etmekteydi.
Bazı hastalar psikanalistin yorumunu
sindiremiyor ve tedaviyi reddediyorlardı. Bu da bir bakıma hastalıklarının
artması ve alevlenmesi mânâsını taşıyordu.
Sonra psikanaliz sayesinde "içini
dökmek" moda ve teşvik edilen bir tutum olmuştu. Hiçbir sansür, hiçbir
utanma duygusu, hiçbir kontrol olmadan konuşmak, bu engellerin faydasını gideriyor,
problemleri büyütüyordu.
Kısa bir zaman öncesine kadar, ABD ve
Avrupa ülkelerinde herkesin özel psikanalistinin bulunması, neredeyse normal
bir hale gelmişken, psikanaliz artık yerini, geliştirilen yeni tedavi
metodlarına terk etmiştir. Psikanalist olmaya istekli talebeler ve psikanaliz
yaptırmak isteyen hastalar, yok denecek kadar azalmıştır.
Freud'un en büyük iddiası olan
"ruhi bozuklukların psikanalizle tedavi edilebileceği" görüşü de
iflâs etmiştir.
1. Psikanalizin Bunalımı, Erich Fromm, Dost Kitabevi, 1982
2. The Effects of Psychotherapy, R.S. Rachman Pergamon Press, 1971
3. Müslüman Psikologların Çıkmazı. Malik Babikir Bedrî, İnsan
Yayınları, 1984
4. Psikanaliz ve Sonrası. Prof. Dr. Engin Geçtan. Hür Yayınları.
1981
5. Medikal Psikoloji, Prof. Dr. Rasim Adasal, Minnetoğlu Yayınları,
1977.
6. Ruhî Bunalımlar ve İslâm Ruhiyatı. Dr. Mehmed Tevfik, 1985.
7. Psikanaliz ve Psikoterapi. Prof. Dr. Orhan Öztürk. 1985
FREUD'A KARŞI ÇIKAN BİLİM
ADAMLARI KİMLER?
Görüşlerini yaydığı yıllarda Freud'un pekçok
talebesi oldu. Fakat bunlardan bir kısmı, onun ateist (din tanımaz) görüşleri
ve cinsiyeti ön plâna alması sebebiyle şiddetle saldırarak ondan ayrılmış,
diğer bir kısmı ise, "cinsi haz" prensibini reddederek yeni teoriler
kurmuşlardır. Freud'un görüşlerini devam ettirenler azınlıktadır.
Psikolojide ekol meydana getirmiş
talebelerinin teorileri incelendiğinde, çoğunun Freud'u reddettiği görülür.
Alfred Adler (1870-1937), psikanaliz teorisinin hepsini ve şuurdışı ile
ilgili görüşleri geçersiz saydı. "Aşağılık duygusu"nu esas alarak
"ferdi psikoloji"yi kurdu ve hastayı, çevresinin bir parçası olarak
gördü.
Adler'in teorisinde şahsiyet,
cinsiyetle değil; ferdin kendisine, diğer insanlara ve topluma karşı
geliştirdiği davranışların mahsulü olarak gelişir.
Freud'un insanı yıkıcı bir varlık
olarak tarif eden, içgüdülerin esiri olarak sayan görüşlerine ve
karamsarlığına karşılık, Adler, insanı çeşitli durumlara uyabilme kabiliyeti
olan, olağanüstü işleri başarabilen, insanların yücelmesi için yapıcı gayretler
gösteren, iyi veya kötü olmayı kendi iradesiyle seçen ve çevreye istediği
şekli verebilen bir varlık olarak tarif etmiştir.
Freud gelişme teorisini, çocukları
müşahede etmeden, yetişkinlerin serbest konuşmalarından edindiği bilgilerle ortaya
atmıştır. Oysaki Adler; çocukları ailede, okulda ve diğer eğitim merkezlerinde
doğrudan incelemiştir.
Carl Gustav Jung (1871-1961) hayat enerjisini cinsi hazza inhisar
ettirmeye karşı çıktı ve psikolojiye "ortak alt şuur" kavramını
getirerek, "Analitik psikoloji" adlı teorisini kurdu. Jung'un
"kişilik teorisi", Freud'çu psikanalizden daha az kötümser ve daha
fazla mistik ve dinî temayüllüdür. İnsanın cinsiyet ve saldırganlık rollerine
çok daha az önem verir.
Otto Rank (1884-1939), "İnsanın doğarken dölyatağından
ayrılması" nı ruhî çatışmaların çekirdeği olarak kabul etti. Ona göre
insan, anne karnında pek mutludur ve hayatı boyunca da bu anlara hasretlik
duyar.
Harry Stack Sullivan (1892-1949) göre nörozlar, güvensizlik hisleri ve
şahıslararası münasebetlerde saygı kazanamamaktan ileri gelir. Erginlik öncesi
çağda cinsiyetin önemli bir rolü yoktur.
Karen Horney (1885-1952) ise; şahsiyetin, davranışların ve davranış
bozukluklarının teşekkülünde çevreye ve kültüre öncelik verdi. Çocuğun doğduğu
andan itibaren yabancı, düşman bir dünya karşısında yalnız, yardımcısız,
çaresiz olduğunu, bu durumdan ruhî çatışma duyduğunu ileri sürdü. "Temel
anksiete" adını verdiği bu çatışmayı, nörotik belirtilerin kaynağı olarak
gördü. Libido teorisini şiddetle reddetti.
Freud, yetişkinlere ait davranışları,
"çocukluk döneminde geliştirilen tepkilerin tekrarlanarak yaşanması ve
onların değişik şekildeki ifadeleri" olarak açıklıyordu. Horney ise, yaşanan
zaman içinde davranışların ortaya çıkış şeklinin mânâ ve önem taşıdığı görüşünü
savundu.
Erich Fromm (1900-1980) kişilik gelişmesinde davranışa ve davranış
bozukluklarında kültüre büyük önem verdi. Fromm'a göre; sevgi ve kin, güçlü
olma tutkusu ve boyun eğme isteği gibi insanlardaki karakter farklılıklarına
sebep olan faktörlerin hepsi, sosyal münasebetlerin neticeleriydi. Freud ise,
bunları, çocukluktaki cinsî saplantılarla açıklıyordu.
Gordon Allport, Abraham Maslow, Cari
Rogers gibi psikologların kurduğu "hümanistik (insanî) psikoloji",
beden ve ruh olarak ele aldığı insanı, dinî görüşe yakın mânâda değerlendiriyordu.
Hümanistik model, müsbet bir insan tabiatı kavramına sahipti. İnsan tabiatı
esasta iyiliğe yönelikti. İnsan, "Freud'un iddia ettiği gibi içgüdülerinin
yönettiği bir robot olmayıp, alınyazısını çizmekte, tercih hürriyetine sahip
aktif bir iştirakçi ve kendi kendisinin arkadaşıdır."
Martin Heidegger, Jean Paul Sartre,
Edmund Husserl gibi öncüler
ise, "eksistansiyel (varoluşçu) psikoloji" yi savundular. Bu
psikoloji, insanın kendisini, yaşamakta olduğu zaman içinde var edebileceği ve
değiştirebileceği prensibinden kaynaklandı. Bu ekole göre; insan hayatı,
geçmişi ve içgüdüleri ile sınırlanamaz.
Wilhelm Reich (1897-1957) Freud'un hayatta iken reddettiği ve
çatıştığı talebelerindendi. Marksistir. Freud'un cinsî haz prensibini,
diğerlerin aksine aşırıya kaçan görüşlerle savunmuştur. Öyle ki, Freud'u,
teoriyi sulandırmak ve bozmakla itham etmiştir.
Reich'e göre, bütün ruh
hastalıklarının sebebi cinsî bozukluklardır ve düzelmeleri, bu bozuklukların
iyileşmesine bağlıdır. Bu yüzden, cinsiyet üzerindeki bütün kısıtlamalar kalkmalı
ve cinsî münasebetler, serbest bırakılarak açıkta dahi yapılabilmelidir.
Reich, hekimliği sırasında, birtakım
ahlâk ve tıpdışı uygulamaları sebebiyle şarlatanlık ve sahtekârlıktan
tutuklundı. Mahkemede "libido" adlı hayat enerjisini bulduğunu iddia
etti. Mikroskopta gösterebileceğini söyledi. Kimse birşey göremeyince ruh
hekimlerinden teşekkül eden bilirkişi heyetine muayene ettirildi. Akıl hastası
olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine yatırıldığı akıl hastanesinde ölünceye kadar
kaldı.
Kısacası, talebeleri arasında Reich
dışında cinsî hazza Freud'un yüklediği fonksiyonu veren yoktur. Herbiri kendine
göre bir teori geliştirmiş, sayıları kadar görüş ortaya çıkmıştır. Hepsi de
birbirlerini reddetmişlerdir.
Cenab Şehabettin'in bir sözünü
hatırlayarak yazımızı bitiriyoruz. "Körler elele de tutuşsalar, sonu ya
bir uçurum, ya da bir çukurdur."
DÜNYÂYI ALDATAN İLÎM
ADAMLARI KİMLER?
Beş Sahtekâr
Bu yazımızda yaşadıkları 19. asırda
fikirleri büyük revaç görmüş ve hakikati buldukları zannedilerek din gibi
benimsenmiş; fakat aradan geçen kısa süreler bile onları yalanlamaya yettiği
için terk edilmiş bazı şahısları ele alacağız.
Dünyayı aldatanlar listesinde yer
almaya layık gördüğümüz bu isimlerin birçok ortak özellikleri mevcut:
Çoğu sıkı Hıristiyanlık eğitimi
görmüş, fakat bu bozulmuş din onları tatmin etmediği için ateizmi seçmişler.
İslâmiyeti bilmemekteydiler ve Hıristiyanlığa karşı çıkmalarına karşılık,
İslâmiyet aleyhine tek bir ciddî tenkid dahi getirmemişler. Ancak ya
tımarhaneye kapatılacak kadar ruhî dengeleri bozuk veya en azından garip bir
şahsiyet yapısına sahipler.
Bu şahıslar; demografinin kurucusu
Malthus, septisizmi başlatan Schopenhauer, diyalektizmi kuran Hegel, fenomenizmin
babası Mill, evolüsyonizmin fikir sahibi Spencer ve ileride ele alacağımız
pozivitizmin sahte peygamberi Comte ile nihilizm cereyanının sahte ermişi
Nietzche'dir.
İngiliz Ekonomicisi... Anglikan
papazıydı. 18. asır sonlarının çok gözde bir eğlencesi, mükemmel toplumlar
hayal etmekti. Amerika'da ve Fransa'daki ihtilâl hareketleriyle doğan
idealizm, bazı hayalci düşünürlere, insanın mükemmelliğe erişmesinin pek yakın
olduğu ve dünyada bir cennet kurmanın kısa zamanda mümkün olacağı fikrini ilham
etmişti.
Bu hayalci düşünürlerin içinde iki
tanesi, İngiltere'de Godwîn ve Fransa'da Condorcet, en fazla kalabalık
toplayanlardı. Bunlara göre, insanlar yakında uykuya ve cinsiyete ihtiyaç
duymayacak; ölüme çare bulunacak; savaş, suç, hastalık, bıkkınlık, kıtlık
vs... dünyadan kalkacaktı.
Malthus'ün babası da bu fikirleri
savunuyordu ve çocuğu île sık sık tartışıyordu. Malthus, bu tartışmaları
renklendirmek için çeşitli fikirler ileri sürüyordu. Daha sonra bunları, babasının
teşviki ile yayınlayacak ve ünlü "nüfus teorisi" ortaya çıkacaktı.
Malthus, o zamanın hayalci görüşlerini
çürütmek için birtakım aşırı fikirler ileri sürüyordu. Bu teori, o zamanki
İngiliz zenginlerinin menfaatlerine pek uygun düştüğünden büyük yankı uyandırdı
ve bu buluşundan dolayı 1805 yılında Halleyburg Üniversitesinin profesörlüğüne
getirildi.
Bu teoriye göre, insanların aç ve
fakir oluşlarının sebebi, nüfusun çokluğuydu. Büyük çoğunluk ölürse, açlık ve
fakirlik ortadan kalkacaktı. Malthus'ün "nüfus kanunu" adını verdiği
bu insanlık ve ilim dışı iddiaya göre, insanlar geometrik bir oranla
(1.2.4.8.16 gibi) üremekte, buna karşılık ziraî üretim aritmetik bir oranda
(1.2.3.4.5 olarak) artmaktaydı. Açlık ve fakirliğin sebebi buydu. Meselenin
halli mi? Bunun için, insanlar eşit olmamalı, fakirlere yardım edilmemeli,
ölümü önleyici tedbirler alınmamalıydı. Sonra fakirler niçin evleniyordu. Cinsî
perhiz onlar için en uygun yoldu.
Görüldüğü gibi Papaz Malthus,
geometrik ve aritmetik oran gibi tamamen hayâl mahsûlü sözlere dayanarak
kâinatta olup bitenlerin hepsini açıklayabilecek bir anahtar (!) keşfetmiş, fakirliğin
ilmî sebeplerini izah edecek, sözde mantıkî cevap bulmuştu. Halbuki bugün,
gıda üretiminin nüfusa oranla çok daha büyük bir hızla arttığını herkes
bilmektedir. Ekonomik buhranlar, üretim azlığından değil, tam aksine çokluğundan
doğmaktadır.
Malthus, nüfus artışına örnek olarak
Amerika'yı göstermiştir. Fakat bu artışın, doğumdan ziyade göçlerden meydana
geldiğini görmek istememiştir.
Tarihin tetkiki de Malthus'ü
yalanlamıştır. Sözgelimi (M.S.) 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun bazı
eyâletlerinde nüfus azalmıştı. Rostoutzeffe göre: "Nüfus azalınca,
imparatorluğun umumî mahsûlü gittikçe düzenini kaybetti. Böylece kıtlık baş
gösterdi, endüstri yıkılmaya başladı. Giderek hızlanan bu yıkılmayı artık
hiçbir şey durduramadı."
Bugünkü Fransa'yı da örnek olarak
gösterebiliriz. Biliyoruz ki 19. asırdan beri Fransa'nın nüfusu, diğer
milletlere göre pek az artmıştır. Fransız uzmanlara göre nüfusun bu derece az
çoğalması şu neticeleri doğurmuştur. "Millî zenginliğin artışı, nüfusu
hızla çoğalan ülkelere göre daha az bir nisbette olmuştur. Ücretler de daha az
bir artma göstermiştir, kısacası Fransa'da nüfusun artmaması, ekonomik
gelişmeye engel olmuştur."
1800 yıllarında, yani Malthus'ün bu
konuları yazdığı sırada, dünya nüfusu 2 milyar olarak tahmin ediliyor. Aradan
geçen 190 senede bu sayı 5 milyara yükselmiştir. Buna karşılık sanayi inkılabı
sayesinde mamul madde üretiminde muazzam bir artış olmuş, bu maddeler
sanayileşmiş ülkelerden gelen gıda maddeleri ve hammadde ile mübadele
edilmiştir. Hareketliliği artırmak üzere her çeşit taşıma araçları
geliştirilmiştir. Fazla nüfus, göç yoluyla yeni gelişen ülkelere aktarılmıştır.
Şu halde Malthus'ün dehşet verici tahminleri ya gecikmiş veya belirsiz bir
zamana kalmıştır.
Gıda üretimi ise, Malthus'ün devrinden
bu yana, teorisinin aksine muazzam miktarda artmıştır. Bu sahada otorite
olanların bildirdiklerine göre; daha verimli metodlarla, boş arazinin
sulanması ve işlenmesiyle, hayvanî gıdalar yerine nebatî gıdaların geçmesiyle,
haşaratla daha iyi mücadele etmekle ve tekniğin ziraatte kullanılmasıyla, bu
miktarın önemli ölçülerde arttırılması da mümkündür. ABD ve Kanada'daki ihtiyaç
fazlası olan tahıl üretimi bile, Malthus'ün teorisini iflâs ettirmeye kâfidir.
Yaşadığı yıllarda teorisi büyük kabul
gören ve profesörlüğe getirilen Malthus'un kehanetlerinin hiçbiri
gerçekleşmedi. Böylelikle her bakımdan temelsiz ve saçma olan ünlü nüfus
teorisi de, tarih müzesinde yerini aldı.
Alman filozofu... Schopenhauer'in
büyük babası, Danzig'in zenginlerindendi; fakat iflâs etmişti. Büyükannesi ise
delirmişti. Onların dört oğlundan birincisi aptaldı, ikincisi de aklını kaçırmıştı.
Heinrich adındaki dördüncü oğul ise, Schopenhauer'ün babasıydı ve oldukça başarılı
bir işadamıydı. Fakat bir gün kendisini mağazasının arkasındaki kanalda ölü
buldular; bu suretle onun da intihar etmiş olduğu anlaşıldı.
Schopenhauer'ün annesine gelince,
Johanna Trosiener adını taşıyan bu dul kadın, Almanya'da romanlarıyla kendini
tanıtmış, dünya nimetlerine düşkün bir yazardı; bencil, oynak, analık şefkatinden
mahrum bir yaratıktı. Goethe, bu kadına oğlunun ilerde ünlü bir adam olacağını
söylemişti; fakat o, "Bir aileden iki dâhi çıkmaz!" diyerek hem buna
inanmadı, hem de kendinin de bir dâhi olduğunu anlatmak istedi. Hattâ bir gün
oğlunu merdivenlerden aşağı itti ve sakatlanmasına sebep oldu. Schopenhauer,
kendini rakip gören annesinin yanından ayrıldı ve 24 yıl boyunca onu görmedi.
1818'de "İrade ve Tasavvur Olarak
Dünya" adındaki büyük eserini yayınladı ve bu eseri bitirdikten sonra,
İtalya'ya seyahat etti. Venedik'te kaldı; burada modern hayata daldı. Metresiyle
gezerken, kendisi gibi kötümser olan İngiliz şairi Byron'la tanıştı ve onunla
sefaheî âlemlerine daldı. Fakat bir süre sonra Berlin'e geldi ve buradaki
üniversitede doçent oldu. Hegel'le mücadeleye girişti. Verdiği dersleri,
Hegel'le aynı saatlere koydurdu. Amacı, Hegel'in talebelerini kendi
dershanesine çekmekti. Fakat umduğu olmadı; âdeta boş sıralar karşısında
kaldı. Öfkelendi ve kötümserliği daha da arttı.
1820-1839 yılları arasında meyus,
serseri ve kısır bir hayat geçirdi; sıhhatinden ve insanlardan şüphelenmeye
başladı. Berlin'e yayılmış olan koleradan çok korkuyordu. Her yerde gözüne
hırsızlar, dolandırıcılar görünüyor, gece yarıları parasını saklayacak yerler
arıyordu. Hattâ silahları ile yatıyor, hiçbir şeye güven duymuyor; günlük
masraflarını kimse anlamasın diye Yunanca ve Latince kaydediyor; cimrice ve
âdeta tımarhanelik bir akıl hastası gibi yaşıyordu. Pipolarını dolapta kitliyor
ve berberin usturasından korkarak kendi kendini traş etmek zorunda kalıyordu.
1831 yılında kolera yüzünden Hegel
gibi Berlin'den kaçtı, Frankfurt'a yerleşti. Burada bekâr olarak çekici ve
iddiacı bir dille ünlü filozofların, kadınların, dinin, aşkın, âdetlerin aleyhinde
şiddetli hücumlarla dolu yazılar yazdı. Daha sonra bir ailenin yanında iki
odalı bir pansiyona yerleşti. Burada tam 30 yıl köpeği ile beraber, insanlardan
uzak yaşadı. Büyüye ve spiritizme de inanıyor ve hayat tarzında Kant'ı taklid
ediyordu.
En büyük rakibi olarak gördüğü Hegel'e
ömrü boyunca sövüp saydı. Onu, şarlatan ve sefil bir yaratık diye nitelendiriyor;
teorisinin demagogların işine yarayan skolastik ve ukalaca bir şiirden başka
bir şey olmadığını iddia ediyordu.
1851'de "Meze ve Artıklar"
adlı eseri ve daha sonrakiler ile şöhrete kavuştu. Hep bu anı beklemişti. Yaşı
yetmişi bulmuştu; fakat yıllarca beklediği ve nihayet kazandığı şöhret, onu
bir çocuk gibi sevindirdi. Yemeklerden sonra flütünü çalmaya; dostlarına, kendi
hakkındaki en küçük haberleri bile göndermelerini rica etmeye başladı.
Schopenhauer, aşktan, aile ve hattâ
vatan sevgisinden mahrum bir insandı. Kibirli olduğu kadar da öfkeli ve
hesabını pek iyi bilen bir hasisti. "İhtiyaç içinde olan bir arkadaşı hakiki
dost saymam; o bir borç isteyendir sadece" diye düşünen ve "İnsanın
bilgisi arttıkça ıstırabının da artacağına" inanan bu kötümser insan, aynı
zamanda herşeyden şüphelenen bir paranoiddi. Bu durumdan ölünceye kadar
kurtulamamıştı. Aklına geleni çekinmeden söyler, özenle giyinir, birtakım
aşağılık cinsî münasebetlerden zevk alırdı. Son derece hırslı ve kavgacı bir
şahsiyete sahipti.
Ona göre, kâinatı idare eden şey, kör
ve akıldışı bir iradeydi. Tabiatta ve cemiyette hiçbir kanunilik yoktu, ilmi
bilme de imkânsızdı. Tarihte ilerleme yoktu, halk tiksinilecek bir yığındı.
Diyordu ki: Hayat demek, iş demektir. İş de mücadele etmektir. Mücadele ise
boştur. O halde hayat sefalettir... Aynı, kendi hayatı gibi.
Alman filozofu... Onun düşüncesinde,
idealizmle materyalizm birbirini yalanlayarak çelişip dururlar. Hegel'in şahsiyetinin
teşekkülünde birçok ikilikler vardır ve bunlar düşüncesine yansımıştır.
Stuttgart'ta bir mal memuru olan babası, onu Protestan papazı yapmak istemişti.
Hegel 18 yaşındayken ilahiyat fakültesine girmiş ve 5 yıl okumuştur. Bu
eğitimin şekillendirdiği mistik yapı, bir süre sonra zıttına dönüşmüş, başta
Hristiyanlık olmak üzere her türlü inancı inkâr eden bir tanrıtanımazlığa
varmıştır. Hegel daha sonra, maddeciliğin de yetersiz olduğunu görerek, yeniden
(ama daha yüksek seviyede) idealizme ulaşırken, gerçekte akıldışı olan herşeyi
çürütmek ve dünyadaki akıl denilen insanî melekeyi hâkim kılmak istemiştir.
Hegel'e göre fikirde üç hareket
vardır: Tez, antitez, sentez... Dünya fikir hayatında kurduğu diyalektiği,
komünistler aynen benimsemişlerdir. Ama onun maddeden ruha geçiş yolunu
tıkayarak ve böylece fikir namusuna kıyarak... Hegel materyalisttir, her şeyi
maddede bulur, ama maddeyi tahkik ede ede, bundan bir üst inanışa yol bırakır.
Arar, bulur ve tasdik eder. Bulamadığı zaman ise yolu oraya kıvırır ve orada
bırakır.
Hegel felsefesini Alman devleti himaye
etmiş ve bu felsefeyi aykırı düşünmeye engel olacak kadar resmî bir görüş
saydırmıştır. Zaten Hegel, daima kuvvet ve düzenin dostu olmuş, gerçekçi ve dış
hayattan çekingen, oldukça soğuk ve sert biri olarak, içten kuvvetli bir hayal
gücüyle düşünmüştür.
Zamanında ve ölümünden bir süre sonra
Almanya'nın resmî ideolojisi halindeydi. Öyle ki, üniversite hocalarının çoğu
onun görüşlerini savunuyordu. Fakat daha sonra dünyayı aldatan diğer kişilerin
akıbetine uğradı ve "Hegel felsefesi" yıkıldı. Bunda, kendi
felsefesinde bıraktığı açık noktalar yanında; müşahede ve tecrübeye dayalı
ilimlerin Hegel ekolüne karşı koyuşunu ve tabiat ilimlerinin gelişmesini, bir
de tarih araştırmalarının neticelerini gösterebiliriz.
İngiliz filozofudur. Tarihçi, iktisatçı
ve psikolog olan James Mill'in oğludur. Babası, kendisine fikir arkadaşı yapmak
ve doktrinlerini onun şahsında sürdürmek amacıyla daha pek küçük yaşta
düşünmeye ve öğrenmeye alıştırmıştı. Çocuğun hislerini körletip sadece zihnini
geliştirme gayesi güden bu eğitim tarzı, onu düşünen bir robot haline
getirmişti. Mill, daha 3 yaşındayken birçok Yunanca kelime ve matematik
öğrenmiş ve 7 yaşına kadar hemen hemen bütün eski Roma ve Yunan sanat
eserlerini okumuştu.
Mill'in sıhhat durumu pek bozuktu. A.
Comte'a yazdığı mektuplarda, daima yorgunluğundan söz ederdi. Bir ara ağır bir
buhran geçirdi.
Mill, hiçbir okul ve üniversiteye
gitmeden yalnız babasının öncülüğü sayesinde yetişmişti. Çocukluğunda hiçbir
dini eğitim almadığını söylüyordu. Aşırı çalışmakla geçen kuru ve hisden uzak
hayatı yüzünden, 20 yaşında bir zihin yorgunluğuna tutuldu.
Mill'e göre, insan, ancak vak'aları
idrak edebilir, onun ötesine geçemez ve kendiliğinden bir şeyi bilemezdi.
İdrakin dışında hiçbir objektif hakikatin olmadığını iddia ederdi.
Yani maddî dünyanın şuurumuzun bir
faraziyesi olduğunu, objektif hakikatin biz onu idrak ettiğimiz için mevcut
bulunduğunu söylerdi.
Mili, hürriyetin sadece yetenekleri
gelişmiş insanlar için olduğunu, halk yığınlarının buna layık olmadığını belirtiyordu.
Ona göre en üstün iyi, faydadır. İyiyi kötüden ayıracak ölçü, fayda ölçüsüdür.
İngiliz filozofudur. Babası, imansız
ve dinsiz denilecek kadar inançsız bir insandı. Oğluna da dinsizliği aşılamaya
gayret etti.
Spencer, Darwinciliğin tesirinde
kaldı. Sosyal Darwinizme geçişi temsil eder. O, toplumların sunî kurulmuş,
birlikler olmayıp, kendiliklerinden var olduklarını savunur.
Spencer'in felsefe tarihinde
evrimcilik (evolüsyonizm) adını alan bütün bu görüşleri, son çağda pek çok
hücuma uğramış ve birçok tartışmalara yol açmıştır. Eserleri, Avrupa dillerinin
hemen hepsine çevrilmiş ve birçok defa da basılmış olan Spencer, ihtiyarlık
yıllarında şöhret peşinde koşmaktansa, hayatın kolay elde edilir nimetlerinden
faydalanmaya çalışmadığı için üzüntü duymuş ve emeklerinin boşa gittiğini
düşünmüştü.
Necip Fazıl'a göre; Spencer'in
evrimciliği; ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını
vermekten müstağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usulüne
dayanır ve artık hiçbir şeyi halledemez durumda çırpınan metafizik arayış
cehdinin toprağa inmesi ve tatbikî bir dehaya kavuşması şeklinde tecelli eder.
1. Filozoflar Ansiklopedisi. Cemil Sena (4 cilt)
2. Felsefe Ansiklopedisi. Düşünürler Bölümü. Orhan Hançerlioğlu (2
cilt)
3. Çağdaş Felsefe. Prof. Bedia Akarsu.
4. Sosyoloji Tarihi. Prof. N.Ş. Kösemihal.
5. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.
6. Dünyayı Değiştiren Kitaplar. Robert B. Downs.
7. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu. Necip Fazıl Kısakürek.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder