Birkaç Yazı
GEÇMİŞ ZAMAN PEŞİNDE
Gerçi kendisi hakkında yazılmış
birçok biyograflardan öğrendiğimize göre, Praust, küçük yaşından beri 'asthme
nefes tıkanıklığı"na müptela imiş, bu yüzden bünyesi serilip serpilememiş,
kavruk ve cılız kalmış, erginlik ve gençlik yıllarının büyük bir kısmı, kendisi
sık sık yakalayan krizler ve sıtmalarla, yan kür yerlerinde dalaşmak, yarı
odasına kapanıp kalmakla geçmiş ve olgunluk çağına erdikten ölünceye
kadar da hemen hiç yataktan kalkamamıştır. 'Geçmiş Zaman Peşinde" başlıklı
o koca eser, işte hep bu krizler ve sıtmalar arasında vücuda gelmiş, hatta
muharrir, bunun son sahifelerini son nefesini verirken yazmıştır. Gene bu inatçı onulmaz dert yüzündendir ki, Praust'da,
çocukluğundan beri bütün yakınlarının gözüne çarpan ve annesiyle babasını
endişeye düşürüp kaygılandıran bir içlilik, bir alınganlık, bir ince hislilik,
bir gönül coşkunluğu ve durmaksızın işleyen bir muhayyilenin had alametleri
görülmüştür. Buna, hekimler "hiper-sensibilite" adını takmışlardı,
Fakat, bu ilmi "teşhisle belirtilen ruh hastalığı, onu bir şifaevine
götüreceği yerde sanat ve edebiyat dünyasının en yüksek şan ve şeref
tepelerinden birine çıkarmıştı. İnsanlığın saadeti için zaman zaman, hayat sahnesinde
oynana gelen bu gibi hadiselerin tek kahramanı almadığını Praust'un kendisi,
bize şu sözlerle anlatır:
"Şanlı ve zavallı sinirliler
soyu yeryüzünün tuzu ve biberidir. Büyük alarak bildiğimiz ne varsa bize anlardan
geliyor. Dinleri kuran, şaheserleri meydana getiren anlardan başka hiç kimse
değildir. İnsanlık, onlara neler borçlu olduğunu ve hele kendisine bu ihsanları
verirken anların ne ıstıraplar çektiğini asla bilemeyecektir,"
Marcel
Praust, bu vecizemsi cümleleriyle bize harcıalem bir "mütearife'yi [Herkesin bildiği. Tanınmış. Meşhur. ] tekrar
etmiş oluyor. İlim ve felsefe sahasında olsun, sanat ve edebiyat dünyasında
olsun, her biri başka bir fizyolojik felaketin kurbanı, nice yaratıcı dehalar
vardır ki, bütün medeniyet tarihleri boyunca bunları teker teker sayıp anmakla
bitiremeyiz ve hadiseye, hemen hemen bütün büyük adamların alnına yazılmış bir
umumi kanun nazariyle bakmak zorunda kalırız. Lakin, bu neden böyledir? Acaba,
bunlar, vücudu yakıp kavuran humma ateşleri, maddelerindeki keşifliği erite
erite, nihayet, kemiksiz bir ruh haline girdikleri için midir ki, güzelliğin ve
doğruluğun sırrına bizden daha kolaylıkla nüfuz etmek imkanını bulurlar?
Acaba,
türlü türlü acılar, ağrılar, sancılar, azaplar ve işkencelerle didişip boğuşmak
yüzünden hep kendi içlerine doğru gerilen enerjileri sayesinde midir ki, bizi
hayran bırakan o fikir ve zeka kahramanlıklarına ererler?
Yoksa,
düşman istilasına uğramış bir yurtta, en dinç ve en cevherli yurttaşların
aşılmaz dağ tepelerine çıkıp sığındıkları gibi, a unutulmaz dertlerin
merhametsiz hükmüne ram olmuş vücudun bütün uzuvlarından çekilen hayati
kudretler de acaba, hep bunların dimağında mı toplanıp birleşmiştir?
Bilmiyoruz.
Yalnız
bildiğimiz bir şey varsa, o da, ağır bir hastalık esnasında, ara sıra, ta
ahretin kenarına varır gibi olduğumuz anlarda "şuur'umuzun hayret verici
bir vuzuh ile aydınlandığı ve hafızamızın bir dakikadan daha az bir zaman
içinde, bize, bütün bir ömrü, en hurda teferruatına kadar baştan başa tekrar
yaşam heyecanı verdiğidir. Hele, dünyaya bir yeniden geliş demek onun nekahet
halinde, kurtulacağımızdan ümidi kestiğimiz bir kabir azabından sonra,
gözlerimiz sanki bir cennette açılmış gibi olur. O demlerde güneşin ışığını
doğrudan doğruya Tanrı'nın kutsal nuru sanıp bir ibadet vecdiyle karşılaşırız;
akan suları süzülmüş baldan tatlı buluruz; bütün kadınlar bize huriler misali
güzel görünür ve çiçeklerle çimenler, ağaçlarla yapraklar, hatta taşlarla
topraklar hep dile gelip bizimle samimi bir hasbıhale koyulur.
İşte
çoğumuzun hayatında bir veya iki rakamıyla ancak sayılabilecek bu müstesna
demleri, hastalıkla sağlık arasında bir saat rakkası gibi gidip gelen Marcel
Praust bütün ömrünce daimi hal alarak yaşamış, yani her iki kriz arasında bir
açılan gözlerini, dünya üzerinde bir mucizenin verdiği dikkat ve hayranlıkla
dikmiştir. Bunun içindir ki, yatak odasında
yanan bir gece kandilinin renkli camları üstündeki resimlerden, her gün
gezindiği yalların kenarını süsleyen akdikenlerden, ücra ve küçük kasaba
kiliselerinin çan kulelerinden, süsen çiçeklerinin kokularından, odasına giren
güneş ışığından, bize, bir peri masalının akıl ve hayale sığmaz acayip
alegorileri gibi sahifelerce bahsedecek ve gençlik çağının muayyen bir anında,
bir kere dinlemiş olduğu bir bestenin küçük bir müzik cümlesini, on altı
ciltlik eserinde baştan sona kadar, hassasiyetinin bir 'leıtmotiv'i [bir opera veya müzik parçasında zaman zaman tekrarlanan nağme, kılavuz
motif, ana motif.] alarak tekrar edip durmaktan
usanmayacaktır.
YAKUP
KADRİ KARAOSMANOĞLU
(Marcel Praust'un MEB Yayınları'ndan çıkan Geçmiş
Zaman
Peşinde kitabına yazdığı önsözden)
Peşinde kitabına yazdığı önsözden)
Şizofrengi Dergi, Sayı 21,
Ocak 1996
Ocak 1996
***********
JJ. Rousseau insanın
doğuştan itibaren toplum ile bir sözleşme yaptığından bahseder. Ancak günümüzde birey ve toplum
arasındaki bu sözleşmenin, sadece
tek taraflı uygulanır hale
geldiğinden söz etmek, ukalalık olmasa gerek.
Birey topluma uymak
ve yaptığı sözleşmenin kurallarını yerine getirmek için, bütün varlığıyla savaşırken
(kimi zaman varlığı
ile ters düşerek)
toplum bireye ısrarla
uymuyor, aksine kendini
oluşturan bireylere karşı
tavır alıyor. Ayrıca elindeki
sınırsız gücü kullanarak,
bireyleri kendine uymaları için
zorlamakta. Toplum zorla getirdiği
kısıtlamalarla içgüdüleri sürekli
engelliyor, yasaklar koyuyor, ve
bu yasaklarına •• günah, ayıp, anormal" gibi
önemli isimler veriyor. Birey
ise, kendi inançlarını, sevgilerini,
özgürlüklerini feda ederek, toplumun kölesi olmaya çanak
tutmaya pek meraklı!
Sözleşmeyi tek
taraflı fesh eden topluma
yaptırım uygulama zamanı geldi
de geçiyor bile!
Bir toplumun
üyelerinin kafa yapılarında aldatıcı olan
şey, benimsedikleri
görüşlerin "herkesçe geçerli sayılan " görüşler olmasıdır. Büyük bir saflıkda insanlar,
çoğunluğun belli bazı fikirleri
ya da duyguları paylaşmasının, o fikir
ve duyguların doğruluğunu kanıtladığına inanırlar. Hiç bir şey bundan daha yanlış olamaz.
E .Fromm
KÜLTEGİN
ÖGEL
Şizofrengi Dergi, Sayı 4, Eylül 1992
***********
"İlkelerine bir
kez olsun ihanet eden insan,
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.
Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun,
filminden, hayatından, herşeyinden vazgeçmesi demektir.
Andrei TARKOVSKİ
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.
Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun,
filminden, hayatından, herşeyinden vazgeçmesi demektir.
Andrei TARKOVSKİ
"Bundan önce de sözüm ona
psikolojik derinlikler taşıdığı söylenen filmler oldu ama açıkçası daha çok
başkalarına benzeme isteği göze çarpıyordu. Daha içtenlikle kendi ruhsal
dünyasını yansıtmayı seçen tek yönetmen, Ömer Kavur."
Modern psikiyatri size neyi çağrıştırıyor?
Psikiyatri
benim için herşeyden önce çağımıza damgasını vurmuş büyük bilim adamlarıyla
çağrışım yapıyor. Başta Freud. Onun dışında sanatçı olarak yani sinemayla
uğraşan biri olarak, yüzyılımızın başından itibaren, dünya savaşından sonra
dünya sanatında , bilinçaltının çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkışıyla , tabi
ki beni ilgilendiriyor. Sürrealistler, ondan sonra gelen çok çeşitli ressam,
yazar, sinemacı kuşakların, Bunuel, Picasso, Breton gibi; ondan Önce
yüzyılımızın başında Dostoyevski olmak üzere daha sonra ki yıllarda insan
zihninin karanlık bölgelerine ışık tutmaya çalışan büyük yazarların dünyasıyla
tabii ki bize yaklaşıyor.
"Günümüzde artık
psikiyatrinin bilgi alanına giren herşey, kendisini sağlıklı gören insanların
ilgi alanınm dışmda sayılamaz"
Bu
açıdan diyebilirim ki günümüzde artık psikiyatrinin bilgi alanına giren herşey
kendisini sağlıklı gören insanların ilgi alanının dışında sayılamaz. Burada bir
sınır bulanıklılığının olduğu çok açıktır. Benim bu konuda üniversite
yıllarımda çok hoş bir anım oldu. O zaman aynı yurtta kalan arkadaşlarımızla
çıkardığımız A dergisine çeviriler yapan çok değerli bir arkadaşımız vardı.
Mühendis oldu şimdi. O birgün bana şunu söylemişti: Kendimde keşfettiğim
bütün incelikli düşünce ve farklı duyguların psikiyatri de bir hastalık adı
var. Bu da bu alanın ne kadar belirsizliklerle dolu olduğunu gösteriyor. Bu
konuda kendimi amatör uzman sayabileceğim bir bilgi birikimine sahip değilim.
Birincisi gerçekten bir uzmanlık alanı, kolay bir iş değil ve hele hele geçen
yan yüzyıl içinde elde edilen bilgiler göze alındığında zaten buna imkan yok.
İkincisi de açıkçası, benim bu konu da çok spesifik tanımlar yapmaya gönlüm el
vermiyor. Küçük bir anektot,
kişiliğiyle çok ilgilendiğim hatta üzerine bir yazı yazmayı düşündüğüm bir
yüzyıl başı figürü var: Lou Andreas Salome. Rus asıllı bir
kadın. Sonra Avrupa’ya gelmiş. Güzel bir kadın. İyi bir eğitim görmüş. Sonra Nietzsche’nin sevgilisi olmuş. Daha sonra Rilke’nin
sevgilisi olmuş ve sonra da uzun yıllar Freud’un asistanlığını yapmış.
Ayrıca hem Freud’la hem de
psikanalizle ilgili kitapları var. Salome Rilke ile ilişki kurduktan kısa bir
süre sonra Rilke’ye psikanaliz yapmaya başlamış. Mektuplarından öğrendiğimize göre
Rilke’ye artık sana psikanaliz yapmaktan vazgeçtim diyor. "Çünkü artık
eskisi kadar iyi şiir yazamıyorsun" Bu
da ilginçtir, zihnin bu anlamda ütülenmesi, temizlenmesinin de herhalde bir
şairin şair belleği imajinasyonu için çok iyi olduğu söylenemez.
Sizin için bu anlamda psikiyatrik açıdan belirgin
normallik anormallik ayrımı var mı?
insan
karakteri ve insan toplumsallığı hatta etiği konusunda geçen yıllarla birlikte
edindiğim bir kam var. “Herşeyin bir ölçüsü olmalı “ diye düşünüyorum.
Bir yere kadar radikal olmak iyidir bazı konularda . Ama radikalizmi
muğlaklaştırdığımız zaman yararlı olmaktan çıkar ve sonuç elde
edemeyebilirsiniz. insanın dürüst olması iyi bir şeydir. Ama çirkin bir
kadına ne kadar çirkinsiniz demek doğrudur ama herhalde densizliktir.
Dolayısıyla , akıllı yada sağlıklı insanla sağlıksız insan arasındaki sınır da
bence bir ölçü sorunudur. Buradaki ölçüde zamanla değişiyor. Bundan iki yüzyıl önce derhal deli diye tımarhaneye
yatırılacakları bugün biz dahi diye başımızda taşıyabiliyoruz. Normal sözünün kökeninde normlarla uygunluk olduğu
düşünülürse o zaman neyin normal neyin anormal olduğunu kestirmek tabi ki çok
zorlaşıyor. Şurası muhakkak ki insan aklının kendi içinde bir denge
oluşturduğu zamanlar ve o dengeyi kaybettiği zamanlar yeni bir dengenin de
oluşması mümkün, oluşamaması da mümkün. Şizofreniden sözedilirken hep dağılmış
bir zihinden, bir kopuştan sözedilir, Gerçekten eğer dış dünya ile radikal bir
kopuş meydana gelmişse bunun da pekala normal olabileceğini söylemek mümkün değildir.
Psikiyatrların, doktorların ve bu konuda düşünenlerin üzerinde çok
tartıştıkları birtakım şuurlar söz konusudur. Bunları mutlak olarak almamak
gelişen bilgilerle yerlerini sürekli değiştirmek gerekir. Türkiye gibi bir toplumda, baskıların çok ağır olduğunu
unutmamak lazım. Çünkü Türkiye
otokrat bir yapıya sahip. Baskılar sert acımasız. Bireyin teşekkülü özellikle
bir rönesans yani aydınlanma yaşamadığımız için geçmişten kalan dogmatik
düşüncelerle şekillenmiş. Hatta öyle ki, laik bîr toplum olmaya başladığımız
bir dönemden bu yana bile eski dini dogmaların yerine başka inanç kaynaklarının
adeta aynı tavır içinde gelişmiş ve ortaya konmuş olduğunu görüyoruz. Yani
geçmişin şeyhleri yerini çağdaş birtakım önderlere bırakıyor. Geçmişin amirinin yada padişahının
yerini günün cumhurbaşkanı yada başbakanı kolaylıkla alabiliyor. Nitekim
toplumlunuzda ki tek bir lider imajının hep ağır basışının altında bu yatıyor.
Biraz düşünürseniz pekala cumhurbaşkanının bir padişah gibi karşılandığını yada
Demirci’de baba imajının bu kadar baskın biçimde görülüşünün bu geçmiş dönemle
çok yakından ilgili olduğunu anlayabiliriz. Toplum babanın, padişahın yada
emirin gösterdiğine İnanmaya hazır bir toplum. Bu da tabi otokrat yapının
ağırlığının demokrasiye , demokrasiye alışkanlığın , sivil bir toplum yaratışın
çok zor olduğunu göstermiştir.
Bütün
bunlardan sonra baskının çok ağır olduğunu söylemek islerim. Baskının çok ağır
olduğu ortamlarda tabi ki ruhsal başkaldırılar ciddi oluyor ve bu nedenle de
toplumumuzda ruh sağlığı yönünden gerçekten doğrudan doğruya kendilerine bağlı
olmayan genetik veya başka nedenlerden ötürü de insanların akıl dengelerinin
çokça bozulduğunu görüyoruz.
Türk
toplumunun farklı toplumsal yapılanmasından söz ediyorsunuz Sizce Türk
psikiyatları ile batılı psikiyatrlar arasında ne gibi farklar olmalı?
Evet
çok önemli bir nokta. Ereğin üst ölçüde kutsallaştırıldığı toplumlarda ,
bildiğiniz gibi bireyin kendi içinde çatışması söz konusudur ve bu yüzden de
bireyin iç dünyasında çatışmalar vardır. Kötülükle iyilik diyelim kendi
içindedir. Bu aynı zamanda tabii ki Hristiyan düşüncesiyle de yakından
bağlantılıdır. Bir defa insanın dünyaya düştüğü farz edilir. Yani cennetten
düşüş . Şeytanla melek her an savaş içindedir bireyin içinde.
Profesör Şerif Mardin’in çok
önemli bir saptaması var ; bizim insanlarımıza göre şeytan dışardadır, insan
iyidir. Yani kötü birşey yaptığı zaman dışardan gelen bir etkiyle yaptığını
düşünür. İnsanımızın bu çatışma konusunda batılı insandan farklı oluşunun bence
psikiyatrlara sağladığı ciddi bir yarar var. Çünkü sonuçta akıl sağlığının
bozulmasında bu iç çatışma söz konusu. Ayrıca bizim çağdaş romanımıza
baktığımızda, ilginç birşeyle karşılaşıyoruz, genellikle gerçekçi romanlar
yazıldığını görüyoruz. Bunun tek nedeni Köy Enstitüleri değil bence , bizim
insanımızın gerçekçi olduğunu düşünmekte mümkün. Bunu anlamak için herhalde
İran’a bakmak yeterli. Bu ülkenin yazarlarının eserlerinde müthiş bir fantastik
yapı hakim. Bizim insanımız ise toprakla çok yakındır.
Psikiyatri
kurumunun sizce “normalleştirici bir işlevi var mı?
Bu bence
psikiyatrinin kabahati değil , psikiyatriste başvuranların kabahati ?
Yani eğer bir yazar , şair ,sinemacı kendi içinde bir
zenginlik buluyorsa ve bunları bir sanat yapıtına dönüştürerek kendi yaşamım ve
başkalarının yaşamını zenginleştirebiliyorsa bu durumda o insanın “acaba bende bir rahatsızlık mı var?” diyerek bir psikiyatriste gitmesi yanlıştır. Bunu artık Amerikalılar kafeteryaya gitmek gibi
düşünüyorlar. Bence burada bir yanlışlık var, ama bu yanlışlık kurumda değil,
bu yanlışlık o toplumda bu tür olayların abartılmasından, olmazsa olmaz
denmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden bana kalırsa sanatçılar bu tür şeylere
başvurmamalılar, eğer yaşamsal önemi yoksa tabi. Eğer akıllılarsa
psikiyatrlarında bu gibi durumların zaten genelleşmiş olduğunu bilen bilinçli
insanlar olarak bu kafaları ütülemek için uğraşmamaları lazım.
Sinemayla
ilgili bir soru. Gerçeküstücüler, örneğin Bunuel’in kendisinin tüm kurumlara
karşı bir kişiliği olduğu halde, ki buna psikiyatri de dahil , filmleri birçok
farklı kişiler tarafından farklı farklı yorumlanıyor. Buradaki ikiliği nasıl
açıklayabiliriz sizce?
Ben
Bunuel’in bu tavrım seviyorum. Nedeni şu: Biz sanatçılar aslında tıpkı yaşamın
kendisi gibi bir analiz olmayan ama onun gibi bir başka dünya yaratırız. Şimdi
bu dünya gerçek dünyadan yola çıkmıştır. Yaşam çok zengin ama tıpkı onun gibi
bir yaşam tablosu yaratıyoruz. Onun içindeki unsurların şu yada bu şekilde
yorumlanması doğrudan doğuya bizim işimiz değil diye düşünüyorum. Bu kişisel bir
bakış açısı. Hatta günümüzde yaşamdan hareket etmeyen doğrudan bilginin bilgisi
olan kitaplar da, birtakım anlayışlar da var. Başta Eco yada bizde Orhan Pamuk
gibi. Bana göre ise daha orijinal olan, daima yaşamdan hareket edendir. Bir
de örneğin Dostoyevski de ruhsal çözümleme yapmıyor ama onun eserlerinden
sayısız psikolog sayısız şey çıkarıyorlar.
Demek
ki yaşatılan dünya ile gerçek dünya aslında birbiri için düşünülmüş şeyler
sanki. Birde bütün herşeyi açmaya çabalamak ta çok yararlı olmayabilir, o güzelliği
zedeleyebilir. Bunun böyle olduğunun bilincinde olmak başka şey herhalde.
Bunuel bu anlattıklarının arkasında zaman zaman dengesizlikler, baskılar,
şiddet, cinayet İstekleri , büyük çöküntüler, cinsel saldırganlıklar olduğunu,
Bunun böyle olduğunu biliyor. Zaman zaman görsel anlatımlarla da belirtiyor.
Ama bunları bilimin otopsi masasına yatırmak istemiyor.
Türk sinemasında psikolojiyi sinemayla
ilintilendirebilmiş kaç yönetmen var?
Tek bir isim söyleyebilirim: Ömer Kavur.
Bundan
önce de sözüm ona psikolojik derinlikler taşıdığı söylenen filmler oldu ama
açıkçası daha çok başkalarına benzeme isteği göze çarpıyordu. Daha içtenlikle
kendi ruhsal dünyasını yansıtmayı seçen tek yönetmen Ömer Kavur. Gerçekten
iletişimsizlik, korku, yaşam-ölüm ikilemi, cinsellik ve onunla İlgili korkular
gibi temaların çok yetkin ve tutarlı bir biçimde perdeye yansıdığı tek yönetmen
o. Zengin bir ruhsal dünyası olan biri .
Passolini filmleri hakkında birkaç söz, son olarak.
Psikiyatri
ile çok yakın ilişkileri olan bir yönetmen. Çok zor bir yönetmen. Çok da zor
bir yaşam çizgisi var. Babasıyla çok ciddi bir çekişmesi var, anneyle çok temel
ödipal meseleleri var. Çok zengin bir kişilik, adeta nasıl psikiyatri zaman
zaman zihnin kanalizasyonlarına dalıyorsa da, Passolini’nin dünyasında hem
zihnin hem de toplumun kanalizasyonlarına açılan bir sinema.
Hazırlayan:
YAĞMUR TAYLAN
Şizofrengi Dergi, Sayı 2,
2 Nisan 1992
sh: 8-10
Şizofrengi Dergi, Sayı 2,
2 Nisan 1992
sh: 8-10
“İster realizm, ister rasyonalizm,
isterseniz bilumum materyalizm külliyatını yutmuş olun, hiç farketmez. Bir gün
denize düşünce siz de muskaya sarılırsınız”
Hacılar,
hocalar, muskalar ve üfürükçüler sadece ilgili profesyonelleri değil herkesin
tepkisini çekiyor günümüzde. Yeni bir olgu olmamakla birlikte, ısıtıldıkça
gündemi sahipleniyor üzüyor tartıştırıyor ancak süreğen bir eğri izlemeye de
devam ediyor. Bilimden de, hekimlikten de, hatta fahişelikten de eski bir
meslek bu. Hayvanların büyücüsü
olduğunu hiç duymadığımıza göre, sadece insana özgü, İnsana bağımlı bir yöntem.
Muskaya çok kızabilirsiniz. Ama dikkat I Kokusundan
yanına varamadığınız muska niyeti ile yapılmış o garip suyu insanlar nasıl
içiyorlar diye merak ederken, umutsuz, çaresiz bir gününüzde, şifa niyetine siz
de onu içebilirsiniz. İster realizm, ister rasyonalizm,
isterseniz bilumum materyalizm külliyatını yutmuş olun , hiç farketmez. Birgün denize düşünce siz de muskaya sarılırsınız ve belki
de rahatlar, gevşersiniz. Bu ilkel ve büyüsel olgu kişiler arası hiçbir
farklılık göstermediği gibi, temelde kültürler arası farklılıklar da göstermez.
Kimi zaman ağaca bez bağlamak, kimi zaman kilisede günah çıkarmak olarak
çıkar karşımıza. Ve artık sadece bir muska değil, muskaterapidir. Muska temelde kültürel farklılıklardan etkilenmez. Her
kültürde vardır. Ancak uygulamada
farklılıklar su yüzüne çıkmaktadır. Örneğin Tokatlı Recep efendi 'günah
çıkarma' seansından hiç etkilenmeyecektir. Yani kuramda evrensel, uygulamada
yöreseldir.
Olgu,
kişinin inkar ve yansıtma mekanizmalarını kullanarak, varlığını dışarda
algılamak ve dışarıdan, doğa ötesi güçlerden kendi sorunlarına çare aramak ve
beklemek olarak açıklan maktadır. (Örneğin kendinden çok hekime güvenmek)
Terapistin kendisi halen en önemli tedavi edici ajan olma özelliğini
sürdürmektedir. Özellikle ülkemizde sözlerin ve davranışların gücü insanların
üstünde halen egemendir. Birçok hekimin kendini korumak için yarattığı
narsisizm, hastaya bir büyüsel güç olarak yansır ve ilişkide belirleyici olmaya
başlar. Yazılan reçetenin okunmaz olması, anlaşılmazlığı, hekim dilinin
halkın anlayışından uzak olması veya gidilen hekimin adının değişikliği
(Yabancı veya azınlık olması) ve tabelasında yeralan garip ve bilimsel(!)
isimlerin çokluğu, tedaviye gizemsel bir güç katar İlacın
hekim önerisi ile günlük bölünmüş dozlarda alımı ve içerken yaşanan törensellik,
aslında bir tür kombine tedavi yöntemidir. (Farmakoterapi + Muskaterapİ). Çünkü
kişi neden böyle olması gerektiğini kendisine anlatılmadığı için bilemez.
Günümüzde
ilaçların etkinliği placebo ile karşılaştırmalı çalışmalarda saptanmaktadır Placebo, amaca
yönelik bir etken madde içermediği halde iyilik saplaması yönünden muskaya
benzer. Dolayısı ile mevcut ilaçlar muskaya göre daha etkin ve daha üstün
bulundukları için kullanımdadırlar.
Psikoterapinin
de placebodan farkı olup olmadığı tartışılagelmiştir. Halta Fenichel ‘Hac ziyaretlerinin veya katolik
günah çıkarmanın iyileştirici gücü hala orta düzeyde bir psikoterapistinkinden
çok daha fazladır' demektedir.
Tanrılaşan veya tanrılaştırılan psikoterapistin sağlayacağı yarar muskanın
getirdiği yarar kadardır. Çünkü o da muska gibi itaatkârlığının
karşılığında iyileşme vaad etmektedir. O zaman buna ancak bilimsel muskaterapi
denebilir.
Hekime
ve uyguladığı yönteme olan uzaklık, ilişkinin büyüsel komponentini
artıracaktır. Muskadan farklı ve ilkel gizemden etkilenmeyecek bir tedavi
ilişkisi ise aynı dili konuşan, anlaşabilen ve kişiler ve yöntemler aracılığı
ile olabilir.
'Bu adam psikoterapiden faydalanmaz', 'Bu adam ile nasıl psikoterapotik ilişki kurarız'
söylemi başvuranın değil, halka “Islah edilecek yerliler" gözü ile
bakan uzmanın sorunudur. Yabancılaşmanın, hazır yiyiciliğin, pratikte
özgünleşememenin sonucudur Halen ruh sağlığı hekimi olarak değil,
saykiyatrist veya saykolojist olarak yaşayanların çelişkisidir.
KULTEGİN ÖGEL
Şizofrengi Dergi, Sayı 2,
2 Nisan 1992
Şizofrengi Dergi, Sayı 2,
2 Nisan 1992
Not: Psikiyatrist, artık galatı meşhur olmuş (yani yaygın yanlış olarak
kalıcılaşmış) yanlış çeviri. kelimenin yarısı fransızca psikiyatr'dan alınmış
ve sonuna İngilizce ‘deki saykiyatrist'in sonu eklenmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar