Print Friendly and PDF

FURUG’DA ABBAS, ABBAS’TA FURUG



Abbas Kiyarüstemi çağdaş İran sinemasının şüphesiz en fazla dikkat çeken isimlerinden biri. 1970’de başladığı yönetmenlik serüveninde bugün kırka yakın filme ulaşmış durumda. Dünyada işleri merakla beklenen, hakkında kitaplar yazılan, kısacası her daim gündemde kalan bir sanatçı. Kiyarüstemi’nin sinamatik yolculuğu Ekmek ve Sokak (Nân o Kuche, 1970) filmiyle başladı, o zamandan bu yana Yakın Plân (Nema-ye Nazdik, 1990), Kirazın Tadı (Ta'm e guilass, 1997) ve Rüzgâr Bizi Sürükleyecek (Bad ma ra khahad bord, 1999) gibi çok sayıda başyapıta imza attı. 2010'da çektiği filmi Aslı Gibidir (Copie Conforme) ile yine oldukça ses getirmiş, konuşulmayı başarmıştı. Son filmi ise Filmekimi kapsamında ülkemizde de gösterilen Sevmek Gibi (Like Someone in Love, 2012).
Furuğ Ferruhzad ise İran şiiri üzerinde derin izler bırakmış, Haşim Hüsrevşahi’nin deyimiyle bir “kadın-şair”. 1935-1967 yılları arasında, çok kısa bir hayat sürmesine rağmen ülkesinde ve dünyada yaşından daha uzun süredir konuşulan bir isim. Furuğ Ferruhzad, şiirin yanında tiyatro ve sinema ile

de ilgilenmiş, 1963 yılında çektiği Ev Karadır (Khaneh siah ast) ile Almanya'da düzenlenen Oberhausen Film Festivali'nden ödülle dönmüştü. Aynı zamanda yapımcı ve oyunculuk kimliği de olan Furuğ Ferruhzad, sanatı benliğinin ve kendi gerçekliğini ifadenin bir yolu olarak görüyordu. Derdini şiirle, sinemayla anlatmayı, anlamı tekdüzelikten kurtarıp bütün zenginliğiyle aktarmayı seçmişti.
Furuğ ile Kiyarüstemi’yi birleştiren en temel nokta hayata bakışlarının şiirselliği belki. Her ikisi de gündelik ve sıradan olanın mesele edilmesiyle, gerçekliğin perde üzerinde katman katman açılmasıyla meşgul.

Bilindiği gibi, Furuğ Ferruhzad, bir dönem İran’da en çok konuşulan ve kendisine karşı entelektüel linç girişimleri tertip edilen aykırı bir isim. Ülkenin baskıcı atmosferinde, üstelik de kadına ve kadınlığa dair her söz ve ima’nın şeytanlıkla özdeşleştirildiği, şiirde, sinemada, sosyal ve kültürel her alanda rejim kaynaklı ataerkil baskı mekanizmalarının, dine referanslar verilerek hem de, meşrulaştırıldığı bir iklimde, çok cesurca çıkışlar
yapıyor. İran şiir geleneğinin çok dışında bir yerlerde konumlandırılmaya çalışılan “kadınca şiirler” yazıyor ve bunları imkân bulabildiği her ortamda -göreceği tepkileri çok iyi bildiği haldeyayınlıyor. Her türlü dışlama çabasına rağmen bugün Ferruhzad -belki ona Furuğ demek daha adil bir hitap şekli olur, zira Furuğ, soyadına güvenerek yaşamamıştırİran şiirinin en güçlü seslerinden biri olarak kabul ediliyor.

Furuğ Ferruhzad ile Abbas Kiyarüstemi'nin yolları birbirine benzer. Her ikisi de modern İran sanatına, edebiyat ve sinemasına kayda değer katkılar yapmış önemli isimler. Kiyarüstemi de Furuğ da sinemasal anlamda İran Yeni Dalgası olarak tanımlanabilecek bir ekolün temsilcileri. Yolları tam olarak nerede kesişiyor söylemek zor olsa da, ruhlarının bir anlamda muhalif bir rüzgârla birlikte sürüklenmeyi seçtiği yorumu yanlış olmayacaktır. Kiyarüstemi de, Furuğ da sanat adına ürettikleri her şeyin sosyopolitik duruşlarını simgeleyen ve karşı çıkılacak şeylerin aleyhine birer enstrüman olduğunun farkındadırlar. Ve belki tam da bu nedenle ülkelerinden ayrılmayı, başka memleketlerde bulunmayı istemez, bütün zorluğuna rağmen İran'da yaşamayı yeğlerler. Bugün Kiyarüstemi filmlerinin İran'da gösterimi yasak; ancak bu, izlenmediği anlamına gelmiyor elbette.
Tıpkı Furuğ gibi Kiyarüstemi de, sinemanın kapılarını şiirsel bir dil kullanarak gündelik hayatın derinlikli bir yansımasına açar ve bunu büyük ölçüde başarır.

Khatereh Sheibani, Furuğ ile Kiyarüstemi'nin beslendikleri ortak kaynağı tariflerken şu ifadeleri kullanıyor: “Ferruhzad'ın içsel şiirsel bakışı, (...) onun şiirini evrensel ve insani kaygılara sahip hale getirmiştir. Tahran edebi çevrelerinin katı politik atmosferi set çekerken, o, sade, kesin ve temiz şiirsel dile dönüştürdüğü günlük yaşamda sofistikleşme yolunu buldu. Böylece kültürel ve politik eşikleri, insani ilgilerin ontolojik alanına adım atmak için aştı. Benzer biçimde, Kiarostami'nin doğrudan politik konuları ve toplumsal sorunları terkedişi onu içeride ve dışarıda çığır açıcı bir yönetmen yaptı. Kiarostami, yerel konularla sınırlanmadan sorular sorar; daha çok varoluş gibi evrensel kaygıları, izleyicinin ufkunu açarak perdeye getirir. Bu nedenle, onun gerçekliğe minimalist ve depolitize yaklaşımı hem İranlı hem de uluslararası eleştiri çevrelerinde tartışıldı ya da en azından yakından izlendi.”[1]
Furuğ ile Kiyarüstemi'yi birleştiren en temel nokta hayata bakışlarının şiirselliği belki. Furuğ'un şiirlerinde görülen, her “gerçeğin” sanatsal bir soyutluk kazanmakla birlikte somut varlığından bir şey kaybetmiyor oluşu, Kiyarüstemi filmlerine de damga vuran bir hal. Her ikisi de gündelik ve sıradan olanın mesele edilmesiyle, gerçekliğin perde üzerinde katman katman açılmasıyla meşgul. Zira,
“Bir an
Ve sonrasında hiç.
Bu pencerenin arkasında gece titremede Ve yeryüzü giderek durmada Bu pencerenin arkasında bir bilinmez Seni ve beni merak ediyor”
diyen şair Furuğ'la, 1999 tarihli filmiyle, mezarlıkta kazı yapan ancak kadraja asla girmeyen, bir bilinmezlikten konuşuyor hissi verse de gerçekten toprağın birkaç metre altında dünyevi bir işle meşgul olan genç rençberi ruhlara kazıyan yönetmen Kiyarüstemi benzer pencerelerden bakıyor dünyaya.
Kiyarüstemi’nin 1999 yılında çektiği Rüzgâr Bizi Sürükleyecek aynı zamanda Furuğ’un en ünlü şiirlerinden birinin adı. Bu film, yönetmen için de bir politik dönüm noktasına işaret ediyor, zira Rüzgâr Bizi Sürükleyecek’ten sonra yani doksanların sonunda Kiyarüstemi İran’ın yasaklılar listesine giriyor. Gerekçeyse çok ilginç: “Batının sinematik etkisine girmiş olmak”[2].
Kiyarüstemi, söz konusu filmin bir sahnesinde köylü genç kız süt sağarken mühendis beye Furuğ’un aynı adlı şiirini okutuyor.
Kızın yüzünü ne izleyiciler olarak biz, ne de bütün ısrarına rağmen mühendis bey görebiliyoruz. Genç kızın ve sütün, saflığı ve el değmemişliği temsil ettiği bu sahne, bir anlamda yönetmenin modern insanın müdahaleciliğini teşhir etmesine imkân tanıyor. Hayatı daha yeni yeni tanıyan bu kızın karşısına çıkan mühendis, tecrübeli olduğundan çok emin, genç kıza sorular soruyor; dokümentarist ve sorgulamacı bir tavırla onun hayattan ne anladığını kavramaya çalışıyor. Ancak genç kız ne suretini ne de siretini göstermediği bu adama kendisiyle ilgili bilgi vermezken, mühendisle ilgili çok şey öğreniyor: okuduğu şiiri aslında hiç anlamamış biri. Bu sahnenin yine modernle gelenekselin bir karşılaşması niteliğinde olduğu düşünülmeli. Mühendis bey, mesleği ve geldiği mekân itibarıyla aklı, merkezi ve sistemin karmaşasını temsil ediyor. Genç kız ise duyguyu, taşrayı ve saflığı.
Özelde bu film, geneldeyse Kiyarüstemi filmografisi bu ikilikleri hem belirginleştiren hem de anlamsızlaştıran bir dile sahip. Kirazın Tadı’nda bilhassa belirginleşen bu ikilikler, yönetmenin ilk filmlerinden beri varlığını sürdürüyor. Gündelik yaşamı biçimlendiriyor olsalar da kesif sıkışma anlarında ondan bir sıyrılma veya kaçışa da kapı aralayabiliyor. Tam da bu sebepten yönetmenin gündelik ikilemlerden beslenerek aşkın cevaplara yol bulduğunu söyleyebiliriz.
Rüzgâr Bizi Sürükleyecek’te kullanılan, kaplumbağayı ters çevirip gitme/mekânı terk etme sahnesi de gündelik olandan aşkına yol bulma temsilinin doruk noktalarından biridir. Dünyevi sıkıntılarla -ölüm de buna dâhildir, hatta ölememe halibunalan mühendis, bütün sinirini tabiattan çıkarırcasına yerde gördüğü ve tek yaptığı kendi “yoluna” gitmek olan kaplumbağayı ayağıyla ters çevirir. O an, kaplumbağa için zamanın durduğunu, insanın zalim ve bencil varlığının başka canlılara verdiği sıkıntıyı idrak ederiz, ancak önemli olan diğer nokta, kaplumbağanın birkaç küçük hamleden sonra kendine gelip “yola” devam etmesidir ki izleyiciye “Aslında yolda kalan kim?” sorusunu sordurur. Aynı diyalog/ilişki, aralarında ne bir konuşma ne de mekânsal temas olmamasına rağmen mühendis ile ölümünü beklediği Melek Hanım arasında da cereyan eder. Mühendisin bütün arzusuna ve hastalığının ağırlığına rağmen Melek Hanım bir türlü ölmek bilmez. İkisi arasındaki bu inatlaşma, aşkın plânda mühendisin Tanrı'yla inatlaşması gibidir. Mühendis, yaşlanan kadının artık ölmesi gerektiğini düşünmektedir, hem de onlara vaad edildiği gibi en fazla iki-üç gün içinde. Ancak kadın, mühendisin istediği değil, Tanrı'nın tayin ettiği zamanda ölerek gerekenle olan arasındaki boşluğu açık eder.
Yine Rüzgâr Bizi Sürükleyecekte mühendis bey, geldiği kentte yaşayan ve modern dünyayı temsil eden insanlarla iletişim kurabilmesinin tek yolu olan mobil telefonuyla görüşme yapabilmek için köyün en yüksek yeri olan kabristana gitmek zorunda kalıyor. Hem de günde birkaç defa. Tıpkı Hz. Hacer'in su aramak için Safa ile Merve tepeleri arasında koşuşup durması gibi, mühendis bey de köy ile kabristan arasında adeta mekik dokuyor. Köyle kabristan arasında, gerçekle ümit arasında, ölümle yaşam arasında, modern ve geleneksel arasında. Kabristan sahnelerini ilginç kılan, bir insanın ölümünü bekleyen ve bunu hiçbir duygusal forma bağlamadan salt bir iş olarak gören mühendisin, her gün bir kaç kez çıktığı mezarlıkta yatan ölüler ya da ölüm üzerine hiç düşünmüyor oluşu. Mühendisi anlamamakta direnen yapımcı Guderzeh Hanım'a benzer şekilde mühendis de ölümü ve mezarların mesajını anlamıyor, hayatı bilmiyor belki de... Filmin çoğu sahnesinde Furuğ'un şiirlerine göndermeler bulunduğunu söylemek mümkün.
“Mutlu cesetler
Kederli cesetler
Cesetler suskun ve düşünceli
İnceliksever, giyimsever, yemeksever
Belirli zamanların duraklarında
Ve kuşkulu zemininde gelip geçen ışıkların
İstekle dolu boşunalığın çürümüş meyvalarını
Toplarken”[3] dizeleriyle anlattığı gibi Furuğ'un, Kiyarüstemi de mühendisin mezarlıkta yürürkenki “ceset hali”ni yazıyor kamerasıyla.
Furuğ'un ve yeni şiirin peşindeki diğer Fars şairlerinin[4] yapmaya çalıştıkları geleneksel veznin dışına çıkarak şiirin kapılarını hayalden çok gerçeğe açmak. Tıpkı bu yeni dalga şairler gibi Kiyarüstemi de, sinemanın kapılarını şiirsel bir dil kullanarak gündelik hayatın derinlikli bir yansımasına açar ve bunu büyük ölçüde başarır[5]. Kiyarüstemi, en çarpıcı ilk filmlerinden biri olan Dostun Evi NeredeF’de (Khane-ye doust kodjast, 1987) örneğin, küçük öğrencinin arkadaşı için çırpınışını öyle sıradan fakat derin bir hikâyeyle anlatır ki, görsel dilin şiirselliği ve gündelik olanın derinliği karşısında seyirciyi hayrete düşürür. Çocuğun daha önce hiç gitmediği bir evi bulmak için gösterdiği inat adeta bir isyandır dış dünyaya. Anlamsızca tehditler savuran “büyüklerin” dünyasına karşı, bütün risk faktörlerine, geceye, yabancılığa aldırmadan meydan okuyan bir “küçüklük” hikâyesidir. Bu film seyirciye Furuğ'un bir dizesini hatırlatır aynı zamanda: “Yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur.”[6]
Kiyarüstemi'nin dış çekimlerini kırsal-doğal alanlarda yapmayı seçmesini Sheibani, insanın yaşamla ve Tanrı'yla karşılaşması olarak okur. Hem Kirazın Tadı’nda, hem de Rüzgâr Bizi Sürükleyecekteki geniş plân doğal mekân çekimleri seyircide bir aşkınlık ve aynı zamanda da gündelik bir tat bırakır. Bir adım daha atılsa insanı “ötelere” ulaştıracak bir kapı gibidir bu manzaralar. Kiyarüstemi, karakterlerin o kapının farkına vararak yaşamasını ister, onun filmlerinde ölümle irtibat, yaşamı değerli kılma potansiyelinden ileri gelir. Zira ölümü bilmek bir anlamda insanın kendini tanımasıdır.
Kiyarüstemi, ve tabii Furuğ, İran'da hayatın sıradan akışına gizlenmiş olan kıymetleri ve bastırılmış sesleri meydana döktükleri için, kenara atılmışları merkeze çekmeye çalıştıkları için ya da belki kenar-içinde-merkez oluşturabildikleri için değerliler. Onları önemli kılan diğer yanları ise rejime rağmen İranlı oluşları. İranlılığı salt politize edilmiş kimlik ediniminden keskin çizgilerle ayırıp yeniden inşa etmeleri. Her ikisi de “kendilerine” ait olanı özgün bir dille ifade etme peşine düşmüşler, ait oldukları topluma ancak bu şekilde katkı sağlayabileceklerinin farkındalar. Belki de bu yüzden Kiyarüstemi sinemasında şiir böyle görkemli bir dil yaratıyor.

Kaynak: Hayalperdesi, Sayı:31, Kasım –Aralık,2012
Çeviren: Haşim Hüsrevşahi
Bu iki mektubu, Furuğ'un kız kardeşi, Gloria Ferruhzad, bir yerlerde yayımlatmak üzere bana verdi. Mektupları Furuğ Almanya'da iken, Münih' ten babasına yazmıştır ve hiçbirinin üzerinde tarih bulunmamaktadır. Zarfların birinin üzerindeki damga tarihi 16 Ocak 1957'yi gösteriyor. Her iki mektubu da aynı yıllarda yazmıştır.
Furuğ 29 Aralık 1935'te doğduğuna göre, bu mektupları yazdığında 22-23 yaşlarında olmalıydı ve varmış olduğu noktaya varmak için daha uzun yollar vardı önünde. Mektuplar şaşırtacak sadelikte olup, onun hedefine ilişkin düşünceleri ve şiire karşı duyduğu sonsuz ve bitimsiz bağlılığı dile getirmektedirler ve uzaklarda kalan bir babaya olan sevgi ile doludurlar ve sanki babanın varlığı yüzünden açığa çıkması olası olamayan, yıllarca bastırılmış sitemler ve derin yürek kırıklıkları ile de. Bu mektuplarda, sevgi dolu bir kızgınlık ile soru yağmuruna tutulan baba, babalık konumunda bulunmasına rağmen evrensel buyurgan, sert ve sınırlayıcı ve ilgisiz biridir. Bunlardan bıkıp usanmış ve başkaldıran yeni yetme bir kız, gerçek durumunu -başından geçmiş ve geçmekte olanı-O'na açıklamak istiyor ve ondan yargı ve insaf bekliyor. O yüzden öyküsünün bir yerinde suçlamaları ve sapkın düşünceleri inkâr edip itiyor ve yalnızlığında ve elginliğinde anlama ve düşünme yeteneğinin sınırlarını genişletmeğe çalışan ve "büyük şair” ve "ilerleyerek toplumda seçkin bir kadın " olmak isteyen bir insanın tüyler ürpertici tablosunu çiziyor. Daha uzun ve detaylı olan mektubunda ise, yitirilmiş bir ilişkiyi -babası ile olan ilişkiyi yorumlayıp kabullendirmeğe çalışıyor; kaçıştan başka yolu olmadığı için, mutluluğu güncel sıradan kalıpları içinde aramadığı için. Saygın fakat acı bir tavırla neden kaçtığını ve neden elgin topraklarda bile mutlu olmadığını açıklamak istiyor, birkaç kısa ve etkin cümle ile Münih'teki tekdüze ve üzünç dolu yaşamını aktarmak istiyor.
Mektuplar, sevinçle keşfedilip bulunan ve yetenek, öğrenme ve süreğen çalışmanın somutlaşması ile başlanmış olan bir yolun dönemeçlerini imliyor ve şimdi aradan geçen bu otuz küsür yıldan sonra bu yol, ne de uzun ve erişilmez duruyor. Böyle de düşünebiliriz; bu yolu, belki de, bu denli çok çatışmaya girmeksizin, bu denli taşkın olmadan, düşmanlık, kaçış, başıboşluk ve yıpratıcı yalnızlık olamadan da geçmek olası olabilirdi. Daha dingin, daha basit. Belki. Ama, 1967'nin o karlı Ocak ayında, Zahirolddoleh mezarlığında, sarılmış ufacık bedeninin yanında durduğumuzda, O'nun bu yolu, hiç kuşkusuz, tam bir uğraşı, tam bir başarıyla ve dimdik geçtiğini biliyorduk. Ancak şunu bilmiyorduk: Acaba sevinçli ve mutlu olarak mı? Acaba içi rahat mı idi? Bu "zirveye" ve "uca" varmış olmaktan memnun mu idi? Onun ölümündeki yaşından daha yaşlı olduğum bugün, sanki mektupları bana da yazmıştır: Zarif bedenli bir kızın babası olduğum bir zamanda, ve kuşkusuz yargılarımda daha sert olarak, ve alışmış olduğum güncel dinginliğimi bozacak herşeyden gizli bir korku duyduğum sırada. Mektupları temize çekerken kendi kendime, ölüler, kısa ve uzun öyküleri ile öleli çok olmuştur, diyordum. Kızgınlıklar, sitemler ve kırgınlıkların tümü anlamlarını yitirmişler ve bir zirveye ve zamanın akışı ile yükselip alçalan bir "yere" varmanın amansız mücadelesinin sadece gölgesi kalmıştır. Ve çoğu zaman, kendi deyişi ile sadece "ses" kalır. Belki de "ağustos böceklerinin sesini" rüyalarımda duymuştum. Bilemiyorum.
Aydın Ağdaşlu, Şubat 1994 /Defter
Babacığım, size mektup yazmayalı çok oldu. Yani yazdım da göndermedim. Şimdi masamın üzerinde, her ikisinin de üstüne sizin adresinizi yazmış olduğum iki zarf duruyor. Ama hep mektupları değiştirmem gerektiğini düşünüyorum, bu yüzden de öylece masamda kalakalıyorlar. Size ne yazmam gerektiğini bilmiyorum. Ben iyiyim. Her zamanki gibi, insan ne kadar daha az umarsa yaşamında bir o kadar daha rahattır. Şimdi, ben kendimi yaşamdan pek bir şey ummamâya alıştırmaktayım. Hep, ne ise yine iyidir diyorum. Birçokları benim olduğum kadar bile mutlu değiller ve böylece daha az düşünüp daha çok yaşıyorum. Emir (Furuğ'un kardeşi) de fena değil. Biz genellikle gündüzleri görüşüyoruz ve her zamanki gibi konuşmaları mız, Tahran, çocuklar ve Anne-Baba üzerine ve bu bizim günlerce üzerinde bıkmadan konuşabileceğimiz bir konu. Biz, beraber olduğumuzda, bu anne babayı ve onları ne denli sevdiğimizi anlıyor, onların bizim hayatımızda olmalarını çok istiyor ve onların sevgilerini duyuyoruz. Ben yazın başlarında İran'a dönmeği tasarlıyordum, ancak Emir aynı fikirde değil, burada onun yanında kalmamı ve onunla birlikte dönmemi istiyor. Daha tam karara varmış değilim. Kami'yi (şimdi 43 yaşında olan, Furuğ'un Pervi Şahpur'dan olan oğlu) çok özlüyorum, ama diğer yandan moralimin daha iyi olmadığı fikrindeyim ve şimdilik yeterince güçlü ve normal değilim. Oraya dönersem yine aynı cehennem azabı yaşam başlayacak ve bazı şeylerin yükünü taşıyamayacağımdan korkuyorum. Benim eğitim ve iş durumum hakkında sormuştunuz. Siz benim yaşamdaki gayemin ne olduğunu biliyorsunuz. Belki biraz aptalca olabilir, fakat ben sadece burada memnun ve mutluyum. Ben büyük bir şair olmak istiyorum. Benim hiçbir zaman bundan başka bir uğraşım yoktu, yani kendimi bildim bileli şiiri sevdiğimi anlamıştım. Ne yapıyorsam kendi düşünce ve bilgi sınırlarımı genişletmek içindir. Hiç bir zaman diploma ve lisans almak için ders okumuyorum, niyetim bilgimi artırmakla sevdiğim işi, yani şiiri sürdürmek ve başarılı olmaktır. İtalya'da bulunduğum yedi ay zarfında İtalyanca'yı iyi öğrendim. İtalyanca'dan iki şiir kitabı çevirdim ve şimdi Emir'in yardımı ile Almanca bir kitabı çevirmekteyim. Birini çevirip basılması için Tahran'a gönderdim, ki bu da bana bir gelir sağlar. Avrupa'da bulunduğum on ay içinde yayınlatmak istediğim bir şiir kitabı yazdım. Şiir benim tanrımdır, işte ben şiiri bu denli seviyorum. Gecem gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor, kimsenin söylemediği yeni bir şiir, güzel bir şiir söyleyeyim diye. Kendimle baş başa olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm, anlamsız ve hiç sayılır. Belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz, ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum. Mutluluk benim için... güzel elbise, iyi yaşam ve iyi yemek değil. Benim ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor. Şayet, insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar, intihar ederim. Siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiçbir zaman yaşamımdan yakınmayacağım. Tanrı ve çocuğumun ölümü üstüne yemin ederim ki ben sizi çok seviyorum. Sizi düşünmek gözlerimi yaşartıyor. Kimi zaman düşünüyorum ve düşündüm, neden Tanrı beni böyle yarattı ve neden şiir adlı şeytanı içimde canlandırdı diye; bunun içindir ki ben sizi memnun edemiyorum ve hiçbir zaman sizin sevginizi alamıyorum, ama bu benim suçum değil. Benim, milyonlarca insanın kabullendikleri yaşam gibi sıradan bir yaşamı kabullenecek gücüm yok. Evlenmek niyetinde değilim. Ben yaşamım boyu hep ilerleyeyim ve toplumda seçkin bir kadın olayım istiyorum ve sizin, benim dediklerimi kabul etmeyeceğinizi sanmıyorum. Bana mektup yazın. Ben size iyi şeyler almak istiyorum, ancak sizin ne sevdiğinizi bilemiyorum. Birazcık param var, onunla ilk kez babacığım için küçücük bir hediye almak istiyorum, ama siz bana neyi sevdiğinizi yazın. Sizi öpüyorum. Furuğ Ferruhzad.
Çarşamba, 2 Ocak
Sayın babacığım, umarım iyisinizdir. Muhakkak size (Siz saygı ile babaya hitaben söylenmekte) uzun bir süredir mektup yazamadığım için incinmiş ve sizi sevmediğimi düşünmüşsünüzdür, ama bu doğru değil. Ben hep size mektup yazıp, sizinle dertleşmek istiyordum. Ama ne zaman mektup yazmağa niyetlensem, kendi kendime soruyorum ne yazayım, sizinle benim aramda oluşan bu arayı ne ile kapatabilirim diye. Ben iyiyim, sağlığım yerinde, siz nasılsınız, ne yapıyorsunuz diye yazmayı sevmiyordum. Tüm yaşamımı, duygulanım, açılanını ve mutsuzluklarımı size yazmak istiyordum, yazamıyordum ve hâlâ da yazamıyorum, bizim düşünce yapılanınızın temelleri, tüm koşullan ile farklı olan iki değişik zaman ve toplumda olduğundan, nasıl aramızda uyuşup anlaşma havası yaratabiliriz ki? Söyleyeceklerimin hepsini söyleyecek olsam, bir kitap yazmam gerekir ve sözlerimin sizi üzeceğinden korkuyorum, size hoş gelmemesinden. Ancak, bu sözler içimde durduğu sürece ben de memnun ve rahat olmayacağım. Ve sizi gördüğümde kendim olmak istiyorum, gülmeyen, konuşmayan, bir köşeye sinip çöken biri değil. Benim büyük derdim sizin beni tanımamış olmanızdır, hiçbir zaman da tanımak istemediniz ve belki de hâlâ siz benim hakkımda düşündüğünüzde, beni uçan, ve aşk romanları ve Tahran Müsavvar dergisinin öykülerinden kafasında aptalca düşünceler oluşan bir kadın olarak biliyorsunuz. Keşke öyle olsaydım ve mutlu olabilseydim, işte o zaman dünya küçücük bir odacık olurdu ve ben, dans meclislerine gitmekle, güzel ve şık elbiseler giymekle, komşu kadınlarla çene çalmakla, kaynana ile dalaşmakla, kısacası pis ve anlamsız binlerce işle yetinirdim ve daha büyük ve daha güzel bir dünyayı tanımazdım, bir ipekböceği gibi kendi kozamın sınırlı ve karanlık dünyasında kıvranır büyürdüm ve hayatım sona ererdi. Fakat ben böyle yaşayamazdım. Kendimi bildiğim andan beri, benim başkaldırım ve isyanım bu aptalca görünüş yüzünden başlamıştır. Ben büyük olmak istiyordum ve istiyorum. Ben, bir gün doğup bir gün de bu dünyadan çekip giden ve artlarında herhangi bir iz bırakmayan yüzbinlerce insan gibi yaşayamam. Bende bu duygu var, fakat şimdiye kadar yaptıklarımın tümü doğrudur ve kimse buna itiraz edemez demiyorum. Hayır, yaşamım boyunca birçok hatalar yaptığımı kendim de biliyorum. Ama kim tüm yaşamı boyunca yaptıklarının, düşündüklerinin ve davrandıklarının doğru olduğunu söyleyebilir? Şairin dediği gibi: Bu dünyada yaşam iki olmalı / biri deneyim kazanmak / diğeri deneyimleri kullanmak için. Ben kötü bir kız değilim ve asla ailemin utancına neden olmak istemedim. Şayet ben bu yola adım atmışsam, ailemin benimle gurur duyması içindi, hâlâ da öyle ve eminim bir gün gayeme ulaşacağım. Ancak hiçbir zaman ve hiçbir yerde rahat edemediysem, sözlerimi söylemek için hiçbir zaman ağzımı açamadıysam, kendimi size ve başkalarına tanıtamadıysam ne yapabilirdim? Anımsıyorum da, ben evde felsefe kitapları okuduğumda ve edebiyat fakültesi felsefe hocası ile oturup saatlerce Doğu felsefesi üzerine tartıştığımda, siz benim hakkımda fikir yürütürdünüz; ben aptal bir kızmışım ve saçma sapan dergileri okuduğumdan kafam bozulmuşmuş, işte o zamanlar ezilirdim, evde bu denli yabancı olduğumdan gözlerim dolardı, sesimi kesip susmağa ve kimse ile uğraşmamağa çalışırdım veya buna benzer binlerce başka olay ki kendi başına belki o denli önemli değildirler, fakat her biri bir insanı yıkıp dağıtmak için yeterlidir. Konuşmak istersem çok şeyleri anlatmalıyım. İlkin de sizden başlamalıyım, sevgisi ile bizi kendine doğru çekebilecek ve bize yol gösterebilecek biri. Ancak O, sertliği ile bizi korkutuyordu, bu ise bizim kendimize sığınmamıza, küçücük beyinlerimizle yaşamın büyük sorunlarını çözmeğe çalışmamıza neden oluyor, çok defa da hata yapmamıza yol açıyordu. Anımsıyorum, arada bir bize öğüt vermek isterdiniz, fakat siz konuşmaya gereksinim duyduğunuz zaman, biz dinlemeğe hazır olmazdık. Koşulların ve ondan daha önemli olan bizim moralimizin sizin öğütlerinizi anlayıp kabul edebilmek için elverişli olup olmadığına bakmazdınız. Birini yataktan, diğerini yemek masasından kaldırır, okumaya dalmış bir üçüncüsünü çağırır ve pat diye öğütlere başlardınız, her zaman çatık kaşlar ve öne eğilmiş bir kafa ile. Sanki siz korkardınız, bizim gözlerimize bakar ve bize gülümserseniz biz sizin sevginizi ve duygularınızın inceliğini anlarız da bu sizin için çok kötü olur diye, sonraları bizi artık sizden korkmaya, size uymaya mecbur edemezsiniz diye. Sizin söylediklerinizi ciddiye aldığımı hiç anımsamıyorum. Siz bize hararetli hararetli öğüt yağdırırken, eminim diğer çocukların da kafaları benimkisi gibi başka şeylere takılırdı ve ertesi gün uyandığımda sizin öğütlerinizin tümünü unutmuş olurdum; veya tam tersine, benim ruhumun bir hatadan dolayı pişmanlık ve suçluluk duygusu ile titrediği zamanlar size gelip ne yaptığımı söylemek ve sizden öğüt almak istediğimde, her zamanki gibi korkar ve sizinle bir yabancı olduğumuz duygusuna kapılırdım. Neden böyle olmalı? Siz ki bu kadar çok psikoloji kitapları okurdunuz, bunların nedenlerini bilmeliydiniz. Ne zaman geçmiş yaşantımı, sizin evinizde geçirdiğim son bir yılı hatırlasam ödüm kopar. Bir hırsız gibi, iyisi ve kötüsü ile her şeyim gizlice. Neden beni adam yerine koymuyor ve neden evden kaçmaya zorluyordunuz, ben bir uyurgezer gibi nerede olduğumu, ne yaptığımı ve kiminle konuştuğumu bilmez hale geleyim diye mi? Neden arkadaşlarımı eve getirmekten ve iyi mi kötü mü oldukları konusunda beni ikaz edip bana yardım edesiniz diye sizinle tanıştırmaktan çekinirdim? Ama şimdi neden buraya geldim, ve neden açlık, avarelik, binbir sıkıntıya katlanıyorum? Aslında ben evi seviyorum. Sabahtan akşama caddelerde aylak aylak dolaşmak ve her önüme gelenle konuşmanın verdiği ruhsal sıkıntıya katlanmak istemiyordum. Sırf evde yabancı olduğum için, kendimi tanıtamadığım ve rahat olamadığım için, kalkıp buraya geldim. Özgürüm, bana vermekten korktuğunuz işte bu özgürlüktü ve ben sizden gizli olarak onu elde etmek istiyordum, bu nedenle de hatalar yapıyordum. Halbuki bu özgürlüğü elde etmemde bana yardımcı olmalıydınız, doğru olan buydu. Şimdi buradayım. Ama kim benim bir gece olsun dışarıda yattığımı söyleyebilir? Hayır kimse. Ben sabahtan akşama odamdayım ve kendi işimle uğraşıyorum, dışarı çıkmayı da pek sevmiyorum... Masası başında oturup okuyan, şiir yazan ve düşünen bir kadınım. Neden? Çünkü kendime ait olduğumu biliyorum. Artık kimsenin nefret ve aşağılama dolu gözleri üzerimde değil. Artık kimse bana bunu yap veya bunu yapma demiyor. Kimse beni kafasız bir çocuk olarak görmüyor. Ve ben kendim için, kendi benliğim ve varlığım için sorumluluk duyuyorum, bundan sonra yapabileceğim hatalar için kendimi affetmem. Halbuki, kendi kendime geçmiş hakkında düşündüğümde, asla kendimi suçlu hissetmiyorum, başkalarını benim hatalarımın nedeni olarak görüyorum. Ne yazık ki herşeyi söyleyemiyorum. Şayet bana izin verseydiniz ve incinmeyeceğinize dair söz verseydiniz, söyleyecek çok sözüm vardı. Yaşantımı başından ele almak, her anını size açıklamak ve düşüncelerimi yazmak isterdim. Ben, hayatım hakkında çok düşündüm, sizin hakkınızda da bizi eğitme ve düşünce biçiminiz hakkında da. Ama şimdi ne yapabilirim? İncinmeyeceğinizi bilsem, hep böyle suskun dudaklar ve sevginizi dileyen gözlerle size bakayım daha iyi ve kalbim dopdolu durakalsın ve laflarımız merhaba, nasılsınızdan öteye geçmesin. Ancak şu kadarını bilin ki ben de diğer çocuklar gibi sizi seviyorum ve sizi rahatsız edecek bir iş yapmak istemiyorum. Biliyorum ki anne babaların çocuklarını sevmemeleri olası değil. Belki de benim sizi sevdiğimden daha çok seviyorsunuz beni. Ben, Kami'yi düşündüğümde üzüntüden bağırasım ve hüngür hüngür ağlayasım geliyor. Fakat anlayış olmadığı sürece her ikimiz de hatalar yapacağız. Münih'e geleli 10 gün olmuş. Dün gece Emir ile sizin hakkınızda çok konuştuk. Uyumaya giderken artık mektup yazamadan edemeyeceğimi anladım. Kendi kendime, iki satırcık da olsa yazacağım dedim. Şu kadarcık da bana yeterli. Size bütün düşüncelerimi yazacağıma dair Emir'e söz verdim. Ama yapamıyorum, ne kadar bahtsızım, yapamıyorum. Ancak istiyorum ki benim kötü bir kız olmadığımı ve sizi sevdiğimi bilesiniz. Sizin durumunuzdan hep haberim olmuştur, ben arkadaşlık ve sevgi gösterisi yapacak biri değilim, neyim varsa kalbimdedir. Ayda bir miktar para gönderdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Ne yapabilirdim ki, hayat koşullarım çok zordu. Ama bir iki aya kalmaz burada bana bir iş verirler ve artık bu paraya gereksinimim kalmaz. Tahran'a geldiği mdç paralı olacağım ve size olan borcumu öderim. Mektubumu yanıtlarsanız sevinirim, çünkü şu sıralar çok acı ve zor günler geçirmekteyim ve mezarında yatan biri gibi yalnızım, bir sürü acı ve azap veren düşünce ve hiç bitmeyecek olan bir hüzünle. Şimdilik sizi memnun edemiyorum, belki bir gün gelir siz de bana hak verirsiniz ve bana küsmezsiniz, benimle de diğer çocuklarla olduğunuz gibi sevecen olursunuz. Uzaktan sizi öpüyorum. .
Papatya Kütüphanesi
" Dünya ne ki sevgilim
benim sana yaptığım kubbe yanında?
düşsün, olsun, bırak
içinde yıldızlar patlıyor,
kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
Furuğ FERRUHZAD
kızıl gül
kızıl gül
kızıl gül
o beni kızıl gül bahçesine götürdü
ve ıstıraplı saçlarıma kızıl gül taktı karanlıkta
ve sonunda
kızıl gül yaprağı üstünde benimle yattı
ey felçli güvercinler
ey adetten kesilmiş deneyimsiz ağaçlar, ey kör
pencereler
yüreğimin altında ve derinliğinde uyluklarımın, şimdi
kızıl bir gül sürgün vermekte
kızıl gül
kızıl
bir bayrak gibi
ayaklanmada
ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe

-İbrahim Golestan'a-
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.
ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!
yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle 'günaydın' diyen.
yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.
yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,

kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.
ah..
budur benim payıma düşen,
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü gezintidir.
ve 'ellerini
seviyorum' diyen
sesin hüznünde ölmektir..
ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklardır..
küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kızıl kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçekyaprağıyla süsleyeceğim.
bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece
rüzgarın alıp götürdüğü.
bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı,
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir imgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.
ve böylecedir,
birisi ölür

ve birisi yaşar.
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan..
Furuğ Ferruhzad (1935 - 1968)
Çeviri: Haşim Hüsrevşahi

seni istiyorum ve biliyorum
asla koynuma almayacağım
sen o aydın ve pırıl, pırıl gökyüzüsün
ben bu kafeste bir tutsağım
kara ve soğuk parmaklıklar ardından
gözlerim hasretle bakıyor yüzüne doğru
bir elin uzanışını düşlüyorum,
ansızın ben de uçayım sana doğru
boş bir anda düşlüyorum
bu sessiz hapishaneden uçmayı
gülerek gardiyan adamın gözüne
yanında yaşama yeniden başlamayı
düşlüyorum ancak bilirim asla
bu kafesten kurtulmaya gücüm kalmamış
gardiyan adam istese bile
kanatlanıp uçmaya soluğum kalmamış
parmaklıklar ardında her sabah
bir çocuğun bakışı güler bana doğru
sevinç şarkılarına başladığımda
dudağında öpücükle gelir bana doğru
şayet bir gün, ey gökyüzü
kanatlanırsam bu sessiz evden
ağlayan çocuğa nasıl söylerim
tutsak bir kuşum vazgeç benden
bir mumum, canımın alazıyla
harabeleri aydınlatırım
sönüklüğü seçersem eğer
bir yuvayı yıkıp dağıtırım
Çeviren: Haşim Hüsrevşahi
Yeniden Doğuş'tan

Ve o şaşırtıcı yüz
Konuştu benimle pencerenin öbür yanından ve dedi ki:
«Hak, açıp gözünü görenindir
Ben ürkütücüyüm yitme yitme duygusu gibi
Ama gene de tanrım,
Nasıl korkulur benden?
Şişli çatıları üstünde gökyüzünün
Hafif ve başıboş dolaşan
Bir uçurtmadan başka
Hiç bir şey olmayan benden?
Aşkımı, isteğimi, nefret ve acılarımı
Gece ayrılığında mezarların
Kemirmiştir adı ölüm olan bir fare...'
Ve o şaşırtıcı yüz
İnce, uzun ve çok zayıf
Akan çizgileri esen rüzgarla
Her an silinen ya da değişen
Ve yumuşak ve uzun saçları
Kapılarak gecenin görünmez dalgalarına
Serilen karanlığın ovalarına
Deniz dibi bitkileri gibi
Aktı pencerenin öbür yanında
Ve bağırdı:
"İnanın ne olur bana!
Diri değilim ben!"
Saydam çizgilerin ardında hala
Görüyordum karanlığın koyulaşmasını ve gümüş cam
kozalaklarını
Ama o
Salmıyordu her şeyin üstünde ve sonsuz yüreği
Ulaşıyordu doruklara
Sanki yeşil duygusuydu ağaçların
Ve sonsuza dek sürüyordu gözleri

"Haklısınız
Hiç aynaya bakmadım ben
Ölümümden sonra
Öylesine ölüyüm ki artık hiç bir şey
Kanıtlayamaz
Benim ölümümü
Ah!
Duydun mu kuytu köşelerinde bahçenin
Geceye sığınıp ayışığına koşan
Ağustos böceğinin sesini?
Belki de tüm yıldızlar
Yitik bir gökyüzüne göçüp gitmişler
Ve kent, nasıl işsizdi kent
Bütün bir yol boyu
Kimseyle karşılaşmadım
Rengi uçuk heykeller
Tutun ve toz kokan
Bir kaç copçu
Ve yorgun, uykulu bekçilerden başka kimseyle
Yazık
Olmuşum ben
Ve sanki aynı boşuna gecenin devamıdır
Gece..."
Sustu
Ve ağlama duygusu ve acı ve kederle doldurdu
Gözlerinin uçsuz bucaksız alanını
"Hiç düşündünüz mü
Yaşamın kederli maskesinin gölgesi altında
Yüzlerini gizleyen
Sizler
Bu üzücü gerçeği?
Bugün yaşayanların
Bir başka dirinin posasından başka, bir şey olmadığını?
Sanki ilk gülüşünde
Yaşlanıp gitmiştir bir çocuk
Ve nasıl güvenebilir şimdi bu yürek
-Bu asıl sözleri değiştirilmiş,

-Bu bozulmuş mezar yazıtı
-Bu taşa kesmiş saygınlığına
Kendisinin?
Belki de var olma alışkanlığı
Ve yatıştırıcılar
Çoktan tüketmiştir insanın
Saf ve yalın iskeletini
Belkide işsiz bir adaya
Alıp götürmüşlerdir
Ruhlarımızı
Belki de düşte görmüşümdür ben ağustos böceğinin sesini
Belki de rüzgarlı süvarilerdir
Bu tahtadan mızraklara yaslanmış
Bekleyip duran sabırlı yayalar
Ve o yüce düşünceli bilgeler olmalı
Bu zayıf, beli bükülmüş afyon düşkünleri
Doğru olmalı doğru olmalı kimse
Beklemiyor artık bir başlangıcı
Ve yüreği aşkla dolu genç kızlar
Uzun iğneleriyle nakışlarının
Delmişler çabuk kanan gözlerini
Şimdi duyulan sabah uykularının derinliklerinde
Yankımasıdır Karga seslerinin
Ve kendilerine geliyor aynalar
Tek tek ve yapayalnız biçimler
Teslim oluyorlar şimdi
Uyanışın dalgın saatlerine
Ve gizli saldırısına karanlık karabasanların
Yazık
Tüm anılarımla biriikte ben
Kanlı masallar söyleyen, kan'dan
Hiç böylesine küçülmüc yaşamayan gururdan
Fırsatımın sonunda bekliyorum
Ve kulak veriyorum: Hiç ses yok
Ve çok derinden bakıyorum: Kıpırdamıyor bir yaprak bile
Ve temizliğin
Ta kendisi olan adım

Tozuna bile dokunamıyor şimdi
Mezarların..."
Titredi
Ve birden döküldü iki yana
Ve uzun iç çekişler gibi uzandı bana
Yarıklardan çıkarak
Yalvaran elleri
"Çok soğuk
Çizgilerimi kesiyor rüzgar
Düşünüyorum bir tek insan var mı şimdi
Yıkılmış yüzüyle
Tanışmaktan
Korkmayan?
Zamanı değil mi artık
Açılsın bu pencere, açık açık açık
Yağsın gökyüzü oradan
Kendi kimliğinin ölüm namazını
Kilsin insan inleyerek? "
Belki de bir kuş sesiydi o yankılanan
Ya da rüzgar, ağaç dalları arasından
Ya da ben bir üzüntü ve utanç dalgası gibi
Çıkmazlarından yüreğimin
Yükselen ben
Gördüm birden o iki el
iki acı sitem
Benim ellerime doğru uzanan
Yalancı tan ışığının aydınlığında
Yokoldu.
Ve bağırdı bir ses
Soğuk ufuklardan:
"Hoşça kal! "

Başımızın
Üstünden uçan
Ve giren serseri bir bulutun karışık düşüncelerine
Ve sesi kisa bir mızrak gibi geçen, ufku baştanbaşa
O karga
Kente götürecek bizim haberimizi
Herkes biliyor
Herkes biliyor
Sen ve ben o soğuk asık yüzlü delikten
Bahçeyi gördük
Ve kopardık elmayı
0 oynaşan ve uzak daldan
Herkes korkuyor
Herkes korkuyor ama sen ve ben
Ulaştık ışığa, suya, aynaya
Ve korkmadık
Ne pamuk ipliğiyle birleşmesi iki adın, söylemek istedigim
Ne de bir buluşma yıpranmış bir defterin sayfalarında
Benim mutlu saçlarımdır söz konusu olan
Senin yanık kırmızı şakayık öpüşlerini taşıyan saçlarım
Ve içtenliği tenimizin
Çıplaklığımızın parıltısı
Balık pulları gibi
Söz konusu olan gümüş rengi türküsüdür yaşamın
Tan ağarırken kaynaktan fışkıran
Biz o yeşil ve akan ormanda
Bir gece yaban tavşanlarından sorduk
Ve kaygılı, soğukkanlı denizde
Incilerle dolu istiridyelerden
Ve o tuhaf ve fatih dağda
Genç kartallardan sorduk
Ne yapmalıyız?
Herkes biliyor

Sessiz ve soğuk uykusuna ulaştık biz simurgların
Gerçeği bahçede bulduk
Bilinmez bir çiçeğin utangaç bakışında
Sınırsız bir anda bulduk ölümsüzlüğü
Iki güneş birbirine bakıp dururken
Söylemek istediğim korkak fısıltılar değil karanlıkta
Gündüzdür söz konusu olan ve ardına kadar açık pencere
Ve tertemiz hava
Ve bir ocak tüm yararsız şeylerin yanıp gittiği
Ve apayrı bir ekinin tohumlarını taşıyan tarla
Ve doğum ve gelişme ve gurur
Bizim seven ellerimizdir söz konusu olan
Bir köprü kuran kokular, ışıklar ve esintilerle
Gecenin üstünde
Çimenliğe gel
Kıyısız çimenliğe ve çağır beni
Ibrişim çiçekleri usulca nefes alırken
Çağır bir ceylan eşini çağırır gibi
Perdeler bir gizli acıyla dolu
Ve toprağa bakıyorlar
Masum güvercinler
Kendi beyaz burçlarının tepelerinden

Yeniden merhaba diyeceğim güneşe
Gövdemde akan nehirlere
Bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
Benimle birlikte kuru mevsimlerden gecen
Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
Gecenin kokusunu hediye eden kargalara
Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
Tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
Yeniden merhaba diyeceğim
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı
Gözlerimle: Karanlık tecrübesiyle
Duvarların ötesinden kopardım dallarımla,
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
Yeniden merhaba diyeceğim.

Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana
Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kâğıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
O andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hâlâ başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabancı sesiyle

Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kentte
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acı şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka
Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adını kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar art arda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Aya vardığınızda!

Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
gençliğim miydi benim?
Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı'ya çatılarda dolaşan?
Seziyorum zaman geçip gitti artık
Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında
Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda...
Çev: Onat Kutlar - Celal Hosrovşahi

sessiz Cuma
terk edilmiş Cuma
eski sokaklara benzer hüzünlü Cuma
hastalıklı tembel Cuma
sünen sinsi esnemeler Cuması
bekleyişsiz Cuma
teslim olmanın Cuması
boş ev
sıkıntılı ev
gençliğin baskınına kapalı ev
karanlık ev ve güneşin hayali ev
yalnızlık, fal ve kuşku evi
perde, kitap, dolap ve resimler evi
ah ne denli dingin ve gururla geçiyordu
garip bir su akıntısı gibi
bu terk edilmiş sessiz Cumalarda
bu sıkıntılı evlerde
benim yaşamım
aaah ne denli dingin ve gururla geçiyordu...
Çev: Haşim Hüsrevşahi

Karanlık boyunca
Cırcırböcekleri bağırdı:
"ay, ah büyük ay..."
Karanlık boyunca
Şehvetli bir ahın yükseldiği
Dallar, o uzun elleriyle
Ve teslim olmuş esinti
Gizli ve bilinmeyen tanrıların emirlerine
Ve saklı bin bir nefes, toprağın gizli yaşamında
Ve o ışığın gezgin çemberinde, ateşböceği
Tahta tavanda tıkırtı
Perdede gece
Gölde kurbağalar
Hep beraber
Hep beraber, bir avaz
Tan ağarıncaya kadar bağırdı:
"Ay, ah büyük ay..."
Karanlık boyunca
Ay ay ışığında ışıdı
Ay
Kendi gecesinin yalnız kalbiydi
Altın renkli öfkesinde patlıyordu

fethettim
kaydettirdim kendimi
bir adla bir kimliği süsledim
ve varlığım somutlandı bir numarayla
öyleyse yaşasın 678 sayılı,Tahran'm 5 nolu bölgesinde kayıtlı sakini
her yönden içim rahat artık
anavatanın şefkatli kucağı
gurur dolu geçmişin emziği
medeniyetin ve kültürün ninnisi
ve yasanın çıngırağının şıkırtısı
ah
her yönden içim rahat artık
içime sığmayan sevinçle
pencerenin önüne gittim
ve tozan hayvan pisliklerinin
çöp ve idrar kokularının birbirine karıştırdığı havayı
içime çektim istekle
678 kere
ve 678 borç makbuzuna
678 iş dilekçesine yazdım:
Furuğ Ferruhzad
gül,bülbül ve şiir ülkesinde
yaşamak bir nimettir
hele ki
varlığın,yıllar yıllar sonra kabulleniliyorsa

öyle bir yer ki
perdenin aralığından ilk resmi bakışımla
678 şairi görüyorum
ki bu hokkabazlar,garip dilenci kılıklarıyla
ölçü ve uyak peşindedirler çöplükte
ve ilk resmi ayak sesimden ürküp
birdenbire kara bataklıklardan havalanan
iş olsun diye karga kılığına girmiş,rumuzlu 678 bülbül
uyuşuklukla,aylak aylak gündüzün kıyısına uçuyor
ve aldığım ilk resmi nefese
heybetli plsko fabrikalarının mahsulü
678 kızıl gülün kokusu karışıyor
yaşamak bir nimettir, evet
hızlı kemankeş Şeyh Ebu Palyaço
ve dümbelekzadelerden tanburi,şarkı mırıldanıcısı Şeyhi'n yurdunda
baldır,bacak,göğüs yıldızlarından ağır topların
ve sanat dergilerinin arka sayfalarının şehrinde
''aman bana ne, boş ver ''felsefesi müelliflerinin beşiği
zeka olimpiyatları tahtıveranı,aman!
sesli,görüntülü,taşınabilir neye el atsan
sivri zeka bir aceminin korna sesi geliyor
ve milletin seçkin fikir adamları
ekabir sınıfında arz-ı endam ettiklerinde
göğüslerinde 678 elektirikli ızagara ile
ve iki bileklerinde 678 Navzer saat diziliyke
anlıyorlar ki
güçsüzlüğün nedeni,kesenin boşluğudur, cahillik değil
fethettim evet fethettim
şimdi bu fetih sevinciyle
aynanın önünde,iftiharla,678 veresiye mumu yakıyorum
ve rafa zıplayıp çıkıyorum ve izninizle
hayatın yasal faydaları üzerine
iki çift kelam etmek istiyorum huzurunuzda
hayatımın yüksek binasının ilk kazmasını

coşkulu alkışair eşliğinde
kendi tepeme indiriyorum
ben yaşıyorum evet bir zamanlar yaşayan Zayenderud gibi
ve halkın tekelindeki bütün imkanları kullanacağım ben de
yarından itibaren
milli nimetlerle dolu şehrin sokaklarında
ve telgraf direklerini akan gölgeleri arasında
gezip dolaşabilirim
ve gururla umumi helaların duvarına 678 defa
''yazı yazdım eşkeler gülsün diye''
yazabilirim
yarından itibaren
gayretli bir vatansever gibi
her çarşamba öğleden sonra toplumun
şevk ve heyecanla peşinden gittiği
yüce idealden bir hisseyi
kalbimde ve beynimde taşıyabilirim
o bin riyallik bin hevesperverden
buzdolabı,mobilya,perde masrafı
ya da 678 doğal oyun karşılığı sayılabilecek hisseyi alıp
bir gece 678 vatan evladına bağışlayabilirim
yarından itibaren
Haçik'in dükkanındaki zulada
bir kaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip
bir kaç kase dalavereli pepsi kola içitikten sonra
ve birkaç ya hak ya hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra
mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler
ve lay lat lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim
ve 1678 Şems-i tebriz yılı dolaylarında
yoksul tezgahlarda resmen basıma yollanacak olan
hayatımın büyük romanının ilk eskizlerini
678 orjinal,özel Oşno sigara paketinin iki yüzüne yazabilirim
yarından itibaren
kendimi 678 devre için kadife kaplı bir makamda
toplanma ve geleceği garantileme meclisine
ya da hamdü sena meclisine
sarsılmazbir güvenle
konuk edebilirim
zira ben
kültür-sanat-dalkavukluk dergilerinin bütün içeriğini okurum
ve ''doğru yazma''kaidesini bilirim
ben gözlerimi öyle yaratıcı bir kitle içinde açtım ki hayata
ekmekleri yoktu ama ufukalrı açıktı,geniş meydanları vardı
ve şimdiki coğrafya sınırları
kuzeyden yemyeşil Tir Meydanı'na
güneyden kadim İdam Meydanı'na
ve izdihamın bol olduğu yerlerde Tophane Meydanı'na dek ulaşmıştır
ve emniyet asayişin parlak göklerinin sığınağında
sabahtan akşama alçıdan yapılmış 678 güçlü kuvvetli,yapılı
678 melek eşliğinde
-hem de balçıktan yaratılmış melekler-
sükun ve sükut projelerini tebliğ etmekle görevliler.
fethettim evet fethettim
öyleyse yaşasın 678 doğumlu Tahran'ın 5 nolu bölgesinde kayıtlı

sakini
ki azim ve iradesi sayesinde
öyle yüksek makamlara erişmiştir ki
yerden 678 metre yükseklikteki
bir pencere pervazında karar kılmıştır
ve kendini
işte bu pencereden-merdivenlerden değil-
bir çılgın gibi anavatanının kucağına
fırlatma onuruna sahiptir
ve son vasiyeti budur:678 altın kuşağında
Üstad Hazreti Abraham Sahba
bir ağıt yaksın kendi hayatının ağıtı olmak üzere
hassstir uyağında

Tepemde bir akbaba
hırsla ölmemi bekliyor,
ben ise düşünüyorum
nasıl bir tuzak kurayım ki
bana yaklaşsın da
onu vurayım.
Soluk almak için
oturmaya kalksam
işte yıkıldı diye
saldırıyor yüzüme,
onu vurmak için
anlayınca fırsat beklediğimi
hızla dönüyor gökyüzüne.
Kuşaktan kuşağa
onca insanlar öldü
yem olarak, şu ihtiyar akbabaya.
Deneyimlerim sesleniyor ki
bitimindeyiz zamanın
yaklaşan bir sonu var
ya senin, ya ihtiyar akbabanın.
Bu cadı, bu kocamış
leş yiyenin yazgısı, sana bağlı
başaramazsan eğer
sıran geldi demektir
Tepemde bir akbaba
hırsla bekliyor ölmemi
vay eğer
fırsatı ben kaçırırsam.

Dökülüyor suskunluğuna akşamın
ezanın ayak sesleri
kent akşamının hayalinde yanıyor,
altın ormanları düşlerin
ve odamın suskunluğunda
cuma akşamıyla uğraşıyor
ezanın ayak sesleri.
Benim elimde kitap
cuma akşamı sessiz
kopuk kopuk geliyor kulağıma,
ezan
kime söylüyor
ne diyor
kent
uğraşıyor Cuma akşamıyla
ve o garip ses
yalın bir köylü gibi
yitiyor kentin çağıltısında
ben yine
kitap okuyorum.
Çev: Sobhi Babek

Bunlardan önce, ah, evet
Bunlardan önce sessiz kalınabilirdi
Saatler boyunca
Ölülerin bakışı gibi sabit bir bakışla
Dalınıp kalınabilirdi bir sigaranın dumanında
Dalınıp kalınabilirdi bir fincanın şeklinde
Halıdaki renksiz bir çiçekte
Duvardaki belli belirsiz bir çizgide
Kuru el ayalarıyla
Perde bir tarafa çekilebilirdi ve görülebilirdi
Sokaktaki yağmurun hızla yağdığı
Renkli, küçük uçurtmasıyla bir çocuğun
Ayakta durduğu, bir kemerin altında
Eski bir at arabasının boş meydanı
Aceleyle, hayhuylar arasında terk ettiği
Devamlı aynı yerde kalınabilirdi
Perdenin yanında, ama kör, ama sağır
Bağırılabilirdi
Gayet yabancı bir sesle, gayet yabancı bir sesle
"Seni seviyorum"
Güçlü bir adamın kollarında
Güzel ve sağlam bir nesne olunabilirdi
Deriden yapılmış sofra gibi bir vücutla
Sert ve iri göğüslerle
Bir sarhoşun, bir delinin, bir berduşun yatağında
Bir aşkın temizliği kirletilebilirdi
Zekayla aşağılanabilirdi
Hayret verici tüm bulmacalar
Sadece bulmaca çözülebilirdi
Sadece saçma bir cevap bulunarak hoşnut olunabilirdi
Saçma bir cevap, evet, beş veya altı harflik

Bir ömür oturulabilirdi
Öne düşmüş bir başla
Soğuk bir mezarın ayakucunda
Meçhul bir Tanrı görülebilirdi
Zayıf bir inanç birkaç kuruşla bulunabilirdi
Mescidin odaları çürütülebilirdi
"Ziyaretname" okuyan yaşlı adamın yaptığı gibi
Sıfır misali; toplamadaki, çarpmadaki, çıkarmadaki
Sonuç daima aynı olunabilirdi
Gözlerim kahrının kozasında
Yıpranmış bir ayakkabının renksiz tokası sanılabilirdi
Su gibi kendinin derinliklerinde kurutulabilirdi
Bir anın güzelliği, utançla
Şipşak çekilmiş gülünç bir siyah beyaz bir fotoğraf gibi
Sandığın diplerinde saklanabilirdi
Bir günün boş kalmış çerçevesinde
Bir mahkum veya bir mağlubun ya da bir idamlığın resmi asılabilirdi
Posterlerle duvardaki çatlaklar kapatılabilirdi
Daha uyduruk resimler katılabilirdi
Böylece kurulmuş bebekler olunabilirdi
Kendi dünyalarının camdan gözleriyle görebilirlerdi
Bezden bir kutuda
Saman doldurulmuş bir bedenle
Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi
Her bir elin anlamsız sıkışıyla
Sebepsiz bağırılabilir ve denebilirdi
"Ah, çok memnun oldum."

Bütün gün ağladım aynada
Penceremi ağaçların yeşil düşüne
Açmıştı bahar
Gövdem sığmıyordu yalnızlığın kozasına ve
Kokusu kâğıtlardan örülmüş tacımın
Kaplamıştı gökyüzünü baştan başa
O güneşsiz ülkenin
Yapamıyordum artık yapamıyordum
Sokağın sesi bastırıyordu birden ve kuşların sesi
Kayboluşunun sesi paltoluk çocuk kumaşı toplarının
Şamatası çocukların
İplerin ucunda yükselen
Uçurtmaların dansı
Sabun köpükleri gibi
Ve rüzgâr
Sevişmenin en derin ve karanlık anında esmeye başlayan rüzgâr
Zorluyordu
Surlarını güvenimin sessiz kalesinin
Kendi adıyla çağırıyordu yüreğimi çok eski çatlaklardan sızarak
Bütün gün gözlerimi diktim
Gözlerine yaşamın
O korkak ve kaygılı gözlere
Bakışımdan kaçan
Ve yalancılar gibi gizleniveren
Gözkapaklarının tehlikesiz sığınağına
Hangi tepe hangi doruk?
Tümü dolambaçlı yolların
Bir kavuşma noktası ve son

Bulmuyorlar mı o soğuk ve yok edici ağızda?
Ve ne derdiniz bana ey yalın ve aldatıcı sözcükler?
Ne verdiniz tenin ve isteğin kaçışından başka?
Daha da yalancı olmaz mıydı
Başıma koyduğum ve kokular saçan
Kâğıttan yapılmış taçtan daha yalancı
Saçlarıma iliştirdiğim bir çiçek?
Nasıl da tutuldum çölün ruhuna
Ve uzaklaştırdı beni ayın büyüsü sürünün inançlarından
Nasıl büyüdü yüreğimin yarım kalmışlığı
Tamamlayamadı bir türlü hiç olan yarım öbür yarımı
Durdum nasıl ve gördüm kayıyor
Ayaklarımın altındaki toprak
Ve geçmiyor tenimin bomboş bekleyişine
Sıcaklığı tenimin
Hangi tepe hangi doruk?
Koruyun beni ey kaygılı ışıklar
Aydınlık evler
Çamaşırların ıtırlı tütsülerle güneşli çatılarında salındığı
Koruyun beni ey olgun ve saf kadınlar
Parmakları çocuğun zevkten çıldırtıcı kıpırtılarını izleyen tenleri
üstünde
Göğüslerinden süt kokusuyla karışık taze esintiler gelen

Hangi tepe hangi doruk?
Beni koruyun ey ateş dolu ocaklar, uğur boncukları
Karanlık mutfaklardaki türküsü bakır kapların
Yüreği biraz sıkkın mırıltısı dikiş makinalarının
Kavgası sürüp giden süpürgelerle halıların
Koruyun beni ey tutkulu aşklar
Yatağımızı üremenin acı isteği
Cadı suları ve kan damlalarıyla donatıyor
Bütün bir gün boyu bütün bir gün
Terk edilmiş terk edilmiş bir ceset gibi su yüzünde
İlerledim ürkütücü kayalıklara
En derin deniz mağaralarına ve
En etobur balıklara
Durmadan gerildi sırtımın incecik omurgası
Bir ölüm duygusuyla
Yapamıyordum artık yapamıyordum
Yadsıyarak yükseliyordu yoldan ayak seslerim
Daha büyüktü umutsuzluğum sabırdan
Ve geçiyordu bahar o yemyeşil düş
Penceremden
Sesleniyordu yüreğime:
"Bak
Hiçbir zaman ilerlemedin
Battın sen!"

O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar
Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.

Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerin orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi
Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.
Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.

Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.
Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.
Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.

Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki...
Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk...
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu...
Ah tutsağın sesi...
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi...

Pişman değilim
Düşünürken yenilgiyi,o acı yenilgiyi
Çünkü ölüm tepesinin doruğunda
Öptüm yazgımın çarmıhını
Gecenin soğuk caddelerinde
Hep tedirgin ayrılıyor çiftler
Birbirlerinden
Bir tek fısıltı duyuluyor :Hoşça kal ! Hoşça kal !
Gecenin soğuk caddelerinde
Pişman değilim
Zamanın ötesinde akıp gidiyor benim yüreğim
Yaşam yeniden doğuracak onu
Yeniden yaşatacak beni rüzgarın
Göllerinde yüzen haberci gülü
Bak, gene de nasıl dokunabiliyorum
Kalıntısıyla ellerimin karanlık düşlerin dibine
Nasıl bir dövme yapabiliyorum yüreğime kan lekesi gibi
Suçsuz mutluluklarından yaşamın ?
Pişman değilim
Benden konuş ey sevgilim bir başka benle
Gecenin soğuk caddelerinde
Gene aşk dolu gözlerini gördüğün
Benden !
Ve hatırla beni, kederle öperken o
Gözlerinin altındaki çizgileri...

küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var
dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun
dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
yağış anını bekliyorlar
bir an
ve sonrasında hiç
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil
yakıcı anılar gibi ellerini
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi götürecek
rüzgâr bizi götürecek
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak
dinginliğe bir belirtidir
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüştür
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
-selam
-selam

ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
gitmekte olan o kimseye böyle
dayançlı
ağır
başıboş
nasıl dur emri verilebilir
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir
zaman diri olmadığı
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar
ve merdivenin boyu
ne kadar kısa
onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına götürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu
bekleyen
uçuş düşlediğin bir yolda bir gün
o kuş belirdi

sanki yeşil hayal çizgilerindendi
esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
lambanın masum düşüncesinden başka bir şey
değildi
sokakta rüzgâr esiyor
bu yıkımın başlangıcıdır
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı sevgili yıldızlar
gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl
sığınılabilir
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize
varırız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç
yıllıkmış"
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak
çizgileri bırakacağım

sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçimler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve aşktandır tüm yaralarım benim
aşktan, aşktan, aşktan
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu
selam ey masum gece
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar
selam ey masum gece
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var
niçin bakmadım
bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
gibi

niçin bakmadım
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
isfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün
içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydınlıktı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum
annem o gece ağlamıştı sanırım
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık
uğradı
niçin bakmadım
tüm mutluluk anları biliyorlardı
senin ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına
acaba saçlarımı yeniden
rüzgârda tarayacak mıyım
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi

"bitti artık" dedim anneme
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
dayançlı
ağır
başı boş
saat dörtte
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
-selam
-selam
sen asla o dört su lalesini
kokladın mı hiç
zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece pencere camlarının ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor
ben nereden geliyorum
ben nereden geliyorum
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna
mezarımın toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum

ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken
ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın
buğu uyku çimenliğine oturdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresinde dönerlerdi
sözü neden sesli söylediler
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kızoğlankız saçların arına götürdüler
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar, yaprak, bahar
serçelerin dili yani; meltem, koku, meltem
serçelerin dili fabrikada ölüyor
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
birlik anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini

matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla
kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen
demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı
sen mavi çini tınlamasından boşaldın
ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz
kılıyorlar
mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güler yüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma
şehvetinde
ah
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam
ben nereden geliyorum
"bitti artık" dedim anneme
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim

selam sana ey yalnızlığın garipliği
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun tanıklığında
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere
bak nasıl da kar yağıyor
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına

her iki gözünde onun günah gülüyordu
yüzüne ay ışığı gülüyordu
o suskun dudakların geçişinde
sığınmasız bir yalaz gülüyordu
utangaç ve silik bir istekle dolu
bakışları sarhoşluk renginde olmalı
gözlerine baktım ve söyledi:
aşktan bir ürün almalı
bir gölge eğildi diğer gölge üstüne
gecenin gizlisine saklandı
bir soluk kaydı bir yüze
iki dudak ortasında öpüş yalazlandı

kuş dedi: "oooh! nasıl da mis koku, nasıl da güneş!
bahar gelmiştir
ve ben kendi çiftimi bulmaya çıkacağım"
kuş taraçanın kıyısından uçtu
bir ileti gibi uçtu
kuş küçüktü
kuş düşünmüyordu
kuş gazete okumuyordu
kuşun borcu yoktu
insanları tanımıyordu kuş
kuş havada
ve kırmızı tehlike ışıkları üstünde
ve habersizlik yükseklerde uçuşuyordu
ve mavi anları
delice deniyordu
kuş, ah sadece bir kuştu.

benim sesimi taşlarca dinliyorsun
taşsın hemen dinlediklerini unutuyorsun
ilkbahar sağanağısın ve pencerenin uykusunu
dürtü darbeleriyle kaçırıyorsun
okşayışın yeşil dalı olan elimi
ölü yapraklarla seviştiriyorsun
şaraptan daha sapkınsın ve gözü
yalazlara oturtuyor döndürüyorsun
ey kanımın bataklığının altın balığı
hoş olsun sarhoşluğun beni içiyorsun
sen gün batımının mor derelerisin ve gündüzü
göğsüne bastırıyor söndürüyorsun
gölgelerde, oturdu senin Furuğ'un ve uçuklaştı
gölgelerle onu neden karaya bürüyorsun?

Selâm balıklar... selâm,balıklar
Selâm, kırmızılar, yeşiller, sarılar
Bana söyleyin ölülerin gözbebekleri gibi donuk ve şehrin
gecelerinin sonu gibi kapalı ve daimi
Dudaklarımın kaval sesini işitmiş miydiniz?
Yalnızlık ve korku perilerinin diyarından
Yatak odalarının tuğlalarının güvenine
Saatlerin tıkırtısının ninnilerine
Ve ışık camlarının çekirdeklerine rastlamış mıydınız?
Ve her zaman olduğu gibi
Taçlı yıldızlar gökyüzünden toprağa düşer
Afacan küçük kalpler
Ağlama duygusu ile ıslanır
Çev: Hatice Gülcan Topkaya
Yeniden Doğuş'tan

O bazen
Vücudunun kederli bağlantısını
Durgun sularda
Boş mezarlarla, unutuyor
Ve aptalca zannediyor ki
Yaşama hakkı var,
Onu bağışlayın
Bir resmin sıradan öfkesini
Kışkırtmanın uzak arzusu
Kağıdının gözlerinde eriyor
Onu bağışlayın
Baştan başa tabutunda
Ayın kırmızı halesi geziniyor
Ve gecenin değişken kokuları
Vücudunu bin yıllık uykusundan
Uyandırıyor
Onu bağışlayın
O içten yıkık
Ama hala gözlerinin içi ışık zerrelerinin hayaliyle parlıyor
Ve anlamsız saçları
Ümitsizce aşkının soluklarının etkisi ile titriyor
Ey mutluluğun sade ülkesinin sakinleri
Ey yağmurda açılan pencerelerinin komşuları
Onu bağışlayın
Onu bağışlayın
Çünkü büyülenmiş
Çünkü sizin ağır gelen varlığınızın kökleri
Onun gurbet topraklarında derinlere kök salıyor
Ve onun kolay inan kalbi
Hasretin acı darbeleriyle
Göğsünün içinde kabardıkça kabarıyor
Çeviren: Hatice Gülcan Topkaya
Yeniden Doğuş'tan

Bak nasıl içimde gözlerimin
Eriyor damla damla keder
Karanlık ve isyancı gölgem nasıl
Tutsağı oluyor güneşin
Bak
Yok oluyor tüm varlığım ve beni
İçine alıyor bir kıvılcım
Fırlatıyor taa doruklara
Bak nasıl
Sayısız yıldızla
Doluyor gökyüzüm benim
Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan
Ve kokular ve ışıklar ülkesinden
Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte
Fildişi, bulut ve kristal
Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum
Götür şiirlerin ve coşkuların kentine
Yıldızlarla dolu bir yol beni götürdüğün
Çıkardığın yer yıldızlardan daha yüksek
Bak
Nasıl yandım ben bu yıldızlarla
Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar
Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi
Yıldızlar topladım
Eskiden ne kadar uzaktı toprak
Gökyüzünün mor köşelerine
Yeniden duyuyorum şimdi
Senin sesini
Karlı kanatlı sesini meleklerin

Bak nerelere ulaştım sonunda ben
Samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa
Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi
Yıka beni dalgaların şarabıyla
İpeğine sar beni öpüşlerinin
İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde
Bırakma artık beni
Beni yıldızlardan ayırma
*Bak tam karşımızda gecenin mumu
Damla damla nasıl eriyor
Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
Gözlerimin simsiyah kadehi
Senin ninnilerini dinlerken
Ve bak nasıl
Şiirlerimin beşiğine
Sen doğuyorsun, güneş doğuyor
*nıgah kum ki mum-ı şeb berahı ma
çegune katre katre ab-mişeved
sürahiye siyahı dideganı men
be lay lay germ tu
lebaleb ez şerab mişeved
be ruyi kahvare haye şiir men
nıgah kun
tu midemi ve aftab mişeved
Çev :Hatice Gülcan Topkaya

ben senden ölürdüm
oysa sen benim yaşamımdın
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
ben caddeleri
başıboş dolaşırken
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
sen ulu çınarlar ortasında, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışığına çağırırdın
gece yinelendiğinde
gece bitmediğinde sen
ulu çınarlar ortasında, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışığına çağırırdın.
sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza
sen ışıklarınla gelirdin
çocuklar gidince
ve akasya başakları uyuyunca
ve ben aynada yalnız kalınca
sen ışıklarınla gelirdin...
sen ellerini bağışlardın
sen gözlerini bağışlardın
sen sevecenliğini bağışlardın
ben açken sen
hayatını bağışlardın
ışık misali bonkördün
sen lâleleri toplardın
ve örterdin saçlarımı
saçlarım kendi çıplaklığında titrediğinde
sen lâleleri toplardın

sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve ben
söylemeye başka bir şey bulamadığımda
sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve dinlerdin
ağlayarak akan kanımı
ve ağlayarak ölen aşkımı
sen dinlerdin
görmezdin beni ancak.
Çev : Haşim Hüsrevşahi
Yeniden Doğuş

Mutlu insanlardanım
Pencerenin yanına gittim, hevesle
altı yüz yetmiş sekiz defa
İnce toz, çöp ve idrar kokusuyla
yüklü havayı içime doldurdum
Ve altı yüz yetmiş sekiz borç senedinin
Ve altı yetmiş sekiz iş başvurusunun
altına yazdım

Camın arkasında kar yağıyor
Camın arkasında kar yağıyor
Bir el, yüreğimin sessizliğine
Hüzün tohumları ekiyor.
Sonumu böyle gördükten sonra
Saçların ağardı ey kar,
Ama yüreğime yağdın ne yazık
Mezarıma değil.
Bir fidan gibi titriyor gövdem
Yalnızlığın soğuğundan.
Süzülüyor kalbimin karanlığına
Yalnızlığın korkunçluğu
Artık içimi ısıtmıyorsun Aşk
Ey donmuş güneş
Gönlüm ümitsizlik çölü
Yorgunum, aşktan yorgun.
Ey aldatıcı şeytan, şiir
Senin de sevinçli goncan kurudu,
Sonunda;
Ruhum, bu kederli uykudan uyandı.
Ondan sonra neye baktıysam
Baş döndürücü
Şarabı görüm,
Ne yazık aradığım bir rüyanın hayaliydi.
Tanrım, cehennemi,n kapılarını benim için aç
Ne zaman kadar gizleyeceğim yüreğimde
Cehennem sıcağı arzumu.

Batıda batan güneşi çok gördüm,
Ne yazık güneyde soldu
Benim batamayan güneşim.
Ondan sonra ne arıyordum,
Ondan sonra neyi gözetliyorum?
Soğuk bir damla gözyaşı
Sıcak bir mezar gerek benim için uyumaya.
Camın arkasında kar yağıyor,
Camın arkasında kar yağıyor,
Bir el, yüreğimin sessizliğine
Hüzün tohumları ekiyor.

bir ateşti ve söndü
yürek senin bağlarından kurtulunca
bir bağdı ve koptu
üzüncün tılsımlı camı kırılınca
sarılayım diye sana geldim
oysa gördüm yapraksız bir dalsın
umudumun gözünde sen
ölümün gülümsemesisin
ah ne denli tatlıdır
mezarının başında senin, ey gereksinimli aşk
dans etmek
ah ne tatlıdır
ey yakan ölümcül öpüş,
senden vazgeçmek
ah ne denli tatlıdır
senden kopup başkasına varmak
kapıyı yürek üzüncüne kapamak
cennet burdadır
yemin olsun tanrıya, bulut gölgesi ve ekin kıyısı burdadır
sen hiç düşünme en iyisi
beni ve harlanan acımı
ben acıdan yakınmam
ben yalazdan yanmam

bu gece gözlerinin göğünden
şiirime yıldız yağıyor
kâğıtların beyaz sessizliğinde
kıvılcım ekiyor pençelerim
sıtmalı, divane şiirim
arzuların yarığından mahcup
yeniden yakıyor vücudunu onun
ateşlerin ebedi susuzluğu
evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü
karanlıktan sakınmak niye
gece elmas damlalarıyla doludur
geceden geriye kalansa
sarhoş eden leylak kokusudur
ah, bırak kaybolayım sende
benden iz sürerek bulamasın artık kimse izimi
yakıcı ruhun ve nemli ahın
şarkımın gövdesinde essin dursun
ah bırak bu açık pencerenden
rüyaların ipkeleri üzerinde uyuyarak
ışıltılı bir kanatla uçayım
dünyanın hisarlarından geçeyim
hayattan ne istiyorum biliyorsun
ben sen olayım, sen, tepeden tırnağa sen
bin defa gelmek mümkün olsa dünyaya
her defasında sen, her defasında sen
bir denizdir bende saklı olan

ne zaman güç bulacağım saklamaya kendimi
keşke sana bu korkulu tufanı
anlatacak gücüm olsaydı
öyle doluyum ki seninle
çöllerde koşmak
dağa taşa vurmak başımı
gövdemi dalgalara atmak istiyorum
öyle doluyum ki seninle
kendimden döküleceğim toz gibi
bastığın yere baş koyacağım usulca
uçarı gölgene asılıp kalacağım
evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü

soğuk anların ivmeli geçişinde
yabanıl gözlerin senin,
kendi suskunluğunda
çevreme duvar örüyor
kaçıyorum senden yol sapaklarında
kırları ay ışığı tozunda göreyim diye
yıkanayım diye ışık pınarlarında
sıcak yaz sabahının alaca sisinde
eteklerimi kır çiçekleriyle doldurayım diye
köy kulübeleri damından horoz sesleri duyayım diye
kaçıyorum senden, çöl ortasında ölesiye
yeşilliklere basayım diye
otların soğuk çiyini içeyim diye
kaçıyorum senden, terk edilmiş bir kıyıda
karanlığın bulutunda yiten kayalar üstünden
deniz fırtınalarının dönen danslını göreyim diye.
uzak bir günbatımında
yaban güvercinler gibi kanatlarımın altına alayim diye
gökyüzünü, dağları, kırları,
kuru çalılar arasından
çöl kuşlarının sevinç şarkılarını
duyayım diye
kaçıyorum senden, senden uzak, açayım diye
istek kentinin yolunu
ve kentin içinde
düş sarayının ağır altın kilidini
ancak senin gözlerin suskun çığlıklarıyla
yolları gözlerimde bulandırıyor
gizinin karanlığında durmadan
çevremde duvar örüyor
sonunda bir gün...

kuşku gözünün büyüsünden kaçarım
saçılırım alaca düş çiçeklerinden saçılır gibi
gece esintisi saçlarının dalgasından süzülürüm
giderim güneş kıyılarına değin
sonsuz dinginliğinde uyuyan bir dünyada
usulca kayarım altın renkli bir bulut yatağına
dökülür ışık sevinçli gökyüzüne
dökülür yığınla şarkının tarhı
ben oradan,, esrik ve özgür
bakarım dünyaya, senin büyülü gözlerinin
yollarını gözümde bulandırdığı
bakarım dünyaya, senin büyülü gözlerinin
gizemli karanlığında durmadan
çevresinde duvar ördüğü.

günah işledim lezzet dolu bir günah
titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada
o karanlık susku dolu zulada
baktım gözlerine gizemleriyle dolu
gözlerinin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu
kırmızı şarap camda oynadı
gözlerinde heves yalazlandı
günah işledim lezzet dolu
bir günah alevli yangılı
bir kucakta günah işledim
kinci, sıcak ve demirsi iki kol ortasında

Tanrı olsaydım eğer haykırırdım bir gece tüm meleklere
Kevser suyunu cehennemin kazanında kaynatsınlar
Yakıcı meşale ellerinde, sakınanların sürüsünü
Cennetin yeşil taze otlağından atsınlar
Tanrısal sakınımdan yorgun, gece yarısı İblis'in yatağında
Yeni hatanın uçurumunda sığınak arardım
Tanrısal altın tacıma karşılık
Bir günahın kucağındaki karanlık acıyı tadardım

benim sevgilim o
arsız çıplak teniyle
güçlü bacakları üstünde
ölüm gibi durdu
eğik devinimli çizgiler
onun isyancı organlarını
güçlü desenlerinde
izlemekte ....
benim sevgilim
doğa gibidir
kaçınılmaz apaçık anlamıyla
o benim yenilgimle
erkin gerçek yasasını
onaylıyor        
o, çevresinde
bir çocuk kokusu gibi
sürekli suçsuz anıları
uyandırıyor
o, sıradan hoş bir serenat
gibi
hoyrat ve çırılçıplaktır

o katıksız seviyor
yaşamın zerreciklerini
toprağın zerreciklerini
insan oğlunun üzüntülerini
lekesiz üzüntülerini
katıksız seviyor
köyün bir bağ sokağını
bir ağacı
bir külah dondurmayı
bir çamaşır ipini
benim sevgilim
sade bir insandır
sade bir insan
benim onu uğursuz ucubeler diyarında
şaşılası bir mezhebin son belirtisi gibi
memelerimin çalıları ortasında
sakladığım.

küçük oğlum benim ninni
kapa gözünü gece olmuştur
uyu bu kara dev, gözünde kan
dudağında gülüşle gelmiştir
hayır uzaklaş sen kötüsün
uzaklaş nefret ediyorum senden
ben bebeğimin yanında uyanıkken
alıp kaçıramazsın onu benden

ben çıplağım,çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar kadar çıplak
ve tüm yaralarım benim aşktandır
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyuklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık dünyasından
geliyorum
ve bu dünya yılan dünyasına benzerdir
ve bu dünya
öyle insanların adım sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.

ben gecenin sonundan söz ediyorum
ben karanlığın sonundan
ve gecenin sonundan söz ediyorum
evime gelirsen eğer sevgili bana bir ışık getir
ve küçücük bir pencere oradan
mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim.
Çeviren : Haşim Hüsrevşahi
Yeniden Doğuş'tan
Ben Senden Ölürdüm
ben senden ölürdüm
oysa sen benim yaşamımdın
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
ben caddeleri
başıboş dolaşırken
sen benimle giderdin
sen bende okurdun
sen ulu çınarlar ortasında, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışığına çağırırdın
gece yinelendiğinde
gece bitmediğinde sen
ulu çınarlar ortasında, sevdalı serçeleri
pencerenin gün ışığına çağırırdın.
sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza
sen ışıklarınla gelirdin

çocuklar gidince
ve akasya başakları uyuyunca
ve ben aynada yalnız kalınca
sen ışıklarınla gelirdin...
sen ellerini bağışlardın
sen gözlerini bağışlardın
sen sevecenliğini bağışlardın
ben açken sen
hayatını bağışlardın
ışık misali bonkördün
sen laleleri toplardın
ve örterdin saçlarımı
saçlarım kendi çıplaklığında titrediğinde
sen laleleri toplardın
sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve ben
söylemeye başka bir şey bulamadığımda
sen yanaklarını yaslardın
memelerimin acısına
ve dinlerdin
ağlayarak akan kanımı
ve ağlayarak ölen aşkımı
sen dinlerdin
görmezdin beni ancak.
Kuş Sadece Bir Kuştu
kuş dedi: "oooh! nasıl da mis koku, nasıl da güneş!
bahar gelmiştir
ve ben kendi çiftimi bulmaya çıkacağım"
kuş taraçanın kıyısından uçtu
bir ileti gibi uçtu
kuş küçüktü
kuş düşünmüyordu
kuş gazete okumuyordu
kuşun borcu yoktu
insanları tanımıyordu kuş
kuş havada
ve kırmızı tehlike ışıkları üstünde
ve habersizlik yükseklerde uçuşuyordu
ve mavi anları
delice deniyordu
kuş, ah sadece bir kuştu.
benim sesimi taşlarca dinliyorsun
taşsın hemen dinlediklerini unutuyorsun
ilkbahar sağanağısın ve pencerenin uykusunu
dürtü darbeleriyle kaçırıyorsun
okşayışın yeşil dalı olan elimi
ölü yapraklarla seviştiriyorsun
şaraptan daha sapkınsın ve gözü
yalazlara oturtuyor döndürüyorsun
ey kanımın bataklığının altın balığı
hoş olsun sarhoşluğun beni içiyorsun
sen gün batımının mor derelerisin ve gündüzü
göğsüne bastırıyor söndürüyorsun
gölgelerde, oturdu senin Furuğ'un ve uçuklaştı
gölgelerle onu neden karaya bürüyorsun?

arsızlıkla damgalanan
boş kinayelere gülen bendim
kendi varlığımın sesi olayım
istedim yazık ki 'kadın'dım


[1]  Khatereh Sheibani, “Kiarostami ve Modern Fars Şiir Estetiği”, çev. Sevcan Sönmez, Sinecine, Yıl:
2010-Bahar, Sayı: 1, s. 103-104.
[2]  A.g.e., s. 105.
[3]  Furuğ Ferruhzad, “Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım”, der. Fahri Özdemir, Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 2011, İstanbul. s.52.
[4]    Furuğ Ferruhzad, Nima Yusiç ve tabii Söhrab Sepehri gibi isimler bu döneme damga vurmuştur.
[5]    Furuğ'u anarken Kiyarüstemi filmlerinde Sepehri'nin etkisini de hatırlatmak gerek. Nasılbu şairler kalemleriyle konuşuyorlarsa, Kiyarüs-
temi de kamerasını kaleme dönüştürerek hemçizer, hem de yazar. (Kamera-kalem/
Camera stylo
kavramı Alexander Astruc'a aittir. Bkz. Astruc, The Birth of a New Avant-Garde, 1968).
[6]           Furuğ Ferruhzad, “Yeniden Doğuş”, Yaralarım Aşktandır, çev. Haşim Hüsrevşahi, Telos Yayınları, 2002, İstanbul, s. 129

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar