FRIDA KAHLO’DA KADIN VE RESMİ
Hzl: Didar
ÇOKATAK
“Kadın öyle bir konudur ki, onu ne
kadar incelersen incele her zaman yepyenidir.” Tolstoy’un
bu tespiti kadın her an canlı kalan, kendine özgü bir coğrafyasının olduğunu
özetler. Kadının en temel özelliği üretken oluşudur.
Aztek mitolojisinden günümüze ulaşan Llorona isimli Meksika söylencesi bir
çılgınlık anında çocuklarını öldüren, hatasını fark edip intihar eden ancak
ruhu sonsuza kadar ağlayarak çocuklarını aramaya mahkum edilen acılar içindeki
hayalet kadını anlatır.
Söylence Meksika halk şarkılarına da konu olmuş ve özellikle Chavela
Vargas’ın sesinden İspanyolca ağlayan anlamına gelen “La Lloroma” adıyla
tanınmıştır. Benzer bir söylence Yunan mitolojisinde de vardır. Euripides’in
Bakhalar adlı trajesinde Kadmos ve Harmonia’nın dört kızından biri olan Agave,
Thebai kralı olan oğlu Pentheus’u öldürür. Dionysos’un annesi Semele ile
Zeus’un aşkı hakkında dedikodu yaptığı ve bu dedikodu Hera’nın kulağına gittiği
için Dionysos tarafından çılgına çevrilen Agave içtiği ilacın etkisiyle oğlunu
vahşi hayvan sanarak öldürdüğünü anlar ve kalan ömrünü acılar içinde ağlayarak
geçirir. Acılı anne Ageve’nin adı günümüzde Meksika ile özdeşleşmiş Tequila
adlı içkinin üretildiği yabani bir kaktüs türünde yaşamaktadır. Agave adlı bu
bitki sabırla büyür ve ömrünün son yıllarında boy atar. Çiçek açtıktan kısa bir
sonra da ölür.
İşte MeksikalI ressam Frida Kahlo’nun hayatı da Aztek mitolojisindeki
Llorona, Yunan mitolojisindeki Agave veya sabır otu gibi çile çekerek,
ağlayarak sabırla yaşanmaya adanmış bitkiyle benzeşmektedir. Çocuklukta
başlayan hayata tutunma mücadelesi ömrü boyunca sürmüştür. Hayatını resimlerine taşımıştır. Bu resimler Frida Kahlo’nun gerçeği
olmuştur. Onun resimlerinde hayale değil, gerçeklere yer vardır.
Bu çalışmanın amacı, Frida Kahlo’nun resimlerinde kadın olgusunun önemi ve
tespitidir. Diego Rivera’nın dediği gibi Frida Kahlo, Sanat Tarihi’nde kendi
duygularını biyolojik gerçeklerle göstermek için göğüs kafesini ve kalbini
yırtan tek sanatçıdır. Resim geleneğinde sürekli kendini yeniler ve hayatını
tuvallerine işlemiştir. Portre onun resimlerinde önemlidir.
Meksika devriminin çocuğu olan Kahlo, yaşamı boyunca bedeninde ve ruhunda
dolaşan acılarla yoğrulmuş isyan ateşini yani kendi gerçeğini resimlerine
yansıtmıştır. Resimlerinde dik duran başına rağmen yoğun olarak hissedilen
acının nedeni çocukluk yaşlarına dayanır. 6 yaşında çocuk felci geçirmesiyle
başlar onun hikayesi. 18 yaşında hayatının dönüm noktası olan tramvay
kazasını yaşar. Uzun süren iyileşme döneminde yatağa mahkum kalır ve resmin
onda doğuşu bu kötü günlerde başlar.
Sanat anlayışı sürrealist olarak tanımlanmak istense de Kahlo bunu hiçbir
zaman kabul etmemiştir. Gerçeklik onun üç cümlesinde gizlidir. “Ben hayatımda üç şeyden vazgeçmem.
Birincisi aşkım Diego, İkincisi sanatım, üçüncüsü ise Komünist Parti. ”
Frida Kahlo, Sanat Tarihi’nde içtenlik, samimiyet ve
sakinlik içinde kadını ilgilendiren olguları dile getirmiştir. Yaşam ve ölüm,
bedenin bütünlüğü, geleneksel olanla modernlik, gerçek ve beklentiler gibi
olguları anlattı resimlerinde. Kendi gerçekliği ile birlikte Meksika
gerçekliğini çizdi. Meksika geleneğine son derece bağlıdır. Aynı zamanda Kahlo,
politik kimliği ile tam bir devrimci, mücadelecidir. Bu yönünü de yansıtan
resimler yapmıştır.
Dört bölüm halinde oluşan çalışmada ilk olarak Meksika Devrimi’nin ne
şekilde yankı bulduğuna değinilmiştir. Devrim, Meksikalı ressamların sanat
anlayışında önemli bir olgudur. Frida Kahlo, doğumunu devrimle başlatmıştır.
Meksika devrimiyle gelişen Meksika sanatı ve sanatçılarına değindiğimiz
ikinci konu Modern Meksika Resim Sanatıdır. Meksika’da halka önderlik etmiş
ressamlann çalışmalarında görülen temalara yer verilmiştir. MeksikalI
sanatçılar her şeyden önce halkını düşünen, tarihine önem veren bir sanat
anlayışını benimsemişlerdir. Eserlerini halkına adayan bu ressamlar devrimden
beslenerek eserlerini oluşturmuşlardır. Meksika resim sanatında duvar resimleri
ayrı bir önem taşır. Duvar resimleriyle birlikte sanatçı ve halk iç içe
olmuştur.
Devrimler; teorinin pratiğe, düşüncenin eyleme, tasarımın gerçekliğe
dönüştüğü özgün tarihsel dönemlerdir. Devrimler aynı zamanda halk kitlelerinin
ayağa kalktığı, eylemleri ve yaratıcılıklarıyla tarihin oluşumuna ve
hızlandırılmasına fiilen katılımlarıyla karakterize edilirler. Devrim için
mücadele süreci ve devrim yılları halk kitlelerinin bağrından büyük devrimci
önderler çıkarır. Bu devrimciler, eylemleriyle tarihin sayfalarında ve
halkların bilincinde onurlu yerlerini alırlar.
20.yüzyıl bir dizi toplumsal ve ulusal kurtuluş devrimine tanık olmuş bir
devrimler çağıdır. Bu yüzyılın ilk devrimi Meksika Devrimi’dir. Devrimin lideri
Emilliano Zapata ise, bu çağın en tanınmış ve efsaneleşmiş devrimcilerinden
biridir. İçlerinden biri olduğu ve ölünceye kadar silah elde birlikte mücadele
sürdürdüğü yoksul Meksika köylülerinin toprak ve özgürlük talepleri için bayrak
açmıştır.
Devrimin odak noktası toprak reformu dileğiydi ve Zapatacılar, yani
Güneyliler, devrimin toprak reformcularıydılar. Zapata, toprakların
bölüşülmesini isteyen Ayala Planı’m 1911’de yayınladı. Ondan sonra gerek
kendisi, gerekse onun izinden gidenler, Alvaro Obregon rejimi 1920’de gerçek
bir toprak reformu vaat ederek Zapatacılarla banşıncaya kadar planlarının
gerçekleşmesi uğrunda mücadele etmişlerdir.[1] [2]
İdeolojik öncülerden yoksun oluşu, evrensel ya da uluslar arası etki ve
ilişkilerin son derece sınırlı bir düzeyde kalışı, Meksika Devrimi’nin temel
özellikleri ve devrim sonrası pek çok çatışmanın önceden atılmış tohumlan
olarak görülebilir. Devrime neden olan toplumsal gelişmeler ise yabancı sermaye
yerli emeği kullandığı için, ticaret ve endüstrinin gelişmesine koşut olarak
orta sınıf büyümüş, değişim isteyen tedirgin bir kuşak yetişmiş, kuşaklararası
kavga, genel toplumsal doyumsuzluğun ayrılmaz bir parçası olmuştur. Henüz
emekleme aşamasındaki işçi sınıfı da tedirgindi. Liberal eğilimli parlemento,
güçlüye karşı emekçiyi koruyan hiçbir önlem getirmemişti. Patronlar, ağalar ve
endüstri babalan karşısındaki köylüler ve işçiler yardımsız bırakılmıştı. Yeterli
bir çatışma deneyiminden yoksun oluşu yüzünden işçi sınıfının işi zordu.
Girişilen birkaç grev denemesi acımasızca bastırıdı. Meksika işçi sınıfı
devrimci hareketi oluşturan karşı güçlerden birine katılmayı tercih etti. O gün
bugündür, işçi sınıfı devrimci hükümetlere dayanmak gereğini duydu Meksika’da.
Bu durum Çağdaş Meksika’yı anlamak açısından önemli bir ipucudur.
Zapata’nın Ayala Planı, serbest seçimleri ve Madero’nun çekilmesini
öngörüyor, aynca yoksul köylülere toprak verilmesini öngörüyordu. Ülke bundan
böyle çalışan insanlar tarafından kardeşçe ve demokratik bir şekilde
yönetilecekti. Ancak bu idealleri hayata geçirecek zaman ve imkan mevcut
değildi. Sonraki yıllar huzursuzlukla geçti. Meksika Devrimi’nin bu bölümü kan
ve gözyaşıyla belirlendi. Zapata diğer köylü lideri Pancho
Villa’yla birleşti, ancak Villa, Zapata gibi bir devrimci değildi. “Güneyin
Kurtuluş Ordusu” giderek daha fazla savunmaya geçmek zorunda kalıyordu; fakat
Zapata takipçilerini atlatmayı her defasında başarıyordu. “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta
ölmek yeğdir!” parolasını
benimsemişti.
Düzenli ordu, Zapata’dan kurtulmak için bir tuzak hazırladılar. Bir subay,
Zapata’nın ordusuna katılmak istermiş gibi davrandı. Hatta gerçekçi olmak için
adamlarından 57’sini öldürttü. Zapata’yla bir buluşma planlandı. Ancak general
buraya geldiğinde çok sayıda mermi vücudunu delik deşik etti. Katilleri
cesedini Cuautla şehrine getirerek halka teşhir ettiler. Ancak bu cesedin
Zapata’ya ait olmadığına inananlar da vardır.[3]
Zapata büyük ve gerçek bir devrimciydi. Yolundan hiçbir zaman vazgeçmedi.
O, MeksikalI ve Latin Amerikalı yoksul köylülerin direnişçi ruhlarında yaşamaya
devam ediyor.
İnsan toplum içinde yaşar ve toplumdan soyutlanmış bir insan düşünmek
olanaksızdır. İnsan, insancıl ilişkileri sürdürdüğü ve bir şeyler yaratabilmek
için toplum ile bağlarını koparmadığı sürece vardır. Bir toplum içinde yaşayan
sanatçı, insanlar ile iletişim kurduğu ölçüde başarılı yapıtlar verir.
Sanatın toplumsal devinimlerden yoğun bir biçimde etkilendiğinin örneğini
20. Yüzyıl devrimleri arasında Meksika Devrimi, devrim mücadelesini dile
getirecek duruma ulaşmış bir resim okulunu doğuran tek devrim olmuştur. Meksika
sanatı devrimi yüceltmiş, önderlerini onurlandırmıştır.
Mexcio City, hem devrimin hem de Avrupa’da Faşizim’den kaçan binlerce
sürgünün akın etmesiyle kozmopol bir derinlik kazanmıştı. Artık Meksika kültür
Rönesansı kıvılcımlanıyordu. Diego Rivera, Frida Kahlo, Orozco, Siqueiros, Tina
Modotti gibi sanatçıların eserlerini verdikleri, ünlü olduklan bir dönemdi bu.
Yazarlar, sanatçılar, siyasetle uğraşan kişiler geceleri Meksika bolerosunun
büyük yıldızlarının büyümekte olduğu bir kabare sahnesinde birbirine
karışıyorlardı.[4]
Meksika devrimi sanatı için MeksikalI ressam Siqueiros
şöyle demiştir: ”Modern Meksika resim sanatı, Meksika devriminin anlatımıdır. Bu resmin,
sadece İspanyol öncesi dönemin ve sömürge döneminin önemli kültürel sonucu
olduğunu düşünmek asla doğru değildir. Çünkü aynı kültür temeli Guatemala,
Honduras, Ekvator, Peru ve Bolivya’da da az çok vardır. Devrim olmasaydı
Meksika resim sanatı olmayacaktı. ”
Halka dönük sanat yaklaşımı daha birçok ülkede görüldüyse de Meksikalı
sanatçılar, devrimcilerle birlikte hareket etmişlerdir. Ülkelerini ve halklarını
tanımış ve yaşadıkları her şeyi sanat yoluyla anlatmaya çalışmışlardır. Bu
gelişime bakarak Meksika Resim Sanatı’nın birdenbire ortaya çıkmadığını,
toplumsal bir anlamla dolu olarak oluştuğunu görüyoruz. 1921’de imzaladıkları
bir bildiri ile sanatçılar:
“Yapıtlarımızı müzelere kapatmak istemiyoruz. Çünkü oralara ancak zamanı
olanlar gidebilir; çalışan kişilerse gidip göremezler. Halk müzeleri, sergileri
görmeye gidemezse o zaman biz sokaklara, işçilerin toplandıkları yerlere sergi
açarız. Sokakları ve toplantı yerlerini müzeye çeviririz. Caddelerin, kamu
yapılarının, sendika binalarının, çalışanların toplandığı her yerin duvarlarını
boyarız. ” düşüncesinden hareketle duvar resimlerini yaşanan
alanlarda oluşturmuşlardır.
Modern Meksika resim sanatı demek, “Duvar Resmi” demektir. 1920’lerde
Meksika’da uygulanmaya başlayan ve hükümet programının bir parçası haline gelen
okuryazar olmayan halkı eğitmek amacıyla geliştirilmiş “Duvar Resimleri
Projesi” devletin sanatı ne denli denetim altına alabileceğinin en iyi
örnekleridir. Halkın yüzde seksen beşinin okuma yazma bilmediği Meksika’da
eğitim bakanının amaçlarını gerçekleştirebilmesi için kitaplar ve söylevler çok
yetersiz kaldığından Jose Vasconcelos, duvar resimlerinin programlanan ilkeleri
halka ulaştırmada çok iyi birer iletişim aracı olacağını anlamıştır. Kültürel
programları halka ulaştırmak için “Duvar Resmi Programı” ile başlatarak yurt
dışında bulunan tüm Meksikalı sanatçılara çağrıda bulunmuştur. Sonuçta geniş
kitlelere en etkili şekilde ulaşmak isteyen tüm hükümetler sanatın gücünü fark
edip bunu kullanmaktan çekinmemişlerdir.
Meksika sanatının 1920’lerden başlayarak kazandığı özellik toplum ile
sanatın sentezidir. MeksikalI sanatçılar, devrimciler safında savaştılar.
Ülkelerini ve halklarını tanıdılar. Sevdikleri halklarına gördüklerini sanat
yoluyla anlatmak istediler. Bu durum Meksika resim sanatının oluşumunda
devrimin etkisinin en açık delilidir.[5]
Meksika’nın devrimci sanatçıları olan Orozco, Rivera ve Siqueiros (Üç
Büyükler) Meksika’nın duvar ressamlarıydı. Devrim onlar için esin kaynağı
olmuştu. Halkına bağlı olan bu ressamların sanat görüşü resimlerini halka açık
yerlere yaymaktı. Müzelere, sanat galerilerine kapalı kalmak istemediler.
Ulusal kültür gelenekleri onlar için önemliydi.
Duvar resimlerinde konu olarak Meksika bayrağının renklerine, barışı
anlatan politik simgelere, mitolojik kaynaklı alegorik figürlere, Meksika
kahramanlarına yer verdiler. Modern Meksika resim sanatının oluşumunda büyük
etki yaratan bu ressamlar kendilerinden sonra gelen sanatçılara köklü bir
gelenek hazırlamışlardır.[6]
MeksikalI modern sanatçıların yapıtlarında genel eğilimler ve ortak
noktalar gözlemlemek mümkündür. Bunların başında devrimle şekillenen siyasetin
sanat alanındaki tematik belirleyiciliğidir. Birçok MeksikalI sanatçı
ülkelerinin siyasi tarihine etkin özneler olarak katılmıştır. Güzel Sanatlar
Sarayı’nı ve Ulusal Saray’ı süsleyen Diego Rivera’nın duvar resimlerinde, Frida
Kahlo’nun resimlerinde ve tüm sonraki önemli ressamların, heykeltıraşı an n yapıtlarında
bunu görmek mümkündür. Siyasi mücadeleler çağdaş Meksika sanatı içinde önemli
bir tema olarak tekrar tekrar işlenmekte kalmamış aynı zamanda katıldıkları
siyasi gruplar ve hareketler sanatçıların hayatlarının akışını da
yönlendirmiştir. İkincisi bilinçaltısal yaşantıların sanatsal üretim sürecini
çok derinden etkilemesidir. Bu konuya verilecek en güzel örnek yine Frida
Kahlo’dur. Kahlo’nun yaşadığı hayat, bilinçaltındaki etkileriyle sanatına
yansımıştır. Denilebilir ki modern dünyanın sanatında Freud’la beraber okunması
gereken önemli sanatçılar arasında Frida Kahlo’da yer alır. Onun resim anlayışı
bilinçli yaşantıların olduğu kadar bilinçaltı yolculuklarında seyir defteri
gibidir. Üçüncü olarak modern Meksika sanatında birbiriyle baş başa giden iki
önemli tarz Realizm ve Sürrealizm’dir. Her iki eğiliminde özgün örneklerini
görmemiz mümkündür. Çoğu zaman bu yönelim arasında gizli bir köprü vardır.
Birçok MeksikalI sanatçı da yapıtını tam da bu köprünün üzerinde kurmuştur.
Meksika sanatı dendiğinde sadece ülkede doğup yetişmiş sanatçıları değil;
esasen Avrupalı olup hayatlarının bir döneminde Meksika’ya gelmiş, yerleşmiş ve
ülkenin modern sanatının gelişiminde önemli rol almış sanatçıları da dahil
etmek gerekir. Bu anlamda Leonora Carrington veya Remedios Varo gibi isimler
Avrupalı geçmişlerinden çok Meksika sanat dünyasına ait olmuşlardır.
İnadına devrim, inadına aşk, inadına sanat diyerek yaşamış, devrimci
mücadelenin önemli temsilcilerinden biri de Meksika’da kadın ressam
denildiğinde akla gelen ilk isim Frida Kahlo’dur. Devrim onun için bir
tutkudur. Politik ve feminist kimliği hatta sanatsal yeteneği bir tarafa sadece
yaşamak için ayakta kalma savaşı bile başlı başına anıtsal bir mücadele abidesi
gibidir. Peter Wollen’in tanımladığı gibi “Fridamania” devrimci mücadelenin
anıtsal bir abidesi olarak içi kolay kolay boşaltılamayacak bir Frida Kahlo
kültü olarak yol almaya devam edecektir.
Sonuç olarak Meksika sanatı demek Meksika Devrimiyle kavrulmuş çağdaş sanat
demektir. Bu çağdaş sanata toplumun kültürü ve sosyal yaşamı, siyasi eğilimler,
en önemlisi Meksika Devrimi’nin etkisi ve izleri hakimdir. MeksikalI sanatçılar
Sanat Tarihi’nde üretken ve yaratıcı pozisyonda yerini almıştır. [7]
[8]
Magdalena Carmen Frida Kahlo y Calderon, Guillermo ve Matilde Kahlo’nun
üçüncü kızları olarak 6 Temmuz 1907 yılında dünyaya geldi. İlk iki ismin
Frida’ya verilmesinin nedeni, bu sayede bir Hıristiyan ismiyle vaftiz edilecek
olmasıydı. Ailesinin kullandığı üçüncü isim, Almanca’da “barış” anlamına
gelmektedir. Her ne kadar doğum belgesinde “Frida” yazıyorsa da, Frida adını
Almanca’daki gibi “e” harfiyle kullanıyordu; ama 1930’ların sonlarına doğru
Almanya’da Nazizimin yükselişi nedeniyle “e”’yi isminden çıkardı.[9]
Frida Kahlo devrimci bir ressamdı. Hayatı boyunca vaz geçemeyeci
unsurlardan biri devrim olacaktı. Devrimcilik onun için güçlü bir tutkuydu ve
var oluşunu onunla başlattı. 1907’de dünyaya gelmesine rağmen asıl doğum
tarihim dediği 7 Temmuz 1910’da Meksika Devrimi tarihiyle değiştirmeyi
isteyecek kadar büyüktü devrim tutkusu.
Doğum tarihi Frida’ya sorulduğunda “Ben bir devrimle
birlikte doğdum. Duyduk duymadık demeyin. Gün ışığını görünceye dek isyanın
coşkusuyla dolup, böyle bir ateşin ortasında doğdum ben. Gün kavurucuydu ve
o gün tüm yaşamım boyunca beni sarıp sarmaladı. Çocukken bir kıvılcım gibi
çıtırdardım. Büyüyünce tepeden tırnağa alev kesildim. Ben bir devrimin kızıyım,
buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar tanrısının. 1910 'da
doğdum. Mevsim yazdı. Kısa zaman sonra el Gran I nsurrecto (büyük isyancı)
Emiliano Zapata, Güney'i ayaklandıracaktı. Evet, ben bu şansa sahip oldum işte:
Benim tarihim 1910 'dır. ” demişti.[10]
1872’de Baden Würtenberg’ deki Pforzheim’da, Alman bir kuyumcu ailesinin
çocuğu olan babası, gençken Meksika’ya yerleşmişti. Memleketini, annesinin
ölümünden ve babasının yeniden evlenmesinden beri kendini yabancı hissettiği
aile ocağını, Nümberg’de gelecek vaat eden ancak; bir düşme ve o düşmenin
sonucunda meydana çıkmış sara nöbetleriyle kesintiye uğrayan öğrenimini geride
bırakmıştı. Wilhelm olan adını Guillermo olarak değiştirdi. Maria Cardena
adında bir Meksikalı’yla evlendi. Genç kadın Guillermo’ya Maria Luisa adında
bir kız evlat verdi. İkinci kızı Margarita’yı dünyaya getirirken öldü.
Guillermo, Mexico’daki La Perla kuyumculukta çalışan bir meslektaşıyla ikinci
evliliğini yaptı. Koyu Katolik bir annenin kızı olarak Oaxaca’da doğan bu
meslektaşı Matilde Calderon y Gonzalez idi. Matilde’nin dedesi bir İspanyol
generaliydi. Babası ise yerli kökenli, Morelia’h bir fotoğrafçıydı. Guillermo,
kayınpederinin mesleğini devraldı. Bu evlilikten dört kızları oldu. Matilde,
Adriana, Frida ve Cristina. Frida doğmadan önce, Wilhelm adı verilen ağabeyi
bir yaşındayken ölmüştür.[11]
Frida Kahlo doğumundan kısa bir süre sonra annesi hastalandı ve bebek bir
süre Meksika Kızılderilisi olan bir sütnine tarafından emzirildi. Bir
arkadaşına, gurula “Ne zaman beni
emzirecek olsa göğüsleri yıkanan bir nine tarafından besleniyordum. ” demişti. Yıllar sonra yerli bir kadının sütüyle
büyümüş olduğu gerçeği onun için önem kazandığında, sütnineyi kendi Meksika
kökenlerinin hayali şekli olarak, kendisini de onun göğsündeki bebek olarak
resmetti. [12]
(Resim 19)
Annesi Matilde Kahlo, kızlarına ev işlerini, Meksika gelenek ve
göreneklerini öğretiyordu. Matilde Kahlo, dinine bağlı olarak yaşamıştı ve
gücünü Katolik imanından alıyordu. Frida Kahlo, annesi için: “Sadece sayı saymayı biliyor. ” dese de Matilde Kahlo
iyi bir ev kadınıydı. Ne var ki Frida Kahlo, annesinden çok babasına bağlıydı.
Babasının Germen kültüründen gelmesi, sanatçı yönü, felsefeye düşkün oluşu bu
duruma etken nedenlerdir diyebiliriz.
Hem içine kapanık hem de hareketli bir çocukluk geçiren Frida Kahlo,
hayatinin belirleyicilerinden biri olan fiziksel acıyla altı yaşında tanıştı.
Çocuk felcine yakalandı. Dokuz ay
odasından çıkamadı. “Her şey sağ
bacağımın aşağısındaki kasta meydana gelen korkunç bir ağrıyla başladı. ” diye hatırlıyordu.
Yeniden sağlığına kavuştuğunda doktoru, sağ bacağını güçlendirmek için bir
fiziksel egzersiz programı önerdi. Baba Guillermo Kahlo, o dönemlerde garip
karşılanmasına rağmen kızının her türlü spor yapmasını sağladı. Boks yaptı,
futbol oynadı, şampiyon bir yüzücü oldu Frida Kahlo.
Yapılan önlemlere rağmen sağ bacağı ince kaldı. Arkadaşları dalga geçmeye
başladı. Çocukluk arkadaşı ressam Aurora Reyes, o günleri şöyle anımsıyor: ”Bacağı konusunda oldukça acımasızdık. O bisiklete binerken “Frida, pata de
palo”(Frida tahta bacak), o da öfkeyle cevap verirdi. ”
1922 yılında dönemin önemli okullarından biri olan Ulusal Hazırlık
Okulu’nun sınavını kazandı. Eski ve saygın olan bu okul, kuşaklar boyu
yetiştirilmiş nice bilim adamı, üniversite hocası ve siyasetçinin beşiği
unvanını taşıyordu. Frida Kahlo’nun okula başladığı yıllarda Meksika’da bir
canlanma dönemi yaşanıyor, sanatta ilerlemenin temel dinamiği olduğunun altı
çiziliyordu. Kahlo, okula girdiği yıllarda oldukça duyarlı bir gençti.
Toplumdan kopuk bir ergen olmak yerine, toplumun ayrılmaz bir parçası olduğunun
farkına varmaya başladı. Kendini ve arkadaşlarını devrimin çocuğu olarak
görmüştü. Devrim bizim süt annemiz diyen Frida, o günleri şöyle anlatır:
‘‘‘‘Kimi yeniyetmelere egemen olan ben kimim? Sorusunun sıkıntısını yaşamak
zorunda kalmadım. Attığım her adım bir olguydu; ben de onunla birlikte vardım.
Yaşamım öylesine kesin biçimde evrenselliğe dönüktü ki, bacağımı bile
unutuyordum. Anlamsız bir küçümsemeyle ortopedik botumun sert derisine
fırlatılan bir taşın tok sesini artık hiç duymaz olmuştum. ”
Cachushas, sosyalizmi savunan bir gruptu. Köklere dönüş anlamına gelen bu
gruba Frida Kahlo’da üye oldu. Bu gruptakiler Miguel N. Lira, Jose Gomez
Robleda, Jesus Rios y Valles,
Alfonso Villa, Manuel Gonzalez Ramirez ve Alejandro Gomez Arias. Bugün, Miguel N. Lira, avukat ve şair olmuştur. Jose Gomez Robleda Tıp Fakültesi’nde bir psikiyatri profesörüydü; Manuel Gonzalez Ramiez, tarihçi, yazar ve avukattı. Alejandro ise saygı duyulan bir entelektüel olmuştur. Frida Kahlo için Alejandro ayrı bir önem taşımıştı. O ilk aşkıydı. Bu ilişkide engellerle karşılaşmamak için elinden geleni yaptı. Ailesinden sakladı. Alejandro eğitim için Avrupa’ya gitmiş; Frida Kahlo ise ona hep mektuplar yazmıştır. Bugün yazdığı bu mektuplar Frida Kahlo Müzesi’nde yani Mavi Ev’de sergilenmektedir.
3,2010, s. 9-11.
|
Alfonso Villa, Manuel Gonzalez Ramirez ve Alejandro Gomez Arias. Bugün, Miguel N. Lira, avukat ve şair olmuştur. Jose Gomez Robleda Tıp Fakültesi’nde bir psikiyatri profesörüydü; Manuel Gonzalez Ramiez, tarihçi, yazar ve avukattı. Alejandro ise saygı duyulan bir entelektüel olmuştur. Frida Kahlo için Alejandro ayrı bir önem taşımıştı. O ilk aşkıydı. Bu ilişkide engellerle karşılaşmamak için elinden geleni yaptı. Ailesinden sakladı. Alejandro eğitim için Avrupa’ya gitmiş; Frida Kahlo ise ona hep mektuplar yazmıştır. Bugün yazdığı bu mektuplar Frida Kahlo Müzesi’nde yani Mavi Ev’de sergilenmektedir.
17 Eylül 1925 tarihinde bu ilişki bölündü. Bu bölünme Frida Kahlo’nun
hayatının da miladı olmuştu. Bindikleri otobüs, tren ile çarpışmıştı.[13]
Alejandro Gomez Arias, trenin çelik çubuklarından birinin, Frida’nın leğen
kemiği hizasında, bir taraftan girip diğer tarafından çıktığını anlatmıştır.
Ambulans gelip de Frida, hastaneye götürüldüğünde doktorlar; omurgasının, bel
bölgesinde üç noktadan kırıldığını, köprücük kemiği ile üçüncü ve dördüncü
kaburgalarının da kırık olduğunu gördüler. Sağ bacağı on bir yerden kırılmış,
yeniden oynamış ve ezilmişti. Sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden
kırılmıştı. Çelik çubuk, karnının sol tarafından girip cinsel organından
çıkmıştı. Doktorlar, tekrar yürüyebileceğinden, hatta yaşayabileceğinden bile
şüpheliydiler. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu ve Frida Kahlo
32 defa ameliyat oldu. Kızıl Haç Hastanesi’nden tam bir ay sonra, 17 Ekim’de
taburcu oldu. Aylarca evden çıkamayacağını herkes biliyordu. Resimle olan
samimiyeti, resmin içinde kayboluşu, resmin onda doğuşu işte tam bu günlerde
başlar.
5 Aralık 1925’te şöyle demişti: “Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam. ” Sadece Frida’nın değil ailesinin de bu durumlara
alışması zor olmuştu. Ailesi ona tahtadan yeni karyola yapmışlardı. Annesi
Matilde, ona sürpriz yaparak yatağının tavanına da bir ayna asmıştı. Bu duruma
Frida Kahlo ilk zamanlar tepkiler verse de ki parçalanmış bedeni ile yüzleşmek
onun için kolay olmamıştı ve zamanla daha az korkarak bakmaya başladı.[14]
“Aslında pek önem vermeksizin resim yapmaya başladım. ” diyerek resim yapmaya başlayan Frida Kahlo, ilk
tablosunu Alejandro için yaptı. Kendini mükemmel bir kadın olarak tasvir ettiği
oto-portresini yaptığında on dokuz yaşındaydı. (Resim 1)
Meksika Duvar Resmi’ni dünyaya tanıtan, biçim ve içeriği ile bu hareketi
çağdaş bir resim akımı olarak uluslararası düzeye getiren Di ego Rivera,
Meksika Devrim Sanatı’nın tanınmış ressamlanndandı. On yaşında Mexico’daki San
Carlos Akademisi’nde akademik ressam Santiago Rebull ve manzara ressamı Jose
Maria Velasco’yla (1840-1912) resim öğrenimine başlayan Rivera, öğrencilik
yıllarında karikatürcü Jose Guadalupe Posada’nın (1851-1913) karikatür ve
oymabaskılarım tanımıştır. 1907’de bir burs kazanarak 1908-09’da İspanya’da,
1911-12’de Paris’te çalışmıştır. 1913-1917 arasında Kübizm’den etkilenen
Rivera, 1919’da Paris’te Sıqueıros’la tanışmış ve iki sanatçı Meksika sanatında
ulusallaşmayı irdelediler. Meksika’da özellikle 1920’lerde, hükümetin
önderliğinde sanatı çağdaşlaştırmaya yönelik bir hareket başlamıştı. Rivera bu
harekete önce Avrupa’dan katılmış, Barselona’da çıkan Vida Amerika dergisine
düşüncelerini yazmıştır. Çağdaş resim kuramları geliştirmiş olan Rivera’nın
desteği Meksika’daki harekete büyük bir güç kazandırmıştır. 1922’de ülkesine
döndü ve Meksika kültürüne olan inancını, bağlılığını resimleriyle ortaya
koydu.
Paris’teki sanat eğitimi sırasında Cezanne’ın resmindeki temel biçimsel
ilkeleri benimseyen Rivera, Rönesans’tan başlayarak giderek akademikleşen Batı
resmine karşı Erken Rönesans’ın naif gerçekliğini, Gıotto’yu ve Kübizm’in
analitik ilkelerini sanat ve estetik kuramını kurmakta kullanmış, halkın görsel
olarak anlayabileceği güçlü bir biçime ve yalın bir dile yönelmiştir.
Pıcasso’nun 1920’lerde geliştirdiği anıtsal ve klasik figür anlayışı da Rivera
üzerinde etkili olmuştur. Simon Bolivar Amfıtiyatrosu’nda (Üniversiteye
Hazırlık Okulu, Mexico) gerçekleştirdiği ilk büyük duvar resmi “İnsanın
Doğal Öğelerle İlişkisi” (1922) onun figür ve kompozisyonlarında uyguladığı
üç boyutlu biçim anlayışını ortaya koyduğu kadar, bütün duvar resimlerinde
belirgin olan mimari konumla uyumu da göstermektedir. Rivera, Meksika halkının
İspanyol egemenliği altındaki ıstırabını, maden işçilerini, köylüleri ve
Meksika tarihini konu almakla kalmamış; ölüm, doğum, aile gibi daha evrensel
konuları da işleyerek Meksika resminin ülkesi dışında da benimsenmesini
sağlamıştır.[15]
Meksika’nın duvar resmi yapan öteki sanatçıları içinde en klasik ve en
temel biçimlenmeye yönelen Rivera, aynı zamanda sanatçının zanaatçı yönünü de
benimseyerek devrim hareketi içinde sanatçının halkın üretken kesimleriyle olan
yakınlığını vurgulamıştır. Gerçekleştirdiği Mili Eğitim Bakanlığı (1923-29),
Chapingo Tarım Okulu (1923-27), Mexico Kenti Ulusal Güzel Sanatlar Sarayı
(1934) duvar resimleri gibi büyük yapıtlarıyla Rivera, ülkesinin sanatını hem
çağdaşlaştırmış hem de ulusal kültürel geleneklerle ve Meksika’nın halk
sanatıyla bütünleştirerek kendinden sonraki sanatçılara köklü bir gelenek
hazırlamıştır. ABD’de 1930’da San Francisco Borsası, 1932’de Detroit Sanat
Enstitüsü için duvar resimleri yapan Rivera’nın, 1933’te New York Rockefeller
Merkezi için gerçekleştirdiği “Kavşaktaki Adam” adlı duvar resmi ise
içinde Lenin’in bir portresi olduğu için tamamlanmadan yok edilmiştir. Sanatçı
bu yapıtın bir eşini 1934’te Mexico Kenti Ulusal Güzel Sanatlar Sarayı için
yapmış ve bu resimlerini Bertram Wolfe ile birlikte kaleme aldığı Portrait of
Mexico’da (Meksika Portresi) anlatmıştır. Rivera’nın 1948-1949’da Mexico’daki
Prado Oteli için yaptığı “Orta Alameda’da Bir Pazar Öğleden Sonrası Düşü” adlı
duvar resmi, içinde “Tanrı Yoktur” sözleri yazılı olduğu için yoğun tepki
görmüştür.[16]
Diego Rivera, kendini şu cümlesiyle anlatmıştır: ”Ben sadece bir sanatçı değilim; aynı
zamanda, bir ağacın çiçek ve meyve üretmesi gibi, resim üretmeyle ilgili
biyolojik fonksiyonunu yerine getiren bir adamım. ”
Meksika’nın tanınmış ressamlarından olan Rivera’nın özel yaşamı, kariyeri
gibi iyi bir üne sahip değildi. Kadınlara olan zaafları çevresi tarafından
biliniyordu ve bu konu da kötü bir şöhrete sahipti. Frida’nın hayatına Diego
Rivera’nın girmesiyle o artık Frida Kahlo olma yolunda hızlı bir şekilde
ilerleyecekti.
1927’nin sonlarına doğru Frida Kahlo, normal, sağlıklı bir bireyin yaşamını
sürdürebildiği gibi iyi duruma gelebilmişti. Her ne kadar derslerine kaldığı
yerden devam edemediyse de artık okul arkadaşlarının arasındaydı. Bu süre
içinde arkadaşlarının çoğu, üniversitenin mesleki fakültelerine gitmeye
başlamışlardı. Çocuksu, eğlenceli zamanlarının yerini öğrenci kongreleri,
protesto gösterileri almıştı.
1928 yılının başlarında, Kübalı komünist devrimci Julio Antonio Mella’nın
arkadaş grubuna katıldı. Mella, Tren Blindado (Kör Tren) adlı bir öğrenci
gazetesinin ve Emperyalizm Karşıtlığı Cemiyeti’nin resmi yayın organı olan El
Liberador’un editörüydü. 1929 yılında Küba hükümeti tarafından öldürülmüştü.
Mella’nın arkadaşı olan Tina Modotti, Frida Kahlo için ayrı bir önem
taşıyacaktır. Tina Modotti ile olan dostluğu sayesinde Komünist Parti’ye
katıldı ve burada Diego Rivera ile tanıştı.
Kazadan sonra otoportreler ve başka resimler yapmaya başlayan Frida Kahlo,
saygın bir ressam olan Diego Rivera’yı görmeye gitti. Resimleri hakkındaki
görüşlerini merak ediyordu. Resimlerinin bir kariyer yapmak için yeterince iyi
olup olmadığını sordu. Bu süreç böyle ilerledi görüşmeye devam ettiler.
Tanıştıklarında Diego Rivera kırk bir yaşındaydı. Fiziksel bir çekiciliği
olmadığı bir gerçekti, ama canlı ve etkileyici biriydi. 21 Ağustos 1929’da evlendiler.
(...)” Diego ’ya aşık oldum, ama ailem bundan hiç hoşlanmadı; çünkü Diego
Komünistti ve bizimkiler onu, çok çok çok şişman bir Breughel’e benzetiyordu.
Bunun bir fille beyaz güvercinin evliliğini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye
rağmen, 21 Ağustos 1929’da evlendik. ”
Diego’ya: “Kızımın hasta
olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama
güzel değildir. Bunu da aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek
istiyorsanız, rıza gösteriyorum. ” diyen babam dışında düğüne hiç kimse
gelmedi. “
Frida Kahlo’nun Diego Rivera için günlüğüne yazdığı şu sözler sevgisinin ne
kadar yüce olduğunu gösteriyor:
“Başlangıç Diego, Çocuğum Diego, Yapıcı Diego, Ressam Diego, Babam Diego,
Oğlum Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben Diego,
Evren Diego. ” [17]
Evlenmelerinden bir süre sonra Diego Rivera, Mexico City yakınlannda
Cuemavaca kentinde bulunan Heman Cortes Sarayı’nın duvarlannı resimlemek üzere
çağnldı. Rivera duvar resimlerini yaparken Kahlo, az çalışmıştı bu dönemde ama
sağlığı yerindeydi.
1930 Sonbaharında Diego Rivera, bir dizi duvar resmi
yapmak üzere Amerika’ya davet edildi. San Francisco Art
Institute’a ve San Francisco Stock Exchange Luncheon Club’e çağrıldı. Frida
Kahlo ile birlikte 10 Kasım’da ABD’ye gittiler. Heykeltraş Ralph Stackpole’ün
evine yerleştiler. Rivera işini yaparken Kahlo ise San Francisco’yu
keşfediyordu. Bu dönemde Kahlo, sağ bacağından rahatsızlandı. Yürümesi
zorlaşmıştı. San Francisco General Hospital’ın başhekimi olan Leo Eloesser’dan
randevu aldı. Eloesser, Frida Kahlo’nun benimsediği, güvendiği ilk doktoru
oldu. Şükranının kanıtı olarak birkaç ay sonra Eloesser’in portresini yaptı.
1931. San Francisco’daki altı ayında özellikle de ayağındaki problem Frida’yı
eve bağlamış bu sayede başka portreler yapmaya başlamıştı. Bunlardan biri siyah
bir Amerikalı olan Eva Frederick’in portresidir. (Resim 9) Bir diğer portresi
Ocak 1931 tarihli Bayan Wight’in portresidir.
1931 yılının Nisan ayında ise bir tür düğün portresi
olan Frida ve Diego Rivera’yı yapmaya başladı. Haziran ayında çift Meksika’ya geri dönse de Rivera, New York Modern
Sanatlar Müzesi’nde sanatının bir retrospektif sergisini açmaya çağrıldı. Bu
sergi, Rivera için oldukça önemli bir işti. 150 çalışması sergilendi. Başarılı
oldu ve bir ayda yaklaşık altmış bin ziyaretçi kaydedilmişti.
Rivera’nın bu başarılarına nazaran Frida Kahlo yeterince resim yapmadı.
Meksika özlemi daha ağır basıyordu. Zaten Amerika’yı sevmiyordu. İnsanlarını
buıjuva buluyordu. Gringolar diyarından pek çok konuda şikayetçiydi. (Gringo,
MeksikalIların Amerika’ya verdikleri isim)
1932 yılının Nisan ayında Diego Rivera ve Frida Kahlo
Detroit’ e gittiler. Rivera, Detroit Sanat Enstitüsü’nden modern sanayi
temasını işleyen duvar resimleri için teklif almıştı. Rivera, bu yeni işi için
yoğun bir çalışma temposuna başladı. Kahlo bu sıralarda hamile kalmıştı. Bir
sanayi kenti olan Detroit’i hiç sevmemişti. Deltroit halkına duyduğu nefret
doktoru Eloesser’e gönderdiği mektuplardan da anlaşılmaktadır.
Rahmindeki ağrılarla yine sağlığı kötüye giden Kahlo, 4 Temmuz 1932’de
çocuğunu kaybetti. Henry Ford Hastanesi’nde zorlu günler geçirdi. Hastane
günlerinde kaybettiği çocuğuna ait karakalem çalışmalar yapmıştır.
Bu dönemde Kahlo’nun ünlü resimlerinden olan Henry Ford Hastanesi’ni yaptı.
1932. Bu resim, Kahlo’nun önceki
resimlerine göre oldukça baskındır. Kanlı ve korkunç olan oto-portrelerinin
ilkidir.
1932 yılında yaptığı diğer oto-portresi Meksika ve Birleşik Devletler
Arasındaki Sınırda Otoportre adlı resmidir. Bu resminde ise Amerika’ya karşı
eleştirel bir hava sezilir.(Resim 12)
Annesinin hasta olduğunu öğrenen Frida Kahlo Meksika’ya döndü. Frida’nın
gidişinden bir hafta sonra Matilde Calderon de Kahlo öldü. Annesinin ölümü onda
derin acılar yarattı. Tekrar Detroit’e döndüğünde Doğumum adlı resmini
tamamladı. 1932. Bu resim, bugüne kadar yapılmış olan en çarpıcı doğum
sahnelerinden biridir.
1933 yılında New York’a geri döndükleri dönem Kahlo’nun
resmi açısından pek verimli geçmedi. Düzenli olarak resim yapmadı. Zaten
Meksika’ya dönmek istemiş, Amerika’yı hiç benimsememişti. Bu hislerini Elbisem
Orada Asılı adlı resminde görmek mümkündür. 1933.
1934 yılında Mexico City’e döndüklerinde Kahlo’nun
resim çalışması olmadı. Sonraki bir yılda iki çalışması oldu. Bunlardan biri
insana dehşet veren Birkaç Küçük Çizik adlı resmidir. (Resim 15). Bu
çalışmasını yaşanmış bir olay üzerine yapmıştır. Bir diğeri ise Detroit’ten
ayrılmadan başladığı kaniş kesimli saçıyla Kıvırcık Saçlı Otoportresidir.[18]
Evliliklerinde Rivera’nın sadakatsizliği Frida’yı hastalığı kadar derinden
etkiliyordu. Hepsi bir yana Diego’nun Frida’nın kardeşi Cristina ile olan
ilişkisi Frida için adeta bir yıkımdı. Frida Kahlo bu olaydan sonra erkeklerle
de kadınlarla da birçok ilişki yaşadı. En önemli sonuçları olan ilişkisi
sürgündeki Rus devrimci Leon Trotsky ile olandı. Kahlo ona el viejo (ihtiyar
adam) adını takmıştı.
Rivera’nın Kahlo’nun kardeşi olan ilişkisi Frida’nın resimlerine de
yansıdı. Kahlo kaçmak için New York’a gitse de bu durum onu derin üzüntüye
boğdu. Bu acısı, 1937’de yaptığı Anı (Resim 18) 1938 tarihli Açık Bir Yaranın
Hatırası adlı resimlerinde görmek mümkündür. (Resim 22).
Güçlü bir devrimci tarafından sevildiği için gururu okşanan Frida,
Trotsky’yle bir ilişki yaşamaktan memnun olsa da onu sevmiyordu. Sonunda ikisi
de bir felaketle sonuçlanabilecek olan bu olaydan kendini çekti. İlişkileri
bittikten sonra hem Rus Devrimi’nin yıldönümü hem de Trotsky’nin doğum günü
olan 7 Kasım 1937’de Frida Trotsky’e bir armağan verdi. Bu armağan en çarpıcı
otoportrelerinden biri oldu.
Bu yıllarda Kahlo’nun çalışmalannda çocuğunun olmamasından duyulan özlem
hissedilir. 1937 yılında yaptığı Dadım ve Ben adlı resminde hayatıyla ilgili
hislerini anlamak mümkündür.
25 Ekim-14 Kasım 1938’de Frida Kahlo’nun ilk kişisel sergisi New York
Julian Levy Gallery’de açıldı. Sergide yazarlar, eleştirmenler, galeri
sahipleri sanatçılar vardı. Frida Kahlo artık bağımsız bir ressam olarak
beğenilmeye başlamıştı. Tabi Diego Rivera’nın eşi olmasınında katkısı vardı.
İlk sergisinden sonra Kahlo’nun söyledikleri:
(...) “Geriye dönüp de yapıtlarıma baktığımda önemli bir ressam olduğum
kanaatine varıyorum. Hayır sözcükler beni korkutmuyor; çünkü bu söylediklerim
kendi gerçeğini içermekte. Resim kendinden önce varolanın üzerine kurulur, bazı
ressamlar orta yerde bu uzun çalışmayı kesintiye uğratırlar. Resimlerini inşa
ederken kendilerini temel aldıkları için yoldan çıkar, güçlerini suratınıza
fırlatır, süreklilik çizgisini koparırlar. Onların çılgın oldukları düşünülür.
Van Gogh’u ele almak yeterli. Halbuki Van Gogh’un resmine baktığımızda, bu
resmin büyük bir dengeyi yansıttığını görürüz. Tabi sanatsal dengeden söz
ediyorum ama bu denge akli dengeyle ilişkilendirildiğinde hiç de önemsiz
değildir. İnsan, resmini yaparken isabetli olmalı. Kişilik tabi karşılık varsa
tablonun önünde yer alır. Eğer bir içedönüklük aktarılmışsa, bu gözle görülür,
ses getirir. Her şey hemen kavranabilen dev bir yoğunluğun içinde birbirine
bağlanır. Büyük ressamların dengesi çarpıcıdır.
Tıpkı sizin ona baktığınız gibi tablonun da size bakması gerekir. İşte ben
bu alanda, elli santimetrekarelik resimler çerçevesinde daha güçlüyüm.
Diego’nun yirmi beş metrekarelik duvar resimlerinde olduğundan daha güçlü
söyleme cüretini gösteriyorum. Üstelik bu çok önemli bir konu. Hayatta bazı
şeylerin sizi sorgulaması gereklidir. İnsan kendini o şeylere göre belirler,
sonra bir bakar ki ilerliyor.
Resim tarihinde portre çalışanların az olduğu çoğu zaman unutulur. Tabi
gerçek portre ressamlarından söz ediyorum. Yani, bir yüzü çizerken o yüzün
ardındakileri çarpıcı bir biçimde gösterenlerden. Bu, psikolojik kavrayış
gerektiren bir çalışmadır. El Greco ’nun ya da Piero della Francesca ’nın
çizdiği yüzleri bir inceleyin: O yüzün saklamak isteyeceği hiçbir şey resimden
kaçamaz. Her şey çarpıcı biçimde karşınızdadır. Varlığın en uzak noktaları bile
görülür ve bu mevcudiyet sizin en derin duygularınızı etkiler. Tekrar ediyorum,
sorgulama ve tablonun size bakması çok önemlidir.
Zaman zaman, sürdürdüğüm biçimiyle resmimin bir ressamınkinden çok bir
yazarın yapıtına benzeyip benzemediğini düşünürüm. Bu tür günce, tüm bir yaşama
ilişkin mektuplar. İlkiyle imgelemimi ortaya serip olgularımı ve davranışlarımı
çözümledim, İkincisiyle de sevdiklerime kendime ilişkin haberler verdim ya da
daha basitleştirirsek, kendimi verdim. Nitekim tablolarımı hemen hemen hep
armağan etmişimdir. Çoğunlukla daha başından kime gideceği bellidir
tablolarımın. Tıpkı bir mektup gibi.
Yapıtım: Asla yazılamayacak denli güzel özyaşam ykümdür. ” 21
Frida Kahlo, ilk sergisi ile artık tanınmaya, sanat çevrelerinde adı sadece
Diego Rivera’nın eşi değil Frida Kahlo olarak anılmaya başlamıştır. Her ne
kadar kadın ve kadının doğasına özgü konulan ele aldığı için birtakım
çevrelerce eleştirilse de genel anlamda bu sergi ona başan ve ün
kazandırmıştır.
Sürrealizm, Avrupa’da 1920’li yıllarda bir anlamda Dada’nın küllerinden
doğan bir akımdır. Her şeye hatta sanatın kendisine muhalif olan Dada, sonunda
kendi söylemini doğrulamasına “Gerçek Dadacı,
Dada’ya karşıdır” yok olmuş, yerini
Dada’nın savunduğu görüşleri daha elle tutulur bir üretime dönüştüren
Gerçeküstücülük akımına bırakmıştır. Gerçeküstücülük terimini ilk kullanan
Fransız şair Guillaume Apollinaire’dir. Gerçeküstücülük hareketinin babası
sayılan, hatta sonraki yıllarda “Gerçeküstücülüğün Papası” lakabıyla anılan
ünlü Fransız şair-yazar Andre Breton’un (1896-1966) 1922 yılında modern
arayışların geleceğini tayin edecek uluslar arası bir kongre tasarladığını
açıklaması, Gerçeküstücülük akımına giden yolun ilk adımı olmuştur. Kongrede o
güne kadar ki bütün modern sanat akımlarının ele alınmasını amaçlayan Breton, Kübizm
ve Fütürizm gibi akımlarının arasında Dada’yı da saymış ve Dada’nın tarihe
geçtiğini ima etmiştir.
Andre Breton, 1922 yılında yaptığı kongre çağrısı ile 1924 yılında ilk “Gerçeküstücü Manifesto” ‘yu yayınlamıştır.
Bu yılda, Gerçeküstücü Araştırmalar Bürosu kurulmuş ve Andre Breton’un
yönlendirdiği La Revolution Sürrealiste dergisinin ilk sayısı yayınlanmıştır.
Gerçeküstücülük de Dada gibi, sanatın geleneksel biçimlerine olduğu kadar,
burjuva değer yargılarına karşıdır ve politiktir. Gerçeküstücülerin bilinçaltına,
rüyalara, görünen gerçekliğin aklın ötesine yönelik arayışları, ahlaken iflas
ettiğini düşündükleri bir kültürel ve toplumsal yapının sınırlarını aşabilmekle
ilgilidir. Psikanalize olduğu kadar, Marksizme duydukları ilginin temelinde de
bu vardır. Toplumu ve bireyi tarihsel gerçeklik diye sunulan tarihsel
aldatmacaların zincirlerinden kurtarmak misyonundan hareket etmişlerdir. Bir
baskı unsuru olarak gördükleri kurulu toplumsal düzenin eleştirilmesinde
psikanalizin babası Sigmund Freud’un düşüncelerinden yararlanırken, bir yandan
da Fransız Komünist Partisi’ne üye olan Gerçeküstücüler, toplumsal isyanlarını
sanatsal zeminden öte bir eylem alanına taşımak istemişlerdir. Gerçeküstücü
dergiler için seçilen La Revolution Sürrealiste ya da Le Surrealisme au service
de la revolution gibi devrimci bir tını taşıyan isimler, bu eğilimin bir
uzantısıdır. Gerçeküstücülere göre sanatçı, küçük burjuva ahlakının bayatlamış
değerlerine isyan eden bir tür romantik devrimcidir.[19]
Gerçeküstücülük akımının anahtarı olacak Birinci Gerçeküstü Manifesto, 1924
yılında yayınlandı. Zengin bir dille yazılmış edebi bir eser olarak görülen bu
manifesto akımı şekillendirdi. Hem sanat, edebiyat hem de politik
yönlendirmelere öncülük etti. Her türlü ahlaksal ve düşünsel ilerlemeye
karşılık yazılmış olan bir düzyazı olan bu lirik eser, düşünceyle yazılmış her
şeye, geride kalan her yapıta karşı bir duruştur. Sanata mantık dişilik
anlamında bir katkı getirmeyi amaçlayan bu manifestoda;
“Gerçeküstücülüğün önceden ihmal edilen hazı çağrışımların, daha üst bir
gerçeklikte düşlerin sınırsız gücünde, düşüncenin ilgisiz oyununda olduğu
inancına bağlı olduğu söyleniyordu. Manifesto, özünde bir şairin beratıydı, bu
aşamada görsel sanatlardan çok az söz ediliyordu ve öncelik yazılı sözcük aracılığıyla
ya da başka bir yolla otomatizm’e verilmişti. Bunun aklın denetiminin dışında,
estetik ilgilerden bağışık olarak yürütüleceği gerçeği, Gerçeküstücülüğün Dada
’nın temel ilkelerinden birinin mirasçısı olduğunu açıkça gösteriyordu; kendine
gönderme yapan özerk sanatın eleştirisi. Dada gibi Gerçeküstücülük de sanatın
talepleriyle yaşamın talepleri arasındaki farkların ortadan kaldırılmasına
adanmıştı. ”
1938 yılında Andre Breton, Meksika ziyaretinde Frida Kahlo ile tanıştı.
Resimlerini gördüğünde Kahlo’ya bir sürrealist olduğunu söylese de Kahlo,
Breton’a “Ben kendi gerçeğimi resmediyorum. ” demiştir.
1939’da sergi için Paris’e giden Frida Kahlo her ne kadar şehri sevmese de
sürrealist çevrelerde ilgisini çeken insanlarla tanışmıştır. Paul Eluard Yves
Tanguy, Max Emst, Marcel Duchamp gibi...
Sergi, Pierre Colle Galerisi’nde yapıldı. Serginin adı “Mexique” dir. Tam
olarak tek bir kadına ait bir sergi değildir. Sergide Columbian öncesi
heykeller, 18. ve 19. yüzyıllara ait resimler, Breton’a ait koleksiyon, seramik
ve şamdanlar da yer almıştır. Louvre Müzesi Kahlo’nun Çerçeve adlı resmini
satın almıştır.
Fransızların milliyetçiliğinin de etkisiyle sergi mali açıdan çok başarılı
olmamıştır. Serginin üzerine Frida Kahlo: “Kadınlara hala hak ettikleri
değer verilmiyor. Bir kadın ressam olmak çok zor. ” demiştir.
Kandinsky, Picasso Frida Kahlo’nun sanatsal ve kişisel özelliklerine
övgülerde bulunmuşlardır. Resimlerinden çok etkilenen Pablo Picasso, daha sonra
Diego Rivera’ya şöyle yazacaktı:
“...Ne sen, ne Derain,
ne de ben, Frida Kahlo gibi yüzler çizmeyi bilmiyoruz... ”
Sürrealist eleştirmen Nicolas Calas:
“Frida Kahlo,
sürrealistlerin idealindeki kadın tipine tam olarak uyar. ”
Sanat tarihçisi ve müze yöneticisi olan Peter Wollen:
“Aslında Kahlo ’dan yola çıkıp, modernizmin bastırılmış yanlarım kullanarak
ve avangardın postmodern olmayan yanlarına bağlı kalarak, Kahlo 'yu bir anlamda
da başka bir çeşit avangard akımının, ileri görüşlü bir sanat tarihi
değişiminin habercisi olarak görüyordum. Onun çalışmalarında ilgimi çeken
birçok şey, Kahlo kültünün oluşumunda da etkili olmuştu. Fakat bir kültün
oluşması, kişisel bir bağ veya etkilenmeden çok daha fazla şeyi gerektirirdi
bence. Öncelikle, feminizmin yükselişinden ve kadın sanatına olan ilginin
artışından söz etmek gerek. O, kült olmak için birçok açıdan ideal bir adaydı.
Hayatta değildi, bu yüzden yaşayan sanatçıların ulaşmaları zor olan, anıtsal
olmasına rağmen insanı kendisine yakın hissettiren bir yeri vardı. 1954'te,
henüz kırklı yaşlarının başındayken ölmüştü. Ayrıca MeksikalIydı; böylece hem
bir Üçüncü Dünya sanatçısı olarak hem de Meksika ’nın ‘ötekiliği ’nin yanında
bir kadın olmanın ‘ öteki ligi ’ni kullanarak etkisini ikiye katlıyordu.
Çağdaşı olan kadın ressamlar gibi kendisinden daha ünlü olan kocasının
gölgesinde de kalmamıştı. Kahlo, Rivera’yla ilişkisi göz önünde
bulundurulduğunda, hem gerçek hem de felsefi anlamda derin yaraları olan bir
kadındı. Acı çeken sanatçıların genelde kendilerine has bir gizemleri vardır;
Kahlo'da bu etki, feminizmle birlikte daha da [20]
yoğunlaşmıştı. Oysa Kahlo, kadınlar için alternatif bir resim geleneği ortaya
atıyor ve bu geleneği de otoportre bakış açısı sayesinde güçlendiriyordu. Onun
sanatı da, kadın ve Meksikalı kimliği gibi içsel ve kişisel; bedenle, özellikle
de kadın bedeniyle ilgiliydi. Geç dönem modernizmde görülen kibirli
soyutlamalarla, imaj boşluklarla, yüksek sanat olmanın getirdiği usandırıcı
tutkuyla ve aşırı incelmiş ressamlıkla büyük bir karşıtlık içindeydi."
Frida Kahlo, kendisini bir sürrealist olarak görmedi. Resimleri onun
hayatıdır, gerçeğidir. Eserlerinde anlaşıldığı gibi acılarını saklamaz,
yansıtır. Zaten herhangi bir akıma bağlı kalma Frida’nın kişiliği ile de
uyuşmaz. Yalnızlığı, acıları, hastalıkları resimlerinin konusu olmuştur. Her ne
kadar kendisini bir sürrealist olarak görmese de Suyun Bana Verdiği (Resim 28),
Yaralı Geyik (Resim 56) gibi çalışmaları Sürrealist etkiler taşıyan
resimleridir.
Andre Breton’un teorileri, Meksika’da da etki göstermiştir. 1940’ta
uluslararası sanat çevrelerinde “Uluslararası Sürrealizm Sergisi’”nin
Meksika’da açılması dönemin önemli bir kültür olayıdır. Sürrealist ressam,
Wolfgang Paalen, Perulu şair Cesar Moro ve Andre Breton tarafından ortaklaşa
yapılan sergidir.
Frida Kahlo’nun, sergide İki Frida (Resim 29) ve Yaralı Masa (1940) adlı
iki resimi yer almıştır. Hayatı boyunca yaptığı resimlerden bu ikisini büyük
tuvale yapmıştır ki bana göre bunda resimlerin sergide yer almasının etkisi söz
konusudur.
Uluslararası Sürrealizm Sergisi, her ne kadar Meksika’nın Avrupa sürrealist
sanaüyla kurulan ilk doğrudan bağlantısı olduğu için önemli olmuşsa da Meksika
sanatı üzerindeki etkisi çok fazla olmamıştır. Bunda MeksikalIların yeniye
karşı kapalı olmaları etkendi. Meksika’da o yıllarda duvar resimleri
sanatlarının hakimiyetindeydi. Ayrıca Meksikalılar, kendi mitlerine oldukça
bağlıydılar ve dışarıdan gelen fantastik fikirlere ihtiyaç duymamışlardır.
Avrupalı sürrealistleri, rasyonel dünyanın ve sıradan burjuva yaşantısının sınırlamalarından
kurtarabilecek bilinçaltı gerçeklikleri için yapılan ve insanların ne
düşüneceğine önem veren bu yenilik anlayışı, gerçekle hayalin çoktan
birleştirildiği ve mucizelerin günlük olay olarak kabul edildiği bir ülkede
çokta yankı bulmamıştır.
Uluslararası Sürrealizm Sergisi ve Avrupalı birtakım sürrealistlerin
varlığı Meksika’da çok etki yaratmadıysa da bazı Meksikalı sanatçıların duvar
resmi hareketinin hegemonyasını reddettiği bir dönem olan 1940’lı yıllarda
fantastik realizmin gelişmesini teşvik etmekte önemli bir rol oynamıştır.
Andre Breton’un “Sürrealizm ve Resim” adlı kitabında Frida Kahlo’nun Suyun
Bana Verdiği adlı resmi yer almıştır. Breton, Kahlo’yu bir sürrealist olarak
kabul etmiştir.25
Frida Kahlo kendisini bir sürrealist olarak görmese de 1938’den sonra
yaptığı bazı çalışmaları daha karmaşık ve daha keskindir. 1938 yılında yaptığı
Suyun Bana Verdiği adlı resmi bütün çalışmaları arasında en karmaşık olanıdır.
Tabi bu durumda Andre Breton’un Kahlo üzerindeki etkisini düşünmemiz gerekir.
Her ne kadar sürrealist olduğunu kabul etmese de Sürrealizm’in o dönemlerdeki
etkisi de düşünülecek olursa Kahlo, bu akımdan etkilenmiştir diyebiliriz. Ama
bu, onu tamamen sürrealist yapmaz. Çünkü Frida Kahlo otoportre ressamıdır ve
resimlerinde gerçeklik hakimdir, kendi gerçeği.
“Resim tüm yaşamımı doldurdu. Korkunç yaşamımı doldurabilecek üç çocuğumu
ve bir dolu başka şeyi yitirdim. Tüm bunların yerini resim doldurdu. Çalışmaktan iyisi yok herhalde. ”
Frida Kahlo.
1939 yılının sonunda Diego Rivera ile Frida Kahlo’nun evliliği son
bulmuştur. Bu durumun verdiği sıkıntılar resim hayatının canlanmasına neden
oldu. 1939-1940 yılları Kahlo için oldukça verimli geçen bir dönemdir.
Yalnızlığına çok sevdiği hayvanları ortak olmuştur. 1940 yıllarındaki
otoportrelerinde maymunlar, kediler Kahlo’ya eşlik etmektedir. 1940 yılına
tarihi enen Maymunlu Otoportre (Resim 33), ve yine 1940 yılında yaptığı
otoportre de Kahlo, siyah bir kedi ile kendini resmetmiştir. (Resim 34).
Kırpık Saçlı Otoportre’de (1940) Frida Kahlo’nun Rivera’dan aynlışının
üzüntüsü oldukça sezilir. Kendisini bir erkek takımı giymiş, sandalyede
otururken göstermektedir.
8 Aralık 1940 yılında tekrar evlenmişlerdir. 1941 yılında babasını kaybeden
Kahlo sağlığının da daha kötüye gitmesine neden olmuştur. Kahlo’nun bu durumunu
yansıtan en iyi otoportresi Örgülü Otoportre’dir. 1941. (Resim 40).
1940’h yıllarda Frida Kahlo’nun kariyeri Uluslar arası Sürrealizm
Sergisi’ne katılmasıyla hız kazanmıştır. Tanınması ile kültürel organizasyonlara
katılımı, sanat projelerinde, dergilerde yazması için teklifler getirdi.
“Az resim yaptım; onları da zafer ve hırs duygusundan uzak, ama her şeyden
önce kendimi mutlu etmek istediğimde, sonra da hayatımı sanatımla kazanmak
istediğime inanarak yaptım. Benim istediğim şekilde ve istediğim her şeyin
resmini yapmam için birden fazla yaşam bile yeterli olmazdı. ”
Fiziksel yetersizlikleri ile birleşen düzensiz çalışma alışkanlıkları
resimlerini hızlı yapmasına ve satış amaçlı bir galeride düzenlenecek kişisel
sergisi için yeterli sayıda eser biriktirmesine bir engeldi. Buna rağmen birkaç
önemli karma sergiye katılmıştır. 1940’ta Mexico City’deki sürrealist bir
sergiye ve San Francisco’daki Golden Gate Uluslararası sergiye katılmıştır.
1942’de Örgülü Otoportre, Mondroe Wheeler tarafından Modern Sanatlar Müzesi
için hazırlanan “Yirminci Yüzyıl Portreleri”ne dahil edilmiştir. Kahlo’nun
dikenden bir gerdanlık taktığı, bir maymun ve bir kediyle görülen 1940 tarihli
otoportre, 1943 yılında Philadelphia Sanat Müzesi’ndeki “Günümüz Meksika
Sanatı” adlı sergide gösterilmiştir. 1943 yılında Paseo de la Reforma’daki bir
İngiliz dili enstitüsü olan Benjamin Franklin Kütüphanesi’nde düzenlenen
“Meksika Resim Sanatının Yüzyılı” sergisine katılmıştır. Frida Kahlo aynca
Mexico City’de yılda bir kez düzenlenen çiçek konulu gösterilerin bir parçası
olan “Salon de la Flor” adlı çiçek sergisine de davet edilmiştir. 1944 tarihli
Yaşam Çiçeği ve 1945 tarihli Manolyalar ile Güneş ve Yaşam adlı çiçek temalı
resimlerini bu sergi için yapmıştır.
1944 yılında Frida Kahlo’nun çevresindeki kadın ve çocukların portrelerini
yaptığını görürüz. Dona Rosita Morillo’nun Portresi (Resim 49) ve kızlan Lupita
Morilla Safa’nın Portresi (Resim 50), Mariana Morillo Safa’nın Portresi (Resim
51). Frida Kahlo, çocuklan çok seven bir ressamdır ve onlann sanatında yer
bulmasına izin vermiştir.
La Esmeralda da Öğretmen Frida Kahlo
1943 yılında La Esmeralda adıyla açılan yarı özel resmi okulda Frida Kahlo
öğretmenliğe başladı. Bu durum büyük yankı uyandırmıştır. Öğrencilerinin
yeteneklerini kendi tabiatlanna göre geliştirmelerine katkıda bulunmuş olan
Kahlo, sert bir öğretmen olmamıştır. Sağlık sorunları nedeniyle bir süre sonra
derslerini evinde vermiştir. 4 kişiyle bu eğitime devam etmiştir. Bunlar; Arturo
Garda Bustos, Guillermo Monroy, Arturo Estrada ve Fanny Rabel’dir. Bu
öğrencilerine “ Los Fridos” denmiştir. Kahlo’nun evi öğrencileri için tam bir
eğitim yeri olmuştur. Modelleri oradaki gördükleridir. Maymunlar, köpekler,
kediler...
Frida Kahlo, sanatla yaşam arasındaki doğrudan ilişkiyi savunana bir ressam
olarak öğrencileri okumaya da teşvik etmiştir. Aynı zamanda Antropoloji
Müzesindeki Columbian öncesi heykellerin ve diğer müzelerdeki sömürge dönemi
sanat eserlerinin taslaklarını çizerek Sanat Tarihi’ne ilgi duymalarını
sağlamıştır.
Öğrencilerinin kariyerlerinde ilerlemeleri için ressam asistanlarının
yanında iş bulmalarını sağlamıştır. Bu dört öğrencinin dayanışmaları bugün bile
sürmektedir. Onlara göre “Los Fridos” olarak adlandırılmak bir onurdur.
Guillermo Monroy:” Bizim için bir
koruyucu, sıra dışı bir öğretmen, bir yoldaş. Yürüyen bir çiçekti sanki.
Evlerimizdeki şeylerin resmini yapmamızı isterdi. Kilden vazolar, popüler sanat
eserleri, mobilyalar, oyuncaklar, yahudalar. Bu yüzden kendimizi okulda birer
yabancı gibi hissetmiyorduk. ”
Arturo Garda Bustos:” Tek desteği bizi
teşvik etmesiydi, daha fazlası değil. ”
Fanny Rabel:” Bizi resim yapışıyla değil; yaşam şekliyle, dünyaya, insanlara ve sanata
bakış açısıyla etkiledi. Meksika’da kendi başımıza fark edemeyeceğimiz bir
güzelliği hissetmemizi ve anlamamızı sağladı. Bu duyarlılığı sözleriyle
anlatmadı. Hepimiz çok genç ve uysaldık; içimizden biri sadece on dört
yaşındaydı ve bir tanesi de köylüydü. Bizler entelektüel değildik. O bize
hiçbir şey empoze etmedi. Şöyle derdi: “Ne görüyorsanız, ne istiyorsanız onu
resmedin. ” Hepimiz farklı resim yapıyorduk, kendi yolumuzdan gidiyorduk. Onun
gibi resim yapmıyorduk. Bir sürü sohbet, şakalaşma oluyordu. O bize ders
vermiyordu.
Diğer taraftan Diego, her an her şeyle ilgili bir teori oluşturabiliyordu.
Ama Frida, içgüdüleriyle kendiliğinden gelişen bir şekilde hareket ediyordu.
Güzel olan her şey onu mutlu ediyordu. ”
1944 yılında Frida Kahlo, sağlığı ile ilgili ciddi sorunlar yaşamıştır.
Omurgasındaki yoğun ağrıları hafifletmek için çelik korse giymiştir. Bu korseyi
1944 tarihli Kırık Sütun adlı resminde betimlemiştir.. Yaşamının sonuna kadar
yirmi sekiz korse kullanmıştır. 1945 tarihli çalışması Umut Olmadan bu hasta
olduğu dönemde yapmıştır. Vücudunun talihsizliklerini anlatmıştır resminde.
Daha iyi bir tedavi için 1946 yılında New York’a gitmiştir. Dört omur, kalça
kemiğinden alman bir kemiğin ve bir metal çubuğun yardımıyla birleştirildi.
Doktorları resim yapmasına izin vermemişlerdi. Hastaneden çıkıp Meksika’ya
döndüğünde yatağa ve çelik korselere hapsolmuştu. 1946 tarihli Yaralı Geyik
adlı resmi omurga birleştirme ameliyatını konu alan resimlerinden biridir.
Kırık Sütun gibi Yaralı Geyik de Frida Kahlo’nun çektiği acılan yansıtan bir
resmidir.
1950’li yıllannın başına gelindiğinde sağlığı iyice kötüye giden Frida
Kahlo 1950-1951 yıllannı hastanede geçirmiştir. Sanat çevresinden dostlan,
arkadaşları ve en büyük desteği Diego Rivera Kahlo’yu zor günlerinde yalnız
bırakmamışlardır. Hastanede geçen bir yılı Frida Kahlo şöyle anlatmıştır:
”Moralimi hiç kaybetmedim.
Vaktimi hep resim yaparak geçirdim; çünkü beni Demerol’la ayakta tutuyorlardı,
bu da beni canlandırıyor, kendimi mutlu hissetmemi sağlıyordu. Alçılarımı ve
resimlerimi boyuyor, şakalar yapıyor, yazıyordum. Bana filmler getiriyorlardı.
Hastanedeki bu yılımı sanki bir şenlikmiş gibi geçirdim. Şikayet edemem. ”
Frida Kahlo, doktoru olan Dr.Farill’e iki resim vermiştir. 1953 tarihli bir
Natürmort ve kendini doktorun resmini yaparken gösteren 1951 tarihli
Dr.Farill’in Portresiyle Birlikte Otoportre adlı resmidir.. Hastaneden sonra
evinde geçirdiği günlerde Kahlo’nun ilgisi; resme, arkadaşlanna,
politikaya yoğunlaşmıştır. 4 Mart 1953’te Stalin’in ölümü üzerine Frida Kahlo
şöyle demiştir: “Stalın’in kaybıyla
dengemi yitirdim. Hep onunla şahsen tanışmayı istemiştim; ama artık bunun
hiçbir önemi yok. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, her şey devrimleştiriliyor.
’’ Bugün Frida Kahlo
Müzesi’ndeki Kahlo’nun yatağının ucunda Engels, Marx, Lenin, Stalin, Mao gibi
beş büyük devrimcinin fotoğrafları asılıdır.
Evinde geçirdiği bu yıllarda Kahlo’nun çalışmalarına bakacak olursak daha
çok Natürmortlar yapmıştır. Bazı natürmortlarına bayraklar, politik yazılar,
meyvelerin arasına yuva yapan güvercinler yerleştirerek resimlerini
politikleştirmiştir.
1953 yılında Galeria Arte Contemporaneo isimli galeride Frida Kahlo’nun
resimlerinden oluşan sergi düzenlenmiştir. Sergi, Frida Kahlo’nun kendi
vatanında açtığı ilk tek kişilik sergisidir. Frida Kahlo, sergiye hastane
sedyesiyle taşınıp galeriye konulan yatağa yerleştirilmiştir. Sergisi oldukça
başarılıydı. Frida Kahlo sergiden sonra; “Sadece ruhen ve bedenen zayıf düştüm. Ama resim
yapabildiğim sürece yaşıyor olmaktan mutluluk duyacağım. ”diyerek düşüncelerini böyle dile getirmiştir.
1953 yılının
Ağustos ayında doktorlan, Frida Kahlo’nun sağ bacağının kesilmesine karar
vermişlerse de Kahlo’nun bu duruma tepkisi ilk başta çok büyük olmuş daha sonra
ameliyat olmayı kabul etmiştir. Bacağının alınması Kahlo’nun estetik konusundaki hassasiyetine yapılmış bir
çeşit saldırıdır. Bu durumu günlüğüne yazdığı yazılar ve çizdiği resimlerden
anlaşılmaktadır. 11 Şubat 1954’te günlüğündeki giriş yazısında şunları
söylemiştir:
“Bacağımı altı ay önce keserek bana yüz yıllarca sürecek bir eziyet
verdiler. Mantığımı kaybettiğim anlar oldu. Kendimi öldürmek için bekleyip
duruyorum. Beni tutan şey, Diego beni özler diye düşünen kendimi beğenmişliğim.
Bana öyle dedi ve bende ona inanıyorum. Ama hayatımda hiç bu kadar acı
çekmedim. Sadece çok az bir zaman bekleyeceğim. ”
Frida Kahlo günlüğüne ölümün var olma çabasından başka bir şey olmayan bir
süreç olduğunu yazmıştır. Ona göre ölme süreci, kemik iliği iltihabı ve zayıf
kan dolaşımının neden olduğu yavaş yavaş çürüme olayı geçirdiği bütün
ameliyatlara ve diğer tıbbi müdahalelere rağmen durdurulamazdı. 27 Nisan
1954’te, günlüğündeki kayıttan onun bir intihar girişimini ya da bir krizini
yeni atlatmış olduğu bilinmektedir. Son trajik yıllarında Diego Rivera olan ilişkiside
düzensizdir.
1953 yılında kendini zorlayarak yataktan çıkmayı
başaran Kahlo’nun neredeyse bir yıl resim çalışması olmamıştır. Stüdyosunda zorda olsa resim yapmaya çalışan ressam, daha sonra yatağında
çalışmalarına devam etmiştir. Politik inancını ve bir takım canlı natürmortlan
ortaya koyan resimler yapmıştır. 1954 tarihli Marksizm Hastalara Sağlık
Verecek adlı resminde Frida, Kari Marx tarafından kurtarılmaktadır. Bu
çalışmaları politik propaganda işlevi görmez sadece dualar gibi inancı temsil
etmektedir.
Frida Kahlo’nun günlüğünün son sayfalannda birkaç ay öncesinin kanatlı
otoportrelerinden daha karmakarışık bir şekilde çizilmiş olan tuhaf, kanatlı
kadın figürleri yer almıştır. En son kayıt, gökyüzüne yükselmiş olan siyah bir
melek, büyük bir olasılıkla ölüm meleğidir. Günlüğündeki son sözler, onun en
kasvetli gerçeklere nasıl baktığını ortaya koyar:” Umarım çıkış neşeyle doludur ve umarım bir daha asla dönmem. Frida. ”
Bu sözler ve son sözleri Frida Kahlo intihar mı etti gibi tartışmalara
neden olsa da 13 Temmuz Salı günü gerçekleşen ölümünün sebebi kayıtlara akciğer
embolisi olarak geçmiştir.
Frida Kahlo eşi ile olan sıra dışı ilişkilerini şu sözlerle anlamlı bir
şekilde dile getirmiştir:
“O benim gözümde bir devdi. Sözcüğün hem kutsal hem de gerçek anlamında.
Her şeyi dev boyutlardaydı. Üretkendi, canlıydı; yaşam, enerji, söz, hareket,
dinginlik, fikir ve resim doluydu. O güne kadar ki çalışmalarını yüzlerce
kilometrekare olarak ifade etmek mümkündü...
O daha dışa, toplumsal olana açıktı, bense içe insanın mahremiyetine
dönüktüm. Aynı türden bu yakınlığın birbirimizin çalışmasına yönelttiğimiz bu
bakışın ve bu konudaki eleştirilerinin yaşamımdaki en güzel şeylerden olduğunu
düşünüyorum. İlişkimizin en güzel yönlerinden biri de buydu. ”
Diego’ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı; çünkü Diego bir
komünistti ve bizimkiler onu çok çok şişman Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir
fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı.
Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929'da evlendik. Diego’ya: "Kızımın hasta olduğunu ve
yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel
değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek
istiyorsanız rıza gösteriyorum, "diyen babam dışında düğüne kimse
gelmedi. ”
(Frida Kahlo)
Kimilerine göre sürrealist ressam, kimilerine göre ressam Diego Rivera’nın
eşi. Frida’yı ve sanatını en derin şekilde yorumlayan eşi Diego Rivera onun
için şunlan söylemiştir:
“Sanat Tarihi ’nde ilk kez bir kadın, tam bir içtenlikle yalın ve sakinliği
içinde acımasız denebilecek bir içtenlikle yalnızca kadını ilgilendiren genel
ve özel olguları dile getirmiştir. Çok yumuşak ve zalim olarak da
nitelenebilecek içtenliği, bazı şeylerin kesin ve tartışmasız bir biçimde
tanıklığını yapmasını sağlamıştır. Bunun için kendi doğumunu, meme emmesini,
aile içinde büyümesini ve her türden korkunç acılarını, kesin olgularla
duyguları genelleştirip, onları kosmogonik ifadesine ulaştığı durumlarda bile
her zaman yapmış olduğu gibi gerçekçi kalarak, derine inerek resmetmiştir.
Frida Kahlo MeksikalI ressamların en büyüğüdür. Geleceğin dünyası için sahip
olduğu değeri ölçmek mümkün değildir. ”[21]
(Diego Rivera)
Frida Kahlo’nun resimlerinde yaşam ve ölüm, bedenin parçalanmışlığı ve
aklın bütünlüğü geleneksel olanla modernlik, gerçek ve beklentiler vardır.
Acıyı, umudu, umutsuzluğu ya da direnişi anlatır resimlerinde. Kendi gerçekliği
ile birlikte Meksika gerçekliğini çizer. Kökleri onun için her şeyin
ötesindedir ve ona son derece bağlıdır. Yaşamı boyunca Amerikan kültürünün hep
karşısında olmuş ve acımasızca eleştirmiştir. Resimlerinde Meksika tarihinin
derinliklerine işaret eder. Sanatında genel olarak bedeninin hissettiklerini
anlatır. Beklentileri ise aynıdır. Asla sahip olamayacağı bebeği ve sağlam bir
omurgası. Beklentileri onu hayata daha da bağlı kılar ve sanatının en yüksek
yıllarını belki de geçirdiği o korkunç kazaya borçludur. Hayalgücü de bu
dönemde en yüksek seviyede çalışıp onun beklentilerini resimlerine aktarmasında
araç olur ve bizlere o değerli resimlerini bırakmıştır.[22]
Frida Kahlo, yaşamı boyunca, geleneksel giysilerinden, takılarına;
özgürlüğe düşkünlüğüne, üretkenliğine, yaşamı dönüştürücülüğe, aşka kadar
Meksika kültürünü bir ütopya olarak yeniden kurgulamak istemiştir. Eşi Diego
Rivera ile olan beraberliği ise hep bu bütünlüğü arama serüvenidir. Rivera,
onun için farklı anlamlar, duyarlıklar taşır. O kadınla erkeğin bütünlüğünün,
erkek egemen sistem tarafından parçalanmadığı günlerin özlemini aktarır
resimlerinde. Diego, hep önemli bir yere sahip olmuştur. Kuş olup uçmak isteyen
kaşlarının üzerinde oturan gerçek- simgesel bir bütünlüktür. Maddeyle aşkın,
gelecek bin yılların bütünlüğüdür. Rivera, onun binlerce yıllık aşkıdır.
Kahlo’nun resimlerindeki imgelerin, duygu yoğunluğunun, fiziksel ve
psikolojik acının en yalın açıklaması onun yaşam öyküsünde ifadesini bulur.
Resimlerinin çoğunda, nesneleşmiş bedeni ile bu bedene ait her organın acı-umut
dolu çığlığı hissedilir. Bu çığlık, beden ile duyguların bütünlüğünü sağlama
mücadelesinde somutlanır. Acıyı, umudu, mücadeleyi besler. Acıların kaynağı ise
hayatinin ta kendisidir. Meksika’da herkesin bildiğini, Diego Rivera da sıkça
yineler: “ O benden daha iyi
resim yapıyor. ”[23]
20. Yüzyılın geçiş dönemi, kişiliği abartısız olarak ele almaya ve
araştırmaya yol açmıştır. Bireysellik, beden, cinsiyet hepsi kurumsal araştırma
maddesi oldular. Oto-portrenin yeni ele alınış tarzı, onlan geçmişten ayırarak
kişiliğin daha özgün yorumu ve ifadesiyle bütünleşti. Frida Kahlo, resimlerinde
kendi öznelliğini ele aldı. Kendini resimlerine sakladı. Acılarını; alkol,
çılgın, canlı bir yaşamla maskeledi. Kendisi: “Acımı boğmak için içiyorum; ama
kahrolası yüzmeyi öğrendi ve şimdi bu akıllıca, iyi davranış beni şaşkına
çeviriyor. ” demiştir. Fakat tüm
melankolik kişiliklerde olduğu gibi acılar karşısında yasa girmeyip, acılarını
yücelten, içselleştiren bir tavır sergilemiştir.
Higonnet, ilk defa gerçeküstücülüğün kadınlara göründükleri halleriyle
reddetme, kendi deneyim ya da fantezilerini ifade etmek için, başka
gerçeklikleri resmetme yetkisi verdiğini söyler. Her ne kadar Frida Kahlo,
kendini hiçbir katagoriye ait hissetmese de içinde değerlendirildiği
gerçeküstücülük akımının zengin imgelem dünyası gibi resimlerini alegorilerle
süsler. Resimlerinde öykü önemlidir. Sembolik anlatımlar vardır. Kanlı, ölümlü
doğumlar, parçalanmış fetuslar vardır resimlerinde. Ölüm olgusu kolaylıkla
hissedilir.
Sanatın kurumsal açılımlarıyla ve eğilimleriyle pek ilgilenmeyen Frida
Kahlo için kendi hayat gerçeği her şeyden önce gelmiştir. Portrelerini kimi
zaman gerçekçi bir mekan da kimi zamanda gerçekdışı bir mekan içinde bazen,
birden çok konuyu bir arada anlatmıştır. Evcil hayvanlan, takılan, sembolik
eşyalan resimlerinde sıkça yer almıştır. Resimlerinin genelinde hastalık ve
acısına olan içsel bağı hissedilir. Frida Kahlo yaşamı boyunca iki yüze yakın
resim yaptı. Resimlerinin çoğunu portreler oluşturmaktadır. Gerek kendisinin
gerek çevresinde olan kadınların, çocukların resmini yaparak; özgürlüğe,
cesurluğa, meydan okumaya adanmış duygularıyla yenilikçi bir ressam oldu. “Uçmak için kanatlarım varken ayaklarıma ne gerek var ki. ” deyişindeki üzere.
Dali, Duchamp, Picasso, Matisse gibi büyük ressamlar Frida Kahlo’nun çağdaşlarıdır.
Ancak Kahlo, hiçbirinden etkilenmeden ve kendisini bir akımın içinde görmeden
sadece kendi gerçeğini tuvallerine aktarmıştır. Hiçbir zaman ne bir akımın ne
de bir sanatçının üzerine gölge etmesine izin vermemiştir. 1960’larda Feminist dalga ile beraber
kadın sanatçılar, ressamlar daha ilgi çekmeye başlamışsa da Frida Kahlo bunu
1940’h yıllarda bunu başarmıştır. Kahlo, kadınlar için umudun,
direnmenin, mücadelenin büyüleyici bir ikonudur.
Çalışmamın konusu Frida Kahlo’nun resimlerinde kadının önemidir. Peki
resimlerine baktığımızda neden hep kendisi ile karşılaşıyoruz? Bunun birinci
nedeni kısaca yaşamındaki talihsizlikleri diyebiliriz. Hastalığı ve çoğu
zamanının yatakta geçmesi ile kendini keşfeden bir ressamdır Frida. İkinci
nedeni ise eşi Diego Rivera. Kahlo’nun büyük aşkı karşısında sürekli aldatan,
üzüntü veren ve Frida’yı yalnızlığa iten bir eş. İşte Frida Kahlo, hem bedensel
hem de ruhsal acılarını resimleriyle paylaştı. Kendi hayatından benzer acılar
yaşayan kadınların öykülerini resimlerine taşıdı. Onlarda kendini buldu.
Çevresinden çok sevdiği arkadaşlarının, aile dostlarının resimlerini yaptı.
Anne olamamasının verdiği üzüntüleri resimlerine taşıdı. Beslediği evcil
hayvanları ile kendini oyalasa da bu durum ona çok acı verdi. Çevresindeki çocuklara
taptı. Zaten oldukça ilgili bir teyze idi Frida Kahlo.
Frida Kahlo’nun kendi bedeni ile büyük bir meselesi vardır. Resimleri,
geçirdiği hastalıklar ve kazalarla büyük hasara uğrayan bedenini sanatının
merkezine yerleştirmiştir. Bedeni üzerinden yaşamöyküsünün çeşitli yanlarını,
kimlik oluşumunu, cinsiyetin sınırlarını ve sanattaki tipik kadın ve kadın
bedeni temsillerinin tersyüz edilmiş hallerini sergiliyordu. Kahlo’nun yapıdan,
20. Yüz yılda kadın sanatçıların bedenlerinin resimde temsil edilmesinin, [24]
feminist teorinin gelişiminin, kadın bedeni hakkında açıkça konuşulmaya
başlamasının, performans sanatının ortaya çıkmasının kilometre taşlarındandı.
Onun resimleri Kahlo’nun bedeninin gerçek doğasını ve ayırt edici özelliklerini,
genel olarak da kadın bedeninin estetik ve sosyal yapılardaki durumunu hem
ortaya seriyor hem de gizliyordu. Kahlo’nun giyime ve kendi bedeninin sunumuna
(hem yaşamda hem sanatta) gösterdiği titizlik “ben” in ve kadınlığın durumunu
ve sınırlarını inceleyebilmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. Kahlo’nun
resmi, geçirdiği trafik kazasında kemikleri kınlan ve büyük acılar çeken
bedeninin üzerindeki kontrolünü yeniden ele geçirmek, yeniden “ben” imgesini
oluşturabilmek ve kimlik hakkındaki kaygan zeminli kavrayışını
sağlamlaştırabilmek için giriştiği bir çabadır. Bu nedenle Kahlo, kendi
bedenini sürekli olarak parçalanmışlığın kıyısında betimlemiştir. Kahlo’nun
güncesindeki, sözcüğün tam anlamıyla dağılan kadın bedeni, kendine ait bu
imgeyi açıkça ortaya koyar. Kahlo, bu çizimin kenarına şöyle yazmıştı:
” BEN PARÇALANMALIYIM. ” Onun bedeni hep yaralıdır; acının çekirdeğidir ve ruhsal acının kazındığı
bir yüzeydir.
Kaza sonrası bedeni ciddi şekilde yaralanan Kahlo, çocuk sahibi olma
yetisini, ilk aşkını kaybetse de oto-portrelerini oluşturmaya başladığı
dönemdir. Yarattığı eserler yoluyla bedeniyle eşzamanlı parçalanmış olan iç
dünyasını oluşturan iç nesneleri, beden imgesini ve dişiliğini onarmaya
çalıştığını söylememiz yanlış olmayacaktır. Bacağının sakat kalmasının onda
yetersizlik ve eksiklik duygularını canlandırmış olması muhtemeldir. İncel
bacağını gizlemek için elinden geleni yapmıştır. Yaşamının sonuna dek giydiği
geleneksel Meksika kıyafetlerinin etekleri bacağını gizleyecek şekilde yerleri
süpürür. Erkeklerle olan rekabeti, otorite ile bitmeyen çatışması, erkek takım
elbisesi giyerek çektirmiş olduğu resimler, meşhur bitişik kaşı ve bıyığı
yaşadığı eşcinsel ilişkilerde erillik karmaşasına dair öğeler bulunduğunu
düşünebiliriz.
Geçirdiği o uzun hastalık süreci, ardı arkası kesilmeyen ameliyatlar ve
çektiği bedensel ya da ruhsal acılara rağmen her zaman ayaktadır Kahlo. Andre
Breton’a söylediği gibi kendi gerçeğini birebir yansıtmıştır eserlerine.
Breton’un Kahlo’ya verdiği cevapta aynı doğrultudadır. “Çektiğiniz acı, resimlerinizde bir şiire dönüşmüş. ” Böyle mücadeleci bir kadın, birçok ressamın da hayranlığını ve dostluğunu
kazandı. Bunlar arasında Duchamp, Yves Tanguy, Picasso, Kandisky sayabiliriz.[25]
[26]
Frida Kahlo’nun acılarla dolu bedeni, yaşam ile ölüm arasında mücadele
ederek geçmiştir. Bu gerçekliğin dayattığı zorluklar da düşünüldüğünde bu,
hayranlık verici bir mücadeledir. Aynalı yatağı, bu mücadelenin içinde geçtiği
alandır. Fiziksel acıların, yalnızlığın, kayıp ve yas duygularının sanatsal
yaratıcılık ve üretkenliğe dönüştü alandır. Aynı zamanda Frida’nın kendini,
bedenini tanıdığı alan.
Frida Kahlo’nun yapıtlarında cinsiyet sorununun kökleri Meksika
kültüründeki tipik örneklerde yatar. Meksika’daki cinsiyetler arasındaki
geleneksel rol dağılımını örnekleyen tarihsel, dinsel ve folklorik kişiliklerin
kadın tarafında La Llorona (Ağlayan Kadın), La Malinche, Bakire Meryem
(Guadalupe Bakiresi ve Kederli Annemiz) iyileştirici gücüyle Tehuana ve
daha genel olarak ana, kadın ve acının çekirdeği bulunur. Bu simgelerin ve
kalıp kişiliklerin pek çoğu Kahlo’nun yapıtının yüzeyinde yer alır. Kendi
cinsel belirsizliğini dışavuruşu ve karşı cinsin giysilerine olan ilgisi, son
derece maço bir toplumda kadınların payına düşen kalıplaşmış rolleri yerle bir
etmeye yönelik girişimlerdir. Resimlerinde kaşlarını, bıyıklarını, geniş
omuzlarını ve güçlü kollarını abartılı bir biçimde betimlemesi her zorluğu aşan
Meksikalı kadın kimliği verdiği kadar cinsiyetinin sınırlarını da bulanıklaştırmıştır.
Frida Kahlo, babası Guillermo Kahlo tarafından çekilen ilk fotoğraf!arında
hep erkek çocuğu kılığındadır. Üç parçalı takım elbise, kravat ve bazen baston.
Doğrudan kameraya baktığı bu resimleri ile arkadaşları onun şaka yaptığını
düşünse de gelgeldim, Frida’nın giysinin kişiliği dışavuran bir dil olduğu
yönündeki incelikli bakış açısı, bu fotoğraftakilerin aslında basit bir gösteri
değil, bozguncu bir davranış olduğunu düşünmemize yol açıyor. Bu fotoğraflar
Frida’nın Meksika toplumundaki katı cinsiyet rollerine karşı çıkışının,
onları altüst etme ezelden beri erkeklerin egemenliği altında olan kamusal ve
profesyonel alanlarda etkin olarak var olma arzusunun bir işaretidir aynı
zamanda. Çocukluğundan itibaren tıp eğitimide duyduğu tutku, onun erkek
egemen alanlara girme isteğini doğruluyor.
Karşı cinsin giysilerine bürünmek ve çiftcinsiyetli (androjen) görünüm,
1920’lerin sonlarında Meksika’da daha az olmakla birlikte rağbet görüyordu ama
yine de geniş kesimler tarafından isyankar cinselliğin göstergesi sayılıyordu.
Erkek kılığında dolaşan kadınlara “amazonlar” deniyordu. Kahlo’nun ilk eşcinsel
deneyimi on üç yaşındayken kendinden hayli yaşlı bir kadının, büyük olasılıkla
öğretmeninin tacizine uğramıştı. Sonraları kadınlarla yaşadığı pek çok ilişki,
karşı cinsin giysilerini giyişini, yaşanmış bir deneyimin ifadesine
dönüştürüyordu. Pek çok oto-portresinde (Maymunlu Otoportre, îki Frida gibi)
yüz kıllarını abartılı biçimde betimleyerek (bıyık, favoriler, bitişik kaşlar)
doğal ama tuhaf güzelliğinin çiftcinsiyetliğini vurguluyordu. Resimlerinde
geniş omuzlan güçlü kollarını öne çıkararak fiziksel güçleriyle bilinen Tehuana
kadınlarıyla kendini denk duruma getiriyordu. Kahlo’nun kendisini ufak
tefek ve kadınsı olarak betimlediği Frida Kahlo ve Diego Rivera, Kırpık Saçlı
Otoportre gibi resimlerle tezat oluşturan bu resimler, Kahlo’nun cinsel
belirsizliğini ve Kahlo üzerine kitaplar yazmış olan Gannit Ankori’nin de
söylediği gibi çiftcinsiyetli kendini özetliyordu. Kahlo, kendisini erkek
kılığında ve dolayısıyla cinsiyet değiştirmiş, saçları kısacık kesilmiş (Diego
Rivera’nın kendisini başka kadınlarla aldattığına misilleme olarak yapmıştır.)
olarak betimlerken bile, zarif küpelerini kulaklarına iliştirmeyi ihmal
etmemiştir. Kahlo’nun erkek giysileri giymesi ille kendi cinsiyetini inkar
ettiği anlamına gelmiyor ama cinsiyetle ilgili yaşadığı açmazı analiz etmemiz
için yeterli bir neden. Kahlo’nun resimlerinde kaşlarını, bıyıklarını özenle
betimlemesinin bir nedeni de Kızılderili geçmişinin önemini göstermesi açısından
da ayn bir anlam taşıdığını belirtmemiz yerinde olacaktır.
Frida Kahlo’nun yapıtlarındaki doğum sahneleri, kadın bedeni üzerindeki
köktenci tabulara karşı çıkmaktadır. İlk önce ve en çok, kendi yaşadığı düşük
ve kürtaj deneyimleriyle ilintilidir; ama aynı zamanda doğurganlık ve
doğum-ölüm döngüsü ile de bağlantılıdır. Kahlo, kendi doğumunu daha doğrusu
annesinin kendisini doğuruşunu en orijinal resimlerinden biri olan “Doğumum ” ele almıştır. 4
Temmuz 1932’de yaşadığı düşükten sonra yapmış ve aynı yıl annesinin ölümünden
sonra tamamlamıştı. Dolayısıyla resim, iki kadını temsil ediyordu.
Kahlo’nun çocukken geçirdiği hastalıklar, özellikle de altı yaşında
geçirdiği ve ona sakat bir bacak bırakan çocuk felci, genç yaşında başına gelen
trafik kazası onda derin bir ölümlülük ve bedensel kırılganlık duygusu kazıdı.
Babasının sara hastalığı fiziksel incinmeyle ilgili başka bir deneyim
kazandırmıştı ona. Ölüm ve ölümün engellenemezliği hakkındaki düşünceleri,
yapıtlarının pek çoğunun konusunu oluşturur. 1932’de annesinin, 1941’de
babasının ölümü, Kahlo’nun yaşamındaki en önemli olaylardandı ve resimlerine
doğrudan ya da dolaylı olarak yansıdı. Örneğin babasının ölümünden sonra
yaptığı “Ben ve Papağanlarım” adlı resimde Kahlo, yas giysisi içinde
yoğun bir yitirme duygusu ile karanlık ama kendinden emin bir bakış vardır
gözlerinde. On yıl sonra 1951’de ölülerin anısına resim yapma geleneğine uygun
olarak, babasının bir portesini yaptı. Bu çalışmasına ise “Hatıra” ismini
vermiştir.
Kanayan kalp Katolikliğin en yerleşik simgelerinden biridir. Kalp,
Azteklerin kurban törenleriyle de doğrudan ilgili bir simgedir. (Bu törenlerde
insan kalbi yerinden çıkarılır ve törenle yakılırdı.) “Anı” ya da “Kalp”
adlı resminde Kahlo, kendi kalbinin bulunduğu yeri boş bırakmıştır. Yanında ise
gerçeğinden hayli büyük bir kalp durmaktadır ve bu kalpten akan kanla nehirler
oluşmuştur. Bu tablonun Kahlo’nun kardeşi Cristina ve eşi Diego Rivera ile
arasındaki ilişkiyi öğrenmesiyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. “Dr.
Farill’in Portresi ile Birlikte Otoportre” de Kahlo’nun elindeki paletle
kalp arasında benzetme kurulabilir. Frida Kahlo’nun resimleri çoğunlukla
kanlıdır. Açık yaralardan akan kanın ilk akla gelen anlamı fiziksel şiddet ve
acıdır. Öte yandan “Dr. Eloesser İçin Yaptığı Otoportre” ile “Dikenli Çalılıktan Gerdanlı Otoportre” gibi resimlerde, Frida’nın dikenli kolye ile yırtılan
boynundan akan kan, duygusal acıya da işarettir. Bu tablolar, resmi yapılan
kişiyi masum ve çile çekerken betimleyerek, İsa’nın tutkusuyla ilgili dinsel
ritüellere ve imgelere göndermede bulunur. ”lki Frida” , “Anı” ya da “Kalp” gibi resimlerinde kutsal ya da kanayan kalp teması işlenmiştir. Bu ve buna
benzer resimlerinde köklerine de göndermede bulunmuştur. Katolik inancında kan,
İsa’nın kurban edilişi ile kazanılan yaşamı ve kurtuluşu simgeler ve kırmızı da
şehitliğin rengidir. Azten inancını da önemser. Azteklerin kurban törenlerinde
insan kalbi çıkarılır ve yakılırdı.
“Birkaç Küçük Çizik” adlı resminde Kahlo,
kızkardeşinin Rivera ile ilişkisinden duyduğu acıyı kanlı bir cinayetle
yansıttı. Yataktan gelen kan, kadın bedenine ilişkin sarsılmaz tabulara karşı
çıkışı olduğu kadar Kahlo’nun kadınlık, doğurganlık ve doğurmak karşısındaki
tutumlarına da işaret eder. "Henry Ford Hastanesi”, “Doğumum” adlı
resimleri bu tabuları sergiler ve sonraları feminist ve post -feminist sanatta
sık sık irdelenecek olan utanmazlık kavramı hakkındaki büyük kararsızlığı
barındırır. Kahlo’nun kendi genetik kalıtımı ve anne ve babasından gelen
karışık kan ilgisini çok çekmiştir. Annesinin Meksika’nın yerlilerinden oluşu,
babasının Alman göçmeni olması ile tam bir melezdi. Bu kan kalıtımı Kahlo’nun
ikiye bölünmüş kimliğinin yani yerel Meksika kimliği ile Avrupa kültürü
kökeninde yatan öğeydi. Hem yerli hem yabancıydı.
Frida Kahlo, saçını duygularının; neşesinin, incinmişliğinin ve kederinin
dışavurumu olarak kullanmıştır. Oto-portrelerinin en ayırt edici özelliği, uzun
saçları ve özenli saç biçimleridir. Bu son derece kadınsı nitelikler Kahlo
tarafından anlamı iletmek ve geleneksel güzellik kavramlarına karşı durmak için
kullanılıyordu. Saç örgüleri, kurdeleleri ve diğer bütün süs nesneleri,
Kahlo’nun duygularına ilişkin çağrışımlarla yüklüydü. Eşi Diego Rivera’yı mutlu
kılabilmek için saçları açık ve geleneksel Meksika kıyafetleri içinde
dolaşıyordu. Eşinin kardeşi ile ilişkisini öğrendiğinde tepki olarak saçlarını
kesti. “Kırpık Saçlı
Otoportre” adlı resmini bu
dönemde yaptı. Yitirilmiş bir aşka ağıt, ihanete lanet, bir zamanlar yaşanan
büyük aşkın cezası olarak kendi kendini cezalandırma anlamındaydı bu resim.
Kırpılmış saçlar aynı zamanda sanatçının çiftcinsiyetli görünümünü daha da
vurguluyordu. Rivera ile yeniden evlendikten hemen sonra yaptığı “Örgülü Otoportre ” de Kahlo, kesip attığı saçlarını şeritlerle başına iliştirmiştir.
Yenilenmenin etkisi, gözle görülür biçimde belirgindi.[27] Kahlo,
günlük yaşamında giysileri kadar takılarına da özen göstermiştir. Bunu ona ait
fotoğraflardan da görebiliyoruz. Takılara düşkün olması sanatına da yansıdı.
Hemen hemen bütün çalışmalarında kadınsı özellikleri yansıtan kolyelere,
yüzüklere, saçlarına iliştirdiği çeşitli süs nesnelerine rastlıyoruz. Takıları,
saçları gibi Frida Kahlo’yu tanıtıcı imgelerden biri olmuştur.
Frida Kahlo’nun çalışmalarından çıkarttığımız, seçtiğimiz anlamlar,
işaretler kendisi tarafından belirlenir. Çünkü Kahlo, bunu seviyordu. Eserleri
ile yaşamı arasında tam bir bağlılık vardır. Çalışmalarında kendi vizyonunu
vurgulaması onun en karakteristlik özelliğidir. Duygu ve düşüncelerini
resimlerine bütün çıplaklığıyla yansıtması onu özgür, sıra dışı bir ressam
yapmıştır. Örneğin Doğumum adlı resmi, kadının dişi değerlerine bir
göndermenin yanında kadın kutsallığına verdiği önemi gösterir. İdeolojisinin
temelini de kadınsal ruhu oluşturur. O, mücadeleci bir feministtir. Hayatı
boyunca kendine kimseyi model almayan Kahlo, kendi kendisinin modeli olmuştur.
Kimseyi taklit etmemiştir. Böylelikle kendisinden sonra gelen feminist
sanatçıların, yazarların temsili haline gelmiştir. Kadın kimliğini kendi
portreleri ile inşa eden gerçek bir ressamdır. Kahlo, resimlerini yaparken
herhangi bir estetik kaygıya kapılmadan doğal olarak içindeki yansımalarını
anlattı resimlerinde. Diego Rivera’nın aksine küçük boyutlarda ama dev eserler
verdi. İçe dönük, ruhun sesi olan eserler. Kendisi şöyle diyordu: “Her şeyi çizdim; dudaklarımı,
kirpiklerimi, parmaklarımı, kulak memelerimi, doğumumu, rüyalarımı, ayak
parmaklarımı, karnımı, çıplaklığımı, kanımı, kanımı, kanımı. Vücudumu terk edip
sonra tekrar geri gelen kanım. İçimdeki Yahuda çevremdeydi. Yahuda adımlarımı
seyretti. Kendimi defalarca tekrar ve tekrar çizdim. ” Kendisi dışında birçok kadının da portresini yaptı. Bütün bu kadın
olgusunu oluşturan portrelerinin bir ortak özelliği vardır. O da göze değil kadın
ruhuna hitap etmesidir.[28]
[29]
Kahlo, hayatı boyunca yaşadığı tüm acılara rağmen güçlü kadın imajını hem
gerçek yaşamında hem de tablolarında korumuştur. Resimlerinde tüm acılara
rağmen dimdik ayakta duran güçlü bir kadın vardır. Kendi portrelerinin en kederli
olanı bile asla aşın duygusal ya da kendine acıyan bir havada değildir. Bir
şeylerle baş etmek için gösterdiği asalet ve kararlılık, kraliçelere has
duruşunda ve metanet göstergesi olan yüz hatlarında açıkça görülür. Frida’nın
resimlerindeki kadın imgesi öznel bir duruşu sergilemekle birlikte Meksika
devriminin içinde barındırdığı acı, gurur, kudret ilişkisini de yansıtmaktadır.
Hem ülkesine hem da Rivera’ya duyduğu aşkla, yaşam enerjisi ile bir bütün
olarak karşımızdadır. Bu bütünün parçalanması halinde Frida’nın
oto-portrelerindeki o güçlü, mağrur kadının gözleri gölgelenmekte, üzgün ve
kırılmış bir Frida karşımıza gelmektedir. Özellikle 1940’lardan itibaren
Frida’nın resimlerinde acı ve öfke daha net hissedilir. Geçirdiği sayısız
ameliyat, Rivera ile olan inişli çıkışlı ilişkisi, tükenmekte olan yaşam
eneıjisi hem oto-portrel erindeki gözyaşlarında hem de kullandığı sembolik
dille açığa vurulmaktadır. Sağlığı el vermediği için anne olamayan Frida,
üreme- üretme tutkusunu ifade eden, kaybettiği bebekleri için duyduğu kederi
dile getiren resimleri anne olma isteğini anlatır. Ortaya koyduğu güçlü kadın
portreleri ile kadının nesneleştirilmesine karşıt örnekler vermiştir. Maıjorie
Kramer gibi feminist kuramcılara göre kadın sanatçıların yaptığı kadın portreleri,
erkek sanatçıların yaptıklarından belli konular açısından çok farklıdır.
Öncelikle kadın sanatçılar, erkek sanatçıların yaptığı gibi ideal güzellik
ölçülerine sahip çekici kadın tipi yaratmaz. Böylelikle kadını aşağılamaz,
sömürmezler. Erkek sanatçıları ise kadın bedeni üzerinden kendi düşüncelerini
ve ideolojilerini eserlerinde yansıttıkları kadına biçilmiş roller üzerinden
gerçekleştirirler. Bu anlamda kadın sanatçıların kadını ele aldıkları
portreleri özellikle de oto-portreleri, yaşadıkları coğrafya, dönemin
sosyo-politik yapısı bağlamında bir kadın olarak sanatta var olmanın benzer ve
farklı durumlarına dair ipuçları taşımaktadır. Frida Kahlo’nun çalışmaları da
bu ipuçlarını vermektedir.
Feminizm, en açık anlatımıyla kökeni 19.Yüz yıla dayanan; fakat 1960’lardan
itibaren adını duyuran, kadının içinde bulunduğu durumu dönüştürmeye, kadın
lehine iyileştirmeye çalışan bir harekettir. Feminizmin çıkış noktası
erkeklerle eşit hak ve fırsat talepleri olsa da zaman içinde toplumsal cinsiyet
kurgulamalarını dönüştürmek adına yapılan hareketler kadın lehine pozitif
ayrımcılığa giden radikal bir şekle bürünür. Bu bağlamda bir grup kadın
sanatçı, sanat eleştirmeni ve sanat tarihçisinin kadının sanatta, sanat
kurumlarında, müzelerde yeterince doğru temsil edilmemesine ve dışlanmasına
karşı başlattıkları mücadelenin bilincinde ve yanında olan tüm sanatçıların
üretimi feminist sanat başlığı altında toplanır. Feminist sanat kendi içinde
dönüşür, çeşitli isimler altında incelenir. Zaman zaman özcü olarak
nitelendirilen ilk kuşak feminizim, kadını erkekle eşit konuma getirebilme
çabasındadır. Bu konuda Linda Nochlin’in, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” adlı makalesi yeni bir dönem başlatır. Nochlin’in makalesi hem Sanat
Tarihi’nde neden büyük kadın sanatçılara yer verilmediği ve neden az sayıda
kadın sanatçı olduğuna dair tarihi bir sorgulamadır hem de birçok sorgulamayı
peşi peşine gerçekleştirmek için sanat eleştirmenlerine ve sanatçılara düşünme
yolu açar. Kadınları ilk başta, yaratıdan ve sanattan ayrı tutan deha kavramı
sorgulanır. Uzun yıllar kadına yapıştırılmış trajik bir söylem olan kadında
deha olamayacağından sanatçı da olamayacağı söylemi ve kadınların yaptıkları
işlerin düşük sanat ve sadece el becerisi gerektiren zenaat kategorisinde
değerlendirilişi bu sorgulayış bağlamında bazı sanatçıların, örneğin Miriam
Schapiro’nun Famajları üst sanat kategorisinde değerlendirilerek sanattaki
kadına uygun görülen düşük sanat /yüksek sanat hiyerarşisine meydan okunur.
Yaratı sürecinin erkek ve kadında farklı olup olmadığı sorgulanır. Kadınların
sanatla ilgili eğitim kurumlarından dışlanmış olmalarının getirileri
sorgulanır.
Feminist eleştirinin ilk yıllarında, kadın sanatçılar olumlu kadın imgeleri
yaratarak kadın doğasına ulaşmaya çalışırlar; ama özcülük olarak da
değerlendirilen bu yaklaşımın, kadını doğa, gizem, bilinçaltı ve dil öncesine
yerleştirip ataerkil düzeni sağlamlaştırıcı ve kadının egemen sistemdeki yerine
razı oluş gibi olumsuzlukları taşıdığı ileri sürülür. Olumlu kadın imgeleri yaratma
süreci, feminist eleştirinin her gün tartıştığı gümdemde tuttuğu konulardan
biriyle aynı içeriği taşır. Bu konu sanatta ayrı bir kadın duyarlılığı ve
estetiğinin mümkün olup olmadığıdır. Erkeklerin entelektüel duruşlarına
karşılık kadınların doğrudan doğruya duygularıyla sanat ürettiklerini söyleyen
Judy Chicago bazı soyut biçimleri kadın anatomisiyle ilişkilendirir. Judy
Chicago’nun bu konudaki başyapıtı “Dinner Party” adlı
düzenlemesidir.
Feminizmin kadını hak ettiği yere koyabilme istemi, modernizmin insanı
yüceltme istemi gibi benzer ideolojilerle yola çıkmışsa da modernizmin ne denli
üstüne düşeni gerçekleştirdiği sorgulanmaya alınır. Burada önemli olan,
feminist eleştirinin, Baudrillard’ın
sömürülen her kategori cinselleştirilir savının doğruluğunu açığa
çıkarmasıdır. Feminist eleştirmenler, kadının yüzyıllar boyu baskı altına
alınıp nesnelleştirilmesine şiddetle karşı çıkarlar ve Sanat Tarihi’ni
araştırıp üst anlatılarla ortaya çıkan modernist sanatta bile kadının edilgen
trajedisinin varlığını ortaya koyarlar.
Modernist anlatının, feminist eleştirinin en çok tepkisini çeken yönü
aslında tüm Sanat Tarihi’nde görülen maddenin forma dönüştürülürken kadın
bedeninin de doğa gibi ataerkil bakış açısı altında şeyleştirilmesidir.
Descates’in özne/nesne ayrılığına dayalı cogito anlayışına göre post sanata
gelinceye kadar, kadın bedeni ve kimliği nesnelleştirilmiştir. Modernist
sanatının bu kadar tepki çekişi insanın üstünlüğü ile ilerlemecilik gibi
ideallerine sanattaki kadın imgeleriyle ters düşüyor oluşudur. Kadın bedeni ve
kimliği neden nesnelleştirilmiştir? Bunun en önemli nedeni “Erkekler kadınları seyrederler,
kadınlar ise seyredildiklerini seyrederler. Kadının içindeki gözlemci erkek,
gözlenen kadındır. Böylece kadın, kendini seyirlik bir nesneye dönüştürür. ” diyen John Berger’in görüşlerinde bulmak mümkündür.
Feminist sanat eleştirisi, kadın olma hali ve trajedisi ve kadın duygusallığı
konusunda özellikle sanat alanında yaptıkları önemli saptamalarla 20.Yüzyıla
damgasını vurmuş bir akımdır. Modernizmin üst anlatılarının vaat ettiğini
gerçekleştirememiş olduğu ve modernizmin aydınlanmacı mantığının Beauvoir’in
deyişiyle aşkınlığın eril tarihini yazdıran bir mantık oluşu savlarından
hareketle 20.Yüzyılın son çeyreğinde feminizm ile ilişkili bir post anlatıya
gidilmiştir. Post-feminist düşünce cinsiyet ayrımı söylemlerini reddeder.
Postmodern feminizme göre kadınların ortak bir sorunu yoktur. Her kadın ayrı
bir birey olarak değerlendirilmesi gerektiğinden genelleştirme yapılamaz. Yani
ırk, sınıf, cinsiyet, etnik köken gibi farklılıklar postmodern feminizmin
yaklaşımı içinde değerlendirilir. Bu yaklaşımda bireysel farklılıklar ve tekil
yapı korunarak, kadınlara ait sorunlar çözülmelidir. Kadınlara ait evrensel
doğruların olmadığını, etnik ve yerel farklılıkların dikkate alınması
gerektiğini savunurlar. Post-feminist düşünür ve yazar Julia Kristeva, bir
röportajında: “Bence kadın, temsil edilemeyen, hakkında konuşulamayan,
adlandırma ve ideolojilerin dışında kalandır. ” Derken adlandırma ve kadın-erkek gibi kimlikleri
yadsıdığını söyler. Kristeva, bazı yazılarında kadın kategorisini çoğul bir
kimlik olarak almak yerine ontolojik bir bütünlük olarak görmek ve
siyasallaştırmak yanlısıdır. Kristeva’ya göre farklılığın anlaşılması çoğul ve
akışkan öznelliklere yol açtığı için önemlidir. Ne kadar kadın varsa o kadar
dişil konum vardır. Bazı eleştirmenler feminizmi ve feminist eleştiriyi
tekilliği, farklılığı, bireyselliği ön plana çıkaran postmodernist anlatının
dayanak noktası veya başlangıç noktası olarak gördüklerini bile itiraf ederler.
Rita Felski’ye göre: “Kadın hareketinin etkilerinden biri de sanatı yeniden
politize etmesidir. Modernist estetik ve formalist eleştirinin, sanatsal değeri
siyasetten soyutlaması ideolojik çıkarlar doğrultusundadır. Feminizm, direniş
odaklarının, büyük ütopyalar yerine gündelik yaşamın sanat da dahil, her alana
yayılmasıyla modernist sanatın izin vermediği bir siyasallaşmayı olanaklı
kılabilir. ”
Griselda Pollock’a göre: “Feminizm bir öz değil, birtakım konumlar; doğma değil,
eleştirel bir uygulama; kadınlar adına konuşulan bir platform değil, devingen
ve kendini eleştiren bir yanıt ve müdahaledir. Bu bağlamda kelimenin kendisi
sürekli yapıbozuma uğratılmalıdır. ’’
Rosi Braıdotti, Feminist Postmodernizmin Eleştirel Bir Kartografyası adlı
makalesinde toplumsal cinsiyet ilişkilerinde, post-feminist dalganın yerini
yeni postfeminist neo-liberalist dalgaya bıraktığını söylemiştir. Braıdotti’ye
göre bu yeni dalga tarihselliğin bir çeşididir. Çünkü feminist soy kütüğünü de
reddeden neo-liberalist yeni dalga, etnosantrik bir tavır izleyerek kadınların
arasındaki bağı hiçe sayar. Ekonomik güç birinci plandadır. Güç ve iktidar
sahibi olan kadınlar feminizmin kahramanlan gibi lanse edilirler. Günümüzde
feminizmin geldiği nokta, daha önce post-feminist eleştiri ve görüşlerin
içeriğinden de anlaşılabileceği gibi, çokuluslu kapitalizmin bireyselliğe,
tekilliğe, farklılıklara önem veren kültürel izleriyle paralellik sergiler.
İdeolojilerin Sonu savını doğrularcasına feminist eleştiri kendi varoluş
sebeplerini inkar içindedir. Yıllar boyu kadının siyasi erk sahibi olamadığı
için edinilmiş cinsiyet sahibi olabildiği gerçeğini değiştirebilmek için
mücadele veren feminist akım, güç sahibi, vizyon sahibi kadınlan feminist
kahramanlar gibi vitrine sürerek siyasi erki, parayı, etnosantrik üstünlüğü üst
plana koyarak kendi varoluş sebebini inkar yoluna gider. Yeni post-feminist
dalga kadın dayanışması ve kız kardeşlik söylemlerine meydan okuyup, her
kadının farklı ve tikel oluşuna vurgu yapıp, kadınları farklı özlere bölerek
belki de bir başka kadın trajedisi örneği sergilemektedir. Kadının her ne
sebepten olursa olsun yaşadığı travma, sanat alanında türlü dil olanakları ile
yansıtılmaya çalışılmıştır.[30]
Konunun başında 1971’de yayınlanan Linda Nochlin’in “NEDEN HİÇ BÜYÜK KADIN SANATÇI YOK?” adlı makalesinden bahsetmiştik. Bu makalesiyle Nochlin, bu soruyu
yanıtlarken şunu vurgular:
“Sanat üstün güçlerle donanmış bir bireyin kendinden önceki sanatçılardan
ve daha belirsiz, daha yüzeysel bir biçimde de toplumsal koşullardan
etkilenerek ortaya koyduğu özgür ve özerk bir etkinlik değildir. Sanat yapmanın
koşulları belli bir toplumsal çevrede gelişir, bu toplumsal yapının ayrılmaz
bir parçasıdır ve ister sanat akademileri, ister himaye sistemleri, ister
ölümsüz yaratıcı, üstün sanatçı-insan ya da toplum dışı ilan edilen yalnız
yaratıcı efsaneleri olsun, özgül ve tanımlanabilir toplumsal kurumların
dolayımından geçer ve belirlenir. ”[31]
“Kadın olarak doğmak, erkeklerin
mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. ”[32]
Kadın sanatının ikincil konumuna yapılan önemli ve yerinde protesto
gösterisi 1985 yılında “Gorilla Kızlar” adı verilen bir grup kadın tarafından
yapılmıştır. 1985 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde “Uluslar arası
Resim ve Heykel Sergisi” açıldığında, etkinliği düzenleyenler talihsiz
açıklamalar yapmışlardır. Sergiyi düzenleyenler kendisinden öyle emindiler ki, “buraya alınmayan ressam kariyerini yeniden gözden geçirmeli” gibi talihsiz açıklamalar yapmışlardır. Sergiye toplam
169 sanatçıya yer verildiğini düşünürsek, kariyerini gözden geçirmesi gereken
sanatçı sayısı oldukça fazladır. Sergide toplam on üç kadın sanatçıya ver
verilmiş, durum böyle olunca da bu tartışmalar, feminist sanatçılar içerisinde
de yoğun bir şekilde gerçekleşti. Serginin sanatsal boyutundan ziyade, cinsiyet
ayrımı ve diğer sanatçıları dışlamasıyla gündeme yerleşti. Serginin açılışını
takip eden günlerde Gorilla Kızlar, New York sokaklarına “KADINLARIN METROPOLİTAN MÜZESİNE
GİRMELERİ İÇİN İLLA DA ÇIPLAK OLMALARI MI GEREKİYOR?” başlığı ile afişler asmışlardır. Yazının altına ise,
Ingres’in ünlü “ODALIK” resmindeki çıplak kadın figürü yerleştirilmiştir.
Figür üzerinde bazı değişiklikler yapılarak baş kısmına bir goril kafası
yerleştirilmiş, eline de bir yelpaze verilmiştir. Bu goril kafası, Gorilla
Kızların simgesi olan ve asla kafalarından çıkarmadıkları goril maskesinin
yerine kullanılmıştır. Bu betimlemeyle Gorilla Kızlar, Ingres’in figürünün
yerine kendilerinin bir temsilini yerleştirmişlerdir. Resmin hemen yanında ve
soru başlığının altında devam eden metine göre, müzeye katılan sanatçıların
sadece yüzde üçü kadın iken, sergilenen resimlerdeki çıplak figür oranı yüzde
seksen üçtür. Posterin en alt kısmında ise “Sanat Dünyasının Vicdanı” olarak
kendilerini lanse eden “Gorilla Kızlar” yazısı bulunmaktadır.
Aslında bu protestonun kökeni, atölye ortamında sanatın yürütülmesinden
beri model olarak çıplak kadınların kullanılmaya başlandığı zamana kadar
inmektedir. Çünkü 1890’lara kadar bir ressamın usta olarak görülebilmesi için
akademilere girip buralarda çalışması gerekiyordu. Fakat atölyelerde çıplak
kadın olmasına rağmen atölyelere kadın sanatçılar alınmıyordu. Bu akademilerin
atölyelerinde çalışmak erkek sanatçılara tanınan bir ayrıcalıktı. Gorilla
Kızların vurgulamak istedikleri nokta tam da bu duruma denk düşmektedir. Bir
sanat müzesine girebilmek kadın sanatçı olmayla değil de, çıplak bir model
olmayla gerçekleşmekteydi. Gorilla Kızlar, 1985 yılında kurulduklarında kendi
adlarını gizleyerek, ölmüş kadın sanatçıların isimlerini kullanmışladır.
Dışarıda halk arasında gösteriler yaparken kendi kimlikleri tanınmasın diye
kafalarına goril maskesi takmışlardır. Böyle giyinmekteki amaçları ise, kendi
kimliklerinden ziyade isimlerini kullandıkları sanatçıları ön plana çıkarmak
istemelerinden kaynaklanmaktadır. Amaçlarına fazlasıyla ulaşan bu sanatçılar,
kimliklerini öğrenmek isteyen basından kendilerini saklamayı bilmişler ve
sürekli anonim kalmışlardır. Başlarında goril maskesinin haricinde sürekli
olarak frapan giysiler içerisinde topuklu ayakkabılar ve file çoraplarla
gezmişlerdir. Kurulduktan sonra
1989 yılında yayınladıkları bir listeye göre kadın sanatçı olmanın avantajları
şöyle idi:
•
Başarı baskısı
olmadan çalışmak,
•
Erkeklerle aynı
gösteriler içerisinde bulunmak zorunda olmamak,
•
Seksen yaşınızda
kariyerinizin zirvesinde olacağınızı bilmek,
•
Yaptığınız iş her ne
olursa olsun kadınsı bir etki bırakmak,
•
Kadrolu bir öğrenci pozisyonunda sıkışıp
kalmamak,
•
Erkek arkadaşınız
sizi daha genç bir kadın için terk ettiğinde çalışmak için daha fazla zamana
sahip olmak,
•
Fikirlerinizin bir
başkasının çalışması üzerindeki etkilerini görmek,
•
Annelik ve kariyer
yapma arasında seçim yapma fırsatına sahip olmak,
•
İtalyan takım
elbiseleri içerisinde ya da kocaman puroları içerek, boğulmak zorunda kalmamak,
•
Sanat Tarihi’ni
tekrar gözden geçirmek,
•
Yetenek ya da bir
deha olarak adlandırılmanın sıkıntılarına maruz kalmamak,
•
Sanat dergilerinde
goril kıyafetleri içerisinde fotoğraflara sahip olmak.[33]
Southern Califomia Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat ve toplumsal
cinsiyet çalışmaları konusunda uzmanlaşmış profesör Gloria Orenstein,
1970’lerden beri feministlerin öncülerinden Frida Kahlo’nun sanatıyla
ilgilenmiştir. Yazar Orenstein, Kahlo’nun yenilikçi sanat anlayışına dikkat
çeker. Kan imgesini, büyük bir cesaretle resimlerine yansıtan ilk kadın
sanatçılardan olduğunu söyler. Kadın bedeni ile Kahlo’nun özellikle 1930’lardan
itibaren gösterdiği sanatında derin bağlantılara işaret eder. Orenstein’e göre
Kahlo, genel olarak kadınların durumunu ifade etmek için kendi bedenini
kullandı. Aynı zamanda Kahlo, onun için ilklerin ressamı. Gerek tarzı, gerek
sanat anlayışı açısından. Örneğin saçlarında mor rengi kullanması Frida
Kahlo’ya özgü bir durumdur onun için. Meksika kültüründe ataerkil bir toplum
yapısı vardı. Frida Kahlo, bu toplum yapısına karşı kadınların sesi olan güçlü
bir mesaj olmuştu. Hala günümüzde de kadınların simgesi olarak anılıyor Frida
Kahlo.
1970’lerden sonra Feminist dalga dünyada yankı bulmaya başlamıştı. Feminist
yazarlar, sanatçılar, sanat eleştirmenleri birçok çalışma yaptı. Feminist kadın
ressamlar böylelikle dikkat çekmeye başladı. Aslında Frida Kahlo’nun dünya
çapındaki ününde bu etkenlerin rolünün büyük olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Fakat bir konuya dikkat çekmek gerekir ki gerek Amerikalı
sanatçılar gerek Avrupalı sanatçılar kadının toplumda ve sanattaki önemine,
kadının dışlanmasına, cinsiyet ayrımcılığına karşı başlattıkları bu ekolü Frida
Kahlo 1940’h yıllarda çoktan başarmıştır. Sadece Meksika’nın değil, mücadeleci
ruhu benimsemiş bütün kadınların simgesidir. Acılara, hastalıklara, hayal
kırıklıklarına karşı gösterdiği direniş hayranlık vericidir. Frida’yı Frida
yapan hayatındaki kötü gidişlerdir. Bu kötü gidişlerin sonunda ise onu dünyaca
ünlü ressam yapan oto-portreleri oluşmuş kendini Meksika’nın en ünlü ressamı
yapmıştır. Hakkında çeşitli makaleler, tezler, filmler yazılıp çizilmiştir.
Birçok ülkede sergisi yapıldı. Frida Kahlo ekolü hala devam ediyor. Onu
yakından tanımanın bir yolu da doğduğu ev bugün Frida Kahlo Müzesi.
Bir
ressamın yapıtları, yaşamından ayrı tutulamaz. Frida Kahlo’nun yapıtı,
yaşamının aynasıdır adeta. Toplumların, insanların ve onlarla bağlantılı olarak
sanatların başka ufuklara açılma farklı ve daha aydın dünyalar kurma özlemini
yansıttığı sancılı dönemin en çarpıcı kişiliklerinden biridir. İsyanla aşkı,
acıyla direnci ve olağanüstü bir duyarlılıkla yaşama bağlı dev bir ressamdır.
Kahlo’nun
yaşadığı trajik hayat öyküsü onu kendisiyle kalmaya itmiş; yalnızlığını,
acılarını resimlerine dökmüştür. Bu acılardan büyük bir portre uzmanı bir
ressam doğmuştur. Yapıtlarında daha çok bireysel değerleri benimsemiş,
duygularını anlatmıştır. Arkadaşı Andre Breton’a söylemiş olduğu gibi “ kendi gerçeğini” yansıtmıştır.
Çektiği acılar resimlerinde şiire dönüşmüştür. Bireysel değerlerin içinde
köklerine, yerel geleneklerine ve mirasına da özen gösterip sahip çıkmıştır.
Kendisine yakıştırılan hiçbir etiketi kabul etmemiştir. Özgün ve özgür bir
ressam olarak kalmıştır. Eşi komünist ressam Diego Rivera, Kahlo’nun hem
kişiliğinde hem de sanatında büyük önem taşımıştır.
Araştırmada
Frida Kahlo’nun doğduğu topraklarda büyük bir ses getiren Meksika Devriminin
bir özetinden başlanarak devrimle gelişen Meksika Resim Sanatı’nın
özelliklerine, ilk akla gelen ressamlara yer verilmiştir. MeksikalI
ressamlarının halkıyla iç içe yaşayıp gelişen sanat anlayışına bağlı oldukları
görülmektedir.
Frida
Kahlo’nun eserelerini anlamak için hayatını okuyup, incelemek gerektiğinden
doğumdan başlanarak yaşamı, ailesi, hastalıkları, aşkları, ilk resim
çalışmalarının nasıl başladığı gibi konular detaylarıyla verilmiştir. Dördüncü
bölümde ele alman kadın resimlerinin çoğunu sanatçının oto-portreleri
oluşturmaktadır. Bu portrelerin genelinde yalnızlığın, hüznün havası hissedilir.
Kahlo
‘nun ilk porteleri sonraki yıllarda yaptığı otoportlerinden biraz farklıdır.
Kadife Elbiseli Otoporte adlı çalışmasında olduğu gibi. Yaptığı ilk portre
çalışmasıdır. Ellerin, boyunun normalinden uzun oluşu onun daha tam bir
profesyonel olmadığını henüz daha gerçek Kahlo’yu yakalayamadığını görmekteyiz.
Bu çalışması İtalyan ressam Modigliani’nin portreleri ile karşılaştırılmıştır.
1931
yılındaki evlilik portresi ile evliliğindeki olayları tuvaline kaydetmeye
başlamıştır. Büyük aşkı Rivera, mecazi anlamda örneğin yanağındaki
gözyaşlarıyla çeşitli portrelerde yer almıştır. Frida ve Diego Rivera (1931),
Bir Tehuana’nın Oto-Portresi (1943), Diego ve Ben (1949) gibi resimlerinde
Diego Rivera’ya duyduğu büyük aşkı sergilemiş olduğu görülmüştür.
Çocuklara
karşı büyük bir sevgi besleyen Kahlo’nun dört adet çocuk portresine yer
verilmiştir. Çocuk portrelerinde de oldukça başarılıdır. Bu resimlerde bile
kendi tarzını yansıttığı görülmüştür. Virginia’nın Portresi (1929), Lucha
Mariana’nın Portresi (1942), Lupita Morillo Safa’nın Portresi (1944), Mariana
Morillo Safa’nın Portresi (1944) ele alman çocuk portreleridir.
Çevresindeki
kadınların resimlerini de yapmayı ihmal etmemiştir. Bu kadınlar bazen
Meksika’da yaşayan yerli halktan biri bazen yakın bir arkadaşıdır. Aynı zamanda
sipariş üzerine de yaptığı çalışmalan olmuştur. İki Kadın (1929), Beyaz Kadın
Portresi (1930), Eva Frederick’in Portresi (1931), Dorothy Hale’nin İntihan
(1938), Marucha Lavin’in Portresi (1942), Natashe Gelman’ın Portresi (1943),
Dona Rosita Morillo’nun portresi (1944) resimleri bu gruba örnek olarak
gösterilebilir.
Kimi
sanat eleştirmenlerine göre sürrealist bir ressam olarak kabul gören Frida
Kahlo, hiçbir zaman bunu kabul etmemiştir. Fakat Suyun Bana Verdiği (1938),
Yaralı Geyik (1946) gibi resimlerinde sürrealist ressamların çalışmalannda
sıkça rastladığımız bazı sembollerin olduğu görülmüştür.
Kahlo’nun
resimleri incelendiğinde doğaya karşı da büyük bir ilgisinin olduğu
anlaşılmaktadır. Maymunlar, papağanlar, geyikler, bitkiler, çiçekler
resimlerinde geniş yer bulmuştur. Büyük bir hayvan sevgisi vardır. Yalnızlığını
evcil hayvanlarıyla paylaşmıştır. Bazı oto-portrelerinde bu hayvanlan ona
arkadaşlık etmektedir. Fulang Chang ve Ben (1937), Ben ve Escuincle Köpek
(1938), Maymunlu Otoportre (1938), Dikenli Çalılıktan Gerdanlı Otoportre (1940)
bu gruba örnek resimlerdir.
Siyasi
kimliğini yansıtan resimleri de çalışmamızda incelenmiştir. Bunlara örnek
Meksika ve ABD Sınırında Otoportre (1932), Marksizim Hastalara Sağlık Verecek
(1954) adlı resimleridir.
Sonuç
olarak Kahlo’nun resimlerinden çıkarttığımız sonuçlar, anlamlar onun kendi
vizyonudur. Resimlerinde yaşamının kopyası değil aksine yaşadıklarını
sergilemiştir. Bu onun karakteristlik özelliğidir. Acılarını saklamayan güçlü
bir kadın imajı vardır resimlerinde. Kadınlar için, sosyalistler için
sarsılmaz, büyüleyici bir ikondur o. Sanat Tarihi’nde oto- portrelerinde
gösterdiği başarısı ve hayatını yansıttığı eserleriyle diğer kadın ressamlardan
da ayrı bir tarzda olduğu çalışmada ortaya konulmuştur.
Yaşadığı
yıllarda her ne kadar Diego Rivera’nın eşi olarak şöhret bulsa da bugün dünyaca
tanınan bir ressam olarak adından söz ettirmektedir. Doğduğu ev Frida Kahlo
Müzesi olarak 1958 yılında açılmıştır. Yaşadığı süre içerisinde de olduğu gibi
ziyarete açıktır. Rivera bu evi, Frida Kahlo’nun anısını devam ettirmek için
Meksika halkına bağışlamıştır.
Deleware
Sanat Müzesi 2 Şubat 2008 tarihinde “Nickholas Muray’ın Objektifinden Frida
Kahlo” sergisine ev sahipliği yaptı. Frida Kahlo’nun elli fotoğrafından sergi
müzenin bünyesindeki Brock J. Vinton Galerisi’ne sanatseverlerin beğenisine
sunuldu. Derin kişisel anlamlarla yüklü eserlerindeki zengin renk kullanımı ile
tanınan Frida Kahlo sıkça kendi eserlerinin konusu olduğu gibi başka
sanatçıların eserlerinin de konusu olmuştur. Sergideki fotoğraflar 1937 ile
1941 yılları arasında Macar asıllı Amerikan fotoğraf sanatçısı Nickolas Muray
tarafından çekilen fotoğraflarından oluşmaktadır.
1920
ile 1940 yılları arasında 10.000’den fazla portre çeken sanatçının en önemli
çalışması 1938 tarihli Frida Kahlo portresi olarak kabul edilir. Kahlo’nun New
York’u ziyareti sırasında çekilen bu fotoğraf Muray’ın en çok tanınan ve
sevilen eseri olmuştur. İkilinin iniş çıkışlarla dolu ve uzun bir zaman
dilimine yayılan ilişkilerini belgeleyen portre fotoğrafları Frida Kahlo
Müzesi, George Eastman Evi, Smithsonian Ulusal Fotoğraf Galerisi ve
Metropolitan Sanat Müzesi’nden bu sergi için ödünç alman eserler
kullanılmıştır.
Frida
Kahlo en bitkin zamanlarında bile özenle yaptığı makyajı ve en ağır
zamanlarında hasta yatağında bile gösterişli takılarından vazgeçmemiştir. Bu
yönü ile modacıları da etkilemeyi başarmıştır. Gerçeküstücülerin sergisine
katıldığı yıl (1939) “Madam Rivera Elbisesi” yaratılmış ve takıları
tanıtılmıştır. 1993 yılında Frida Kahlo’nun yaşamından etkilenip takıları
hakkında araştırmalar yapan ve aynı zamanda takı tasarımcısı olan Ayşe Ünaydın,
İstanbul’da “Frida’nın Takıları” adlı bir sergi açmıştır.
Frida
Kahlo’nun hayatı ve sanatı sanatçılar, akademisyenler, koleksiyoncular, popüler
basın tarafından geniş yankı bulmuştur. 1996 yılından itibaren 135’den fazla
kitap, sergi katalogları, kitap bölümleri, bilimsel denemeler, popüler dergi
makaleleri, gazete hikayeleri, master, doktora tezleri gibi bir dizi çalışmalar
yapılmıştır. 2002 yapımı adını taşıyan ve hayat hikayesini anlatan bir film
yapılmıştır. Kahlo’nun sanatçı ve devrimci kişiliğinden çok cinsel tercihlerini
ve özel hayatını öne çıkardığı için film eleştirilmiştir. 2005 yılında hayatını
konu alan “ The Life and Times of Frida Kahlo” adlı bir belgesel film
çekilmiştir. Son olarak Givenchy moda markası 2011-2012 koleksiyonunda
sanatçının yerel elbiselerinden ve saç stilinden ilham alan bir koleksiyon
hazırlamıştır.
Türkiye’de
MeksikalI koleksiyoner çift Jacques ve Natasha Gelman’ın geniş koleksiyonunda
yer alan Frida Kahlo’nun oto-portreleri Pera Müzesinde ilk kez sergilenmiştir.
Sergide Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın toplam 42 eseri sanatseverlerle
buluşmuştur. Eserlerin çoğu Gelman’lann hayattayken satın aldıkları, bir kısmı
ise Jack ve Natasha Gelman’mn ölümünden sonra Vergel Vakfı tarafından satın
alınarak koleksiyona kazandırılmış eserlerdir. Dr. Helga Prignitz Poda, Meksika
sanatı ve Frida Kahlo ile ilgili çalışmalar yapmış ve sergi için “Diego Rivera ve
Frida Kahlo’nun Çelişkili Sanatı” adıyla bir konferans vermiştir. Aynı zamanda
Poda, Berlin ve Viyana’da düzenlenen Frida Kahlo Retrospektifı’nin de
küratörlüğünü yapmış bir isimdir.
Pera
Müzesi “Frida Kahlo ve Diego Rivera” adlı bir katalog yayınlamıştır.
Katalogda Berlin ve Viyana’da düzenlenen ve 2010 yılına damgasını vuran Frida
Kahlo Retrospektifı’nin en gözde Kahlo yapıtlarının yanı sıra Diego Rivera’nın
tuvalleri de yer almaktadır.
Kaynak: Didar ÇOKATAK, Frida
Kahlo’nun Resminde Kadın Olgusu, T.C. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Edirne 2014
Diego Rivera’ma..
Seni sevmeye
başlayalı çok uzun zaman oldu. Küçük bir kız çocuğu idim, seni sevmeye
başladığımda. Şimdi ise bedeni çürümeye başlayan yaşlı bir kadınım. Bütün
bedenler çürüyor aslında Diego’m. Eskiyor bütün bedenler. Ama acı çeken yüreği
var ise bir bedenin, daha hızlı çürüyor o beden. Benim acı çeken bir yüreğim
var Diego. Seni sevmeye başladığım o günden beri, acı çeken bir yüreğim var.
Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen
beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Diego…
Ben de seni anlamak istedim. Tüm hayatımı,
hayatımın her bir zerresini seni anlamaya adadım. Sen nereye gittiysen, ben de
gittim. Sen neye güldüysen ona güldüm. Sen kimi sevdiysen onu sevdim. Hangi
kadınla seviştiysen o kadınla seviştim. Bende bulamadığın ve başka kadınlarda
aradığın şeyi keşfetmek için, senin öptüğün kadınları öptüm.
Dokunduğun kadınlara dokundum… Senin
sevmediklerini de sevdim ben Diego. Neden sevmediğini anlamak için, onları…
sevdim !!! Ya da sevmeye çalıştım… İçimdeki, sana dair olan öfkeyi dindirmek
için yaptım belki.
Öfkem dinmedi Diego. Her defasında körkütük
aşık olarak, sana döndüm. Ya da aslında senden hiç gitmemiştim.
Seninle Amerika’ya gelmemi istediğinde,
benim olduğunu sandım. En büyük yanılgım oldu bu belki de. Sen ne benim ne de
başka bir kadının olamazdın. Kimseye ait olamazdın sen ! Ruhun buna izin
vermezdi. Oysa ki ben, sana ait oldum hep. Yattığım tüm adamlar ile sana ait
olarak yattım Diego. Acı çekerek seviştim onlarla…
Bir tek senin çocuğunu doğurmak istedim. Ah
Diego’m.. Bu paramparça rahmimden nefret ettim, bebeğimizi tutamayınca. Söküp
atmak istedim rahmimi. Sana çocuk doğurmayı beceremeyen bir organı taşımak yük
oldu bana.
Kanlar içinde kaldığımda beyaz çarşaflar
üzerinde, bana nasıl acıyarak baktığını gördüm. Nasıl korktuğunu, ölmemden.
Sırf bundan ölmedim ben diegom. sen acı çekme diye. ve beni terk ettiğinde, o
kanlar içinde kaldığım günkü acı dolu bakışlarına sığınarak, acılı mektuplar
yazdım sana. Çaresizlik kokan, kadınlık onurumu ayaklar altına aldığım
mektuplar yazdım. Bana acı ve geri dön istedim. Buna bile razıydım sevgilim.
Senin çirkin olduğunu söyleyen annemden
nefret ettim. Sana benim gibi bakamayan herkesten. Senin güzelliğini
görememelerini anlayamadım hiç… Kurbağa sevgilim, Diego’m… Bana dünyanın en
büyük acısını yaşattın sen. Gün be gün öldüm seni sevmeye başladığım ilk andan
itibaren. Ama sevgilim, bir daha gelseydim dünyaya yine seni severdim… Canlı
canlı çürüyeceğimi bilerek!
“Diego’ya aşık oldum, ailem bundan hiç
hoşlanmadı, çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok çok şişman
Breughel’e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini
andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929’da evlendik.
Diego’ya; ‘Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını
unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye
rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum’ diyen babam dışında
düğüne kimse gelmedi.”
**
Diego.
Gerçek, öyle büyük ki, ne konuşmak ne uyumak ne
dinlemek ne sevmek istiyorum. Kendimi tuzağa düşmüş hissetmek, hiç kan korkusu
olmadan, zamanın ve büyünün dışında, senin kendi korkunun ve büyük ıstırabının
içinde, ve kalbinin atışında. Tüm bu deliliği senden isteseydim, biliyorum
sessizliğinde sadece karmaşa olurdu. Bu saçmalıkta senden şiddet istiyorum ve
sen, sen bana incelik veriyorsun, ışığını ve sıcaklığını.
Seni resmetmek isterim, ama bu şaşkınlığım içerisinde,
hiç renk yok çünkü çok renk var, büyük aşkımın somut hali.
F.
**
Diego:
Hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir
şey gözlerinin altın-yeşili gibi değil. Vücudum günlerdir seninle dolu. Sen
gecenin aynasısın. Şiddetli bir şimşek çakışı. Toprağın nemi. Koltuk altlarının
oyuğu benim sığınağım. Parmaklarım kanına değiyor. Tüm sevincim çiçek-çeşmenden
fışkıran hayatı hissetmek ve sana ait tüm sinir yollarımı bununla doldurmak.
Rengi giyen kadın.
1922 yılından beri.
Hep ve daima. Şimdi 1944’te. Yaşanan tüm saatlerden
sonra. Vektörler asıl yönlerinde devam ediyor. Hiçbir şey onları durdurmuyor.
Canlı histen başka bir bilgileri yok. Tek istedikleri bir yerde buluşana kadar
devam etmek. Yavaşça. Büyük bir huzursuzlukla, ama “altın parçanın” her şeye
kılavuzluk ettiğine dair güvenle.
Hücresel bir diziliş var. Hareket var. Işık var. Tüm
merkezler aynı. Budalalık diye bir şey yok. Her zaman olduğumuz ve olacağımız
gibiyiz. Aptal kadere bel bağlamıyorum.
Diego’m:
Gecenin aynası. Gözlerin tenimde yeşil
kılıçlar. Ellerimizin arasında dalgalar. Tamamın seslerle dolu bir boşlukta –
gölgede ve ışıkta. Sana rengi yakalayan OKZOKROM dediler. Bana KROMOFOR – renk
veren. Sen sayıların tüm kombinasyonlarısın. Hayat. Dileğim çizgileri şekilleri
tonları hareketi anlamak. Sen gerçekleştiriyorsun ve ben alıyorum. Sözün boşlukta
seyahat edip benim yıldızlarım olan hücrelerime ulaşıyor, sonra senin
hücrelerine gidiyor ki onlar da benim ışığım.
Yıllardır vücutlarımızda hapis kalan
susuzluktu bu. Rüyalarımızın dudaklarından ayrı söyleyemediğimiz zincirli
sözcükler. Her şey vücudunun düzlüğünün yeşil mucizeleri etrafında dizilmişti.
Bedeninin üzerindeki dokunuşumu, derelerin fısıltılarını çiçeklerin kirpikleri
karşıladı. Dudaklarının suyunda her çeşit meyve vardı, narın kanı, saf ananas
ve mammee elmasının ufukları.
Seni göğsüme bastırdım ve vücudunun
mucizesi parmak uçlarımdan bütün bedenime işledi. Meşe özünün kokusu, cevizin
hatırası, kül ağacının yeşil nefesi. Ufuk ve tarlalar, onları öpücüklerle takip
ettim. Sözlerin kayıtsızlığı kapalı gözlerimizin bakışlarını anlatmak için bir
lisana dönüşecek. Sen elle tutulamaz biçimde buradasın, odamın biçimine
sıkıştırdığım bütün evren, sensin. Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın
ışığını titretiyor, aynadan nefesini duyuyorum.
Senden ellerime doğru bütün vücudunu
okşuyorum, bir an seninleyim, bir an kendimle. Damarlarımdaki kan, kalbimden
seninkine uzanan hava kanallarından akan mucize. Vücudumun düzlüğünün yemyeşil
mucizesi seninkinde doğanın tamamına dönüşüyor. Yuvarlak tepeleri parmak
uçlarımla okşamak için hepsinin arasından uçuyorum, ellerim gölgeli yarıklara
dalıyor, nazik dalların kucaklamasına bırakıyorum kendimi, yemyeşil ve serin.
Bütün dünyanın cinsiyetine giriyorum,
sıcaklığı beni yakıyor ve vücudum yapraklarının tazeliğine dolanıyor.
Yaprakların buğusu yepyeni bir sevgilinin teri gibi. Aşk, şefkat ya da ilgi
değil bu, hayatın ta kendisi, benim hayatım, senin ellerinde, göğüslerinde ve
ayında gördüğüm, bulduğum şey. Ağzımda senin dudaklarından kalan badem tadı
var. Dünyalarımız hiç dışarı çıkmadı. Bir dağın içini ancak başka bir dağ
bilebilir.
Varlığın bir anlığına havada uçuşuyor,
sanki bütün varlığımı sabırsız bir sabahı bekleyişe mahkum eder gibi,o an
farkediyorum ki seninleyim. O anda, bütün duyumların içinde, ellerim
portakalların içine dalıyor ve vücudum sanki senin kollarına sarılıymış gibi
hissediyorum.
Diego’m için.
Dünyalara sessizce hayat verenim, en önemlisi
yanılsama olmaması. Gün doğumları, dost kırmızılar, büyük maviler, yaprak dolu
eller, gürültücü kuşlar, saçta parmaklar, güvercin yuvaları, insanın
mücadelesine dair ender bir kavrayış, saçma şarkının basitliği, kalbimdeki
rüzgarın budalalığı = uyak yapma kızım = antik Meksika’nın tatlı çikolatası,
ağızdan gelen kanda kopan fırtına – kasılma, alamet, kahkaha ve incinin saf
dişten iğneleri, Temmuzun yedisinde bir hediye, istiyorum, alıyorum, şarkı
söylüyorum, söyledim, bundan böyle bizim büyümüzün şarkısını söyleyeceğim –
aşkımızı.
**
Kötü
günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.
Canın
sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin
olacak
olsam bile düşücelerini açıkca söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Bana
yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Gözlerime
baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu
hissettiğimde vazgeçtim.
Her
sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmeyeceğini
anladığım zaman vazgeçtim.
Düşüncelerime
ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.
Ağrılarımı
dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Sadece
kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgectim.
Tablolarımda
artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden sen oldugun için vazgeçtim.
BENCİL
OLDUĞUN İÇİN VAZGEÇTİM!!
Bunlardan
sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu
yüzden ben de senden vazgeçtim.
Frida Kahlo
**
Bir
erkek vazgeçmek istiyorsa tek bir neden yeterlidir ama biz
kadınlar
sevgimiz için mücadele ederiz, çünkü biz kadınlar elimizdekiyle yetinmesini ve
mutlu olmasını biliriz.
Eğer
sizin için mücadele edecek, sizi bir kadinin hak ettigi değerle süsleyecek,
sizi hayatına dahil edebilecek ve
gözlerinizin
içine bakıp SENİ SEVİYORUM diyebilecek bir erkeğiniz varsa dünyanın en şanslı
kadınısınızdır demektir..
Frida Kahlo
Çıkış
yolunun Güzel Olacagını Ve Asla Geri dönmeyecegimi Umarım.
- Rüyaları
asla resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi.
[6] Nurşen
Görşen, “Toplumsal Konumun Sanat Üzerindeki Etkisi”,Hacettepe
Hukuk Fakültesi Dergisi, l.sayı 2011, s. 96.
[8] Jose Luıs-Diaz
Ortege, "Fenomenologia del Dolar En Frida
Kahlo ”, Ciencias Universidad
Ncional Autonoma, Mexico 2008, s. 13.
[14] Gamze
Yıldınm, “Devrimin Kırlangıç Kaşlı Asi Kadım Frida “, Divriği
Kültür Sanat ve Politika Dergisi, Sayı
[15] Sheila
Wood Foard,” Diego Rivera”, The
Great Hıspanıc Heritage, Chelsea House Publishers, Philadelphia 2003, s. 6-7.
[21] Ece Yelkencioğlu, “Frida Kahlo”, Elektrik
Mühendisleri Odası Genç Kültür Sanat Bülteni, Sayı 13, Nisan 2009, s. 20-21.
[22] Neslihan
Munaroğhı, "Kaos ve Beklenti”, Kargamecmua
Sanat ve Yaşam Kültürü Dergisi, Ocak 2013, s. 20.
[24] Pınar
Partanaz, Resim Sanatında 19.yüz
yılın Sonundan Günümüze Portre, (Mimar Sinan Güzel
Sanat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) İstanbul 2007, s. 45.
[27] Tanya
Barson, “Tıbbı Bir İnceleme Alanı Olarak Frida’mn Bedeni”, P
Dünya Sanatı Dergisi, Sayı 42, s. 80- 87.
[28] Hülya
Demir, “Biz Frida’yı Çok Sevdik”, Kadın
Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1995, Sayı
3, s. 47.
[29] Dr. Kibar
Evren -Bolat Aydoğan, “Sanat Tarihi’nden İki Kadın Portresi, Frida Kahlo ve
Hale Asafİnönü Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Dergisi, Özel Sayı Cilt I,
Malatya 2010, s. 239.
[30] Atiye
Güner, “20. Yüzyıldan Günümüze Kadın Sanatçılann Yaşam ve Yapıtlannda Görülen
Trajedi Melankoli İlişkisi”, (Mersin Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Resim Ana Sanat Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Mersin 2010, s.66.
[33] Fatma Deniz
Korkmaz, Eleştiri Kuramı Olarak
Feminizim ve Sanata Yansımaları: Feminist Sanat, (Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Resim Ana Sanat Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Erzurum 2006, s. 53-54.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar