FURUĞ FERRUHZAD...1935-1967... HAKKINDA
Hzl: Prof. Dr. Ali Güzelyüz
Furûğ Ferruhzâd, 4 Ocak 1935 tarihinde Tahran'da,
burjuva bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu tamamladıktan
sonra, Kemalülmülk Sanat Okulu'nda resim dalında eğitim görmeye başladı. 16
yaşında lise öğrencisi iken Pervîz Şâpur ile evlendi. Bir erkek çocuk sahibi
olduğu bu evlilik hayatı fazla sürmedi ve kocasından ayrılarak 32 yıl süren
kısa ömrünün sonuna dek yalnız yaşadı. 13 Şubat 1967 tarihinde bir
trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi.
Genç yaşta aşk şiirleri söylemeye başlayan Furûğ, bu
ilk şiirlerini Rûşenfikr (Aydın) gibi haftalık dergilerde yayınlamaya başladı.
1952 yılında E(Tutsak) adındaki ilk şiir kitabı basıldığında ise henüz 18
yaşındaydı. Daha sonra 1956’da Dîvâr (Duvar) ve 1957'de İsyân (Başkaldırı) adlı
kitapları yayınlandı. Bu şiir mecmualarının üçünde de romantizm hâkim olmakla
birlikte; ikinci eseri olan da, şiir konusundaki ilerleme ve deneyimleri açıkça
göze çarpmaktadır. Kendisi bu konuda “Esîr'de ben sadece dış dünyayı yalın bir
şekilde açıklıyordum. O zamanlar şiir, ruhuma işlememişti. Aksine kendisiyle
aynı evde yaşadığımız bir eş, bir arkadaş gibiydik. Sonraları şiir bende kök
saldı. Böylece benim için şiirin konusu değişmiş oldu. Artık şiiri sadece kendi
duygularımı açıklamak için bir araç olarak görmüyorum. Aksine şiirin kökü bende
sağlamlaştıkça, ben parçalara ayrıldım ve yepyeni dünyalar keşfettim.”1 demektedir.
Bu arada ilk üç eserindeki “aşk” şiirlerine ek olarak "kadının
yoksunluğu" konusuna yönelmiştir. Kadının duygularından kaynaklanan bu
yoksunluk elbette ki toplumun faktör ve değerlerinin ortaya çıkardığı
yoksunluktan bütünüyle farklıdır. Ona göre "erkek"; bencil ve bazı
hakları haksız olarak elde etmeyi kabul eden bir varlıktır. Furûğ’un “kadın”ı
ise; çarşaf ve peçeden kurtulmuş ve aile sorunlarının dışında bir dünyaya göz
dikmiştir. Nitekim bu konuda şöyle demektedir:
Gel, ey erkek, ey bencil varlık
Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer
Sonraları çağdaş şair ve yazarlarla yakınlık kurup
dostlarının edebî çevresinden etkilenen Furûğ'un düşünce hayatında da önemli
değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler sonucu yazdığı ve Tevellodî Diğer (Bir
Başka Doğuş, Tahran 1963) adını verdiği şiir kitabında farklı bir ruha sahip
toplumsal ve eleştirel şiirlerine yer vermiştir. Burada anlattığı
“aşk”, cinsel ve bedensel bir temeli ve kaynağı olan “aşk”tan tamamen
farklıdır. Mizâh ve bir dereceye kadar da mistik yönü olan bu aşkta
yaşam kanı akmaktadır. Doğayı betimleyen ve güzellikleri öven şiirleri de bizi
yepyeni dünyalara götürmektedir. Furûğ, şiirlerinde zaman zaman kendine özgü
yeni ve simgeli kavramlar kullanmıştır.
Dördüncü kitabı olan Tevellodî, gerçekten de onun
şiirde yeniden doğduğunu göstermektedir. Furûğ bu eserde, kendi şiir yolunu
çizmiştir. Önceki eserlerinde göze çarpan “olgunlaşmamışlık” artık tamamen
ortadan kaybolmuştur. Bu şiirlerde, yıllarca deneyimden sonra “gerçekler
dünyası”na tünel açan bir kadın görüyoruz.
Furûğ, çevresinde olup biten her şeyi şiirlerinde
yansıtmıştır. Örneğin bir pınarı düşünüyor ve onun şeffaflığından, akışından,
yolcuların susuzluğunu giderişinden söz ediyor. Bir buğday tarlasının hoş
kokusunu anlatıyor. Yağmurun yağmasını, pencerelerin açılmasını arzuluyor.
Kuşlardan söz ediyor, kuşların kafesteki tutsaklıklarından ve sonsuz uzaydaki
özgürlüklerinden...
Furûğ’a göre şiir, kendisini “varlık”a bağlayan
penceredir. Nitekim bu konuda şöyle demektedir: “Bana göre şiir, ona
yaklaştığımda kendi kendine açılan bir penceredir. Yanında oturuyorum,
bakıyorum, şarkı söylüyorum, bağırıyorum, ağlıyorum... Pencerenin öte yanında
bir varlık olduğunu; orada birinin, belki de iki yüz, üç yüz yıl sonra
yaşayacak birinin beni dinlediğini biliyorum. Şiir, geniş anlamıyla “varlık”a
bağlanmak için bir araçtır. Onun en iyi yönü, insanın şiir söylerken “Ben de
varım” ya da “Ben de var idim” diyebilmesidir. Ben, şiirimde bir şey
aramıyorum. Aksine şiirimde kendimi yeni yeni buluyorum3.”
Sinemaya da ilgi duyan Furûğ, İbrâhîm Golistan'la
birlikte birkaç filmin çekimini gerçekleştirdi ve bu alanda büyük başarılar
göstererek uluslararası bir ödül kazandı.
Îmân Beyâverîm be Âğâz-ı Fasl-ı Serd (1973) (İnanalım
Soğuk Mevsimin Başlangıcına) adlı şiir kitabı ile bazı seçme şiirlerinden
oluşan (1974) ve Gozîne-i Eş’âr (1985) adlı eserleri ölümünden sonra
yayımlandı.
Îmân Beyâverîm be Âğâz-ı Fasl-ı Serd adlı eserindeki
uzun şiirleri Furûğ, kendi duygularını anlatmak için seçmiştir. Ancak uzun
şiirlerde vezin bakımından pek başarılı olduğu söylenemez. Hatta bu şiirlerde
zaman zaman bazı sözcükleri yersiz kullanmış ya da tekrarlamıştır. Öyle ki,
bazı şiirlerden bir parça atılması durumunda bile şiirde bir eksiklik yaratmaz.
Gerçek şu ki Furûğ, geniş ve güçlü duygularını açıklamak için bu şekli uygun
görmüş ve başka şairleri taklit etmek istememiştir. O, yaşamın bütün anlarında
“şair olmak” gerektiğine inanıyor ve “Şair olmak demek, insan olmak
demektir. Kimilerini tanırım, günlük davranışlarının şiirle ilgisi yoktur. Yani
sadece şiir söyledikleri zaman şairdirler. Sonra iş bitiyor... Ben bu kişilerin
sözlerini kabul edemem.” diyordu.4
Aynı adı taşıyan uzun bir şiirle başlayan bu eserde
Furûğ, yıllarca deneyim, araştırma, ümitsizlik, şaşkınlık, gördüğü yalan
dolanlar, tuzaklar, hileler, eziyetler, ikiyüzlükler karşısında kendini her
zamandan daha çok yalnız hissediyor ve soğuk mevsiminin başlayacağına inanıyor.
Soğuk mevsimde ne olabilir? Kış, soğuk veya ölüm. Evet, bunların üçü de
mevsimlerin sonudur. Tabiat mevsimlerinin sonu, kış; yaşam mevsiminin sonu,
ölüm ve soğuk yani donmak, yani yaşamamak. Furûğ, bu anlarda mevsimlerin
sırrını anlıyor ve şöyle diyor:
Zaman geçti ve saat dört kez çaldı
Dört kez çaldı
Bugün Dey ayının ilk günü (21 Aralık)
Mevsimlerin sırrını biliyorum ben
Ve anların sözünü anlıyorum..5
1 Bkz.
“Musâhabe-yi Sadreddîn İlâhî bâ Furug”, Mecelle-yi Sepîd o Siyah, isfend
1345/Mart 1967.
2 Ahmed
Futûhî, “Furûğ Femıhzâd”, Negîn, Şomâre 57, Behmen 1348 (sayı: 57,Şubat 1970)
s. 18.
3 Bkz.
Harfhâyî bâ Furug Ferruhzâd, İntişârât-i Morvârîd, Tahran 1356/1977, s.48.
4 bkz.
Ferhâd ‘Abidînî, “Seyri der surûdehâ-yi Furûğ”, (II. Bölüm), Negîn, sayı: 130,
s.25.
5 Behrûz
Celâl?, Divân-i Eş 'âr-i Furûğ Ferru, 4. bs., Tahran 1374/1995, s.423-424.
Hzl: Haşim Hüsrevşahi
Nereye koşuyorsun?
Tahran’ın toprakla kaplı o sokağında, kagir duvarların
sınırlarını çizdiği o sokakta nereye koşuyorsun? Gümrük Dörtyol’una gelmeden o
daracık sokağın ortasından geçen arkın suyunu gömüyorsun bile. Atlıyorsun.
Buğday sarısı, bukle bukle saçların omuzlarında kalkıp iniyor. Nereye böyle
beyaz tenli, kara gözlü çocuk? Koşarken de bağıran sensin değil mi? En önde
Emir Mesut ağabeyin var. Senden bir yaş büyük Puran ablan yine senin peşinden
koşuyor. Puran hep senin peşinden koşacaktır. O daha esmerdir. Saçları karadır.
Bakışları da seninkine pek benzemiyor. O sessizdir, evdeyken de şimdi koşarken
de sessizdir. Sanki o koşarken düşünüyor. Sense bağırırken, kahkaha atarken
düşünüyorsun. Onun yaralan içine gömülüdür, denizlerinin karanlık diplerinde
gömülüdür. Senin yaraların ise gül gül açıyor. Dilinde açıyor, gözlerinin kara
deliğinde açıyor. Senin yaraların bu bağrışmalar içinde geçen delişmen
zamanlarda indi ruhuna değil mi? Türbeye doğru koşuyorsunuz. Yaşlı kadınlar
renk renk bez yırtıklarını, çaputları San Gül Türbesi’nin tam karışsındaki
söğüt ağacının dallarına bağlıyorlar. Senin gözlerin çaputu bağlayan kadınların
kırışmış, çürümüş hoyrat ellerinde; ne mırıldadıklarını duymadığın
dudaklarındadır.
Türbenin yıllanmış kâgir duvarına yaslanan yaşlı
adamların gözleri ise sizin üzerinizde. Bunları bize senden çok daha sonra
Puran anlatacak. O şimdilerde 74 yaşında, Tahran’daki evinde ağrılarıyla
yalnızdır.
San Gül Türbesi’nde sen ne niyet tutuyorsun? Sen ne
istiyorsun? Anne ile baba artık kavga etmesinler mi? Bir daha kimseden azar
işitmemek mi? Yıllar soma ablanın
"Hizmetkâr ona homurdanırdı, büyükanne diş gıcırdatırdı,
Emir dayak atardı, Feridun onun elinden ağlardı, komşu çocuklar tehdit ederdi
’’ dediği evden kaçmayı mı niyet tuttun? “Baba, evi kışla ile karıştırdı,
çocuklarına emir erlerine davrandığı gibi davranırdı. Anne, yatılı okulun
acımasız müdiresi gibiydi, ya da bizi kurmalı oyuncak bebekleri sanırdı; uyku
saati, uyanma saati, yeme saati, oyun saati... elbiselerin rengi, biçimi, yemek
çeşitleri, nasıl yemek yeneceği, yemek yeme adabı, uyuma adabı, konuşma adabı,
dinleme adabı, misafirliğe gitme adabı, oyun oynama adabı, nefes alma adabı.
Hapishanede hapishane ve bir yudum özgürlük için yanıp tutuşan küçük mahpuslar!
”
dediği evden kaçmayı mı niyet etmiştin? Ablan sessizce
gidip sarı kurdeleyi bağlarken onu izledin. Bir kenarda durdun, ona baktın.
Kaşlarının altından. Senin o kara bakışların hep böyle ürkek mi kalacak? Hep
böyle kaşlarının altından mı bakacak? Bilmiyordun. Sen o haylaz çocukluk
yıllarında, sonraları, çok sonraları öğrenmek için tecrübeye başvuracağını
bilmiyordun, taşın sert olduğunu öğrenmen için başım taşa çarpmayı
yeğleyeceğini, bunu büyük şair olarak seninle söyleşi yapanlara söyleyeceğini
bilmiyordun!
“ 19 Ağustos Pazar. Perviz, [...] Bana, umarım başın
taşa değer, diye yazmışsın ve benim adımın kötüye çıkmasını yaşamın taşları
olarak adlandırmışsın... ve yine yeminlerle benim arkamdan laf edilmesini
kendim istediğimi yazmışsın. Kim bilir belki de öyledir; senin değişmeyen
düşünce ve inançlarının karşısındakini dayanabilir ki. Mutlaka öyledir, ama
yazık ki ben senin gibi iyi düşünceli ve anlayışlı biri değilim... ah, bırak
hayatın taşları benim başıma yağsın ve beni bu sevmediğim hayattan kurtarsın.
Senin varlığın benim hayatımı acı yaptığını sanma. Hayır. Ben kendimden bezdim.
Tanrı bana zulmetti. Çünkü bana da diğer kadınlara verdiği beklentileri ve
arzuları verebilirdi ve vermedi. ”
Başını ne kadar çok taşa çarptın. Son kez ise karlı
bir şubat ikindisinde, başını kaldırımın refüjüne çarpacaksın.
5 Ocak 1935’te (15 Dey 1313) doğdun diye yazıldı.
Emiriye, Gümrük Dörtyolu, eski bir pasajdan az ötede Hadim Azad Sokağı’nda
geniş bahçeli bir evde. Ama somaları Puran ablan ve Almanya’da kurşunlanarak
öldürülmeden önce Feridun kardeşin, yazılarında ve söyleşilerinde senin
doğumunun İran aylarından Dey ayının 8’i olduğunu söylediler. Buna göre 29
Aralık 1934 olur! Ne fark eder? Doğduğun gün kar yağıyordu. Soğuk bir mevsimdi.
Bu kar yağışının senin yaşamın boyunca ne denli önemli olacağını bilmiyordun,
bilemezdin. Yıllar sonra kendi ölümü nün kehanetini yazdığında, soğuk mevsimin
başlangıcına inanmamızı istediğinde biz de senin ne söylediğini pek
anlamamıştık. Şimdi anladık mı? Biz soğuk mevsimin başlangıcına inandık mı
Furuğ?
Çocukluğun gürültüler, aldırmazlıklar ve kavgalar
içinde geçti. O yıllar boyunca evde, Emir Mesut ağabeyin, bir bey gibiydi. Bir
han edasıyla saldırırdı senin küçük dünyana, senden sonra dünyaya gelen erkek
kardeşin Feridun’un doğumundan soma kimsenin artık umursamadığı, terk
edilmişçesine yalnız bırakıldığın dünyana. Ablan da bazen onunla birlik olurdu.
San bukle bukle saçların kâh bunun, kâh onun, kâh da annenin elinde. Perviz’le
evlendikten sonra, bu kez onun ailesi saldıracak sana. Kocan Ahvaz kentinde ve
sen daha 17 yaşındayken ona şöyle yazacaksın:
"Ben de insanım. Benim de bir onurum var.
Duygularım var. Ben iki yaşındaki bir bebek değilim ki. Saçlarımı her gün onun
bunun avuçlarında görmeye tahammülüm kalmadı, kulaklarım bu çirkin sözleri ve
arsız küfürleri duymaya dayanamıyor artık, ” Ama sen o saldırılar karşısında
susmuyorsun. Aynı mektupta şöyle devam ediyorsun: “Onlar sövüp sayacaklar bense
bir heykel gibi karşılarında dikilip duracağım, ben bunu yapamam... [...] Ben
bu gürültü, patırtı, ikiyüzlülük ve tezvirle dolu hayatı sevmiyorum. Gel beni
bu delilerin elinden kurtar. [...] Onlara bana eziyet etmemelerini yaz. Yaz
beni rahat bıraksınlar. Ben ne onların sevgisini istiyorum ne de kinlerini,
düşmanlıklarını. ”
Evdekilere de bağırıyorsun. Küfürler yağdırıyorsun.
Isırıyorsun. “Hanımcığım gel bak bu Furuğul zaman ne yaptı yine!” Hizmetçinin
sesi anneyi getiriyor. Annenin dayakları seni yıldırmıyor. Annenin yüzüne karşı
ağlamadığın için daha ağır dayak yiyorsun. Soma da gidiyorsun hizmetçiyi
yumrukluyorsun, elbisesini dişlerinle yırtıyorsun. Çocuklar senin saçlarını
çektiklerinde sen de onların elini ısırıyorsun, saçlarını çekiyorsun,
gömleklerini yırtıyorsun. Komşu çocuklar, seni tehdit ettiklerinde sen geri
adım atmıyorsun. Seni tenha bir yerde kıstırdıklarında ve sana dayak
attıklarında onların gözleri önünde ağlamıyorsun. Ayaklarını yere çarpıyorsun,
dişlerini sıkıyor, zıplıyor bağırıyorsun: “İyi yaptım... iyi yaptım...” Çocuk,
sen bilmiyorsun yıllar soma seninle aynı zaman diliminde büyüyen erkeklerin
karşısında da durup bağırmak zorunda kalacaksın. Onlardan kimisi seninle cinsellik
arzularından dolayı ilgilenecek, kimisi şiirine saldıracak, kimisi cadaloz,
huysuz diyecek, kimisi ise senin şerefine, onuruna saldıracak ve sana kaltak,
sürtük bir fahişe diyecek. O zaman da onlarla yüz. yüzeyken direneceksin,
ağlamayacaksın, susmayacaksın. Şiirlerini yazacaksın. Ama şimdi allı yedi
yaşlarında bir çocukken sadece bağırmakla, dövünüp hırçınlıkla içindeki alevi
def etmeye çalışıyor, çabalıyorsun. Sen yaban at sürüsünden ayrılmış bir tay
gibisin. Kendi sürünü arıyorsun. Bunlar senin cinsinden değiller. Odaların
arasında, bahçede uzun çınar ağaçlanma ve akasyaların arasında kişneyip, koşup
duruyorsun. Vadilere yol bulamıyorsun. Bunun için midir çorap, ayakkabı giymeyi
sevmiyorsun? Diğer çocuklarla sek sek oynarken, ip allarken yalın ayaksın hep.
Yıllar sonra kendi çocuğunu geride bırakıp ilk kez
yurtdışına bir kargo uçağıyla yolculuğa çıkacaksın. Battaniyeyi alıp kutuların
üzerinde uyuyacaksın. Diğer dört yolcu şaşıracaklar. Sen aldırmayacaksın.
Uyandığında kargo uçağın Beyrut’un üzerinde geçiyor olacak. Uçaktan inip otele
gitmek üzere bir hostes seni ve diğer yolcuları -ki toplam beş kişisiniz-almaya
geldiğinde sen ayakkabılarını çıkaracak ve koltuğunun altına alacaksın ve
bundan müthiş sevk duyacaksın. Sen özgürlüğün, yaşamın ve şiirin vurgunu,
aşığısın.
Diğer çocuklarla dalaşıp da yenildiğinde bazen ablan
Puran’ın kollarına sığınıp ağlıyorsun. Onun deyişiyle "İkimiz ağlaşır,
sonra iki kedi yavrusu gibi sarılarak uykuya dalardık. ” Ama çoğu zaman her
kavgadan sonra koşuyor o dipteki odaya sığınıyor, ağlıyorsun. Hıçkırıkların
dinince gelip avluya açılan pencerede oturuyorsun. Sırdaş pencerenin eşiğinde.
Avludaki, sokaktaki akasyanın büyülü kokusunu sana getiren, bahçenin yüreğini,
gökyüzünü sana getiren, üstelik sana bağırmayan, seni aşağılamayan pencerenin.
Bilmiyorsun çocuk! Ne kadar çok ağlayacaksın. Ne kadar çok yalvaracaksın
pencerelere! Sen hepimizin penceresinin ve bahçesinin şiirini yazacaksın. O
şiirleri yazacağın yıllar gelip çattığında, sen yeni bir pencere bulacaksın,
kendi yaşamına, yaşadığın topluma ve şiire baktığın başka pencere; “bir
pencere bakmak için /bir pencere duymak için /kuyuya benzer bir pencere...”
Sen daha ilk yaşına basmadan baban görevli asker
olarak Hazar kıyısına gitti. Siz çocuklar ise yaz. aylan boyunca hep oraya,
Nevşehir’in kumsalına, masmavi denizine koştunuz. O denizin dalgaları, tuz ve
kum tadan rüzgârı senin çocuk belleğine kazındı. Ancak buğday başağı rengindeki
saçların karardıkça günlerin de kararmaya başladı. Ve sen kaçmayı düşündün;
hayır düşünmekle kalmadın, arzuladın ve sonunda mektuplarında da dediğin gibi
baba evinden koca evine, Tahran’dan Ahvaz’a ve İran’dan İtalya’ya kaçtın. İki
kız kardeş evinize ev demediniz, yuva demediniz. Orası yatılı askeri okuldu
sanki. Bir kışla. Kapılanılın sürekli sizin, kızların yüzüne kapalı olduğu
kocaman kütüphanesiyle bir kışla. Kapıların çoğu, senin ve ablanın yüzüne
kapalıydı. Üzerine de “girilmez” diye etiket yapıştırılmıştı.
Çocuk yaştayken evlendiğin çok ama çok sevdiğim ona
defalarca dile getirdiğin Perviz’e yazacağın mektuplarda dediğin gibi o evin
dolup taştığı “gerek”lerden nefret ediyordun ve edeceksin. Sen hep erkek
çocuklan taklit edeceksin. Neden? Hep duvarların kıyılarında yürüyerek, hatta
gözü kapalı yürüyerek, onlardan geri kalmadığını mı ispatlıyordun? Yoksa gözden
düşmeyi, aldırmazlıklarım mı telafi etmeye uğraşıyordun? Sen neye çabalıyordun?
Seni dinleyen yoktu ki! Sen çocuktun, sen bilemezdin erkeklerin dünyasında
kadın olmak zordur, çok zor. Rahminizde yüreğinizin kanıyla beslediğiniz,
bacaklarınızın arasından bu dünyaya getirdiğiniz erkeklerin bu rahimleri
dağladıklarını, kendilerini doğuran kadınların dillerini kestiklerini,
köleleştirdiklerini bilemezdin ki çocuk! Ve sen günahı seçtin! Şey tam seçtin.
Ateşi ve isyanı seçtin.
Sen neden şeytanı seçtin? İsyan şiirlerinde hep ondan
yana duruyorsun. Seni şeytana benzettikleri için miydi? Yoksa sen onu yanına
alarak bililerini mi alt etmeye çalışacaksın? Hayır sen alt etmiyorsun çocuk.
Sen kendi öfke ve nefretinin yükünü arttırıyorsun.
Baba eve girince sevinemiyorsun. Hayır, hayır. Onu
seviyorsun. Hem de çok seviyorsun. Ama kalbini titreten onun sevgisi değil.
Korkusudur. Çatık kaşlı, buyurgan sesli kara bir korku. Sabahlan hepinizi,
hatta senden sonra dünyaya gelen Feridun’u da uyandırırdı bu ses. Daha hava
alacakaranlıkken... O saatte uyku ne kadar da tatlı olur, bilirim. Baban bunu
bilmiyor muydu? Baban bilmiyor muydu ki çocuk o saatte uyku uyumayı sever? Ama
o sizi uyandırırdı. Pencerenin önüne doğra sıraya dizerdi. O önde, siz arkada.
Radyoda geleneksel sporların yapıldığı yer olan zorbana davulcusunun parmakları
davulda titrer dururdu, kalın sesi kahramanlık şiirleri okur ve “yiğit”lere
ritmik hareketler yaptırırdı. Baba yüksek sesle sayardı: Bir, iki, bir, iki...
Sabah jimnastiği! Asker eğitir gibi! Kışlada uyanır gibi uyanırdınız.
Gözleriniz uykudan açılamazken bir, iki, bir, iki... sonra lan çok komikti,
diye anımsayacaksınız. Ama o günler hiç de komik değildi. Nefret bir şeydi
spor! Baba da nefret bir şeydi. Anne de!
Almanya’dan babana şöyle yazacaksın:
"Sizin söylediklerinizi ciddiye aldığımı hiç
anımsamıyorum. Siz bize pür hararet öğüt yağdırırken, eminim diğer çocukların
da kafaları benimkisi gibi başka şeylere takılırdı ve ertesi gün uyandığımda
sizin öğütlerinizin tümünü unutmuş olmadığımı anımsamıyorum, ya da tam tersine,
benim ruhumun bir hatadan dolayı pişmanlık ve suçluluk duygusu ile titrediği
zamanlar ve size gelip ve ne yaptığımı söylemek ve sizden öğüt almak
istediğimde, her zamanki gibi korkmuşum ve sizin bir yabancı olduğunuz duygusuna
kapılmışım. Neden böyle olmalı? Siz ki bu kadar çok psikoloji kitapları
okurdunuz, bunların nedenlerini bilmeliydiniz. Ne zaman geçmiş yaşantımı, sizin
evinizde geçirdiğim son bir yılı hatırlasam ödüm kopar. Bir hırsız gibi, iyisi
ve kötüsü He her şeyim gizlice. [...] Özgürüm, bana vermekten korktuğunuz
özgürlük ve benim sizden gizli olarak elde etmek istediğim ve bu nedenle de
hatalar yaptığım özgürlük. Halbuki, benim bu özgürlüğü elde etmemde bana
yardımcı olmalıydınız, doğru olan buydu. [...] Artık kimsenin nefret ve
aşağılama dolu gözleri üzerimde değil. Artık kimse bana bunu yap ya da bunu
yapma demiyor. Kimse beni kafasız bir çocuk olarak görmüyor. Ve ben kendim
için, kendi benliğim ve varlığım için sorumluluk duyuyorum ve bundan sonra
olası hatalar için kendimi affetmem. ”
Puran diyor ki;
“Anne tek tip topluma, tek tip eve ve tek tip insana
inanırdı. O herkesi aynı biçimde ve renkte, kendi isteklerinin renginde ve
biçiminde... Elimizle yemek tabağını geri ittiğimizde -ki Furuğ tabağı
fırlatırdıannenin belirlediği saatlerde şehre inilmediğinde, onun söylediği
saatte odanın ışıkları sönmediğinde ve sus pus lal olmadığımızda ya
zorlaüzerine geçirilen elbiseyi üzerinizden attığınızda, ya da Furuğ gibi
elbiseyi yırttığınızda, askerine kızan bir komutan edasıyla kızar, yüzü öfkeden
pul pul olur, bağırır, çığlıklar atar beddualar yağdırırdı. O bunları yapar ama
bizim neden ona karşı durduğumuzu anlamazdı... Neden Furuğ yeni satın alınan
rugan ayakkabısını bahçede toprağa sokar, eğer bükerdi ve neden Feridun
ceketinin kenarını jiletle keserdi? "
Ama anne sizi severdi, çok severdi.
Sizin evde sevgi ne kadar çok biçim değiştirmişti.
Nefretle sevgi nasıl da yan yanaydı. Ne kadar hızla biri diğerine dönüşürdü?
Ondan mıydı ki sen de bir gülüyorsun, bir ağlıyorsun? Bir sevgiyle coşuyorsun,
bir öfkeyle yanıyorsun? Bir umutla sarılıyorsun hayata, bir ölümü arzuluyorsun?
Senin küçücük dünyanda sevginin, nefretin, şefkatin sınırları keskindi, ya da
hiç sınırın yok muydu? Uçurumlar mıydı bunları ayıran?
İlkokula başlıyorsun. Bu yıllarda aklında babadan
kalan am nedir? Kitaplarla tanıştırmak mı? Bir de gazete kâğıtlarıyla kese
kâğıdı yapmayı öğretmesi aklında kalmış: “Para kazanmayı öğrenmelisiniz!”
Doğru. O seni evinden alacağı gün sen beş parasız kalacaksın Furuğ. İyi öğren.
Ama senin aklın kitaplardaydı. Şiirlerde. Senin kutsal yedi yaşlarındı! O
günler geçip gidecek, “o gövdenin gizlerine gözlerin daldığı o mavi
damarların güzelliğiyle, çekingen tanışma günleri / bir el tek bir çiçekle /
bir duvar arkasından çağırırdı öteki eli / ve küçük mürekkep lekeleri, / bu
karmakarışık, acıklı ürkek elin üzerinde.../ ve aşk / utangaç bir selamla
kendini anlatırdı. ”
Tüm bu kargaşada ve moral yıkıcı ortamda sen şiirle
tanışıyorsun. Sen büyük bir şair olmak istediğini, 22 yaşındayken Almanya’dan
babana yazacağın mektupta açık açık dile getireceksin:
"Babacığım... [...] Benim eğitim ve iş durumum
hakkında sormuştunuz. Siz benim yaşamdaki gayemin ne olduğunu biliyorsunuz.
Belki biraz aptalca olabilir, fakat ben sadece burada memnun ve mutluyum. Ben
büyük bir şair olmak istiyorum. Benim hiçbir zaman bundan başka bir uğraşım
yoktu, yani kendimi bildim bileli şiiri sevdiğimi anlamışım. ”
Senden başka kimse senin büyük bir şair olabileceğine
inanmıyor. Mahallenizdeki Suruş İlkokulu’nu bitirdikten sonra yine aynı semtte
Hüsrev Haver Lisesi’ne başladığında ilk gazellerini yazdın. Ama babanın
korkusuyla hepsini yırttın attın. Bu ham gazelleri, ölümünden bir yıl kadar
önce, ablana itiraf edeceğin gizli platonik aşkına mı yazıyordun?
"Puran, sen şimdilerde önemli bir doktor olan o
komşu çocuğu hatırlıyor musun? ”
Evet! Neden?
Hiiç! Çocukken ben ona âşıktım... Çok komik! Ama onun
gözü sadece seni görürdü. O günler, çocukluk işte, sabahlara kadar onun için
ağlardım. ”
Artık genç kız oluyorsun. Serpildin. Ergenlik seni o
yaramazlıklardan da uzaklaştırıyor galiba. Ama kendi içine kapanmaya başladın.
Yaşın on dört. Sevilmek, beğenilmek, övülmek istiyorsun. Ama seni şefkatle
sevecek olanlar kendi çatışmalarıyla uğraşıyorlar. Neden baban, ablam bir an evvel
koca evine göndermek istiyor? O daha 15 yaşında. Neden Feridun’u yurtdışına
göndermekte ısrar ediyor? O daha 12 yaşında bir çocuk. Annenin teyzesinin
torunu, komşunuz Perviz de size dadanmış. Gözü seni arıyor hep. Senden on beş
yaş büyük. Perviz şakacı bir adam. Senin de ilgini çekmiş gibi. Ama annen baban
seni görmüyorlar değil mi? Sen, Perviz’le evlenmek isteğini cesaretle dile
getirdiğinde baban pek de karşı koymadı. Neden? Tüm bu nedenlerin altında
babanın ikinci kez evlenmek isteği yalıyordu. Onun evden kaçak düşmeleri,
eğlence yerlerine ve kadınlara yakın davranmaları da aslında bir kaçıştı! Sen
evlenmeden önce ikinci eşini aldı. Ev arlık bir ev değildi.
Puran diyor ki;
"Furuğ âşık olunca iki ayağını bir pabuca soktu
ve cesaretle Perviz 'le evlenmek istediğini söyledi. Babası yaşındaki
Perviz'le... [...] Furuğ’daki daha yaşlı erkeklere eğilimi babam
oluşturdu. O her zaman bahasını arıyordu ve asla da bulamadı. Bizim mali açıdan
sıkıntımız yoklu, babamız bizi her yönden tatmin etmişti; ama kaçıncı sınıfta
olduğumuzu ya da ne yaptığımızı bilmezdi. Annem koyu bir diktatördü. [...]
Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok
çalkantılı ve kargaşa doluydu. Fıtruğ’un Perviz'e sevgi beslemesi baba evindeki
sevgi noksanlığındandı. Baba evinde şiddet ve soğukluk egemendi. Hatırlarım
Perviz ve Furuğ evlenirken, Perviz'in gelinlik alacak parası yoktu. Bıı da
ailemizin karşı koymasına neden oldu. Ama Furuğ açlık grevi yaptı. Küstü. [...]
Fıırıığ duygu dolu, dur duraksız ve çılgındı. Perviz ise mantıklı, hesap kitap
insanı ve çok sıradan bir erkekti. ”
O başka bir söyleşisinde şöyle diyecek:
“Şapur... vefalı bir erkekti, Furuğ 'dan sonra asla
başka bir kadının adını ağzına almadı, başka bir kadınla ilişkisi olmadı. Furuğ
hakkında kimseyle konuşmadı. Sorun şuydu: Perviz kendisine ev hanımlığı yapacak
bir kadın istiyordu. Çocuğunu başı üstünde tutacak bir anne. Ama Furuğ bir
şairdi ve şair hayatını kumara oynar. Kimse Furuğ kadar şiire bedel ödemedi ve
herkes işte bu şeylerden dolayı ona çok eziyet etti. Ölümünden sonra ona
defalarca makale yazan bu aydınlar güruhu, onun anasını ağlattılar. Neden?
Çiinkü onu kıskanıyorlardı. Yaşama onlardan iki santim daha yüksekten bakan
birini çekemiyorlardı. Tabii, Furuğ'un çok acı bir dili vardı. Dobra ve
cesurdu. Günün koşullarına göre laf etmezdi. Ne kadar uyarırsam da kâr etmezdi.
Onlar ne kadar değerliler ki hatırları için insan yatan söylesin? Doğru
söylüyordu!”
Kargaşa ve karmaşa ortamında sen Perviz’le gizli gizli
buluşuyor, mektuplaşıyorsun. Perviz haziran ayındaki mektubunda sana, belki
senin göremediğin, ya da görüp de algılayamadığın, belki de görmezden geldiğin
kendine ait büyük bir gerçeği açıklıyor:
‘‘Ben seni değerli bir kız olarak biliyorum; ama
esasen karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin yanınızda bir
hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz
olduğundan eminim; çünkü hayatın bana öğrettiği ve kendi kişisel tecrübelerim
bu düşüncenin doğruluğunu ispatlamakta. Böylece bu kuşkusuz gerçeğin aksi
ispatlanın caya kadar kendi düşüncemden vazgeçmeye boyun eğmem. Mesela senin
bana söylediğin sevgili sözcüğüyle benim sana hitaben söylediğim sevgili
sözcüğünün çok farklı olduğuna inanıyorum. Birini hakikate eşdeğer, diğerini
ise hakikatten uzak buluyorum. Bu benim düşüncemdir ve bıı konuda sen bunun
tersini pratik olarak bana ispatlamaksın.
Perviz Şapur, Pazartesi gecesi, 5 Haziran 1950”
“Karşı cinse” güvensiz, önyargılı, sabit fikirli ve
aksinin ispatını ise “pratik” olarak sana yükleyen bir erkek! Ama sen oralı
değilsin. Şimdilik. Onunla evlenmeyi kafaya koymuşsun. Gençliğinin verdiği
coşkuyla, sana özgü saflık ve açık sözlülük ve cesaretle ona evdeki
sıkıntılarını yazıyorsun. Hır an evvel seni alıp bu evden kurtarmasını
istiyorsun:
“Pervizciğim gürültü patırtıdan, bağırtılardan,
kavgalardan ve çekişmelerden kurtulmak için bu gece bu odaya sığındım. Ben
kendimi bildim bileli bu tür şeylere karşıyım ve hep daha sakin ve gürültüsüz
bir hayat arzuladım; ama bazen Tanrı bile insanla inatlaşıyor. Ne yapabilir ki
insan? Şimdi onlar avluda komplo kurmakla meşguller. Lambayı benden almak
istiyorlar. Biliyorsun benim dolabımın olduğu odada elektrik lambası yok.
Ampulü uzun süredir yanmış... Ben de geceleri yaklaşık bir saat gazyağı
lambasını kullanıyorum. Evin sahipleri sinirlenmişler. Nasıl olur hem gazyağı
hem elektrik kullanılır diye. Halbuki kendileri her gün bir teneke gazyağını
soba ve ütü için kullanıyorlar. Sabahtan beri ev ahalisiyle kavga ve mücadele
içindeyim. O kadar ağladım ki gözlerimin içi hâlâ yanıyor. Bana diyorlar ki
neden sana bu kadar çok mektup yazıyorum. Ben anlamıyorum. Suç mu bu? Zavallı
ben insan değil miyim ve birisini sevmeye, ona mektup yazmaya hakkını yok mu?
Size gelmeye izin vermiyorlar, evden dışarıya ayak atmama izin vermiyorlar.
Çıldıracağını. Ben mahpus muyum? Ben sizin evden başka yere gittiğim mi var?
Ben genç değil miyim? Gezme, dolaşma ve eğlenme hakkım yok mu? Yalnız gitmem
diyorum, peşimden gelin diyorum. Kim gelirse gelsin. Ama duyacak kulak nerde!
Ağlıyorum, bağırıyorum. Bu evde kimsenin mantıktan anladığı yok. Birisinin
anlayışı olsa o da korkusundan çıt çıkaramıyor. Bu evde herkes kendini
beğenmiş, herkes despot ve zorbadır. Ben de sonunda kaçacağım. Başka çare yok.
Bir gün bakacaklar ki artık ben yokum! [...] Bu sabah makas kaybolmuştu. Ben
hırsız mıyım ki makası gizleyeyim sonra satayım? Benim kendi makasım var zaten.
Bir saat soruşturma ve sorgulamadan sonra dolabımı açar açmaz hepsi benim
dolaba saldırdılar. Benim bu evde sadece bir tane dolabını var ve onu bile bana
bırakmıyorlar. [...] Bugünkü tarihi saldırıda bütün eşyalarını darmadağın oldu.
Önemli bir şeyim yoktu ama bu yapılmamalıydı, yakışmadı. Ben de kendimi
savunabilirdim. [...] (sonunda lambamı alıp götürdüler. Şimdi ne yapacağım?)
Bir saat okkalı bir kavgadan sonra mektubumun devamını karanlıkta yazıyorum
[...] Öğleden sonra, çayı herkesi beklemeden ve herkesten önce içtiğim için
kafama sıkı bir yumruk yedim... [...] Benim günlük yaşantını budur işte... (7
Temmuz, Pazar)
O kocaman ev, kocaman avlu, akasyaların boylandığı
geniş avlu senin için daracıktı değil mi? Hazar kıyısındaki Nevşehir'de, ev bir
bağ
gibiydi. Bir yanının penceresi denize bakardı, diğer
pencereler ormana. O küçük ahşap kapı ise Rıza Şalı’ın yazlık sarayına.
Tahran’daki eviniz de büyüktü. Ama buna rağmen özellikle sen kaçmak istiyordun.
Siz iki kız kardeş, kadınlar sülalesinden olduğunuz için miydi ki oralar
daracık hapishane gibi geliyordu size ve hep kaçmayı düşünüyor, düşlüyordunuz?
Kim bu uğursuz tohumu ekiyordu senin çocuk kalbine. Annen de ay m sülaleden
değil miydi? Öyleyse o neden sizin çevrenize duvarlar örmüştü? Sen evlenerek
hapishaneden kaçtığım sandın değil mi? Hayır, sen sadece hapishanem
değiştirdin. Gardiyamm değiştirdin.
Bu arada sen resme merak sarıyorsun. Mehdi Katoziyan
ve Ali Asker Potger’in gözetiminde Potger’ in atölyesinde resim öğrenmeye
başlıyorsun, ardından büyük ressamın adım taşıyan Kemalülmülk Kız Sanat
Lisesi’ne geçiyorsun. Ama bu okulu evliliğin dolayısıyla bitiremiyorsun.
Eğitimin yanda kalıyor. Daha evliliğinizle onay almadan sen Perviz’le gizlice
buluşuyorsun. Sizde ya da onlann evinde... Mektuplan yazıyor, veriyorsun
Feridun’a. O da gizlice Perviz’e götürüyor. Mektupların çoğu bir yandan
evinizdeki kavgalara, gürültülere, diğer yandan Perviz ile evlenme hazırlıklan
ve bu konudaki senin çocuksu komplolarına aittir. Sen Perviz’in o kısa
mektubunda ifşa ettiği gerçeğe rağmen ona evlenmeden önce, evlilik süresince
boşandıktan soma hep “sevgilim” dedin, “sevgili Perviz,” dedin.
“Sevgilim Perviz... Annen bizim evleneceğimizi duyunca
Nevvab Hanını ’m dediğine göre düşüp bayılmış ve sana belaokumuş çünkü sen bir
kızı8yıldan beri seviyormuşsun ve onu bir süre önce kocaya vermişler ve şimdi o
boşanmış ve seninle evlenmeyi bekliyormuş. Perviz ’inı, [...] ben gözyaşı
dökmekten kendimi alamıyorum. Bunlar inanılacak şeyler değil ya da doğruysa ben
o geçmişteki aşktan kalbinde bir eser kaldığını düşünmüyorum. Ama Perviz, şayet
öyle değilse ve sen onun yanında mutlu olacaksan benim bir diyeceğim yok; fakat
unutma ki bu unutma benim hayatıma mal olur çünkü ben ölürsem ancak sen
gerçekten seni unuttuğuma inanırsın! [...] Ben sensiz bir an bile yaşayamam...
(13 Haziran 1950) ”
Fakat her şeye rağmen senin direncin ve babanın karşı
koymaması sonucunda evleniyorsun. Perviz senin ilk dillendirdiğin aşkındır. Sen
16 yaşındasın ve onun evine sade bir düğünle gelin gidiyorsun. Sen gelinlik
istemedin, mücevherat istemedin, annen baban çeyiz dizmedi. Sen dul bir kadm
gibi gittin Perviz’in evine. Perviz’in ev tutacak, sana ev kuracak parası
yoktu.
“Sen benim durumumu biliyorsun. Anne babamın beni
düşünmediklerini de biliyorsun. Onlar şimdiye kadar benim adıma en ufak bir şey
almadılar ve yüz yıl geçse ve ben burada kalsam onlar bu bonkörlüğü
göstermeyecekler. Hiçbir şeyim olmadan sadece kendimi alıp sizin evinize
gelmek, sizin sofranızda yemek yemek ve sizin yatağınızda yatmak ve sizin
rahatsızlığınıza neden olmak benim için çok zordur. [...] Sen yalnız olsaydın
ve bir tek odada hiçbir şeysiz yaşıyor olsaydın, Tanrıya ve sana ki en azizi
insin yemin olsun ki o gece bana kalmam için ve evime gitmemem için bana ısrar
ettiğinde kalırdım. [... J Bu nedenle de annenin ve diğerlerinin gelip sadece
beni hiçbir şeysiz olarak atıp o eve getirmelerine karşıyım. Utanıyorum Perviz.
Yemin olsun ki beni öldürsen de gelmem. Ben başkalarının kinayelerine
katlanamam... (19 Temmuz)”
Ve evliliğinize onay çıkınca da sen hemen Perviz’e
yazdın ve özel ulağınla çocuksu coşkunu ve sevgini ona ulaştırdın:
“31 Temmuz 1950, Perşembe. Perviz, sevgili eşim.
Sanırım artık sana eşim diye hitap edebilirim. Sen de istersen bundan böyle
bana sevgili eşim diyebilirsin. Annemin bu kadar vefasız ve taş kalpli
oluşundan dolayı kendimi yok etmek istiyordum... Tanrıya ve yanında kutsal ne
varsa yemin olsun ki seni çılgınca seviyorum ve sen beni terk etmeden önce ben
kendimi bu hayatın zincirlerinden kurtaracağım. [...] Çok bedbaht olduğumu
biliyorum. Senden sonra yaşayamazsam ve ölümü yeğlersem sakın bana serzeniş
etme. Çünkü insan, hayatının temelini kaybedince çaresi yok ölmelidir. Evet
Perviz, sen beni terk edersen ben ölürüm. [...] Siyahtan öte renk yok! Elveda
sana... 1İ7 sadece bügün için ya da her zaman için ve bu tamamen senin kararına
bağlı!”
Evlendikten sonra, kocanın işi nedeniyle Alıvaz
şehrine gitmek zorunda kalıyorsun. Çok büyük bir coşkuyla gidiyorsun Ahvaz’a;
ama bilmiyorsun ki bir yıl bitmeden, yani 1951’de, aranızdaki geçimsizlik
yüzünden babaevine Tahran’a geri geleceksin. Geldin. Ve gelir gelmez de Günah
adlı şiirini yazdın ve verdin şair Feridun Moşiri’ye Roşenfekr dergisinde
yayımlasın diye. Yayımlandı ve kıyamet koptu.
Bu senin kaçıncı kişisel kıyametindir? Mahşerin
provası yapılıyor. Ancak senin günahlarını ve sevaplarını tartanlar, iyilik
melekleri değildir! Onlar senin aleyhinde hiçbir sözden kaçınmıyorlar. Baban da
onlara katılıyor. Bu sana çok ağır geliyor. Babanla bu konu hakkında mutlaka
tartışmışsın. Ama aranızda neler geçtiğinden haberimiz yok. Sen babana sordun
mu baba, hani sen büyük ediptin, edebiyat ve sanatseverdin? Ona, senin yanında
olması gerektiğini söyledin mi? Bu pek de yadırganacak şey değil: Yaşadığın
toplumda, Şah diktatörlüğünün ve baskısının bunalttığı toplumda yeşeren bodur
aydınımsıların egemen olduğu edebiyat dünyası, hele o çok meşhur Firdevsi
edebiyat dergisi sana karşı koyuyor. Sen bir çocuksun daha! Sen 17 yaşındaki
genç bir kadınsın, sen hayatının bu döneminde bir kez daha, ama başka bir
biçimde bu dünyanın çarkının, sermayenin fallik güçlerinin değinilenine su
taşıdığım tecrübe ediyorsun. “Sevgilim” dediğin kocan Perviz de öfkeleniyor
sana. Şiirin yayımlandığı dergi Roşenfekr işi daha da büyütüyor. Baban
dayanamıyor artık ve seni evden atıyor. Şefkatini esirgeyen baban, öfkesinde
pek cömert davranıyor. Babanın seni evinden sokağa atmasını kendi kişisel
tarihine yazıyorsun. Kocan ve kocanın ailesi sana arka çıkmıyor.
Ah Furuğ sen ne yaptın? Bütün kuralları alt üst etmeye
nasıl cüret edersin, nasıl kalkışırsın buna? Ben şairim diyorsun! Ben severim
diyorsun, bir erkeği severim diyorsun! Furuğ, senin cinsinden olan kadınlarla
yatıp kalkan erkekler bunu böbürlenerek birbirlerine anlatabilirler, hatta
makalelerinde yazabilirler. Kadın bir maldır. Bir şeydir. Bir şey nasıl düzene
karşı ayaklanabilir? Ayaklandın ve baban seni evden attı. Gittin Şah
Caddesi’nde küçük bir oda kiraladın. Ama geçinemiyorsun değil mi? Akşama
yiyecek ekmeğin yok. Bir yere gitmek için otobüse binecek paran yok. Ama
şiirden değil kopmak, ona iyice sarılıyorsun. Senin biricik sevgiline, sevdan
olan şiirine sarılıyorsun. Ama sonunda yoksulluk bir taraftan, gazetelerde
sofra sofra yazılan töhmetler, küfürnameler sana boyun eğdiriyor değil mi?
Babaevine dönüyorsun. Senin her geri adımınla onlar ne kadar çok sevinmişler,
kına yakmışlar ve sen nasıl da ezik hissetmişsin kendini. Sermaye egemen
toplumdaki erkeklerin kuralları pek acımasızdır Furuğ! Bunu defalarca tecrübe
edeceksin. Babaevine dönüyor ve evin bir odasına kapanıyorsun ve kimseyle
görüşmek istemiyorsun. Babanın yüzünü görmek istemiyorsun: şeytan görsün
yüzünü! Sonunda dayanamıyorsun ve koca evine dönüyorsun. Mecbur bırakılıyorsun.
Bunu kendine yediremiyorsun. Onun için mi sürekli kocam methediyorsun? İyi
birine boyun eğmek daha çekilir olur değil mi?
“Seni 20 gün sonra göreceğim düşüncesiyle teselli
bulamıyorum. Bir kez daha sana tapıyorum desem ne çıkar! Ben sana gerçekten
tapıyorum, sen bunu bilmiyor musun? Bana söyle, yalnızlıkla ne yapıyorsun? Ne
yemek yiyorsun? Hayatın nasıl geçiyor? Perviz, ben artık senden ayrılmak
istemiyorum. Bu son olsun!"
Öyle mi? Son mu oldu? Boyun eğmek sana göre bir şey
değil. Açık sözlü ve cesursun. Sevginde ve öfkende samimisin. O kadar çok
beğendiğin ve takdir ettiğin, ressamlığın püf noktalarını ve yeni tekniklerini
öğrendiğin, hatta şiirinden etkilendiğin ressam ve şair Sohrap Sepehri’ye
herkesin ortasında şiirlerinin biraz daha yaşamımızla, yaşamakta olduklarımızla
ilgili olmasını söyleyen dostsun. Herkesin şair Imad Horasani’nin karşısında
sustuğu zaman, sen misafirlikte olduğuna bakmadan ona, “Bırak bu
afyonkeşliği...” diyen, kendine ve şiirine zarar vermemesini cesaretle
söyleyen yirmili yaşlara daha yeni adım atmış bir kadınsın.
Ahvaz’a, kocanın yanına dönüyorsun. 17 Mayıs 1952’da
oğlun Kamiyar’ı dünyaya getiriyorsun. Sen ona Kami diyorsun. Ne kadar çok
seviyorsun onu. Çılgınca bir bağlılıktır bu. Sen hep çılgınlıklar içinde
yaşadın. Sevgin ve nefretin korku yarattı. Bağlandığın her şeyin senden
koparılıp alınacağını bilmelisin artık. Belki de bildiğin içindir ki her güzel
şeyin zeval bulacağım, yok olup gideceğini en derin duygularla algıladığın
içindir ki güzellikler sana hüzün verir.
Çocukluğun o hengame içinde geçtiği babaevin bir
yangın yeri gibiydi, olmasını dilediğin çocukluk yıllarını yakıp kül etti,
çocukluğunu kaybettin. O yedi yaş yıllan bir hasret olarak içinde kazındı. Soma
bunun da şiirini yazacaksın:
ey yedi yaş
ey yola çıkmanın şaşılası anı senden sonra ne varsa
çılgınlıklar, bilgisizlikler yığınında geçip geçti
senden sonra
bizimle kuş arasında
bizimle meltem arasında
korkunç diri ve aydın bağlantı olan pencere
kırıldı
kırıldı
kırıldı.
senden sonra topraktan yapılı o bebek
su
su
sudan başka hiçbir şey söylemeyen bebek, suda boğuldu.
O yıllardan sadece anne baba sevgisine susamış bir
çocuğun anıları, acı hatıraları kaldı sana. Resim kursun koca evine kaçış
yüzünden yanda kaldı. Kocana ve onun kuşkularına ve isteklerine boyun eğmediğin
için evliliğin yanda kaldı. Ama bilmiyorsun daha; oğlun Kami de elinden
alınacak. Ömrünün sonuna kadar görmeyeceksin onu. Buna şimdi inanamıyorsun.
Senin aslında yaşamın da yanda kaldı Furuğ!
Kami dünyaya geldiği yıl ilk kitabın Tutsak adlı toplu
şiirlerin yayımlanıyor. Perviz’le arandaki çatışma bu kitaptan soma tekrar
alevleniyor. Perviz ayrılmak niyetini, seni Tahran’a göndererek, sana mektup
yazmayarak, Tahran’a seni görmeye gelmeyerek bildiriyor. Baba, senin
varlığından utanç duyuyor. Ama sen aynı hırçın çocuksun. Çocuk olmana karşı
bütün bu acımasız bağnazlıklara karşı cesaretle duruyorsun. Ağlamıyorsun;
ayaklarını yere inatla çarpıyor “İyi yaptım, iyi yaptım!” diyor ve şiirlerini
yayımlıyorsun. Ama sonunda ruhun bu kadar çok baskıya dayanamıyor. İçindeki
çocuk yıkılıyor. Rezai Ruh Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıyorlar seni. Ama
nafile!
Senin, uysal bir “ev hanımı” ararken hayatına giren
isyankâr, cesur ve dimdik bir kadının her sözüne, her davranışına hata bulan
bir erkeğe, “komik” diyeceğin bir aşkla evlilik hayatını sürdürdüğün erkeğe,
onun hak etmediğini sonra fark edeceğin sözler söylüyorsun. Sen de seni
suçluyorsun. O kızmasın diye, desteğini senden kesmesin diye sanatım bile inkâr
ediyorsun. Onu diktatörlüğünde haklı ilan ediyorsun.
"Sen yeryüzünde yaşayan erkeklerden farklısın.
Sen onların hepsinden daha iyi ve daha üstünsün. Bana dayak atmakta haklısın.
Çünkü ben kötü oldum. Çok kötü oldum. Uzakta yaşayan iyi kocamı tatlı
sözlerimle teselli edeceğime sürekli sana küfrediyorum. Benim dilimi kesmeli.
Ben bu cezayı hak ettim. Vallahi ki hata yaptım. Perviz, ben kim sanat kim! Ben
ne zaman sanatçı oldum, ne zaman sanatçı olduğumu iddia ettim? Ben ne zaman
sanatımdan söz ettim? Benim bir tek sanatını var o da küfretmek. Beni senden
ayıran sanata lanet olsun! Sen olmadan sanatı istemiyorum. Kaldı ki ben hiç
sanatçı falan değilim ki... [...] Ben halt ederim
sana minnet koyayım ve sanatımla sana böbürleneyim.
Ben sanatçıysam sen benden daha sanatçısın. [...] Yalvarıyorum beni cezalandır!
Perviz’im bu düşünceyi kafandan sil! Yaşlandım diye tutturma! Ben biliyorum; bu
düşünceyi ben senin kafanda oluşturdum. Ama şimdi çok pişmanım. Şaka yapmak
istedim... Şayet bir gün sana ihanet edersem, aynen söylediğin gibi vücudumu
parça parça doğrayabilirsin ve gözlerimi kendi parmaklarınla oyabilirsin...
"
Sürekli haklı çıkardığın “erkeğine” sana güvenmesini
boşuna söylüyorsun. O sana la başından kadın cinsine güvenmediğini söylemişti.
O, senin sevgili sözcüğüne değer vermediğini de söylemişti. Seni edebiyat
toplantılarına çağıranları reddediyorsun. “Kocam gelsin, gelirim” diyorsun! Bu
sana göre bir cevap değil; fakat sen isyan bayrağım kaldırmıyorsun. Şimdilik!
“7 Ağustos, Sah (1951) Suphi radyo programında beni
methederken babam çok kızdı ve annemle kavga ederek, ona “sen kızımızı kötü
yola ittin, ” dedi.... Pervz'çiğim, Bayan Saidi şimdiye kadar iki üç kez davet
etti ama ben hep senin gelişine erteledim ve bilmiyorum sen geldiğinde beni
götürecek misin götürmeyecek misin? [...] Senin ve Kami ’nin ölüsünü göreyim
yalan söylüyorsam; ben şimdiye kadar annem ve Puran ’ın evinden başka bir yere
gitmedim. Bir gece sinemaya bile gitmedim. Ama bana inanıp inanmadığını
bilmiyorum. ”
"24 Temmuz, Perşembe (1952) Mektuplarında benden
memnun olduğunu yazıyorsun. Ben de hep senin görüşlerine dikkat etmek istiyorum
ama sen de beni fazla kısıtlamamayı düşünmelisin. Çünkü benim özgürlüğe
ihtiyacım olmasa dahi, bu özgürlük fikri bana karakter verir, bana vardım eder
ve bana şevk verir [...] Perviz ben seni seviyorum ve hayatımı seninle
sürdürmeyi çok çok istiyorum. Ben biliyorum; senden ayrılırsam senin aşkının ve
sevginin anısı ömrümün sonuna kadar bana acı verecek. Ama ne yapabilirim. Senin
insafın olsun, ben de elimden geldiğince senin emirlerini yerine getireceğim.
Sohen dergisi beni çağırdı, ben gitmedim. Daneşveran grubu, daha önce yazdığım
gibi burada çeşitli vesilelerle beni görmeye çalışıyorlar, fakat ben senin için
ve sonra nasılsa her şeye ulaşacağım dive özür diliyorum onlardan. ’’
“30 Temmuz. [...] Ben seni bir çocuğun annesini
sevdiği gibi seviyorum. Yalnızlık benim ruhumu kemiriyor, düşüncemi çürütüp
yıpratıyor. Bütün rahatsızlıklarım benim yalnızlıktandır... Bu mektubu yazarken
ağlıyorum. Neden ağladığımı da bilmiyorum. Hep böyledir. Normal günlük
sözlerimi de söylemek istediğimde hıçkırık yakalıyor. Mutlaka bana acı veren
bir neden vardır; ama kendim anlamıyorum. Kendi tuhaf hallerimin nedenini
anlamıyorum [...] Pervizciğinı, Tanrıya yemin olsun, Kami’nin ölüsünü göreyim
ki senden başka kimseyi sevmiyorum ve senden başka kimse kalbimde yok [...] Kim
benim sana olan sevgimi inkâr edebilir? Bazen deliriyorsam ve ipe sapa gelmeyen
laflar ediyorsam beni affet. Sinirlerim çok yorgun ve yıpranmıştır. Dinlenmeye
ve dinginliğe ihtiyacım var. ”
Bu kez kendi duygu düşüncelerini başka türlü
anlatıyorsun ona:
“3 Ağustos, Pazar (1952) Benim kurallara, geleneklere,
yasalara ve halkın düşünce ve inanışlarına karşı gelmeyi ne kadar sevdiğimi
bilemezsin; ama benim ayaklarımda beni sınırlayan zincirler var. Benim ruhum,
vücudum ve bütün davranışlarım anlamsız ve zayıf sosyal yasalar çerçevesinde
mahpus kalmıştır ve ben sürekli, ne olursa olsun alışılagelmişliklerin bir adım
ötesine geçmem gerektiğimi düşünüyorum. Ben bu sıkıcı ve kayıtlar ve kurallar
dolu hayatı sevmiyorum... [... ] Belki benim günaha yatkın bir doğam olduğunu
düşünüyorsun; ama değil. Ben şaşırtıcı işler yapmaktan tat atıyorum. [...] Ben
bu “gerek” sözcüğünün hayattan çıkarılmasını istiyorum. [... ] Hangi deli
insanı bu acı dolu hayata mahkûm etmiş? Ben şimdiye kadar bu konularda sana hiç
söz etmedim; ama sen kendin anlamış olmalısın; çünkü ben bildiğin gibi, nasıl
ki deh ve yabanıl bir aşktan, tuhaf ve sıra dışı, okşamalardan uzak ve şiddet
dolu aşktan yanaysam aynı şekilde özgür ve kaygısız bir yaşamın delisiyim.
[...] Ben biliyorum ki sen benim aksime dingin bir hayattan yanasın... ”
Perviz senin sürekli orada burada “sürttüğünü”
yazıyor. O senin özgür bir kadın olduğunun, bir şair olduğunun farkında değil
daha. Hatta seni boşamakla tehdit ediyor. Sen de kendini savunmaya geçiyorsun:
“Beni Köprü 'de gören beyefendiyi görmeyi ve yüzüne
tükürmeyi çok istiyorum. Çünkü ben Tahran 'a geldim geleli kız kardeşimi sadece
üç kez gördüm; iki kez ben onlara gittim, bir kez de o annemlere geldi ve şimdi
yaklaşık iki haftadır onlar Meygun ’a gitmişler. Şayet ben Köprü 'ye gitmişsem
Tanrını beni affetmesin. Ben yemin etmek istemiyorum; ama Kami ’nin ölüsünü
göreyim, ben Köprü 'ye gitmeyeli neredeyse üç yıl oldu, nerede kalmış orada
gezinip tozunmak! Tahran'a geldiğinde gezmek istemediğini yazıyorsun. Sen
bilirsin. Ben kendim çok iyi biliyorum ve Tanrım şahittir ki gezmeye, sinemaya
gitmedim. İstersen inanma ve beni gezmeye götürme [...] Her aptalın önünde beni
küçük düşürmelerim ve söylediğin küfürleri unutamıyorum ve kalbim acı ve
üzüntüyle dolup taşıyor. Canımı daha fazla acıtma. Belki de en iyisi milletin
değil bizim karşılıklı söylediklerimize inanmalıyız. Çünkü millet benim
arkamdan çok laf ediyor [...] Senin aklını karıştırmasınlar. Ben temiz kaldım,
temiz kalırını. Sen ve arkadaşlarının ne söyleyecekleri umurumda değil. Bu
kadar. Furuğ. ”
Artık direncinin sonuna gelmişe benziyorsun:
“Sevgili Perviz, umarım iyisin. [...] Unutma ki ben
seni hep bütün kalbinde, ruhumla sevdim ve asla başka biri aklıma gelmedi.
[...] Beni boşarsan kendimi iki günde telef edecek kadar aptal değilim. Kaldı
ki bu sadece benim başıma gelen bir şey değil. Üstelik ben kendi gücümle
çalışabilirim ve ihtiyaçlarımı giderebilirim ve hiç de kötü kadın olmam
gerekmez. Böyleyken bile senden ayrılmak istemiyorum ve senin kinayeli
sözlerini soğukkanlılıkla tahammül ediyorum [...] Biliyorum ki şiir ve sanat
kimseye getirmediği gibi bana mutluluk getirmedi; ama ben onu tüm gücümle
istiyorum ve istediğimden ne kadar uzak olduğumu ve beni sınırladığını görünce
dünyam kararıyor ve hayattan nefret ediyorum. Ben seni seviyorum; sen istersen
beni boşa, ister boşama. Ancak bunu bil ki sen benim hayatımdaki tek erkeksin
ve hep de öyle kalacaksın. Öpüyorum. Furuğ. ”
Bu yıllar, senin kendi kişisel sınırlı dünyanda ve
seni çemberine alan kısır döngü içinde çırpınırken İran, tarihinin en çalkantılı
yıllanın geçinmekte. Senin sonradan tanışacağın büyük aşkının da daha
Marksizm-Leninizm’e sırt çevirmediği yıllarda üyesi olduğu Tudeh partisi
kapatılmış ve özgürlük mücadelesi yeraltından yönetiliyordu. Ulusal Cephe
lideri Musaddık petrolün millileştirilmesi için mücadele yürütüyor. Kocan
Perviz’in çalıştığı Abadan şehrindeki petrol rafineri işçileri grevde. 22
Temmuz 1952’de Musaddık yanlıları hükümeti ele geçiriyor ve Şah İran’dan
kaçıyor. Sen bu sorunlarla ilgilenmiyorsun. Senin burnunun dibinde cereyan eden
ve toplumu alt üst eden toplumsal mücadeleyle ilgin yoktur. Sonra olacak. Çok
sonra. Sen bu kez Perviz’le birlikte, Kami kucağında Ahvaz’dan Tahran’a
dönüyorsun. Aynı günler, 1953 yılının yaz aylarının o sıcak günlerinde, CIA
darbe yapıyor, Şah’ı geri getiriyor, Musaddık alaşağı edilip hapse aülıyor.
ŞalıTn ulusal ordu dediği askerleri halkı, tankları ve makineleriyle tarayıp
geçiyor. Tahran’ın arklannda kan akıyor. İran’da karanlık bir baskı dönemi
yeniden başlıyor. Sen de Perviz’in baskısına, onun bahanelerine, sana
güvenmemesine, her şeyine sımr getirmesine, hatta şiirinden nefret ettiğini
söylemesine dayanamıyorsun artık. Bunu ona Roma’dan yazdığın mektupta dile
getiriyorsun.
Senin yıllar sonra karşılaşacağın büyük aşkının
partisinin yani Tudeh partisinin askeri koluna mensup subaylar grup grup
kurşuna dizilirken sen ‘artık olmuyor’ diyorsun ve Perviz’den ayrılıyorsun. Yıl
1955’tir, aylardan Kasım. Sen şimdi 21 yaşındasın. Perviz’e karşı duyumsadığın
ve büyük aşk diye sandığın duyguların darmadağın olmuş. Kalbin parçalanmıştır.
Ama kendini özgür kıldığım sanıyorsun. Yanılıyorsun Furuğ. Özgür kalman için
başka şeyler gerek. Sen bilmiyorsun ki daha ağır darbeler yoldadır. Perviz’den
ayrıldıktan sonra Ahmet Şamlu’nun kansı, Tusi Haeri’nin yanında kalıyorsun.
Olmuyor. Birkaç ay sonra yemden seni kapı dışı eden babanın evine, yine o odaya
sığınıyorsun. Ruhun çok yorgun düşmüştür. Kimseye katlanamıyorsun. Kendine
bile. Tekrar Rezai Ruh Hastalıkları Hastanesi’ne yatıyorsun. Hastaneden çıkınca
takma adla mecmualara kısa öykü yazarak geçimim sağlamaya uğraşıyor,
çabalıyorsun. Tutsak ikinci baskıya giriyor. Ardından Duvar adlı toplu şiir
kitabın yayımlanıyor. Günah adlı şiirim bu kitaba koyuyorsun ve boşandığın
Perviz Şapur’a ithaf ediyorsun.
günah işledim lezzet dolu bir günah
titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada
o karanlık susku dolu zulada
baktım gözlerine gizemleriyle dolu
gözlerinin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu
o karanlık susku dolu zıılada
yanında darmadağın oturdum
dudaklarıma heves döktü dudakları
deli kalbimin üzüncünden kurtuldum
aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:
seni istiyorum ey benim cânânem!
ey bağrı can bağışlayan, seni
seni ey âşığım benim divânem!
kırmızı şarap camda oynadı
gözlerinde heves yalazlandı
yumuşak yatakta benim bedenim
göğsünde onun sarhoşça kıvrandı
günah işledim lezzet dolu bir günah
alevli yangılı bir kucakta
günah işledim kinci, sıcak
ve demirsi iki kol ortasında
Niye? Nedeıı bu şiiri bu kitaba koyarak Perviz’e ithaf
ettin? Kimse bu soruyu yanıtlamıyor. Çünkü bu senin ve sadece senin, sadece
sana ait olan dünyanın sorusudur. Ama bu ithafla Perviz’e bir şey mi
hatırlatmak istedin? Yoksa intikam mı alıyorsun ondan? Onu insafın ve adaletin
terazisiyle karşı karşıya mı bırakıyorsun? Hayır. Çünkü sen boşandıktan sonra
da onu sevdiğini yazıyorsun ve ruhsal rahatsızlığın ilerlemekte.
“Sevgili Perviz; [...] Bazen kendime boca oluyor,
kendi içimde dağılıyor gibi oluyorum. Caddede yürürken, vücudum tozlaşarak
çeperimden saçılmaya başlıyor. [...] Bazen dine sığınmak düşüncesine
kapılıyorum. Diyorum ki kendi içimde iman gücünü arttırayım belki bu yolla
biraz dinginliğe kavuşurum; ama çok iyi biliyorum ki kendimi aldatamam artık.
Ruhum avarelik cehenneminde yanıyor ve umutsuzca onun küllerini seyrediyorum, ”
“Ben 10 yıl da Rızai Hastanesi ’nde yatsam ama sonra evde bu aşağılamalar, bu
ruhsal parçalanmalar devam ederse asla iyileşmem. Ben, beni bakışları ve
dilleriyle yaralayan ve eziyet eden insanlardan uzaklaşmalıyım. Kami’yi
görememek büyük bir acıysa da en azından sonrasında sürekli onunla olma umudum
var. [...] Birden bire başım dönüyor, gözlerim kararıyor ve sanki birisi bütün
damarlarımı geriyor. İşte o zaman hiçbir şey algılayamıyorum. Sanki yaşamıyorum
gibi oluyor. İki üç dakika sonra kendiliğinden iyileşiyor. Bu anlarda bana bir
çeşit unutkanlık geliyor. Beynim bütün düşüncelerden boşalıyor. Sanki artık
“Furuğ” değil. Sanki adsız bir insan oluyorum. Adını kaybeden bir insan. ”
“Bir hafta oldu Rızai Hastanesi ’nden çıkalı. Fena
sayılmam; ama geçmişe ait anılar canımı çok ama çok acıtıyor. Geçmişimi
unutursam o zaman iyi olduğumu söyleyebilirim [...] Kitabını (Tutsak), ikinci
baskıya giriyor. 3000 adet basacak. %15 alacağını. Bu parayla kış için kendime
elbise alabilirim sanıyorum. [...] Yeni bir şiir söyledim; ama artık şiirden
nefret ettiğini bildiğim için göndermiyorum. ”
"Ben 21 yaşımdayım; ama 60, 70 yaşındaki kadınlar
kadar yaşlandım. [...] Perviz yemin olsun ki bütün çılgınlığımla seni sevdim ve
seviyorum. Belki gülümseyerek diyebilirsin; nasıl olur bir kadın bir erkeği
seviyorken ona ihanet eder? Ama tiinı bunlara rağmen seni sevdim. ”
Evet! Sen 21 yaşındasın ama 60,70 yıllık
biryaşlamnanınyorgunluğunu taşıyorsun. Ama yanılıyorsun. Sen-bil veya bilme,
farkında ol veya olma İliç önemli değil yüzyılların mücadelesini sürdürüyorsun.
Sen İran kadınının başkaldırışını gerçekleştiriyorsun. Sen boyunduruk kırmak
istiyorsun. Sen âşık olduğun özgürlüğün ve defalarca söylediğin kadın ve erkek
eşitliğinin mücadelesini veriyorsun. Üstelik bunları geleneklerin,
diktatörlüklerin ve bodur fikirlerin egemen olduğu bir toplumda yapıyorsun.
Kolay mı Furuğ? Kolay mı?
bataklık ne olabilir
Ne olabilir kokuşma böceklerinin yumurtlama yerinden
başka?
morgun düşüncelerini şişmiş cesetler yazar
Boşandıktan sonra Alunet Şamlu’nun çevirdiği ve
yönettiği Federico Garcia Lorca’nın Kanlı Düğün adlı oyununda onun eşi Tusi
Haeri ile rol alıyorsun. Ama bu provalar kısa süre sonra parasızlık ve diğer
sorunlar yüzünden yanda kalıyor. İran’da kalmaya dayanamıyorsun. Yurtdışına
gitmeye karar veriyorsun. Perviz’denyardım istiyorsun. 6 Temmuz 1956’da
İtalya’ya ardından Emir Mesut ağabeyinin yanına Almanya’ya gidiyorsun, evden
ayrılırken baban karşında duruyor! İkinizin gözleri doluyor. Ama
kucaklaşmıyorsunuz. Sen sadece Kami ve kardeşlerinle vedalaşıyorsun. Gözün
arkada evini terk ediyorsun. Sen babana şiir ve yaşamın hakkında ne
düşündüklerini bir yıl sonra Almanya’dan yazdığın mektupta dile getiriyorsun:
“Sevgi li Babacığım [...] Kami 'yi çok özlüyorum am a
diğer yandan moralimin henüz iyi olmadığı düşüncesindeyim ve şimdilik yeterince
güçlü ve normal değilim. Oraya dönersem yine aynı cehennem azabı yaşam
başlayacaktır ve bazı şeylerin yükünü taşıyamayacağımdan korkuyorum [...] Ben
İtalya’da bulunduğum yedi ay zarfında İtalyanca’yı iyi öğrendim. Ben
İtalyanca’dan iki şiir kitabı çevirdim ve şimdi Emir ’in yardımı ile Almanca
bir kitabı çevirmekteyim. Bana da bir gelir sağlasın diye birini çevirip
basılması için Tahran ’a gönderdim. Ben Avrupa ’da bulunduğum on ay içinde
yayımlatmak istediğim bir şiir kitabı yazdım. Şiir benim tanrımdır, işte ben
şiiri bu denli seviyorum. Gecem, gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor, kimsenin
söylemediği yeni bir şiir, güzel bir şiir söyleyeyim diye. Kendimle baş başa
olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm, anlamsız ve hiç sayılır. Belki şiir
görünüşte beni mutlu kılamaz; ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü
yorumluyorum. Mutluluk benim için [...] güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek
değil. Ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu
memnun ediyor. Şayet, insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri
bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar, intihar
ederim. Siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım,
ancak ben hiçbir zaman yaşamımdan yakınmayacağım. Tanrıya ve çocuğumun ölümü
üstüne yemin ederim ki ben sizi çok seviyorum. Sizi düşünmek gözlerimi
yaşartıyor. Ben kimi zaman düşünüyorum ve düşünmüşüm, neden Tanrı beni böyle
yarattı ve neden şiir adlı şeytanı içimde canlandırdı ki ben sizi memnun
edemeyeyim ve hiçbir zaman sizin sevginizi atamayayım, ama bu benim suçum
değildir. Benim, milyonlarca insanın kabullendikleri yaşam gibi sıradan bir
yaşamı kabullenecek gücüm yoktur. Evlenmek niyetinde değilim. Ben yaşamım boyu
hep ilerleyeyim ve toplumda seçkin bir kadın olayım istiyorum ve sizin, benim
dediklerimi kabul etmeyeceğinizi sanmıyorum. Bana mektup yazın. Ben size iyi
şeyler almak istiyorum ancak sizin ne sevdiğinizi bilemiyorum. Benim birazcık param
var; onunla ilk kez babacığım için küçücük bir hediye almak istiyorum, ama siz
bana neyi sevdiğinizi yazın. Sizi öpüyorum. ”
İtalya’dayken Alex Ağababayan’ın yanında Farsça film
dublajına katılıyorsun, boşandığın kocana yazacağın bir mektupta şöyle diyorsun:
“Sevgili Perviz, ruhsal olarak kendimi daha iyi
hissediyorum. Çünkü Tahran ’ın gürültüsünden ve benimle seksen yıldır
düşmanlarmış gibi davranan insanlardan uzaktayım. Burada daha şiir yazamadım.
[...] Burada film dublajcılığına başlamak istiyordum. Pislik yuvası olduğunu
görünce vazgeçtim. ”
Bir yıl sonra Almanya’ya geçiyorsunuz. Ağabeyin Emir
Mesut ile birlikte Alman şairlerden Farsçaya çeviriler yapıyorsunuz. Bu şiirler
yıllar sonra 1998’de yayımlanıyor. Ama senin aklın hep İran’da, büyük aşkların
Kami’de, Şiir’de ve Perviz’de. Dayanamıyorsun oralara. Ağustos 1957 yılında
İran’a geri geliyorsun. Bu kez geçimin için Avrupa yolculuğuna ait “sefemame”
dizisi yazıyorsun. Bu yazılar dönemin en önemli haftalık edebiyat dergilerinden
Firdevsi’de yayımlanıyor. Sekiz sayıdan sonra bitmeden kesiliyor. Aldırmaz ve
Kabus adlı kısa öykülerin birer hafta arayla aym delgide yayımlanıyor.
Bu dönemde çocuğun birkaç gün sende kalıyor, birkaç
gün Perviz’lerin evinde. Ama Duvar yayımlandıktan sonra aileleriniz kararını
veriyor. Ardından yasalar son kararını bildiriyor ve seni ömür boyu Kami’yi
görmekten mahrum ediyor. Perviz Şapur, büyük güldürü yazarlığıyla, açık
görüşlülüğüyle bilinen ve övünen Perviz, acımasız ve insanlık dışı bir yasayı
sonuna kadar uygulayarak bu yasanın kendisine taradığı “hakkı” sana karşı,
sevdalı bir anneye karşı kullanıyor. Onlar, sen ölüp gidinceye kadar da oğlunu
sana göstermeyecekler. Sen gizlice onun gittiği okulunun önünde duracak,
oğlunun boy atıp serpildiğini seyredeceksin. Puran bir söyleşisinde senin
kayınvaliden hakkında şöyle konuşacak:
“Furuğ’a asla Perviz’ce eziyet edilmedi; ama
onun ailesi özellikle de Perviz’in annesi Furuğ'a ölümüne eziyet etti. Onlar
öyle işler yaptılar ki Furuğ Kamiyar ’ı asla göremedi. Kamiyar ’ın da dağılmasına
yol açtılar. Annesinin kötü kadın olduğunu söyleyip durdular ona. Hafta sonları
benim kızlarımı alır dışarı götürürdü. Sonraları kızlarım bana anlattılar; eve
döndüklerinde Furuğ onların ortasında uyur ve sabaha kadar gözyaşı dökermiş!
Hatırlarım, birinde annemin evine gitmiştim. Yine ağlıyordu. Furuğ’un
Avrupa'dan Kamiyar 'a elbise getirdiğini; ama Perviz 'in annesi elbiseleri
sokağa onun yüzüne fırlattığını söyledi. Kamiyar ’ın yeri asla dolmadı. ”
Puran yanılıyor. Perviz sana çok eziyet etti. Onda senin
yaşamını biçimlendiren cesaretin zerresi olsaydı o yasalara ve ailesinin tutsak
olduğu geleneklerin aleyhine karşı durur ve seni çocuğundan ayırmazdı. Kah
kocanın boşanması insanlığın gerektirdiği kurallardan boşamna anlamım
taşımamalıydı Perviz için! Nitekim senin için taşımadı. Roma’dayken Kami’ye ve
boşandığın Perviz’e hediye almayı düşünüyorsun:
“ 12 Ağustos, Roma (1956) vitrinlerde çok güzel ve
ucuz şeyler görünce ne olur biraz param olsaydı diyorum, sana ve Kami ’ye bir
şeyler alır ve gönderirdim. Ama hemen kendi tuhaf ve garip durumum aklıma
geliyor ve bir şey görmemek ve almamak için gözlerimi kapatıp hızla
uzaklaşıyorum. [...] Perviz, şimdi sanki senin kendi sözlerini sana anlatıyor
gibiyim. Sanki senin yanında oturmuşum; sevdiğim ve öptüğüm gözlerinin çukuruna
ve dudaklarına, yıkadığında dümdüz ve çok güzel olan saçlarına, anlarsan
şişinirsin diye gizlice bakıyorum. ”
Alamıyorsun. Almanya’da alırken ise bilmiyorsun ki
İran’a döndüğünde alacağın hediyeler Tahran’ ın o hakir sokağında, senin çocukluğunun
geçtiği sokakta senin yüzüne fırlatılacak!
Tüm bu darbelere karşın biricik sevdan şiirden
kopmuyorsun ve 1958 yılında İsyan adlı toplu şiir kitabın çıktığında 23
yaşındasın. Yine yoğun eleştiriler, saldırılar başlıyor. Ama sen bu tarihte, bu
ulusun edebiyat tarihinde kendine yer yarattığım biliyorsun artık. Kim ne derse
desin; sen şair Furuğ Ferruhzad’sın artık. Bırak Perviz görmezden gelsin, baba
utansın, kadın şaircikler kıskansınlar, erkek şaircikler burun kıvırsınlar. Sen
büyük bedeller ödeyerek ve büyük acılar içinde İran edebiyatının sıradağlarını
oluşturan ilk zirveye ulaşmışsın artık. Ama en uca ulaşman için daha çok var.
Çok yaralanacaksın daha. Çok düşeceksin ve kalkacaksın. Ama açıkça
söyleyeceksin: Yaralanın aşktandır, aşktandır, aşktan! Bunu sonraki şiir
kitabında söyleyeceksin. Ama İsyan'da şeytanın isyankâr yolunu seçtiğini
“onların” yüzüne haykırıyorsun.
İsyan’dan sonra bir gün koşarak eve geliyorsun. Ablana
heyecanla bir şeyler anlatıyorsun. Ablan Puran ilkin anlamıyor; ama sonra ne denli
büyük bir yangının eşiğinde durduğunu fark ediyor: “Bir adamla
tanıştım. Çok ilginç biri. Sıkı ve etkili biri. Çok ciddidir. Şimdiye kadar
tanıştığını erkeklerden çok farklı. İlk kez birinden korkuyorum galiba. Ondan
çekiniyorum. Çok sıkı biridir.” Bu adanı 1922 Şiraz doğumlu, İran’m
önemli kısa öykü y azarlarından, film yönetmeni, yapımcı İbrahim Gülistan’dır.
Şair Mehdi Ehevan Salis tanıştırmıştır sizi. Ehevan, Gülistan Film
stüdyolarında çalışıyor. Bugün senin hayatının en önemli günü olduğunu bilmiyorsun
belki. Belki de bu dönüm noktasının da kehaneti içinde, İran’ın önde gelen kısa
öykü yazarı, sinemacısı, komünizmden yüz çevirmeden önceki Tudeh partisi üyesi,
evli, iki çocuk babası olduğunu bilmediğin bu “ciddi ve sıkı” adamla
tanıştığını Puran’a coşkuyla anlatıyorsun.
Eylül 1958 tarihinde Gülistan Fiİm’in stüdyolarında
öncelikle telefonlara bakmak üzere işe başlıyorsun. Kısa süre sonra kimliksiz
filmleri arşivleme ve arşivi düzene sokma işini üstleniyorsun. Ardından film
montaj tekniklerini öğrenmeye başlıyorsun. Daha bir yıl geçmeden İbrahim,
editörlük ve montaj tekniğini öğrenip ilerletmen için seni İngiltere’ye
gönderiyor. İngiltere’den dönünce Yangın adlı belgesel filmin montajında ve
seslendirmesinde görev alıyorsun. Artık sinema senin hayatına girmiştir. Bir
yandan şiir, bir yandan resim ve şimdi de sinema... Panorama adlı filmin
yapımında yönetmen yardımcısı ve montaj-edit sorumlususun. Yapımcılığım
İbrahim’in üstlendiği bu filmin ortaya çıkması tam iki yıl alıyor. 1960 yılında
Şahin Serkisiyan’ın yönettiği iki oyunda rol alıyorsun. Ancak her iki oyun da
prova döneminde yanda kalıyor. Hayatın çok hızlı akan bir ırmağı andırıyor.
Şimdi 26 yaşına gelmişsin. Kanada Ulusal Film İdaresi
tarafından sipariş edilen Gülistan’ın yönettiği Gelin İsteme adlı kısa filmde
Tusi Haeri ile birlikte oyuncu olarak rol alıyorsun. Aym zamanda iki epizottan
oluşan Su ve Sıcaklık filminin ilk epizodunun yapımına katıldıktan sonra sinema
eğitimi için İbrahim seni yeniden İngiltere’ye gönderiyor. Artık sürekli
yolculuklarda olacaksın. Aynı yıl birkaç reklam filminde ve dublaj ve
seslendirme işine katılıyorsun. Ardından Sadık Çubek’in Deniz Neden
Fırtınalıdır? adlı eserinin Deniz adıyla çevrilen filminde oynuyorsun. Allan
Penderi’nin yönettiği ve yapımcılığım İbrahim’in yaptığı Dalga ve Mercan ve
Kaya adlı belgesel filmin yapımına katılıyorsun.
1962 yılında kendi sinemaya bakış açını anlamak için
fırsat doğuyor. Tebriz’e gidiyorsun ve bir belgesel filmin projesi üzerine
çalışmaya karar veriyorsun. Sonunda Cüzamlılara Yardım Derneği’nin isteği ile
Tebriz’in Baba Bağı Cüzamlılar Evi’nin öyküsünü anlatan 22 dakikalık belgesel
bir filmin senaryosunu yazıp yöneterek adım dünyaya duyuyorsun: Ev Karadır. Bu
filmde aslında büyük bir dramın içsel anatomisini çiziyorsun. Senin yaşama dair
aşk dolu bakışın bu filmde de tecelli ediyor. Bütün yaraların, yoksunlukların,
itilmiş ve tecrit edilmişliğin karanlık dünyasına rağmen, kara kömürün altından
kıvılcım yükselten ateş gibi, senin yaşama ve insan aşkının ateşi insanın içini
burkuyor. Sen bu filmde her söyleşinde sözünü ettiğin o soyut “zeval” sözcüğünü
somut olarak görüyor ve gösteriyorsun. Ama her zevalin sonunda yeni bir
başlangıç olduğunu da anımsatmayı ihmal etmiyorsun.
Ev Karadır’ı çekmek için yemden Tebriz’in Baba Dağı
Cüzamlılar Evine geldiğinde bu kez kameranın arkasındasın ve elinde yazdığın
senaryo var.
Filmin ilk saniyesinden itibaren, mutlak bir sessizlik
yaratarak herkesin susmasını, seni dinlemesini sağlıyorsun. Kamerayı yavaş
yavaş odaklıyorsun. Kireçle sıvanmış beyaz bir duvarın rafına konan bir aynayı
gösteriyorsun. Aynanın sol alt köşesinden yukarıya yükselen bir çiçek motifi
var. Çiçek motifinin kenarından, biçimim yitirmiş bir kaşın kıyısına
kayıyorsun. Aynanın önünde duran kadının sadece aynadaki iki kaşı ve gözleri
bellidir. Kamera yaklaşınca ve aynanın yanındaki demlik görüş alanından çıkınca
kadının cüzam yarasına daha yakalanmamış sol gözüne takılıyoruz ve o anda
kadının burnunun olmadığını fark ediyoruz. Aynanın çiçek motifleri ve olmayan
burun.
Bir çocuk sesi duyuluyor. Çocuk, elinde tuttuğu Farsça
kitabı koyu Türkçe şiveyle okuyor: “Tanrım beni yarattığın için sana
şükürler olsun! Bana yanan bir anne ve seven bir baba yarattığın için şükürler
olsun.” Bu kez başka bir çocuk görülüyor: “Sana şükürler olsun
ki akan suları ve bol meyveli ağaçlan yarattın!”
Aynı şiveyle başka bir çocuk: “Bana çalışmam
için el verdiğin için sana şükürler olsun!”
Şimdi genç bir adam var karşımızda: “Dünyanın
güzelliklerini göreyim diye verdiğin gözler için şükürler olsun sana!”
Başka bir çocuk: “Güzel müzikleri duyayım diye
bana verdiğin kulaklar için şükürler olsun!”
Bir adam: “İstediğim yerlere gidebileyim diye
bana verdiğin bacaklar için şükürler olsun!”
Ve şükürler... şükürler... olmayan kulaklar, gözler,
burunlar...
Ve Furuğ, senin o hüzün dolu sesin duyuluyor:
“Bu cehennemde kimdir? Tanrım sana şükürler diyor?
Cehennemde kimdir?”
Ve biçimini kaybetmiş yüzler, yüzler, yüzler, eller,
bacaklar! Yalnız bir duvar, yalnız bir adam ve bir haftanın günlerini durmadan
yineleyen bir kadın sesi. Ve bir kadın cüzamın kemirdiği parmaklanın gösterir
gibi bir pencerenin çerçevesi içinde yanında sıska bir sardunya saksısı.
Sayılan günler, kimsesiz pencereler, yoksul bardaklar, ayakkabılar, insanlar...
“Senin adını ey yücelerin yücesi şarkılayacağım, senin
adını on telli utla çalacağım; çünkü o çok tuhaf ve korkunç yapılmıştır.
Gizlide oluşuyorken ve biçimleniyorken kemiklerim senden saklı değildi... ”
Çakılamayan bir çakmak, çevrilen uzun tespih, ve
çocuksu bir elin desteğiyle uzaklara dalmış cüzamlı iki göz! Ve kargaların sesi
ve sen:
“Senin defterinde benim bütün organlarım yazılmıştır
ve senin gözlerin benim ceninimi görmüştür ey yücelerin yücesi! Senin gözlerin
benim ceninimi görmüştür! ”
Cüzamlı bir müezzin ve cüzamlı bir imam! Ezan okunur
ve namaz kılınır. Yemek için düdük çalınır ve bakır tepsiye konan pilav dolu
taslar alınırken...
“Dedim keşke benim de güvercinler gibi kanatlarım
olsaydı, uçsaydım ve bir dinginlik b nisaydım. Uzak bir yerlere gitseydim ve
çölde yuva yapsaydım. Şiddetli fırtınalardan kaçsaydım sığınaklara, çünkü
yeryüzünde zorluklar ve şirretler gördüm. Dünya boşunalığa gebe kalmıştır ve
zulmü doğurmuştur. Senin gücünden nereye kaçarım, senin buradalığından nereye
giderim? Sabah yelinin kanatlarını alsam ve denizin en ücra yerine konsam,
senin ellerinin ağırlığı üzerimde olacak. Beni avare bir rüzgâra oturtmuşsun.
Ne korkunçtur senin yaptıkların! Ne korkunçtur senin yaptıkların!”
Bir amele ve el arabasına konan bir çocuk. Arabanın
gıcırtısı, biçimini kaybetmiş yüzler, yüzler, yüzler!
“Kendi ruhumun acısından söz ediyorum, kendi ruhumun
acısından söz ediyorum! Suskunken gün boyu süren naralarımda ruhum çürüyordu.
Benim hayatımın rüzgâr olduğunu anımsa! Çöllerin kaşıkçı balığı olmuşum,
harabelerin baykuşu! Ve bir serçe gibi çatıda oturmuşum yalnız. Boca olmuş su
gibiyim ve leşler gibiyim ve kirpiklerimde ölümün gölgesi var! Kirpiklerimde
ölümün gölgesi var. ”
Bir köpek, yavrusunu ağzına alarak yuvasına taşıyor,
iki çınar yaprağı kirli su birikintisine düşüyor.
“Terk et beni, beni terk et! Çünkü günlerim nefes
gibidir. Terk et beni dönüşü olmayan yere gitmeden önce, o zifiri karanlık
ülkesine... ”
Oynayan çocuklar... Uçan beyaz güvercinler...
“Aaah Tanrım! Yaptığın canı vahşi hakanlara bırakma...
Benim hayatımın rüzgar olduğunu anımsa ve anımsa ki boşunalık zamanını benim
payını kılmışsın. Ve çepeçevremde şenliğin şarkıları ve değirmenlerin sesi ve
ışıkların aydınlığı mahvolmuştur. Ne mutlu şu anda ektiğini biçen ekincilere; elleri
başakları koparmakta olan ekincilere! ”
Pamuk hallaçlayan adamın hallaç sesi, pamuğu eğiren
kadınlar, sakal tıraşı, taş oyunu...
‘‘Gelin ve uzak bir çölde şarkı söyleyeni dinleyin,
kollarını açan ve içini çekerek: Eyvahlar olsun bana! Çünkü ruhum İrinlerimin
ortasında bilinçsiz kalmıştır! ’ diyeni dinleyin!”
Bir çocuğun saçlarını tarayan başka bir çocuk...
“Ve sen ey kırmızıyla kuşanan ve altınlarla süslenen
ve gözlerine sürme çeken gündüzün unutulmuşu! Kendine boşuna güzellik verdiğini
anımsa! Uzak çöldeki şarkıdan dolayı ve seni küçük düşüren dostlarından
dolayı... ”
Ve zuma sesi, tef sesi... Düğün başlıyor!
Top oynayan çocuklar, asasıyla ıssız bir patikada bize
yaklaşan bir karartı... ve senin sesin aynı hasret dolu hüznü taşıyarak bize
geliyor:
“Bize yazıklar olsun. Zira gündüz zeval bulup sona
ermekte ve akşamın gölgeleri uzamakta ve bizim varlığımız, kuşlarla dolu
kafesler gibi, tutsaklığın iniltileriyle dolup taşmakta. Aramızda ne zamana
kadar süreceğini bilen biri yoktur... Hasat mevsimi geçti ve yaz bitti ve biz
kurtulmadık. Kanaryalar gibi ağlarız insaf için ve yoktur... Aydınlığı bekleriz
ve şimdi karanlıktır... ’’
Ve derste Venüs yıldızını anlatan bir çocuk sesi.
Öğretmen çocuklara soruyor: “Neden annemiz ve babamız için Tanrıya
şükretmeliyiz?”
Bir çocuk yanıtlıyor: “Ben bilmiyorum. Benim
ne annem var ne babam!”
Öğretmen bir çocuğa soruyor: “Sen bize güzel
olan birkaç şey say!” Çocuk gülümsüyor: “Ay, güneş, çiçek,
oyun!”
Bir çocuğa da, “Sen de birkaç çirkin şey say!” diyor
öğretmen.
Yüzü yaralı çocuk diğerlerin gülüşleri arasında
sayıyor: “El, ayak, baş!”
Öğretmen genç bir çocuğa, “İçinde ev olan bir cümle
kur!” diyor.
Kara tahtaya yazıyor: “Ev Karadır”
“Ve sen sevginin soluğu seni coşturan nehir... Bize
doğru ak! Bize doğru ak! ”
1962 yılının sonbaharında bu filmin çekimi bitince sen
o sihirli dört sözcüğü söyleyen, “Ay, güneş, çiçek, oyun” diyen
çocuğu yanına alıyorsun. Cüzamlı annesinden ve babasından izin alıyor ve
evlatlık ediniyorsun.
“Ay, güneş, çiçek, oyun” diyen
Hüseyin Mensuri artık görmediğin Kami’nin hasretini azaltacak. Sonraları, o
kadar koşturmaların ve işlerinin ortasında Hüseyin’in babasına mektup yazmayı
da ihmal etmediğini biz de öğrenmiş olacağız. Ah Furuğ sen hep âşıktın! İnsana
âşıktın. “Bu küçük caniler” dediğin insanlara, “bahtsız, zavallı, kurnaz ve
çürümüş” dediğin insanlara!
Bir söyleşinde, cüzamlılarla ilgili soruyu şöyle
yanıtlıyorsun:
“Cüzamlıların güvenini kazandığım için çok
sevinçliyim. Onlara iyi davranılmamış. Onları görmeye gidenler, sadece onların
kusurlarını görmüş. Ama ben vallahi ki onların sofrasına oturdum. Yaralarına
elimle dokundum. Cüzamın kemirdiği ayaklarına dokundum. Böylece onların
güyenini kazandım. Onlarla vedalaştığımda bana dua ediyorlardı. Şimdi o
günlerin üzerinden tam bir yıl geçiyor ve onlardan bazıları bana mektup yazarak
dilekçelerini Sağlık Bakanlığı’na iletmemi istiyorlar... Onlar beni
koruyucuları olarak görüyorlar.”
İbrahim Gülistan’a yazdığın bir mektupta şöyle
diyorsun: “Aşk, aşksa, zaman aptalca bir sözdür!’’
Senin ölümünden sonra evlatlık edindiğin Hüseyin’in
babası bir mektupla birlikte ona gönderdiğin mektupları bir mecmuaya göndererek
şöyle diyor:
“Söylemeliyim ki geçen bu altı yıl zarfında Furuğ
Hanım bana yüzden fazla mektup gönderdi. Maalesef sadece beş tanesi
korunmuştur. Size gönderiyorum. Sizden acizane rica ediyorum mektupların
üzerinden bir kopya aldıktan sonra bize iade edin. Bu mektuplar bu dünyada
bizim için her şeyden daha değerlidir. Bu mektuplar, bütün dünya bizi küçük
görüyorken kendi aziz canını insanların iyiliği için vakfeden birisine aittir.
”
Ve senin mektubun:
“22 Mayıs 1964, Sevgili Nur Muhammed Bey, size uzun
süre mektup yazamadığım için üzgünüm. Umarım rahatsız olmamışsınızdır. Öyle
meşgulüm ve işim başımdan öyle aşkındır ki nefes alamaya bile fırsatım olmuyor.
Genellikle yolculuktayım. Tahran ’a döndüğümde de işte çalışıyorum. Mektup
yazmasam da siz merak etmemelisiniz. Herhalde bilmeniz gerekir ki ben hayatta
olduğum sürece bir anne gibi Hüseyin ’e bakacağım. O öyle keyifli ki bazen onu
kıskanıyorum. Şu anda, bu mektubu yazarken o bahçede oyun oynuyor. İki
arkadaşıyla top oynuyorlar. [...]
İlkokul üçü bitirdi. Dörde geçti. Karnesi çok iyi...
boyu uzamış, koca delikanlı olmuş. ”
O çocuk sana, çocukluğa ve diğer çocuklara ve
kitaplara kavuşmuştur. O aya, güneşe, çiçeğe ve oyuna kavuşmuştur. Ama sen
bilmiyorsun o çocuk, büyüyünce Almanya’ya yerleşecek. Almanca’yı çok iyi
öğrenecek ve senin şiirlerini en iyi o çevirecek Almanca’ya!
Bir yandan Ev Karadır filminin yapımıyla ilgilenirken
bir yandan da Şahin Serkisian ile birlikte Bemard Shaw’m Kutsal Jhon adlı
oyununu çeviriyorsun. İbrahim Gülistan ile tanışman seni başka bir platforma
taşımış ve oradan dünyayla tanışmışsın ve dünya seni tanımaya başlamıştır
artık. 1963 yılına girerken Tutsak üçüncü baskı yapmıştır. Ocak ayında Peri
Saberi’nin yönettiği Luigi Pirandello’mn Altı Kişi Yazarım Arıyor adlı oyununda
rol alıyorsun. Bu arada Oberhausen Film Festivali’nden Ev Karadır, festival
tarafından en iyi film seçildiği haberi sana ulaşıyor. Cannes Film Festivali de
aym karan alıyor; ancak İbrahim, filmi festivalden çektiği için unvanı düşüyor.
Bu filmden sonra adın uluslararası sanat çevrelerinde duyulmaya başlıyor.
UNESCO senin yaşamın ve sanatın hakkında yarım saatlik film yapıyor, Bemardo
Bertolucci İran’a gelerek seninle söyleşi yapıyor ve yaşamın hakkında 15
dakikalık film yapar.
Gülistan Film’in kameramanı Emir Kerari, İbrahim
Gülistan ile ilişkinizi şöyle anlatıyor:
“Onların işyerindeki ilişkileri karşılıklı saygıya
dayalıydı. Sürekli Furuğ Hanını ve Gülistan Bey olarak çağırırlardı
birbirlerini. Bizim gördüğümüz kadarıyla onların arşındaki derin ilişki, o
derin aşk ve coşku sadece sanattan kaynaklanıyordu. Sanat onları birbirlerine
bağlamıştı. ”
Sen zihinsel ve ruhsal olarak yeniden doğmuşsun. O,
iki çocuk babası olmasına rağmen, Puran’ın dediğine göre, ilerleyen zaman
içinde sana defalarca evlemne teklif ediyor, hatta evlenme dairesine kadar seni
götürüyor. Puran şöyle anlatıyor: “Furuğ Gülistan’a olan aşkından
dolayı çok acılara katlandı. Ama asla Bayan Gülistan ’ ın yerine geçmek
istemedi... O Gülistan’ı ölesiye seviyordu. Bayan Gülistan, çok düşünceli ve
sevecen bir hanım olmasına karşın ve Furuğ’un varlığını kocasının hayatında
kabullenmesine karşın, birçok kez Furuğ’u kırmıştı. Furuğ bu aşktan ve sevdadan
umutsuz ve üzgündü. Gülistan’ın kızı, Furuğ’a eziyet etmek için elinden geleni
esirgemiyordu. Furuğ, Gülistan’ın oğlunu ve kızım çok severdi. Bir gün bana
‘Abla, ben onları çok seviyorum ama kız benden nefret ediyor,’ dedi.
Gülistan’ın oğlu Kaveh şöyle diyor:
“On, on iki yaşlarındaydım. Furuğ bize gelir
giderdi... Benim için çok ilginçti. Bayan Furuğ genç bir kadındı, bir tane de
şık, gök mavisi renginde, tavanı açılan Alfa Romeo arabası vardı. Bu benim için
özgür bir insanın simgesiydi... Ne zaman fırsatı olsa, beni arabasına alır
Şimran Caddesi’nde gezdirirdi. Beni çok etkilerdi... Bilemiyorum niye, ama onun
yanında kendimi hep özgür hissederdim. Ondan gelen dalgalar, özgür bir insana
ait dalgalardı. ”
Ama bir gün ablan Gülistan Film Stüdyosu’na geldiğinde
seni ağlarken buluyor ve gördüklerini yıllar sonra bir söyleşide anlatıyor:
“Gülistan o günler Avrupa yolculuğundaydı. Furuğ ’u
çok rahatsız ve ağlarken buldum. Gözleri kızarmış, şişmişti. Nedenini ısrarla
sorunca bana ‘Gülistan’ın çekmecelerinde bir şey arıyordum,' dedi, ‘Onun el
yazısıyla bir mektup gözüme çarptı. Eşine hitaben yazmış. Yaşamında sadece onun
önemi olduğunu yazıyor. Beni eğlence ve meşguliyet olsun diye istediğini, onun
hayatında asla önemli olmadığımı yazıyor. Karısına, bu kadının benim için en
ufak bir değeri yoktur, yazıyor. Önemli olan serisin; benim eşim ve
çocuklarımın annesi!' Furuğ hüngür hüngür ağlıyordu. Bana, Gülistan döner
dönmez ondan ayrılacağını söyledi. Alma Gülistan gelince ondan ayrılmadığı
gibi, aralarında daha derin bir ilişki başladı. Demek onları yazmak için en
azından Furuğ ’ıı ikna edecek sebepleri varmış. Furuğ, Gülistan ile
birlikteliğini sürdürdü. Ama günün birinde onun aşkı ve çektirdiği sıkıntılar
yüzünden intihar etti. Bir kutu Gardinat66 hapı yuttu. Günbatınıına doğru
hizmetçisi fark etmiş. Elburz Hastanesi ’ne kaldırmışlar. Ben hastaneye
gittiğimde Furuğ komadaydı. Sonraları bu intiharın sebebini ne kadar sorduysam
da asla yanıtlamadı. Ama hizmetçisinin dediğine göre o gün Gülistan, Furuğ'un
evine gelmiş ve aralarında çok şiddetli bir kavga olmuş ve ardından Furuğ
hapları içmiş. ”
Doğru mu? Sen İbrahim’in yüzünden mi intihara teşebbüs
ettin? Hayır. Bu doğru olamaz! Çünkü yıllar önce de, İbrahim’i tanımadan önce
de intihara teşebbüs etmiştin. Perviz Şapur’a yazmıştın:
“Senden sonra hayatın benim için bir değeri yok. O
defa dayatan söylediğimi sanmıştın. Fakat böyle değildi Perviz! “Ben söylediğimi
yaptım; fakat Tanrı benim ölmemi istemedi! ” (23 Ağustos)
Bu kez de kurtarılıyorsun. İyi ki yeniden hayata
dönüyorsun. Hayata bu geri gelişin yeniden doğuşun oluyor. Mart 1963 yılında
Yeniden Doğuş adlı toplu şiir kitabım yayımlıyorsun. Yeniden Doğuş bir bomba
gibi İran’ın edebiyat dünyasına düştü. Adın şiirseverlerin zihinlerine sonsuza
kadar kazındı. Bu kitaptaki yeni şiirlerin yayımlandıktan sonra pusuya yatan ve
edebiyatçı olarak geçinen lümpenler sana bu kez çok daha ciddi bir şekilde saldırıyorlar.
Sen bir kadın olarak, şair bir kadın olarak, aşık ve şair bir kadın olarak
kabul edilemezdin. Sen o erkeklerden izin almadan nasıl olur başka bir erkeğe
aşık olabilirsin? Bu “baylar”ın dışında bir erkeğe, “senin seçtiğin erkeğine”
olan aşkını nasıl dile getirirsin? Onlar onlarca yıldır yapamadıklarım sen tek
başına bu ülkenin edebiyat tarihine yazarsın! Romancı Şehmuş Parsipur bir
yazısında o çok önemli derginin
Firdevsi’nin sana “Fahişe Furuğ...” diye
yazdığını ve bir hafta sonra öldüğünde “Şehit Şair Furuğ” diye
başlık attığını bize anlatıyor. Evet tiksindiricidir Furuğ! Senin tiksindiği
gibi onlardan tiksiniyoruz ve senin yaşamınla ve ölümünle utanmazlığın,
arsızlığın ve ikiyüzlülüğün de sınırsız oluşunu bir kez daha utanarak yaşıyoruz
sen olmadan. İbrahim, seninle ilgili soruları hep yanıtsız bıraktı. Sadece
kaçamak yanıtlar... Birinde senin dünya görüşünün ve bakışının değişmesine,
şiirsel sıçrayışına yol açtığı ve Yeniden Doğuş’tâki başarının altında
kendisinin olduğu bağlamındaki somya İbrahim Gülistan şöyle yanıtlıyor: “Ben
bu kadar güçlü olsaydım önce kendimi adam ederdim!”
Yeniden Doğuş, sadece senin ve şiirinin yeniden
doğuşun değildi, o ay m zamanda Nima Yuşic ile başlayan şiir akımının yeni bir
düzeyde ve yeni bir sesle yeniden doğuşuydu. İran kadın şiirinin Pervin
Etesami’den sonra yeniden doğuşuydu. Büyük oyun yazan Dr. Gulam hüseyin Saidi
bu kitaptan sonra seninle gerçekleştirdiği söyleşi sırasında aramzda ilginç
diyaloglar geçiyor:
“Gulamhüseyin Saidi: Neden şiir söylüyorsun? Şiirde ne
arıyorsun?
Furuğ: Bu “neden” sözcüğü şiirle hiç
uyuşmaz. Ben neden şiir söylediğimi açıklayamam. Sanırım nedeni -ya da en
azından bir nedeni-sanatla uğraşan herkes gibi zeval olmanın karşısında bir
çeşit bilinçaltı direnmektedir. Onlar, yaşamı daha çok seven ve anlayan
insanlardır ve aynı şekilde ölümü anlayan. [...] Şiir benim için bir yoldaştır;
ona geldiğimde kolayca içimi ona açabiliyorum. Beni bütünleştiren diğer
yarımdır. Canımı acıtmadan beni memnun eder. [...] Şiir benim için, ona doğru
gittiğim zaman kendiliğinden açılan bir penceredir. Orada otururum, bakarım,
şarkı söylerim, bağırırım, ağlarım, ağaçların yansımalarıyla karışırım ve
bilirim pencerenin öte yanında bir hava var ve birisi duyuyor; şayet 200yıl
sonra var olacak birisi ya da 300 yıl önce var olmuş olan biri -fark etmez var
olmakla, daha geniş anlamıyla varlıkla ilintilenmek için bir araçtır. [...] Ben
şiirimde bir şeyi aramıyorum, şiirimde kendimi buluyorum. Ama başkalarının
şiirinde ya da genel olarak şiirde. [...] Biliyor musunuz, bazı şiirler açık
kapılara benzer; ne bu yanında ne öte yanında bir şey var. Kâğıda yazık! Ama
nihayet bazı şiirler kapalı kapıya benzerler açtığında aldandığını fark
edersin. Açmaya değmezmiş. Öte tarafın boşluğunun dehşeti, bu yanın doluluğunu
telafi etmez. İşin aslı "öte taraftır”. Bu tür işlerin de
adı var tabii. Sihirbazlık, hokkabazlık ya da tatsız bir şaka. Ama bazı şiirler
var ki temelde ne kapıdır ne de açıktır. Çerçevesi bile yok! Bir cadde gibidir.
Kısa ya da uzun. Fark etmez. İnsan durmadan gider, gider ve döner; ama yorulmaz.
Şayet duraklarsan, bir şeyleri görmek içindir. Önceki geçişlerinde gözünden
kaçan şeyleri. İnsan bu şiirlerde yıllarca duraklayabilir ve hâlâ yeni şeyler
bulabilir.
[...]
G.S: Ortaya attığınız meseleler sizin ilk
şiirlerinizin birçoğunu yadsır. Yeniden Doğuş ’taki ilk şiirleri de. Sırf özel
ve duygusal olanları...
F.F.: “ Bu dediklerim biraz da kendimedir. Ben kendimi
başkalarından daha çok eleştiririm. Tabii ki benim birçok şiirim saçma
sapandır. Ama şiirin içeriği için belirlenmiş bir formül vermek de olmaz...
mesele şairin bakışıdır [...] Hayır, kapalı kapılar ardına sığınmak ve içe
bakmayı bu koşullarda kabul etmiyorum. Ben diyorum ki insanın soyut dünyası
gidip dolaşmak ve görmek ve kendi dünyasını sürekli görmek sonucunda olmalı.
İnsan görmek ve seçmek için bakmalıdır. [...] Nihayet şiir yaşamdan
kaynaklanır. Güzel olan ve gelişen her şey yaşamın neticesinde olur. Kaçmamalı
ve yadsımamak. Gidip tecrübe etmeli. En çirkin ve en acı anlarını da. Tabii
şaşkın bir çocuk gibi değil; bilinçli ve hoş olmayanlarla karşılaşma
olasılığıyla. [...] Ey Şanlı Vatan şiirindeki “ben” toplumun ta kendisidir.
Ciddi sözlerini bağırarak söyleyemiyorsa en azından şakayla ve alay ederek
söyleyebilir. Bu şiirde ben bir avuç hoyrat, kokmuş ve aptalca sorunlarla karşı
karşıyaydım. Bütün şiirler parfüm kokmaz ki! Bırakın bazıları da öyle gayri
şairane olsun ki birisi kalkıp onu sevgilisine yazıvermesin. Bana ne! Söyleyin
bu şiirin yanından geçerken burnunu tıkasınlar. Bu şiirin kendine özgü bir dili
var. Ben sidik kokan bir sokak hakkında konuşmak isterken parfüm adlarını
listesini önüme alıp en hoş kokulusunu seçerek bu sidik kokusunu betimleyemem
ki! Bu hokkabazlık, kandırmaca olur. Öncelikle insanın kendisini, sonra da
başkalarını kandırmak olur! [...] Ben filozof değilim ki. Ben insanım ve
zayıfım. Bazen de zaaflarıma teslim oluyorum. Olmasam güç kazanamam ki!., şayet
aşktan ve yaşamdan biçimlenmiş algılarım ve beklentilerim olmasa şeyler
arasındaki farklılıkları göremem. Benden şiirlerimin manasım sormayın!”
Sen senaıyo yazma işini de ciddiye alıyorsun. Ev
Karadır’ın ardından İran kadınlarının durumu üzerine bir senaryo yazıyorsun.
Kardeşin Feridun’a yazdığın mektupta elindeki bir senaryonun 1000 sayfayı
aştığım bildiriyorsun. Eleştirmenlerin dikkatini çeken İbrahim Gülistan’ın çevirdiği
Kerpiç ve Ayna adlı filmde, Perviz Fennizade, Cemşit Meşayehi gibi usta
oyuncularla birlikte oyuncu olarak rol alıyorsun. Areş edebiyat dergisi ağustos
ayı sayısına sana ayırır. Sen yemden İtalya ve Almanya’ya gidiyorsun.
Özgürlükler için toplumsal mücadeleye yüz koyarken birkaç kez tutuklanıyorsun.
Bir yoğun yaşam temposu içinde Ahmed Rıza Ahmedi ve Yedullah Royai ile ortak
birkaç şiir söyleme etkinliğine katılıyorsun. Bir yıl sonrasında İbrahim’in
yönettiği Harman ve Tohum adlı belgeselin editörlüğünü üstleniyorsun. Aym yıl,
İbrahim ile birlikte Hazar kıyısına yolculuk sırasında araba kazası
geçiriyorsunuz. İbrahim yaralanıyor. Sen müthiş etkileniyorsun. Puran’a “Ona
bir şey olsaydı kendimi öldürürdüm,” diyorsun; ama ona bir şey olmadan
sen ikinci kez hap içerek intihara teşebbüs ediyorsun.
Hastaneden çıktıktan sonra resim yapma işine daha
fazla zaman ayırır.
Sohrap Sepehri ile çalışmalara başlıyorsun. Senin
Sohrap’la yakınlığın iki sanatçının, iki şairin yakınlığıydı. Onun atölyesinde
çalıştığı döneme ait, senden hatıra olarak şu anda Sepehri ailesinin elinde
olan birkaç tablo kalıyor. Sen onun şiir dünyasına özel bir ilgi gösteriyorsun.
Ama Sohrap bu yakınlık sonrasında, sanal âlemindeki kadın imajını somut,
ayaklan yere basan bir kadın imajını yaratma ve yaşama dönemine giriyor.
Puran’ın yazdıklarına bakılırsa, Sohrap ilk kez her zamanki korkularından ve
kuşkularından uzak, hep görmeyi arzuladığı bir gerçekle karşı karşıya kalır:
“Su kadar duru bir kadının hakikati; dünyaya biricik gelen ve diğerlerine
bircik olmayı öğreten bir kadın. B ir kadın ki kendisiy le barışıktı, korkmazdı
kendinden, kendine inanırdı. Düşündüğünü ise şiir olarak ifade eder ve onu
yüksek sesle okur ve başkalarının hükümlerinden çekinmezdi. Bir kadın ki
herkese içtenlikle güvenirdi. Ama çevresindeki dost görünümünde olanların, onu
sevdiklerini söylerken zihinlerinde urganı onun boynuna geçirenler oluğunu çok
geç anladı. Sohrap, Büyük Muslefevi, Mehri Rahşa, Feride Fcrcam, Ahıncd Rıza
Ahınedi, Feridun Rehnuma, Celal Hüsrevşahi ve birkaç kişi dışında.” Feride
Fercam, Sohrapla dostluğunuzu anlatırken, senin Sohrap’ın şiirinden
etkilendiğini de vurguluyor. Sen de Sohrap’ın bakış yönünü değiştiriyorsun! Ama
onun kendi içinde sana karşı gerçekten neler beslendiğini asla öğrenemedik. Senden
7 yaş büyük olan Sohrap senden sonra uzun yaşamadı. On iki yıl sonra kansere
yenik düştü ve bu sırrı kendisiyle götürdü.
Otuz yaşına geldiğinde bir söyleşide şöyle
söylüyorsun:
"Ben otuz yaşındayım ve otuz yaş bir kadın için
kemal yaşıdır; ama benim şiirimin içeriği otuz yaşında değil. Daha gençtir. Bu
en büyük eksikliktir. Bilinçli ve şuurlu yaşamak gerek. Ben karmaşa içindeydim.
Doğru dürüst bir düşünce sistemiyle eğitilmedim. Dağınık okudum ve bölük pörçük
yaşadım ve sonuç ise işte budur; geç uyandım! ”
1966 yılında Pessaro Film Festivali, Ev Karadır
filmine özel mansiyon verdiğinde sen bu festivale katılmak üzere İtalya’ya
gidiyorsun. Dört ay süreyle İtalya’da kalıyorsun. Aym yıl bazı şiirlerin
Almanya, İsveç ve İngiltere’de çevrilerek yay unlanıyor. Artık sen uluslararası
düzeyde tanınan ve saygı uyandıran bir şairsin. Aym yıl birkaç siyasi
tuluklunun haklarını savunan bir mektup yazıyorsun ve Bernardo Bertolucci
aracılığıyla yurtdışına gönderiyorsun. Bu haberin yurtdışındaki bazı
gazetelerde yayımlanmasından sonra o siyasi tutuklular, Şah’ın idam
mangalarının elinden kurtulurlar.
Şimdi yıl 1967’dir. Karyağıyor. Şinıran Caddesi’nin o
tatlı yokuşundan geliyorsun. Siyah manton var üzerinde. Yakam kaldırmışsın.
Şair Rıza Beraheni sana rastlıyor. Sen bir süre daldığın noktadan geri
gelemiyorsun. Aranızda kısa bir konuşma geçiyor. Ona İnanalım Soğuk Mevsimin
Başlangıcına adlı şiirini düşündüğünü söylüyorsun. Bu adla yayımlanacak
kitabını görmedin. O kitapta sadece 7 şiir yer alacak; ama senin İran şiirini
derinden etkilerini perçinleyecektir. Sen Yeniden Doğuş kitabınla ve o kitapta
İbrahim Gülistan’a ithaf ettiğin Yemden Doğuş şiirinle İnanalım Soğuk Mevsimin
Başlangıcına şiirinin müjdesini vermiştin zaten:
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni,
kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek
ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder
saksılarda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemizde diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini
ah...
bııdur benim payıma düşen budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür benim
payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette
benim payıma düşen, anılar bahçesinde hüzünlü
gezintidir
ve “ellerini seviyorum ” diyen
sesin hüznünde ölmektir
ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar
küpeler takacağını kulaklarıma
ikiz iki kızıl kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçekyaprağıyla süsleyeceğim
bir sokak var orada
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska
bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyor;
bir gece
rüzgârın alıp götürdüğü.
bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı
ve böylecedir
birisi ölür
ve birisi yaşar
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlanı ayacaktır
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan
13 Şubat 1967 pazartesi günü. Yağmur yağıyor.
İran-İngiltere Kültürevi kütüphanesinde bir yazı üzerinde çalışıyorsun.
Puran ablan da ileride kitap okuyor. Kalkıp onun yanma gidiyorsun,
elini omzuna koyuyorsun: “Ben geldim. Oradayım. Çalışıyorum. Nasılsın,
iyi misin?” “Evet, iyiyim. Ne çalışıyorsun?” “Jean d’Arc’in çevirisine
çalışıyorum. Şimdilik allahaısmarladık.” Yerine geçiyorsun. Bir,
iki saat kadar sonra tekrar Puran’ın yanına dönüyorsun. Yaramaz bir
çocuk gibi onun omzuna vuruyorsun: “Kalk gidelim! Ben
annemlere gidiyorum.” Puran gelmiyor. Öğleden sonra saat 15’te bir
buluşması var. Sen ısrar ediyorsun: “Arabam var. Bu yağmurda
ne yapacaksın? Birlikte gidelim.” O gelmiyor. Sen her zamanki
gibi ona, “Haydi ben gittim.” diyorsun ve gidiyorsun. Başında
başörtün var. Saat üçe kadar annenin evinde kalıyorsun. Kapıda,
annen seni yolcu ederken dudaklarının tuhaf soğuğu onun
içini ürpertiyor, yüreğini titretiyor: “Dudakları buz kesmişti. İçim
dağıldı. İnsanların dudakları ölmeden önce soğurmuş. Ona, ‘Furuğ,
anneciğim saçlarını tara! Böyle çıkma dışarı’ dedim. Bana ‘Bırak
anne! Kime tarayacağım saçlarımı?’ dedi.” Arabaya biniyorsun.
Direksiyona kendin geçiyorsun. Şoförüne, yan koltukta oturmasını söylüyorsun.
Bilmiyorsun bu yaşlı adam nasıl yıllarca, senin direksiyonda oturmana neden
izin verdiği için pişmanlık gözyaşları dökecek: “Ben otursaydım böyle
olmazdı. Stüdyoya gidiyordu. Bu bizim kısmetimiz değilmiş. Hiçbirimizin!”
sokakta rüzgâr esiyor
buysa yıkımın başlangıcıdır.
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
Saat 16’yı gösteriyor. 24 T 1413 plakalı arabanla
Derrus’taki Lokamnuldövle Caddesi’nden aşağı inerken, Golhek’teki Şehriyar
İlkokulu öğrencilerini taşıyan arabayla karşı karşıya geliyorsun. Rüzgâr
yağmuru arabanın camına çarpıyor. Sen o çocukları taşıyan arabaya çarpmamak
için direksiyon kırıyorsun. Araban caddeden çıkıyor. Arabanın açılan kapısından
dışarı fırlıyorsun. Başım refüje çarpıyorsun. Seni hemen Tecriş’teki Rıza
Pehlevi Hastranesi’ne kaldırıyorlar ancak tıbbi müdahale gerçekleşmeden hayatım
kaybediyorsun. Hayır, hayır. Hayatın sürüyor... sen sadece kendi kehanetini
yaşıyorsun:
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
saat dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
Cenazenin defnedilmesi için namaz
kılınmalı. Mollalar cenaze namazını kılmıyorlar. Cenazen iki gün defnedilmeyi
bekliyor. Böyle bir zamanda yaşadığım için utanıyorum Furuğ. Sonunda Mehrdad
Samadi senin cenaze namazını kılıyor. 15 Şubat Çarşamba günü Zahirüldövle
mezarlığında loprağa veriliyorsun. Sen toprağa emanet edilirken de kar
yağıyordu.
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu ve bu beton ellerin güçsüzlüğü
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
saat dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok karabulut var güneşin konukluğunu bekleyen
uçuş düşüncesinden bir yoldaydı sanki bir gün o kuş
belirdi
esintinin şehvetinde soluyan o taze yapraklar
sanki yeşil haya! çizgilerindendi
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
masum lamba düşüncesinden başka bir şey değildi.
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçemler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağını
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve tüm yaralarım benim aşktandır
aşktan, aşktan, aşktan.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inamın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
niçin bakmadım?
bir adamın ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
gibi..
acaba saçlarımı yeniden
rüzgarda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim?
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarının toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum...
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarım kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk otlaklarına götürürken
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere,
bak nasıl da kar yağıyor...
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdığında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
KAYNAKLAR:
-Evvelin Tepeşhaye Kalbem (Kalbimin İlk Atışları):
Furuğ Femıhzad’m Eşi Perviz Şapur’a Mektupları; Kamiyar Şapur, Orman Selahi,
2003; Morvarid Yay.
-Yaralarım Aşktandır, Furuğ Femıhzad, Türkçesi: Haşim
Hüsrevşahi, 2002, Telos Yay.
-Cavdane Zisten; Der Oc Manden (Ölümsüz Yaşamak,
Zirvede Kalmak): Furuğ Ferruhzad; Dr. Behruz Celali, 1993; Morvarid Yay.
-Zene ŞebaneyeMo ’ud (Vaat Edilen Gece Kadını), Sohrap
Sepehri’nin eserlerinde kadın izi; Puran Femıhzad; 2004, Negah Yay.
-Hadim Azad Sokağı Çocukları; BAYA, Sayı 10, 11,
12:32-37, 2000
Hazırlayan: Özcan ERDOĞAN, Dâhiler Ve Aşkları, İkaros Yayınları, 2009,
İstanbul, sh:175-216
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar