Print Friendly and PDF

Futuhat Okumaları

Bunlarada Bakarsınız




ALLAH TEÂLÂ VE KUL ARASINDAKİ İLİŞKİ TERAZİSİNİ DENGEDE TUTMAK
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ şükredenleri de sever. O, kendisini  “şükredenleri sever” (Âl-i İmrân, 144) olmakla nitelemiştir. Şükür,  Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden ve bilendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken)  kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever.
Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri bilmeyen bazı insanların iddia ettiği gibi,  belaya şükür olmaz. (Onlara göre) Allah Teâlâ nimetini intikamında intikamını ise nimetinde gizlemiştir. Bu durum,  hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini bilmeyenlerin işi karıştırmasına yol açmış, belaya karşı sabredebileceğini  zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır.
 Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı beladır  ki  o da, kendisinden dolayı ilacı kullandığı hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düşmanıdır ve onu talep eder. Fakat bela, elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona karşı çıkar ki bu ise ilaçtır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir hoşnutsuzluk duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır, çünkü o acıyı kaldıracaktır. Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükreder ve onu kullanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı  sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere geldiğini bilir. Öyleyse ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi rahatlatmaktır.
Bu konuyu düşün! Bundan dolayı insan şükreden olur. İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği gizli nimet nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu da iyileşmek ve hastalığın ortadan kalkmasıdır.  Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: 
“ Şükrederseniz,  sizin için artıracağız.”(İbrahim, 7)  İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet veren insana eziyet edersek, bu davranış,  Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer.  Hâlbuki onu kendisine acı veren hastalığı gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah Teâlâ’nın fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir. 
Allah Teâlâ, peygamberi Davud’dan kendisi için bir ev yapmasını istemiş  -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud aleyhisselâm binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlanmış. Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek,  evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak  da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş.
Davud aleyhisselâm:
‘Allah’ım! O kanlar senin için akıtılmadı mı?’ deyince,  Allah Teâlâ;
‘Haklısın, benim uğruma akıtıldı, fakat onlar  benim kullarım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle yapılacaktır’ demiş. Davud aleyhisselâm 
‘Allah’ım o benim (soyumdan) olsun’ diye dua edince,  Allah Teâlâ, evinin oğlu Süleyman aleyhisselâmın eliyle yapılacağını bildirmiş, Hz. Süleyman, Beyt-i Makdis’i inşa etmiştir.
Düşünürsen, bu durumdan gerçeğin ne hal üzere olduğu öğrenilir.
İlahi iş, her zaman ‘odur-o değildir’ esasında olduğunu anlarsın.  Bunu bilmezsen, onu anlamamış olursun! 
………
Allah Teâlâ, ihsan edenleri de sever. Bu durum  “Allah  ihsan edenleri sever” (Âl-i İmrân, 134)  ayetinde dile getirilirken, yine Allah Teâlâ, kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever.  Allah Teâlâ  şöyle buyurur: “Allah  kendi yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.”(Saf, 4)
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ON ALTINCI SİFR- YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI Allah'ın Peygamberine Uyma Emri]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

SEVGİNİN SABİTLİĞİ MERTEBESİNDE ALLAH TEÂLÂ’NIN EL-VEDÂD (EL-VEDÛD) İLAHİ İSMİ

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bu Vedûd zikrin sahibi Abdulvedûd diye isimlendirilir. Allah bu mertebe mensupları hakkında Allah onları, onlar Allah’ı sever’ (el-Maide 5/54) der. Başka bir ayette Bana uyun ki Allah da sizi sevsin (Âl-i İmran 3/31) denilir. Sahih bir hadiste Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Allah kulunu sevdiğinde, onun kendisiyle duyduğu duyma gücü, görme gözü, eli ve ayağı olur.’ Onun güçleri kendisi için sürekli sabittir; âmâ veya dilsiz bile olsa, duyma ve görme niteliği körlük, dilsizlik ve sağırlık perdesinin ardında sabittir. Allah Teâlâ vüdd (sabit sevgi) diye isimlendirilmesi itibarıyla sevgisi sabit olandır. Vüdd diye isimlendirilmesi dedik, çünkü bu niteliğin dört hali, her halin kendisiyle tanındığı bir adı vardır: Heva, vüdd, hûb ve aşk!
Sevginin kalbe ilk düşmesi ve orada gerçekleşmesine heva denilir. Bu kelime ‘yıldız kaydı’ anlamındaki heve en-necm ifadesinden türetilmiş­tir. Ardından vüdd (meveddet) gelir. Vüdd sevginin sebat bulması demektir. Ardından hûb gelir. Hûb sevgideki duruluk ve sevenin iradesinden çıkması demektir. Böyle bir durumda seven sevdiğinin iradesine göre hareket eder. Ardından aşk gelir. Aşk sevginin kalbi sarması demektir. Kelime asma ve benzeri ağaçlara sarılan dikenli sarmaşık anlamındaki aşaka’dan türetilmiştir: Aşk sevenin kalbini sarar, onu sevgiliden başkasına bakamayacak hale getirerek kör yapar.
Sanatkâr sanatını nasıl sevmez ki? Biz, hiç kuşkusuz, O’nun sana­tının ürünleriyiz. O bizim yaratıcımız olduğu kadar rızkımızın ve maslahatlarımızın da yaratıcısıdır. Allah bir peygamberine şöyle vahyetmiştir:
‘Ademoğlu! Eşyayı senin için, seni kendim için yarat­tım. Senin için yarattığım eşyada kendim için yarattığım gayeyi telef etme. Ey Âdemoğlu! Şanım üzerine yemin olsun ki, ben seni severim. Senin üzerindeki hakkım karşısında, sen de beni sevmelisin.’
Sanat özü gereği sanatkârın o işi bildiğini, ona güç yetirdiğini izhar ederken aynı zamanda sanatkârın güzelliğini, azametini ve büyüklüğünü de ortaya çıkartır. Böyle değilse (sanat) kim için, kimde ve kiminle orta­ya çıkabilir ki? Demek ki bizim var olmamız ve O’nun bizi sevmesi kaçınılmazdır, O bizimle ve biz O’nunlayız. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir dua­sında Rabbine hamd ederken şöyle der: ‘Biz O’nunla ve O’nun için varız.’ Bu mertebe ilgi, atıfet ve süreklilik mertebesidir.
Sevgi olmasaydı el-Vedûd bilinmezdi
Fakirlik olmasaydı el-’evâd’a ibadet edilmezdi
Biz O’nunla varız, O’na aidiz hepimiz
Kim bedel öderse O’na itimat eder
İlah bir şeyin varlığını dilerse
Meşiyeti ona ilişmiştir, karşı konulamaz ona
Gecikme olmaksızın onların nezdinde bulunuruz
Âlemin kazanılmış niteliğidir bu
Bilin ki âlemin kaynağı sevgidir el-Vedâd izhar etmiş onu

Allah sürekli seven olduğu için el-Vedûd (İbnü’l-Arabî bu ismi bazen el-Vedâd bazen el-Vedûd diye kullanmaktadır ki her ikisinin aynı anlamda olduğu bellidir) iken bizim için de sü­rekli yaratan ve ‘Her gün bir işte’ (er-Rahman 55/29) olan diye nitelenendir. el-Vedâd’ın manası da budur. Biz hal ve söz diliyle O’na sürekli ‘şunu yap bunu yap! deriz, O da yapar. O’nun bizdeki fiilinin bir yönüyle O’na ‘yap!’ deriz. Böyle demek O’nu bir işe zorlamak mıdır? Allah Teâlâ’yı hiç kimse bir işe zorlayamaz, böyle bir vehimden münezzeh ve mütealdir. Böyle diyebilmemiz el-Vedûd isminin hükmünden kaynaklanır.
Allah Teâlâ, el- Gafur, el-Vedûd ve er-Rahman ismiyle istiva ettiği yüce arşın sahibi­dir, çünkü O sevenin duyduğu derin ve coşkulu özlemle merhamet etmiştir. Seven de sevgiliye onun niteliğiyle kavuşabilir. Hakkın nite­liği varlıktır ve bu nedenle sevene varlık vermiştir. O’nun katında varlıktan daha tam bir şey bulunsaydı, verirken cimrilik yapmazdı. İmam Ebu Hamid bu makamda şöyle der: ‘Allah katında bir şey bu­lunup saklanmış olsaydı, bu durum cömertikle çelişen bir cimrilik, kudretle çelişen acizlik olurdu.’
Allah el-Gafur ve el-Vedûd olduğunu bildirdi. el-Vedûd gayb (mertebesinde) sevgisi ve muhabbeti sabit olan demektir. O bizi görür. Bu nedenle sevdiğini görür, onu gör­mekle sevinir. Bütün âlem bir insan mesabesinde sevilen iken âlemde­ki şahıslar insanın organlarına benzer. Sevilen sevdiğinin muhabbetiy­le vasıflanmamış, sadece onu sevilen haline getirmiştir, o kadar!
Sonra, Allah Teâlâ bazı kullarını severken aynı zamanda onlara kendisi­ni sevme imkânı bahşeder. Böyle bir kuluna eşyanın suretlerinde Hakkı müşahede etmek ve görmek nimetini ihsan eder. Bu itibarla Allah’ı sevenler ile âlemin ilişkisi, göz ile göz bebeğinin ilişkisi gibidir. İnsanın pek çok organı olsa bile gören ve müşahede eden organları iki gözüdür. İnsanda göz âlem içinde sevenler mesabesindedir. Allah kendisini sevdiklerini bildiği için sevenlerine müşahede nimetini ver­miştir. Bu bilgi O’nun katında zevk bilgisidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ O’nu sevenlere kendine yaptığı gibi yapmıştır; kastedilen sevilen için sevilen demek olan vecd halindeki müşahededir.
Cinler ve insanlar sadece Allah’a ibadet etsinler diye yaratıldı. Allah Teâlâ yaratıkların arasından onla­rı sadece kendisini sevsinler diye yarattı. Çünkü Allah Teâlâ’ya ibadet edecek O’nun karşısında zelil ve hor kalacak kişi ancak sevenler olabilir, insa­nın dışındaki her şey O’nun hamdini tespih eder, çünkü Allah’ı gör­memiştir ki sevebilsin! Allah Teâlâ, insandan başka hiçbir yaratılmışa el- Cemil isminde tecelli etmemiştir.
Bildiğim kadarıyla insanda bu isimle tecelli etmiştir. Bu nedenle insan sadece Rabbini veya Rabbinin tecelligâhı olan birisini severken bütünüyle sevgisinde fani olarak kendinden geçer. O halde âlemin gözleri -sevilen her kim olursa ol­sun- âlemdeki sevenlerdir. Bütün yaratılmışlar Hakkın tecellisinin aksettiği yerlerdir. Onların sevgileri (vüdd) sabittir. Onlar sevgileri sabit olanlar iken Allah el-Vedûd’dur. İş Hak ve yaratılmış arasında yaratılmış ve Hakk nedeniyle perdelenmiştir. Bu perdelenmişlik nede­niyle el-Vedûd ile birlikte el-Gafur ismi gelmiştir. Bu gizlenme nede­niyle Kays, Leyla'yı sevdi’ denilmiştir. Hâlbuki Leyla bir tecelligâh! Veya ‘Beşir, Hind'i sevdi’ veya ‘Kesir, İzzet'i sevdi’ veya İbnü'd-deric, Lübna'yı sevdi’, Tûbe, Ehille'yi sevdi’, ‘Cemil, Büseyne'yi sevdi’ deni­lir. Bütün bunlar, Hakkın tecellisinin oturakları ve duraklarıdır. Bu­nunla birlikte onlar, sevdiklerini isimleriyle tanımamış olabilirler. Çünkü nisan bir şahsı görür, onu sever, fakat kim olduğunu veya adını veya nereli olduğunu veya evini yurdunu bilmez. Bununla birlik­te sevmek, o şahsı araştırmaya, evini ve yurdunu soruşturmaya sevk eder. Onu bulamadığında, peşinden gider, soruşturur. Allah Teâlâ’yı sevme­miz de öyledir.
Biz Allah Teâlâ’yı tecelligâhlarında severiz. Leyla, Lübna veya başka bir ad veya herhangi bir özel isimde Allah’ı severiz, fakat sevdi­ğimizin Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu nedenle ismi biliriz, fakat Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz.
Bu durumda ismi sevmiş, hakikati tanımamış oluruz. Yaratılmışın ise hakikati sevilir, bilinir. Bazen ismi bilinmez, sevgi onu bilmeyi icbar eder. Başka bir ifadeyle sevgi sevile­ni tanımayı gerektirir. İçimizden bazı kimseler dünya hayatında O’nu tanır ve bilirken, bazı kimseler, herhangi bir şeyi seviyorken ölene kadar O’nu tanımazlar. Perde kalktığında Allah’tan başkasını sevme­diği ve yaratılmışın adının kendisini perdelediğini anlar.
Nitekim insan dünyada bir şeye ibadet eder, fakat bilmediği yönden sadece Allah’a ibadet etmiştir. Bununla birlikte onun mabudu Menat, Uzza, Lat diye isimlendirilmiş olabilir. Ölümle birlikte perde kalktığında, sadece Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğini öğrenir. Allah Teâlâ şöyle der:
Senin rabbin kendisinden başkasına ibadet edilmesin diye hüküm verdi.' (el-İsra 17/23) Puta tapanla­rın durumu da öyledir. Böyle bir insan taptığı putta herhangi bir tarzda ilahlık bulunmadığına inansaydı, kendisine ibadet etmezdi. Fakat el-Gafur, el-Vedûd’ (el-Buruc 85/14) ayetinde belirtildiği üzere çekilmiş perde nedeniyle insan O’nu tanımamıştır. Bu itibarla sadece isimler vardır. Bu nedenle hakiki mabud olan Allah, ibadeti tecelligâh ve oturaklara izafe ettiklerinde insanlara şöyle der:
‘Onları isimlendiriniz.’ insanlar taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı, onları tanıyacaklar, tanıdıkla­rında Allah ile isimlendirdikleri arasındaki farkı anlayacaklardı. Nite­kim oturak ve tecelligâh arasındaki fark bilinir ve şu oturak, şu tecelligahtır’ dersin, ayrışma gerçekleşir.
Düşünürsek gerçek böyle!
Sen O’nda isen sen oldun demek
Hakkın oturağı gerçekte sen
Ve sen, sen iken sen olmayan
Bizim kastettiğimizi elde ettin
İbadet ettiğimizi bilmiş oldun
Ne Leyla ne Lübna
Bildiğinden başka birisi değil!
Onu severken basiretliysen
Onu kendinden görürsün; sen sensin!
Seven başkasını sevmedi
Hepsi sensin, sen!

Kur’an-ı Kerim isimler ve haller arasındaki ilişkiyi ne güzel ve sır­lı bir şekilde ortaya koymuştur. Allah el-Gafur ve el-Vedûd., yü’e arşın sahibi, dilediğini yapandır’ (el-Buruc 85/14-16)buyurur. Allah sevendir, dilediğini yapan­dır. Demek ki Allah sevilendir! Çünkü ancak sevilen sevdiğine diledi­ğini yapabilir. Buna mukabil seven, (sevdiğinin sözünü) dinleyen ve ona itaat edip istediklerine amade olandır. O seven ve el-Vedûd, yani sevginin ayrılmaz özelliklerine ve şartlarına bağlı ve sevgisi sabit olan­dır. Bununla birlikte hakikat birdir. Çünkü burada el-Vedûd, aynı zamanda dilediğini yapan demektir. Bu İlâhî uyarıda ne hoş ve sırlı bir durum olduğuna bakınız! ‘De ki, Rabbim benim bilgimi arttır.’ (Ta-Ha 20/114)
 ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [OTUZ ÜÇÜNCÜ SIFIR -el-Vedâd- (el-Vedûd) İlahi İsmi”]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul



Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah, melekleri ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri Allah’tan başka ilâh olmadığına tanıklık etti. O aziz ve hakimdir.’ (Âl-i imran 3/18) Ardından şöyle buyurdu: ‘Allah katında din İslâm’dır.’ (Âl-i imran 3/18) Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurdu:
'İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muham­med’in onun elçisi olduğuna tanıklık etmendir.’ Allah Teâlâ, âyette ‘ilim sahipleri’ demiş, ‘iman sahipleri’ dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığı, bir haberden kaynaklanmaz ki iman olsun. Bu nedenle bir ko­nuda tanıklık, ancak bilgiden meydana gelebilir. Aksi halde, tanıklık ge­çerli olmazdı.
Ardından Allah, melekleri ve bilgi sahiplerini ‘ve’ edatıyla kendisine atfetmiştir. ‘Ve’, [ilgili olduğu hususta] ortaklık gerektiren bir edattır.
Burada ise, kesin tanıklıkta ortaklık söz konusudur. Sonra, onları da imana değil, bilgiye izafe etti. Buradan, [Haktan gelen] bildirim yolun­dan değil, nazarî veya zorunlu bilgi yolundan tevhidin [bilgisini] elde edenleri kastettiğini öğrendik. Adeta Allah şöyle demiştir: Melekler, te­celliden doğan zorunlu bilgiyle benim birliğime tanıklık etmiştir. Bu te­celli, onlara bilgi vermiş ve onlar için kanıtlardaki doğru düşüncenin ye­rine yerleşmiştir. Böylece benim birliğime tanıklık etmişlerdir. Nitekim ben de tanıklık ettiğim gibi bilgi sahipleri de kullarıma yerleştirdiğim aklî düşünceyle [birliğime] tanıklık etmiştir.
Allah Teâlâ imanı ise, bilginlerin ardından ikinci mertebede bilginin ar­dından getirdi. İman, mutluluğa ulaşmada zorunlu unsurdur. Çünkü Allah, bize inanmayı emrettiği gibi kendisini bildiren Allah olduğu için biz de onu ‘ilim’ diye isimlendirdik. Allah, şöyle buyurur: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını bil.’ (Muhammed 47/19) Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘O'nun tek ilâh olduğunu biliniz .’(İbrahim 14/52) Bu âyet, İbrahim suresinin sonunda mertebeleri taksim eden bir âyettir. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, sahih bir hadiste şöyle bu­yurur: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölen insan cennete girmiştir.’ Hadiste ‘iman ettiği halde’ denilmedi. Çünkü iman habere bağlıdır. Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.’ (el-isra 17/15)
Allah Teâlâ’nın ‘fetret’ dönemlerinde yaşamış ve bilgi yoluyla Allah Teâlâ’yı  bir­lemiş kimi kullarının olduğunu öğrendik. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce peygamberlerin daveti genel olmadığı için, bütün zamanlarda yaşayan insanlar inanmak zorunda değildi. Bu ifadeyle ise âyet, ister mümin ol­sun ister olmasın Allah Teâlâ’nın birliğini bilen herkesi içermiştir. Burada mü­min, habere inanması bakımından değil, kesin bilgi ifade eden bir doğ­ru haber olması yönünden Allah Teâlâ’nın  birliğini bilmeyenlerdir.
……………………………..
Peygamber gelip önünde Allah Teâlâ’yı  bilenleri ve bilmeyenleri buldu­ğunda hepsine birden şöyle der: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını söyle­yiniz.’ Buradan peygamberin Allah Teâlâ’nın birliği hakkında bilgi sahibi ol­mayan müşrikler için de bir öğretmen olduğunu öğrendiğimiz gibi bu söz ile peygamberin Allah Teâlâ’yı  [varlığını] ve O’nun birliğini bilenler için bu bilgiyi telaffuzun zorunlu olduğunu, bu telaffuzun onların kanlarını dökülmekten, mallarına el konulmaktan ve zürriyetlerini esaretten kur­taracağım öğreten olduğunu öğrendik. Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöy­le buyurur: ‘İnsanlarla ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ deyinceye kadar sa­vaşmakla emrolundum. Bunu söyleyince, İslâm’ın hakkının dışında, benden kanlarını ve mallarını kurtarırlar. Hesapları ise Allah’a kalmış­tır.’ Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘öğreninceye kadar’ demedi. Çünkü onların içinde zaten bunu bilenler vardı.
Dünyada hüküm bilgiye değil söze aittir. ‘Sırların ortaya çıkarıla­cağı günde hüküm ise’ söze değil bilgiye ait olacaktır. [Kelime-i tevhit] Bu ifadeyi dünyada bilen, inanan, iki yüzlü -ki ne mümindir ne de bilen- söyler. Bu ifadeyi söyleyince, dünya ve ahirette üzerlerinde bulunan hakların dışında, kanlarını ve mallarını kurtarmış olurlar. Ahirette ise, ‘hesapları Allah'a kalır.’ Bunun nedeni, onların içinde ikiyüzlülerin ve üzerinde kul hakkı olan kimselerin bulunmasıdır. Dünyada ise, saptan­mış cezalar nedeniyle hesapları Allah’a kalmıştır. Çünkü ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek, dünyada ve ahirette bu hakları düşürmez. Hesapla­rının Allah’a kalması ise ahirettedir. ‘O gün Allah peygamberleri toplar ve kendilerine der: Size nasıl karşılık verildi’(el-Maide, 109) Peygamberler, hal deliliyle, sorulan şeyin kalplerle verilen cevapla ilgili bir soru olduğunu anlar. ‘Bi­zim bir bilgimiz yoktur, derler.’ (el-Maide 5/109) Başka bir ifadeyle, biz kalpleri bileme­yiz. Sen bilinmeyenleri en iyi bilensin.' (el-Maide 5/109) Bu ifade, söylediğimiz durumu destekleyen ve pekiştiren bir delildir.
Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem el-Melik isminden [hareketle] şöyle buyurur: ‘İs­lâm beş şey üzerine kuruludur.’ Böylece İslâm’ı bir yapıya dönüştür­müştür. ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık etmek.’ İşin kalbi budur. ‘Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna tanıklık etmek’ kapı­nın teşrifatçısı, ‘namaz kılmak’ sağ yön, ‘zekât vermek’ sol yön, ‘oruç tutmak’ ön taraf ve ‘hacca gitmek’ arka taraftır.
Belki de, ön taraf [oruç değil] namazdır. Çünkü namaz, nurdur. Namaz, hükümdarı perdeler. Bir rivayette şöyle bildirilmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın  perdesi nurdur.’ Zekât ise, sağ taraf olur. Çünkü zekât, sahip olunan mülkü elden çıkarmak için güce ihtiyaç duyan bir harcamadır. Hac ise, sol taraftır. Çünkü hacda infak ve verme ameli vardır. Böylece hac, sa­daka ve hediye olmada zekâtla birleşir. İkisi de mülkiyet amelidir. Oruç ise, arkada bulunur. Çünkü arka, önün zıddıdır. Oruç bir aydınlıktır. Çünkü sabır aydınlıktır. Aydınlık ise, nurdur. Öyleyse dengeyi sağla­mak için orucun arkada' bulunması daha uygundur. Çünkü sonradan gelen, öncekinin izinden yürür.
Kıyamet günü Hakkın ‘gelmesi’ de böyle olacaktır. İman, kıyamet günü hükümdar suretinde bu nitelikte gelir. ‘Allah'tan başka ilâh yok­tur’ diyenler kalpte, namaz kılanlar önde, zekât verenler -ki sadaka de­mektir- sağda, hacca gidenler solda, oruç tutanlar ise arkada bulunur. Allah bizi evinin yapısını bu esaslara göre kuran kimselerden eylesin! Allah Teâlâ’nın evi imandır. Bu evin sınırı kıble tarafından (yani güneyden) namaz, kuzeyden oruç, batıdan gizli verilen sadaka, doğudan ise hacdır. Böyle bir evin oturanı ise, hiç kuşkusuz mutludur!
‘Allah'tan başka ilâh yoktur’, bir olumsuzlama ve olumlama ifadesi olduğu gibi peygamberlerin söylediği en üstün cümle de budur. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Duaların en faziletlisi, Arefe günü yapılan duadır.  Burada Allah Teâlâ’yı  bilenlerin duasına bir işaret vardır. ‘Ben ve ben­den önceki peygamberlerin söylediği en faziletli cümle ise ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ cümlesidir.’ Hadis, anlam ve rivayet zinciri bakımın­dan sahih bir hadistir.
Olumsuzlamanın sabit (var olan) bir şey hakkında olup onu olumsuzlaması gerekir. Sabit olmayan -ki olumsuz demektir- bir şey hakkın­da olumsuzlama, onu olumlar. Çünkü olumsuzun olumsuzlanması, olumlama demektir. Nitekim yokluğun yokluğu varlıktır. Öyleyse ‘La-ilahe, ilah yoktur’ derken kişi neyi olum­suzlar?
Size sorduk, bize cevabını söyleyiniz?
Öte yandan, olumlanan şeyin hükmü de olumsuzlanan şeyin hükmüyle bir midir?
Başka bir ifa­deyle, ancak olumsuzlanan şey mi sabit olabilir?
Yoksa olumlanan şeyin hükmü, olumsuzluğun hükmünden ayrışmasını sağlayacak şekilde, baş­ka bir şey midir?
Acaba, olumsuzlayan neyi olumsuzlamıştır, olumlayan neyi olumlamıştır?
Allah Teâlâ’nın  izniyle, bütün bunların araştırılması gerekir.
[Kelime-i tevhitteki] Olumsuzlama, ilahlıkla nitelenip kendilerine ilahlık nispet edilerek ‘ilahlar’ denilen bazı yaratıkların dış varlıkları hakkında gelmiştir. Bundan dolayı Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini tek ilâh Allah'a davet ettiğinde, müşriklerden şaşıranlar olmuştur. Allah Teâlâ, böyle bir müşriğin şöyle konuştuğunu bildirir:
‘İlahları tek bir ilâh mı yapacak? Tuhaf bir iş!’ (Sâd 38/5) Çünkü onlar, söz konusu şeyleri icat etmiş ve böyle bir niteliğe sahip olmadıkları halde onları ilâhlar diye isimlendirmişti. Öy­leyse olumsuzlama, gerçekte öyle olmasa da, insanların inancına göre [ilah sayılan] bu şeylerle ilişkilendirilen ilahlığa yöneliktir, yoksa burada ilahlığın. olumsuzlanması söz konusu değildir.
Çünkü Şâri (şeriatı ortaya koyan) Allah Teâlâ, olmayan bir şeyi olumsuzlasaydı, hiç kuşkusuz bu durum, müşriğin zannettiği şeyin olumlanması anlamına gelirdi. Halbuki Şari Teala, müşriğe şöyle der: ‘Söylediğin bu hüküm, doğru değildir.’ Başka bir ifadeyle gerçek, zannettiğin gibi değildir. Bir ilâhın olması ise, zorunludur. Kuşkusuz [müşriklerin var saydığı] ilahlardaki çokluk, olumlama edatıyla reddedilmiştir. Bu edat, ‘illa’ ifadesidir. On­lar, olumlama edatından sonra zikredilen şey haklarıda bu nispeti olumlamışlardır. Zikredilen ise, Allah diye isimlendirilendir. Böylece şunu demişlerdir: ‘[Müşriklerin ilahlık nispet ettiği] İlah yoktur, ancak Allah vardır.’ Allah'a ilâhlık nispeti, bunu olumlayanın fiiliyle gerçekleşmez. Allah, kendisi nedeniyle ilâhtır. Böylelikle olumlayan kişi, Ancak Allah vardır derken ilâhlık niteliğine tek başına haiz olduğuna inanmayan müşriğin nefsinde bu durumu ispat etmiştir. İspatın ispatı imkânsız iken olumsuzluğun olumsuzlanması ise imkânsız değildir [Kısaca, mut­lak yokluk imkânsız iken varlık imkânsız değildir].
Gerçekte ise, müşrik Allah'tan başka bir şeye ibadet etmedi. Fakat o, ibadeti ait olmayan kimseyle ilişkilendirmede yanılmıştır. Bir müşrik ortak koştuğu şeyde ilâhlık bulunduğuna inanmasa, kendisine ibadet etmezdi. Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemezine hükmetti.’ (el-Isra 17/23) Bu nedenle Hakk, bu nitelik hakkında kıskanç olmuş, kendisine gerekli say­gıyı göstermediklerinde dünyada onları cezalandırmıştır. Buna karşın kendi zanlarında, ilâhlarına dua ettiklerinde bile onları rızıklandırmış, dualarını işitmiş, kendilerine karşılık vermiştir. Çünkü Allah, nispette yanılsalar bile, onların gerçekte bu mertebeye [ilâhlık] yöneldiklerini bi­lir. Bununla birlikte onlar, ahirette sonsuza kadar bedbaht olacaktır. Çünkü peygamber, ilâhlık nispetinin kendisine ait olması zorunlu ola­nın birliği hakkında onları uyarmıştı. Onlar ise, uyarıya bakmamış ve samimi davranmamışlardı. Bu nedenle, kesin kanıt ortaya çıkıp ‘yetkin delil Allah'a ait olsun’ diye, her peygamberin rehberliği yaşadığı dö­nemdeki insanlara hâkim olan özelliğe göre olmuştur.
Bu cümle, varille ve yokluk mertebesini kuşatır. Binaenaleyh olum­suzluk ve olumlu altına girmeyen hiçbir mertebe olmadığı gibi kuşatıcılık bunlara aittir.
Bu bağlamda bazıları nefsiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ derken,
kimi sıfatıyla ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi Rabbiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur der,
kimi Rabbinin niteliğiyle ‘Al­lah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi haliyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi hükmüyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der.
Bu kişi, özellikle [taklit ederek] mümin olandır. Kalan beş kişinin ise, bu anlamdaki imanda bir payları yoktur.
…………………….
Bütün bu sınıflar, iman ile nitelenmez. Çünkü onların içinde bu kelimeyi taklit ederek söyleyen kimse bulunmaz. Kendi hükmüyle ‘Al­lah'tan başka ilâh yoktur’ diyen ise, onu Şari’nin sözü olması nedeniyle söyleyen kimsedir. Çünkü Şari, bunu söylemeyi kendisine farz kılmış ve onu söylemesine hükmetmiştir. Bu hüküm olmasaydı, Allah’a yaklaş­mak maksadıyla onu söylemeyecekti. Hatta söylese bile, öğreten ve öğ­renen biri olarak söyleyecekti.
Şeyhimiz Ulya’lı Ebu’l-Abbas el-Ureybi’nin huzuruna girmiştim. Şeyh, Allah Teâlâ isminin zikriyle kendinden geçmiş, ona başka bir şey ekle­miyordu. Bunun üzerine şöyle dedim:
‘Efendim! Niçin ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ demiyorsun.’ Şöyle dedi:
‘Evladım! Nefesler Allah Teâlâ’m elin­dedir, benim elimde değiller ki! Ben de Allah ‘yoktur’ veya ‘ilâh yoktur’ derken canımı alır diye korkuyorum. Bu durumda olumsuzlamanın vahşetinde (yalnızlık ve korku hali) canım alınır.’ Başka bir şeyhe bunu sordum. Şöyle dedi:
‘Allah'tan başka ‘Ben Allah’ım’ diyen birini ne gör­düm ne duydum. Dolayısıyla yok sayacağını kimse görmedim ki, senin duyduğun [şeyh] gibi ‘Allah, Allah’ diyeyim.’
Bu ismi Allah Teâlâ’yı birleme ibadetini yerine getirirken kullandık. Çün­kü Allah ismi, bütün İlâhi isimlerle nitelenmiş toplayıcı isimdir. [Al­lah’tan başka] Tapınılan herhangi bir şeyin bu isimde bir ortaklığının olduğu aktarılmamıştır. İlâh ve benzeri gibi diğer isimler ise, böyle de­ğildir. İşte bu kadar bir sözle, Şari söylemeyi emrettiği için söylendi­ğinde, iman gerçekleşir. Şari ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ deyinceye ka­dar demiş, ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın  elçisidir’ deyinceye kadar dememiştir. Bunun nedeni, tevhide dair bu tanıklığın peygamberlik hakkındaki ta­nıklığı da içermesidir. ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyen kimse, onu an­cak Allah Teâlâ’nın  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sözü olduğu için söylediğinde mü­min olabilir. Allah Teâlâ’nın peygamberinin sözü olduğu için söylediğinde ise, bu davranış, peygamberin peygamberliğini onaylamanın ta kendisidir.
Bu özel ifade peygamberliğe tanıklığı da içerdiği için, Şari şöyle demedi: ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın  rasülüdür’ deyinceye kadar [onlarla savaşmakla emrolundum]. Başka bir yerde ise, onu söylemiştir ki, kas­tettiğimiz imandır [hadisidir]. İman, duyuyla algılanan bir şey değil, bir anlamdır. Söz konusu hadiste Peygambere ve onun -Allah’tan bir akta­rım olmaksızın- kendi nezdinden yasa yapıp getirdiği şeylere [sünnet] inanmak Allah’a inanmaya bitiştirilmiş tir. Allah’a iman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve oruç tutmak zikredildiğinde -ki bü­tün bunlar Allah katından olan şeylerdir- İbn Ömer hadisinde şöyle ek­ler: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına iman edip bana ve getirdiğime inanıncaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.’ Burada iman denil­mesinin nedeni, taklitçi münafıkların varlığının dikkate alınmasıdır. Çünkü bu münafık, bunu kalbiyle inanmaksızın söyler. İnkarcı münafık ise, bunu ne peygamberin sözü olduğundan -ki o Allah Teâlâ’nın  kitabından onun Allah Teâlâ’nın  peygamberi olduğunu bilir- ne de akıl delilinden söyler.
Tevhit tanıklığına bitişmiş peygemberliğe tanıklığı telaffuz etmede bize Allah Teâlâ’nın  öğrettiği ilahi bir sır vardır. Bu sır şudur: Şari’nin bildir­diği ve nitelediği tek ilâh aklın algıladığı birlenen ilâh değildir. Çünkü aklın tevhit anlayışı, Allah’ın birliğine tanıklığa peygamberliğe tanıklığı da bitiştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla Şari’nin kendisini bilmesi ba­kımından tevhit, teorik aklın kabul ettiği tevhidin aynı değildir. Şeriatın kendisine ibadet etmeye ve birlemeye çağırdığı ilâh, zatında değil, ilâh olduğu mertebedeki ilâhtır. Bunun için, O’nun kendisini nitelediği in­mek, istiva etmek, beraberlik, tereddüt etmek, düşünmek vb. gibi şeri­attan soyutlanmış sırf aklın tevhid anlayışının kabul edemeyeceği özel­liklerle nitelememiz geçerli olabilmiştir.
İşte [şeriatın bildirdiği] bu ilah, kendisini gönderenin birliğine ta­nıklığına peygamberin kendi peygamberliğine tanıklığını bitiştirmeyi gerektiren bir mabuddur [ibadet edilen]. Bu nedenle peygamberliğe ta­nıklık Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığa eklenir ve her gün beş vakit namazın ezan ve kametlerinde otuz kere şöyle denilir: ‘Allah'tan başka ilâh ol­madığına tanıklık ederim. Muhammed’in Allah Teâlâ’nın  rasülü olduğu­na tanıklık ederim.’ Peygamberlikle ilgili bu tanıklığı telaffuz edenler­deki bu ayrıştırma, tevhidin tanıklığındaki ayrıştırma gibidir. Öyleyse, [bütün] mertebelerde bu üsluba göre yürümelisin!
Allah’a ve peygamberine iman etmek, peygamberin Allah katından ve kendi katından getirip sünnet ve şeriat olarak ortaya koyduğu her şe­ye inanmayı içerir. Onun sünnet yaptığı şeylere inanmak ise, iyi bir adet ortaya koyan kimsenin sünnetine imanı içerir. Böylece [bir yandan] şe­riat ve [öte yandan] sabit hükmü geçersizleştirmeyen teşvik edilmiş ibadetin ortaya çıkışı, kıyamet gününe kadar sürer.
Bu hüküm, bu ümmete özgüdür. Hüküm derken, bu ümmeti şe­reflendirmek için ortaya konulan şeyin sünnet diye isimlendirilişini kas­tetmekteyim. Daha önceki ümmetlerde ise, ruhbanlık diye isimlendirilirdi. Allah şöyle buyurur: ‘Onların icat ettiği ruhbanlık.’  (el-Hadîd 57/27) Bu ümmetin yaptıkları hakkında Şari’nin ‘sünnet’ diye isimlendirdiği şeye ‘bidat’ di­yen kimse, sünnete uymamıştır. Bunun bilgisinin ulaşmadığı kimse ise farklıdır.
[Sünnete] uymak bir şey üretmekten daha iyidir. Uymak ile bir şey üretmek arasındaki fark bilinir. Bu nedenle Şari onu ‘bidat’ diye isimlendirmemiş, ‘sünnet’ diye isimlendirme eğiliminde olmuştur. Bir şey üretmek, aslı olan bir örneği olmaksızın bir şeyi ortaya çıkarmak demektir. Allah kendisini şöyle niteler: ‘Gökleri ve yeri örneksiz yara­tandır.’ Yani Allah, önceki bir örnek olmaksızın onları var edendir.
İnsan şeriatta aslı olmayan bir adet uydurmuş olsaydı, yaptığı bidat olacağı gibi onu kabul etmemiz de doğru olmazdı. Bu nedenle Şari, uydurmak-üretmek lafzı yerine sünnet lafzını kullandı. Çünkü sünnet meşrudur. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’e peygamberlerin [kendile­rine değil] rehberliğine uymayı emretti.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM-"Allah'tan Başka İlâh yoktur ve Muhammed Allah Teâlâ’nın  rasülüdür' Cümlesinin Bilinmesi”]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul


ÇOCUĞUN KEMALİ, BABANIN KEMALİNDEN FAZLADIR
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ erkeği -ki Âdem’dir- kendi suretine göre yaratmış, Havva ise Âdem’in suretine göre yaratılmıştır.
Çocuklar ise -sadece bi­rinden değil- ebeveynin karışımına göre yaratılmıştır. Başka bir ifadey­le çocuklar, duyusal ve vehim olarak, bir toplamdan yaratılmıştır. Ço­cukların istidadı, anne-babanın istidadından güçlüdür, çünkü çocuk her ikisinin istidadını içerir. Kâmil bir çocuğun kemali, babanın kema­linden fazladır. Bu nedenle Hz. Peygamber, bir çocuk olması bakımın­dan yetkin kemal sahibidir. Her çocuk yaratılışının aslında bu kemale sahip olmakla birlikte, çocuklar yetkinlikte derece derecedir. Bunun nedeni, ulvi hareketler, nurani tecelliler ve mutluluğa yaklaşmalarıdır. Her çocuk, yaratılışına eklenen bu ikinci kemalin sahibi değildir. Bura­da, tecellide ilâhı özel yönün vermiş olduğu başka bir sır daha vardır. Bu sır ise, çocuğun kendinden oluştuğu sebebe aittir. Bu özel yönü, diğer isimlerden daha yetkin bir ihata ve kapsama sahip olan İlâhî isim belirler. Söz gelişi, el-Alim ismini burada örnek verebiliriz. el-Alim (Bilen) ismi, kapsam bakımından diğer isimlerden karşılaştırılamayacak ölçüde yetkindir.
Babası, annesi, kendisine özgü ilâhî bir ismi -söz gelişi Refıü’d- derecât (dereceleri yükselten)- olan bir çocuk, babası, annesi, ihata ve derece bakımından daha aşağıdaki bir isme sahip olan başka bir çocuktan daha üstündür. Bir çocuk, bir anne ile mevhum-misal suretindeki bir babadan doğmuş olabilir. Böyle biri, bir babadan yoksun kaldığı için annesinin atasına benzer. Örnek olarak, Hz. İsa’yı verebiliriz. Bu çocuğun niteliği de, (Hakka ait) emirden ortaya çıkışı bakımından dedesinin niteliğidir. Nitekim Allah bunu bize bildirmiş ve dile getirmiştir. Allah Teâla “Kuşkusuz Allah katında İsa Âdem gibidir” (Al-i İmrân, 59) buyurur. Yani, Âdem’in kendinden var olduğu ilâhî isimden İsa da var oldu. “Onu topraktan yarattı.” (Al-i İmrân, 59)  Zamir Âdem’e döner. Hz. İsa ise Havva’nın kardeşidir ve o, (aynı zamanda Havva’nın) kız kardeşinin oğludur. Bir çocuk, annesi olmaksızın bir babadan meydana gelmişse, babasının derecesinden daha aşağıdadır. Örnek olarak Havva’nın sol kaburgadan yaratılışını verebiliriz. Bu nedenle Havva eksik kalmış ve onun eğildiği doğruluğu sayılmıştır. Bu nedenle Havva’nın ilgisi, çocuklarına ve kocasına ait olan hâzinelere yönelmiştir. Bu durum, (Havva’nın kendisinden yaratıldığı kaburgaların insanı koruması gibi) kaburgaların sahibinin yararı için kaburganın altındaki ciğerleri, mideyi vb. şeyleri korumasına benzer. Öyleyse kadının (veya kaburganın) eğikliği, kendisinden istenilen doğruluğunun ta kendisidir. Kavisin eğildiği, onun doğruluğudur. Onu bilinen çizgisel bir doğruluğa zorlarsan, kırarsın ve istediğini elde edemezsin. Böyle yapman, söz konusu şeye özgü doğruluğu bilmeyişinden kaynaklanır.
Âlemdeki her şey, Allah’ı bilenlere ve Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki sırlarını bilenlere göre dosdoğrudur. Bunun böyle olduğunu Allah bize “Her şeye yaratılışını verdi” (Ta-Hâ, 50) ayetinde açıklamıştır. Söz konusu durum, her şeyin kemali ve yetkinliği demektir. Hiçbir şey kemalden yoksun değildir. Bunun nedeni, mutlak kemal sahibinin suretine göre yaratılmış olmamızdır. Bu nedenle, sınırlılığımızla O’nun mutlaklığına benzedik. Çünkü mutlaklık, hiç kuşkusuz, bir sınırlama demektir, çünkü bu sayede o sınırlıdan ayrışır. Kâmilden sudur eden bir şey, O’na yaraşır kemale göre ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle, âlemde kesinlikle bir eksildik yoktur. Hastalıkları doğuran geçici durumlar olmasaydı, hiç kuşkusuz, insan (bütün bunları bilen) bir âlim gibi âlemde dolaşır ve gezinirdi. Çünkü âlem Hakkın bostanı, isimler ise ortak bir şekilde onun sahipleridir. Öyleyse her isim âlemde bir pay sahibidir. Hakikatlerin verisi budur.
Şu halde eşyanın kemali, özsel bir nitelik iken eksiklik geçicidir. Her şeyin özünde yetkin olduğunu anlamalısın!
Kendi kıymetini ve değerini bilen biri helak olmaz. Kuşkusuz, erkeğin kadın karşısındaki durumu açıklanmış oldu. Bunlar bir açıdan farklı olsa bile başka bir açıdan ortaktır.
 ‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ KISMI-Kadının Durumu Erkekten Farklıdır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ’nın kulları ikiye ayrılır:
Bir kısmı şeytanın üzerinde otoritesinin bulunmadığı kullardır. Böyle kullar ‘ihtisas’ kullarıdır. Onlar sadece Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşan ve Allah Teâlâ’yı duyan kimselerdir. Buna göre kesin delil, ona değil, Allah Teâlâ’ya aittir. ‘De ki kesin delil Allah’a aittir.’ (En’am, 149) Kulların bir kısmı, Allah Teâlâ’dan aktarır ve O’ndan duyar. Bu kullar kesin delil sahipleridir, çünkü Allah Teâlâ ‘O arzusundan konuşmaz, onun konuştukları vahiydir’(Necm, 3-4) buyurur. Allah Teâlâ isteyen ve icabet edendir. Kulların geneli ise Allah Teâlâ’nın peygamberine haklarında şöyle dediği kimselerdir:
‘Kullarım sana beni sorduklarında, Ben onlara yakınını, dua edenin duasına karşılık veririm.’(Bakara, 186) Burada Allah Teâlâ herhangi birini ayırmadan bütün kulları kendisine izafe etmiştir. Başka bir ayette ise ‘Ey kendilerine zulmeden kullarım!’ (Zümer, 53) der. Burada da aşırı gitmede kayıtsız olmalarına rağmen Allah onları kendisine izafe etmiş, onlara rahmetinden umut kesmeyi yasaklamıştır. Bu ve benzeri ifadeler, İblis’in de Allah’ın ihsanından kaynaklanan rahmetine tamah etmesine yol açmıştır. O’nun rahmetinden umut kesmiş olsaydı, günahlarına günah katılacaktı. Allah onun aşırılığı hakkında bizi yoksullukla korkutmasını zikreder. İblis bize taşkınlığı emrederken Allah onun bizi korkuttuğu fakirliğe karşı ihsanını lütfeder. Şeytan böyle yapmakla memurdur, çünkü Allah ona ‘Onlara vaatte bulun,(İsrâ, 64) diye emretmiştir. İblis, kendisinden aktarmış olduğu üzere, bu emrinde Allah’ı tasdik ederken kuşkuyla O’nun emrine bağlanır. Bu emir ‘Onlara vaatte bulun, (İsrâ, 64) ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ ise taşkınlığın karşısına mağfiretini yerleştirmiştir. Taşkınlığı emretmek bir taşkınlıktır. İblis, Hakk’ın mağfiret vaadinin altına girmiş ve bu da onun tamahını artırmıştır. Bununla birlikte onun yeri cehennemdir, çünkü İblis cehennem ehlindendir. Ateş ehlinden olup da kendisine uyanların günahları onun üzerine yüklünse bile, İblis ancak belli bir süre sonra sona erecek şeyleri yüklenmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ihsanı kesilmez, çünkü o ihsan, uygun karşılığın dışındadır. Allah Teâlâ’nın rahmeti herhangi bir mahalle özgü olmadığı kadar herhangi bir yere özgü de değildir. O her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse rahmet diyarı, varlık diyarı demektir.
Zikredilen bu kulları Allah Teâlâ kendisine izafeyle zikretmiştir ve O’na izafe edilmek şereftir. Böylece Allah Teâlâ, rahmetinden umut kesmeyi yasaklamış olduğu ‘haddi aşan kullar’ ile şeytanın otoritesinin nüfuz etmediği kulları kendisine izafede birleştirmiştir. Allah söz konusu kullarını -herhangi bir vakit belirlemeksizin- bütün günahları bağışlamakla müjdelemiştir. Bu nedenle bazı kullar için mağfiret öne geçerken bazı kullar için sonra gelir.
Sadece kul var ve O kolun Rabbi
Sadece rahim ve rahim (merhamet edilen) var
‘Rahim’ merhamet edilen demektir. Bu ifade katil, cerîh ve tarîd gibi ism-i meful kalıbındadır. ‘Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur.'(Yunus,64) Bunlar âlemin cevherleridir. Değiştirme onlardan değil, Allah’tan kaynaklanır. ‘Bir ayeti neshetsek veya unuttursak, daha hayırlısını veya benzerini getiririz.,(Bakara, ,156) Bir okumada ise biz onu unutursak şeklinde gelmiştir. ‘Onlar günahlarını Allah’ın iyiliğe çevirdiği kimselerdir.,(Furkan, 70), ‘Kim Allah’ın nimetini değiştirirse...,(Bakara, 211) Kastedilen nimet, daha önce Allah Teâlâ'nın müjdelemiş olduğu mağfiretin herkesi kapsamasıdır. ‘Kendisine geldikten sonra...‘Den sonra’ şart olsa bile, içinde istifham kokusu vardır. Cevapta şöyle der: ‘Allah cezası şiddetli olandır.’ (Bakara, 211)  Hâlbuki Allah nimetini değiştireni cezalandıracaktır dememiştir. Allah gerçekte Şedidü’l-ikab’dır, yani cezalandırırken şiddetle cezalandırır. Öyleyse ‘Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştiren’(Bakara, 211)  ayetini takdir edecek yoktur.
Nimeti değiştiren kişi, vaktin ihtiyacına göre daha hayırlı bir şeyle Allah Teâlâ’nın nimetini değiştirir, çünkü hüküm vakte aittir. Veya benzeri bir nimet ile değiştirir. Nesih tebdil demektir, ortadan kaldırmak demek değildir. Sonra şöyle der: ‘Ben kulumun benim hakkımdaki zannındayım. Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Her kim Allah’a karşı iyi zanda bulunmazsa, emrine karşı çıkmış ve Rabbini bilmemiş demektir. İblis’ten daha bedbaht birisi olabilir mi? Bununla birlikte Allah onun (kendisine uyan) kâfirden uzaklaşacağını söylemiş, onu âlemlerin Rabbi Allah’tan korkmak özelliğiyle nitelemiştir.
Bir ayette ‘Allah’tan ancak âlim kulları korkar’(Fatır, 28)  buyrulur. Sonra ayet ‘Allah Aziz ve Gafur’dur’(Fatır, 28)   diye tamamlanır. Yani Allah, kendisiyle kulları hakkındaki genel mağfiretinin arasına perde teşkil edecek bir şeyden etkilenmekten münezzehtir. Ayetteki isimler, mağfiret ve bağışlamanın genelliğini bildirmek üzere, mübalağa kipinde gelmiştir. Bu mağfiret, farklı tabakalarına göre günahkârlar için mutlak bir umuttur. Kendisine geldikten sonra nimeti değiştiren hakkında söylediği Şedidü’l-ikab olması ise bu nitelikteki birisine ‘ikab’ ile süratle ulaşması demektir. Ona ulaşarak değiştirdiği işte değiştirmenin -ona değil- Allah’a ait olduğunu bildirir. Böylece ona ‘Her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu’(Yasin, 83) bildirir’. Çünkü Allah Teâlâ burada ‘ikab’ kelimesine acı (elim) bitiştirmemiştir. Elem ve acı ikaba ve azaba bitiştirilmediğinde, acı veren işin kendisinde, kelimenin başka bir şekilde yorumlanma ihtimali vardır. Çünkü sadece elemden korkulurken bilhassa haz arzu edilir. Elem ve hazzı kabul edenin kendisinde bulunduğu doğanın gereği budur. Allah Kuran’da kullarına sayısız deliller vermiştir ki bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretişinin bir yönüdür. Bedbahtlık bedbahtın kendi aslından kaynaklanmış olsaydı, Allah kullarına rahmeti böyle açmaz ve zikrettiği delilleri serdetmezdi. Bu durum ‘Allah sana bilmediğini öğretti, O’nun senin üzerindeki ihsanı büyüktür' (Nisa, 113) ayetinde belirtilir. İlahi ihsan ancak günahkâr ve müsrifler hakkında büyük olabilir. İhsan sahipleri hakkında ise ‘İhsan sahipleri üzerinde bir yol yoktur’(Tövbe, 91) denilir. Çünkü ilahi ihsan onlara doğrudan ve sebepsiz gelmiş, bu sayede de onlar ‘muhsin’ yani ihsan sahibi (Allah’ı görür gibi ibadet eden) olmuşlardır. Bu nedenle ilahi lütuf ve inayet, ihsan sahibi olmayanlarda kalmıştır.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul





Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Fakir diye Allah Teâlâ’ya nispet edilmek, zengin diye nispet edilmekten üstündür. Çünkü zenginlik Hakk’ın zatıyla yaratıkların arasındaki ilişki­yi ortadan kaldıran zâtî bir niteliktir. Her talep, bir münasebet ve ilişki­ye imkân verir, çünkü mevcut olan, arzulanmaz. Dolayısıyla talep ve is­tek, talep esnasında sahibinde bulunmayan bir şeyle ilgilidir. Bu neden­le talep, yokluğa -ki madum demektir- ilişebilir. Bununla birlikte talep edilen şey, var olan bir varlıkta bulunabileceği gibi var olmayan bir şey­de de bulunabilir. Âlemde sadece talep eden vardır. Dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır.
Fakirlik başkalarında bulunmayan bir özellikle diğer niteliklerden ayrılır. Bu özellik, onun madum (yok olan) ve mevcudun niteliği olma­sıdır. Her olumlu nitelik, bir mevcutta bulunmalıdır. Bakınız! Müm­kün, yok iken bir tercih edene muhtaçtır. Var olunca bu kez varlığını sürdürmede ve korumada muhtaçtır. Dolayısıyla mümkün, hem varlık hem yokluk halinde ‘fakir’ kalmayı sürdürür. Öyleyse fakirlik, hüküm bakımından makamların en genişidir. Bu nitelikten kazanılmış olan ise, özel bir izafettir. Bu ise -başkasına değil- Allah Teâlâ’ya muhtaçlıktır ki, bu­nunla Allah Teâlâ övülür. Bu muhtaçlık, insanı mutlu eder ve kendisini Allah Teâlâ’ya yaklaştırır. Bu izafette ise, insanda yaratılmış olan her nitelik ona ortaktır. Örnek olarak cimrilik, hırs, haset, aç gözlülük gibi göreli ola­rak ve yerine göre üstün-değerli ve değersiz ve düşük olan nitelikleri ve­rebiliriz.
Hükümdarların yoksunluğundan daha büyük bir yoksulluk yoktur. Çünkü hükümdar, askerlere olduğu kadar yönetimini ayakta tutmasını sağlayacak kimselere de muhtaçtır. Hükümdar, bu adı onun için koruyacak yönetim ve mülke muhtaçtır.
Sultan Selahaddin Yusuf b. Eyyub’a (ra.) 581 senesinde Ebu’l- Kamil el-Müneccim, ulaştığı her yeri toza çevirecek büyüle bir fırtına çıkacağını söylemiş. Bazı arkadaşları fırtına gecesi saklanacağı güvenli bir yer bulmasını tavsiye edince, hükümdar şöyle demiş: Fakat insanlar ölecek, öyle mi?’ ‘Evet’ diye cevap verdiklerinde şöyle demiş: ‘İnsanlar ölürse, ben kime hükümdar ya da sultan olacağım? Hükümdarlık gittik­ten sonra, hayatta ne iyilik kalır ki? Bırakın beni de, hükümdar olarak öleyim. Yemin olsun ki, dediğinizi yapmayacağım.’
Bunun ne kadar güzel bir söz olduğuna bakınız! Her izafi varlık -bunun farkında olmasa da- yoksundur. Onu fark etse bile, ‘yoksulluk’ denilen şey olduğunu bi­lemez. Yoksunluğun durumu böyle olunca, Allah Teâlâ’ya -ki her şeyin melekûtu O’nun elindedir- muhtaçlık, sabit ve mevcuttur. Bu nedenle Allah ‘Onların sözlerini yazacağız (Al-i İmran, 181)buyurdu. Yani, onu zorunlu kılacağız. Başka bir ifadeyle onlar, yoksulluğun kesinlikle şikâyette bulunmaya­cakları zorunlu bir nitelik olduğunu anlayacaklardır. Hâlbuki onlar ‘Biz zenginiz  (Al-i İmran, 181) demişlerdi. Çünkü onlar, gerçekte yoksul olduklarından per­delenmiş, bu nedenle de kâfir olmuşlardır. Onlar, zevk yoluyla öğren­dikleri ve inkâr edemeyecekleri bir durumu örtmüşlerdir. Sussalar bile, halleri onları yalanlar. Böylelikle zengin olmadıkları halde ‘biz zenginiz (Al-i İmran, 181)derler. Onlar, Kuşkusuz Allah fakirdir (Al-i İmran, 181) der. Hâlbuki Allah, zatı yönün­den fakir değildir. O, âlemlerden müstağnidir. Bu kitabın pek çok ye­rinde Allah’ın âlemlerden müstağni olmasının anlamı zikredilmiştir. Bu ifade ‘Allah zengindir (Al-i İmran, 181) ayetinin benzeri olmadığı gibi ‘Allah zengindir, siz yoksulsunuz(Muhammed, 38)ayetine de benzemez.
Yoksulluğun bu kadar yaygın olduğunu öğrenince, onu herkes için ve her durumda dikkate almalısın. Yoksulluğunu -herhangi bir belirle­me olmaksızın- kayıtsız anlamda Allah Teâlâ’ya bağla! Binaenaleyh Allah (se­nin maslahatını bilmede) senin için daha uygundur. İsteğini belirlemek­ten kendini geri tutamazsan bile, -belirlemiş olmakla birlikte- en azın­dan yoksulluğunu Allah Teâlâ’ya bağlamaya çalış! Allah Hz. Musa’ya şöyle vahyetti:
‘Ey Musa! Benden başkasına ihtiyaçlarını sunma. Hamuruna katacağın tuzu bile benden iste.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın Musa’ya öğretmesidir.
Rüyamda Allah’ı gördüm. Bana şöyle diyordu:
‘İşlerinde beni vekil edin.’ Ben de O’nu vekil ettim. Artık sadece Allah Teâlâ’nın korumasını gör­düm ve bu nedenle O’na hamd olsun. Allah, bizi kendisine muhtaç olanlardan etsin! Çünkü Allah sayesinde Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak, zengin­liğin ta kendisidir. Çünkü Allah, zengindir ve sen O’na muhtaçsın. Do­layısıyla sen O’nun sayesinde âlemlerden müstağnisin. Bunu bilmelisin!
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM- Allah Teâlâ’nın Vasıtasıyla Zengin Olan O’na Muhtaçtır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul


İnsanların köpek sahibi olmasının niçin çocuk sevgisi yerine geçtiğini, görsel medya etkilerinin nerelere vardığı hakkında bilgi sahibi olmak için önemli bir bilgi.
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Hayal mertebesinin değerini ve otoritesinin gücünü ancak Allah Teâlâ, sonra o bilgiye ehil kıldığı peygamber ve veliler bilebilir. Bu iki sınıfın dışındakiler onun değerini bilemez. Hayal mertebesini bilmek, nübüvvet makamlarının birincisidir. Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sabahladığında sahabesiyle oturur, onlara şöyle sorardı:
‘Aranızda rüya gören var mıdır?’ Böyle demesindeki maksat, Allah Teâlâ’nın âlemde ertesi gün veya gelecekte var edeceği şeyleri görme arzusudur. Allah rüyayı görene uykusunda ya açık bir vahiy (ilham) veya görenin aşina olduğu suretteki vahiyle onları bildirir; bununla birlikte rüyayı gören kişi o surede neyin kastedildiğini anlayamaz ve bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın o suretle neyi irade ettiğini bildirmek üzere rüyayı tabir ederdi. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin âlimlerin nezdinde meçhul kalan bu mertebeye ilgi göstermesinin nedeni buydu. Allah Teâlâ kulları arasından derin akıl sahipleri ve ibrede düşünenlerin dikkatlerini şu ayete ne güzel çekmiştir:
‘O sizi rahimlerde dilediği şekilde tasvir edendir.’ (Al-i İmrân,6)
 Rahimlerin bir türü de hayal olan (rahimlerdir). Söz konusu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir edilir ve Allah Teâlâ o rahimlerde manaları dilediği suretlerde terkip eder. Bu bağlamda Allah Teâlâ hayalde İslam’ı ve Kuran’ı yağ, bal şeklinde; bağı ise dinde sebatkârlık şeklinde; dini, renkli gömlek veya güçlü bir kale veya kir veya bilinmeyen bir şey şeklinde gösterir. Rüyadaki bu suretler rüyayı görenin veya rüyanın adına görüldüğü kimsenin dinle ilişkisine göre gerçekleşir.
Dımeşk (Şam) kadısı Şemseddin Ahmed b. Mühezzibiiddin Halil el-Cüveynî’yi –Allah Teâlâ onu başarıya erdirsin ve melekleriyle desteklesin, verdiği hükümlerde masum kılsın- kadı olarak görevlendirildiğinde rüyamda görmüştüm. Birisi ona şöyle diyordu:
‘Allah sana temiz ve renkli bir elbise giydirdi. Onu kirletme ve rengini bozma!’ Uyandım ve rüyayı kendisine anlattım. Allah onu ilahi tavsiyeyi muhafaza edenlerden etsin.
Hayal suretlerin kendisinde tezahür ettiği rahimlerden birisidir. Hayali mertebe suretleri kabul ettiği için Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle demiştir:
‘İnsanlara şehvetlerden kadınlar sevdirildi.’ (Al-i İmran, 14)
 Yani kadınlarda sevdirilmiştir. Öyleyse sevgi suretleri, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına süslü gösterdiği bir surettir ve kişi onu -başkası nedeniyle değil- kendisi nedeniyle sever. Çünkü Allah Teâlâ ona ancak belirttiği hususta şehvet sevgisini süslemiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ salt sevgiyi insana sevdirmiş, sonra da onu zikrettiği hususlarda şehvete bağlamış, ardından da dilediği kimseler için şehvette başka bir duruma bağlamıştır. Allah Teâlâ ayette şehveti zikretmiştir, çünkü şehvet, doğal bir surettir ve hayali doğa sınırlar, sonra da hayal onun üzerinde hüküm verir ve dilediğinde onu bedenlendirir. Bu yönüyle hayal aslı üzerinde hüküm veren bir ferdir, çünkü hayal, saygın ve kerim bir ferdir. Allah Teâlâ hayalden daha yüce menzili olan bir şey yaratmadığı gibi ondan daha genel hükme sahip bir şey de yaratmamıştır. Hayalin hükmü, bütün var olanlara ve aralarında imkânsızın vb. bulunduğu var olmayanlara yayılmıştır. Binaenaleyh var ettiği şeyler içinde ilahi kudretin en yüce varlığı hayalde bulunur. Hayal vasıtasıyla ilahi kudret ve iktidar ortaya çıktığı gibi Allah onun vasıtasıyla kendi üzerine rahmeti vb. yazmış ve herkese vacip kılmıştır. Hayal kıyamette ve inançlardaki tecellinin gerçekleştiği bir yerdir. Bu yönüyle hayal, Allah Teâlâ’nın en büyük şiarı ve delilidir.
Hayalin otoritesinin ve gücünün bir tezahürü, hâkimlerin hayal hakkında tespit ettiği bir husustur. Bununla birlikte onlar ne söylediklerini anlamamış veya hayale hakkını vermemişlerdir: Hayal doğanın bir parçası olsa bile Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği ilahi gücü nedeniyle doğa üzerinde büyük otoriteye sahiptir. (Onlar demişlerdir ki) ‘Çocuğunun asil bir evlat olmasını isteyen bir insan eşiyle cinsel ilişkiye girerken büyük  âlimlerden birisini zihninde canlandırmalıdır.’ Bu işin etkisini göstermesini istiyorsa, o zaman gördüğü sureti (hayal âleminde) nakledildiği surette veya tasavvur sahibinin kendisini gördüğü surette görüp eşine de o suretin sahip olduğu güzelliği söylemelidir. Öyle bir kâmil insan tasavvur edildiğinde, onu bilgi ve ahlakının güzelliğini dikkate alarak tasavvur etmelidir. Bedensel sureti çirkin bile olsa, bilgi ve ahlakının güzelliğine göre güzel bir şekilde tasavvur eder. Bu esnada erkek söz konusu manaları bedenlendirir ve o sureti eşinin ve kendi gözünün önünde canlandırır, İkisi birlikte kendilerini o suretin güzelliğine teksif ederler. Birleşmeyle kadın hamile kalırsa, tahayyül ettiği suret çocuğuna etki eder ve doğan çocuk (tahayyül edilen kâmile ait) menzille doğar. Bunun böyle olması zorunludur. Çocuk böyle doğmazsa, bunun sebebi, meninin rahme düşmesi esnasında anne ve babadan birinin - kendileri farkından değilken- nefsinin maruz kalıp o sureti tahayyül etmekten uzaklaştıran bir durum olabilir. Sıradan insanlar bu durumu ‘kadının iştahı’ diye ifade ederler. Bazen cinsel birleşme esnasında karı kocadan birisi veya her ikisi de hayallerinde köpek, aslan veya herhangi bir hayvanın sureti canlandırabilirler. Böyle bir birleşmeden doğan çocuk, ebeveynin tahayyül ettiği hayvanın ahlakı üzere doğar. Birbirlerinden farklı sureti tahayyül ederlerse, çocukta annenin ve babanın tahayyül ettikleri suret ortaya çıkar. Öyle ki dış surete veya çirkinliğe bile etki eder. (Bunlar filozofların hayal gücü hakkındaki görüşleridir).
Filozoflar hayalin bu otoritesini bilmiş olsalar bile, ilahi ilimleri elde etmek üzere onu müstakil bir bilgi aracı saymazlar. Çünkü onlar bilgisizlikleri nedeniyle talep edilmeyen bir işin peşinden Onların peşinden koştukları ise maddelerden soyutlanmaktır. Hâlbuki böyle bir hal ne dünyada ne de ahirette mümkündür. Binaenaleyh maddelerden soyutlanmak düşünülür, fakat görülemez. Teorik düşünce sahiplerinin böyle bir düşünceden daha büyük bir hataları yoktur. Üstelik bu hatanın farkına varmadan başardıklarını zannederler, hâlbuki zarardadırlar! Ömürlerini elde edemeyecekleri bir işi elde etme uğrunda harcarlar. Bu nedenle akıl, velimin veya hayalin etkisinden ve hükmünden kurtulamaz. Hayal melekler ve ruhlar âleminde ‘imkân’ şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla ruh veya Allah Teâlâ’yı bilen bir kimse, müşahede ettiği her şeyde ‘imkân’ hükmünden uzak kalamaz, çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin hakikati, kendisi itibarıyla ‘imkândır.’ Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz. Herhangi bir varlık kadim veya hâdis bir şeyi ancak kendi nefsiyle gördüğüne göre, sürekli olarak ‘imkân’ hükmü görene eşlik eder. Bunun farkına ancak gerçeği olduğu hal üzere bilenler varabilir. Böyle bir insan soyutlanmanın ancak vehimde mümkün olduğunu bilir, yoksa gerçekte ona güç yetiremez, çünkü böyle bir şey yoktur! Allah ehlinin seçkinlerinin dışında pek çok kimsenin ayakları burada kayar. Allah ehli ise bu meseleyi Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenmiştir.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ÜÇ YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM, Tevhit ve Cem' Menzilinin Bilinmesi]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul







“Birlikte oturduğunuz dostlarınızın en hayırlısı, görünüşüyle size Allah’ı hatırlatan, sohbetiyle sizin güzel amellerinizi arttıran, salih ameliyle/güzel fiil ve davranışlarıyla size ahireti hatırlatan kimsedir”(Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/14).
"Dostun hayırlısı; Allah'ı zikrettiğinde sana yardım eden, Onu unuttuğunda sana hatırlatandır”(Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/11). İbn Ebî’d-dünya’nın Hasan-ı Basrî’den rivayet ettiği bu hadis mürseldir(bk. a.g.y).
“Bazı insanlar Zikrullahın anahtarlarıdır. Bunlar görülünce, Allah zikredilir /hatırlanır /anılır.” (Mecmau’z-Zevaid, 10/78).
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle der:
‘Onlara Allah’ın ayetlerini hatırlat,’ (İbrahim, 5) Bu bağlamda yüce kitabında peygamberine emrettiği hususlardan birisi şuydu:
‘De ki size bir şeyi öğüt veriyorum’,(Sebe, 46)  Allah Teâlâ şöyle der: ‘Veya onlara acı bir azap gelecektir.’ (Hac, 55)
Bu münazelenin esası, zikredilen üç ayete dayanır. Buna göre öğüt gafil âlimlere ait iken vaaz-bütün insanlara yapılamaz. Bu nedenle başta ‘insanlara vaaz eden beni tanımamıştır’ denildi. Çünkü onlara vaaz eden kimse, benimle değil, benden olan bir şeyle kendilerine vaaz edecektir. Aynı şekilde insanları korkutan da (benimle değil) benden meydana gelen bir şeyle onları korkutmuştur. Bu bağlamda teşvik, korkutmanın yerini alamaz. Çünkü teşvik, bana dair olabilirken korkutma benden meydana gelen bir şeyden olabilir.
Ayette geçen ‘akîm gün’, herhangi bir zaman benzerini meydana getirmeyen gün demektir. Yani kendisinden sonra ondan meydana gelebilecek günün bulunmadığı gündür. Çünkü dünyadaki her gün önceki bir günün oğludur. Bu yönüyle o ikisi, gece ve gündüzün ikizleridir. Gece dişi gün erkektir. Bunlar birleşir ve kendilerinden sonra gelen gündüz ile geceyi doğururlar. Onların gelişiyle birlikte anne ve baba gider. Çünkü onlar hiçbir zaman bir araya gelmezler. Gece gündüzü sarıp birbirlerine girdiklerinde, her birisinde meydana gelen iş ve hadiselerin doğumu gerçekleşir; bunlar Hakk’ın şe’nlerindendir. Gündüzde meydana gelen hadiselerin doğumu için gece erkek ve gündüz dişi olur. Buna mukabil geceleyin meydana gelecek hadiseler için gündüz erkek gece dişi olur, ikizin doğumu için gece dişi gündüz erkek olur, ikizler ikinci gün ve onun gecesidir. Gece asildir. Gece karşısında gündüz Âdem karşısında Havva gibidir. Sonra birleşme ve doğum gerçekleşir.
FASIL
Vaizin Yaptığı Birinci Vaaz
Bu vaaz, gayrete gelerek veya tazim etmek amacıyla, Allah’ın emrettiği bir işi yerine getirdiğini görerek Allah’ı ve peygamberini övmek üzere o makamda şöyle demesidir: ‘Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiştir.’ Nisa, 80 Böyle söylemekle Kitap ve Sünnete göre Allah Teâlâ için bir iş yapmış olursun. Yoksa nefsinin hevasıyla veya doğal bir gayretle veya kevni bir yüceltmeyle bir şey yapmış olmazsın. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘İçinizden birisini, yatağına uzanmışken bir hadisim kendisine geldiğinde ‘Bana Kuran okuyun’ dediğini görmeyeyim. Allah’a yemin olsun ki, hadis Kuran gibidir veya daha fazlasıdır.’
Burada ‘daha fazla’ derken hadisin mertebesini yüceltmek amacı taşır. Çünkü Kuran-ı Kerim kendisiyle Allah Teâlâ arasındadır ve bu aracılıkta Cebrail vardır. Hadis ise Allah Teâlâ’dan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme direk ulaşır. Bilindiği üzere isnat zincirindeki yakınlık uzaklıktan daha değerlidir. Bir tane bile olsa, zincirdeki bir râvinin düşmesi, isnadı değerli kılar, çünkü râvinin aktardığı haberdeki etkisi ve hükmü azalır. Bu yönüyle haberin aktaranın etkisini taşıması kaçınılmazdır. Dolayısıyla haber aktarıldığı asıl halinde kalmayacağı gibi bir insanın ‘bu falancanın sözüdür’ demesi o sözü aktaran veya duyanın demesiyle aynı derecede doğru değildir. Bu durum dil ve lisanın değişmesinden kaynaklanır. Çünkü mütercim konuşulan sözü tam aktarmak yerine ancak anladığını aktarabilir. Sana bir sözü aktarılan kimseyle aynı dönemde yaşarken o sözden anladığınla sana sözü aktaranın anladığı bir olmayabilir. İşin en nihayeti, bu dereceden benzerine inmiş olmasıdır. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘daha çok’ diye bir ifade kullanmış olmasının nedeni, gerçekte durumun öyle olmasıdır. Bu nedenle hadis Kuran’dan ‘daha fazla’ sayılmıştır. Kuran’ın vasıtayla geldiğini söyledik. Bunun delili ‘Onu Cebrail indirdi’   (Şuara, 193) ve ‘De ki onu Ruhu’l-kuds rabbinden indirdi’ (Nahl, 102), ‘Sana vahyi indirilmezden önce Kuran’ı aceleyle okuma, de ki rabbim bilgimi arttır’ (Ta-Ha, 114) ayetleridir. Son emirde kastedilen, vasıtaların ortadan kalkmasıyla Allah Teâlâ’dan doğrudan ulaşan bilgilerle bilgi artışıdır. O ise kendisine ‘Kuran’ denilmeyen hadistir.
Vaazda Kitabın veya Sünnetin dışına çıkmamak gerektiği gibi anlamsız hususlara dalıp Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve tefsir kitaplarında Allah’ın şanına veya peygamberlerin mertebesine yaraşmayan hususları aktaran tefsircilerden nakil yapmamalıdır.
Anlatılır ki, birisi meşhur vaizlerden Mansur b. Ammar’ı ölümünün ardından rüyasında görmüş ve ona şöyle demiş:
‘Ey Mansur! Neyle karşılaştın?’ Mansur şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ beni önünde durdurup şöyle dedi:
‘Ey Mansur! Bana neyle yaklaştın?’ Ben de cevap verdim: ‘İnsanlara vaaz veriyor ve öğüt ediyordum.’ Allah Teâlâ şöyle dedi:
‘Ey Mansur! Zeynep ve Suad’ın şiirleriyle mi bana yaklaşmak isteyip kullarıma vaaz veriyordun?’ Sonra da bana minberde okuduğum âşıkların sevgililerine yazdıkları şiirleri hatırlattı. Bu durum bana ağır geldi. Sonra şöyle dedi:
‘Benim bir dostum senin meclisinde bulunmuş ve sen o mecliste şöyle demiştin:
‘Allah’ım! İçimizden kalbi en katı, gözü en yaşsız olanımızı bağışla!’
Oradaki velim ise şöyle demişti:
‘Allah’ım! Bu niteliğe sahip her kim ise onu bağışla!’ Baktım ve senden daha katı kalpli ve kuru gözlü kimse görmedim. Velimin duasını kabul ettim ve seni bağışladım.’
Bir vaiz vaaz ederken, Allah Teâlâ’yı hatırlatan şiirlerin dışında bir şiir okumamalıdır. Çünkü böyle şiirler, Allah ehlinin söylediği ve söylenmesi ve dinlenmesi helal sözlerdir. Çünkü o, Allah adının kendisinde anıldığı sözdür.
Vaiz Allah’a dair ister övme amaçlı ister nesebinden söz etmek üzere Allah Teâlâ’dan başkası adına yazılmış bir şiir okumamalıdır. Böyle bir davranış, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak üzere necaset ile abdest almaya benzer. Çünkü yaratılmış hakkındaki bir söz, hiç kuşkusuz ki, yaratılmıştır. Allah Teâlâ kitabında bu konuya dikkat çekerek şöyle der:
‘Niçin Allah’ın adının üzerlerinde anıldığı şeyleri yemiyorsunuz?’ (En’âm, 119) Başka bir ayette ‘Allah’ın adının zikredilmediği şeylerden yemeyiniz, onlardan yemek günahtır’(En’âm, 121)  buyurur.
Allah Teâlâ’dan başkası için yazılmış şiirler, Allah Teâlâ’dan başkasına tahsis edilmiş demektir. Çünkü niyetin eşyada bir etkisi vardır. Allah Teâlâ şöyle der:
‘Onlar dini bütünüyle Allah Teâlâ’ya tahsis ederek ibadet etmekle yükümlüdürler.’ (Beyyine,5)   İhlâs niyet demektir. Şair, sevgilisini övmek ve tanıklığına göre ehil olmayan birini methetmeyi amaçlamıştır. Kardeşlerimden biri bana bir mektup yazmış, mektupta beni o kadar övmüştü ki, sadece lakap olarak altmış üç lakap saymış, ben de ona şöyle yazmıştım:
‘Onların şahidikleri yazılacak ve hesaba çekileceklerdir.’ Ardından Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Allah Teâlâ’ya karşı kimseyi tezkiye (temize çıkarma) etmem’ ifadesini yazdım. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir insanı tezkiye etmek yerine şöyle derdi: ‘Onun şöyle olduğunu zannediyorum.’ Allah Teâlâ şöyle der; ‘Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz. O takva sahiplerini en iyi bilendir.’ (Necm, 32) Bu sözleri söyleyen kişi, başlangıçta hangi tarzda olursa olsun, Hakkın mertebesine (yaklaşmaya) niyet etseydi, belki de o davranış Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olurdu. Çünkü ameller niyetlere göredir ve herkes için ‘niyet ettiği şey vardır.’ Çünkü Allah insanın içinde olan şeyleri bilir ve Allah’ın sırları kendinde izhar edeceği gün vardır. Dine göre Allah Teâlâ’ya yakınlık sayılan her iş, üzerinde Allah’ın adının anıldığı ve Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiş hususlardandır. Söz konusu şiir gazel tarzında yazılmış olup onda mekânlardan, bahçelerden, bölgelerden söz edilse ve bunlar, ilahi marifetlerde ve bilgilerde kendileriyle ilgili hususlara işaret etmek üzere kullanılmış olsa bir sorun yoktur.
Bir insan çıkıp bunu inkâra kalksa, bu hususta kendisine dayanacağımız bir ilkemiz vardır. Şöyle ki:
Allah Teâlâ kıyamet günü kullarına kendisinde inkâr edileceği bir surette tecelli edecektir, insanlar o suretten kaçarak şöyle diyeceklerdir: ‘Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Sen bizim rabbimiz değilsin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben sizin rabbinizim.’ Ki gerçekte de O’dur. Burada Allah’ın tecellisinde bir sır vardır ki inançları ve inanç farklılıklarını öğrenmek üzere o sırrı araştırmalısın. Aynı durum bu lafızlar için geçerlidir. Onlarda isimlendirilenin sureti Allah Teâlâ’dan başkası olsa bile, durum söyleyenin niyetinden başkadır. Çünkü Allah ona ancak bu konudaki niyetine göre davranır ve söyleyenin hali söze yansır. Nitekim ‘söze ve söyleyene bak’ denilir ki, sözü söyleyenin hali kastedilir. Sözü söyleyen dost ise, söz kaba bile olsa dostluk bildirir; söyleyen düşman ise hoş bile gelse sözü düşmancadır. Biz de şiirlerimizde bunu söyledik. Bizim şiirlerimiz de farklı suretlerde ilahi bilgileri anlatır. Kullandığımız suret ve formlar, cesaretlendirme, övgü, kadın isimleri veya nitelikleri, nehirler, mekânlar ve yıldızlar gibi hususlar içerir. Bu konuda Mekke’de Tercümanü’l-Eşvak diye isimlendirdiğimiz bir kitap yazmış, daha sonra onu Zeairu’l-A’lak dediğimiz bir kitapta şerh etmiştik. Şerhi yazmamızın nedeni, bir Halep faklhinin o kitapta söylemiş olduğumuz bütün şiirlerle ilahi bilgileri vb. hususların kastettiğimiz hakkındaki ifademize tepki göstererek şöyle demesiydi:
‘Böyle yapmasının nedeni din (âlimi) olmasıdır. Dine böyle bir gazel ve şiiri nispet etmek istememiştir.’ Böyle dediği için de Allah Teâlâ kendisine hayır ihsan etsin. Çünkü böyle itirazlar ve eleştiriler, insanların yararlandığı bu tarz şerlilerin yazılmasına yol açan sebeplerdir. Biz de o şerhi yazarak, niyetimizin doğruluğu ve iddiamızın sahihliğini o fakih ve benzeri kimselere göstermiş olduk. Fakih kitabın şerhini okuyunca, söylediklerine tövbe etti ve Allah Teâlâ’ya yöneldi.
………………………………..
İnsanlara vaaz verip kendi inancına göre onların faydalanacağını zanneden kimse, Allah’ı tanımamıştır. Hâlbuki insanlara hatırlatan öyle değildir, çünkü sahip olduğu şeye göre (ve kendini vesile bilerek) insanlara vaaz verir, hatırlatır. Bilir ki dinleyenlerin bir kısmı bu vesileyle şifa ve deva bulurken bir kısmının hastalığına hastalık katılır.
Allah Teâlâ ‘Bir sure indirildiğinde, iman edenlerin imanı artar’(Tevbe, 124) buyurur. Onlar hayrın gelmesiyle sevinenlerdir. ‘Kalplerinde hastalık bulunanların kinlerine kin katılır.’(Tevbe125) Gelen sure aynı suredir, fakat mizaçlar değişiktir. Bu ayetin gerçek anlamını doktorlar anlayabilir. Onlar, belirli bir taşın belirli bir hastalığın mizacına iyi geldiğini başka bir mizaca hastalık verdiğini veya özel bir hastalıkta hastalığı artırdığını bilirler, ilaçlar hakkında böyle bir bilgiye sahip doktor, söz konusu ayeti en bilebilecek insandır. Güven ve korku verişte kalp doktorlarının durumu da böyledir: Hakîm iyileştirmek istediği hastaya güven duyduğu yerden ve hakkında inanç sahibi olduğu kimsenin suretiyle yaklaşıp onu Hakk’a layık surete Hak vasıtasıyla derece derece götürür. Fakat âlemde ilahi emir, bunun aksi bir tarzda gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın meşiyet ve iradesi, bütün insanları hidayet üzere toplamamak şeklinde tecelli etmiştir. Bu noktada işin tarzı ve yöntemi Allah Teâlâ katında belli olduğu gibi ehli de yolu bilir ve kuşkuya kapılmazlar. Çünkü taş, bitki, hayvan veya yıldız gibi herhangi bir yaratılmışa ilah olarak inanıp kendisine ibadet eden bir insanı düşünelim: Görmüş olduğu bu ilah kendisine hakikati söylediğinde, ilahının sözü nedeniyle hakikate döner. Nitekim ahiret hayatında onun (‘ben senden uzağım’şeklindeki) sözüne dönecek ve ilahı ondan uzaklaştığı gibi kendisi de ilahından uzaklaşacaktır. Allah Teâlâ dünya hayatında ibadet edilen o putu kendisine ibadet eden hakkında konuşturabilirdi (ve put ‘ben senden uzağım’ diyebilirdi). Fakat ezeli bilgi ve ezeli irade, âlemde farklılıklar bulunsun diye, bizi bundan alı koymuştur. Böylece dünyada ve ahiretin bir kısmında iş böyle gerçekleşir. Daha sonra iş, her şeyi kapsayan rahmet sayesinde, (Elest âleminde gerçekleşen ve herkesin Allah’ı Rab olarak kabul ettikleri) misale hükmüne döner.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ÜÇ YÜZ DOKSAN SEKİZİNCİ BÖLÜM 'İnsanlara öğüt veren beni tanımamıştır, onlara hatırlatan beni tanımıştır, artık sen de o iki adamdan dilediğin ol Münazelesinin Bilinmesi]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul


Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bir insanın bu makama ulaşabilmesi için, Hakk’ın onun duyması, görmesi, eli, ayağı ve tasarruf eden bütün güçleri haline gelmesi gere­kir. Bu durumda o Hakk vasıtasıyla Hakk’ta ve Hakk için tasarrufta bulu­nur. Bu nitelik, sadece Hakk’ın sevdikleri için mümkündür. Hakka yak­laşmadan Hakkın sevgilisi olmak mümkün değildir. Yaklaşmak ise nafi­le ibadetlerle mümkündür. Nafile ibadetler, farzlar tamamlandıktan sonra geçerli olabilir. Farzlar, haklarını tam vermekte yerine getirilir. Bu nedenle -bir bildirme ya da müşahede olmaksızın- herhangi bir kim­se adına nafile ibadetin tam olarak sahih olabilmesini imkânsız gördük. Çünkü farzları tamamlama işi, insanın bütününü (nafile ibadetlerini) kapsar. Kutsi-sahih bir hadiste Allah’ın kıyamet günü şöyle diyeceği ri­vayet edilir:
‘Bakınız kulumun namazına! Tamamlamış mı, yoksa nok­san mı bırakmış?’ Tam ise onun lehine tam yazılır. Eksiklik varsa, şöyle der:
Bakınız! Kulumun nafile ibadeti var mı?’ Var ise ‘Kulumun farzını nafile ibadetinden tamamlayın’ der. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Bütün ameller böyle ele alınır.’
Allah Teâlâ, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden başka kimsenin nafi­le ibadeti hakkında tanıklık etmemiştir. Onun adına şöyle der: ‘Gecele­yin teheccüde kalk, sana özgü olarak. Umulur ki Allah seni övülen makama ulaştırır.’ (İsrâ, 79)
 Bu makam, yakınlık ve âlem tarafından görülen bir efendilik makamıdır. Hakk kimin duyması olursa, duyduğuna bir kuşku bulaş­maz. Böyle biri neyi, kimin ve kim vasıtasıyla duyduğunu bilir. Bunun yanı sıra, bu duymanın neyi gerektirdiğini de bilir ve ona göre davranır. Dolayısıyla duyduğunu yanlışlamaz. Hakk onun görmesi olursa, kimin vasıtasıyla ve neyi gördüğünü bilir. Onun bakışına bir kuşku giremeye­ceği gibi duyusuna yanılma, aklına hayret giremez. Böyle bir insan, Al­lah için ve Allah vasıtasıyla görür. Bütün hareket ve duruşları da bir muhakkikten ortaya çıkan ‘tahkik duruşudur.’ Bu kişi, başkasının onu yanlışlamasını dikkate almaz, çünkü varlıkta herkesin amacına uygun bir işin bulunması -kesinlikle- imkânsızdır. Çünkü Allah insanların ba­kışlarını farklı farklı yaratmış iken varlıklarında gerçekte bir farklılık ya­ratmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
‘O yedi göğü yarattı. Rahman’ın yarattığında farklılık var mıdır?’(Mülk, 3)  Allah Teâlâ burada bir farklılığın bu­lunmasını reddetmiştir. Aksine eşyayı ilahi hikmetin koyduğu şekilde gösterdi. Öyleyse bu bilgi kime verilirse, ona Allah Teâlâ’nın yaratıklarından her birine karşı yerine getirmek zorunda olduğu davranış da verilmiş demektir.
Bu makam, çetin bir makamdır. Sahibinden başka onu bilenler (tadanlar) azdır. Bu makam sahibinin alameti ise, varlıkta ‘hata’ diye isimlendirilen her şeyin ona göre Hakka dönük bir yüzünün bulunma­sıdır. Bu makam sahibi, söz konusu yüzü bilir ve kendisine soruldu­ğunda kabul edeceğini bildiği kişiye onu bildirir. İşte bu makam sahi­binin alameti budur.
Söz konusu kişi, Rabbini her inançta, her gözde ve her surette gören kişidir. Böyle bir görüş, sadece bu makam sahibi adına olabilir. Âlemde inkâr edilen bir iş gerçekleşir ve bu makama ulaştığını iddia eden kimsenin gözünde söz konusu işte Hakk’a ait bir yön bulunmazsa, böyle bir insanın o makamda bulunması imkânsızdır. Çünkü bu malcam sahibi, inkâr edilen o işte Hakkın yüzünün nerede bulunduğunu bilir.
Genellikle bu durum, inançlarda ve şer’î hükümler­de gerçekleşir. Bu iki alanın dışında arızî inkârın gerçekleştiği yerlerde Hakkın (yüzünün) görülmesi kolaydır. Bir işteki Hakk’a ait yönü gös­termek, o işin övülmüş olmasını zorunlu kılmaz. Amaç bu değildir. Bir şey gerçek olmakla birlikte, kınanmış olabilir. Öyleyse hakikat olan her iş dince ve alda göre övülmüş değildir. Tahkik derken kastedilen şey - yolduk ya da varlık olsun- her şeyin hale ettiğini bilmektir ki, buna batıl da dâhildir. Muhakkik ona da hakkını verir ve onu yerli yerinin dışına çıkartmaz. Kimin niteliği böyle ise, o apaçık bir imamdır. O âlemlerin tecelli ettiği yerdir.
Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [YÜZ ALTMIŞ BEŞİNCİ BÖLÜM Tahkik ve Muhakkiklerin Makamının Bilinmesi]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul



SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Doğru sözlü adamların rüyası da doğrudur
Doğru sözlü olmayanın, rüyası doğru çıkmaz
Ahiret hayatının doğruluğu onun menzilleri
Zıddı ise dünya hayatıyla onun zıddıdır
Doğru rüyalar, nebiliktir, fakat eksiktir
 Şeriatı neshedemez, yüce bir mertebedir o
Heva için kılıçların çekildiğini gördüm
Sağ elimde ise dünyada heva için bir kılıç vardı
Onun ne varlığını ne izini bıraktım
Eldeki kılıçla dünyada ve ahirette

Allah sana yardım etsin ki, bilmelisin ki, insanın iki hali vardır:
Birincisi uyku, diğeri uyanıklık diye isimlendirilir. Her iki halde de Allah, onun adına eşyayı idrak etmesini sağlayan bir idrak yaratmıştır. Uyanıkken bu idrak ‘duyu’ diye isimlendirilirken uykuda ‘hiss-i müşterek’ diye isimlendirilir, insanın uyanıkken gördüğü her şey ‘görme’ diye isimlendirilirken uykuda gördükleri rüyadır. Uykuda idrak ettikleri ise, hayal gücünün uyanıkken duyulardan zabtettiği şeylerdir. Bu ise, iki türlüdür: Birincisi, sûretini duyuda idrak ettiği tarzda iken, diğeri, sûretinin parçalarını -ki onları uykuda duyuyla idrak etmiştir- duyuyla idrak ettiği şeylerdir. Duyuların idrakinde yaratılıştan gelen bir eksiklik var ve uyanıkken duyusal anlamı idrak edememişse, uykuda da onu idrak edemez. Dolayısıyla uyanıkken dışta idrak edemediği şeyi, uykusunda idrak edemez. Öyleyse asıl olan, duyudur ve uyanıkken ve hayaldeki idrak, duyuya tabidir. Bazen idrak insanların bir kısmında güçlenir ve yakaza halinde uykuda idrak ettikleri şeyi idrak ederler. Bu ise, ender gerçekleşir ve bu yol ehlinden olan nebi ve velilere aittir. Biz onu böyle gördük.
Bunu öğrendiğinde bilmelisin ki: Nebilik (haber vermek), uyku veya uyanıklıktan ibaret bu iki halden birisinde Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına dönük hitabı veya sözüdür -hangisini istersen onu söyleyebilirsin-,
………………..
Baştaki konuya dönebiliriz. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediği sabittir: ‘Risalet ve nebilik kesilmiştir. Benden sonra resul ve nebi yoktur.’ Bu ifade insanlara ağır gelmiş, sonra peygamber şöyle demiştir: ‘Fakat müjdeli rüyalar (mübeşşirat) vardır.’ Bunun üzerine sahabe ‘mübeşşirat da nedir?’ diye sorunca, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Müslümanın rüyasıdır, rüya nebiliğin bir parçasıdır’ diye cevap vermiştir. Bu, Hz. Enes radiyallâhü anhten aktarılan sahih-hasen hadistir. …………
Bunu öğrenince, şöyle deriz: Rüya üç türdür: bir kısmı müjdeli rüyalardır. Bu, bu bölümde ele aldığımız kısımdır. İkincisi ise, İçişinin uyanıkken yapıp hayaline nakış olan iç konuşmalardır. Uyuduğunda, hiss-i müşterek ile onları idrak eder. Çünkü onu uyanıkken tasavvur etmiş ve hayalinde resmedilmiş halde kalmıştır. Uyuduğunda ve duyular hayal hâzinesine yöneldiklerinde, onu görürler. Bütün bunların nasıl olduğu daha sonra gelecektir. Üçüncü rüya türü ise, şeytandandır.
Bu konuda bize Ebu İsa et-Tirmizi’den sahih bir hadis aktarılmıştır: Bize Nasr b. Ali, Abdulvahhab Selcafi’den, o Eyyub’dan, o Muhammed b. Sirin’den, o Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Kıyamet yaklaşınca, müminin rüyası yalan çıkmaz. Müminlerin içinde rüyası en doğru olanı, sözü en doğru kişidir.Müslümanın rüyası, nebiliğin kırk altıda birlik parçasıdır. Rüya üçe ayrılır. Salih rüya Allah’tan müjdedir. İkincisi şeytanın üzmesinden ibarettir. Üçüncüsü ise insanın iç konuşması şeklindeki rüyadır. Biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, kalksın nafile kılsın ve rüyasını kimseye anlatmasın.’  Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Katade’nin aktardığı hadiste ise şöyle denilir: ‘Aranızdan biri nahoş bulduğu bir rüya görürse, üç kez soluna tükürsün ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın. Böyle yaparsa, şeytan ona zarar veremez’ demiştir. Başka bir sahih hadiste ise ‘Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca, gerçekleşir.’
Bilmelisin ki, Allah Teâla’nın rüyayla görevli bir meleği vardır. ‘Ruh’ diye isimlendirilen bu melek yalan semanın aşağısındadır ve uyuyanın kendisini ve başkasını kendilerinde idrak ettiği bedenlerin sûretleri onun elindedir. O sûretlerden meydana gelen varlıkların sûretleri de meleğin elindedir, insan uyuduğunda ya da gaybet veya fena haline geçtiğinde veya uyanıkken duyulur şeylerin meleğin elindeki sûretleri algılamasına engel olmadığı derecede güçlü bir idrak düzeyindeyse, uyuyanın uyku-sunda gördüğü şeyleri (uyanıkken) algılar. Şöyle ki: İnsanın hakikati, güçleriyle duyuruların mertebesinden ona bitişik hayal -ki yeri dimağın önüdür- mertebesine intikal eder. Sûretlerle görevli ruh, ayrık hayal mertebesinden -Allah Teâla’nın izniyle- Hakkın uyuyana ya da (duyularından) gaybet halinde olana veya kendinden geçene veya güçlü olana, sûretlerde bedenlenmiş manaları gösterir. Meleğin elindekl sûretlerde bulunan manaların bir kısmı Allah ile ilgiliyken bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendisiyle nitelendiği isimlerle ilgilidir. Böylelikle kişi Hakkı bir sûrette idrak eder veya Kuran’ı veya bilgiyi veya şeriatına uyduğu peygamberi (bir sûrette) görür.
Bu esnada rüya gören insan adına üç mertebe veya onlardan biri gerçekleşir.
Birincisi, kişinin menzillerinden birisine ve ona ait niteliklere göre, idrak edilen sûretin görene dönmesidir. Bu, kendisine döndüğü haliyle, bir şeyi bulunduğu halde idrak etmektir.
İkincisi ise, görülen sûretin görenin kendiliğindeki haline dönmesidir.
Üçüncüsü ise, görülen sûretin meşru hakikate ve vaat edilen yasaya dönmesidir. Başka bir ifadeyle o, sûretin görüldüğü bölgede geçerli yasaya döner.
Söz konusu olan, bölgenin yönetimini elinde tutan ve yasayı uygulayan valilerden birinin bölgesidir. Zikrettiklerimizin dışında dördüncü bir mertebe yoktur. Birincisi -ki sûretin bizzat görülene dönmesidir-, tamdır ve iyidir, çirkinlik veya eksiklikle nitelenmemesi gerekir. Diğer ilk mertebede ise görülen sûret, güzellik, çirkinlik, eksildik ve kemal gibi hallerle ortaya çıkar. Böyle bir sûretten hitap gelirse, hitap, gerçekleştiği hale göre ve onu anlaması ölçüşünce değerlendirilir.
(Böyle bir rüyadan sonra) Duyu âlemine döndükten sonra tabire güvenilmez, fakat kişi tabiri biliyor veya bu konuda bilene sorarsa, durum farklıdır. Aynı zamanda onun hareketine bakılmalıdır. Kastettiğim, görenin gördüğü sûret karşısındaki saygı ve hürmet vb. davranışıdır. Onun hali, surete karşı kendisinden ortaya çıkan davranışla irtibatlıdır. Çünkü görülen, her bakımdan gerçek bir sûrettir. Bazen bu mertebeyi elinde tutan ruh görülebilir bazen görülmez.
Bu tarzın dışındaki rüyalar ise -üzücü rüyalar ise- şeytandan veya kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya tabir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına -kendisinden değil- tabirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin tabir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada görülen bu sûret, iç konuşması veya şeytanın üzmesi şeklinde bulunduğu (rüyayı gören) kişinin algısından tabircinin hayaline geçirir. Tabirci için rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zatında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın bir hükmü ortaya çıkar.
Bu hükmü söz konusu sûretin tabircinin nefsinde meydana gelmiş olması gerçekleştirmiştir. Yusufun hapishanedeki iki adamla yaşadığı hadisede bu durum zikredilir. Onlar, Yusuf’a anlattıkları rüyalarda yalan söylemişlerdi. Böylece onların rüyaları, bir iç konuşmasından ibaretti ve -rüya görmeksizin- onu tahayyül etmişlerdi. Konuyla ilgili en uzak durum budur. Çünkü rüya olsaydı, tabir kapsamına sokmuş olurdu. Adam hikayesini Yusuf’a anlattığında, Yusuf’un hayalinde anlatılandan bir sûret meydana gelmiş. Söz konusu sûret, Yusufun kendi kendine bir (iç) konuşması olmadığı için, sûret Yusuf adına ‘gerçek’ olmuştu. Sanki o adam için rüyayı gören Yusuf idi. O iki adam ise Yusuf için ‘rüya sûretlerini elinde tutan melek’ konumundaydı. Rüyalarını tabir ettiğinde adamlar Yusuf’a şöyle demişti: ‘Biz seni sınadık, rüya falan görmedik.’ Yusuf ise ‘Hakkında görüş sorduğunuz konuda hüküm verildi’(Yusuf, 41) demiş, hadise, tabir edildiği gibi dışta ortaya çıkmıştır.
Bir insan rüya gördüğünde, gördüğünün gerektirdiği duruma göre, rüyada iyilik veya kötülükten payı vardır. Ya da payı, o bölgedeki geçerli yasaya göredir. Görülen sûrete gelirsek, onda görenin payı yoktur. Allah Teâlâ o payı bir kuş sûretine çevirir. Gerçekte o, kuş şeklindeki melektir. Nitekim Allah amellerden, ruhanî, bedenli ve berzahî melek sûretleri yaratır. Allah onları kuş sûretinde yaratmıştır, çünkü şöyle denilir: ‘(Talih) kuşu ona şöyle bir pay getirdi.’ Kuş, pay demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin tair’iniz (uğursuzluk, talih, kuş) sizinle beraberdir.’(Yasin, 19) Başka bir ifadeyle iyi veya kötü nasibiniz ve payınız, sizinle birliktedir. Allah rüyayı o kuşun ayağına bağlar ki o, kuşun kendisidir. Kuş yerden bir toprak almak isteyince, onu ayağıyla alır, çünkü onun eli yoktur, kanatları ise yerden bir şey almaya imkân vermez. Bu nedenle rüya, kuşun ayağına bağlanmıştır. Öyleyse kuşun ayağı bağlanılan yerdir ve kuşun kendisidir. Tabir edildiğinde ise, rüya anlatıldığı için, oradan düşer. Rüya düşünce, kuş da yok olur, çünkü o, rüyanın kendisidir. Dolayısıyla onun düşmesiyle, kuş da ortadan kalkar. Bu suret, duyu âleminde rüyanın kendisinde gözüktüğü hale göre tasavvur edilir. Böylelikle rüyanın sûreti, halin kendisine döner. Söz konusu hal, ya bir araz veya cevher veya vilayet nispeti veya başka bir nispettir ve o rüyanın sûreti ve (aynı zamanda) bu kuşun kendisidir. Bu hal ondan yaratılmıştır ve onun, yani sûretin cisim veya araz veya nispet olması birdir. Nitekim Adem bir topraktan yaratılmış iken biz kokuşmuş bir sudan yaratıldık. Rüya bir çocuğun var olacağını gösterdiğinde, çocuk rüyadan babasının sulbünde ‘su’ olarak yaratılmıştır. Su rahme yerleşmişse, bu rüya çocuğu suretlendirir. Öyleyse o çocuktur. Rüyadan önce rüya yok ise, çocuk diğer çocuklar gibi ille yaratılışına göre doğar, bunu bilmelisin! Bu garip bir sır ve doğru keşftir.
Rüyadan meydana gelen her çocuğun başkasından farklılığı görülür ve diğerlerine göre o ruhlara daha yakındır. Aklını bu konuya verirsen, meseleyi anlarsın! Rüyadan meydana gelen bir hal veya araz veya bir nispetten yaratılmış her şeyin rüyadan meydana gelmeyene karşı bir ayrıcalığı vardır. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin annesi Amine’nin rüyasında bu meseleyi incelersen, zikrettiğimiz konunun doğruluğunu görürsün. Peygamber annesinin rüyasının ta kendisiydi! O, annesinin gördüğü sûret ile babasının suyunda zuhur etmişti. Bu nedenle onun hakkındaki rüyalar artmış ve başkasına göre ayrıcalıklı olmuştur. Söylediğimiz meseleyi ancak bilgi sahipleri keşf sayesinde öğrenebilir. Bu, Allah Teâla’nın yaratıklarındaki sırlarındandır. Zikrettiğimiz meseleye aşina olmak istersen, doğa ilmine bakmalısın! Kadın hamileyken bir şeye arzu duyarsa, çocuk o şeye benzer doğar.
Cinsel ilişki esnasında kadın (birine) bakar veya meninin rahme düşmesi ve suyun inmesi esnasında (birini) tahayyül ederse, çocuk tahayyül ettiği kişinin huyunda doğar. Bu nedenle hakimler, büyük hakimlerden erdemli insanların resimlerinin mekanlara çizilmesini tavsiye etmiştir. Kadın ve erkek cinsel ilişki esnasında onları görür, görülen sûret hayale kazınır, görenin doğasını etkiler. Ardından, sûretin sahip olduğu güç, o sudan (meni) doğan çocukta ortaya çıkar. İşte bu, doğa ilmindeki garip sırlardandır.
Meryem’in Cebrail’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hz. İsa’nın ölüleri dirilten bir ruh ile beşeriliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh vasıtasıyla doğal cisimler hayat bulur. Bundan daha güçlüsii ise, Samiri’nin Cebrail’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Samiri, ruhun yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayale izinden alınmış tutamın etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin!
Peygamber rüyaları müjde ve ‘mübeşşire’ (deri anlamındaki beşer’den türetilerek müjde) diye isimlendirdi. Bunun nedeni, onların insanın derisindeki etkileridir. Çünkü beşeri sûret, tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya sevinçli bir kelime nedeniyle başkalaşır ve değişir. Bunun sonucunda ise, deride bir etki ortaya çıkar ki bu zorunludur. Çünkü bu, Allah Teâla’nın doğaya yerleştirdiği doğal bir hükümdür. Öyleyse ancak böyle olabilir.
 Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [YUZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM Sahih Rüyaların Bilinmesi (Mübeşşirat)]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul





Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli mekr’i (tuzak) günah işlerken nimetlerin art arda gelmesi, edepsizlik yapmakla birlikte halin kalması, emir ve tanım olmaksızın kerametleri göstermek karşılığında kullanırlar.
Bilmelisin ki, bize göre kulun aldatılması, ameli gerektiren bir bilgiyle rızıklandığı halde bilgiyle amelden mahrumiyeti demektir. Bazen bilgiyle amel yapabilir, fakat bu kez, ihlastan yoksun kalır. Böyle bir durumu kendinden gördüğünde veya başkasında öğrendiğinde, böyle bir insanın ‘aldatılmış’ olduğunu bilmelisin.
Altı yüz sekiz yılında Bağdat’ta bir vakıa görmüştüm:
Göklerin kapılarını açmış, sağanak yağmura benzeyen ilahi mekrin (Hakkın aldatması) hâzinelerine girmiştim. Bir meleğin şöyle dediğini duydum:
‘Bu gece hangi tuzak ve mekr inmiştir?’
Korkuyla uyandım. Ondan kurtulacak bir çare aradım. Bu çareyi ancak meşru ölçüye göre bilgide bulabildim. Allah İçime iyilik dileyerek, mekrin ve aldatmanın sıkıntılarından kendisini kurtarırsa, elinden şeriat terazisini bırakmamalı ve sürekli halini gözlemelidir. İşte korunmuş ve sakınılmış kimsenin hali budur.
Günah işlerken nimetlerin peş peşe gelmesi, günümüzde genellikle Allah Teâlâ yoluna yönelenlerde vardır. Onların arasından aldatılmış pek çok kimse gördüm. Onların sayısını sadece Allah bilir ve bu yaygın bir duruma dönmüştür. Edepsizlik yaparken halin sürmesi ise himmet sahiplerinde görülür ve sayıları azdır. Onlardan bir grubu Mağrib’te ve bu şehirlerde görmüştüm. Onlar, kurallarının dışına çıkarak Hak karşısında saygısızlık yapmalarına rağmen, -Allah Teâlâ’nın bir tuzağı olarak- âlemde etkin olan halleri devam etmekteydi. Bu nedenle, hakikat üzere olmasalardı hallerinin değişeceğini zannederlerdi. Allah Teâlâ’nın gizli aldatmasından O’na sığınırız! Allah Teâla şöyle buyurur:
‘Bilmedikleri yönden onları aldatırız.’ (Araf, 182) 
Başka bir ayette ise ‘Onlara mühlet veririm, benim aldatmam sağlamdır.’ (Araf, 183) 
Başka bir ayette ise ‘Biz bir hile yaptık, onlar ise farkında değildir.’ (Neml, 50)   ve ‘Onlar bir tuzak kuruyor, ben de tuzak kuruyorum’ (Tarık, 15-16) buyrulmuştur. Burada (tuzak kurmak anlamındaki) kâde, yekîdu yalanlık anlamı taşıyan fiillerden biridir. Bunun anlamı, Hak niteliğiyle zuhur ettiği için, hak olmaya yakın olmasıdır. Öyleyse bu kelime (kade-yekidu, tuzak kurdu), bir yönü geceye bir yönü gündüze dönük olan seher kelimesinden türetilmiş sihir gibidir. Böylelikle aldatılana, (sihirden) ‘gündüz’e bakan kısım görünür ve onun gerçek olduğunu zanneder. Bilgisizlikten Allah Teâlâ’ya sığınırız!
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ tuzağını bilhassa aldanandan gizlenmiştir, yoksa başkalarından gizlenmemiştir. Bu nedenle ‘onların farkında olmadığı yönden’(Araf, 182)   demiştir. Burada zamiri ‘onlara aldatacağız’ (Araf, 182)   ayetine döndürmüş ve şöyle demiştir. ‘Onlar bir tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk onlar farkında değildir.’ (Neml, 50)    buyurdu. Burada ‘onlar’ zamiri, ‘tuzak kurdular’ fiilindeki zamirdir. Böylece Allah onlara olan tuzağı, farkında değiller ilçen, kendisiyle nitelendikleri tuzağın ta kendisi olmuştur. Sonra onları kendi tuzaklarına ilave bir durum aldatmıştır. Bazen Hakk’ın tuzağı ve aldatması, aldatılan bazı insanları bedbaht yapar ki, bu, genel hakkında böyledir. Bazen payın eksilmesine yol açabilir. Bu ise, ilahi bir hikmet nedeniyle, seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerindeki ilahi tuzaktır. Buradaki hikmet, kimsenin Allah Teâlâ’nın aldatma ve tuzağından güvende olmamasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak bir ayette kınanmış ve şöyle buyrulmuştur: ‘Allah’ın tuzağından sadece hüsrana uğrayan bir topluluk güvende kalabilir. (Araf, 99)   ‘Hüsrana uğrayanların ise ‘ticaretleri kendilerine kar vermez, doğruyu da bulamazlar.’ (Bakara, 16)  
En gizli ve örtülü ilahi tuzak, tevil yapanlarda, özellikle de bütün müçtehitlerin isabet ettiğini kabul eden içtihat ehlinde bulunur. Onlara göre basiret üzere ve kesin bilgiye dayanarak Allah Teâlâ’ya davet etmeyen kimsenin tabileri olamaz. Çünkü müçtehit, hüküm koyandır, yoksa uyan değildir. Bizim görüşümüz ise farklıdır. Çünkü bize göre müçtehit, hüküm vermek üzere delil ararken ‘içtihat’ eder, yoksa kast edilenin kendisinin zıddı olabileceği bir teville hükmü haberden çıkartmak üzere içtihat etmez. Böyle bir şey mümkün ise, bu içtihat sahibi basiret sahibi değildir. Tevil ederek gerçeğe ulaşan müçtehit ise, (gerçeğe ulaşması) tesadüf yoluyla (olduğu için) -yoksa kasıtlı olarak değil- iki sevap kazanır. Çünkü müçtehit, (hükmü verirken) basirete sahip değildir. Hakikate ulaşamazsa, sadece doğruyu arama sevabı kazanır ve payı eksilir. İşte bu, tevil yapan bu bilgine dönük Hakk’ın gizli aldatmasıdır. Çünkü o, takva sahibi olduğunda, -kendisine Allah Teâlâ öğrettiğinde- basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet edebilecek kimselerdendir.
Öyleyse genel hakkında ilahi aldatma, günahların ardından nimetlerin peş peşe gelmesi ve ibadetlerle birlikte ise kesilmesi ve dolayısıyla günahlar nedeniyle (dünyada) ceza görmemektir. Böyle bir insan Allah yolunun genel âlimlerinden biri ise, bu durumun insanın üzerinde yaratıldığı (ilahi) suretin gücünden kaynaklandığım görür, ilahi hükümde tesir ve kahır sahibi olmayı iddia eder. Böyle biri, genel hikmetin ilahi isimlere hakkını vermek olduğunu görür.
Söz gelişi el-Gaffar, el-Gafur ve kardeşlerinin günahlarda etkisinin olabileceğini görür. Günah işlemezse, dünya hayatında söz konusu isimlere hakkını vermemiş olacağını düşünür ve ‘Ey kendilerine haksızlık yapan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar.’ (Zümer, 53)   ayetinde delil getirir. Nitekim o da böyle yapar. Bütün bu bakış açısı, günah esnasında aklına gelmez, günah işledikten sonra gelir. Günahtan önce düşünseydi, bu düşünce kendisini günahtan alıkoyardı. Çünkü bu bir müşahededir ve müşahede dince yasaklanan bir işe dalmaktan insanı engeller. Bir rivayette şöyle denilir:
‘Allah kaza ve kaderini uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinden akıllarını çekip alır. Kaza ve kaderini uyguladıktan sonra ise, akıllarını iade eder.’ Artık bir kısmı ibret alır (ve tövbe eder), bir kısmı ibret almaz.
Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.(Zariyat, 56)  
Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bir kısmı ortak koşar. Nedenin hükmünün bütün nedenlilere işlemesi zorunlu değildir. Dolayısıyla akılları kendilerinde bırakılmış olsaydı, işledikleri günahları işlemezlerdi. Günah işlemeye niyetlendiklerinde gördükleri şey ilahi isimler olsaydı, (onlardan) utanma duygusu, yükümlülük diyarında haram diye isimlendirilen bir işi işlemekten engellerdi. Öyleyse günahkâr ilahi kahra karşı direnen kimsedir. İlahi kahra direnen ise helak olur. Bu haldeki bir insana nimetler art arda gelirse, bunun nefsinin gücü, himmetinin etkisi ve Allah Teâlâ’nın kendisine yönelik inayetinden kaynaklandığını zanneder. Allah Teâlâ’nın kendisine eş-Şedidü’l-ikab (şiddetle cezalandıran) ismine etki edebileceği bir güç verdiğini zanneder ve el-Halim (gücü yettiği halde bağışlayan) isminden, -ihmal değil- mühlet vermekten habersiz kalır. Sahip olduğu ilahi ismin hükmünün gücü nedeniyle, söz gelişi sıradan günahkârlar gibi harama düşmek istemeyen kimse aldatılmış değildir. Sıradan insanların arasından günahkârlar, gaflet nedeniyle günah işler, günah işledikten sonra ise pişmanlık duyar. Öyleyse içerdikleri ilahi aldatma nedeniyle nimetlerin sürekli gelişine karşı sabırlı davranmak, belalar ve sıkıntılar karşısında sabırlı davranmaktan daha büyük bir iştir. Çünkü Allah kuluna şöyle der: ‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ Bunu açıklarken de şöyle der: ‘Falan kulum hastalanmıştı, sen ise onun ziyaretine gitmedin. Gitseydin, beni orada bulurdun.’ Nitekim çölde susuz kalan insan da, serabın su olmadığı ortaya çıktığında, (su zannettiği şeyin yanında) O’nu bulur. Böylelikle Hakk’a döner. Nimetler ise böyle değildir. Çünkü nimetler, Allah Teâlâ’nın kendisini razı olduğu işlere ulaştırdığı kimselerin dışındakiler için, Allah Teâlâ’dan perdeleyen en büyük perdelerdir.


Allah Teâlâ’nın seçkinleri (Havass) aldatmasına gelirsek bu aldatma kendisinden meydana gelen edepsizliğe rağmen halinin korunmasında gizlidir.
Bu, halden haz almak, onunla durmak, halin sahibinde meydana getirdiği naz, Allah Teâlâ’ya karşı şımarıklık ve halden ayrılmayı istememektir. Allah Teala’nın peygamberine ‘De ki Rabbim! Bilgimi artır’(Ta-Ha, 114)    diye emredip de bunu bize duyurmasının yegane nedeni, biz de onu söyleyelim ve Allah Teâlâ’dan kendisini talep edelim diye, bir uyarıdır. Bu emir peygambere özgü olsaydı, onu bize duyurmaz veya kendisine özgü olduğunu belirtirdi. Nitekim hibe evliliğinde bunu belirtmiştir.
Halin nefiste bir hazzı ve tadı vardır. Bazı nefislere bu halin meydana getirdiği hazdan ayrılmak çetin gelir. Aksine sadece bu durumun artmasını ister ve hallerin vergi olduğunu bilmez.
(Havas-sül Havas) Seçkinlerin seçkinlerindeki aldatmaya gelirsek, herhangi bir emir veya sınırlama -ki sınır onların ölçüsüdür- olmaksızın, kerametleri ve olağanüstü işleri göstermede gizlidir.
 Çünkü nebilerin mucizelerini göstermesi zorunlu iken velilerin de kerametlerini gizlemesi zorunludur. Bir veliye keramet gösterme ve âlemde etkili olma imkânı verildiğinde, aldatılan kimsenin derecesi başkasının derecesinden bir derece eksilir. Hak bu dereceyi onun adına diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlarda kerametleri gösterme yolunu istemeyi yaratır.
Hâlbuki bunun payın eksilmesine yol açan ilahi bir tuzak olduğunu fark edemezler. Bunun üzerine gönüllerine onların elinde gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah Teâlâ’ya itaat edeceğini, yok edici günah denizlerinde boğulanları kurtaracağını, onları alışkanlıklarından kurtaracağını belirten bir ilham doğar. Bu ilhama göre, keramet göstermek, kendisiyle Allah Teâlâ’ya davet edilebilecek en büyük işlerden biridir ve bu nedenle de nebilerin ve velilerin bir özelliği olmuştur. Sonra, içinden kendisini varislerden sayarak bu davranışın hallerin sonucu olduğunu düşünür. Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa bile, Allah Teâlâ’nın velilere kerametleri gizlemeyi farz kıldığından kendisini perdelediği gibi kendiliğinden Allah Teâlâ’ya çağırmakla memur oldukları için peygamberlere mucizelerini göstermeyi emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise böyle değildir. O, sadece peygamberin davetini aktarmakla veya onun diliyle Allah Teâlâ’ya davet eder. Yoksa Allah Teâlâ’nın herhangi bir peygamber adına meydana getirdiği bir dille insanları Allah Teâlâ’ya davet etmez.
Şeriat, kendisini bilen âlimler nezdinde, onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah Teâlâ’nın bildirdiği meşru hükümlere göre Allah Teâlâ’ya davet ederken bir basirete sahiptir, Veli ise peygamberin hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı gibi aynı zamanda (kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse keramet göstermenin bir yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir, çünkü peygamber, şeriat getirir ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya konulan bazı hükümlerin hükmünü kaldırır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan haber verdiği (iddiasında) doğru sözlülüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve alamet göstermesi kaçınılmazdır. Bu sayede peygamber, süresinin dolması nedeniyle, başka bir peygamberin diliyle ortaya konulan hükmü ortadan kaldırır. Keramet göstermeye kalktığında veli, kendi özelliğiyle birlikte, bir vacibi terk etmiş olur. Böyle davranmak ise, (kerameti gizleme emrini) yerine getirdiğinde ve ona göre davrandığında elde edeceği mertebeyi eksiltir. Öyleyse kula tevilden daha zararlı bir iş yoktur. Allah bizi işimiz hakkında basiret sahibi etsin ve bize makamımızın gerektirdiği durumu aşırmasın.
Allah Teâlâ’dan istediğim şey, katında en üstün veli adına gerçekleşen en üstün makamla bizi rızıklandırmasıdır. Çünkü risalet ve nübüvvet kapısı kapalıdır. Âlim kişinin imkânsızı istememesi gerekir.
İlahi bildirimden sonra ise, bu kapı kapanır ve ona dair bir istemek uygun değildir. Çünkü bu konuda bir şey isteyen kimse ‘soğuk demiri döver.’ Çünkü böyle bir talep, bu konuyu bilen bir müminden kesinlikle meydana gelmez. Yeli için velilik makamının ve (peygambere) uymanın gerektirdiği şekilde basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmek yeterlidir. Nitekim peygamber de risalet ve teşri makamının gereği yönünden basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet eder.
Allah Teâlâ bizi tuzağından korusun ve bizi eksik kimselerden etmesin. Allah bize dünya ve ahirette sürekli artış nasip etsin.
 ‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [İKİ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM Mekr (Aldatma)]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar