Futuhat Okumaları
ALLAH TEÂLÂ VE KUL ARASINDAKİ İLİŞKİ TERAZİSİNİ DENGEDE TUTMAK
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ şükredenleri
de sever. O, kendisini “şükredenleri
sever” (Âl-i İmrân, 144) olmakla nitelemiştir. Şükür, Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden
ve bilendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken) kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever.
Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri bilmeyen
bazı insanların iddia ettiği gibi, belaya
şükür olmaz. (Onlara göre) Allah Teâlâ nimetini intikamında intikamını ise
nimetinde gizlemiştir. Bu durum,
hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini bilmeyenlerin işi karıştırmasına
yol açmış, belaya karşı sabredebileceğini
zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır.
Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı
verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı
beladır ki o da, kendisinden dolayı ilacı kullandığı
hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düşmanıdır ve onu talep eder. Fakat bela,
elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona
karşı çıkar ki bu ise ilaçtır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir
hoşnutsuzluk duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır,
çünkü o acıyı kaldıracaktır. Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah
Teâlâ’ya şükreder ve onu kullanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere
geldiğini bilir. Öyleyse ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi
rahatlatmaktır.
Bu konuyu düşün! Bundan
dolayı insan şükreden olur. İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği gizli nimet
nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu da iyileşmek
ve hastalığın ortadan kalkmasıdır. Bu
nedenle Allah Teâlâ şöyle der:
“ Şükrederseniz, sizin için artıracağız.”(İbrahim,
7) İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey
Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere
çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz
geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet
veren insana eziyet edersek, bu davranış,
Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer. Hâlbuki onu kendisine acı veren hastalığı
gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah Teâlâ’nın
fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir.
Allah
Teâlâ, peygamberi Davud’dan kendisi için bir ev yapmasını istemiş -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud
aleyhisselâm binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlanmış.
Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek,
evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş.
Davud
aleyhisselâm:
‘Allah’ım!
O kanlar senin için akıtılmadı mı?’ deyince, Allah Teâlâ;
‘Haklısın,
benim uğruma akıtıldı, fakat onlar benim
kullarım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle
yapılacaktır’ demiş.
Davud aleyhisselâm
‘Allah’ım
o benim (soyumdan) olsun’ diye dua
edince, Allah Teâlâ, evinin oğlu
Süleyman aleyhisselâmın eliyle yapılacağını bildirmiş, Hz. Süleyman, Beyt-i
Makdis’i inşa etmiştir.
Düşünürsen, bu durumdan
gerçeğin ne hal üzere olduğu öğrenilir.
İlahi iş, her zaman ‘odur-o
değildir’ esasında olduğunu anlarsın.
Bunu bilmezsen, onu anlamamış olursun!
………
Allah Teâlâ, ihsan
edenleri de sever. Bu durum “Allah ihsan edenleri sever” (Âl-i İmrân,
134) ayetinde dile getirilirken, yine
Allah Teâlâ, kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Allah kendi
yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.”(Saf,
4)
‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler, doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn
Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ON ALTINCI SİFR- YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI
Allah'ın Peygamberine Uyma Emri]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
SEVGİNİN SABİTLİĞİ MERTEBESİNDE ALLAH TEÂLÂ’NIN EL-VEDÂD (EL-VEDÛD) İLAHİ
İSMİ
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü
sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bu Vedûd zikrin sahibi Abdulvedûd
diye isimlendirilir. Allah bu mertebe mensupları hakkında ‘Allah onları,
onlar Allah’ı sever’ (el-Maide 5/54) der. Başka bir
ayette ‘Bana uyun ki Allah da sizi sevsin’ (Âl-i
İmran 3/31) denilir. Sahih bir hadiste Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur:
‘Allah kulunu sevdiğinde, onun
kendisiyle duyduğu duyma gücü, görme gözü, eli ve ayağı olur.’ Onun
güçleri kendisi için sürekli sabittir; âmâ veya dilsiz bile olsa, duyma ve
görme niteliği körlük, dilsizlik ve sağırlık perdesinin ardında sabittir. Allah
Teâlâ vüdd (sabit sevgi) diye isimlendirilmesi itibarıyla sevgisi sabit
olandır. Vüdd diye isimlendirilmesi dedik, çünkü bu niteliğin dört hali, her
halin kendisiyle tanındığı bir adı vardır: Heva, vüdd, hûb ve aşk!
Sevginin kalbe
ilk düşmesi ve orada gerçekleşmesine heva denilir. Bu kelime ‘yıldız kaydı’
anlamındaki heve en-necm ifadesinden türetilmiştir. Ardından vüdd (meveddet)
gelir. Vüdd sevginin sebat bulması demektir. Ardından hûb gelir. Hûb sevgideki
duruluk ve sevenin iradesinden çıkması demektir. Böyle bir durumda seven sevdiğinin
iradesine göre hareket eder. Ardından aşk gelir. Aşk sevginin kalbi sarması
demektir. Kelime asma ve benzeri ağaçlara sarılan dikenli sarmaşık anlamındaki aşaka’dan
türetilmiştir: Aşk sevenin kalbini sarar, onu sevgiliden başkasına
bakamayacak hale getirerek kör yapar.
Sanatkâr sanatını nasıl sevmez ki?
Biz, hiç kuşkusuz, O’nun sanatının ürünleriyiz. O bizim yaratıcımız olduğu
kadar rızkımızın ve maslahatlarımızın da yaratıcısıdır. Allah bir peygamberine
şöyle vahyetmiştir:
‘Ademoğlu! Eşyayı senin için, seni
kendim için yarattım. Senin için yarattığım eşyada kendim için yarattığım
gayeyi telef etme. Ey Âdemoğlu! Şanım üzerine yemin olsun ki, ben seni severim.
Senin üzerindeki hakkım karşısında, sen de beni sevmelisin.’
Sanat özü gereği sanatkârın o işi
bildiğini, ona güç yetirdiğini izhar ederken aynı zamanda sanatkârın
güzelliğini, azametini ve büyüklüğünü de ortaya çıkartır. Böyle değilse (sanat)
kim için, kimde ve kiminle ortaya çıkabilir ki? Demek ki bizim var olmamız
ve O’nun bizi sevmesi kaçınılmazdır, O bizimle ve biz O’nunlayız. Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında Rabbine hamd ederken şöyle
der: ‘Biz O’nunla ve O’nun için varız.’ Bu mertebe ilgi, atıfet ve
süreklilik mertebesidir.
Sevgi olmasaydı el-Vedûd bilinmezdi
Fakirlik olmasaydı el-’evâd’a ibadet
edilmezdi
Biz O’nunla varız, O’na aidiz hepimiz
Kim bedel öderse O’na itimat eder
İlah bir şeyin varlığını dilerse
Meşiyeti ona ilişmiştir, karşı
konulamaz ona
Gecikme olmaksızın onların nezdinde
bulunuruz
Âlemin kazanılmış niteliğidir bu
Bilin ki âlemin kaynağı sevgidir
el-Vedâd izhar etmiş onu
Allah sürekli seven olduğu için
el-Vedûd (İbnü’l-Arabî bu ismi bazen el-Vedâd bazen el-Vedûd diye
kullanmaktadır ki her ikisinin aynı anlamda olduğu bellidir) iken bizim için de
sürekli yaratan ve ‘Her gün bir işte’ (er-Rahman 55/29) olan diye
nitelenendir. el-Vedâd’ın manası da budur. Biz hal ve söz diliyle O’na
sürekli ‘şunu yap bunu yap!’ deriz, O da yapar. O’nun bizdeki
fiilinin bir yönüyle O’na ‘yap!’ deriz. Böyle demek O’nu bir işe
zorlamak mıdır? Allah Teâlâ’yı hiç kimse bir işe zorlayamaz, böyle bir vehimden
münezzeh ve mütealdir. Böyle diyebilmemiz el-Vedûd isminin hükmünden
kaynaklanır.
Allah Teâlâ, el- Gafur, el-Vedûd ve
er-Rahman ismiyle istiva ettiği yüce arşın sahibidir, çünkü O sevenin duyduğu
derin ve coşkulu özlemle merhamet etmiştir. Seven de sevgiliye onun niteliğiyle
kavuşabilir. Hakkın niteliği varlıktır ve bu nedenle sevene varlık vermiştir.
O’nun katında varlıktan daha tam bir şey bulunsaydı, verirken cimrilik
yapmazdı. İmam Ebu Hamid bu makamda şöyle der: ‘Allah katında bir şey bulunup
saklanmış olsaydı, bu durum cömertikle çelişen bir cimrilik, kudretle çelişen
acizlik olurdu.’
Allah el-Gafur ve el-Vedûd olduğunu
bildirdi. el-Vedûd gayb (mertebesinde) sevgisi ve muhabbeti sabit olan
demektir. O bizi görür. Bu nedenle sevdiğini görür, onu görmekle sevinir.
Bütün âlem bir insan mesabesinde sevilen iken âlemdeki şahıslar insanın
organlarına benzer. Sevilen sevdiğinin muhabbetiyle vasıflanmamış, sadece onu
sevilen haline getirmiştir, o kadar!
Sonra, Allah Teâlâ bazı kullarını
severken aynı zamanda onlara kendisini sevme imkânı bahşeder. Böyle bir kuluna
eşyanın suretlerinde Hakkı müşahede etmek ve görmek nimetini ihsan eder. Bu
itibarla Allah’ı sevenler ile âlemin ilişkisi, göz ile göz bebeğinin ilişkisi
gibidir. İnsanın pek çok organı olsa bile gören ve müşahede eden organları iki
gözüdür. İnsanda göz âlem içinde sevenler mesabesindedir. Allah kendisini
sevdiklerini bildiği için sevenlerine müşahede nimetini vermiştir. Bu bilgi
O’nun katında zevk bilgisidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ O’nu sevenlere kendine
yaptığı gibi yapmıştır; kastedilen sevilen için sevilen demek olan vecd
halindeki müşahededir.
Cinler ve insanlar sadece Allah’a
ibadet etsinler diye yaratıldı. Allah Teâlâ yaratıkların arasından onları
sadece kendisini sevsinler diye yarattı. Çünkü Allah Teâlâ’ya ibadet edecek
O’nun karşısında zelil ve hor kalacak kişi ancak sevenler olabilir, insanın
dışındaki her şey O’nun hamdini tespih eder, çünkü Allah’ı görmemiştir ki
sevebilsin! Allah Teâlâ, insandan başka hiçbir yaratılmışa el- Cemil isminde
tecelli etmemiştir.
Bildiğim kadarıyla insanda bu isimle
tecelli etmiştir. Bu nedenle insan sadece Rabbini veya Rabbinin tecelligâhı
olan birisini severken bütünüyle sevgisinde fani olarak kendinden geçer. O
halde âlemin gözleri -sevilen her kim olursa olsun- âlemdeki sevenlerdir.
Bütün yaratılmışlar Hakkın tecellisinin aksettiği yerlerdir. Onların sevgileri
(vüdd) sabittir. Onlar sevgileri sabit olanlar iken Allah el-Vedûd’dur. İş
Hak ve yaratılmış arasında yaratılmış ve Hakk nedeniyle perdelenmiştir. Bu
perdelenmişlik nedeniyle el-Vedûd ile birlikte el-Gafur ismi gelmiştir. Bu
gizlenme nedeniyle ‘Kays, Leyla'yı sevdi’ denilmiştir.
Hâlbuki Leyla bir tecelligâh! Veya ‘Beşir, Hind'i sevdi’ veya ‘Kesir, İzzet'i
sevdi’ veya İbnü'd-deric, Lübna'yı sevdi’, Tûbe, Ehille'yi sevdi’, ‘Cemil,
Büseyne'yi sevdi’ denilir. Bütün bunlar, Hakkın tecellisinin oturakları ve
duraklarıdır. Bununla birlikte onlar, sevdiklerini isimleriyle tanımamış
olabilirler. Çünkü nisan bir şahsı görür, onu sever, fakat kim olduğunu veya
adını veya nereli olduğunu veya evini yurdunu bilmez. Bununla birlikte sevmek,
o şahsı araştırmaya, evini ve yurdunu soruşturmaya sevk eder. Onu bulamadığında,
peşinden gider, soruşturur. Allah Teâlâ’yı sevmemiz de öyledir.
Biz Allah Teâlâ’yı tecelligâhlarında
severiz. Leyla, Lübna veya başka bir ad veya herhangi bir özel isimde Allah’ı
severiz, fakat sevdiğimizin Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu nedenle ismi
biliriz, fakat Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz.
Bu durumda ismi sevmiş, hakikati
tanımamış oluruz. Yaratılmışın ise hakikati sevilir, bilinir. Bazen ismi
bilinmez, sevgi onu bilmeyi icbar eder. Başka bir ifadeyle sevgi sevileni
tanımayı gerektirir. İçimizden bazı kimseler dünya hayatında O’nu tanır ve
bilirken, bazı kimseler, herhangi bir şeyi seviyorken ölene kadar O’nu
tanımazlar. Perde kalktığında Allah’tan başkasını sevmediği ve yaratılmışın
adının kendisini perdelediğini anlar.
Nitekim insan dünyada bir şeye ibadet
eder, fakat bilmediği yönden sadece Allah’a ibadet etmiştir. Bununla birlikte
onun mabudu Menat, Uzza, Lat diye isimlendirilmiş olabilir. Ölümle
birlikte perde kalktığında, sadece Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğini öğrenir.
Allah Teâlâ şöyle der:
‘Senin rabbin
kendisinden başkasına ibadet edilmesin diye hüküm verdi.' (el-İsra
17/23) Puta tapanların durumu da öyledir. Böyle bir insan taptığı putta
herhangi bir tarzda ilahlık bulunmadığına inansaydı, kendisine ibadet etmezdi.
Fakat ‘el-Gafur, el-Vedûd’ (el-Buruc 85/14) ayetinde
belirtildiği üzere çekilmiş perde nedeniyle insan O’nu tanımamıştır. Bu
itibarla sadece isimler vardır. Bu nedenle hakiki mabud olan Allah, ibadeti
tecelligâh ve oturaklara izafe ettiklerinde insanlara şöyle der:
‘Onları isimlendiriniz.’ insanlar
taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı, onları tanıyacaklar, tanıdıklarında
Allah ile isimlendirdikleri arasındaki farkı anlayacaklardı. Nitekim oturak ve
tecelligâh arasındaki fark bilinir ve ‘şu oturak, şu tecelligahtır’
dersin, ayrışma gerçekleşir.
Düşünürsek gerçek böyle!
Sen O’nda isen sen oldun demek
Hakkın oturağı gerçekte sen
Ve sen, sen iken sen olmayan
Bizim kastettiğimizi elde ettin
İbadet ettiğimizi bilmiş oldun
Ne Leyla ne Lübna
Bildiğinden başka birisi değil!
Onu severken basiretliysen
Onu kendinden görürsün; sen sensin!
Seven başkasını sevmedi
Hepsi sensin, sen!
Kur’an-ı Kerim isimler ve haller
arasındaki ilişkiyi ne güzel ve sırlı bir şekilde ortaya koymuştur. Allah ‘el-Gafur
ve el-Vedûd., yü’e arşın sahibi, dilediğini yapandır’ (el-Buruc
85/14-16)buyurur. Allah sevendir, dilediğini yapandır. Demek ki Allah
sevilendir! Çünkü ancak sevilen sevdiğine dilediğini yapabilir. Buna mukabil
seven, (sevdiğinin sözünü) dinleyen ve ona itaat edip istediklerine amade
olandır. O seven ve el-Vedûd, yani sevginin ayrılmaz özelliklerine ve
şartlarına bağlı ve sevgisi sabit olandır. Bununla birlikte hakikat birdir.
Çünkü burada el-Vedûd, aynı zamanda dilediğini yapan demektir. Bu İlâhî uyarıda
ne hoş ve sırlı bir durum olduğuna bakınız! ‘De ki, Rabbim benim bilgimi
arttır.’ (Ta-Ha 20/114)
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [OTUZ ÜÇÜNCÜ SIFIR -el-Vedâd- (el-Vedûd)
İlahi İsmi”]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah, melekleri ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri
Allah’tan başka ilâh olmadığına tanıklık etti. O aziz ve hakimdir.’ (Âl-i
imran 3/18) Ardından şöyle buyurdu: ‘Allah katında din İslâm’dır.’ (Âl-i
imran 3/18) Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurdu:
'İslâm,
Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in onun elçisi olduğuna tanıklık
etmendir.’ Allah Teâlâ,
âyette ‘ilim sahipleri’ demiş, ‘iman sahipleri’ dememiştir. Çünkü Allah
Teâlâ’nın birliğine tanıklığı, bir haberden kaynaklanmaz ki iman olsun. Bu
nedenle bir konuda tanıklık, ancak bilgiden meydana gelebilir. Aksi halde,
tanıklık geçerli olmazdı.
Ardından
Allah, melekleri ve bilgi sahiplerini ‘ve’ edatıyla kendisine atfetmiştir.
‘Ve’, [ilgili olduğu hususta] ortaklık gerektiren bir edattır.
Burada ise, kesin tanıklıkta ortaklık
söz konusudur. Sonra, onları da imana değil, bilgiye izafe etti. Buradan,
[Haktan gelen] bildirim yolundan değil, nazarî veya zorunlu bilgi yolundan
tevhidin [bilgisini] elde edenleri kastettiğini öğrendik. Adeta Allah şöyle
demiştir: Melekler, tecelliden doğan zorunlu bilgiyle benim birliğime tanıklık
etmiştir. Bu tecelli, onlara bilgi vermiş ve onlar için kanıtlardaki doğru
düşüncenin yerine yerleşmiştir. Böylece benim birliğime tanıklık etmişlerdir.
Nitekim ben de tanıklık ettiğim gibi bilgi sahipleri de kullarıma
yerleştirdiğim aklî düşünceyle [birliğime] tanıklık etmiştir.
Allah Teâlâ
imanı ise, bilginlerin ardından ikinci mertebede bilginin ardından getirdi. İman, mutluluğa ulaşmada zorunlu
unsurdur. Çünkü Allah, bize inanmayı emrettiği gibi kendisini bildiren Allah
olduğu için biz de onu ‘ilim’ diye isimlendirdik. Allah, şöyle buyurur: ‘Allah'tan
başka ilâh olmadığını bil.’ (Muhammed 47/19) Başka bir âyette ise şöyle
buyurur: ‘O'nun tek ilâh olduğunu biliniz .’(İbrahim 14/52) Bu âyet,
İbrahim suresinin sonunda mertebeleri taksim eden bir âyettir. Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de, sahih bir hadiste şöyle buyurur: ‘Allah'tan
başka ilâh olmadığını bildiği halde ölen insan cennete girmiştir.’ Hadiste
‘iman ettiği halde’ denilmedi. Çünkü iman habere bağlıdır. Nitekim Allah şöyle
buyurur: ‘Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.’ (el-isra 17/15)
Allah
Teâlâ’nın ‘fetret’ dönemlerinde yaşamış ve bilgi yoluyla Allah Teâlâ’yı birlemiş kimi kullarının olduğunu öğrendik.
Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce peygamberlerin daveti genel
olmadığı için, bütün zamanlarda yaşayan insanlar inanmak zorunda değildi. Bu
ifadeyle ise âyet, ister mümin olsun ister olmasın Allah Teâlâ’nın birliğini
bilen herkesi içermiştir. Burada mümin, habere inanması bakımından değil,
kesin bilgi ifade eden bir doğru haber olması yönünden Allah Teâlâ’nın birliğini bilmeyenlerdir.
……………………………..
Peygamber
gelip önünde Allah Teâlâ’yı bilenleri ve
bilmeyenleri bulduğunda hepsine birden şöyle der: ‘Allah'tan başka ilâh
olmadığını söyleyiniz.’ Buradan peygamberin Allah Teâlâ’nın birliği
hakkında bilgi sahibi olmayan müşrikler için de bir öğretmen olduğunu
öğrendiğimiz gibi bu söz ile peygamberin Allah Teâlâ’yı [varlığını] ve O’nun birliğini bilenler için
bu bilgiyi telaffuzun zorunlu olduğunu, bu telaffuzun onların kanlarını
dökülmekten, mallarına el konulmaktan ve zürriyetlerini esaretten kurtaracağım
öğreten olduğunu öğrendik. Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘İnsanlarla ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’
deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyleyince, İslâm’ın hakkının
dışında, benden kanlarını ve mallarını kurtarırlar. Hesapları ise Allah’a
kalmıştır.’ Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘öğreninceye kadar’
demedi. Çünkü onların içinde zaten bunu bilenler vardı.
Dünyada hüküm
bilgiye değil söze aittir. ‘Sırların ortaya çıkarılacağı günde hüküm ise’ söze
değil bilgiye ait olacaktır. [Kelime-i tevhit] Bu ifadeyi dünyada bilen,
inanan, iki yüzlü -ki ne mümindir ne de bilen- söyler. Bu ifadeyi söyleyince,
dünya ve ahirette üzerlerinde bulunan hakların dışında, kanlarını ve mallarını
kurtarmış olurlar. Ahirette ise, ‘hesapları Allah'a kalır.’ Bunun
nedeni, onların içinde ikiyüzlülerin ve üzerinde kul hakkı olan kimselerin
bulunmasıdır. Dünyada ise, saptanmış cezalar nedeniyle hesapları Allah’a
kalmıştır. Çünkü ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek, dünyada ve
ahirette bu hakları düşürmez. Hesaplarının Allah’a kalması ise ahirettedir.
‘O gün Allah peygamberleri toplar ve kendilerine der: Size nasıl karşılık
verildi’(el-Maide, 109) Peygamberler, hal deliliyle, sorulan şeyin
kalplerle verilen cevapla ilgili bir soru olduğunu anlar. ‘Bizim
bir bilgimiz yoktur, derler.’ (el-Maide 5/109) Başka bir ifadeyle,
biz kalpleri bilemeyiz. ‘Sen bilinmeyenleri en iyi bilensin.'
(el-Maide 5/109) Bu ifade, söylediğimiz durumu destekleyen ve pekiştiren
bir delildir.
Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem el-Melik isminden [hareketle] şöyle
buyurur: ‘İslâm beş şey üzerine kuruludur.’ Böylece İslâm’ı bir yapıya
dönüştürmüştür. ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık etmek.’ İşin
kalbi budur. ‘Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna tanıklık etmek’ kapının
teşrifatçısı, ‘namaz kılmak’ sağ yön, ‘zekât vermek’ sol yön, ‘oruç
tutmak’ ön taraf ve ‘hacca gitmek’ arka taraftır.
Belki de, ön
taraf [oruç değil] namazdır. Çünkü namaz, nurdur. Namaz, hükümdarı perdeler.
Bir rivayette şöyle bildirilmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın perdesi nurdur.’ Zekât ise, sağ taraf
olur. Çünkü zekât, sahip olunan mülkü elden çıkarmak için güce ihtiyaç duyan
bir harcamadır. Hac ise, sol taraftır. Çünkü hacda infak ve verme ameli vardır.
Böylece hac, sadaka ve hediye olmada zekâtla birleşir. İkisi de mülkiyet
amelidir. Oruç ise, arkada bulunur. Çünkü arka, önün zıddıdır. Oruç bir
aydınlıktır. Çünkü sabır aydınlıktır. Aydınlık ise, nurdur. Öyleyse dengeyi
sağlamak için orucun arkada' bulunması daha uygundur. Çünkü sonradan gelen,
öncekinin izinden yürür.
Kıyamet günü
Hakkın ‘gelmesi’ de böyle olacaktır. İman, kıyamet günü hükümdar suretinde bu
nitelikte gelir. ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyenler kalpte, namaz
kılanlar önde, zekât verenler -ki sadaka demektir- sağda, hacca gidenler
solda, oruç tutanlar ise arkada bulunur. Allah bizi evinin yapısını bu esaslara
göre kuran kimselerden eylesin! Allah Teâlâ’nın evi imandır. Bu evin sınırı
kıble tarafından (yani güneyden) namaz, kuzeyden oruç, batıdan gizli verilen
sadaka, doğudan ise hacdır. Böyle bir evin oturanı ise, hiç kuşkusuz mutludur!
‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’, bir
olumsuzlama ve olumlama ifadesi olduğu gibi peygamberlerin söylediği en üstün
cümle de budur. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Duaların en
faziletlisi, Arefe günü yapılan duadır.’ Burada
Allah Teâlâ’yı bilenlerin duasına bir
işaret vardır. ‘Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli
cümle ise ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ cümlesidir.’ Hadis, anlam ve
rivayet zinciri bakımından sahih bir hadistir.
Olumsuzlamanın
sabit (var olan) bir şey hakkında olup onu olumsuzlaması gerekir. Sabit olmayan
-ki olumsuz demektir- bir şey hakkında olumsuzlama, onu olumlar. Çünkü
olumsuzun olumsuzlanması, olumlama demektir. Nitekim yokluğun yokluğu
varlıktır. Öyleyse ‘La-ilahe, ilah yoktur’ derken kişi neyi olumsuzlar?
Size sorduk,
bize cevabını söyleyiniz?
Öte yandan,
olumlanan şeyin hükmü de olumsuzlanan şeyin hükmüyle bir midir?
Başka bir ifadeyle,
ancak olumsuzlanan şey mi sabit olabilir?
Yoksa
olumlanan şeyin hükmü, olumsuzluğun hükmünden ayrışmasını sağlayacak şekilde,
başka bir şey midir?
Acaba,
olumsuzlayan neyi olumsuzlamıştır, olumlayan neyi olumlamıştır?
Allah
Teâlâ’nın izniyle, bütün bunların
araştırılması gerekir.
[Kelime-i
tevhitteki] Olumsuzlama, ilahlıkla nitelenip kendilerine ilahlık nispet
edilerek ‘ilahlar’ denilen bazı yaratıkların dış varlıkları hakkında gelmiştir.
Bundan dolayı Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini tek ilâh
Allah'a davet ettiğinde, müşriklerden şaşıranlar olmuştur. Allah Teâlâ, böyle
bir müşriğin şöyle konuştuğunu bildirir:
‘İlahları tek
bir ilâh mı yapacak? Tuhaf bir iş!’
(Sâd 38/5) Çünkü onlar, söz konusu
şeyleri icat etmiş ve böyle bir niteliğe sahip olmadıkları halde onları ilâhlar
diye isimlendirmişti. Öyleyse olumsuzlama, gerçekte öyle olmasa da, insanların
inancına göre [ilah sayılan] bu şeylerle ilişkilendirilen ilahlığa yöneliktir,
yoksa burada ilahlığın. olumsuzlanması söz konusu değildir.
Çünkü Şâri
(şeriatı ortaya koyan) Allah Teâlâ, olmayan bir şeyi olumsuzlasaydı, hiç
kuşkusuz bu durum, müşriğin zannettiği şeyin olumlanması anlamına gelirdi.
Halbuki Şari Teala, müşriğe şöyle der: ‘Söylediğin bu hüküm, doğru değildir.’
Başka bir ifadeyle gerçek, zannettiğin gibi değildir. Bir ilâhın olması ise,
zorunludur. Kuşkusuz [müşriklerin var saydığı] ilahlardaki çokluk, olumlama
edatıyla reddedilmiştir. Bu edat, ‘illa’ ifadesidir. Onlar, olumlama edatından
sonra zikredilen şey haklarıda bu nispeti olumlamışlardır. Zikredilen ise,
Allah diye isimlendirilendir. Böylece şunu demişlerdir: ‘[Müşriklerin ilahlık nispet ettiği]
İlah yoktur, ancak Allah vardır.’ Allah'a ilâhlık nispeti, bunu olumlayanın
fiiliyle gerçekleşmez. Allah, kendisi nedeniyle ilâhtır. Böylelikle olumlayan
kişi, ‘Ancak Allah vardır’ derken ilâhlık niteliğine tek
başına haiz olduğuna inanmayan müşriğin nefsinde bu durumu ispat etmiştir.
İspatın ispatı imkânsız iken olumsuzluğun olumsuzlanması ise imkânsız değildir
[Kısaca, mutlak yokluk imkânsız iken varlık imkânsız değildir].
Gerçekte ise,
müşrik Allah'tan başka bir şeye ibadet etmedi. Fakat o, ibadeti ait olmayan
kimseyle ilişkilendirmede yanılmıştır. Bir müşrik ortak koştuğu şeyde ilâhlık
bulunduğuna inanmasa, kendisine ibadet etmezdi. ‘Rabbin
kendisinden başkasına ibadet etmemezine hükmetti.’ (el-Isra
17/23) Bu nedenle Hakk, bu nitelik hakkında kıskanç olmuş, kendisine gerekli
saygıyı göstermediklerinde dünyada onları cezalandırmıştır. Buna karşın kendi
zanlarında, ilâhlarına dua ettiklerinde bile onları rızıklandırmış, dualarını
işitmiş, kendilerine karşılık vermiştir. Çünkü Allah, nispette yanılsalar bile,
onların gerçekte bu mertebeye [ilâhlık] yöneldiklerini bilir. Bununla birlikte
onlar, ahirette sonsuza kadar bedbaht olacaktır. Çünkü peygamber, ilâhlık
nispetinin kendisine ait olması zorunlu olanın birliği hakkında onları
uyarmıştı. Onlar ise, uyarıya bakmamış ve samimi davranmamışlardı. Bu nedenle,
kesin kanıt ortaya çıkıp ‘yetkin delil Allah'a ait olsun’ diye, her peygamberin
rehberliği yaşadığı dönemdeki insanlara hâkim olan özelliğe göre olmuştur.
Bu cümle,
varille ve yokluk mertebesini kuşatır. Binaenaleyh olumsuzluk ve olumlu altına
girmeyen hiçbir mertebe olmadığı gibi kuşatıcılık bunlara aittir.
Bu bağlamda
bazıları nefsiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ derken,
kimi sıfatıyla
‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi
Rabbiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi
Rabbinin niteliğiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi haliyle
‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi
hükmüyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der.
Bu kişi,
özellikle [taklit ederek] mümin olandır. Kalan beş kişinin ise, bu anlamdaki
imanda bir payları yoktur.
…………………….
Bütün bu
sınıflar, iman ile nitelenmez. Çünkü onların içinde bu kelimeyi taklit ederek
söyleyen kimse bulunmaz. Kendi hükmüyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyen
ise, onu Şari’nin sözü olması nedeniyle söyleyen kimsedir. Çünkü Şari, bunu
söylemeyi kendisine farz kılmış ve onu söylemesine hükmetmiştir. Bu hüküm
olmasaydı, Allah’a yaklaşmak maksadıyla onu söylemeyecekti. Hatta söylese bile,
öğreten ve öğrenen biri olarak söyleyecekti.
Şeyhimiz
Ulya’lı Ebu’l-Abbas el-Ureybi’nin huzuruna girmiştim. Şeyh, Allah Teâlâ isminin
zikriyle kendinden geçmiş, ona başka bir şey eklemiyordu. Bunun üzerine şöyle
dedim:
‘Efendim!
Niçin ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ demiyorsun.’
Şöyle dedi:
‘Evladım!
Nefesler Allah Teâlâ’m elindedir, benim elimde değiller ki! Ben de Allah
‘yoktur’ veya ‘ilâh yoktur’ derken canımı alır diye korkuyorum. Bu durumda
olumsuzlamanın vahşetinde (yalnızlık ve korku hali) canım alınır.’ Başka bir şeyhe bunu sordum. Şöyle
dedi:
‘Allah'tan
başka ‘Ben Allah’ım’ diyen birini ne gördüm ne duydum. Dolayısıyla yok
sayacağını kimse görmedim ki, senin duyduğun [şeyh] gibi ‘Allah, Allah’
diyeyim.’
Bu ismi
Allah Teâlâ’yı birleme ibadetini yerine getirirken kullandık. Çünkü Allah
ismi, bütün İlâhi isimlerle nitelenmiş toplayıcı isimdir. [Allah’tan başka]
Tapınılan herhangi bir şeyin bu isimde bir ortaklığının olduğu aktarılmamıştır.
İlâh ve benzeri gibi diğer isimler ise, böyle değildir. İşte bu kadar bir
sözle, Şari söylemeyi emrettiği için söylendiğinde, iman gerçekleşir. Şari ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ deyinceye kadar demiş, ‘Muhammed Allah
Teâlâ’nın elçisidir’ deyinceye kadar
dememiştir. Bunun nedeni, tevhide dair bu tanıklığın peygamberlik hakkındaki tanıklığı
da içermesidir. ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyen kimse, onu ancak
Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin sözü olduğu için söylediğinde mümin olabilir. Allah
Teâlâ’nın peygamberinin sözü olduğu için söylediğinde ise, bu davranış,
peygamberin peygamberliğini onaylamanın ta kendisidir.
Bu özel ifade
peygamberliğe tanıklığı da içerdiği için, Şari şöyle demedi: ‘Muhammed Allah
Teâlâ’nın rasülüdür’ deyinceye kadar
[onlarla savaşmakla emrolundum]. Başka bir yerde ise, onu söylemiştir ki, kastettiğimiz
imandır [hadisidir]. İman, duyuyla algılanan bir şey değil, bir anlamdır. Söz
konusu hadiste Peygambere ve onun -Allah’tan bir aktarım olmaksızın- kendi
nezdinden yasa yapıp getirdiği şeylere [sünnet] inanmak Allah’a inanmaya
bitiştirilmiş tir. Allah’a iman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve
oruç tutmak zikredildiğinde -ki bütün bunlar Allah katından olan şeylerdir-
İbn Ömer hadisinde şöyle ekler: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına iman edip bana
ve getirdiğime inanıncaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.’ Burada
iman denilmesinin nedeni, taklitçi münafıkların varlığının dikkate
alınmasıdır. Çünkü bu münafık, bunu kalbiyle inanmaksızın söyler. İnkarcı
münafık ise, bunu ne peygamberin sözü olduğundan -ki o Allah Teâlâ’nın kitabından onun Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğunu bilir- ne de akıl
delilinden söyler.
Tevhit
tanıklığına bitişmiş peygemberliğe tanıklığı telaffuz etmede bize Allah
Teâlâ’nın öğrettiği ilahi bir sır
vardır. Bu sır şudur:
Şari’nin bildirdiği ve nitelediği tek ilâh aklın algıladığı birlenen ilâh
değildir. Çünkü aklın tevhit anlayışı, Allah’ın birliğine tanıklığa
peygamberliğe tanıklığı da bitiştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla Şari’nin
kendisini bilmesi bakımından tevhit, teorik aklın kabul ettiği tevhidin aynı
değildir. Şeriatın kendisine ibadet etmeye ve birlemeye çağırdığı ilâh, zatında
değil, ilâh olduğu mertebedeki ilâhtır. Bunun için, O’nun kendisini nitelediği
inmek, istiva etmek, beraberlik, tereddüt etmek, düşünmek vb. gibi şeriattan
soyutlanmış sırf aklın tevhid anlayışının kabul edemeyeceği özelliklerle
nitelememiz geçerli olabilmiştir.
İşte
[şeriatın bildirdiği] bu ilah, kendisini gönderenin birliğine tanıklığına
peygamberin kendi peygamberliğine tanıklığını bitiştirmeyi gerektiren bir
mabuddur [ibadet edilen]. Bu nedenle peygamberliğe tanıklık Allah Teâlâ’nın
birliğine tanıklığa eklenir ve her gün beş vakit namazın ezan ve kametlerinde
otuz kere şöyle denilir: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim.
Muhammed’in Allah Teâlâ’nın rasülü
olduğuna tanıklık ederim.’ Peygamberlikle ilgili bu tanıklığı telaffuz
edenlerdeki bu ayrıştırma, tevhidin tanıklığındaki ayrıştırma gibidir.
Öyleyse, [bütün] mertebelerde bu üsluba göre yürümelisin!
Allah’a ve
peygamberine iman etmek, peygamberin Allah katından ve kendi katından getirip
sünnet ve şeriat olarak ortaya koyduğu her şeye inanmayı içerir. Onun sünnet
yaptığı şeylere inanmak ise, iyi bir adet ortaya koyan kimsenin sünnetine imanı
içerir. Böylece [bir yandan] şeriat ve [öte yandan] sabit hükmü
geçersizleştirmeyen teşvik edilmiş ibadetin ortaya çıkışı, kıyamet gününe kadar
sürer.
Bu hüküm, bu
ümmete özgüdür. Hüküm derken, bu ümmeti şereflendirmek için ortaya konulan
şeyin sünnet diye isimlendirilişini kastetmekteyim. Daha önceki ümmetlerde
ise, ruhbanlık diye isimlendirilirdi. Allah şöyle buyurur: ‘Onların icat
ettiği ruhbanlık.’ (el-Hadîd 57/27)
Bu ümmetin yaptıkları hakkında Şari’nin ‘sünnet’ diye isimlendirdiği şeye
‘bidat’ diyen kimse, sünnete uymamıştır. Bunun bilgisinin ulaşmadığı kimse ise
farklıdır.
[Sünnete]
uymak bir şey üretmekten daha iyidir. Uymak ile bir
şey üretmek arasındaki fark bilinir. Bu nedenle Şari onu ‘bidat’ diye
isimlendirmemiş, ‘sünnet’ diye isimlendirme eğiliminde olmuştur. Bir şey
üretmek, aslı olan bir örneği olmaksızın bir şeyi ortaya çıkarmak demektir.
Allah kendisini şöyle niteler: ‘Gökleri ve yeri örneksiz yaratandır.’
Yani Allah, önceki bir örnek olmaksızın onları var edendir.
İnsan şeriatta
aslı olmayan bir adet uydurmuş olsaydı, yaptığı bidat olacağı gibi onu kabul
etmemiz de doğru olmazdı. Bu nedenle Şari, uydurmak-üretmek lafzı yerine
sünnet lafzını kullandı. Çünkü sünnet meşrudur. Nitekim Allah Teâlâ, Hz.
Muhammed’e peygamberlerin [kendilerine değil] rehberliğine uymayı emretti.
‘Allah Teâlâ
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye
[Kitap]. [ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM-"Allah'tan Başka İlâh yoktur ve Muhammed
Allah Teâlâ’nın rasülüdür' Cümlesinin
Bilinmesi”]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ÇOCUĞUN
KEMALİ, BABANIN KEMALİNDEN FAZLADIR
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ erkeği -ki Âdem’dir- kendi
suretine göre yaratmış, Havva ise Âdem’in suretine göre yaratılmıştır.
Çocuklar ise -sadece birinden değil-
ebeveynin karışımına göre yaratılmıştır. Başka bir ifadeyle çocuklar, duyusal ve vehim
olarak, bir toplamdan yaratılmıştır. Çocukların istidadı, anne-babanın
istidadından güçlüdür, çünkü çocuk her ikisinin istidadını içerir. Kâmil bir
çocuğun kemali, babanın kemalinden fazladır. Bu nedenle Hz. Peygamber, bir
çocuk olması bakımından yetkin kemal sahibidir. Her çocuk yaratılışının
aslında bu kemale sahip olmakla birlikte, çocuklar yetkinlikte derece
derecedir. Bunun nedeni, ulvi hareketler, nurani tecelliler ve mutluluğa
yaklaşmalarıdır. Her çocuk, yaratılışına eklenen bu ikinci kemalin sahibi
değildir. Burada, tecellide ilâhı özel yönün vermiş olduğu başka bir sır
daha vardır. Bu sır ise, çocuğun kendinden oluştuğu sebebe aittir. Bu özel
yönü, diğer isimlerden daha yetkin bir ihata ve kapsama sahip olan İlâhî isim
belirler. Söz gelişi, el-Alim ismini burada örnek verebiliriz. el-Alim (Bilen)
ismi, kapsam bakımından diğer isimlerden karşılaştırılamayacak ölçüde
yetkindir.
Babası,
annesi, kendisine özgü ilâhî bir ismi -söz gelişi Refıü’d- derecât (dereceleri
yükselten)- olan bir çocuk, babası, annesi, ihata ve derece bakımından daha
aşağıdaki bir isme sahip olan başka bir çocuktan daha üstündür. Bir çocuk, bir
anne ile mevhum-misal suretindeki bir babadan doğmuş olabilir. Böyle biri, bir
babadan yoksun kaldığı için annesinin atasına benzer. Örnek olarak, Hz. İsa’yı
verebiliriz. Bu çocuğun niteliği de, (Hakka ait) emirden ortaya çıkışı
bakımından dedesinin niteliğidir. Nitekim Allah bunu bize bildirmiş ve dile
getirmiştir. Allah Teâla “Kuşkusuz Allah katında İsa Âdem gibidir” (Al-i
İmrân, 59) buyurur. Yani, Âdem’in kendinden var olduğu ilâhî isimden İsa da var
oldu. “Onu topraktan yarattı.” (Al-i İmrân, 59) Zamir Âdem’e döner. Hz. İsa ise Havva’nın kardeşidir ve o, (aynı zamanda
Havva’nın) kız kardeşinin oğludur. Bir
çocuk, annesi olmaksızın bir babadan meydana gelmişse, babasının derecesinden
daha aşağıdadır. Örnek olarak Havva’nın sol kaburgadan yaratılışını
verebiliriz. Bu nedenle Havva eksik kalmış ve onun eğildiği doğruluğu
sayılmıştır. Bu nedenle Havva’nın ilgisi, çocuklarına ve kocasına ait olan
hâzinelere yönelmiştir. Bu durum, (Havva’nın kendisinden yaratıldığı
kaburgaların insanı koruması gibi) kaburgaların sahibinin yararı için
kaburganın altındaki ciğerleri, mideyi vb. şeyleri korumasına benzer. Öyleyse
kadının (veya kaburganın) eğikliği, kendisinden istenilen doğruluğunun ta
kendisidir. Kavisin eğildiği, onun doğruluğudur. Onu bilinen çizgisel bir
doğruluğa zorlarsan, kırarsın ve istediğini elde edemezsin. Böyle yapman, söz
konusu şeye özgü doğruluğu bilmeyişinden kaynaklanır.
Âlemdeki
her şey, Allah’ı bilenlere ve Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki sırlarını
bilenlere göre dosdoğrudur. Bunun böyle olduğunu Allah bize “Her şeye
yaratılışını verdi” (Ta-Hâ, 50) ayetinde açıklamıştır. Söz konusu durum,
her şeyin kemali ve yetkinliği demektir. Hiçbir şey kemalden yoksun
değildir. Bunun nedeni, mutlak kemal sahibinin suretine göre yaratılmış olmamızdır.
Bu nedenle, sınırlılığımızla O’nun mutlaklığına benzedik. Çünkü mutlaklık, hiç
kuşkusuz, bir sınırlama demektir, çünkü bu sayede o sınırlıdan ayrışır.
Kâmilden sudur eden bir şey, O’na yaraşır kemale göre ortaya çıkar. Başka bir
ifadeyle, âlemde kesinlikle bir eksildik yoktur. Hastalıkları doğuran geçici
durumlar olmasaydı, hiç kuşkusuz, insan (bütün bunları bilen) bir âlim gibi
âlemde dolaşır ve gezinirdi. Çünkü âlem Hakkın bostanı, isimler ise ortak bir
şekilde onun sahipleridir. Öyleyse her isim âlemde bir pay sahibidir.
Hakikatlerin verisi budur.
Şu
halde eşyanın kemali, özsel bir nitelik iken eksiklik geçicidir. Her şeyin
özünde yetkin olduğunu anlamalısın!
Kendi
kıymetini ve değerini bilen biri helak olmaz. Kuşkusuz, erkeğin kadın
karşısındaki durumu açıklanmış oldu. Bunlar bir açıdan farklı olsa bile başka
bir açıdan ortaktır.
‘Allah
Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn
Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ KISMI-Kadının Durumu Erkekten
Farklıdır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah
Teâlâ’nın kulları ikiye ayrılır:
Bir
kısmı şeytanın üzerinde otoritesinin bulunmadığı kullardır. Böyle kullar
‘ihtisas’ kullarıdır. Onlar sadece Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşan ve Allah
Teâlâ’yı duyan kimselerdir. Buna göre kesin delil, ona değil, Allah Teâlâ’ya
aittir. ‘De ki kesin delil Allah’a aittir.’ (En’am, 149) Kulların bir
kısmı, Allah Teâlâ’dan aktarır ve O’ndan duyar. Bu kullar kesin delil
sahipleridir, çünkü Allah Teâlâ ‘O arzusundan konuşmaz, onun konuştukları
vahiydir’(Necm, 3-4) buyurur. Allah Teâlâ isteyen ve icabet edendir.
Kulların geneli ise Allah Teâlâ’nın peygamberine haklarında şöyle dediği
kimselerdir:
‘Kullarım
sana beni sorduklarında, Ben onlara yakınını, dua edenin duasına karşılık
veririm.’(Bakara,
186) Burada Allah Teâlâ herhangi birini ayırmadan bütün kulları kendisine izafe
etmiştir. Başka bir ayette ise ‘Ey kendilerine zulmeden kullarım!’
(Zümer, 53) der. Burada da aşırı gitmede kayıtsız olmalarına rağmen Allah
onları kendisine izafe etmiş, onlara rahmetinden umut kesmeyi yasaklamıştır. Bu ve benzeri ifadeler, İblis’in de Allah’ın ihsanından
kaynaklanan rahmetine tamah etmesine yol açmıştır. O’nun rahmetinden umut kesmiş olsaydı,
günahlarına günah katılacaktı. Allah onun aşırılığı hakkında bizi yoksullukla
korkutmasını zikreder. İblis bize taşkınlığı emrederken Allah onun bizi
korkuttuğu fakirliğe karşı ihsanını lütfeder. Şeytan böyle yapmakla memurdur,
çünkü Allah ona ‘Onlara vaatte bulun,(İsrâ, 64) diye emretmiştir. İblis,
kendisinden aktarmış olduğu üzere, bu emrinde Allah’ı tasdik ederken kuşkuyla
O’nun emrine bağlanır. Bu emir ‘Onlara vaatte bulun, (İsrâ, 64) ayetinde
belirtilir. Allah Teâlâ ise taşkınlığın karşısına mağfiretini yerleştirmiştir.
Taşkınlığı emretmek bir taşkınlıktır. İblis, Hakk’ın mağfiret vaadinin
altına girmiş ve bu da onun tamahını artırmıştır. Bununla birlikte onun
yeri cehennemdir, çünkü İblis cehennem ehlindendir. Ateş ehlinden olup da
kendisine uyanların günahları onun üzerine yüklünse bile, İblis ancak belli bir
süre sonra sona erecek şeyleri yüklenmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ihsanı
kesilmez, çünkü o ihsan, uygun karşılığın dışındadır. Allah Teâlâ’nın rahmeti
herhangi bir mahalle özgü olmadığı kadar herhangi bir yere özgü de değildir. O
her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse rahmet diyarı, varlık diyarı demektir.
Zikredilen
bu kulları Allah Teâlâ kendisine izafeyle zikretmiştir ve O’na izafe edilmek
şereftir. Böylece Allah Teâlâ, rahmetinden umut kesmeyi yasaklamış olduğu
‘haddi aşan kullar’ ile şeytanın otoritesinin nüfuz etmediği kulları kendisine
izafede birleştirmiştir. Allah söz konusu kullarını -herhangi bir vakit belirlemeksizin-
bütün günahları bağışlamakla müjdelemiştir. Bu nedenle bazı kullar için mağfiret öne
geçerken bazı kullar için sonra gelir.
Sadece kul
var ve O kolun Rabbi
Sadece
rahim ve rahim (merhamet edilen) var
‘Rahim’
merhamet edilen demektir. Bu ifade katil, cerîh ve tarîd gibi ism-i meful
kalıbındadır. ‘Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur.'(Yunus,64) Bunlar
âlemin cevherleridir. Değiştirme onlardan değil, Allah’tan kaynaklanır. ‘Bir
ayeti neshetsek veya unuttursak, daha hayırlısını veya benzerini getiririz.,(Bakara,
,156) Bir okumada ise biz onu unutursak şeklinde gelmiştir. ‘Onlar
günahlarını Allah’ın iyiliğe çevirdiği kimselerdir.,(Furkan, 70), ‘Kim
Allah’ın nimetini değiştirirse...,(Bakara, 211) Kastedilen nimet, daha önce
Allah Teâlâ'nın müjdelemiş olduğu mağfiretin herkesi kapsamasıdır. ‘Kendisine
geldikten sonra...‘Den sonra’ şart olsa bile, içinde istifham kokusu
vardır. Cevapta şöyle der: ‘Allah cezası şiddetli olandır.’ (Bakara,
211) Hâlbuki Allah nimetini değiştireni
cezalandıracaktır dememiştir. Allah gerçekte Şedidü’l-ikab’dır, yani
cezalandırırken şiddetle cezalandırır. Öyleyse ‘Allah'ın nimetini kendisine
geldikten sonra değiştiren’(Bakara, 211)
ayetini takdir edecek yoktur.
Nimeti değiştiren kişi, vaktin ihtiyacına göre daha hayırlı bir
şeyle Allah Teâlâ’nın nimetini değiştirir, çünkü hüküm vakte aittir. Veya
benzeri bir nimet ile değiştirir. Nesih tebdil demektir, ortadan kaldırmak
demek değildir. Sonra şöyle der: ‘Ben kulumun benim hakkımdaki zannındayım.
Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Her kim Allah’a karşı iyi zanda
bulunmazsa, emrine karşı çıkmış ve Rabbini bilmemiş demektir. İblis’ten
daha bedbaht birisi olabilir mi? Bununla birlikte Allah onun (kendisine uyan)
kâfirden uzaklaşacağını söylemiş, onu âlemlerin Rabbi Allah’tan korkmak
özelliğiyle nitelemiştir.
Bir ayette ‘Allah’tan ancak âlim kulları
korkar’(Fatır, 28) buyrulur. Sonra
ayet ‘Allah Aziz ve Gafur’dur’(Fatır, 28)
diye tamamlanır. Yani
Allah, kendisiyle kulları hakkındaki genel mağfiretinin arasına perde teşkil
edecek bir şeyden etkilenmekten münezzehtir. Ayetteki isimler, mağfiret ve
bağışlamanın genelliğini bildirmek üzere, mübalağa kipinde gelmiştir. Bu
mağfiret, farklı tabakalarına göre günahkârlar için mutlak bir umuttur.
Kendisine geldikten sonra nimeti değiştiren hakkında söylediği Şedidü’l-ikab
olması ise bu nitelikteki birisine ‘ikab’ ile süratle ulaşması demektir. Ona
ulaşarak değiştirdiği işte değiştirmenin -ona değil- Allah’a ait olduğunu
bildirir. Böylece ona ‘Her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu’(Yasin,
83) bildirir’. Çünkü Allah Teâlâ burada ‘ikab’ kelimesine acı (elim)
bitiştirmemiştir. Elem ve acı ikaba ve azaba bitiştirilmediğinde, acı veren
işin kendisinde, kelimenin başka bir şekilde yorumlanma ihtimali vardır. Çünkü
sadece elemden korkulurken bilhassa haz arzu edilir. Elem ve hazzı kabul edenin
kendisinde bulunduğu doğanın gereği budur. Allah Kuran’da kullarına sayısız
deliller vermiştir ki bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretişinin bir
yönüdür. Bedbahtlık bedbahtın kendi aslından kaynaklanmış olsaydı, Allah
kullarına rahmeti böyle açmaz ve zikrettiği delilleri serdetmezdi. Bu durum ‘Allah
sana bilmediğini öğretti, O’nun senin üzerindeki ihsanı büyüktür' (Nisa,
113) ayetinde belirtilir. İlahi ihsan ancak günahkâr ve müsrifler hakkında
büyük olabilir. İhsan sahipleri hakkında ise ‘İhsan sahipleri üzerinde bir
yol yoktur’(Tövbe, 91) denilir. Çünkü ilahi ihsan onlara doğrudan ve
sebepsiz gelmiş, bu sayede de onlar ‘muhsin’ yani ihsan sahibi (Allah’ı görür
gibi ibadet eden) olmuşlardır. Bu nedenle ilahi lütuf ve inayet, ihsan sahibi
olmayanlarda kalmıştır.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l
azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Fakir diye Allah
Teâlâ’ya nispet edilmek, zengin diye nispet edilmekten üstündür. Çünkü
zenginlik Hakk’ın zatıyla yaratıkların arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıran
zâtî bir niteliktir. Her talep, bir münasebet ve ilişkiye imkân verir, çünkü
mevcut olan, arzulanmaz. Dolayısıyla talep ve istek, talep esnasında sahibinde
bulunmayan bir şeyle ilgilidir. Bu nedenle talep, yokluğa -ki madum demektir-
ilişebilir. Bununla birlikte talep edilen şey, var olan bir varlıkta
bulunabileceği gibi var olmayan bir şeyde de bulunabilir. Âlemde sadece talep
eden vardır. Dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır.
Fakirlik
başkalarında bulunmayan bir özellikle diğer niteliklerden ayrılır. Bu özellik,
onun madum (yok olan) ve mevcudun niteliği olmasıdır. Her olumlu nitelik, bir
mevcutta bulunmalıdır. Bakınız! Mümkün, yok
iken bir tercih edene muhtaçtır. Var olunca bu kez varlığını sürdürmede ve
korumada muhtaçtır. Dolayısıyla mümkün, hem varlık hem yokluk halinde ‘fakir’
kalmayı sürdürür. Öyleyse
fakirlik, hüküm bakımından makamların en genişidir. Bu nitelikten kazanılmış olan ise, özel
bir izafettir. Bu ise -başkasına değil- Allah Teâlâ’ya muhtaçlıktır ki, bununla
Allah Teâlâ övülür. Bu muhtaçlık, insanı mutlu eder ve kendisini Allah Teâlâ’ya
yaklaştırır. Bu izafette ise, insanda yaratılmış olan her nitelik ona ortaktır.
Örnek olarak
cimrilik, hırs, haset, aç gözlülük gibi göreli olarak ve yerine göre
üstün-değerli ve değersiz ve düşük olan nitelikleri verebiliriz.
Hükümdarların
yoksunluğundan daha büyük bir yoksulluk yoktur. Çünkü hükümdar, askerlere
olduğu kadar yönetimini ayakta tutmasını sağlayacak kimselere de muhtaçtır.
Hükümdar, bu adı onun için koruyacak yönetim ve mülke muhtaçtır.
Sultan
Selahaddin Yusuf b. Eyyub’a (ra.) 581 senesinde Ebu’l- Kamil el-Müneccim,
ulaştığı her yeri toza çevirecek büyüle bir fırtına çıkacağını söylemiş. Bazı
arkadaşları fırtına gecesi saklanacağı güvenli bir yer bulmasını tavsiye
edince, hükümdar şöyle demiş: Fakat insanlar ölecek, öyle mi?’ ‘Evet’ diye
cevap verdiklerinde şöyle demiş: ‘İnsanlar ölürse, ben kime hükümdar ya da
sultan olacağım? Hükümdarlık gittikten sonra, hayatta ne iyilik kalır ki? Bırakın
beni de, hükümdar olarak öleyim. Yemin olsun ki, dediğinizi yapmayacağım.’
Bunun ne kadar
güzel bir söz olduğuna bakınız! Her izafi varlık -bunun farkında olmasa da-
yoksundur. Onu fark etse bile, ‘yoksulluk’ denilen şey olduğunu bilemez.
Yoksunluğun durumu böyle olunca, Allah Teâlâ’ya -ki her şeyin melekûtu O’nun
elindedir- muhtaçlık, sabit ve mevcuttur. Bu nedenle Allah ‘Onların
sözlerini yazacağız’ (Al-i İmran, 181)buyurdu. Yani, onu zorunlu
kılacağız. Başka bir ifadeyle onlar, yoksulluğun kesinlikle şikâyette bulunmayacakları
zorunlu bir nitelik olduğunu anlayacaklardır. Hâlbuki onlar ‘Biz zenginiz’ (Al-i İmran, 181) demişlerdi. Çünkü
onlar, gerçekte yoksul olduklarından perdelenmiş, bu nedenle de kâfir
olmuşlardır. Onlar, zevk yoluyla öğrendikleri ve inkâr edemeyecekleri bir
durumu örtmüşlerdir. Sussalar bile, halleri onları yalanlar. Böylelikle zengin
olmadıkları halde ‘biz zenginiz’ (Al-i İmran, 181)derler. Onlar, ‘Kuşkusuz Allah
fakirdir’ (Al-i İmran, 181) der. Hâlbuki Allah,
zatı yönünden fakir değildir. O, âlemlerden müstağnidir. Bu kitabın pek çok yerinde
Allah’ın âlemlerden müstağni olmasının anlamı zikredilmiştir. Bu ifade ‘Allah
zengindir’ (Al-i İmran, 181) ayetinin benzeri
olmadığı gibi ‘Allah zengindir, siz yoksulsunuz’(Muhammed, 38)ayetine de benzemez.
Yoksulluğun bu
kadar yaygın olduğunu öğrenince, onu herkes için ve her durumda dikkate
almalısın. Yoksulluğunu -herhangi bir belirleme olmaksızın- kayıtsız anlamda
Allah Teâlâ’ya bağla! Binaenaleyh Allah (senin maslahatını bilmede) senin için
daha uygundur. İsteğini belirlemekten kendini geri tutamazsan bile,
-belirlemiş olmakla birlikte- en azından yoksulluğunu Allah Teâlâ’ya bağlamaya
çalış! Allah Hz. Musa’ya şöyle vahyetti:
‘Ey Musa!
Benden başkasına ihtiyaçlarını sunma. Hamuruna katacağın tuzu bile benden iste.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın Musa’ya
öğretmesidir.
Rüyamda Allah’ı
gördüm. Bana şöyle diyordu:
‘İşlerinde beni
vekil edin.’ Ben de O’nu
vekil ettim. Artık sadece Allah Teâlâ’nın korumasını gördüm ve bu nedenle O’na
hamd olsun. Allah, bizi kendisine muhtaç olanlardan etsin! Çünkü Allah
sayesinde Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak, zenginliğin ta kendisidir. Çünkü Allah,
zengindir ve sen O’na muhtaçsın. Dolayısıyla sen O’nun sayesinde âlemlerden
müstağnisin. Bunu bilmelisin!
‘Allah Teâlâ,
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye
[Kitap]. [YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM- Allah Teâlâ’nın Vasıtasıyla Zengin Olan O’na
Muhtaçtır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
İnsanların
köpek sahibi olmasının niçin çocuk sevgisi yerine geçtiğini, görsel medya
etkilerinin nerelere vardığı hakkında bilgi sahibi olmak için önemli bir bilgi.
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Hayal
mertebesinin değerini ve otoritesinin gücünü ancak Allah Teâlâ, sonra o bilgiye
ehil kıldığı peygamber ve veliler bilebilir. Bu iki sınıfın dışındakiler onun
değerini bilemez. Hayal mertebesini bilmek, nübüvvet makamlarının birincisidir.
Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sabahladığında
sahabesiyle oturur, onlara şöyle sorardı:
‘Aranızda
rüya gören var mıdır?’
Böyle demesindeki maksat, Allah Teâlâ’nın âlemde ertesi gün veya gelecekte var
edeceği şeyleri görme arzusudur. Allah rüyayı görene uykusunda ya açık bir vahiy
(ilham) veya görenin aşina olduğu suretteki vahiyle onları bildirir; bununla
birlikte rüyayı gören kişi o surede neyin kastedildiğini anlayamaz ve bu
nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın o suretle
neyi irade ettiğini bildirmek üzere rüyayı tabir ederdi. Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin âlimlerin nezdinde meçhul kalan bu mertebeye ilgi
göstermesinin nedeni buydu. Allah Teâlâ kulları arasından derin akıl
sahipleri ve ibrede düşünenlerin dikkatlerini şu ayete ne güzel çekmiştir:
‘O
sizi rahimlerde dilediği şekilde tasvir edendir.’ (Al-i İmrân,6)
Rahimlerin bir türü de hayal olan
(rahimlerdir). Söz konusu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir
edilir ve Allah Teâlâ o rahimlerde manaları dilediği suretlerde terkip eder. Bu
bağlamda Allah Teâlâ hayalde İslam’ı ve Kuran’ı yağ, bal şeklinde; bağı ise
dinde sebatkârlık şeklinde; dini, renkli gömlek veya güçlü bir kale veya kir
veya bilinmeyen bir şey şeklinde gösterir. Rüyadaki bu suretler rüyayı görenin veya
rüyanın adına görüldüğü kimsenin dinle ilişkisine göre gerçekleşir.
Dımeşk
(Şam) kadısı Şemseddin Ahmed b. Mühezzibiiddin Halil el-Cüveynî’yi –Allah Teâlâ
onu başarıya erdirsin ve melekleriyle desteklesin, verdiği hükümlerde masum
kılsın- kadı olarak görevlendirildiğinde rüyamda görmüştüm. Birisi ona şöyle
diyordu:
‘Allah
sana temiz ve renkli bir elbise giydirdi. Onu kirletme ve rengini bozma!’ Uyandım ve rüyayı
kendisine anlattım. Allah onu ilahi tavsiyeyi muhafaza edenlerden etsin.
Hayal
suretlerin kendisinde tezahür ettiği rahimlerden birisidir. Hayali mertebe
suretleri kabul ettiği için Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle demiştir:
‘İnsanlara
şehvetlerden kadınlar sevdirildi.’ (Al-i
İmran, 14)
Yani kadınlarda sevdirilmiştir. Öyleyse sevgi
suretleri, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına süslü gösterdiği bir surettir ve
kişi onu -başkası nedeniyle değil- kendisi nedeniyle sever. Çünkü Allah Teâlâ
ona ancak belirttiği hususta şehvet sevgisini süslemiştir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ salt sevgiyi insana sevdirmiş, sonra da onu zikrettiği hususlarda şehvete
bağlamış, ardından da dilediği kimseler için şehvette başka bir duruma
bağlamıştır. Allah Teâlâ ayette şehveti zikretmiştir, çünkü şehvet, doğal bir
surettir ve hayali doğa sınırlar, sonra da hayal onun üzerinde hüküm verir ve
dilediğinde onu bedenlendirir. Bu yönüyle hayal aslı üzerinde hüküm veren bir
ferdir, çünkü hayal, saygın ve kerim bir ferdir. Allah Teâlâ hayalden daha
yüce menzili olan bir şey yaratmadığı gibi ondan daha genel hükme sahip bir şey
de yaratmamıştır. Hayalin hükmü, bütün var olanlara ve aralarında
imkânsızın vb. bulunduğu var olmayanlara yayılmıştır. Binaenaleyh var ettiği
şeyler içinde ilahi kudretin en yüce varlığı hayalde bulunur. Hayal vasıtasıyla
ilahi kudret ve iktidar ortaya çıktığı gibi Allah onun vasıtasıyla kendi
üzerine rahmeti vb. yazmış ve herkese vacip kılmıştır. Hayal kıyamette ve
inançlardaki tecellinin gerçekleştiği bir yerdir. Bu yönüyle hayal, Allah
Teâlâ’nın en büyük şiarı ve delilidir.
Hayalin
otoritesinin ve gücünün bir tezahürü, hâkimlerin hayal hakkında tespit ettiği
bir husustur. Bununla birlikte onlar ne söylediklerini anlamamış veya hayale
hakkını vermemişlerdir: Hayal doğanın bir parçası olsa bile Allah Teâlâ’nın
ihsan ettiği ilahi gücü nedeniyle doğa üzerinde büyük otoriteye sahiptir.
(Onlar demişlerdir ki) ‘Çocuğunun asil bir evlat olmasını isteyen bir insan
eşiyle cinsel ilişkiye girerken büyük
âlimlerden birisini zihninde canlandırmalıdır.’ Bu işin etkisini
göstermesini istiyorsa, o zaman gördüğü sureti (hayal âleminde) nakledildiği
surette veya tasavvur sahibinin kendisini gördüğü surette görüp eşine de o
suretin sahip olduğu güzelliği söylemelidir. Öyle bir kâmil insan tasavvur
edildiğinde, onu bilgi ve ahlakının güzelliğini dikkate alarak tasavvur etmelidir.
Bedensel sureti çirkin bile olsa, bilgi ve ahlakının güzelliğine göre güzel bir
şekilde tasavvur eder. Bu esnada erkek söz konusu manaları bedenlendirir ve o
sureti eşinin ve kendi gözünün önünde canlandırır, İkisi birlikte kendilerini o
suretin güzelliğine teksif ederler. Birleşmeyle kadın hamile kalırsa, tahayyül
ettiği suret çocuğuna etki eder ve doğan çocuk (tahayyül edilen kâmile ait)
menzille doğar. Bunun böyle olması zorunludur. Çocuk böyle doğmazsa, bunun
sebebi, meninin rahme düşmesi esnasında anne ve babadan birinin - kendileri
farkından değilken- nefsinin maruz kalıp o sureti tahayyül etmekten
uzaklaştıran bir durum olabilir. Sıradan insanlar bu durumu ‘kadının iştahı’
diye ifade ederler. Bazen cinsel birleşme esnasında karı kocadan birisi veya
her ikisi de hayallerinde köpek, aslan veya herhangi bir hayvanın sureti
canlandırabilirler. Böyle bir birleşmeden doğan çocuk, ebeveynin tahayyül
ettiği hayvanın ahlakı üzere doğar. Birbirlerinden farklı sureti tahayyül
ederlerse, çocukta annenin ve babanın tahayyül ettikleri suret ortaya çıkar.
Öyle ki dış surete veya çirkinliğe bile etki eder. (Bunlar filozofların hayal
gücü hakkındaki görüşleridir).
Filozoflar
hayalin bu otoritesini bilmiş olsalar bile, ilahi ilimleri elde etmek üzere onu
müstakil bir bilgi aracı saymazlar. Çünkü onlar bilgisizlikleri nedeniyle talep
edilmeyen bir işin peşinden Onların peşinden koştukları ise maddelerden
soyutlanmaktır. Hâlbuki böyle bir hal ne dünyada ne de ahirette mümkündür.
Binaenaleyh maddelerden soyutlanmak düşünülür, fakat görülemez. Teorik düşünce
sahiplerinin böyle bir düşünceden daha büyük bir hataları yoktur. Üstelik bu
hatanın farkına varmadan başardıklarını zannederler, hâlbuki zarardadırlar!
Ömürlerini elde edemeyecekleri bir işi elde etme uğrunda harcarlar. Bu nedenle
akıl, velimin veya hayalin etkisinden ve hükmünden kurtulamaz. Hayal melekler
ve ruhlar âleminde ‘imkân’ şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla ruh veya Allah
Teâlâ’yı bilen bir kimse, müşahede ettiği her şeyde ‘imkân’ hükmünden uzak
kalamaz, çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin hakikati, kendisi itibarıyla
‘imkândır.’ Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz. Herhangi bir varlık kadim
veya hâdis bir şeyi ancak kendi nefsiyle gördüğüne göre, sürekli olarak ‘imkân’
hükmü görene eşlik eder. Bunun farkına ancak gerçeği olduğu hal üzere bilenler
varabilir. Böyle bir insan soyutlanmanın ancak vehimde mümkün olduğunu bilir,
yoksa gerçekte ona güç yetiremez, çünkü böyle bir şey yoktur! Allah ehlinin
seçkinlerinin dışında pek çok kimsenin ayakları burada kayar. Allah ehli ise bu
meseleyi Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenmiştir.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ÜÇ YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM, Tevhit ve
Cem' Menzilinin Bilinmesi]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
“Birlikte
oturduğunuz dostlarınızın en hayırlısı, görünüşüyle size Allah’ı hatırlatan,
sohbetiyle sizin güzel amellerinizi arttıran, salih ameliyle/güzel fiil ve
davranışlarıyla size ahireti hatırlatan kimsedir”(Suyutî,
Camiu’s-sağir, 2/14).
"Dostun
hayırlısı; Allah'ı zikrettiğinde sana yardım eden, Onu unuttuğunda sana
hatırlatandır”(Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/11). İbn Ebî’d-dünya’nın Hasan-ı Basrî’den
rivayet ettiği bu hadis mürseldir(bk. a.g.y).
“Bazı
insanlar Zikrullahın anahtarlarıdır. Bunlar görülünce, Allah zikredilir
/hatırlanır /anılır.” (Mecmau’z-Zevaid, 10/78).
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah
Teâlâ kendinden bir ruh ile bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki, Allah
Teâlâ şöyle der:
‘Onlara
Allah’ın ayetlerini hatırlat,’
(İbrahim, 5) Bu bağlamda yüce kitabında peygamberine emrettiği hususlardan
birisi şuydu:
‘De
ki size bir şeyi öğüt veriyorum’,(Sebe,
46) Allah Teâlâ şöyle der: ‘Veya
onlara acı bir azap gelecektir.’ (Hac, 55)
Bu
münazelenin esası, zikredilen üç ayete dayanır. Buna göre öğüt gafil
âlimlere ait iken vaaz-bütün insanlara yapılamaz. Bu nedenle başta ‘insanlara
vaaz eden beni tanımamıştır’ denildi. Çünkü onlara vaaz eden kimse, benimle
değil, benden olan bir şeyle kendilerine vaaz edecektir. Aynı şekilde insanları
korkutan da (benimle değil) benden meydana gelen bir şeyle onları korkutmuştur.
Bu bağlamda teşvik, korkutmanın yerini alamaz. Çünkü teşvik, bana dair
olabilirken korkutma benden meydana gelen bir şeyden olabilir.
Ayette
geçen ‘akîm gün’, herhangi bir zaman benzerini meydana getirmeyen gün demektir.
Yani kendisinden sonra ondan meydana gelebilecek günün bulunmadığı gündür.
Çünkü dünyadaki her gün önceki bir günün oğludur. Bu yönüyle o ikisi, gece ve
gündüzün ikizleridir. Gece dişi gün erkektir. Bunlar birleşir ve kendilerinden
sonra gelen gündüz ile geceyi doğururlar. Onların gelişiyle birlikte anne ve baba
gider. Çünkü onlar hiçbir zaman bir araya gelmezler. Gece gündüzü sarıp
birbirlerine girdiklerinde, her birisinde meydana gelen iş ve hadiselerin
doğumu gerçekleşir; bunlar Hakk’ın şe’nlerindendir. Gündüzde meydana gelen
hadiselerin doğumu için gece erkek ve gündüz dişi olur. Buna mukabil geceleyin
meydana gelecek hadiseler için gündüz erkek gece dişi olur, ikizin doğumu için
gece dişi gündüz erkek olur, ikizler ikinci gün ve onun gecesidir. Gece
asildir. Gece karşısında gündüz Âdem karşısında Havva gibidir. Sonra birleşme
ve doğum gerçekleşir.
FASIL
Vaizin
Yaptığı Birinci Vaaz
Bu
vaaz, gayrete gelerek veya tazim etmek amacıyla, Allah’ın emrettiği bir işi
yerine getirdiğini görerek Allah’ı ve peygamberini övmek üzere o makamda şöyle
demesidir: ‘Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiştir.’ Nisa, 80
Böyle söylemekle Kitap ve Sünnete göre Allah Teâlâ için bir iş yapmış olursun.
Yoksa nefsinin hevasıyla veya doğal bir gayretle veya kevni bir yüceltmeyle bir
şey yapmış olmazsın. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘İçinizden
birisini, yatağına uzanmışken bir hadisim kendisine geldiğinde ‘Bana Kuran
okuyun’ dediğini görmeyeyim. Allah’a yemin olsun ki, hadis Kuran gibidir veya
daha fazlasıdır.’
Burada ‘daha
fazla’ derken hadisin mertebesini yüceltmek amacı taşır. Çünkü Kuran-ı
Kerim kendisiyle Allah Teâlâ arasındadır ve bu aracılıkta Cebrail vardır. Hadis
ise Allah Teâlâ’dan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme direk ulaşır.
Bilindiği üzere isnat zincirindeki yakınlık uzaklıktan daha değerlidir. Bir
tane bile olsa, zincirdeki bir râvinin düşmesi, isnadı değerli kılar, çünkü
râvinin aktardığı haberdeki etkisi ve hükmü azalır. Bu yönüyle haberin
aktaranın etkisini taşıması kaçınılmazdır. Dolayısıyla haber aktarıldığı asıl
halinde kalmayacağı gibi bir insanın ‘bu falancanın sözüdür’ demesi o
sözü aktaran veya duyanın demesiyle aynı derecede doğru değildir. Bu durum dil
ve lisanın değişmesinden kaynaklanır. Çünkü mütercim konuşulan sözü tam
aktarmak yerine ancak anladığını aktarabilir. Sana bir sözü aktarılan kimseyle
aynı dönemde yaşarken o sözden anladığınla sana sözü aktaranın anladığı bir
olmayabilir. İşin en nihayeti, bu dereceden benzerine inmiş olmasıdır. Hz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘daha çok’ diye bir ifade
kullanmış olmasının nedeni, gerçekte durumun öyle olmasıdır. Bu nedenle hadis
Kuran’dan ‘daha fazla’ sayılmıştır. Kuran’ın vasıtayla geldiğini söyledik.
Bunun delili ‘Onu Cebrail indirdi’
(Şuara, 193) ve ‘De ki onu Ruhu’l-kuds rabbinden indirdi’ (Nahl,
102), ‘Sana vahyi indirilmezden önce Kuran’ı aceleyle okuma, de ki rabbim
bilgimi arttır’ (Ta-Ha, 114) ayetleridir. Son emirde kastedilen,
vasıtaların ortadan kalkmasıyla Allah Teâlâ’dan doğrudan ulaşan bilgilerle
bilgi artışıdır. O ise kendisine ‘Kuran’ denilmeyen hadistir.
Vaazda Kitabın veya Sünnetin
dışına çıkmamak gerektiği gibi anlamsız hususlara dalıp Yahudilerden,
Hıristiyanlardan ve tefsir kitaplarında Allah’ın şanına veya peygamberlerin
mertebesine yaraşmayan hususları aktaran tefsircilerden nakil yapmamalıdır.
Anlatılır
ki, birisi meşhur vaizlerden Mansur b. Ammar’ı ölümünün ardından rüyasında
görmüş ve ona şöyle demiş:
‘Ey
Mansur! Neyle karşılaştın?’ Mansur şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ beni önünde
durdurup şöyle dedi:
‘Ey
Mansur! Bana neyle yaklaştın?’ Ben de cevap verdim: ‘İnsanlara vaaz veriyor ve öğüt
ediyordum.’ Allah Teâlâ şöyle dedi:
‘Ey
Mansur! Zeynep ve Suad’ın şiirleriyle mi bana yaklaşmak isteyip kullarıma vaaz
veriyordun?’ Sonra da bana minberde okuduğum âşıkların sevgililerine
yazdıkları şiirleri hatırlattı. Bu durum bana ağır geldi. Sonra şöyle dedi:
‘Benim bir
dostum senin meclisinde bulunmuş ve sen o mecliste şöyle demiştin:
‘Allah’ım!
İçimizden kalbi en katı, gözü en yaşsız olanımızı bağışla!’
Oradaki
velim ise şöyle demişti:
‘Allah’ım!
Bu niteliğe sahip her kim ise onu bağışla!’ Baktım ve senden daha
katı kalpli ve kuru gözlü kimse görmedim. Velimin duasını kabul ettim ve seni
bağışladım.’
Bir vaiz
vaaz ederken, Allah Teâlâ’yı hatırlatan şiirlerin dışında bir şiir
okumamalıdır. Çünkü böyle şiirler, Allah ehlinin söylediği ve söylenmesi ve
dinlenmesi helal sözlerdir. Çünkü o, Allah adının kendisinde anıldığı sözdür.
Vaiz
Allah’a dair ister övme amaçlı ister nesebinden söz etmek üzere Allah Teâlâ’dan
başkası adına yazılmış bir şiir okumamalıdır. Böyle bir davranış, Allah
Teâlâ’ya yaklaşmak üzere necaset ile abdest almaya benzer. Çünkü yaratılmış
hakkındaki bir söz, hiç kuşkusuz ki, yaratılmıştır. Allah Teâlâ kitabında bu
konuya dikkat çekerek şöyle der:
‘Niçin
Allah’ın adının üzerlerinde anıldığı şeyleri yemiyorsunuz?’ (En’âm, 119) Başka bir
ayette ‘Allah’ın adının zikredilmediği şeylerden yemeyiniz, onlardan yemek
günahtır’(En’âm, 121) buyurur.
Allah
Teâlâ’dan başkası için yazılmış şiirler, Allah Teâlâ’dan başkasına tahsis
edilmiş demektir. Çünkü niyetin eşyada bir etkisi vardır. Allah Teâlâ şöyle
der:
‘Onlar
dini bütünüyle Allah Teâlâ’ya tahsis ederek ibadet etmekle yükümlüdürler.’ (Beyyine,5) İhlâs niyet demektir. Şair, sevgilisini
övmek ve tanıklığına göre ehil olmayan birini methetmeyi amaçlamıştır.
Kardeşlerimden biri bana bir mektup yazmış, mektupta beni o kadar övmüştü ki,
sadece lakap olarak altmış üç lakap saymış, ben de ona şöyle yazmıştım:
‘Onların
şahidikleri yazılacak ve hesaba çekileceklerdir.’ Ardından Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Allah Teâlâ’ya karşı kimseyi tezkiye (temize
çıkarma) etmem’ ifadesini yazdım. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir insanı tezkiye etmek yerine şöyle derdi: ‘Onun şöyle olduğunu
zannediyorum.’ Allah Teâlâ şöyle der; ‘Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz.
O takva sahiplerini en iyi bilendir.’ (Necm, 32) Bu sözleri söyleyen kişi,
başlangıçta hangi tarzda olursa olsun, Hakkın mertebesine (yaklaşmaya) niyet
etseydi, belki de o davranış Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olurdu. Çünkü
ameller niyetlere göredir ve herkes için ‘niyet ettiği şey vardır.’
Çünkü Allah insanın içinde olan şeyleri bilir ve Allah’ın sırları kendinde
izhar edeceği gün vardır. Dine göre Allah Teâlâ’ya yakınlık sayılan her iş,
üzerinde Allah’ın adının anıldığı ve Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiş
hususlardandır. Söz konusu şiir gazel tarzında yazılmış olup onda mekânlardan,
bahçelerden, bölgelerden söz edilse ve bunlar, ilahi marifetlerde ve bilgilerde
kendileriyle ilgili hususlara işaret etmek üzere kullanılmış olsa bir sorun
yoktur.
Bir
insan çıkıp bunu inkâra kalksa, bu hususta kendisine dayanacağımız bir ilkemiz
vardır. Şöyle ki:
Allah
Teâlâ kıyamet günü kullarına kendisinde inkâr edileceği bir surette tecelli
edecektir, insanlar o suretten kaçarak şöyle diyeceklerdir: ‘Senden Allah
Teâlâ’ya sığınırız. Sen bizim rabbimiz değilsin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben
sizin rabbinizim.’ Ki gerçekte de O’dur. Burada Allah’ın tecellisinde bir
sır vardır ki inançları ve inanç farklılıklarını öğrenmek üzere o sırrı
araştırmalısın. Aynı durum bu lafızlar için geçerlidir. Onlarda
isimlendirilenin sureti Allah Teâlâ’dan başkası olsa bile, durum söyleyenin
niyetinden başkadır. Çünkü Allah ona ancak bu konudaki niyetine göre davranır
ve söyleyenin hali söze yansır. Nitekim ‘söze ve söyleyene bak’ denilir
ki, sözü söyleyenin hali kastedilir. Sözü söyleyen dost ise, söz kaba bile olsa
dostluk bildirir; söyleyen düşman ise hoş bile gelse sözü düşmancadır. Biz de
şiirlerimizde bunu söyledik. Bizim şiirlerimiz de farklı suretlerde ilahi bilgileri
anlatır. Kullandığımız suret ve formlar, cesaretlendirme, övgü, kadın isimleri
veya nitelikleri, nehirler, mekânlar ve yıldızlar gibi hususlar içerir. Bu
konuda Mekke’de Tercümanü’l-Eşvak diye isimlendirdiğimiz bir kitap
yazmış, daha sonra onu Zeairu’l-A’lak dediğimiz bir kitapta şerh
etmiştik. Şerhi yazmamızın nedeni, bir Halep faklhinin o kitapta söylemiş
olduğumuz bütün şiirlerle ilahi bilgileri vb. hususların kastettiğimiz
hakkındaki ifademize tepki göstererek şöyle demesiydi:
‘Böyle
yapmasının nedeni din (âlimi) olmasıdır. Dine böyle bir gazel ve şiiri nispet
etmek istememiştir.’
Böyle dediği için de Allah Teâlâ kendisine hayır ihsan etsin. Çünkü böyle
itirazlar ve eleştiriler, insanların yararlandığı bu tarz şerlilerin
yazılmasına yol açan sebeplerdir. Biz de o şerhi yazarak, niyetimizin doğruluğu
ve iddiamızın sahihliğini o fakih ve benzeri kimselere göstermiş olduk. Fakih
kitabın şerhini okuyunca, söylediklerine tövbe etti ve Allah Teâlâ’ya yöneldi.
………………………………..
İnsanlara
vaaz verip kendi inancına göre onların faydalanacağını zanneden kimse, Allah’ı
tanımamıştır. Hâlbuki insanlara hatırlatan öyle değildir, çünkü sahip olduğu
şeye göre (ve kendini vesile bilerek) insanlara vaaz verir, hatırlatır. Bilir
ki dinleyenlerin bir kısmı bu vesileyle şifa ve deva bulurken bir kısmının
hastalığına hastalık katılır.
Allah
Teâlâ ‘Bir sure indirildiğinde, iman edenlerin imanı artar’(Tevbe, 124)
buyurur. Onlar hayrın gelmesiyle sevinenlerdir. ‘Kalplerinde hastalık
bulunanların kinlerine kin katılır.’(Tevbe125) Gelen sure aynı suredir,
fakat mizaçlar değişiktir. Bu ayetin gerçek anlamını doktorlar anlayabilir.
Onlar, belirli bir taşın belirli bir hastalığın mizacına iyi geldiğini başka
bir mizaca hastalık verdiğini veya özel bir hastalıkta hastalığı artırdığını
bilirler, ilaçlar hakkında böyle bir bilgiye sahip doktor, söz konusu ayeti en
bilebilecek insandır. Güven ve korku verişte kalp doktorlarının durumu da
böyledir: Hakîm iyileştirmek istediği hastaya güven duyduğu yerden ve hakkında
inanç sahibi olduğu kimsenin suretiyle yaklaşıp onu Hakk’a layık surete Hak
vasıtasıyla derece derece götürür. Fakat âlemde ilahi emir, bunun aksi bir
tarzda gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın meşiyet ve iradesi, bütün
insanları hidayet üzere toplamamak şeklinde tecelli etmiştir. Bu noktada işin
tarzı ve yöntemi Allah Teâlâ katında belli olduğu gibi ehli de yolu bilir ve
kuşkuya kapılmazlar. Çünkü taş, bitki, hayvan veya yıldız gibi herhangi bir
yaratılmışa ilah olarak inanıp kendisine ibadet eden bir insanı düşünelim:
Görmüş olduğu bu ilah kendisine hakikati söylediğinde, ilahının sözü nedeniyle
hakikate döner. Nitekim ahiret hayatında onun (‘ben senden uzağım’şeklindeki)
sözüne dönecek ve ilahı ondan uzaklaştığı gibi kendisi de ilahından
uzaklaşacaktır. Allah Teâlâ dünya hayatında ibadet edilen o putu kendisine
ibadet eden hakkında konuşturabilirdi (ve put ‘ben senden uzağım’ diyebilirdi).
Fakat ezeli bilgi ve ezeli irade, âlemde farklılıklar bulunsun diye, bizi
bundan alı koymuştur. Böylece dünyada ve ahiretin bir kısmında iş böyle
gerçekleşir. Daha sonra iş, her şeyi kapsayan rahmet sayesinde, (Elest âleminde
gerçekleşen ve herkesin Allah’ı Rab olarak kabul ettikleri) misale hükmüne
döner.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ÜÇ YÜZ DOKSAN SEKİZİNCİ BÖLÜM 'İnsanlara
öğüt veren beni tanımamıştır, onlara hatırlatan beni tanımıştır, artık sen de o
iki adamdan dilediğin ol Münazelesinin Bilinmesi]- hzl:Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l
azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bir
insanın bu makama ulaşabilmesi için, Hakk’ın onun duyması, görmesi, eli, ayağı
ve tasarruf eden bütün güçleri haline gelmesi gerekir. Bu durumda o Hakk vasıtasıyla
Hakk’ta ve Hakk için tasarrufta bulunur. Bu nitelik, sadece Hakk’ın sevdikleri
için mümkündür. Hakka yaklaşmadan Hakkın sevgilisi olmak mümkün değildir.
Yaklaşmak ise nafile ibadetlerle mümkündür. Nafile ibadetler, farzlar tamamlandıktan sonra geçerli
olabilir. Farzlar,
haklarını tam vermekte yerine getirilir. Bu nedenle -bir bildirme ya da
müşahede olmaksızın- herhangi bir kimse adına nafile ibadetin tam olarak sahih
olabilmesini imkânsız gördük. Çünkü farzları tamamlama işi, insanın bütününü
(nafile ibadetlerini) kapsar. Kutsi-sahih bir hadiste Allah’ın kıyamet günü
şöyle diyeceği rivayet edilir:
‘Bakınız
kulumun namazına! Tamamlamış mı, yoksa noksan mı bırakmış?’ Tam ise onun lehine tam yazılır.
Eksiklik varsa, şöyle der:
‘Bakınız!
Kulumun nafile ibadeti var mı?’ Var ise ‘Kulumun farzını nafile
ibadetinden tamamlayın’ der. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle der:
‘Bütün
ameller böyle ele alınır.’
Allah
Teâlâ, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden başka kimsenin nafile
ibadeti hakkında tanıklık etmemiştir. Onun adına şöyle der: ‘Geceleyin
teheccüde kalk, sana özgü olarak. Umulur ki Allah seni övülen makama ulaştırır.’ (İsrâ, 79)
Bu makam, yakınlık ve âlem tarafından görülen
bir efendilik makamıdır. Hakk kimin duyması olursa, duyduğuna bir kuşku bulaşmaz.
Böyle biri neyi, kimin ve kim vasıtasıyla duyduğunu bilir. Bunun yanı sıra, bu
duymanın neyi gerektirdiğini de bilir ve ona göre davranır. Dolayısıyla
duyduğunu yanlışlamaz. Hakk onun görmesi olursa, kimin vasıtasıyla ve neyi
gördüğünü bilir. Onun bakışına bir kuşku giremeyeceği gibi duyusuna yanılma,
aklına hayret giremez. Böyle bir insan, Allah için ve Allah vasıtasıyla görür.
Bütün hareket ve duruşları da bir muhakkikten ortaya çıkan ‘tahkik
duruşudur.’ Bu kişi, başkasının onu yanlışlamasını dikkate almaz, çünkü
varlıkta herkesin amacına uygun bir işin bulunması -kesinlikle- imkânsızdır.
Çünkü Allah
insanların bakışlarını farklı farklı yaratmış iken varlıklarında gerçekte bir
farklılık yaratmamıştır. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurdu:
‘O yedi
göğü yarattı. Rahman’ın yarattığında farklılık var mıdır?’(Mülk, 3) Allah Teâlâ burada bir farklılığın bulunmasını
reddetmiştir. Aksine eşyayı ilahi hikmetin koyduğu şekilde gösterdi. Öyleyse bu
bilgi kime verilirse, ona Allah Teâlâ’nın yaratıklarından her birine karşı
yerine getirmek zorunda olduğu davranış da verilmiş demektir.
Bu
makam, çetin bir makamdır. Sahibinden başka onu bilenler
(tadanlar) azdır. Bu makam sahibinin alameti ise, varlıkta ‘hata’ diye
isimlendirilen her şeyin ona göre Hakka dönük bir yüzünün bulunmasıdır. Bu
makam sahibi, söz konusu yüzü bilir ve kendisine sorulduğunda kabul edeceğini
bildiği kişiye onu bildirir. İşte bu makam sahibinin alameti budur.
Söz konusu
kişi, Rabbini her inançta, her gözde ve her surette gören kişidir. Böyle bir
görüş, sadece bu makam sahibi adına olabilir. Âlemde inkâr edilen bir iş
gerçekleşir ve bu makama ulaştığını iddia eden kimsenin gözünde söz konusu işte
Hakk’a ait bir yön bulunmazsa, böyle bir insanın o makamda bulunması
imkânsızdır. Çünkü bu malcam sahibi, inkâr edilen o işte Hakkın yüzünün nerede
bulunduğunu bilir.
Genellikle
bu durum, inançlarda ve şer’î hükümlerde gerçekleşir. Bu iki alanın dışında
arızî inkârın gerçekleştiği yerlerde Hakkın (yüzünün) görülmesi kolaydır. Bir
işteki Hakk’a ait yönü göstermek, o işin övülmüş olmasını zorunlu kılmaz. Amaç
bu değildir. Bir şey gerçek olmakla birlikte, kınanmış olabilir. Öyleyse
hakikat olan her iş dince ve alda göre övülmüş değildir. Tahkik derken
kastedilen şey - yolduk ya da varlık olsun- her şeyin hale ettiğini bilmektir
ki, buna batıl da dâhildir. Muhakkik ona da hakkını verir ve onu yerli yerinin
dışına çıkartmaz. Kimin niteliği böyle ise, o apaçık bir imamdır. O âlemlerin
tecelli ettiği yerdir.
‘Allah Teâlâ,
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye
[Kitap]. [YÜZ ALTMIŞ BEŞİNCİ BÖLÜM Tahkik ve Muhakkiklerin Makamının
Bilinmesi]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l
azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Doğru sözlü adamların rüyası da
doğrudur
Doğru sözlü olmayanın, rüyası doğru
çıkmaz
Ahiret hayatının doğruluğu onun
menzilleri
Zıddı ise dünya hayatıyla onun
zıddıdır
Doğru rüyalar, nebiliktir, fakat
eksiktir
Şeriatı neshedemez, yüce bir mertebedir o
Heva için kılıçların çekildiğini
gördüm
Sağ elimde ise dünyada heva için bir
kılıç vardı
Onun ne varlığını ne izini bıraktım
Eldeki kılıçla dünyada ve ahirette
Allah sana
yardım etsin ki, bilmelisin ki, insanın iki hali vardır:
Birincisi
uyku, diğeri uyanıklık diye isimlendirilir. Her iki halde de Allah, onun adına
eşyayı idrak etmesini sağlayan bir idrak yaratmıştır. Uyanıkken bu idrak ‘duyu’
diye isimlendirilirken uykuda ‘hiss-i müşterek’ diye isimlendirilir, insanın
uyanıkken gördüğü her şey ‘görme’ diye isimlendirilirken uykuda gördükleri
rüyadır. Uykuda idrak ettikleri ise, hayal gücünün uyanıkken duyulardan
zabtettiği şeylerdir. Bu ise, iki türlüdür: Birincisi, sûretini duyuda idrak
ettiği tarzda iken, diğeri, sûretinin parçalarını -ki onları uykuda duyuyla
idrak etmiştir- duyuyla idrak ettiği şeylerdir. Duyuların idrakinde
yaratılıştan gelen bir eksiklik var ve uyanıkken duyusal anlamı idrak
edememişse, uykuda da onu idrak edemez. Dolayısıyla uyanıkken dışta idrak
edemediği şeyi, uykusunda idrak edemez. Öyleyse asıl olan, duyudur ve uyanıkken
ve hayaldeki idrak, duyuya tabidir. Bazen idrak insanların bir kısmında
güçlenir ve yakaza halinde uykuda idrak ettikleri şeyi idrak ederler. Bu ise,
ender gerçekleşir ve bu yol ehlinden olan nebi ve velilere aittir. Biz onu
böyle gördük.
Bunu
öğrendiğinde bilmelisin ki: Nebilik (haber vermek), uyku veya uyanıklıktan
ibaret bu iki halden birisinde Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına dönük hitabı
veya sözüdür -hangisini istersen onu söyleyebilirsin-,
………………..
Baştaki konuya
dönebiliriz. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediği
sabittir: ‘Risalet ve
nebilik kesilmiştir. Benden sonra resul ve nebi yoktur.’ Bu ifade insanlara ağır gelmiş, sonra peygamber
şöyle demiştir: ‘Fakat müjdeli rüyalar (mübeşşirat) vardır.’ Bunun
üzerine sahabe ‘mübeşşirat da nedir?’ diye sorunca, Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Müslümanın rüyasıdır, rüya nebiliğin bir parçasıdır’ diye
cevap vermiştir. Bu, Hz. Enes radiyallâhü anhten aktarılan sahih-hasen
hadistir. …………
Bunu
öğrenince, şöyle deriz: Rüya üç türdür: bir kısmı müjdeli rüyalardır.
Bu, bu bölümde ele aldığımız kısımdır. İkincisi ise, İçişinin uyanıkken yapıp
hayaline nakış olan iç konuşmalardır. Uyuduğunda, hiss-i müşterek ile onları
idrak eder. Çünkü onu uyanıkken tasavvur etmiş ve hayalinde resmedilmiş halde
kalmıştır. Uyuduğunda ve duyular hayal hâzinesine yöneldiklerinde, onu
görürler. Bütün bunların nasıl olduğu daha sonra gelecektir. Üçüncü rüya türü
ise, şeytandandır.
Bu konuda bize
Ebu İsa et-Tirmizi’den sahih bir hadis aktarılmıştır: Bize Nasr b. Ali,
Abdulvahhab Selcafi’den, o Eyyub’dan, o Muhammed b. Sirin’den, o Ebu
Hureyre’den aktarmıştır. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Kıyamet yaklaşınca,
müminin rüyası yalan çıkmaz. Müminlerin içinde rüyası en doğru olanı, sözü en
doğru kişidir.Müslümanın rüyası, nebiliğin kırk altıda birlik parçasıdır. Rüya
üçe ayrılır. Salih rüya Allah’tan müjdedir. İkincisi şeytanın üzmesinden
ibarettir. Üçüncüsü ise insanın iç konuşması şeklindeki rüyadır. Biriniz
hoşlanmadığı bir rüya görünce, kalksın nafile kılsın ve rüyasını kimseye
anlatmasın.’ Tirmizi hadisin sahih
olduğunu söylemiştir. Ebu Katade’nin aktardığı hadiste ise şöyle denilir: ‘Aranızdan
biri nahoş bulduğu bir rüya görürse, üç kez soluna tükürsün ve şeytanın
şerrinden Allah’a sığınsın. Böyle yaparsa, şeytan ona zarar veremez’
demiştir. Başka bir sahih hadiste ise ‘Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece
bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca, gerçekleşir.’
Bilmelisin ki,
Allah Teâla’nın rüyayla görevli bir meleği vardır. ‘Ruh’ diye
isimlendirilen bu melek yalan semanın aşağısındadır ve uyuyanın kendisini ve
başkasını kendilerinde idrak ettiği bedenlerin sûretleri onun elindedir. O
sûretlerden meydana gelen varlıkların sûretleri de meleğin elindedir, insan
uyuduğunda ya da gaybet veya fena haline geçtiğinde veya uyanıkken duyulur
şeylerin meleğin elindeki sûretleri algılamasına engel olmadığı derecede güçlü
bir idrak düzeyindeyse, uyuyanın uyku-sunda gördüğü şeyleri (uyanıkken)
algılar. Şöyle ki: İnsanın hakikati, güçleriyle duyuruların mertebesinden ona
bitişik hayal -ki yeri dimağın önüdür- mertebesine intikal eder. Sûretlerle
görevli ruh, ayrık hayal mertebesinden -Allah Teâla’nın izniyle- Hakkın uyuyana
ya da (duyularından) gaybet halinde olana veya kendinden geçene veya güçlü
olana, sûretlerde bedenlenmiş manaları gösterir. Meleğin elindekl sûretlerde
bulunan manaların bir kısmı Allah ile ilgiliyken bir kısmı Allah Teâlâ’nın
kendisiyle nitelendiği isimlerle ilgilidir. Böylelikle kişi Hakkı bir sûrette
idrak eder veya Kuran’ı veya bilgiyi veya şeriatına uyduğu peygamberi (bir
sûrette) görür.
Bu esnada rüya
gören insan adına üç mertebe veya onlardan biri gerçekleşir.
Birincisi,
kişinin menzillerinden birisine ve ona ait niteliklere göre, idrak edilen
sûretin görene dönmesidir. Bu, kendisine döndüğü haliyle, bir şeyi bulunduğu
halde idrak etmektir.
İkincisi ise,
görülen sûretin görenin kendiliğindeki haline dönmesidir.
Üçüncüsü ise,
görülen sûretin meşru hakikate ve vaat edilen yasaya dönmesidir. Başka bir
ifadeyle o, sûretin görüldüğü bölgede geçerli yasaya döner.
Söz konusu
olan, bölgenin yönetimini elinde tutan ve yasayı uygulayan valilerden birinin
bölgesidir. Zikrettiklerimizin dışında dördüncü bir mertebe yoktur. Birincisi
-ki sûretin bizzat görülene dönmesidir-, tamdır ve iyidir, çirkinlik veya
eksiklikle nitelenmemesi gerekir. Diğer ilk mertebede ise görülen sûret,
güzellik, çirkinlik, eksildik ve kemal gibi hallerle ortaya çıkar. Böyle bir
sûretten hitap gelirse, hitap, gerçekleştiği hale göre ve onu anlaması
ölçüşünce değerlendirilir.
(Böyle bir
rüyadan sonra) Duyu âlemine döndükten sonra tabire güvenilmez, fakat kişi
tabiri biliyor veya bu konuda bilene sorarsa, durum farklıdır. Aynı zamanda
onun hareketine bakılmalıdır. Kastettiğim, görenin gördüğü sûret karşısındaki
saygı ve hürmet vb. davranışıdır. Onun hali, surete karşı kendisinden ortaya
çıkan davranışla irtibatlıdır. Çünkü görülen, her bakımdan gerçek bir sûrettir.
Bazen bu mertebeyi elinde tutan ruh görülebilir bazen görülmez.
Bu tarzın
dışındaki rüyalar ise -üzücü rüyalar ise- şeytandan veya kişinin uyanıkken
yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya
tabir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına -kendisinden değil-
tabirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Rüyayı
yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin
tabir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada görülen bu sûret, iç konuşması veya
şeytanın üzmesi şeklinde bulunduğu (rüyayı gören) kişinin algısından tabircinin
hayaline geçirir. Tabirci için rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zatında
resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın bir hükmü
ortaya çıkar.
Bu hükmü söz
konusu sûretin tabircinin nefsinde meydana gelmiş olması gerçekleştirmiştir.
Yusufun hapishanedeki iki adamla yaşadığı hadisede bu durum zikredilir. Onlar,
Yusuf’a anlattıkları rüyalarda yalan söylemişlerdi. Böylece onların rüyaları,
bir iç konuşmasından ibaretti ve -rüya görmeksizin- onu tahayyül etmişlerdi.
Konuyla ilgili en uzak durum budur. Çünkü rüya olsaydı, tabir kapsamına sokmuş
olurdu. Adam hikayesini Yusuf’a anlattığında, Yusuf’un hayalinde anlatılandan
bir sûret meydana gelmiş. Söz konusu sûret, Yusufun kendi kendine bir (iç)
konuşması olmadığı için, sûret Yusuf adına ‘gerçek’ olmuştu. Sanki o adam için
rüyayı gören Yusuf idi. O iki adam ise Yusuf için ‘rüya sûretlerini elinde
tutan melek’ konumundaydı. Rüyalarını tabir ettiğinde adamlar Yusuf’a şöyle
demişti: ‘Biz seni sınadık, rüya falan görmedik.’ Yusuf ise ‘Hakkında
görüş sorduğunuz konuda hüküm verildi’(Yusuf, 41) demiş, hadise, tabir
edildiği gibi dışta ortaya çıkmıştır.
Bir insan
rüya gördüğünde, gördüğünün gerektirdiği duruma göre, rüyada iyilik veya
kötülükten payı vardır. Ya da payı, o bölgedeki geçerli yasaya göredir. Görülen
sûrete gelirsek, onda görenin payı yoktur. Allah Teâlâ o payı bir kuş sûretine
çevirir. Gerçekte o, kuş şeklindeki melektir. Nitekim Allah amellerden, ruhanî,
bedenli ve berzahî melek sûretleri yaratır. Allah onları kuş sûretinde
yaratmıştır, çünkü şöyle denilir: ‘(Talih) kuşu ona şöyle bir pay getirdi.’
Kuş, pay demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin tair’iniz (uğursuzluk,
talih, kuş) sizinle beraberdir.’(Yasin, 19) Başka bir ifadeyle iyi veya
kötü nasibiniz ve payınız, sizinle birliktedir. Allah rüyayı o kuşun ayağına
bağlar ki o, kuşun kendisidir. Kuş yerden bir toprak almak isteyince, onu
ayağıyla alır, çünkü onun eli yoktur, kanatları ise yerden bir şey almaya imkân
vermez. Bu nedenle rüya, kuşun ayağına bağlanmıştır. Öyleyse kuşun ayağı
bağlanılan yerdir ve kuşun kendisidir. Tabir edildiğinde ise, rüya anlatıldığı
için, oradan düşer. Rüya düşünce, kuş da yok olur, çünkü o, rüyanın kendisidir.
Dolayısıyla onun düşmesiyle, kuş da ortadan kalkar. Bu suret, duyu âleminde
rüyanın kendisinde gözüktüğü hale göre tasavvur edilir. Böylelikle rüyanın
sûreti, halin kendisine döner. Söz konusu hal, ya bir araz veya cevher veya
vilayet nispeti veya başka bir nispettir ve o rüyanın sûreti ve (aynı zamanda)
bu kuşun kendisidir. Bu hal ondan yaratılmıştır ve onun, yani sûretin cisim
veya araz veya nispet olması birdir. Nitekim Adem bir topraktan yaratılmış iken
biz kokuşmuş bir sudan yaratıldık. Rüya bir çocuğun var olacağını
gösterdiğinde, çocuk rüyadan babasının sulbünde ‘su’ olarak yaratılmıştır. Su
rahme yerleşmişse, bu rüya çocuğu suretlendirir. Öyleyse o çocuktur. Rüyadan
önce rüya yok ise, çocuk diğer çocuklar gibi ille yaratılışına göre doğar, bunu
bilmelisin! Bu garip bir sır ve doğru keşftir.
Rüyadan
meydana gelen her çocuğun başkasından farklılığı görülür ve diğerlerine göre o
ruhlara daha yakındır. Aklını bu konuya verirsen, meseleyi anlarsın! Rüyadan
meydana gelen bir hal veya araz veya bir nispetten yaratılmış her şeyin rüyadan
meydana gelmeyene karşı bir ayrıcalığı vardır. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin annesi Amine’nin rüyasında bu meseleyi incelersen, zikrettiğimiz
konunun doğruluğunu görürsün. Peygamber annesinin rüyasının ta kendisiydi! O,
annesinin gördüğü sûret ile babasının suyunda zuhur etmişti. Bu nedenle onun
hakkındaki rüyalar artmış ve başkasına göre ayrıcalıklı olmuştur. Söylediğimiz
meseleyi ancak bilgi sahipleri keşf sayesinde öğrenebilir. Bu, Allah Teâla’nın
yaratıklarındaki sırlarındandır. Zikrettiğimiz meseleye aşina olmak istersen,
doğa ilmine bakmalısın! Kadın hamileyken bir şeye arzu duyarsa, çocuk o şeye
benzer doğar.
Cinsel
ilişki esnasında kadın (birine) bakar veya meninin rahme düşmesi ve suyun
inmesi esnasında (birini) tahayyül ederse, çocuk tahayyül ettiği kişinin
huyunda doğar. Bu nedenle
hakimler, büyük hakimlerden erdemli insanların resimlerinin mekanlara
çizilmesini tavsiye etmiştir. Kadın ve erkek cinsel ilişki esnasında onları
görür, görülen sûret hayale kazınır, görenin doğasını etkiler. Ardından,
sûretin sahip olduğu güç, o sudan (meni) doğan çocukta ortaya çıkar. İşte bu,
doğa ilmindeki garip sırlardandır.
Meryem’in
Cebrail’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hz. İsa’nın ölüleri dirilten bir
ruh ile beşeriliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh vasıtasıyla doğal cisimler hayat bulur.
Bundan daha güçlüsii ise, Samiri’nin Cebrail’in ayak izinden aldığı bir tutam
toprak ile yaptığıdır. Samiri, ruhun yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik
ettiğini biliyordu. Bu nedenle aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun
ayale izinden alınmış tutamın etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı,
at kişner veya insanın sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat
ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada
mazharlarda zuhur edenin nasıl zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar,
istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle zuhur edeceği taşınan ve
taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti izhar etmiştir ki, buradan
işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin!
Peygamber
rüyaları müjde ve ‘mübeşşire’ (deri anlamındaki beşer’den türetilerek müjde)
diye isimlendirdi. Bunun nedeni, onların insanın derisindeki etkileridir. Çünkü
beşeri sûret, tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya sevinçli bir kelime
nedeniyle başkalaşır ve değişir. Bunun sonucunda ise, deride bir etki ortaya
çıkar ki bu zorunludur. Çünkü bu, Allah Teâla’nın doğaya yerleştirdiği doğal
bir hükümdür. Öyleyse ancak böyle olabilir.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [YUZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM Sahih
Rüyaların Bilinmesi (Mübeşşirat)]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l
azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bilmelisin ki,
Allah Teâlâ ehli mekr’i (tuzak) günah işlerken nimetlerin art arda gelmesi,
edepsizlik yapmakla birlikte halin kalması, emir ve tanım olmaksızın
kerametleri göstermek karşılığında kullanırlar.
Bilmelisin ki,
bize göre kulun aldatılması, ameli gerektiren bir bilgiyle rızıklandığı halde
bilgiyle amelden mahrumiyeti demektir. Bazen bilgiyle amel yapabilir, fakat bu
kez, ihlastan yoksun kalır. Böyle bir durumu kendinden gördüğünde veya
başkasında öğrendiğinde, böyle bir insanın ‘aldatılmış’ olduğunu
bilmelisin.
Altı yüz
sekiz yılında Bağdat’ta bir vakıa görmüştüm:
Göklerin
kapılarını açmış, sağanak yağmura benzeyen ilahi mekrin (Hakkın aldatması)
hâzinelerine girmiştim. Bir meleğin şöyle dediğini duydum:
‘Bu gece
hangi tuzak ve mekr inmiştir?’
Korkuyla
uyandım. Ondan kurtulacak bir çare aradım. Bu çareyi ancak meşru ölçüye göre
bilgide bulabildim. Allah İçime iyilik dileyerek, mekrin ve aldatmanın
sıkıntılarından kendisini kurtarırsa, elinden şeriat terazisini bırakmamalı ve
sürekli halini gözlemelidir. İşte korunmuş ve sakınılmış kimsenin hali budur.
Günah işlerken
nimetlerin peş peşe gelmesi, günümüzde genellikle Allah Teâlâ yoluna
yönelenlerde vardır. Onların arasından aldatılmış pek çok kimse gördüm. Onların
sayısını sadece Allah bilir ve bu yaygın bir duruma dönmüştür. Edepsizlik
yaparken halin sürmesi ise himmet sahiplerinde görülür ve sayıları azdır. Onlardan bir grubu Mağrib’te ve bu
şehirlerde görmüştüm. Onlar, kurallarının dışına çıkarak Hak karşısında
saygısızlık yapmalarına rağmen, -Allah Teâlâ’nın bir tuzağı olarak- âlemde
etkin olan halleri devam etmekteydi. Bu nedenle, hakikat üzere olmasalardı
hallerinin değişeceğini zannederlerdi. Allah
Teâlâ’nın gizli aldatmasından O’na sığınırız! Allah Teâla şöyle buyurur:
‘Bilmedikleri
yönden onları aldatırız.’ (Araf,
182)
Başka bir
ayette ise ‘Onlara mühlet veririm, benim aldatmam sağlamdır.’ (Araf,
183)
Başka bir
ayette ise ‘Biz bir hile yaptık, onlar ise farkında değildir.’ (Neml,
50) ve ‘Onlar bir tuzak kuruyor, ben
de tuzak kuruyorum’ (Tarık, 15-16) buyrulmuştur. Burada (tuzak kurmak
anlamındaki) kâde, yekîdu yalanlık anlamı taşıyan fiillerden biridir. Bunun
anlamı, Hak niteliğiyle zuhur ettiği için, hak olmaya yakın olmasıdır. Öyleyse
bu kelime (kade-yekidu, tuzak kurdu), bir yönü geceye bir yönü gündüze dönük
olan seher kelimesinden türetilmiş sihir gibidir. Böylelikle aldatılana,
(sihirden) ‘gündüz’e bakan kısım görünür ve onun gerçek olduğunu zanneder. Bilgisizlikten
Allah Teâlâ’ya sığınırız!
Bilmelisin ki,
Allah Teâlâ tuzağını bilhassa aldanandan gizlenmiştir, yoksa başkalarından
gizlenmemiştir. Bu nedenle ‘onların farkında olmadığı yönden’(Araf,
182) demiştir. Burada zamiri ‘onlara
aldatacağız’ (Araf, 182) ayetine
döndürmüş ve şöyle demiştir. ‘Onlar bir tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk
onlar farkında değildir.’ (Neml, 50)
buyurdu. Burada ‘onlar’ zamiri, ‘tuzak kurdular’ fiilindeki zamirdir. Böylece
Allah onlara olan tuzağı, farkında değiller ilçen, kendisiyle nitelendikleri
tuzağın ta kendisi olmuştur. Sonra onları kendi tuzaklarına ilave bir durum
aldatmıştır. Bazen Hakk’ın tuzağı ve aldatması, aldatılan bazı insanları
bedbaht yapar ki, bu, genel hakkında böyledir. Bazen payın eksilmesine yol açabilir.
Bu ise, ilahi bir hikmet nedeniyle, seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerindeki
ilahi tuzaktır. Buradaki hikmet, kimsenin Allah Teâlâ’nın aldatma ve tuzağından
güvende olmamasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak bir ayette
kınanmış ve şöyle buyrulmuştur: ‘Allah’ın tuzağından sadece hüsrana uğrayan
bir topluluk güvende kalabilir.
(Araf,
99) ‘Hüsrana uğrayanların ise
‘ticaretleri kendilerine kar vermez, doğruyu da bulamazlar.’ (Bakara,
16)
En gizli ve
örtülü ilahi tuzak, tevil yapanlarda, özellikle de bütün müçtehitlerin isabet
ettiğini kabul eden içtihat ehlinde bulunur. Onlara göre basiret üzere ve kesin bilgiye
dayanarak Allah Teâlâ’ya davet etmeyen kimsenin tabileri olamaz. Çünkü
müçtehit, hüküm koyandır, yoksa uyan değildir. Bizim görüşümüz ise farklıdır.
Çünkü bize göre müçtehit, hüküm vermek üzere delil ararken ‘içtihat’ eder,
yoksa kast edilenin kendisinin zıddı olabileceği bir teville hükmü haberden
çıkartmak üzere içtihat etmez. Böyle bir şey mümkün ise, bu içtihat sahibi basiret
sahibi değildir. Tevil ederek gerçeğe ulaşan müçtehit ise, (gerçeğe ulaşması)
tesadüf yoluyla (olduğu için) -yoksa kasıtlı olarak değil- iki sevap kazanır.
Çünkü müçtehit, (hükmü verirken) basirete sahip değildir. Hakikate ulaşamazsa,
sadece doğruyu arama sevabı kazanır ve payı eksilir. İşte bu, tevil yapan bu
bilgine dönük Hakk’ın gizli aldatmasıdır. Çünkü o, takva sahibi olduğunda,
-kendisine Allah Teâlâ öğrettiğinde- basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet
edebilecek kimselerdendir.
Öyleyse genel
hakkında ilahi aldatma, günahların ardından nimetlerin peş peşe gelmesi ve
ibadetlerle birlikte ise kesilmesi ve dolayısıyla günahlar nedeniyle (dünyada)
ceza görmemektir. Böyle bir
insan Allah yolunun genel âlimlerinden biri ise, bu durumun insanın üzerinde
yaratıldığı (ilahi) suretin gücünden kaynaklandığım görür, ilahi hükümde tesir
ve kahır sahibi olmayı iddia eder. Böyle biri, genel hikmetin ilahi isimlere
hakkını vermek olduğunu görür.
Söz gelişi
el-Gaffar, el-Gafur ve kardeşlerinin günahlarda etkisinin olabileceğini görür.
Günah işlemezse, dünya hayatında söz konusu isimlere hakkını vermemiş olacağını
düşünür ve ‘Ey kendilerine haksızlık yapan kullarım, Allah’ın rahmetinden
ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar.’ (Zümer, 53) ayetinde delil getirir. Nitekim o da böyle
yapar. Bütün bu bakış açısı, günah esnasında aklına gelmez, günah işledikten
sonra gelir. Günahtan önce düşünseydi, bu düşünce kendisini günahtan
alıkoyardı. Çünkü bu bir müşahededir ve müşahede dince yasaklanan bir işe
dalmaktan insanı engeller. Bir rivayette şöyle denilir:
‘Allah kaza
ve kaderini uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinden akıllarını çekip alır.
Kaza ve kaderini uyguladıktan sonra ise, akıllarını iade eder.’ Artık bir kısmı
ibret alır (ve tövbe eder), bir kısmı ibret almaz.
Nitekim Allah şöyle
buyurur: ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’ (Zariyat,
56)
Bir kısmı
Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bir kısmı ortak koşar. Nedenin hükmünün bütün nedenlilere
işlemesi zorunlu değildir. Dolayısıyla akılları kendilerinde bırakılmış
olsaydı, işledikleri günahları işlemezlerdi. Günah işlemeye niyetlendiklerinde
gördükleri şey ilahi isimler olsaydı, (onlardan) utanma duygusu, yükümlülük
diyarında haram diye isimlendirilen bir işi işlemekten engellerdi. Öyleyse
günahkâr ilahi kahra karşı direnen kimsedir. İlahi kahra direnen ise helak
olur. Bu haldeki bir insana nimetler art arda gelirse, bunun nefsinin
gücü, himmetinin etkisi ve Allah Teâlâ’nın kendisine yönelik inayetinden
kaynaklandığını zanneder. Allah Teâlâ’nın kendisine eş-Şedidü’l-ikab (şiddetle
cezalandıran) ismine etki edebileceği bir güç verdiğini zanneder ve el-Halim
(gücü yettiği halde bağışlayan) isminden, -ihmal değil- mühlet vermekten
habersiz kalır. Sahip olduğu ilahi ismin hükmünün gücü nedeniyle, söz gelişi
sıradan günahkârlar gibi harama düşmek istemeyen kimse aldatılmış değildir.
Sıradan insanların arasından günahkârlar, gaflet nedeniyle günah işler, günah
işledikten sonra ise pişmanlık duyar. Öyleyse içerdikleri ilahi aldatma
nedeniyle nimetlerin sürekli gelişine karşı sabırlı davranmak, belalar ve
sıkıntılar karşısında sabırlı davranmaktan daha büyük bir iştir. Çünkü Allah
kuluna şöyle der: ‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ Bunu açıklarken
de şöyle der: ‘Falan kulum hastalanmıştı, sen ise onun ziyaretine gitmedin.
Gitseydin, beni orada bulurdun.’ Nitekim çölde susuz kalan insan da,
serabın su olmadığı ortaya çıktığında, (su zannettiği şeyin yanında) O’nu
bulur. Böylelikle Hakk’a döner. Nimetler ise böyle değildir. Çünkü nimetler,
Allah Teâlâ’nın kendisini razı olduğu işlere ulaştırdığı kimselerin
dışındakiler için, Allah Teâlâ’dan perdeleyen en büyük perdelerdir.
Allah
Teâlâ’nın seçkinleri (Havass) aldatmasına gelirsek bu aldatma kendisinden
meydana gelen edepsizliğe rağmen halinin korunmasında gizlidir.
Bu, halden haz
almak, onunla durmak, halin sahibinde meydana getirdiği naz, Allah Teâlâ’ya
karşı şımarıklık ve halden ayrılmayı istememektir. Allah Teala’nın peygamberine
‘De ki Rabbim! Bilgimi artır’(Ta-Ha, 114) diye emredip de bunu bize duyurmasının
yegane nedeni, biz de onu söyleyelim ve Allah Teâlâ’dan kendisini talep edelim
diye, bir uyarıdır. Bu emir peygambere özgü olsaydı, onu bize duyurmaz veya
kendisine özgü olduğunu belirtirdi. Nitekim hibe evliliğinde bunu belirtmiştir.
Halin nefiste
bir hazzı ve tadı vardır. Bazı nefislere bu halin meydana getirdiği hazdan
ayrılmak çetin gelir. Aksine sadece bu durumun artmasını ister ve hallerin
vergi olduğunu bilmez.
(Havas-sül
Havas) Seçkinlerin seçkinlerindeki aldatmaya gelirsek, herhangi bir emir veya
sınırlama -ki sınır onların ölçüsüdür- olmaksızın, kerametleri ve olağanüstü
işleri göstermede gizlidir.
Çünkü nebilerin mucizelerini göstermesi
zorunlu iken velilerin de kerametlerini gizlemesi zorunludur. Bir veliye
keramet gösterme ve âlemde etkili olma imkânı verildiğinde, aldatılan kimsenin
derecesi başkasının derecesinden bir derece eksilir. Hak bu dereceyi onun adına
diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlarda kerametleri gösterme yolunu istemeyi
yaratır.
Hâlbuki bunun
payın eksilmesine yol açan ilahi bir tuzak olduğunu fark edemezler. Bunun
üzerine gönüllerine onların elinde gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah
Teâlâ’ya itaat edeceğini, yok edici günah denizlerinde boğulanları
kurtaracağını, onları alışkanlıklarından kurtaracağını belirten bir ilham
doğar. Bu ilhama göre, keramet göstermek, kendisiyle Allah Teâlâ’ya davet
edilebilecek en büyük işlerden biridir ve bu nedenle de nebilerin ve velilerin
bir özelliği olmuştur. Sonra, içinden kendisini varislerden sayarak bu davranışın
hallerin sonucu olduğunu düşünür. Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa
bile, Allah Teâlâ’nın velilere kerametleri gizlemeyi farz kıldığından kendisini
perdelediği gibi kendiliğinden Allah Teâlâ’ya çağırmakla memur oldukları için
peygamberlere mucizelerini göstermeyi emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise
böyle değildir. O, sadece peygamberin davetini aktarmakla veya onun diliyle
Allah Teâlâ’ya davet eder. Yoksa Allah Teâlâ’nın herhangi bir peygamber adına
meydana getirdiği bir dille insanları Allah Teâlâ’ya davet etmez.
Şeriat,
kendisini bilen âlimler nezdinde, onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah
Teâlâ’nın bildirdiği meşru hükümlere göre Allah Teâlâ’ya davet ederken bir
basirete sahiptir, Veli ise peygamberin hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı
gibi aynı zamanda (kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse
keramet göstermenin bir yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir,
çünkü peygamber, şeriat getirir ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya
konulan bazı hükümlerin hükmünü kaldırır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan
haber verdiği (iddiasında) doğru sözlülüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve
alamet göstermesi kaçınılmazdır. Bu sayede peygamber, süresinin dolması
nedeniyle, başka bir peygamberin diliyle ortaya konulan hükmü ortadan kaldırır.
Keramet göstermeye kalktığında veli, kendi özelliğiyle birlikte, bir vacibi
terk etmiş olur. Böyle davranmak ise, (kerameti gizleme emrini) yerine
getirdiğinde ve ona göre davrandığında elde edeceği mertebeyi eksiltir. Öyleyse
kula tevilden daha zararlı bir iş yoktur. Allah bizi işimiz hakkında
basiret sahibi etsin ve bize makamımızın gerektirdiği durumu aşırmasın.
Allah
Teâlâ’dan istediğim şey, katında en üstün veli adına gerçekleşen en üstün
makamla bizi rızıklandırmasıdır. Çünkü risalet ve nübüvvet kapısı kapalıdır.
Âlim kişinin imkânsızı istememesi gerekir.
İlahi
bildirimden sonra ise, bu kapı kapanır ve ona dair bir istemek uygun değildir.
Çünkü bu konuda bir şey isteyen kimse ‘soğuk demiri döver.’ Çünkü böyle
bir talep, bu konuyu bilen bir müminden kesinlikle meydana gelmez. Yeli için
velilik makamının ve (peygambere) uymanın gerektirdiği şekilde basiret üzere
Allah Teâlâ’ya davet etmek yeterlidir. Nitekim peygamber de risalet ve teşri
makamının gereği yönünden basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet eder.
Allah Teâlâ
bizi tuzağından korusun ve bizi eksik kimselerden etmesin. Allah bize dünya ve ahirette sürekli
artış nasip etsin.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [İKİ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM Mekr
(Aldatma)]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar