Print Friendly and PDF

FRIDA KAHLO’DA KADIN VE RESMİ

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Didar ÇOKATAK
“Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele her zaman yepyenidir.” Tolstoy’un bu tespiti kadın her an canlı kalan, kendine özgü bir coğrafyasının olduğunu özetler. Kadının en temel özelliği üretken oluşudur.
Aztek mitolojisinden günümüze ulaşan Llorona isimli Meksika söylencesi bir çılgınlık anında çocuklarını öldüren, hatasını fark edip intihar eden ancak ruhu sonsuza kadar ağlayarak çocuklarını aramaya mahkum edilen acılar içindeki hayalet kadını anlatır.
Söylence Meksika halk şarkılarına da konu olmuş ve özellikle Chavela Vargas’ın sesinden İspanyolca ağlayan anlamına gelen “La Lloroma” adıyla tanınmıştır. Benzer bir söylence Yunan mitolojisinde de vardır. Euripides’in Bakhalar adlı trajesinde Kadmos ve Harmonia’nın dört kızından biri olan Agave, Thebai kralı olan oğlu Pentheus’u öldürür. Dionysos’un annesi Semele ile Zeus’un aşkı hakkında dedikodu yaptığı ve bu dedikodu Hera’nın kulağına gittiği için Dionysos tarafından çılgına çevrilen Agave içtiği ilacın etkisiyle oğlunu vahşi hayvan sanarak öldürdüğünü anlar ve kalan ömrünü acılar içinde ağlayarak geçirir. Acılı anne Ageve’nin adı günümüzde Meksika ile özdeşleşmiş Tequila adlı içkinin üretildiği yabani bir kaktüs türünde yaşamaktadır. Agave adlı bu bitki sabırla büyür ve ömrünün son yıllarında boy atar. Çiçek açtıktan kısa bir sonra da ölür.
İşte MeksikalI ressam Frida Kahlo’nun hayatı da Aztek mitolojisindeki Llorona, Yunan mitolojisindeki Agave veya sabır otu gibi çile çekerek, ağlayarak sabırla yaşanmaya adanmış bitkiyle benzeşmektedir. Çocuklukta başlayan hayata tutunma mücadelesi ömrü boyunca sürmüştür. Hayatını resimlerine taşımıştır. Bu resimler Frida Kahlo’nun gerçeği olmuştur. Onun resimlerinde hayale değil, gerçeklere yer vardır.
Bu çalışmanın amacı, Frida Kahlo’nun resimlerinde kadın olgusunun önemi ve tespitidir. Diego Rivera’nın dediği gibi Frida Kahlo, Sanat Tarihi’nde kendi duygularını biyolojik gerçeklerle göstermek için göğüs kafesini ve kalbini yırtan tek sanatçıdır. Resim geleneğinde sürekli kendini yeniler ve hayatını tuvallerine işlemiştir. Portre onun resimlerinde önemlidir.
Meksika devriminin çocuğu olan Kahlo, yaşamı boyunca bedeninde ve ruhunda dolaşan acılarla yoğrulmuş isyan ateşini yani kendi gerçeğini resimlerine yansıtmıştır. Resimlerinde dik duran başına rağmen yoğun olarak hissedilen acının nedeni çocukluk yaşlarına dayanır. 6 yaşında çocuk felci geçirmesiyle başlar onun hikayesi. 18 yaşında hayatının dönüm noktası olan tramvay kazasını yaşar. Uzun süren iyileşme döneminde yatağa mahkum kalır ve resmin onda doğuşu bu kötü günlerde başlar.
Sanat anlayışı sürrealist olarak tanımlanmak istense de Kahlo bunu hiçbir zaman kabul etmemiştir. Gerçeklik onun üç cümlesinde gizlidir. Ben hayatımda üç şeyden vazgeçmem. Birincisi aşkım Diego, İkincisi sanatım, üçüncüsü ise Komünist Parti. ” Frida Kahlo, Sanat Tarihi’nde içtenlik, samimiyet ve sakinlik içinde kadını ilgilendiren olguları dile getirmiştir. Yaşam ve ölüm, bedenin bütünlüğü, geleneksel olanla modernlik, gerçek ve beklentiler gibi olguları anlattı resimlerinde. Kendi gerçekliği ile birlikte Meksika gerçekliğini çizdi. Meksika geleneğine son derece bağlıdır. Aynı zamanda Kahlo, politik kimliği ile tam bir devrimci, mücadelecidir. Bu yönünü de yansıtan resimler yapmıştır.
Dört bölüm halinde oluşan çalışmada ilk olarak Meksika Devrimi’nin ne şekilde yankı bulduğuna değinilmiştir. Devrim, Meksikalı ressamların sanat anlayışında önemli bir olgudur. Frida Kahlo, doğumunu devrimle başlatmıştır.
Meksika devrimiyle gelişen Meksika sanatı ve sanatçılarına değindiğimiz ikinci konu Modern Meksika Resim Sanatıdır. Meksika’da halka önderlik etmiş ressamlann çalışmalarında görülen temalara yer verilmiştir. MeksikalI sanatçılar her şeyden önce halkını düşünen, tarihine önem veren bir sanat anlayışını benimsemişlerdir. Eserlerini halkına adayan bu ressamlar devrimden beslenerek eserlerini oluşturmuşlardır. Meksika resim sanatında duvar resimleri ayrı bir önem taşır. Duvar resimleriyle birlikte sanatçı ve halk iç içe olmuştur.
Devrimler; teorinin pratiğe, düşüncenin eyleme, tasarımın gerçekliğe dönüştüğü özgün tarihsel dönemlerdir. Devrimler aynı zamanda halk kitlelerinin ayağa kalktığı, eylemleri ve yaratıcılıklarıyla tarihin oluşumuna ve hızlandırılmasına fiilen katılımlarıyla karakterize edilirler. Devrim için mücadele süreci ve devrim yılları halk kitlelerinin bağrından büyük devrimci önderler çıkarır. Bu devrimciler, eylemleriyle tarihin sayfalarında ve halkların bilincinde onurlu yerlerini alırlar.
20.yüzyıl bir dizi toplumsal ve ulusal kurtuluş devrimine tanık olmuş bir devrimler çağıdır. Bu yüzyılın ilk devrimi Meksika Devrimi’dir. Devrimin lideri Emilliano Zapata ise, bu çağın en tanınmış ve efsaneleşmiş devrimcilerinden biridir. İçlerinden biri olduğu ve ölünceye kadar silah elde birlikte mücadele sürdürdüğü yoksul Meksika köylülerinin toprak ve özgürlük talepleri için bayrak açmıştır.
Devrimin odak noktası toprak reformu dileğiydi ve Zapatacılar, yani Güneyliler, devrimin toprak reformcularıydılar. Zapata, toprakların bölüşülmesini isteyen Ayala Planı’m 1911’de yayınladı. Ondan sonra gerek kendisi, gerekse onun izinden gidenler, Alvaro Obregon rejimi 1920’de gerçek bir toprak reformu vaat ederek Zapatacılarla banşıncaya kadar planlarının gerçekleşmesi uğrunda mücadele etmişlerdir.[1] [2]
İdeolojik öncülerden yoksun oluşu, evrensel ya da uluslar arası etki ve ilişkilerin son derece sınırlı bir düzeyde kalışı, Meksika Devrimi’nin temel özellikleri ve devrim sonrası pek çok çatışmanın önceden atılmış tohumlan olarak görülebilir. Devrime neden olan toplumsal gelişmeler ise yabancı sermaye yerli emeği kullandığı için, ticaret ve endüstrinin gelişmesine koşut olarak orta sınıf büyümüş, değişim isteyen tedirgin bir kuşak yetişmiş, kuşaklararası kavga, genel toplumsal doyumsuzluğun ayrılmaz bir parçası olmuştur. Henüz emekleme aşamasındaki işçi sınıfı da tedirgindi. Liberal eğilimli parlemento, güçlüye karşı emekçiyi koruyan hiçbir önlem getirmemişti. Patronlar, ağalar ve endüstri babalan karşısındaki köylüler ve işçiler yardımsız bırakılmıştı. Yeterli bir çatışma deneyiminden yoksun oluşu yüzünden işçi sınıfının işi zordu. Girişilen birkaç grev denemesi acımasızca bastırıdı. Meksika işçi sınıfı devrimci hareketi oluşturan karşı güçlerden birine katılmayı tercih etti. O gün bugündür, işçi sınıfı devrimci hükümetlere dayanmak gereğini duydu Meksika’da. Bu durum Çağdaş Meksika’yı anlamak açısından önemli bir ipucudur.
Zapata’nın Ayala Planı, serbest seçimleri ve Madero’nun çekilmesini öngörüyor, aynca yoksul köylülere toprak verilmesini öngörüyordu. Ülke bundan böyle çalışan insanlar tarafından kardeşçe ve demokratik bir şekilde yönetilecekti. Ancak bu idealleri hayata geçirecek zaman ve imkan mevcut değildi. Sonraki yıllar huzursuzlukla geçti. Meksika Devrimi’nin bu bölümü kan ve gözyaşıyla belirlendi. Zapata diğer köylü lideri Pancho
Villa’yla birleşti, ancak Villa, Zapata gibi bir devrimci değildi. “Güneyin Kurtuluş Ordusu” giderek daha fazla savunmaya geçmek zorunda kalıyordu; fakat Zapata takipçilerini atlatmayı her defasında başarıyordu. “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir!” parolasını benimsemişti.
Düzenli ordu, Zapata’dan kurtulmak için bir tuzak hazırladılar. Bir subay, Zapata’nın ordusuna katılmak istermiş gibi davrandı. Hatta gerçekçi olmak için adamlarından 57’sini öldürttü. Zapata’yla bir buluşma planlandı. Ancak general buraya geldiğinde çok sayıda mermi vücudunu delik deşik etti. Katilleri cesedini Cuautla şehrine getirerek halka teşhir ettiler. Ancak bu cesedin Zapata’ya ait olmadığına inananlar da vardır.[3]
Zapata büyük ve gerçek bir devrimciydi. Yolundan hiçbir zaman vazgeçmedi. O, MeksikalI ve Latin Amerikalı yoksul köylülerin direnişçi ruhlarında yaşamaya devam ediyor.
İnsan toplum içinde yaşar ve toplumdan soyutlanmış bir insan düşünmek olanaksızdır. İnsan, insancıl ilişkileri sürdürdüğü ve bir şeyler yaratabilmek için toplum ile bağlarını koparmadığı sürece vardır. Bir toplum içinde yaşayan sanatçı, insanlar ile iletişim kurduğu ölçüde başarılı yapıtlar verir.
Sanatın toplumsal devinimlerden yoğun bir biçimde etkilendiğinin örneğini 20. Yüzyıl devrimleri arasında Meksika Devrimi, devrim mücadelesini dile getirecek duruma ulaşmış bir resim okulunu doğuran tek devrim olmuştur. Meksika sanatı devrimi yüceltmiş, önderlerini onurlandırmıştır.
Mexcio City, hem devrimin hem de Avrupa’da Faşizim’den kaçan binlerce sürgünün akın etmesiyle kozmopol bir derinlik kazanmıştı. Artık Meksika kültür Rönesansı kıvılcımlanıyordu. Diego Rivera, Frida Kahlo, Orozco, Siqueiros, Tina Modotti gibi sanatçıların eserlerini verdikleri, ünlü olduklan bir dönemdi bu. Yazarlar, sanatçılar, siyasetle uğraşan kişiler geceleri Meksika bolerosunun büyük yıldızlarının büyümekte olduğu bir kabare sahnesinde birbirine karışıyorlardı.[4]
Meksika devrimi sanatı için MeksikalI ressam Siqueiros şöyle demiştir: Modern Meksika resim sanatı, Meksika devriminin anlatımıdır. Bu resmin, sadece İspanyol öncesi dönemin ve sömürge döneminin önemli kültürel sonucu olduğunu düşünmek asla doğru değildir. Çünkü aynı kültür temeli Guatemala, Honduras, Ekvator, Peru ve Bolivya’da da az çok vardır. Devrim olmasaydı Meksika resim sanatı olmayacaktı.
Halka dönük sanat yaklaşımı daha birçok ülkede görüldüyse de Meksikalı sanatçılar, devrimcilerle birlikte hareket etmişlerdir. Ülkelerini ve halklarını tanımış ve yaşadıkları her şeyi sanat yoluyla anlatmaya çalışmışlardır. Bu gelişime bakarak Meksika Resim Sanatı’nın birdenbire ortaya çıkmadığını, toplumsal bir anlamla dolu olarak oluştuğunu görüyoruz. 1921’de imzaladıkları bir bildiri ile sanatçılar:
“Yapıtlarımızı müzelere kapatmak istemiyoruz. Çünkü oralara ancak zamanı olanlar gidebilir; çalışan kişilerse gidip göremezler. Halk müzeleri, sergileri görmeye gidemezse o zaman biz sokaklara, işçilerin toplandıkları yerlere sergi açarız. Sokakları ve toplantı yerlerini müzeye çeviririz. Caddelerin, kamu yapılarının, sendika binalarının, çalışanların toplandığı her yerin duvarlarını boyarız. ” düşüncesinden hareketle duvar resimlerini yaşanan alanlarda oluşturmuşlardır.
Modern Meksika resim sanatı demek, “Duvar Resmi” demektir. 1920’lerde Meksika’da uygulanmaya başlayan ve hükümet programının bir parçası haline gelen okuryazar olmayan halkı eğitmek amacıyla geliştirilmiş “Duvar Resimleri Projesi” devletin sanatı ne denli denetim altına alabileceğinin en iyi örnekleridir. Halkın yüzde seksen beşinin okuma yazma bilmediği Meksika’da eğitim bakanının amaçlarını gerçekleştirebilmesi için kitaplar ve söylevler çok yetersiz kaldığından Jose Vasconcelos, duvar resimlerinin programlanan ilkeleri halka ulaştırmada çok iyi birer iletişim aracı olacağını anlamıştır. Kültürel programları halka ulaştırmak için “Duvar Resmi Programı” ile başlatarak yurt dışında bulunan tüm Meksikalı sanatçılara çağrıda bulunmuştur. Sonuçta geniş kitlelere en etkili şekilde ulaşmak isteyen tüm hükümetler sanatın gücünü fark edip bunu kullanmaktan çekinmemişlerdir.
Meksika sanatının 1920’lerden başlayarak kazandığı özellik toplum ile sanatın sentezidir. MeksikalI sanatçılar, devrimciler safında savaştılar. Ülkelerini ve halklarını tanıdılar. Sevdikleri halklarına gördüklerini sanat yoluyla anlatmak istediler. Bu durum Meksika resim sanatının oluşumunda devrimin etkisinin en açık delilidir.[5]
Meksika’nın devrimci sanatçıları olan Orozco, Rivera ve Siqueiros (Üç Büyükler) Meksika’nın duvar ressamlarıydı. Devrim onlar için esin kaynağı olmuştu. Halkına bağlı olan bu ressamların sanat görüşü resimlerini halka açık yerlere yaymaktı. Müzelere, sanat galerilerine kapalı kalmak istemediler. Ulusal kültür gelenekleri onlar için önemliydi.
Duvar resimlerinde konu olarak Meksika bayrağının renklerine, barışı anlatan politik simgelere, mitolojik kaynaklı alegorik figürlere, Meksika kahramanlarına yer verdiler. Modern Meksika resim sanatının oluşumunda büyük etki yaratan bu ressamlar kendilerinden sonra gelen sanatçılara köklü bir gelenek hazırlamışlardır.[6]
MeksikalI modern sanatçıların yapıtlarında genel eğilimler ve ortak noktalar gözlemlemek mümkündür. Bunların başında devrimle şekillenen siyasetin sanat alanındaki tematik belirleyiciliğidir. Birçok MeksikalI sanatçı ülkelerinin siyasi tarihine etkin özneler olarak katılmıştır. Güzel Sanatlar Sarayı’nı ve Ulusal Saray’ı süsleyen Diego Rivera’nın duvar resimlerinde, Frida Kahlo’nun resimlerinde ve tüm sonraki önemli ressamların, heykeltıraşı an n yapıtlarında bunu görmek mümkündür. Siyasi mücadeleler çağdaş Meksika sanatı içinde önemli bir tema olarak tekrar tekrar işlenmekte kalmamış aynı zamanda katıldıkları siyasi gruplar ve hareketler sanatçıların hayatlarının akışını da yönlendirmiştir. İkincisi bilinçaltısal yaşantıların sanatsal üretim sürecini çok derinden etkilemesidir. Bu konuya verilecek en güzel örnek yine Frida Kahlo’dur. Kahlo’nun yaşadığı hayat, bilinçaltındaki etkileriyle sanatına yansımıştır. Denilebilir ki modern dünyanın sanatında Freud’la beraber okunması gereken önemli sanatçılar arasında Frida Kahlo’da yer alır. Onun resim anlayışı bilinçli yaşantıların olduğu kadar bilinçaltı yolculuklarında seyir defteri gibidir. Üçüncü olarak modern Meksika sanatında birbiriyle baş başa giden iki önemli tarz Realizm ve Sürrealizm’dir. Her iki eğiliminde özgün örneklerini görmemiz mümkündür. Çoğu zaman bu yönelim arasında gizli bir köprü vardır. Birçok MeksikalI sanatçı da yapıtını tam da bu köprünün üzerinde kurmuştur.
Meksika sanatı dendiğinde sadece ülkede doğup yetişmiş sanatçıları değil; esasen Avrupalı olup hayatlarının bir döneminde Meksika’ya gelmiş, yerleşmiş ve ülkenin modern sanatının gelişiminde önemli rol almış sanatçıları da dahil etmek gerekir. Bu anlamda Leonora Carrington veya Remedios Varo gibi isimler Avrupalı geçmişlerinden çok Meksika sanat dünyasına ait olmuşlardır.
İnadına devrim, inadına aşk, inadına sanat diyerek yaşamış, devrimci mücadelenin önemli temsilcilerinden biri de Meksika’da kadın ressam denildiğinde akla gelen ilk isim Frida Kahlo’dur. Devrim onun için bir tutkudur. Politik ve feminist kimliği hatta sanatsal yeteneği bir tarafa sadece yaşamak için ayakta kalma savaşı bile başlı başına anıtsal bir mücadele abidesi gibidir. Peter Wollen’in tanımladığı gibi “Fridamania” devrimci mücadelenin anıtsal bir abidesi olarak içi kolay kolay boşaltılamayacak bir Frida Kahlo kültü olarak yol almaya devam edecektir.
Sonuç olarak Meksika sanatı demek Meksika Devrimiyle kavrulmuş çağdaş sanat demektir. Bu çağdaş sanata toplumun kültürü ve sosyal yaşamı, siyasi eğilimler, en önemlisi Meksika Devrimi’nin etkisi ve izleri hakimdir. MeksikalI sanatçılar Sanat Tarihi’nde üretken ve yaratıcı pozisyonda yerini almıştır. [7] [8]
Magdalena Carmen Frida Kahlo y Calderon, Guillermo ve Matilde Kahlo’nun üçüncü kızları olarak 6 Temmuz 1907 yılında dünyaya geldi. İlk iki ismin Frida’ya verilmesinin nedeni, bu sayede bir Hıristiyan ismiyle vaftiz edilecek olmasıydı. Ailesinin kullandığı üçüncü isim, Almanca’da “barış” anlamına gelmektedir. Her ne kadar doğum belgesinde “Frida” yazıyorsa da, Frida adını Almanca’daki gibi “e” harfiyle kullanıyordu; ama 1930’ların sonlarına doğru Almanya’da Nazizimin yükselişi nedeniyle “e”’yi isminden çıkardı.[9]
Frida Kahlo devrimci bir ressamdı. Hayatı boyunca vaz geçemeyeci unsurlardan biri devrim olacaktı. Devrimcilik onun için güçlü bir tutkuydu ve var oluşunu onunla başlattı. 1907’de dünyaya gelmesine rağmen asıl doğum tarihim dediği 7 Temmuz 1910’da Meksika Devrimi tarihiyle değiştirmeyi isteyecek kadar büyüktü devrim tutkusu.
Doğum tarihi Frida’ya sorulduğunda Ben bir devrimle birlikte doğdum. Duyduk duymadık demeyin. Gün ışığını görünceye dek isyanın coşkusuyla dolup, böyle bir ateşin ortasında doğdum ben. Gün kavurucuydu ve o gün tüm yaşamım boyunca beni sarıp sarmaladı. Çocukken bir kıvılcım gibi çıtırdardım. Büyüyünce tepeden tırnağa alev kesildim. Ben bir devrimin kızıyım, buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar tanrısının. 1910 'da doğdum. Mevsim yazdı. Kısa zaman sonra el Gran I nsurrecto (büyük isyancı) Emiliano Zapata, Güney'i ayaklandıracaktı. Evet, ben bu şansa sahip oldum işte: Benim tarihim 1910 'dır. ” demişti.[10]
1872’de Baden Würtenberg’ deki Pforzheim’da, Alman bir kuyumcu ailesinin çocuğu olan babası, gençken Meksika’ya yerleşmişti. Memleketini, annesinin ölümünden ve babasının yeniden evlenmesinden beri kendini yabancı hissettiği aile ocağını, Nümberg’de gelecek vaat eden ancak; bir düşme ve o düşmenin sonucunda meydana çıkmış sara nöbetleriyle kesintiye uğrayan öğrenimini geride bırakmıştı. Wilhelm olan adını Guillermo olarak değiştirdi. Maria Cardena adında bir Meksikalı’yla evlendi. Genç kadın Guillermo’ya Maria Luisa adında bir kız evlat verdi. İkinci kızı Margarita’yı dünyaya getirirken öldü. Guillermo, Mexico’daki La Perla kuyumculukta çalışan bir meslektaşıyla ikinci evliliğini yaptı. Koyu Katolik bir annenin kızı olarak Oaxaca’da doğan bu meslektaşı Matilde Calderon y Gonzalez idi. Matilde’nin dedesi bir İspanyol generaliydi. Babası ise yerli kökenli, Morelia’h bir fotoğrafçıydı. Guillermo, kayınpederinin mesleğini devraldı. Bu evlilikten dört kızları oldu. Matilde, Adriana, Frida ve Cristina. Frida doğmadan önce, Wilhelm adı verilen ağabeyi bir yaşındayken ölmüştür.[11]
Frida Kahlo doğumundan kısa bir süre sonra annesi hastalandı ve bebek bir süre Meksika Kızılderilisi olan bir sütnine tarafından emzirildi. Bir arkadaşına, gurula “Ne zaman beni emzirecek olsa göğüsleri yıkanan bir nine tarafından besleniyordum. ” demişti. Yıllar sonra yerli bir kadının sütüyle büyümüş olduğu gerçeği onun için önem kazandığında, sütnineyi kendi Meksika kökenlerinin hayali şekli olarak, kendisini de onun göğsündeki bebek olarak resmetti. [12] (Resim 19)
Annesi Matilde Kahlo, kızlarına ev işlerini, Meksika gelenek ve göreneklerini öğretiyordu. Matilde Kahlo, dinine bağlı olarak yaşamıştı ve gücünü Katolik imanından alıyordu. Frida Kahlo, annesi için: “Sadece sayı saymayı biliyor. ” dese de Matilde Kahlo iyi bir ev kadınıydı. Ne var ki Frida Kahlo, annesinden çok babasına bağlıydı. Babasının Germen kültüründen gelmesi, sanatçı yönü, felsefeye düşkün oluşu bu duruma etken nedenlerdir diyebiliriz.
Hem içine kapanık hem de hareketli bir çocukluk geçiren Frida Kahlo, hayatinin belirleyicilerinden biri olan fiziksel acıyla altı yaşında tanıştı. Çocuk felcine yakalandı. Dokuz ay odasından çıkamadı. “Her şey sağ bacağımın aşağısındaki kasta meydana gelen korkunç bir ağrıyla başladı. ” diye hatırlıyordu.
Yeniden sağlığına kavuştuğunda doktoru, sağ bacağını güçlendirmek için bir fiziksel egzersiz programı önerdi. Baba Guillermo Kahlo, o dönemlerde garip karşılanmasına rağmen kızının her türlü spor yapmasını sağladı. Boks yaptı, futbol oynadı, şampiyon bir yüzücü oldu Frida Kahlo.
Yapılan önlemlere rağmen sağ bacağı ince kaldı. Arkadaşları dalga geçmeye başladı. Çocukluk arkadaşı ressam Aurora Reyes, o günleri şöyle anımsıyor: ”Bacağı konusunda oldukça acımasızdık. O bisiklete binerken “Frida, pata de palo”(Frida tahta bacak), o da öfkeyle cevap verirdi. ”
1922 yılında dönemin önemli okullarından biri olan Ulusal Hazırlık Okulu’nun sınavını kazandı. Eski ve saygın olan bu okul, kuşaklar boyu yetiştirilmiş nice bilim adamı, üniversite hocası ve siyasetçinin beşiği unvanını taşıyordu. Frida Kahlo’nun okula başladığı yıllarda Meksika’da bir canlanma dönemi yaşanıyor, sanatta ilerlemenin temel dinamiği olduğunun altı çiziliyordu. Kahlo, okula girdiği yıllarda oldukça duyarlı bir gençti. Toplumdan kopuk bir ergen olmak yerine, toplumun ayrılmaz bir parçası olduğunun farkına varmaya başladı. Kendini ve arkadaşlarını devrimin çocuğu olarak görmüştü. Devrim bizim süt annemiz diyen Frida, o günleri şöyle anlatır:
‘‘‘‘Kimi yeniyetmelere egemen olan ben kimim? Sorusunun sıkıntısını yaşamak zorunda kalmadım. Attığım her adım bir olguydu; ben de onunla birlikte vardım. Yaşamım öylesine kesin biçimde evrenselliğe dönüktü ki, bacağımı bile unutuyordum. Anlamsız bir küçümsemeyle ortopedik botumun sert derisine fırlatılan bir taşın tok sesini artık hiç duymaz olmuştum. ”
Cachushas, sosyalizmi savunan bir gruptu. Köklere dönüş anlamına gelen bu gruba Frida Kahlo’da üye oldu. Bu gruptakiler Miguel N. Lira, Jose Gomez Robleda, Jesus Rios y Valles,
3,2010, s. 9-11.

 Alfonso Villa, Manuel Gonzalez Ramirez ve Alejandro Gomez Arias. Bugün, Miguel N. Lira, avukat ve şair olmuştur. Jose Gomez Robleda Tıp Fakültesi’nde bir psikiyatri profesörüydü; Manuel Gonzalez Ramiez, tarihçi, yazar ve avukattı. Alejandro ise saygı duyulan bir entelektüel olmuştur. Frida Kahlo için Alejandro ayrı bir önem taşımıştı. O ilk aşkıydı. Bu ilişkide engellerle karşılaşmamak için elinden geleni yaptı. Ailesinden sakladı. Alejandro eğitim için Avrupa’ya gitmiş; Frida Kahlo ise ona hep mektuplar yazmıştır. Bugün yazdığı bu mektuplar Frida Kahlo Müzesi’nde yani Mavi Ev’de sergilenmektedir.
17 Eylül 1925 tarihinde bu ilişki bölündü. Bu bölünme Frida Kahlo’nun hayatının da miladı olmuştu. Bindikleri otobüs, tren ile çarpışmıştı.[13] Alejandro Gomez Arias, trenin çelik çubuklarından birinin, Frida’nın leğen kemiği hizasında, bir taraftan girip diğer tarafından çıktığını anlatmıştır. Ambulans gelip de Frida, hastaneye götürüldüğünde doktorlar; omurgasının, bel bölgesinde üç noktadan kırıldığını, köprücük kemiği ile üçüncü ve dördüncü kaburgalarının da kırık olduğunu gördüler. Sağ bacağı on bir yerden kırılmış, yeniden oynamış ve ezilmişti. Sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik çubuk, karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı. Doktorlar, tekrar yürüyebileceğinden, hatta yaşayabileceğinden bile şüpheliydiler. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu ve Frida Kahlo 32 defa ameliyat oldu. Kızıl Haç Hastanesi’nden tam bir ay sonra, 17 Ekim’de taburcu oldu. Aylarca evden çıkamayacağını herkes biliyordu. Resimle olan samimiyeti, resmin içinde kayboluşu, resmin onda doğuşu işte tam bu günlerde başlar.
5 Aralık 1925’te şöyle demişti: “Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam. ” Sadece Frida’nın değil ailesinin de bu durumlara alışması zor olmuştu. Ailesi ona tahtadan yeni karyola yapmışlardı. Annesi Matilde, ona sürpriz yaparak yatağının tavanına da bir ayna asmıştı. Bu duruma Frida Kahlo ilk zamanlar tepkiler verse de ki parçalanmış bedeni ile yüzleşmek onun için kolay olmamıştı ve zamanla daha az korkarak bakmaya başladı.[14]
“Aslında pek önem vermeksizin resim yapmaya başladım. ” diyerek resim yapmaya başlayan Frida Kahlo, ilk tablosunu Alejandro için yaptı. Kendini mükemmel bir kadın olarak tasvir ettiği oto-portresini yaptığında on dokuz yaşındaydı. (Resim 1)
Meksika Duvar Resmi’ni dünyaya tanıtan, biçim ve içeriği ile bu hareketi çağdaş bir resim akımı olarak uluslararası düzeye getiren Di ego Rivera, Meksika Devrim Sanatı’nın tanınmış ressamlanndandı. On yaşında Mexico’daki San Carlos Akademisi’nde akademik ressam Santiago Rebull ve manzara ressamı Jose Maria Velasco’yla (1840-1912) resim öğrenimine başlayan Rivera, öğrencilik yıllarında karikatürcü Jose Guadalupe Posada’nın (1851-1913) karikatür ve oymabaskılarım tanımıştır. 1907’de bir burs kazanarak 1908-09’da İspanya’da, 1911-12’de Paris’te çalışmıştır. 1913-1917 arasında Kübizm’den etkilenen Rivera, 1919’da Paris’te Sıqueıros’la tanışmış ve iki sanatçı Meksika sanatında ulusallaşmayı irdelediler. Meksika’da özellikle 1920’lerde, hükümetin önderliğinde sanatı çağdaşlaştırmaya yönelik bir hareket başlamıştı. Rivera bu harekete önce Avrupa’dan katılmış, Barselona’da çıkan Vida Amerika dergisine düşüncelerini yazmıştır. Çağdaş resim kuramları geliştirmiş olan Rivera’nın desteği Meksika’daki harekete büyük bir güç kazandırmıştır. 1922’de ülkesine döndü ve Meksika kültürüne olan inancını, bağlılığını resimleriyle ortaya koydu.
Paris’teki sanat eğitimi sırasında Cezanne’ın resmindeki temel biçimsel ilkeleri benimseyen Rivera, Rönesans’tan başlayarak giderek akademikleşen Batı resmine karşı Erken Rönesans’ın naif gerçekliğini, Gıotto’yu ve Kübizm’in analitik ilkelerini sanat ve estetik kuramını kurmakta kullanmış, halkın görsel olarak anlayabileceği güçlü bir biçime ve yalın bir dile yönelmiştir. Pıcasso’nun 1920’lerde geliştirdiği anıtsal ve klasik figür anlayışı da Rivera üzerinde etkili olmuştur. Simon Bolivar Amfıtiyatrosu’nda (Üniversiteye Hazırlık Okulu, Mexico) gerçekleştirdiği ilk büyük duvar resmi “İnsanın Doğal Öğelerle İlişkisi” (1922) onun figür ve kompozisyonlarında uyguladığı üç boyutlu biçim anlayışını ortaya koyduğu kadar, bütün duvar resimlerinde belirgin olan mimari konumla uyumu da göstermektedir. Rivera, Meksika halkının İspanyol egemenliği altındaki ıstırabını, maden işçilerini, köylüleri ve Meksika tarihini konu almakla kalmamış; ölüm, doğum, aile gibi daha evrensel konuları da işleyerek Meksika resminin ülkesi dışında da benimsenmesini sağlamıştır.[15]
Meksika’nın duvar resmi yapan öteki sanatçıları içinde en klasik ve en temel biçimlenmeye yönelen Rivera, aynı zamanda sanatçının zanaatçı yönünü de benimseyerek devrim hareketi içinde sanatçının halkın üretken kesimleriyle olan yakınlığını vurgulamıştır. Gerçekleştirdiği Mili Eğitim Bakanlığı (1923-29), Chapingo Tarım Okulu (1923-27), Mexico Kenti Ulusal Güzel Sanatlar Sarayı (1934) duvar resimleri gibi büyük yapıtlarıyla Rivera, ülkesinin sanatını hem çağdaşlaştırmış hem de ulusal kültürel geleneklerle ve Meksika’nın halk sanatıyla bütünleştirerek kendinden sonraki sanatçılara köklü bir gelenek hazırlamıştır. ABD’de 1930’da San Francisco Borsası, 1932’de Detroit Sanat Enstitüsü için duvar resimleri yapan Rivera’nın, 1933’te New York Rockefeller Merkezi için gerçekleştirdiği “Kavşaktaki Adam” adlı duvar resmi ise içinde Lenin’in bir portresi olduğu için tamamlanmadan yok edilmiştir. Sanatçı bu yapıtın bir eşini 1934’te Mexico Kenti Ulusal Güzel Sanatlar Sarayı için yapmış ve bu resimlerini Bertram Wolfe ile birlikte kaleme aldığı Portrait of Mexico’da (Meksika Portresi) anlatmıştır. Rivera’nın 1948-1949’da Mexico’daki Prado Oteli için yaptığı “Orta Alameda’da Bir Pazar Öğleden Sonrası Düşü” adlı duvar resmi, içinde “Tanrı Yoktur” sözleri yazılı olduğu için yoğun tepki görmüştür.[16]
Diego Rivera, kendini şu cümlesiyle anlatmıştır: ”Ben sadece bir sanatçı değilim; aynı zamanda, bir ağacın çiçek ve meyve üretmesi gibi, resim üretmeyle ilgili biyolojik fonksiyonunu yerine getiren bir adamım. ”
Meksika’nın tanınmış ressamlarından olan Rivera’nın özel yaşamı, kariyeri gibi iyi bir üne sahip değildi. Kadınlara olan zaafları çevresi tarafından biliniyordu ve bu konu da kötü bir şöhrete sahipti. Frida’nın hayatına Diego Rivera’nın girmesiyle o artık Frida Kahlo olma yolunda hızlı bir şekilde ilerleyecekti.
1927’nin sonlarına doğru Frida Kahlo, normal, sağlıklı bir bireyin yaşamını sürdürebildiği gibi iyi duruma gelebilmişti. Her ne kadar derslerine kaldığı yerden devam edemediyse de artık okul arkadaşlarının arasındaydı. Bu süre içinde arkadaşlarının çoğu, üniversitenin mesleki fakültelerine gitmeye başlamışlardı. Çocuksu, eğlenceli zamanlarının yerini öğrenci kongreleri, protesto gösterileri almıştı.
1928 yılının başlarında, Kübalı komünist devrimci Julio Antonio Mella’nın arkadaş grubuna katıldı. Mella, Tren Blindado (Kör Tren) adlı bir öğrenci gazetesinin ve Emperyalizm Karşıtlığı Cemiyeti’nin resmi yayın organı olan El Liberador’un editörüydü. 1929 yılında Küba hükümeti tarafından öldürülmüştü. Mella’nın arkadaşı olan Tina Modotti, Frida Kahlo için ayrı bir önem taşıyacaktır. Tina Modotti ile olan dostluğu sayesinde Komünist Parti’ye katıldı ve burada Diego Rivera ile tanıştı.
Kazadan sonra otoportreler ve başka resimler yapmaya başlayan Frida Kahlo, saygın bir ressam olan Diego Rivera’yı görmeye gitti. Resimleri hakkındaki görüşlerini merak ediyordu. Resimlerinin bir kariyer yapmak için yeterince iyi olup olmadığını sordu. Bu süreç böyle ilerledi görüşmeye devam ettiler. Tanıştıklarında Diego Rivera kırk bir yaşındaydı. Fiziksel bir çekiciliği olmadığı bir gerçekti, ama canlı ve etkileyici biriydi. 21 Ağustos 1929’da evlendiler.
(...)” Diego ’ya aşık oldum, ama ailem bundan hiç hoşlanmadı; çünkü Diego Komünistti ve bizimkiler onu, çok çok çok şişman bir Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evliliğini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen, 21 Ağustos 1929’da evlendik. ”
Diego’ya: “Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu da aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum. ” diyen babam dışında düğüne hiç kimse gelmedi. “
Frida Kahlo’nun Diego Rivera için günlüğüne yazdığı şu sözler sevgisinin ne kadar yüce olduğunu gösteriyor:
“Başlangıç Diego, Çocuğum Diego, Yapıcı Diego, Ressam Diego, Babam Diego, Oğlum Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben Diego, Evren Diego. ” [17]

Evlenmelerinden bir süre sonra Diego Rivera, Mexico City yakınlannda Cuemavaca kentinde bulunan Heman Cortes Sarayı’nın duvarlannı resimlemek üzere çağnldı. Rivera duvar resimlerini yaparken Kahlo, az çalışmıştı bu dönemde ama sağlığı yerindeydi.
1930 Sonbaharında Diego Rivera, bir dizi duvar resmi yapmak üzere Amerika’ya davet edildi. San Francisco Art Institute’a ve San Francisco Stock Exchange Luncheon Club’e çağrıldı. Frida Kahlo ile birlikte 10 Kasım’da ABD’ye gittiler. Heykeltraş Ralph Stackpole’ün evine yerleştiler. Rivera işini yaparken Kahlo ise San Francisco’yu keşfediyordu. Bu dönemde Kahlo, sağ bacağından rahatsızlandı. Yürümesi zorlaşmıştı. San Francisco General Hospital’ın başhekimi olan Leo Eloesser’dan randevu aldı. Eloesser, Frida Kahlo’nun benimsediği, güvendiği ilk doktoru oldu. Şükranının kanıtı olarak birkaç ay sonra Eloesser’in portresini yaptı. 1931. San Francisco’daki altı ayında özellikle de ayağındaki problem Frida’yı eve bağlamış bu sayede başka portreler yapmaya başlamıştı. Bunlardan biri siyah bir Amerikalı olan Eva Frederick’in portresidir. (Resim 9) Bir diğer portresi Ocak 1931 tarihli Bayan Wight’in portresidir.
1931 yılının Nisan ayında ise bir tür düğün portresi olan Frida ve Diego Rivera’yı yapmaya başladı. Haziran ayında çift Meksika’ya geri dönse de Rivera, New York Modern Sanatlar Müzesi’nde sanatının bir retrospektif sergisini açmaya çağrıldı. Bu sergi, Rivera için oldukça önemli bir işti. 150 çalışması sergilendi. Başarılı oldu ve bir ayda yaklaşık altmış bin ziyaretçi kaydedilmişti.
Rivera’nın bu başarılarına nazaran Frida Kahlo yeterince resim yapmadı. Meksika özlemi daha ağır basıyordu. Zaten Amerika’yı sevmiyordu. İnsanlarını buıjuva buluyordu. Gringolar diyarından pek çok konuda şikayetçiydi. (Gringo, MeksikalIların Amerika’ya verdikleri isim)
1932 yılının Nisan ayında Diego Rivera ve Frida Kahlo Detroit’ e gittiler. Rivera, Detroit Sanat Enstitüsü’nden modern sanayi temasını işleyen duvar resimleri için teklif almıştı. Rivera, bu yeni işi için yoğun bir çalışma temposuna başladı. Kahlo bu sıralarda hamile kalmıştı. Bir sanayi kenti olan Detroit’i hiç sevmemişti. Deltroit halkına duyduğu nefret doktoru Eloesser’e gönderdiği mektuplardan da anlaşılmaktadır.
Rahmindeki ağrılarla yine sağlığı kötüye giden Kahlo, 4 Temmuz 1932’de çocuğunu kaybetti. Henry Ford Hastanesi’nde zorlu günler geçirdi. Hastane günlerinde kaybettiği çocuğuna ait karakalem çalışmalar yapmıştır.
Bu dönemde Kahlo’nun ünlü resimlerinden olan Henry Ford Hastanesi’ni yaptı. 1932.   Bu resim, Kahlo’nun önceki resimlerine göre oldukça baskındır. Kanlı ve korkunç olan oto-portrelerinin ilkidir.
1932 yılında yaptığı diğer oto-portresi Meksika ve Birleşik Devletler Arasındaki Sınırda Otoportre adlı resmidir. Bu resminde ise Amerika’ya karşı eleştirel bir hava sezilir.(Resim 12)

Annesinin hasta olduğunu öğrenen Frida Kahlo Meksika’ya döndü. Frida’nın gidişinden bir hafta sonra Matilde Calderon de Kahlo öldü. Annesinin ölümü onda derin acılar yarattı. Tekrar Detroit’e döndüğünde Doğumum adlı resmini tamamladı. 1932. Bu resim, bugüne kadar yapılmış olan en çarpıcı doğum sahnelerinden biridir.
1933 yılında New York’a geri döndükleri dönem Kahlo’nun resmi açısından pek verimli geçmedi. Düzenli olarak resim yapmadı. Zaten Meksika’ya dönmek istemiş, Amerika’yı hiç benimsememişti. Bu hislerini Elbisem Orada Asılı adlı resminde görmek mümkündür. 1933.
1934 yılında Mexico City’e döndüklerinde Kahlo’nun resim çalışması olmadı. Sonraki bir yılda iki çalışması oldu. Bunlardan biri insana dehşet veren Birkaç Küçük Çizik adlı resmidir. (Resim 15). Bu çalışmasını yaşanmış bir olay üzerine yapmıştır. Bir diğeri ise Detroit’ten ayrılmadan başladığı kaniş kesimli saçıyla Kıvırcık Saçlı Otoportresidir.[18]
Evliliklerinde Rivera’nın sadakatsizliği Frida’yı hastalığı kadar derinden etkiliyordu. Hepsi bir yana Diego’nun Frida’nın kardeşi Cristina ile olan ilişkisi Frida için adeta bir yıkımdı. Frida Kahlo bu olaydan sonra erkeklerle de kadınlarla da birçok ilişki yaşadı. En önemli sonuçları olan ilişkisi sürgündeki Rus devrimci Leon Trotsky ile olandı. Kahlo ona el viejo (ihtiyar adam) adını takmıştı.
Rivera’nın Kahlo’nun kardeşi olan ilişkisi Frida’nın resimlerine de yansıdı. Kahlo kaçmak için New York’a gitse de bu durum onu derin üzüntüye boğdu. Bu acısı, 1937’de yaptığı Anı (Resim 18) 1938 tarihli Açık Bir Yaranın Hatırası adlı resimlerinde görmek mümkündür. (Resim 22).
Güçlü bir devrimci tarafından sevildiği için gururu okşanan Frida, Trotsky’yle bir ilişki yaşamaktan memnun olsa da onu sevmiyordu. Sonunda ikisi de bir felaketle sonuçlanabilecek olan bu olaydan kendini çekti. İlişkileri bittikten sonra hem Rus Devrimi’nin yıldönümü hem de Trotsky’nin doğum günü olan 7 Kasım 1937’de Frida Trotsky’e bir armağan verdi. Bu armağan en çarpıcı otoportrelerinden biri oldu.
Bu yıllarda Kahlo’nun çalışmalannda çocuğunun olmamasından duyulan özlem hissedilir. 1937 yılında yaptığı Dadım ve Ben adlı resminde hayatıyla ilgili hislerini anlamak mümkündür.
25 Ekim-14 Kasım 1938’de Frida Kahlo’nun ilk kişisel sergisi New York Julian Levy Gallery’de açıldı. Sergide yazarlar, eleştirmenler, galeri sahipleri sanatçılar vardı. Frida Kahlo artık bağımsız bir ressam olarak beğenilmeye başlamıştı. Tabi Diego Rivera’nın eşi olmasınında katkısı vardı. İlk sergisinden sonra Kahlo’nun söyledikleri:
(...) “Geriye dönüp de yapıtlarıma baktığımda önemli bir ressam olduğum kanaatine varıyorum. Hayır sözcükler beni korkutmuyor; çünkü bu söylediklerim kendi gerçeğini içermekte. Resim kendinden önce varolanın üzerine kurulur, bazı ressamlar orta yerde bu uzun çalışmayı kesintiye uğratırlar. Resimlerini inşa ederken kendilerini temel aldıkları için yoldan çıkar, güçlerini suratınıza fırlatır, süreklilik çizgisini koparırlar. Onların çılgın oldukları düşünülür. Van Gogh’u ele almak yeterli. Halbuki Van Gogh’un resmine baktığımızda, bu resmin büyük bir dengeyi yansıttığını görürüz. Tabi sanatsal dengeden söz ediyorum ama bu denge akli dengeyle ilişkilendirildiğinde hiç de önemsiz değildir. İnsan, resmini yaparken isabetli olmalı. Kişilik tabi karşılık varsa tablonun önünde yer alır. Eğer bir içedönüklük aktarılmışsa, bu gözle görülür, ses getirir. Her şey hemen kavranabilen dev bir yoğunluğun içinde birbirine bağlanır. Büyük ressamların dengesi çarpıcıdır.
Tıpkı sizin ona baktığınız gibi tablonun da size bakması gerekir. İşte ben bu alanda, elli santimetrekarelik resimler çerçevesinde daha güçlüyüm. Diego’nun yirmi beş metrekarelik duvar resimlerinde olduğundan daha güçlü söyleme cüretini gösteriyorum. Üstelik bu çok önemli bir konu. Hayatta bazı şeylerin sizi sorgulaması gereklidir. İnsan kendini o şeylere göre belirler, sonra bir bakar ki ilerliyor.
Resim tarihinde portre çalışanların az olduğu çoğu zaman unutulur. Tabi gerçek portre ressamlarından söz ediyorum. Yani, bir yüzü çizerken o yüzün ardındakileri çarpıcı bir biçimde gösterenlerden. Bu, psikolojik kavrayış gerektiren bir çalışmadır. El Greco ’nun ya da Piero della Francesca ’nın çizdiği yüzleri bir inceleyin: O yüzün saklamak isteyeceği hiçbir şey resimden kaçamaz. Her şey çarpıcı biçimde karşınızdadır. Varlığın en uzak noktaları bile görülür ve bu mevcudiyet sizin en derin duygularınızı etkiler. Tekrar ediyorum, sorgulama ve tablonun size bakması çok önemlidir.
Zaman zaman, sürdürdüğüm biçimiyle resmimin bir ressamınkinden çok bir yazarın yapıtına benzeyip benzemediğini düşünürüm. Bu tür günce, tüm bir yaşama ilişkin mektuplar. İlkiyle imgelemimi ortaya serip olgularımı ve davranışlarımı çözümledim, İkincisiyle de sevdiklerime kendime ilişkin haberler verdim ya da daha basitleştirirsek, kendimi verdim. Nitekim tablolarımı hemen hemen hep armağan etmişimdir. Çoğunlukla daha başından kime gideceği bellidir tablolarımın. Tıpkı bir mektup gibi.
Yapıtım: Asla yazılamayacak denli güzel özyaşam ykümdür. ” 21
Frida Kahlo, ilk sergisi ile artık tanınmaya, sanat çevrelerinde adı sadece Diego Rivera’nın eşi değil Frida Kahlo olarak anılmaya başlamıştır. Her ne kadar kadın ve kadının doğasına özgü konulan ele aldığı için birtakım çevrelerce eleştirilse de genel anlamda bu sergi ona başan ve ün kazandırmıştır.
Sürrealizm, Avrupa’da 1920’li yıllarda bir anlamda Dada’nın küllerinden doğan bir akımdır. Her şeye hatta sanatın kendisine muhalif olan Dada, sonunda kendi söylemini doğrulamasına “Gerçek Dadacı, Dada’ya karşıdır” yok olmuş, yerini Dada’nın savunduğu görüşleri daha elle tutulur bir üretime dönüştüren Gerçeküstücülük akımına bırakmıştır. Gerçeküstücülük terimini ilk kullanan Fransız şair Guillaume Apollinaire’dir. Gerçeküstücülük hareketinin babası sayılan, hatta sonraki yıllarda “Gerçeküstücülüğün Papası” lakabıyla anılan ünlü Fransız şair-yazar Andre Breton’un (1896-1966) 1922 yılında modern arayışların geleceğini tayin edecek uluslar arası bir kongre tasarladığını açıklaması, Gerçeküstücülük akımına giden yolun ilk adımı olmuştur. Kongrede o güne kadar ki bütün modern sanat akımlarının ele alınmasını amaçlayan Breton, Kübizm ve Fütürizm gibi akımlarının arasında Dada’yı da saymış ve Dada’nın tarihe geçtiğini ima etmiştir.
Andre Breton, 1922 yılında yaptığı kongre çağrısı ile 1924 yılında ilk “Gerçeküstücü Manifesto” ‘yu yayınlamıştır. Bu yılda, Gerçeküstücü Araştırmalar Bürosu kurulmuş ve Andre Breton’un yönlendirdiği La Revolution Sürrealiste dergisinin ilk sayısı yayınlanmıştır.
Gerçeküstücülük de Dada gibi, sanatın geleneksel biçimlerine olduğu kadar, burjuva değer yargılarına karşıdır ve politiktir. Gerçeküstücülerin bilinçaltına, rüyalara, görünen gerçekliğin aklın ötesine yönelik arayışları, ahlaken iflas ettiğini düşündükleri bir kültürel ve toplumsal yapının sınırlarını aşabilmekle ilgilidir. Psikanalize olduğu kadar, Marksizme duydukları ilginin temelinde de bu vardır. Toplumu ve bireyi tarihsel gerçeklik diye sunulan tarihsel aldatmacaların zincirlerinden kurtarmak misyonundan hareket etmişlerdir. Bir baskı unsuru olarak gördükleri kurulu toplumsal düzenin eleştirilmesinde psikanalizin babası Sigmund Freud’un düşüncelerinden yararlanırken, bir yandan da Fransız Komünist Partisi’ne üye olan Gerçeküstücüler, toplumsal isyanlarını sanatsal zeminden öte bir eylem alanına taşımak istemişlerdir. Gerçeküstücü dergiler için seçilen La Revolution Sürrealiste ya da Le Surrealisme au service de la revolution gibi devrimci bir tını taşıyan isimler, bu eğilimin bir uzantısıdır. Gerçeküstücülere göre sanatçı, küçük burjuva ahlakının bayatlamış değerlerine isyan eden bir tür romantik devrimcidir.[19]
Gerçeküstücülük akımının anahtarı olacak Birinci Gerçeküstü Manifesto, 1924 yılında yayınlandı. Zengin bir dille yazılmış edebi bir eser olarak görülen bu manifesto akımı şekillendirdi. Hem sanat, edebiyat hem de politik yönlendirmelere öncülük etti. Her türlü ahlaksal ve düşünsel ilerlemeye karşılık yazılmış olan bir düzyazı olan bu lirik eser, düşünceyle yazılmış her şeye, geride kalan her yapıta karşı bir duruştur. Sanata mantık dişilik anlamında bir katkı getirmeyi amaçlayan bu manifestoda;
“Gerçeküstücülüğün önceden ihmal edilen hazı çağrışımların, daha üst bir gerçeklikte düşlerin sınırsız gücünde, düşüncenin ilgisiz oyununda olduğu inancına bağlı olduğu söyleniyordu. Manifesto, özünde bir şairin beratıydı, bu aşamada görsel sanatlardan çok az söz ediliyordu ve öncelik yazılı sözcük aracılığıyla ya da başka bir yolla otomatizm’e verilmişti. Bunun aklın denetiminin dışında, estetik ilgilerden bağışık olarak yürütüleceği gerçeği, Gerçeküstücülüğün Dada ’nın temel ilkelerinden birinin mirasçısı olduğunu açıkça gösteriyordu; kendine gönderme yapan özerk sanatın eleştirisi. Dada gibi Gerçeküstücülük de sanatın talepleriyle yaşamın talepleri arasındaki farkların ortadan kaldırılmasına adanmıştı. ”
1938 yılında Andre Breton, Meksika ziyaretinde Frida Kahlo ile tanıştı. Resimlerini gördüğünde Kahlo’ya bir sürrealist olduğunu söylese de Kahlo, Breton’a “Ben kendi gerçeğimi resmediyorum. ” demiştir.
1939’da sergi için Paris’e giden Frida Kahlo her ne kadar şehri sevmese de sürrealist çevrelerde ilgisini çeken insanlarla tanışmıştır. Paul Eluard Yves Tanguy, Max Emst, Marcel Duchamp gibi...
Sergi, Pierre Colle Galerisi’nde yapıldı. Serginin adı “Mexique” dir. Tam olarak tek bir kadına ait bir sergi değildir. Sergide Columbian öncesi heykeller, 18. ve 19. yüzyıllara ait resimler, Breton’a ait koleksiyon, seramik ve şamdanlar da yer almıştır. Louvre Müzesi Kahlo’nun Çerçeve adlı resmini satın almıştır.
Fransızların milliyetçiliğinin de etkisiyle sergi mali açıdan çok başarılı olmamıştır. Serginin üzerine Frida Kahlo: “Kadınlara hala hak ettikleri değer verilmiyor. Bir kadın ressam olmak çok zor. ” demiştir.
Kandinsky, Picasso Frida Kahlo’nun sanatsal ve kişisel özelliklerine övgülerde bulunmuşlardır. Resimlerinden çok etkilenen Pablo Picasso, daha sonra Diego Rivera’ya şöyle yazacaktı:
“...Ne sen, ne Derain, ne de ben, Frida Kahlo gibi yüzler çizmeyi bilmiyoruz... ”
Sürrealist eleştirmen Nicolas Calas:
“Frida Kahlo, sürrealistlerin idealindeki kadın tipine tam olarak uyar. ”
Sanat tarihçisi ve müze yöneticisi olan Peter Wollen:
“Aslında Kahlo ’dan yola çıkıp, modernizmin bastırılmış yanlarım kullanarak ve avangardın postmodern olmayan yanlarına bağlı kalarak, Kahlo 'yu bir anlamda da başka bir çeşit avangard akımının, ileri görüşlü bir sanat tarihi değişiminin habercisi olarak görüyordum. Onun çalışmalarında ilgimi çeken birçok şey, Kahlo kültünün oluşumunda da etkili olmuştu. Fakat bir kültün oluşması, kişisel bir bağ veya etkilenmeden çok daha fazla şeyi gerektirirdi bence. Öncelikle, feminizmin yükselişinden ve kadın sanatına olan ilginin artışından söz etmek gerek. O, kült olmak için birçok açıdan ideal bir adaydı. Hayatta değildi, bu yüzden yaşayan sanatçıların ulaşmaları zor olan, anıtsal olmasına rağmen insanı kendisine yakın hissettiren bir yeri vardı. 1954'te, henüz kırklı yaşlarının başındayken ölmüştü. Ayrıca MeksikalIydı; böylece hem bir Üçüncü Dünya sanatçısı olarak hem de Meksika ’nın ‘ötekiliği ’nin yanında bir kadın olmanın ‘ öteki ligi ’ni kullanarak etkisini ikiye katlıyordu. Çağdaşı olan kadın ressamlar gibi kendisinden daha ünlü olan kocasının gölgesinde de kalmamıştı. Kahlo, Rivera’yla ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda, hem gerçek hem de felsefi anlamda derin yaraları olan bir kadındı. Acı çeken sanatçıların genelde kendilerine has bir gizemleri vardır; Kahlo'da bu etki, feminizmle birlikte daha da [20] yoğunlaşmıştı. Oysa Kahlo, kadınlar için alternatif bir resim geleneği ortaya atıyor ve bu geleneği de otoportre bakış açısı sayesinde güçlendiriyordu. Onun sanatı da, kadın ve Meksikalı kimliği gibi içsel ve kişisel; bedenle, özellikle de kadın bedeniyle ilgiliydi. Geç dönem modernizmde görülen kibirli soyutlamalarla, imaj boşluklarla, yüksek sanat olmanın getirdiği usandırıcı tutkuyla ve aşırı incelmiş ressamlıkla büyük bir karşıtlık içindeydi."
Frida Kahlo, kendisini bir sürrealist olarak görmedi. Resimleri onun hayatıdır, gerçeğidir. Eserlerinde anlaşıldığı gibi acılarını saklamaz, yansıtır. Zaten herhangi bir akıma bağlı kalma Frida’nın kişiliği ile de uyuşmaz. Yalnızlığı, acıları, hastalıkları resimlerinin konusu olmuştur. Her ne kadar kendisini bir sürrealist olarak görmese de Suyun Bana Verdiği (Resim 28), Yaralı Geyik (Resim 56) gibi çalışmaları Sürrealist etkiler taşıyan resimleridir.
Andre Breton’un teorileri, Meksika’da da etki göstermiştir. 1940’ta uluslararası sanat çevrelerinde “Uluslararası Sürrealizm Sergisi’”nin Meksika’da açılması dönemin önemli bir kültür olayıdır. Sürrealist ressam, Wolfgang Paalen, Perulu şair Cesar Moro ve Andre Breton tarafından ortaklaşa yapılan sergidir.
Frida Kahlo’nun, sergide İki Frida (Resim 29) ve Yaralı Masa (1940) adlı iki resimi yer almıştır. Hayatı boyunca yaptığı resimlerden bu ikisini büyük tuvale yapmıştır ki bana göre bunda resimlerin sergide yer almasının etkisi söz konusudur.
Uluslararası Sürrealizm Sergisi, her ne kadar Meksika’nın Avrupa sürrealist sanaüyla kurulan ilk doğrudan bağlantısı olduğu için önemli olmuşsa da Meksika sanatı üzerindeki etkisi çok fazla olmamıştır. Bunda MeksikalIların yeniye karşı kapalı olmaları etkendi. Meksika’da o yıllarda duvar resimleri sanatlarının hakimiyetindeydi. Ayrıca Meksikalılar, kendi mitlerine oldukça bağlıydılar ve dışarıdan gelen fantastik fikirlere ihtiyaç duymamışlardır. Avrupalı sürrealistleri, rasyonel dünyanın ve sıradan burjuva yaşantısının sınırlamalarından kurtarabilecek bilinçaltı gerçeklikleri için yapılan ve insanların ne düşüneceğine önem veren bu yenilik anlayışı, gerçekle hayalin çoktan birleştirildiği ve mucizelerin günlük olay olarak kabul edildiği bir ülkede çokta yankı bulmamıştır.
Uluslararası Sürrealizm Sergisi ve Avrupalı birtakım sürrealistlerin varlığı Meksika’da çok etki yaratmadıysa da bazı Meksikalı sanatçıların duvar resmi hareketinin hegemonyasını reddettiği bir dönem olan 1940’lı yıllarda fantastik realizmin gelişmesini teşvik etmekte önemli bir rol oynamıştır.
Andre Breton’un “Sürrealizm ve Resim” adlı kitabında Frida Kahlo’nun Suyun Bana Verdiği adlı resmi yer almıştır. Breton, Kahlo’yu bir sürrealist olarak kabul etmiştir.25
Frida Kahlo kendisini bir sürrealist olarak görmese de 1938’den sonra yaptığı bazı çalışmaları daha karmaşık ve daha keskindir. 1938 yılında yaptığı Suyun Bana Verdiği adlı resmi bütün çalışmaları arasında en karmaşık olanıdır. Tabi bu durumda Andre Breton’un Kahlo üzerindeki etkisini düşünmemiz gerekir. Her ne kadar sürrealist olduğunu kabul etmese de Sürrealizm’in o dönemlerdeki etkisi de düşünülecek olursa Kahlo, bu akımdan etkilenmiştir diyebiliriz. Ama bu, onu tamamen sürrealist yapmaz. Çünkü Frida Kahlo otoportre ressamıdır ve resimlerinde gerçeklik hakimdir, kendi gerçeği.
“Resim tüm yaşamımı doldurdu. Korkunç yaşamımı doldurabilecek üç çocuğumu ve bir dolu başka şeyi yitirdim. Tüm bunların yerini resim doldurdu. Çalışmaktan iyisi yok herhalde. ” Frida Kahlo.
1939 yılının sonunda Diego Rivera ile Frida Kahlo’nun evliliği son bulmuştur. Bu durumun verdiği sıkıntılar resim hayatının canlanmasına neden oldu. 1939-1940 yılları Kahlo için oldukça verimli geçen bir dönemdir. Yalnızlığına çok sevdiği hayvanları ortak olmuştur. 1940 yıllarındaki otoportrelerinde maymunlar, kediler Kahlo’ya eşlik etmektedir. 1940 yılına tarihi enen Maymunlu Otoportre (Resim 33), ve yine 1940 yılında yaptığı otoportre de Kahlo, siyah bir kedi ile kendini resmetmiştir. (Resim 34).
Kırpık Saçlı Otoportre’de (1940) Frida Kahlo’nun Rivera’dan aynlışının üzüntüsü oldukça sezilir. Kendisini bir erkek takımı giymiş, sandalyede otururken göstermektedir.
8 Aralık 1940 yılında tekrar evlenmişlerdir. 1941 yılında babasını kaybeden Kahlo sağlığının da daha kötüye gitmesine neden olmuştur. Kahlo’nun bu durumunu yansıtan en iyi otoportresi Örgülü Otoportre’dir. 1941. (Resim 40).
1940’h yıllarda Frida Kahlo’nun kariyeri Uluslar arası Sürrealizm Sergisi’ne katılmasıyla hız kazanmıştır. Tanınması ile kültürel organizasyonlara katılımı, sanat projelerinde, dergilerde yazması için teklifler getirdi.
“Az resim yaptım; onları da zafer ve hırs duygusundan uzak, ama her şeyden önce kendimi mutlu etmek istediğimde, sonra da hayatımı sanatımla kazanmak istediğime inanarak yaptım. Benim istediğim şekilde ve istediğim her şeyin resmini yapmam için birden fazla yaşam bile yeterli olmazdı. ”
Fiziksel yetersizlikleri ile birleşen düzensiz çalışma alışkanlıkları resimlerini hızlı yapmasına ve satış amaçlı bir galeride düzenlenecek kişisel sergisi için yeterli sayıda eser biriktirmesine bir engeldi. Buna rağmen birkaç önemli karma sergiye katılmıştır. 1940’ta Mexico City’deki sürrealist bir sergiye ve San Francisco’daki Golden Gate Uluslararası sergiye katılmıştır. 1942’de Örgülü Otoportre, Mondroe Wheeler tarafından Modern Sanatlar Müzesi için hazırlanan “Yirminci Yüzyıl Portreleri”ne dahil edilmiştir. Kahlo’nun dikenden bir gerdanlık taktığı, bir maymun ve bir kediyle görülen 1940 tarihli otoportre, 1943 yılında Philadelphia Sanat Müzesi’ndeki “Günümüz Meksika Sanatı” adlı sergide gösterilmiştir. 1943 yılında Paseo de la Reforma’daki bir İngiliz dili enstitüsü olan Benjamin Franklin Kütüphanesi’nde düzenlenen “Meksika Resim Sanatının Yüzyılı” sergisine katılmıştır. Frida Kahlo aynca Mexico City’de yılda bir kez düzenlenen çiçek konulu gösterilerin bir parçası olan “Salon de la Flor” adlı çiçek sergisine de davet edilmiştir. 1944 tarihli Yaşam Çiçeği ve 1945 tarihli Manolyalar ile Güneş ve Yaşam adlı çiçek temalı resimlerini bu sergi için yapmıştır.
1944 yılında Frida Kahlo’nun çevresindeki kadın ve çocukların portrelerini yaptığını görürüz. Dona Rosita Morillo’nun Portresi (Resim 49) ve kızlan Lupita Morilla Safa’nın Portresi (Resim 50), Mariana Morillo Safa’nın Portresi (Resim 51). Frida Kahlo, çocuklan çok seven bir ressamdır ve onlann sanatında yer bulmasına izin vermiştir.
La Esmeralda da Öğretmen Frida Kahlo
1943 yılında La Esmeralda adıyla açılan yarı özel resmi okulda Frida Kahlo öğretmenliğe başladı. Bu durum büyük yankı uyandırmıştır. Öğrencilerinin yeteneklerini kendi tabiatlanna göre geliştirmelerine katkıda bulunmuş olan Kahlo, sert bir öğretmen olmamıştır. Sağlık sorunları nedeniyle bir süre sonra derslerini evinde vermiştir. 4 kişiyle bu eğitime devam etmiştir. Bunlar; Arturo Garda Bustos, Guillermo Monroy, Arturo Estrada ve Fanny Rabel’dir. Bu öğrencilerine “ Los Fridos” denmiştir. Kahlo’nun evi öğrencileri için tam bir eğitim yeri olmuştur. Modelleri oradaki gördükleridir. Maymunlar, köpekler, kediler...
Frida Kahlo, sanatla yaşam arasındaki doğrudan ilişkiyi savunana bir ressam olarak öğrencileri okumaya da teşvik etmiştir. Aynı zamanda Antropoloji Müzesindeki Columbian öncesi heykellerin ve diğer müzelerdeki sömürge dönemi sanat eserlerinin taslaklarını çizerek Sanat Tarihi’ne ilgi duymalarını sağlamıştır.
Öğrencilerinin kariyerlerinde ilerlemeleri için ressam asistanlarının yanında iş bulmalarını sağlamıştır. Bu dört öğrencinin dayanışmaları bugün bile sürmektedir. Onlara göre “Los Fridos” olarak adlandırılmak bir onurdur.
Guillermo Monroy:” Bizim için bir koruyucu, sıra dışı bir öğretmen, bir yoldaş. Yürüyen bir çiçekti sanki. Evlerimizdeki şeylerin resmini yapmamızı isterdi. Kilden vazolar, popüler sanat eserleri, mobilyalar, oyuncaklar, yahudalar. Bu yüzden kendimizi okulda birer yabancı gibi hissetmiyorduk. ”
Arturo Garda Bustos:” Tek desteği bizi teşvik etmesiydi, daha fazlası değil. ”
Fanny Rabel:” Bizi resim yapışıyla değil; yaşam şekliyle, dünyaya, insanlara ve sanata bakış açısıyla etkiledi. Meksika’da kendi başımıza fark edemeyeceğimiz bir güzelliği hissetmemizi ve anlamamızı sağladı. Bu duyarlılığı sözleriyle anlatmadı. Hepimiz çok genç ve uysaldık; içimizden biri sadece on dört yaşındaydı ve bir tanesi de köylüydü. Bizler entelektüel değildik. O bize hiçbir şey empoze etmedi. Şöyle derdi: “Ne görüyorsanız, ne istiyorsanız onu resmedin. ” Hepimiz farklı resim yapıyorduk, kendi yolumuzdan gidiyorduk. Onun gibi resim yapmıyorduk. Bir sürü sohbet, şakalaşma oluyordu. O bize ders vermiyordu.
Diğer taraftan Diego, her an her şeyle ilgili bir teori oluşturabiliyordu. Ama Frida, içgüdüleriyle kendiliğinden gelişen bir şekilde hareket ediyordu. Güzel olan her şey onu mutlu ediyordu. ”
1944 yılında Frida Kahlo, sağlığı ile ilgili ciddi sorunlar yaşamıştır. Omurgasındaki yoğun ağrıları hafifletmek için çelik korse giymiştir. Bu korseyi 1944 tarihli Kırık Sütun adlı resminde betimlemiştir.. Yaşamının sonuna kadar yirmi sekiz korse kullanmıştır. 1945 tarihli çalışması Umut Olmadan bu hasta olduğu dönemde yapmıştır. Vücudunun talihsizliklerini anlatmıştır resminde. Daha iyi bir tedavi için 1946 yılında New York’a gitmiştir. Dört omur, kalça kemiğinden alman bir kemiğin ve bir metal çubuğun yardımıyla birleştirildi. Doktorları resim yapmasına izin vermemişlerdi. Hastaneden çıkıp Meksika’ya döndüğünde yatağa ve çelik korselere hapsolmuştu. 1946 tarihli Yaralı Geyik adlı resmi omurga birleştirme ameliyatını konu alan resimlerinden biridir. Kırık Sütun gibi Yaralı Geyik de Frida Kahlo’nun çektiği acılan yansıtan bir resmidir.
1950’li yıllannın başına gelindiğinde sağlığı iyice kötüye giden Frida Kahlo 1950-1951 yıllannı hastanede geçirmiştir. Sanat çevresinden dostlan, arkadaşları ve en büyük desteği Diego Rivera Kahlo’yu zor günlerinde yalnız bırakmamışlardır. Hastanede geçen bir yılı Frida Kahlo şöyle anlatmıştır:
”Moralimi hiç kaybetmedim. Vaktimi hep resim yaparak geçirdim; çünkü beni Demerol’la ayakta tutuyorlardı, bu da beni canlandırıyor, kendimi mutlu hissetmemi sağlıyordu. Alçılarımı ve resimlerimi boyuyor, şakalar yapıyor, yazıyordum. Bana filmler getiriyorlardı. Hastanedeki bu yılımı sanki bir şenlikmiş gibi geçirdim. Şikayet edemem. ”
Frida Kahlo, doktoru olan Dr.Farill’e iki resim vermiştir. 1953 tarihli bir Natürmort ve kendini doktorun resmini yaparken gösteren 1951 tarihli Dr.Farill’in Portresiyle Birlikte Otoportre adlı resmidir.. Hastaneden sonra evinde geçirdiği günlerde Kahlo’nun ilgisi; resme, arkadaşlanna, politikaya yoğunlaşmıştır. 4 Mart 1953’te Stalin’in ölümü üzerine Frida Kahlo şöyle demiştir: “Stalın’in kaybıyla dengemi yitirdim. Hep onunla şahsen tanışmayı istemiştim; ama artık bunun hiçbir önemi yok. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, her şey devrimleştiriliyor. ’’ Bugün Frida Kahlo Müzesi’ndeki Kahlo’nun yatağının ucunda Engels, Marx, Lenin, Stalin, Mao gibi beş büyük devrimcinin fotoğrafları asılıdır.
Evinde geçirdiği bu yıllarda Kahlo’nun çalışmalarına bakacak olursak daha çok Natürmortlar yapmıştır. Bazı natürmortlarına bayraklar, politik yazılar, meyvelerin arasına yuva yapan güvercinler yerleştirerek resimlerini politikleştirmiştir.
1953 yılında Galeria Arte Contemporaneo isimli galeride Frida Kahlo’nun resimlerinden oluşan sergi düzenlenmiştir. Sergi, Frida Kahlo’nun kendi vatanında açtığı ilk tek kişilik sergisidir. Frida Kahlo, sergiye hastane sedyesiyle taşınıp galeriye konulan yatağa yerleştirilmiştir. Sergisi oldukça başarılıydı. Frida Kahlo sergiden sonra; “Sadece ruhen ve bedenen zayıf düştüm. Ama resim yapabildiğim sürece yaşıyor olmaktan mutluluk duyacağım. ”diyerek düşüncelerini böyle dile getirmiştir.
1953 yılının Ağustos ayında doktorlan, Frida Kahlo’nun sağ bacağının kesilmesine karar vermişlerse de Kahlo’nun bu duruma tepkisi ilk başta çok büyük olmuş daha sonra ameliyat olmayı kabul etmiştir. Bacağının alınması Kahlo’nun estetik konusundaki hassasiyetine yapılmış bir çeşit saldırıdır. Bu durumu günlüğüne yazdığı yazılar ve çizdiği resimlerden anlaşılmaktadır. 11 Şubat 1954’te günlüğündeki giriş yazısında şunları söylemiştir:
“Bacağımı altı ay önce keserek bana yüz yıllarca sürecek bir eziyet verdiler. Mantığımı kaybettiğim anlar oldu. Kendimi öldürmek için bekleyip duruyorum. Beni tutan şey, Diego beni özler diye düşünen kendimi beğenmişliğim. Bana öyle dedi ve bende ona inanıyorum. Ama hayatımda hiç bu kadar acı çekmedim. Sadece çok az bir zaman bekleyeceğim. ”
Frida Kahlo günlüğüne ölümün var olma çabasından başka bir şey olmayan bir süreç olduğunu yazmıştır. Ona göre ölme süreci, kemik iliği iltihabı ve zayıf kan dolaşımının neden olduğu yavaş yavaş çürüme olayı geçirdiği bütün ameliyatlara ve diğer tıbbi müdahalelere rağmen durdurulamazdı. 27 Nisan 1954’te, günlüğündeki kayıttan onun bir intihar girişimini ya da bir krizini yeni atlatmış olduğu bilinmektedir. Son trajik yıllarında Diego Rivera olan ilişkiside düzensizdir.
1953 yılında kendini zorlayarak yataktan çıkmayı başaran Kahlo’nun neredeyse bir yıl resim çalışması olmamıştır. Stüdyosunda zorda olsa resim yapmaya çalışan ressam, daha sonra yatağında çalışmalarına devam etmiştir. Politik inancını ve bir takım canlı natürmortlan ortaya koyan resimler yapmıştır. 1954 tarihli Marksizm Hastalara Sağlık Verecek adlı resminde Frida, Kari Marx tarafından kurtarılmaktadır. Bu çalışmaları politik propaganda işlevi görmez sadece dualar gibi inancı temsil etmektedir.
Frida Kahlo’nun günlüğünün son sayfalannda birkaç ay öncesinin kanatlı otoportrelerinden daha karmakarışık bir şekilde çizilmiş olan tuhaf, kanatlı kadın figürleri yer almıştır. En son kayıt, gökyüzüne yükselmiş olan siyah bir melek, büyük bir olasılıkla ölüm meleğidir. Günlüğündeki son sözler, onun en kasvetli gerçeklere nasıl baktığını ortaya koyar:” Umarım çıkış neşeyle doludur ve umarım bir daha asla dönmem. Frida. ”
Bu sözler ve son sözleri Frida Kahlo intihar mı etti gibi tartışmalara neden olsa da 13 Temmuz Salı günü gerçekleşen ölümünün sebebi kayıtlara akciğer embolisi olarak geçmiştir.
Frida Kahlo eşi ile olan sıra dışı ilişkilerini şu sözlerle anlamlı bir şekilde dile getirmiştir:
“O benim gözümde bir devdi. Sözcüğün hem kutsal hem de gerçek anlamında. Her şeyi dev boyutlardaydı. Üretkendi, canlıydı; yaşam, enerji, söz, hareket, dinginlik, fikir ve resim doluydu. O güne kadar ki çalışmalarını yüzlerce kilometrekare olarak ifade etmek mümkündü...
O daha dışa, toplumsal olana açıktı, bense içe insanın mahremiyetine dönüktüm. Aynı türden bu yakınlığın birbirimizin çalışmasına yönelttiğimiz bu bakışın ve bu konudaki eleştirilerinin yaşamımdaki en güzel şeylerden olduğunu düşünüyorum. İlişkimizin en güzel yönlerinden biri de buydu. ”
Diego’ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı; çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok şişman Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı.
Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929'da evlendik. Diego’ya: "Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız rıza gösteriyorum, "diyen babam dışında düğüne kimse gelmedi. ”
(Frida Kahlo)
Kimilerine göre sürrealist ressam, kimilerine göre ressam Diego Rivera’nın eşi. Frida’yı ve sanatını en derin şekilde yorumlayan eşi Diego Rivera onun için şunlan söylemiştir:
“Sanat Tarihi ’nde ilk kez bir kadın, tam bir içtenlikle yalın ve sakinliği içinde acımasız denebilecek bir içtenlikle yalnızca kadını ilgilendiren genel ve özel olguları dile getirmiştir. Çok yumuşak ve zalim olarak da nitelenebilecek içtenliği, bazı şeylerin kesin ve tartışmasız bir biçimde tanıklığını yapmasını sağlamıştır. Bunun için kendi doğumunu, meme emmesini, aile içinde büyümesini ve her türden korkunç acılarını, kesin olgularla duyguları genelleştirip, onları kosmogonik ifadesine ulaştığı durumlarda bile her zaman yapmış olduğu gibi gerçekçi kalarak, derine inerek resmetmiştir. Frida Kahlo MeksikalI ressamların en büyüğüdür. Geleceğin dünyası için sahip olduğu değeri ölçmek mümkün değildir. ”[21]
(Diego Rivera)
Frida Kahlo’nun resimlerinde yaşam ve ölüm, bedenin parçalanmışlığı ve aklın bütünlüğü geleneksel olanla modernlik, gerçek ve beklentiler vardır. Acıyı, umudu, umutsuzluğu ya da direnişi anlatır resimlerinde. Kendi gerçekliği ile birlikte Meksika gerçekliğini çizer. Kökleri onun için her şeyin ötesindedir ve ona son derece bağlıdır. Yaşamı boyunca Amerikan kültürünün hep karşısında olmuş ve acımasızca eleştirmiştir. Resimlerinde Meksika tarihinin derinliklerine işaret eder. Sanatında genel olarak bedeninin hissettiklerini anlatır. Beklentileri ise aynıdır. Asla sahip olamayacağı bebeği ve sağlam bir omurgası. Beklentileri onu hayata daha da bağlı kılar ve sanatının en yüksek yıllarını belki de geçirdiği o korkunç kazaya borçludur. Hayalgücü de bu dönemde en yüksek seviyede çalışıp onun beklentilerini resimlerine aktarmasında araç olur ve bizlere o değerli resimlerini bırakmıştır.[22]
Frida Kahlo, yaşamı boyunca, geleneksel giysilerinden, takılarına; özgürlüğe düşkünlüğüne, üretkenliğine, yaşamı dönüştürücülüğe, aşka kadar Meksika kültürünü bir ütopya olarak yeniden kurgulamak istemiştir. Eşi Diego Rivera ile olan beraberliği ise hep bu bütünlüğü arama serüvenidir. Rivera, onun için farklı anlamlar, duyarlıklar taşır. O kadınla erkeğin bütünlüğünün, erkek egemen sistem tarafından parçalanmadığı günlerin özlemini aktarır resimlerinde. Diego, hep önemli bir yere sahip olmuştur. Kuş olup uçmak isteyen kaşlarının üzerinde oturan gerçek- simgesel bir bütünlüktür. Maddeyle aşkın, gelecek bin yılların bütünlüğüdür. Rivera, onun binlerce yıllık aşkıdır.
Kahlo’nun resimlerindeki imgelerin, duygu yoğunluğunun, fiziksel ve psikolojik acının en yalın açıklaması onun yaşam öyküsünde ifadesini bulur. Resimlerinin çoğunda, nesneleşmiş bedeni ile bu bedene ait her organın acı-umut dolu çığlığı hissedilir. Bu çığlık, beden ile duyguların bütünlüğünü sağlama mücadelesinde somutlanır. Acıyı, umudu, mücadeleyi besler. Acıların kaynağı ise hayatinin ta kendisidir. Meksika’da herkesin bildiğini, Diego Rivera da sıkça yineler: “ O benden daha iyi resim yapıyor. ”[23]
20. Yüzyılın geçiş dönemi, kişiliği abartısız olarak ele almaya ve araştırmaya yol açmıştır. Bireysellik, beden, cinsiyet hepsi kurumsal araştırma maddesi oldular. Oto-portrenin yeni ele alınış tarzı, onlan geçmişten ayırarak kişiliğin daha özgün yorumu ve ifadesiyle bütünleşti. Frida Kahlo, resimlerinde kendi öznelliğini ele aldı. Kendini resimlerine sakladı. Acılarını; alkol, çılgın, canlı bir yaşamla maskeledi. Kendisi: “Acımı boğmak için içiyorum; ama kahrolası yüzmeyi öğrendi ve şimdi bu akıllıca, iyi davranış beni şaşkına çeviriyor. ” demiştir. Fakat tüm melankolik kişiliklerde olduğu gibi acılar karşısında yasa girmeyip, acılarını yücelten, içselleştiren bir tavır sergilemiştir.
Higonnet, ilk defa gerçeküstücülüğün kadınlara göründükleri halleriyle reddetme, kendi deneyim ya da fantezilerini ifade etmek için, başka gerçeklikleri resmetme yetkisi verdiğini söyler. Her ne kadar Frida Kahlo, kendini hiçbir katagoriye ait hissetmese de içinde değerlendirildiği gerçeküstücülük akımının zengin imgelem dünyası gibi resimlerini alegorilerle süsler. Resimlerinde öykü önemlidir. Sembolik anlatımlar vardır. Kanlı, ölümlü doğumlar, parçalanmış fetuslar vardır resimlerinde. Ölüm olgusu kolaylıkla hissedilir.
Sanatın kurumsal açılımlarıyla ve eğilimleriyle pek ilgilenmeyen Frida Kahlo için kendi hayat gerçeği her şeyden önce gelmiştir. Portrelerini kimi zaman gerçekçi bir mekan da kimi zamanda gerçekdışı bir mekan içinde bazen, birden çok konuyu bir arada anlatmıştır. Evcil hayvanlan, takılan, sembolik eşyalan resimlerinde sıkça yer almıştır. Resimlerinin genelinde hastalık ve acısına olan içsel bağı hissedilir. Frida Kahlo yaşamı boyunca iki yüze yakın resim yaptı. Resimlerinin çoğunu portreler oluşturmaktadır. Gerek kendisinin gerek çevresinde olan kadınların, çocukların resmini yaparak; özgürlüğe, cesurluğa, meydan okumaya adanmış duygularıyla yenilikçi bir ressam oldu. Uçmak için kanatlarım varken ayaklarıma ne gerek var ki. ” deyişindeki üzere.
Dali, Duchamp, Picasso, Matisse gibi büyük ressamlar Frida Kahlo’nun çağdaşlarıdır. Ancak Kahlo, hiçbirinden etkilenmeden ve kendisini bir akımın içinde görmeden sadece kendi gerçeğini tuvallerine aktarmıştır. Hiçbir zaman ne bir akımın ne de bir sanatçının üzerine gölge etmesine izin vermemiştir. 1960’larda Feminist dalga ile beraber kadın sanatçılar, ressamlar daha ilgi çekmeye başlamışsa da Frida Kahlo bunu 1940’h yıllarda bunu başarmıştır. Kahlo, kadınlar için umudun, direnmenin, mücadelenin büyüleyici bir ikonudur.
Çalışmamın konusu Frida Kahlo’nun resimlerinde kadının önemidir. Peki resimlerine baktığımızda neden hep kendisi ile karşılaşıyoruz? Bunun birinci nedeni kısaca yaşamındaki talihsizlikleri diyebiliriz. Hastalığı ve çoğu zamanının yatakta geçmesi ile kendini keşfeden bir ressamdır Frida. İkinci nedeni ise eşi Diego Rivera. Kahlo’nun büyük aşkı karşısında sürekli aldatan, üzüntü veren ve Frida’yı yalnızlığa iten bir eş. İşte Frida Kahlo, hem bedensel hem de ruhsal acılarını resimleriyle paylaştı. Kendi hayatından benzer acılar yaşayan kadınların öykülerini resimlerine taşıdı. Onlarda kendini buldu. Çevresinden çok sevdiği arkadaşlarının, aile dostlarının resimlerini yaptı. Anne olamamasının verdiği üzüntüleri resimlerine taşıdı. Beslediği evcil hayvanları ile kendini oyalasa da bu durum ona çok acı verdi. Çevresindeki çocuklara taptı. Zaten oldukça ilgili bir teyze idi Frida Kahlo.
Frida Kahlo’nun kendi bedeni ile büyük bir meselesi vardır. Resimleri, geçirdiği hastalıklar ve kazalarla büyük hasara uğrayan bedenini sanatının merkezine yerleştirmiştir. Bedeni üzerinden yaşamöyküsünün çeşitli yanlarını, kimlik oluşumunu, cinsiyetin sınırlarını ve sanattaki tipik kadın ve kadın bedeni temsillerinin tersyüz edilmiş hallerini sergiliyordu. Kahlo’nun yapıdan, 20. Yüz yılda kadın sanatçıların bedenlerinin resimde temsil edilmesinin, [24] feminist teorinin gelişiminin, kadın bedeni hakkında açıkça konuşulmaya başlamasının, performans sanatının ortaya çıkmasının kilometre taşlarındandı. Onun resimleri Kahlo’nun bedeninin gerçek doğasını ve ayırt edici özelliklerini, genel olarak da kadın bedeninin estetik ve sosyal yapılardaki durumunu hem ortaya seriyor hem de gizliyordu. Kahlo’nun giyime ve kendi bedeninin sunumuna (hem yaşamda hem sanatta) gösterdiği titizlik “ben” in ve kadınlığın durumunu ve sınırlarını inceleyebilmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. Kahlo’nun resmi, geçirdiği trafik kazasında kemikleri kınlan ve büyük acılar çeken bedeninin üzerindeki kontrolünü yeniden ele geçirmek, yeniden “ben” imgesini oluşturabilmek ve kimlik hakkındaki kaygan zeminli kavrayışını sağlamlaştırabilmek için giriştiği bir çabadır. Bu nedenle Kahlo, kendi bedenini sürekli olarak parçalanmışlığın kıyısında betimlemiştir. Kahlo’nun güncesindeki, sözcüğün tam anlamıyla dağılan kadın bedeni, kendine ait bu imgeyi açıkça ortaya koyar. Kahlo, bu çizimin kenarına şöyle yazmıştı: BEN PARÇALANMALIYIM. ” Onun bedeni hep yaralıdır; acının çekirdeğidir ve ruhsal acının kazındığı bir yüzeydir.
Kaza sonrası bedeni ciddi şekilde yaralanan Kahlo, çocuk sahibi olma yetisini, ilk aşkını kaybetse de oto-portrelerini oluşturmaya başladığı dönemdir. Yarattığı eserler yoluyla bedeniyle eşzamanlı parçalanmış olan iç dünyasını oluşturan iç nesneleri, beden imgesini ve dişiliğini onarmaya çalıştığını söylememiz yanlış olmayacaktır. Bacağının sakat kalmasının onda yetersizlik ve eksiklik duygularını canlandırmış olması muhtemeldir. İncel bacağını gizlemek için elinden geleni yapmıştır. Yaşamının sonuna dek giydiği geleneksel Meksika kıyafetlerinin etekleri bacağını gizleyecek şekilde yerleri süpürür. Erkeklerle olan rekabeti, otorite ile bitmeyen çatışması, erkek takım elbisesi giyerek çektirmiş olduğu resimler, meşhur bitişik kaşı ve bıyığı yaşadığı eşcinsel ilişkilerde erillik karmaşasına dair öğeler bulunduğunu düşünebiliriz.
Geçirdiği o uzun hastalık süreci, ardı arkası kesilmeyen ameliyatlar ve çektiği bedensel ya da ruhsal acılara rağmen her zaman ayaktadır Kahlo. Andre Breton’a söylediği gibi kendi gerçeğini birebir yansıtmıştır eserlerine. Breton’un Kahlo’ya verdiği cevapta aynı doğrultudadır. “Çektiğiniz acı, resimlerinizde bir şiire dönüşmüş. ” Böyle mücadeleci bir kadın, birçok ressamın da hayranlığını ve dostluğunu kazandı. Bunlar arasında Duchamp, Yves Tanguy, Picasso, Kandisky sayabiliriz.[25] [26]
Frida Kahlo’nun acılarla dolu bedeni, yaşam ile ölüm arasında mücadele ederek geçmiştir. Bu gerçekliğin dayattığı zorluklar da düşünüldüğünde bu, hayranlık verici bir mücadeledir. Aynalı yatağı, bu mücadelenin içinde geçtiği alandır. Fiziksel acıların, yalnızlığın, kayıp ve yas duygularının sanatsal yaratıcılık ve üretkenliğe dönüştü alandır. Aynı zamanda Frida’nın kendini, bedenini tanıdığı alan.
Frida Kahlo’nun yapıtlarında cinsiyet sorununun kökleri Meksika kültüründeki tipik örneklerde yatar. Meksika’daki cinsiyetler arasındaki geleneksel rol dağılımını örnekleyen tarihsel, dinsel ve folklorik kişiliklerin kadın tarafında La Llorona (Ağlayan Kadın), La Malinche, Bakire Meryem (Guadalupe Bakiresi ve Kederli Annemiz) iyileştirici gücüyle Tehuana ve daha genel olarak ana, kadın ve acının çekirdeği bulunur. Bu simgelerin ve kalıp kişiliklerin pek çoğu Kahlo’nun yapıtının yüzeyinde yer alır. Kendi cinsel belirsizliğini dışavuruşu ve karşı cinsin giysilerine olan ilgisi, son derece maço bir toplumda kadınların payına düşen kalıplaşmış rolleri yerle bir etmeye yönelik girişimlerdir. Resimlerinde kaşlarını, bıyıklarını, geniş omuzlarını ve güçlü kollarını abartılı bir biçimde betimlemesi her zorluğu aşan Meksikalı kadın kimliği verdiği kadar cinsiyetinin sınırlarını da bulanıklaştırmıştır.
Frida Kahlo, babası Guillermo Kahlo tarafından çekilen ilk fotoğraf!arında hep erkek çocuğu kılığındadır. Üç parçalı takım elbise, kravat ve bazen baston. Doğrudan kameraya baktığı bu resimleri ile arkadaşları onun şaka yaptığını düşünse de gelgeldim, Frida’nın giysinin kişiliği dışavuran bir dil olduğu yönündeki incelikli bakış açısı, bu fotoğraftakilerin aslında basit bir gösteri değil, bozguncu bir davranış olduğunu düşünmemize yol açıyor. Bu fotoğraflar Frida’nın Meksika toplumundaki katı cinsiyet rollerine karşı çıkışının, onları altüst etme ezelden beri erkeklerin egemenliği altında olan kamusal ve profesyonel alanlarda etkin olarak var olma arzusunun bir işaretidir aynı zamanda. Çocukluğundan itibaren tıp eğitimide duyduğu tutku, onun erkek egemen alanlara girme isteğini doğruluyor.
Karşı cinsin giysilerine bürünmek ve çiftcinsiyetli (androjen) görünüm, 1920’lerin sonlarında Meksika’da daha az olmakla birlikte rağbet görüyordu ama yine de geniş kesimler tarafından isyankar cinselliğin göstergesi sayılıyordu. Erkek kılığında dolaşan kadınlara “amazonlar” deniyordu. Kahlo’nun ilk eşcinsel deneyimi on üç yaşındayken kendinden hayli yaşlı bir kadının, büyük olasılıkla öğretmeninin tacizine uğramıştı. Sonraları kadınlarla yaşadığı pek çok ilişki, karşı cinsin giysilerini giyişini, yaşanmış bir deneyimin ifadesine dönüştürüyordu. Pek çok oto-portresinde (Maymunlu Otoportre, îki Frida gibi) yüz kıllarını abartılı biçimde betimleyerek (bıyık, favoriler, bitişik kaşlar) doğal ama tuhaf güzelliğinin çiftcinsiyetliğini vurguluyordu. Resimlerinde geniş omuzlan güçlü kollarını öne çıkararak fiziksel güçleriyle bilinen Tehuana kadınlarıyla kendini denk duruma getiriyordu. Kahlo’nun kendisini ufak tefek ve kadınsı olarak betimlediği Frida Kahlo ve Diego Rivera, Kırpık Saçlı Otoportre gibi resimlerle tezat oluşturan bu resimler, Kahlo’nun cinsel belirsizliğini ve Kahlo üzerine kitaplar yazmış olan Gannit Ankori’nin de söylediği gibi çiftcinsiyetli kendini özetliyordu. Kahlo, kendisini erkek kılığında ve dolayısıyla cinsiyet değiştirmiş, saçları kısacık kesilmiş (Diego Rivera’nın kendisini başka kadınlarla aldattığına misilleme olarak yapmıştır.) olarak betimlerken bile, zarif küpelerini kulaklarına iliştirmeyi ihmal etmemiştir. Kahlo’nun erkek giysileri giymesi ille kendi cinsiyetini inkar ettiği anlamına gelmiyor ama cinsiyetle ilgili yaşadığı açmazı analiz etmemiz için yeterli bir neden. Kahlo’nun resimlerinde kaşlarını, bıyıklarını özenle betimlemesinin bir nedeni de Kızılderili geçmişinin önemini göstermesi açısından da ayn bir anlam taşıdığını belirtmemiz yerinde olacaktır.
Frida Kahlo’nun yapıtlarındaki doğum sahneleri, kadın bedeni üzerindeki köktenci tabulara karşı çıkmaktadır. İlk önce ve en çok, kendi yaşadığı düşük ve kürtaj deneyimleriyle ilintilidir; ama aynı zamanda doğurganlık ve doğum-ölüm döngüsü ile de bağlantılıdır. Kahlo, kendi doğumunu daha doğrusu annesinin kendisini doğuruşunu en orijinal resimlerinden biri olan “Doğumum ” ele almıştır. 4 Temmuz 1932’de yaşadığı düşükten sonra yapmış ve aynı yıl annesinin ölümünden sonra tamamlamıştı. Dolayısıyla resim, iki kadını temsil ediyordu.
Kahlo’nun çocukken geçirdiği hastalıklar, özellikle de altı yaşında geçirdiği ve ona sakat bir bacak bırakan çocuk felci, genç yaşında başına gelen trafik kazası onda derin bir ölümlülük ve bedensel kırılganlık duygusu kazıdı. Babasının sara hastalığı fiziksel incinmeyle ilgili başka bir deneyim kazandırmıştı ona. Ölüm ve ölümün engellenemezliği hakkındaki düşünceleri, yapıtlarının pek çoğunun konusunu oluşturur. 1932’de annesinin, 1941’de babasının ölümü, Kahlo’nun yaşamındaki en önemli olaylardandı ve resimlerine doğrudan ya da dolaylı olarak yansıdı. Örneğin babasının ölümünden sonra yaptığı “Ben ve Papağanlarım” adlı resimde Kahlo, yas giysisi içinde yoğun bir yitirme duygusu ile karanlık ama kendinden emin bir bakış vardır gözlerinde. On yıl sonra 1951’de ölülerin anısına resim yapma geleneğine uygun olarak, babasının bir portesini yaptı. Bu çalışmasına ise “Hatıra” ismini vermiştir.
Kanayan kalp Katolikliğin en yerleşik simgelerinden biridir. Kalp, Azteklerin kurban törenleriyle de doğrudan ilgili bir simgedir. (Bu törenlerde insan kalbi yerinden çıkarılır ve törenle yakılırdı.) “Anı” ya da “Kalp” adlı resminde Kahlo, kendi kalbinin bulunduğu yeri boş bırakmıştır. Yanında ise gerçeğinden hayli büyük bir kalp durmaktadır ve bu kalpten akan kanla nehirler oluşmuştur. Bu tablonun Kahlo’nun kardeşi Cristina ve eşi Diego Rivera ile arasındaki ilişkiyi öğrenmesiyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. “Dr. Farill’in Portresi ile Birlikte Otoportre” de Kahlo’nun elindeki paletle kalp arasında benzetme kurulabilir. Frida Kahlo’nun resimleri çoğunlukla kanlıdır. Açık yaralardan akan kanın ilk akla gelen anlamı fiziksel şiddet ve acıdır. Öte yandan “Dr. Eloesser İçin Yaptığı Otoportre” ile Dikenli Çalılıktan Gerdanlı Otoportre” gibi resimlerde, Frida’nın dikenli kolye ile yırtılan boynundan akan kan, duygusal acıya da işarettir. Bu tablolar, resmi yapılan kişiyi masum ve çile çekerken betimleyerek, İsa’nın tutkusuyla ilgili dinsel ritüellere ve imgelere göndermede bulunur. ”lki Frida” , “Anı” ya da “Kalp” gibi resimlerinde kutsal ya da kanayan kalp teması işlenmiştir. Bu ve buna benzer resimlerinde köklerine de göndermede bulunmuştur. Katolik inancında kan, İsa’nın kurban edilişi ile kazanılan yaşamı ve kurtuluşu simgeler ve kırmızı da şehitliğin rengidir. Azten inancını da önemser. Azteklerin kurban törenlerinde insan kalbi çıkarılır ve yakılırdı.
“Birkaç Küçük Çizik” adlı resminde Kahlo, kızkardeşinin Rivera ile ilişkisinden duyduğu acıyı kanlı bir cinayetle yansıttı. Yataktan gelen kan, kadın bedenine ilişkin sarsılmaz tabulara karşı çıkışı olduğu kadar Kahlo’nun kadınlık, doğurganlık ve doğurmak karşısındaki tutumlarına da işaret eder. "Henry Ford Hastanesi”, “Doğumum” adlı resimleri bu tabuları sergiler ve sonraları feminist ve post -feminist sanatta sık sık irdelenecek olan utanmazlık kavramı hakkındaki büyük kararsızlığı barındırır. Kahlo’nun kendi genetik kalıtımı ve anne ve babasından gelen karışık kan ilgisini çok çekmiştir. Annesinin Meksika’nın yerlilerinden oluşu, babasının Alman göçmeni olması ile tam bir melezdi. Bu kan kalıtımı Kahlo’nun ikiye bölünmüş kimliğinin yani yerel Meksika kimliği ile Avrupa kültürü kökeninde yatan öğeydi. Hem yerli hem yabancıydı.
Frida Kahlo, saçını duygularının; neşesinin, incinmişliğinin ve kederinin dışavurumu olarak kullanmıştır. Oto-portrelerinin en ayırt edici özelliği, uzun saçları ve özenli saç biçimleridir. Bu son derece kadınsı nitelikler Kahlo tarafından anlamı iletmek ve geleneksel güzellik kavramlarına karşı durmak için kullanılıyordu. Saç örgüleri, kurdeleleri ve diğer bütün süs nesneleri, Kahlo’nun duygularına ilişkin çağrışımlarla yüklüydü. Eşi Diego Rivera’yı mutlu kılabilmek için saçları açık ve geleneksel Meksika kıyafetleri içinde dolaşıyordu. Eşinin kardeşi ile ilişkisini öğrendiğinde tepki olarak saçlarını kesti. “Kırpık Saçlı Otoportre” adlı resmini bu dönemde yaptı. Yitirilmiş bir aşka ağıt, ihanete lanet, bir zamanlar yaşanan büyük aşkın cezası olarak kendi kendini cezalandırma anlamındaydı bu resim. Kırpılmış saçlar aynı zamanda sanatçının çiftcinsiyetli görünümünü daha da vurguluyordu. Rivera ile yeniden evlendikten hemen sonra yaptığı “Örgülü Otoportre ” de Kahlo, kesip attığı saçlarını şeritlerle başına iliştirmiştir. Yenilenmenin etkisi, gözle görülür biçimde belirgindi.[27] Kahlo, günlük yaşamında giysileri kadar takılarına da özen göstermiştir. Bunu ona ait fotoğraflardan da görebiliyoruz. Takılara düşkün olması sanatına da yansıdı. Hemen hemen bütün çalışmalarında kadınsı özellikleri yansıtan kolyelere, yüzüklere, saçlarına iliştirdiği çeşitli süs nesnelerine rastlıyoruz. Takıları, saçları gibi Frida Kahlo’yu tanıtıcı imgelerden biri olmuştur.
Frida Kahlo’nun çalışmalarından çıkarttığımız, seçtiğimiz anlamlar, işaretler kendisi tarafından belirlenir. Çünkü Kahlo, bunu seviyordu. Eserleri ile yaşamı arasında tam bir bağlılık vardır. Çalışmalarında kendi vizyonunu vurgulaması onun en karakteristlik özelliğidir. Duygu ve düşüncelerini resimlerine bütün çıplaklığıyla yansıtması onu özgür, sıra dışı bir ressam yapmıştır. Örneğin Doğumum adlı resmi, kadının dişi değerlerine bir göndermenin yanında kadın kutsallığına verdiği önemi gösterir. İdeolojisinin temelini de kadınsal ruhu oluşturur. O, mücadeleci bir feministtir. Hayatı boyunca kendine kimseyi model almayan Kahlo, kendi kendisinin modeli olmuştur. Kimseyi taklit etmemiştir. Böylelikle kendisinden sonra gelen feminist sanatçıların, yazarların temsili haline gelmiştir. Kadın kimliğini kendi portreleri ile inşa eden gerçek bir ressamdır. Kahlo, resimlerini yaparken herhangi bir estetik kaygıya kapılmadan doğal olarak içindeki yansımalarını anlattı resimlerinde. Diego Rivera’nın aksine küçük boyutlarda ama dev eserler verdi. İçe dönük, ruhun sesi olan eserler. Kendisi şöyle diyordu: “Her şeyi çizdim; dudaklarımı, kirpiklerimi, parmaklarımı, kulak memelerimi, doğumumu, rüyalarımı, ayak parmaklarımı, karnımı, çıplaklığımı, kanımı, kanımı, kanımı. Vücudumu terk edip sonra tekrar geri gelen kanım. İçimdeki Yahuda çevremdeydi. Yahuda adımlarımı seyretti. Kendimi defalarca tekrar ve tekrar çizdim. ” Kendisi dışında birçok kadının da portresini yaptı. Bütün bu kadın olgusunu oluşturan portrelerinin bir ortak özelliği vardır. O da göze değil kadın ruhuna hitap etmesidir.[28] [29]
Kahlo, hayatı boyunca yaşadığı tüm acılara rağmen güçlü kadın imajını hem gerçek yaşamında hem de tablolarında korumuştur. Resimlerinde tüm acılara rağmen dimdik ayakta duran güçlü bir kadın vardır. Kendi portrelerinin en kederli olanı bile asla aşın duygusal ya da kendine acıyan bir havada değildir. Bir şeylerle baş etmek için gösterdiği asalet ve kararlılık, kraliçelere has duruşunda ve metanet göstergesi olan yüz hatlarında açıkça görülür. Frida’nın resimlerindeki kadın imgesi öznel bir duruşu sergilemekle birlikte Meksika devriminin içinde barındırdığı acı, gurur, kudret ilişkisini de yansıtmaktadır. Hem ülkesine hem da Rivera’ya duyduğu aşkla, yaşam enerjisi ile bir bütün olarak karşımızdadır. Bu bütünün parçalanması halinde Frida’nın oto-portrelerindeki o güçlü, mağrur kadının gözleri gölgelenmekte, üzgün ve kırılmış bir Frida karşımıza gelmektedir. Özellikle 1940’lardan itibaren Frida’nın resimlerinde acı ve öfke daha net hissedilir. Geçirdiği sayısız ameliyat, Rivera ile olan inişli çıkışlı ilişkisi, tükenmekte olan yaşam eneıjisi hem oto-portrel erindeki gözyaşlarında hem de kullandığı sembolik dille açığa vurulmaktadır. Sağlığı el vermediği için anne olamayan Frida, üreme- üretme tutkusunu ifade eden, kaybettiği bebekleri için duyduğu kederi dile getiren resimleri anne olma isteğini anlatır. Ortaya koyduğu güçlü kadın portreleri ile kadının nesneleştirilmesine karşıt örnekler vermiştir. Maıjorie Kramer gibi feminist kuramcılara göre kadın sanatçıların yaptığı kadın portreleri, erkek sanatçıların yaptıklarından belli konular açısından çok farklıdır. Öncelikle kadın sanatçılar, erkek sanatçıların yaptığı gibi ideal güzellik ölçülerine sahip çekici kadın tipi yaratmaz. Böylelikle kadını aşağılamaz, sömürmezler. Erkek sanatçıları ise kadın bedeni üzerinden kendi düşüncelerini ve ideolojilerini eserlerinde yansıttıkları kadına biçilmiş roller üzerinden gerçekleştirirler. Bu anlamda kadın sanatçıların kadını ele aldıkları portreleri özellikle de oto-portreleri, yaşadıkları coğrafya, dönemin sosyo-politik yapısı bağlamında bir kadın olarak sanatta var olmanın benzer ve farklı durumlarına dair ipuçları taşımaktadır. Frida Kahlo’nun çalışmaları da bu ipuçlarını vermektedir.
Feminizm, en açık anlatımıyla kökeni 19.Yüz yıla dayanan; fakat 1960’lardan itibaren adını duyuran, kadının içinde bulunduğu durumu dönüştürmeye, kadın lehine iyileştirmeye çalışan bir harekettir. Feminizmin çıkış noktası erkeklerle eşit hak ve fırsat talepleri olsa da zaman içinde toplumsal cinsiyet kurgulamalarını dönüştürmek adına yapılan hareketler kadın lehine pozitif ayrımcılığa giden radikal bir şekle bürünür. Bu bağlamda bir grup kadın sanatçı, sanat eleştirmeni ve sanat tarihçisinin kadının sanatta, sanat kurumlarında, müzelerde yeterince doğru temsil edilmemesine ve dışlanmasına karşı başlattıkları mücadelenin bilincinde ve yanında olan tüm sanatçıların üretimi feminist sanat başlığı altında toplanır. Feminist sanat kendi içinde dönüşür, çeşitli isimler altında incelenir. Zaman zaman özcü olarak nitelendirilen ilk kuşak feminizim, kadını erkekle eşit konuma getirebilme çabasındadır. Bu konuda Linda Nochlin’in, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” adlı makalesi yeni bir dönem başlatır. Nochlin’in makalesi hem Sanat Tarihi’nde neden büyük kadın sanatçılara yer verilmediği ve neden az sayıda kadın sanatçı olduğuna dair tarihi bir sorgulamadır hem de birçok sorgulamayı peşi peşine gerçekleştirmek için sanat eleştirmenlerine ve sanatçılara düşünme yolu açar. Kadınları ilk başta, yaratıdan ve sanattan ayrı tutan deha kavramı sorgulanır. Uzun yıllar kadına yapıştırılmış trajik bir söylem olan kadında deha olamayacağından sanatçı da olamayacağı söylemi ve kadınların yaptıkları işlerin düşük sanat ve sadece el becerisi gerektiren zenaat kategorisinde değerlendirilişi bu sorgulayış bağlamında bazı sanatçıların, örneğin Miriam Schapiro’nun Famajları üst sanat kategorisinde değerlendirilerek sanattaki kadına uygun görülen düşük sanat /yüksek sanat hiyerarşisine meydan okunur. Yaratı sürecinin erkek ve kadında farklı olup olmadığı sorgulanır. Kadınların sanatla ilgili eğitim kurumlarından dışlanmış olmalarının getirileri sorgulanır.
Feminist eleştirinin ilk yıllarında, kadın sanatçılar olumlu kadın imgeleri yaratarak kadın doğasına ulaşmaya çalışırlar; ama özcülük olarak da değerlendirilen bu yaklaşımın, kadını doğa, gizem, bilinçaltı ve dil öncesine yerleştirip ataerkil düzeni sağlamlaştırıcı ve kadının egemen sistemdeki yerine razı oluş gibi olumsuzlukları taşıdığı ileri sürülür. Olumlu kadın imgeleri yaratma süreci, feminist eleştirinin her gün tartıştığı gümdemde tuttuğu konulardan biriyle aynı içeriği taşır. Bu konu sanatta ayrı bir kadın duyarlılığı ve estetiğinin mümkün olup olmadığıdır. Erkeklerin entelektüel duruşlarına karşılık kadınların doğrudan doğruya duygularıyla sanat ürettiklerini söyleyen Judy Chicago bazı soyut biçimleri kadın anatomisiyle ilişkilendirir. Judy Chicago’nun bu konudaki başyapıtı “Dinner Party” adlı düzenlemesidir.
Feminizmin kadını hak ettiği yere koyabilme istemi, modernizmin insanı yüceltme istemi gibi benzer ideolojilerle yola çıkmışsa da modernizmin ne denli üstüne düşeni gerçekleştirdiği sorgulanmaya alınır. Burada önemli olan, feminist eleştirinin, Baudrillard’ın sömürülen her kategori cinselleştirilir savının doğruluğunu açığa çıkarmasıdır. Feminist eleştirmenler, kadının yüzyıllar boyu baskı altına alınıp nesnelleştirilmesine şiddetle karşı çıkarlar ve Sanat Tarihi’ni araştırıp üst anlatılarla ortaya çıkan modernist sanatta bile kadının edilgen trajedisinin varlığını ortaya koyarlar.
Modernist anlatının, feminist eleştirinin en çok tepkisini çeken yönü aslında tüm Sanat Tarihi’nde görülen maddenin forma dönüştürülürken kadın bedeninin de doğa gibi ataerkil bakış açısı altında şeyleştirilmesidir. Descates’in özne/nesne ayrılığına dayalı cogito anlayışına göre post sanata gelinceye kadar, kadın bedeni ve kimliği nesnelleştirilmiştir. Modernist sanatının bu kadar tepki çekişi insanın üstünlüğü ile ilerlemecilik gibi ideallerine sanattaki kadın imgeleriyle ters düşüyor oluşudur. Kadın bedeni ve kimliği neden nesnelleştirilmiştir? Bunun en önemli nedeni “Erkekler kadınları seyrederler, kadınlar ise seyredildiklerini seyrederler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenen kadındır. Böylece kadın, kendini seyirlik bir nesneye dönüştürür. ” diyen John Berger’in görüşlerinde bulmak mümkündür. Feminist sanat eleştirisi, kadın olma hali ve trajedisi ve kadın duygusallığı konusunda özellikle sanat alanında yaptıkları önemli saptamalarla 20.Yüzyıla damgasını vurmuş bir akımdır. Modernizmin üst anlatılarının vaat ettiğini gerçekleştirememiş olduğu ve modernizmin aydınlanmacı mantığının Beauvoir’in deyişiyle aşkınlığın eril tarihini yazdıran bir mantık oluşu savlarından hareketle 20.Yüzyılın son çeyreğinde feminizm ile ilişkili bir post anlatıya gidilmiştir. Post-feminist düşünce cinsiyet ayrımı söylemlerini reddeder. Postmodern feminizme göre kadınların ortak bir sorunu yoktur. Her kadın ayrı bir birey olarak değerlendirilmesi gerektiğinden genelleştirme yapılamaz. Yani ırk, sınıf, cinsiyet, etnik köken gibi farklılıklar postmodern feminizmin yaklaşımı içinde değerlendirilir. Bu yaklaşımda bireysel farklılıklar ve tekil yapı korunarak, kadınlara ait sorunlar çözülmelidir. Kadınlara ait evrensel doğruların olmadığını, etnik ve yerel farklılıkların dikkate alınması gerektiğini savunurlar. Post-feminist düşünür ve yazar Julia Kristeva, bir röportajında: “Bence kadın, temsil edilemeyen, hakkında konuşulamayan, adlandırma ve ideolojilerin dışında kalandır. ” Derken adlandırma ve kadın-erkek gibi kimlikleri yadsıdığını söyler. Kristeva, bazı yazılarında kadın kategorisini çoğul bir kimlik olarak almak yerine ontolojik bir bütünlük olarak görmek ve siyasallaştırmak yanlısıdır. Kristeva’ya göre farklılığın anlaşılması çoğul ve akışkan öznelliklere yol açtığı için önemlidir. Ne kadar kadın varsa o kadar dişil konum vardır. Bazı eleştirmenler feminizmi ve feminist eleştiriyi tekilliği, farklılığı, bireyselliği ön plana çıkaran postmodernist anlatının dayanak noktası veya başlangıç noktası olarak gördüklerini bile itiraf ederler. Rita Felski’ye göre: “Kadın hareketinin etkilerinden biri de sanatı yeniden politize etmesidir. Modernist estetik ve formalist eleştirinin, sanatsal değeri siyasetten soyutlaması ideolojik çıkarlar doğrultusundadır. Feminizm, direniş odaklarının, büyük ütopyalar yerine gündelik yaşamın sanat da dahil, her alana yayılmasıyla modernist sanatın izin vermediği bir siyasallaşmayı olanaklı kılabilir. ”
Griselda Pollock’a göre: “Feminizm bir öz değil, birtakım konumlar; doğma değil, eleştirel bir uygulama; kadınlar adına konuşulan bir platform değil, devingen ve kendini eleştiren bir yanıt ve müdahaledir. Bu bağlamda kelimenin kendisi sürekli yapıbozuma uğratılmalıdır. ’’
Rosi Braıdotti, Feminist Postmodernizmin Eleştirel Bir Kartografyası adlı makalesinde toplumsal cinsiyet ilişkilerinde, post-feminist dalganın yerini yeni postfeminist neo-liberalist dalgaya bıraktığını söylemiştir. Braıdotti’ye göre bu yeni dalga tarihselliğin bir çeşididir. Çünkü feminist soy kütüğünü de reddeden neo-liberalist yeni dalga, etnosantrik bir tavır izleyerek kadınların arasındaki bağı hiçe sayar. Ekonomik güç birinci plandadır. Güç ve iktidar sahibi olan kadınlar feminizmin kahramanlan gibi lanse edilirler. Günümüzde feminizmin geldiği nokta, daha önce post-feminist eleştiri ve görüşlerin içeriğinden de anlaşılabileceği gibi, çokuluslu kapitalizmin bireyselliğe, tekilliğe, farklılıklara önem veren kültürel izleriyle paralellik sergiler. İdeolojilerin Sonu savını doğrularcasına feminist eleştiri kendi varoluş sebeplerini inkar içindedir. Yıllar boyu kadının siyasi erk sahibi olamadığı için edinilmiş cinsiyet sahibi olabildiği gerçeğini değiştirebilmek için mücadele veren feminist akım, güç sahibi, vizyon sahibi kadınlan feminist kahramanlar gibi vitrine sürerek siyasi erki, parayı, etnosantrik üstünlüğü üst plana koyarak kendi varoluş sebebini inkar yoluna gider. Yeni post-feminist dalga kadın dayanışması ve kız kardeşlik söylemlerine meydan okuyup, her kadının farklı ve tikel oluşuna vurgu yapıp, kadınları farklı özlere bölerek belki de bir başka kadın trajedisi örneği sergilemektedir. Kadının her ne sebepten olursa olsun yaşadığı travma, sanat alanında türlü dil olanakları ile yansıtılmaya çalışılmıştır.[30] Konunun başında 1971’de yayınlanan Linda Nochlin’in “NEDEN HİÇ BÜYÜK KADIN SANATÇI YOK?” adlı makalesinden bahsetmiştik. Bu makalesiyle Nochlin, bu soruyu yanıtlarken şunu vurgular:
“Sanat üstün güçlerle donanmış bir bireyin kendinden önceki sanatçılardan ve daha belirsiz, daha yüzeysel bir biçimde de toplumsal koşullardan etkilenerek ortaya koyduğu özgür ve özerk bir etkinlik değildir. Sanat yapmanın koşulları belli bir toplumsal çevrede gelişir, bu toplumsal yapının ayrılmaz bir parçasıdır ve ister sanat akademileri, ister himaye sistemleri, ister ölümsüz yaratıcı, üstün sanatçı-insan ya da toplum dışı ilan edilen yalnız yaratıcı efsaneleri olsun, özgül ve tanımlanabilir toplumsal kurumların dolayımından geçer ve belirlenir. ”[31]
“Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. ”[32]
Kadın sanatının ikincil konumuna yapılan önemli ve yerinde protesto gösterisi 1985 yılında “Gorilla Kızlar” adı verilen bir grup kadın tarafından yapılmıştır. 1985 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde “Uluslar arası Resim ve Heykel Sergisi” açıldığında, etkinliği düzenleyenler talihsiz açıklamalar yapmışlardır. Sergiyi düzenleyenler kendisinden öyle emindiler ki, “buraya alınmayan ressam kariyerini yeniden gözden geçirmeli” gibi talihsiz açıklamalar yapmışlardır. Sergiye toplam 169 sanatçıya yer verildiğini düşünürsek, kariyerini gözden geçirmesi gereken sanatçı sayısı oldukça fazladır. Sergide toplam on üç kadın sanatçıya ver verilmiş, durum böyle olunca da bu tartışmalar, feminist sanatçılar içerisinde de yoğun bir şekilde gerçekleşti. Serginin sanatsal boyutundan ziyade, cinsiyet ayrımı ve diğer sanatçıları dışlamasıyla gündeme yerleşti. Serginin açılışını takip eden günlerde Gorilla Kızlar, New York sokaklarına “KADINLARIN METROPOLİTAN MÜZESİNE GİRMELERİ İÇİN İLLA DA ÇIPLAK OLMALARI MI GEREKİYOR?” başlığı ile afişler asmışlardır. Yazının altına ise, Ingres’in ünlü “ODALIK” resmindeki çıplak kadın figürü yerleştirilmiştir. Figür üzerinde bazı değişiklikler yapılarak baş kısmına bir goril kafası yerleştirilmiş, eline de bir yelpaze verilmiştir. Bu goril kafası, Gorilla Kızların simgesi olan ve asla kafalarından çıkarmadıkları goril maskesinin yerine kullanılmıştır. Bu betimlemeyle Gorilla Kızlar, Ingres’in figürünün yerine kendilerinin bir temsilini yerleştirmişlerdir. Resmin hemen yanında ve soru başlığının altında devam eden metine göre, müzeye katılan sanatçıların sadece yüzde üçü kadın iken, sergilenen resimlerdeki çıplak figür oranı yüzde seksen üçtür. Posterin en alt kısmında ise “Sanat Dünyasının Vicdanı” olarak kendilerini lanse eden “Gorilla Kızlar” yazısı bulunmaktadır.
Aslında bu protestonun kökeni, atölye ortamında sanatın yürütülmesinden beri model olarak çıplak kadınların kullanılmaya başlandığı zamana kadar inmektedir. Çünkü 1890’lara kadar bir ressamın usta olarak görülebilmesi için akademilere girip buralarda çalışması gerekiyordu. Fakat atölyelerde çıplak kadın olmasına rağmen atölyelere kadın sanatçılar alınmıyordu. Bu akademilerin atölyelerinde çalışmak erkek sanatçılara tanınan bir ayrıcalıktı. Gorilla Kızların vurgulamak istedikleri nokta tam da bu duruma denk düşmektedir. Bir sanat müzesine girebilmek kadın sanatçı olmayla değil de, çıplak bir model olmayla gerçekleşmekteydi. Gorilla Kızlar, 1985 yılında kurulduklarında kendi adlarını gizleyerek, ölmüş kadın sanatçıların isimlerini kullanmışladır. Dışarıda halk arasında gösteriler yaparken kendi kimlikleri tanınmasın diye kafalarına goril maskesi takmışlardır. Böyle giyinmekteki amaçları ise, kendi kimliklerinden ziyade isimlerini kullandıkları sanatçıları ön plana çıkarmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Amaçlarına fazlasıyla ulaşan bu sanatçılar, kimliklerini öğrenmek isteyen basından kendilerini saklamayı bilmişler ve sürekli anonim kalmışlardır. Başlarında goril maskesinin haricinde sürekli olarak frapan giysiler içerisinde topuklu ayakkabılar ve file çoraplarla gezmişlerdir. Kurulduktan sonra 1989 yılında yayınladıkları bir listeye göre kadın sanatçı olmanın avantajları şöyle idi:
                   Başarı baskısı olmadan çalışmak,
                   Erkeklerle aynı gösteriler içerisinde bulunmak zorunda olmamak,
                   Seksen yaşınızda kariyerinizin zirvesinde olacağınızı bilmek,
                   Yaptığınız iş her ne olursa olsun kadınsı bir etki bırakmak,
                    Kadrolu bir öğrenci pozisyonunda sıkışıp kalmamak,
                   Erkek arkadaşınız sizi daha genç bir kadın için terk ettiğinde çalışmak için daha fazla zamana sahip olmak,
                   Fikirlerinizin bir başkasının çalışması üzerindeki etkilerini görmek,
                   Annelik ve kariyer yapma arasında seçim yapma fırsatına sahip olmak,
                   İtalyan takım elbiseleri içerisinde ya da kocaman puroları içerek, boğulmak zorunda kalmamak,
                   Sanat Tarihi’ni tekrar gözden geçirmek,
                   Yetenek ya da bir deha olarak adlandırılmanın sıkıntılarına maruz kalmamak,
                   Sanat dergilerinde goril kıyafetleri içerisinde fotoğraflara sahip olmak.[33]
Southern Califomia Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat ve toplumsal cinsiyet çalışmaları konusunda uzmanlaşmış profesör Gloria Orenstein, 1970’lerden beri feministlerin öncülerinden Frida Kahlo’nun sanatıyla ilgilenmiştir. Yazar Orenstein, Kahlo’nun yenilikçi sanat anlayışına dikkat çeker. Kan imgesini, büyük bir cesaretle resimlerine yansıtan ilk kadın sanatçılardan olduğunu söyler. Kadın bedeni ile Kahlo’nun özellikle 1930’lardan itibaren gösterdiği sanatında derin bağlantılara işaret eder. Orenstein’e göre Kahlo, genel olarak kadınların durumunu ifade etmek için kendi bedenini kullandı. Aynı zamanda Kahlo, onun için ilklerin ressamı. Gerek tarzı, gerek sanat anlayışı açısından. Örneğin saçlarında mor rengi kullanması Frida Kahlo’ya özgü bir durumdur onun için. Meksika kültüründe ataerkil bir toplum yapısı vardı. Frida Kahlo, bu toplum yapısına karşı kadınların sesi olan güçlü bir mesaj olmuştu. Hala günümüzde de kadınların simgesi olarak anılıyor Frida Kahlo.
1970’lerden sonra Feminist dalga dünyada yankı bulmaya başlamıştı. Feminist yazarlar, sanatçılar, sanat eleştirmenleri birçok çalışma yaptı. Feminist kadın ressamlar böylelikle dikkat çekmeye başladı. Aslında Frida Kahlo’nun dünya çapındaki ününde bu etkenlerin rolünün büyük olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat bir konuya dikkat çekmek gerekir ki gerek Amerikalı sanatçılar gerek Avrupalı sanatçılar kadının toplumda ve sanattaki önemine, kadının dışlanmasına, cinsiyet ayrımcılığına karşı başlattıkları bu ekolü Frida Kahlo 1940’h yıllarda çoktan başarmıştır. Sadece Meksika’nın değil, mücadeleci ruhu benimsemiş bütün kadınların simgesidir. Acılara, hastalıklara, hayal kırıklıklarına karşı gösterdiği direniş hayranlık vericidir. Frida’yı Frida yapan hayatındaki kötü gidişlerdir. Bu kötü gidişlerin sonunda ise onu dünyaca ünlü ressam yapan oto-portreleri oluşmuş kendini Meksika’nın en ünlü ressamı yapmıştır. Hakkında çeşitli makaleler, tezler, filmler yazılıp çizilmiştir. Birçok ülkede sergisi yapıldı. Frida Kahlo ekolü hala devam ediyor. Onu yakından tanımanın bir yolu da doğduğu ev bugün Frida Kahlo Müzesi.

Bir ressamın yapıtları, yaşamından ayrı tutulamaz. Frida Kahlo’nun yapıtı, yaşamının aynasıdır adeta. Toplumların, insanların ve onlarla bağlantılı olarak sanatların başka ufuklara açılma farklı ve daha aydın dünyalar kurma özlemini yansıttığı sancılı dönemin en çarpıcı kişiliklerinden biridir. İsyanla aşkı, acıyla direnci ve olağanüstü bir duyarlılıkla yaşama bağlı dev bir ressamdır.
Kahlo’nun yaşadığı trajik hayat öyküsü onu kendisiyle kalmaya itmiş; yalnızlığını, acılarını resimlerine dökmüştür. Bu acılardan büyük bir portre uzmanı bir ressam doğmuştur. Yapıtlarında daha çok bireysel değerleri benimsemiş, duygularını anlatmıştır. Arkadaşı Andre Breton’a söylemiş olduğu gibi “ kendi gerçeğini” yansıtmıştır. Çektiği acılar resimlerinde şiire dönüşmüştür. Bireysel değerlerin içinde köklerine, yerel geleneklerine ve mirasına da özen gösterip sahip çıkmıştır. Kendisine yakıştırılan hiçbir etiketi kabul etmemiştir. Özgün ve özgür bir ressam olarak kalmıştır. Eşi komünist ressam Diego Rivera, Kahlo’nun hem kişiliğinde hem de sanatında büyük önem taşımıştır.
Araştırmada Frida Kahlo’nun doğduğu topraklarda büyük bir ses getiren Meksika Devriminin bir özetinden başlanarak devrimle gelişen Meksika Resim Sanatı’nın özelliklerine, ilk akla gelen ressamlara yer verilmiştir. MeksikalI ressamlarının halkıyla iç içe yaşayıp gelişen sanat anlayışına bağlı oldukları görülmektedir.
Frida Kahlo’nun eserelerini anlamak için hayatını okuyup, incelemek gerektiğinden doğumdan başlanarak yaşamı, ailesi, hastalıkları, aşkları, ilk resim çalışmalarının nasıl başladığı gibi konular detaylarıyla verilmiştir. Dördüncü bölümde ele alman kadın resimlerinin çoğunu sanatçının oto-portreleri oluşturmaktadır. Bu portrelerin genelinde yalnızlığın, hüznün havası hissedilir.
Kahlo ‘nun ilk porteleri sonraki yıllarda yaptığı otoportlerinden biraz farklıdır. Kadife Elbiseli Otoporte adlı çalışmasında olduğu gibi. Yaptığı ilk portre çalışmasıdır. Ellerin, boyunun normalinden uzun oluşu onun daha tam bir profesyonel olmadığını henüz daha gerçek Kahlo’yu yakalayamadığını görmekteyiz. Bu çalışması İtalyan ressam Modigliani’nin portreleri ile karşılaştırılmıştır.
1931 yılındaki evlilik portresi ile evliliğindeki olayları tuvaline kaydetmeye başlamıştır. Büyük aşkı Rivera, mecazi anlamda örneğin yanağındaki gözyaşlarıyla çeşitli portrelerde yer almıştır. Frida ve Diego Rivera (1931), Bir Tehuana’nın Oto-Portresi (1943), Diego ve Ben (1949) gibi resimlerinde Diego Rivera’ya duyduğu büyük aşkı sergilemiş olduğu görülmüştür.
Çocuklara karşı büyük bir sevgi besleyen Kahlo’nun dört adet çocuk portresine yer verilmiştir. Çocuk portrelerinde de oldukça başarılıdır. Bu resimlerde bile kendi tarzını yansıttığı görülmüştür. Virginia’nın Portresi (1929), Lucha Mariana’nın Portresi (1942), Lupita Morillo Safa’nın Portresi (1944), Mariana Morillo Safa’nın Portresi (1944) ele alman çocuk portreleridir.
Çevresindeki kadınların resimlerini de yapmayı ihmal etmemiştir. Bu kadınlar bazen Meksika’da yaşayan yerli halktan biri bazen yakın bir arkadaşıdır. Aynı zamanda sipariş üzerine de yaptığı çalışmalan olmuştur. İki Kadın (1929), Beyaz Kadın Portresi (1930), Eva Frederick’in Portresi (1931), Dorothy Hale’nin İntihan (1938), Marucha Lavin’in Portresi (1942), Natashe Gelman’ın Portresi (1943), Dona Rosita Morillo’nun portresi (1944) resimleri bu gruba örnek olarak gösterilebilir.
Kimi sanat eleştirmenlerine göre sürrealist bir ressam olarak kabul gören Frida Kahlo, hiçbir zaman bunu kabul etmemiştir. Fakat Suyun Bana Verdiği (1938), Yaralı Geyik (1946) gibi resimlerinde sürrealist ressamların çalışmalannda sıkça rastladığımız bazı sembollerin olduğu görülmüştür.
Kahlo’nun resimleri incelendiğinde doğaya karşı da büyük bir ilgisinin olduğu anlaşılmaktadır. Maymunlar, papağanlar, geyikler, bitkiler, çiçekler resimlerinde geniş yer bulmuştur. Büyük bir hayvan sevgisi vardır. Yalnızlığını evcil hayvanlarıyla paylaşmıştır. Bazı oto-portrelerinde bu hayvanlan ona arkadaşlık etmektedir. Fulang Chang ve Ben (1937), Ben ve Escuincle Köpek (1938), Maymunlu Otoportre (1938), Dikenli Çalılıktan Gerdanlı Otoportre (1940) bu gruba örnek resimlerdir.
Siyasi kimliğini yansıtan resimleri de çalışmamızda incelenmiştir. Bunlara örnek Meksika ve ABD Sınırında Otoportre (1932), Marksizim Hastalara Sağlık Verecek (1954) adlı resimleridir.
Sonuç olarak Kahlo’nun resimlerinden çıkarttığımız sonuçlar, anlamlar onun kendi vizyonudur. Resimlerinde yaşamının kopyası değil aksine yaşadıklarını sergilemiştir. Bu onun karakteristlik özelliğidir. Acılarını saklamayan güçlü bir kadın imajı vardır resimlerinde. Kadınlar için, sosyalistler için sarsılmaz, büyüleyici bir ikondur o. Sanat Tarihi’nde oto- portrelerinde gösterdiği başarısı ve hayatını yansıttığı eserleriyle diğer kadın ressamlardan da ayrı bir tarzda olduğu çalışmada ortaya konulmuştur.
Yaşadığı yıllarda her ne kadar Diego Rivera’nın eşi olarak şöhret bulsa da bugün dünyaca tanınan bir ressam olarak adından söz ettirmektedir. Doğduğu ev Frida Kahlo Müzesi olarak 1958 yılında açılmıştır. Yaşadığı süre içerisinde de olduğu gibi ziyarete açıktır. Rivera bu evi, Frida Kahlo’nun anısını devam ettirmek için Meksika halkına bağışlamıştır.
Deleware Sanat Müzesi 2 Şubat 2008 tarihinde “Nickholas Muray’ın Objektifinden Frida Kahlo” sergisine ev sahipliği yaptı. Frida Kahlo’nun elli fotoğrafından sergi müzenin bünyesindeki Brock J. Vinton Galerisi’ne sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Derin kişisel anlamlarla yüklü eserlerindeki zengin renk kullanımı ile tanınan Frida Kahlo sıkça kendi eserlerinin konusu olduğu gibi başka sanatçıların eserlerinin de konusu olmuştur. Sergideki fotoğraflar 1937 ile 1941 yılları arasında Macar asıllı Amerikan fotoğraf sanatçısı Nickolas Muray tarafından çekilen fotoğraflarından oluşmaktadır.
1920 ile 1940 yılları arasında 10.000’den fazla portre çeken sanatçının en önemli çalışması 1938 tarihli Frida Kahlo portresi olarak kabul edilir. Kahlo’nun New York’u ziyareti sırasında çekilen bu fotoğraf Muray’ın en çok tanınan ve sevilen eseri olmuştur. İkilinin iniş çıkışlarla dolu ve uzun bir zaman dilimine yayılan ilişkilerini belgeleyen portre fotoğrafları Frida Kahlo Müzesi, George Eastman Evi, Smithsonian Ulusal Fotoğraf Galerisi ve Metropolitan Sanat Müzesi’nden bu sergi için ödünç alman eserler kullanılmıştır.
Frida Kahlo en bitkin zamanlarında bile özenle yaptığı makyajı ve en ağır zamanlarında hasta yatağında bile gösterişli takılarından vazgeçmemiştir. Bu yönü ile modacıları da etkilemeyi başarmıştır. Gerçeküstücülerin sergisine katıldığı yıl (1939) “Madam Rivera Elbisesi” yaratılmış ve takıları tanıtılmıştır. 1993 yılında Frida Kahlo’nun yaşamından etkilenip takıları hakkında araştırmalar yapan ve aynı zamanda takı tasarımcısı olan Ayşe Ünaydın, İstanbul’da “Frida’nın Takıları” adlı bir sergi açmıştır.
Frida Kahlo’nun hayatı ve sanatı sanatçılar, akademisyenler, koleksiyoncular, popüler basın tarafından geniş yankı bulmuştur. 1996 yılından itibaren 135’den fazla kitap, sergi katalogları, kitap bölümleri, bilimsel denemeler, popüler dergi makaleleri, gazete hikayeleri, master, doktora tezleri gibi bir dizi çalışmalar yapılmıştır. 2002 yapımı adını taşıyan ve hayat hikayesini anlatan bir film yapılmıştır. Kahlo’nun sanatçı ve devrimci kişiliğinden çok cinsel tercihlerini ve özel hayatını öne çıkardığı için film eleştirilmiştir. 2005 yılında hayatını konu alan “ The Life and Times of Frida Kahlo” adlı bir belgesel film çekilmiştir. Son olarak Givenchy moda markası 2011-2012 koleksiyonunda sanatçının yerel elbiselerinden ve saç stilinden ilham alan bir koleksiyon hazırlamıştır.
Türkiye’de MeksikalI koleksiyoner çift Jacques ve Natasha Gelman’ın geniş koleksiyonunda yer alan Frida Kahlo’nun oto-portreleri Pera Müzesinde ilk kez sergilenmiştir. Sergide Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın toplam 42 eseri sanatseverlerle buluşmuştur. Eserlerin çoğu Gelman’lann hayattayken satın aldıkları, bir kısmı ise Jack ve Natasha Gelman’mn ölümünden sonra Vergel Vakfı tarafından satın alınarak koleksiyona kazandırılmış eserlerdir. Dr. Helga Prignitz Poda, Meksika sanatı ve Frida Kahlo ile ilgili çalışmalar yapmış ve sergi için “Diego Rivera ve Frida Kahlo’nun Çelişkili Sanatı” adıyla bir konferans vermiştir. Aynı zamanda Poda, Berlin ve Viyana’da düzenlenen Frida Kahlo Retrospektifı’nin de küratörlüğünü yapmış bir isimdir.
Pera Müzesi “Frida Kahlo ve Diego Rivera” adlı bir katalog yayınlamıştır. Katalogda Berlin ve Viyana’da düzenlenen ve 2010 yılına damgasını vuran Frida Kahlo Retrospektifı’nin en gözde Kahlo yapıtlarının yanı sıra Diego Rivera’nın tuvalleri de yer almaktadır.
Kaynak: Didar ÇOKATAK, Frida Kahlo’nun Resminde Kadın Olgusu, T.C. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Edirne 2014


Diego Rivera’ma..
Seni sevmeye başlayalı çok uzun zaman oldu. Küçük bir kız çocuğu idim, seni sevmeye başladığımda. Şimdi ise bedeni çürümeye başlayan yaşlı bir kadınım. Bütün bedenler çürüyor aslında Diego’m. Eskiyor bütün bedenler. Ama acı çeken yüreği var ise bir bedenin, daha hızlı çürüyor o beden. Benim acı çeken bir yüreğim var Diego. Seni sevmeye başladığım o günden beri, acı çeken bir yüreğim var. Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Diego…
Ben de seni anlamak istedim. Tüm hayatımı, hayatımın her bir zerresini seni anlamaya adadım. Sen nereye gittiysen, ben de gittim. Sen neye güldüysen ona güldüm. Sen kimi sevdiysen onu sevdim. Hangi kadınla seviştiysen o kadınla seviştim. Bende bulamadığın ve başka kadınlarda aradığın şeyi keşfetmek için, senin öptüğün kadınları öptüm.
Dokunduğun kadınlara dokundum… Senin sevmediklerini de sevdim ben Diego. Neden sevmediğini anlamak için, onları… sevdim !!! Ya da sevmeye çalıştım… İçimdeki, sana dair olan öfkeyi dindirmek için yaptım belki.
Öfkem dinmedi Diego. Her defasında körkütük aşık olarak, sana döndüm. Ya da aslında senden hiç gitmemiştim.
Seninle Amerika’ya gelmemi istediğinde, benim olduğunu sandım. En büyük yanılgım oldu bu belki de. Sen ne benim ne de başka bir kadının olamazdın. Kimseye ait olamazdın sen ! Ruhun buna izin vermezdi. Oysa ki ben, sana ait oldum hep. Yattığım tüm adamlar ile sana ait olarak yattım Diego. Acı çekerek seviştim onlarla…
Bir tek senin çocuğunu doğurmak istedim. Ah Diego’m.. Bu paramparça rahmimden nefret ettim, bebeğimizi tutamayınca. Söküp atmak istedim rahmimi. Sana çocuk doğurmayı beceremeyen bir organı taşımak yük oldu bana.
Kanlar içinde kaldığımda beyaz çarşaflar üzerinde, bana nasıl acıyarak baktığını gördüm. Nasıl korktuğunu, ölmemden. Sırf bundan ölmedim ben diegom. sen acı çekme diye. ve beni terk ettiğinde, o kanlar içinde kaldığım günkü acı dolu bakışlarına sığınarak, acılı mektuplar yazdım sana. Çaresizlik kokan, kadınlık onurumu ayaklar altına aldığım mektuplar yazdım. Bana acı ve geri dön istedim. Buna bile razıydım sevgilim.
Senin çirkin olduğunu söyleyen annemden nefret ettim. Sana benim gibi bakamayan herkesten. Senin güzelliğini görememelerini anlayamadım hiç… Kurbağa sevgilim, Diego’m… Bana dünyanın en büyük acısını yaşattın sen. Gün be gün öldüm seni sevmeye başladığım ilk andan itibaren. Ama sevgilim, bir daha gelseydim dünyaya yine seni severdim… Canlı canlı çürüyeceğimi bilerek!
“Diego’ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı, çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok çok şişman Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929’da evlendik. Diego’ya; ‘Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum’ diyen babam dışında düğüne kimse gelmedi.”
**
Diego.
Gerçek, öyle büyük ki, ne konuşmak ne uyumak ne dinlemek ne sevmek istiyorum. Kendimi tuzağa düşmüş hissetmek, hiç kan korkusu olmadan, zamanın ve büyünün dışında, senin kendi korkunun ve büyük ıstırabının içinde, ve kalbinin atışında. Tüm bu deliliği senden isteseydim, biliyorum sessizliğinde sadece karmaşa olurdu. Bu saçmalıkta senden şiddet istiyorum ve sen, sen bana incelik veriyorsun, ışığını ve sıcaklığını.
Seni resmetmek isterim, ama bu şaşkınlığım içerisinde, hiç renk yok çünkü çok renk var, büyük aşkımın somut hali.
F.
**
Diego:
Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın-yeşili gibi değil. Vücudum günlerdir seninle dolu. Sen gecenin aynasısın. Şiddetli bir şimşek çakışı. Toprağın nemi. Koltuk altlarının oyuğu benim sığınağım. Parmaklarım kanına değiyor. Tüm sevincim çiçek-çeşmenden fışkıran hayatı hissetmek ve sana ait tüm sinir yollarımı bununla doldurmak.
Rengi giyen kadın.
1922 yılından beri.
Hep ve daima. Şimdi 1944’te. Yaşanan tüm saatlerden sonra. Vektörler asıl yönlerinde devam ediyor. Hiçbir şey onları durdurmuyor. Canlı histen başka bir bilgileri yok. Tek istedikleri bir yerde buluşana kadar devam etmek. Yavaşça. Büyük bir huzursuzlukla, ama “altın parçanın” her şeye kılavuzluk ettiğine dair güvenle.
Hücresel bir diziliş var. Hareket var. Işık var. Tüm merkezler aynı. Budalalık diye bir şey yok. Her zaman olduğumuz ve olacağımız gibiyiz. Aptal kadere bel bağlamıyorum.
Diego’m:
Gecenin aynası. Gözlerin tenimde yeşil kılıçlar. Ellerimizin arasında dalgalar. Tamamın seslerle dolu bir boşlukta – gölgede ve ışıkta. Sana rengi yakalayan OKZOKROM dediler. Bana KROMOFOR – renk veren. Sen sayıların tüm kombinasyonlarısın. Hayat. Dileğim çizgileri şekilleri tonları hareketi anlamak. Sen gerçekleştiriyorsun ve ben alıyorum. Sözün boşlukta seyahat edip benim yıldızlarım olan hücrelerime ulaşıyor, sonra senin hücrelerine gidiyor ki onlar da benim ışığım.
Yıllardır vücutlarımızda hapis kalan susuzluktu bu. Rüyalarımızın dudaklarından ayrı söyleyemediğimiz zincirli sözcükler. Her şey vücudunun düzlüğünün yeşil mucizeleri etrafında dizilmişti. Bedeninin üzerindeki dokunuşumu, derelerin fısıltılarını çiçeklerin kirpikleri karşıladı. Dudaklarının suyunda her çeşit meyve vardı, narın kanı, saf ananas ve mammee elmasının ufukları.
Seni göğsüme bastırdım ve vücudunun mucizesi parmak uçlarımdan bütün bedenime işledi. Meşe özünün kokusu, cevizin hatırası, kül ağacının yeşil nefesi. Ufuk ve tarlalar, onları öpücüklerle takip ettim. Sözlerin kayıtsızlığı kapalı gözlerimizin bakışlarını anlatmak için bir lisana dönüşecek. Sen elle tutulamaz biçimde buradasın, odamın biçimine sıkıştırdığım bütün evren, sensin. Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın ışığını titretiyor, aynadan nefesini duyuyorum.
Senden ellerime doğru bütün vücudunu okşuyorum, bir an seninleyim, bir an kendimle. Damarlarımdaki kan, kalbimden seninkine uzanan hava kanallarından akan mucize. Vücudumun düzlüğünün yemyeşil mucizesi seninkinde doğanın tamamına dönüşüyor. Yuvarlak tepeleri parmak uçlarımla okşamak için hepsinin arasından uçuyorum, ellerim gölgeli yarıklara dalıyor, nazik dalların kucaklamasına bırakıyorum kendimi, yemyeşil ve serin.
Bütün dünyanın cinsiyetine giriyorum, sıcaklığı beni yakıyor ve vücudum yapraklarının tazeliğine dolanıyor. Yaprakların buğusu yepyeni bir sevgilinin teri gibi. Aşk, şefkat ya da ilgi değil bu, hayatın ta kendisi, benim hayatım, senin ellerinde, göğüslerinde ve ayında gördüğüm, bulduğum şey. Ağzımda senin dudaklarından kalan badem tadı var. Dünyalarımız hiç dışarı çıkmadı. Bir dağın içini ancak başka bir dağ bilebilir.
Varlığın bir anlığına havada uçuşuyor, sanki bütün varlığımı sabırsız bir sabahı bekleyişe mahkum eder gibi,o an farkediyorum ki seninleyim. O anda, bütün duyumların içinde, ellerim portakalların içine dalıyor ve vücudum sanki senin kollarına sarılıymış gibi hissediyorum.
Diego’m için.
Dünyalara sessizce hayat verenim, en önemlisi yanılsama olmaması. Gün doğumları, dost kırmızılar, büyük maviler, yaprak dolu eller, gürültücü kuşlar, saçta parmaklar, güvercin yuvaları, insanın mücadelesine dair ender bir kavrayış, saçma şarkının basitliği, kalbimdeki rüzgarın budalalığı = uyak yapma kızım = antik Meksika’nın tatlı çikolatası, ağızdan gelen kanda kopan fırtına – kasılma, alamet, kahkaha ve incinin saf dişten iğneleri, Temmuzun yedisinde bir hediye, istiyorum, alıyorum, şarkı söylüyorum, söyledim, bundan böyle bizim büyümüzün şarkısını söyleyeceğim – aşkımızı.
**
Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.
Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin
olacak olsam bile düşücelerini açıkca söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.
Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmeyeceğini anladığım zaman vazgeçtim.
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgectim.
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden sen oldugun için vazgeçtim.
BENCİL OLDUĞUN İÇİN VAZGEÇTİM!!
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi. Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.
Frida Kahlo
**
Bir erkek vazgeçmek istiyorsa tek bir neden yeterlidir ama biz
kadınlar sevgimiz için mücadele ederiz, çünkü biz kadınlar elimizdekiyle yetinmesini ve mutlu olmasını biliriz.
Eğer sizin için mücadele edecek, sizi bir kadinin hak ettigi değerle süsleyecek, sizi hayatına dahil  edebilecek ve
gözlerinizin içine bakıp SENİ SEVİYORUM diyebilecek bir erkeğiniz varsa dünyanın en şanslı kadınısınızdır demektir..
Frida Kahlo

Çıkış yolunun Güzel Olacagını Ve Asla Geri dönmeyecegimi Umarım.
  • Rüyaları asla resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi.




[1]         RobertP. Millon, Zapata, Sosyalist Yayınlar, İstanbul 1994, s. 6-7.
[2]         Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı, Bayraklar Yayınevi, Ankara 1950, s. 41.
[3]         www.marksist.org
[4]         JonLee Anderson, Che Guevara Devrimci Bir Hayat, İthaki Yayınlan, İstanbul 2005, s. 163-164.
[5]         Bilge Bingöl,” Sanat Özgürlüğü”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, l.sayı 2011, s. 97.
[6]         Nurşen Görşen, “Toplumsal Konumun Sanat Üzerindeki Etkisi”,Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, l.sayı 2011, s. 96.
[7]         Kubilay Akman, “Meksikamn Yaşayan Modem Sanatı”, İzinsiz Gösteri Dergisi, Kasım 2006, s. 109.
[8] Jose Luıs-Diaz Ortege, "Fenomenologia del Dolar En Frida Kahlo ”, Ciencias Universidad Ncional Autonoma, Mexico 2008, s. 13.
[9] Hayden Herrera, Frida, Bilgi Yayınevi, Ankara 2003, s. 17.
[10]       Rauda Jamıs, Aşk ve Acı, Everest Yayınlan, İstanbul 2002, s. 21-22.
[11]       Chnstına Burrus, Frida Kahlo. Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul 2011, s. 12.
[12]       Hay den Herrera, a.g.k. , s. 20.
[13]       Özcan Erdoğan, Dahiler ve Aşkları, İkaros Yayınevi, İstanbul 2010, s. 400-412.
[14]       Gamze Yıldınm, “Devrimin Kırlangıç Kaşlı Asi Kadım Frida “, Divriği Kültür Sanat ve Politika Dergisi, Sayı
[15]       Sheila Wood Foard,” Diego Rivera”, The Great Hıspanıc Heritage, Chelsea House Publishers, Philadelphia 2003, s. 6-7.
[16]       Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, Cilt II, Yapı Endüstri Merkezi Yayınlan, s. 1562.
[17] Yaman Kayıhan, “Frida Kahlo Metafor Galeri, Şubat 2002, s. 8.
[18]       Hayden Herrera, a.g.k., s. 167.
[19]       Ahu Antmen, 20.Yüzyıl Batı Sanatından Akımlar, Sel Yayıncılık, İstanbul 2010, s. 133-137.
[20]       Hayden Herrare, a.g.k., s. 294.
[21] Ece Yelkencioğlu, “Frida Kahlo”, Elektrik Mühendisleri Odası Genç Kültür Sanat Bülteni, Sayı 13, Nisan 2009, s. 20-21.
[22]       Neslihan Munaroğhı, "Kaos ve Beklenti”, Kargamecmua Sanat ve Yaşam Kültürü Dergisi, Ocak 2013, s. 20.
[23]       Firdevs Gümüşoğlu, “Frida Kahlo”, Bilim ve Ütopya Dergisi, Ocak 2001, s. 68-69.
[24]       Pınar Partanaz, Resim Sanatında 19.yüz yılın Sonundan Günümüze Portre, (Mimar Sinan Güzel Sanat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) İstanbul 2007, s. 45.
3‘ Metis Tanık, “Frida Kahlo: Aynadan Tuvale Aktanlan Sessiz Çığlık”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, İstanbul 2011, Sayı 56, s. 181.
[26]       Hülya Tufan, “Frida”, Cumhuriyet Dergi, Ankara 1994, Sayı 434, s. 2.
[27]       Tanya Barson, “Tıbbı Bir İnceleme Alanı Olarak Frida’mn Bedeni”, P Dünya Sanatı Dergisi, Sayı 42, s. 80- 87.
[28]       Hülya Demir, “Biz Frida’yı Çok Sevdik”, Kadın Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1995, Sayı 3, s. 47.
[29]       Dr. Kibar Evren -Bolat Aydoğan, “Sanat Tarihi’nden İki Kadın Portresi, Frida Kahlo ve Hale Asafİnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi, Özel Sayı Cilt I, Malatya 2010, s. 239.
[30]       Atiye Güner, “20. Yüzyıldan Günümüze Kadın Sanatçılann Yaşam ve Yapıtlannda Görülen Trajedi Melankoli İlişkisi”, (Mersin Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Resim Ana Sanat Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Mersin 2010, s.66.
[31]       Ahu Antmen, Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, İletişim Yayınevi, İstanbul 2010, s. 14.
[32]       JohnBerger, Görme Biçimleri, Metis Yayıncılık, İstanbul 1986, s. 46.
[33]       Fatma Deniz Korkmaz, Eleştiri Kuramı Olarak Feminizim ve Sanata Yansımaları: Feminist Sanat, (Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Resim Ana Sanat Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Erzurum 2006, s. 53-54.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar