GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BAKAN Necip Fazıl KISAKÜREK YAZILARI
(Hücum ve Polemik İsimli Eserden)
FİKİR
ÖFKESİ
İnsan başını
sıçan kafasından ayıran tek hassa...
Ha tüfeği olmayan
asker, ha öfkesi olmayan fikir!
Kollarımız, kuvveti nasıl sinir cümlemizde bulursa,
herhangi bir dünya görüşü de, sinir cümlesini fikir öfkesinde ele geçirir.
Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabı cihazı, manivelası, icra müessiridir.
Zihin onun sayesinde dinamizmaya kavuşur, yıldırımlaşır, kudrete erer, cansız
bir ölçü kalıbı olmaktan kurtulur. Tek kelimeyle fikir öfkesi, kıymet
hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı... Onsuz fikir, duvarda veya sandıkta,
evde veya dükkânda, kalabalıkta veya tenhada, ikide bir ötmekten başka hikmeti
olmayan aptal bir guguklu saattir.
Fakat öfkesiz fikir ne kadar acıklı bir manzaraysa,
fikirsiz öfke de o nisbette merhamete lâyık bir levha... Ruhî teessürlerini
herhangi bir görüş sistemine irca edemeden, rasgele bağıran çağıran, kıran
döken, tepinen dövünen bünyelere, haklı olarak hasta der, geçeriz.
Harikulade muvazene, öfkesiz fikirle fikirsiz öfkenin
arasında yerini bulan, müşterek bir akıl ve sinir nakiliyetinde...
Bazı kalemlerdeki
öfke edası bir takım hantal mizaçların hoşuna gitmiyor. Onlar, ifadede itidal,
ruhta rükûdet taraflısı... Böylelerine acımak lâzım. Zira onlar, görülmesi
kolay olan öfkeyi görüyorlar da, görülmesi kolay olmayan fikri görmüyorlar.
Böylelerine, suyu içilip de tanesi bırakılan hoşaf misalini mi
hatırlatmalı?...
(5 Mayıs 1944)
Müşahhas hiç
kimseyi kasdetmeksizin süvarilerin, üzerinde kılıç talimi yaptıkları samandan
insanlar gibi, mücerret ve hayatî bir tipe hitap ediyoruz. Buna, küfür ve dalâletin mücerret örneği denebilir. Gayemiz, hiç kimseyi
tahkir ve dâva mevzuu teşkil etmeden, içimizdeki büyük fikir öfkesini
serbestçe dökecek bir mahreç bulmaktır.
Gel berû, samandan adam:
Ey, yükseldikçe hiçbir mahlûkun o kadar
yükselemeyeceği; ve ey, alçaldıkça hiçbir mahlûkun o kadar alçalamayacağı
insanoğlunun en alçağı!
Seni, kâinatta
mevcut mülevves ve müteaffin maddelerden hangisine benzetseler, yarın o madde
Hakkın huzurunda benzetenden davacı olur ve mutlaka dâvasını kazanır. Zira senin yanında ve sana nispetle bizzat levs [1]ve
taaffün[2],
bilfiil münezzeh ve mükerremdir. Sen, tek kelimeyle, hayatın, varlığın,
var olmak şevkinin, ölmemek cehdinin, ilâhî emirlerin ve Allah’ın düşmanısın!
Bu düşmanlık yüzünden, içinde, bütün ulvî oluşlara hudutsuz bir hınç ve kıskançlık
fıkırdıyor! Öyle ki, gördüğü için gözü, kavradığı için idraki, anladığı için
ilmi ilga etmeğe kalkabilirsin! Zulüm; hakkı lâyık olduğu mevkie koymamak
hırsı, yaratıldı yaratılalı, sende bulduğu rütbeye hiçbir zaman ve mekânda
ulaşamadı. İşte bütün ruhun, özün, yaptıkların ve yapacakların sade bundan
ibarettir! Ömrün de, sana bütün bunları yine ezelî iradesiyle takdir eden
Allah’ın, bu meydanı, Allah düşmanlarına bırakmaktaki müsaadesi kadar...
Yarın aynı meydan Allah dostlarının emrine geçtiği zaman, seni didik didik
parçalarlar, lif lif yolarlar sanma!
Hayır; seni bir camekâna koyarlar, cemiyetlerinin en
büyük meydanında teşhir ederler; ve gelip geçene samandan gözlerinle insan
dalâletinin hudutsuz hududunu göstermen ve hidayettekileri her ân Allah’a
sığındırman için sana maaş bile bağlarlar!
(2 Nisan 1948)
Bu sesi duymayan,
bir sensin!
İnsan, hayvan, cemat, nebat, bütün kadrosuyla bütün
âlem, bu sesin ahenginden, az veya çok bir nasibe mâlik...
0 nasip yalınız sende yok! Sen Allah
Kelâmının «Belhüm adal Hayvandan
aşağı» diye tarif ettiği kazurat insanın bizzat kafa kâğıdısın!
Zamanın mekânız bir boşlukta aktığı, mekânın zamansız
bir zeminde donup kaldığı en yakası açılmamış mücerretten, Hindli paryanın
burnundaki cüzzam yeniğini saran, Amerikalı milyarderin purosundaki külü
titreten müşahhas korku tecellisine kadar, bütün varlık, her yerde, her vakit,
yalınız bu sesin doğru veya eğri nağmelerini heceleye heceleye yaşıyor: Allah,
yol, dâva, ideal...
Yalınız sen, biricik varlık haysiyeti olan bu kaygının
dışındasın! Ağzından tıkındığın levsleri ardından, biraz daha temiz iade eden
bir hazım cihazı istirahati içinde, öleceğini bilerek, fakat ona başkalarında
inanarak, bir domuzdan daha hodgâm ve mes'ut, yaşamaktasın! Cins beyinlerin
gışasına yapışarak kurtarıcı sistemlerin ruhunu aşılayan ulvi ıstırap, senden o
kadar iğreniyor ki yanına bile uğramıyor! Ne kadar maddi ve mânevi uzvun varsa,
hepsi, Allah tarafından işlemek üzere halk olundukları fiillerin, senin
tarafından, aksini yapmaya memur. Allah’ın görmek için yarattığı gözü nasıl da
görmemeye mahsus bir alet haline getirebiliyorsun? Ve sen bu sesi, bizim sesimizi,
yankıları güneşin ateş fıkırdağında ıslık çalan sesimizi duymuyorsun!
Sen kimsin???
Küfür ve dalâletin, işi tam hissizlikte bitiren, son
moda mücerret sembolü!
Fakat bu ses, bu
ses, bu ses, seni bir gün öldürecektir!
(27 Mayıs 1949)
Alman filozofu (Kayzerling) e göre 170 kilometre
süratle akan otomobilin remzlendirdiği bu asırda insanoğlu o kadar sinirlidir
ki, kanımızın bir anda beynimizi bir sünger gibi doldurması için, gözümüze
çarpan şeyin pek o kadar tırmalayıcı, pek o kadar çarpıcı, pek o kadar
öfkelendirici olması şart değildir.
Bilâkis insan tanırım ki, açıktan açığa kuyusunu
kazan düşmanlarına duyduğu kinden ziyade, sokakta, vapurda, tirende gördüğü
herhangi bir çehrenin mimarîsinden, herhangi bir kıyafetin üslûbundan gelen
öfkeyle baştan aşağı sarsılır ve zapta mecbur olduğu bu zaafın dizginlerini
bıraksa, gözüne batan adamı boğmaya kadar gideceğinden emindir.
Sakin ve tabii insan seciyesinin en mükemmeline malik
olanların bile tahteşşuurunda, böyle birkaç tane, hazım ve teneffüs
cihazlarının kendi cihazları yanında işlemesine mani olmamaktan yandıkları,
sebepsiz ve günahsız can düşmanları vardır.
Bütün iç sıkıntılarımızın remzi halinde, geçtiğimiz
caddelerden geçen, oturduğumuz kahvelerde oturan ve öksürüşlerinden
esneyişlerine kadar zarurî hareketler haricinde hiçbir iddiaları olmayan bu
mahlûklara öfkelenmek için hakikaten hiçbir sebebe malik değiliz. Gözümüze,
tahammülü kabil olmayan bir nümayiş halinde çarpan bu menfi hayatiyet
sahiplerine karşı arayacağımız ve bulacağımız tek bir zahirî hak yoktur.
Duyduğumuz ve boğduğumuz bâtınî hak ise sadece namütenahidir. Çok defa ve en
derinden duymuşuzdur ki, düşman olmamız için her hakka malik olduğumuz
cazibeli bir hasma karşı kinimizi devam ettirmek mecburiyeti altında yegâne
silâh ve menbaımız, şuur ve mantığımızdır. Böyle bir düşmana nefrette haklı
olduğumuzu ilân ederken gösterdiğimiz telâşlı belagat, içimizin bu
düşmanlığa inanmayışından değil de nedendir?
İman tam olduğu zaman isbat yoktur.
Sevimli düşmana karşı mantığımızın verdiği hakkı
kabule tenezzül etmeyen gönül, öbür düşman karşısında mantığımızın delil
bulamayışını, varsın bir mâni diye tanımasın!
Alimlerin «derunî âlem», «tahteş şuur» gibi renksiz ve
rayihasız kelimelerle ifade ettikleri seziş vasıtamızın ismine bir kere gönül
demiş bulunduk. Gönlümüz bize der ki:
— Bu duygunda sebep diye bir şey aramak gülünçtür.
İlle bir hadise halinde katılaşmış bir vesika istemek neye? Amerika’da olduğu
için seni soyamayan bir hırsız, sana karşı mesul değil midir?
Her cemiyetin mecbur olarak yalnız kaba sesleri ve
hâdiseleri kaydetmeye mahsus olan telefonuna mukabil, esrarlı insan yapısının
gözlerin içini ve kalplerin altını okuyan mikrofonu peşin bir tehlike işareti
veriyorsa, bu işaret, yabana atılmağa lâyık değildir.
Kuduz köpek,
ısırdığı adam için değil, kuduz olduğu için mahkûmdur. Bu gibi (antipatikler de, yapmadıkları fiillerin değil, yapmak için doğdukları
fiillerin mahkûmudurlar.
Başkasının fikrimize iştirak etmeyeceğini bildiğimiz
halde hepimizin teker teker öyle sezişlerimiz vardır ki, hafif bulmakla
beraber, onlara kapılmaktan kurtulamayız ve hissederiz ki, onlar en ziyade «biz»,
en ziyade «kendimiz»dir.
Nitekim yok yere kızdığımız biri için:
— Şeytan diyor ki, git şu adamın kafasını kır!
Demez miyiz?
Hayır, bu sözü
söyleyen şeytan değildir! İçimizin verdiği bu hükmü çok hafif ve sebepsiz bulan
şuurumuz, yok yere kafa kırmak cürmünü şeytana yükletmektedir.
Yunus Emre’nin:
«Bir ben vardır
bende benden içeru» mısrasında olduğu gibi, bu sözü bize söyleyen,
benliğimiz içindeki benliğin daha altında yatan «ben» ve «biz»
den başka birisi değildir.
İnsana sebepsiz yere ve uzaktan bu kadar (antipatik)
görünen bu mahkûm doğuşların suratlarındaki gizli siyahlık, kalblerindeki
imansızlık mühründen gelen akis olsa gerek...
Onlar zamanenin tipleridir!!!
(13 Ocak 1950)
SİSTEM
Bizi, şahsî ahlâkımızla zerrece alâkası olmadan, sırf
Allah ve Resulünün azad kabul etmez kulu olduğumuz için lekelemek isteyen
zümre, baştan başa karıları orospu, kocaları deyyus, anneleri tellâl, babaları
hırsız, oğulları lûtî, kızları sun'î bakire; ve hepsinden beter olarak ruhları
Allahın nurundan ve insanın kaygısından topyekûn mahrum öyle bir topluluktur
ki, âlemde tenezzül etmeyeceği sefil iş ve razı olmayacağı şenî vazife yoktur.
Bir fikir ve edebiyat adamının harikulade bir buluşla ifade ettiği gibi,
bunlar, beş kuruş mukabilinde, yatağında uyuyan kızlarının edep yerini
magnezyumla fotoğrafa çekip pazarda satabilirler veya zamanenin sultanlarına
takdim edebilirler.
Şimdi söyleyin bana; bu tıynette insanların hile ve
desiselerine karşı, bizim gibi dâva sarhoşu, gaye delisi, vecd aptalı ve aşk
sersemi insanlar, nasıl karşı koyabilirler? Bunlar, bizi, bir banka
veznesinden para alırken cebimize başkasına ait bir deste para atarak hırsız
diye tutturabilirler! Evrakımızın içine bir harita atıp casus diye
yakalatabilirler. Kızlarımızın veya zevcelerimizin yoluna, rezalet mütehassısı
(Modern) bir it çıkartıp namussuz diye ilân edebilirler! Daha neler ve neler?
Ve biz bunların hilelerine, bu kalkansız gövdemiz, hulûs içinde kalbimiz ve
besbelli hedefimizle asla, asla mukavemet edemeyiz!
Öyleyse
Müslümanlar, bize tek bir şey düşüyor:
Bu mahlûkların
olanca desise ve düzen dehalarını ana prensip halinde kavrayıp, resmî zabıtlarından
mühürlü hüccetlerine kadar hiçbir şeylerine inanmamak, bizi düşürdükleri ve
zayıflatmak istedikleri nisbette yüksek ve kuvvetli gördüklerini bilmek, dâva
etrafındaki birlik ve beraberliğimizi büsbütün kesifleştirmek; ve ne kadar
kafaları varsa hepsinin birden kapılarına, «Yâ Allah!» deyip, ta
cepheden, erkekçe, kahramanca, Müslümanca çullanmak... Onları mahvedecek olan
sistem budur; biliniz, dâvamızı bu sistemden başka muzaffer kılacak bir usûl
mevcut değildir. Bu sistemle kellelerini devşireceğiz!
(30 Mart 1951)
Yıllarca üzerimize, en alçak ve esfel soyundan tahrik
projektörleri tutuldu. Bu projektörlerin, aydınlatmak ve göstermek dâvasında
olduğu hiç bir şey yoktu. Onlar, aydınlatıcı aletler değil, bilâkis karanlıkta
yanıp içindeki hususî resmi aksettiren (Lântern-Majik)lerdi. (Sihirli Fener)
Yani bizi göstermiyorlar; bizim kar gibi beyaz alınlarımızda kendi isnat ve
iftiralarının resimlerini gösteriyorlardı. Kendi içlerinde, evvelden
zaptedilmiş plâkalardan ibaret olan bu resimlere göre, biz mürteciyiz, inkılâp
düşmanıyız, komünist emellerinin üflediği ve yürüttüğü bir cereyanız,
komünistlerle bir arada imhası gereken insanlarız!!!
Düne kadar bize yönelen zulüm, hiç değilse bizi
komünistlerle karıştırmamak, doğrudan doğruya nefsine düşman farzetmek ve bu
teşhisi de (rejim) ve hükümete mal etmek suretiyle, bütün vahşeti içinde biraz
namusluydu. Bugün, yeni (rejim) ve hükümetin medenî ve (demokratik)
müsamahası karşısında, devlet ve gençlik gibi iki aziz aksülâmel kutbunu
aleyhimize kışkırtmak için sinsi sinsi çalışması bakımından en namussuz bir
zümrenin planlarıyla çevriliyiz. Bu zümre; Yahudiliğin, Masonluğun,
münafıklığın, içten yıkıcılığın, millî ve dinî vahdet suikastçılığının, tek
kelimesiyle her türlü beşerî oluş katilliğinin kurmay heyeti olan dönmelerdir.
Projektörü, projektörü değil, işleyebilmesi için
karanlığa muhtaç olan sinema makinesini bunlar idare ediyor ve alınlarımızın
beyaz perdesinde, kendi irin dolu ciğerlerinin ve kurt dolu barsaklarının
(röntgen)ini göstermeye kalkıyorlar. Kimse de işin farkında olmuyor!
Beyoğlu'nun dönme sinemalarından birinin locasında her
gün meçhul bir delikanlının visaline istida veren taallûkatları (Hısım ve
yakınlar), komünist sefarethanesinin ve Rus bankasının tediye şekline âşinâ
kültürleri, Mister Truman'ın çenesinden kopardıkları itimat kılını Stalin'in
ihtiyad tırnağı ile aynı zarfta muhafaza eden tabiyeleri; ve her devir boyunca,
Allah ve Peygamber düşmanlığı adına ne bulurlarsa o devre hülûl için kapı diye
kullandıkları seciyeleriyle, bu lâğım kadrosundan âdi mahlûkların oyununa
kapılmayacak devlet ve gençliği göreceğimiz günler yakındır.
(17 Nisan 1959)
BUNLAR ODUR!
Biz meydana çıkınca ne olur?
Bir şamatadır kopar. Malûm gazeteler velveleyi basar.
«Vatan haini, inkılâp düşmanı, mürteci!» küfürleri ayyuka çıkar. Eğer
bizi koruyan bazı devlet nüfuzları varsa kırılır. Herkes ve her şey siner.
Okmeydanı’ndaki poyraz gibi ortada yalnız onların sesi kalır.
Yahut şöyle olur:
Her tarafı sükûttur kaplar. Sükût o kadar derin olur
ki, sanki durgun su yüzünde bir çukur açılmış gibi sükût içinde sükût
girdaplaşır. Onlara en sert tokatları, bir yankesiciyi bile haysiyet müdafaası
zorunda bırakacak darbeleri havale ettiğimiz halde «Bana mı?» demezler.
Sükûtlarını, şöhret ve tirajımızı yükseltmemek gayesine yormanın imkânı
yoktur. Zira ne şöhretleri şöhretimizin milyonda biri, ne de birçoğunun tirajı
baldırbacak komisyonculuğu yapmalarına rağmen bizimkinin yarısıdır. O halde?..
O halde donlarına kaçıracak kadar bizden korkarlar. Gık bile diyemezler. Ancak
aralarında anlaşmak ve ellisi yüzü birleşmek şartıyla bir şeyler
düşünebilirler. Ya sivrisinek vızıltısını hoparlöre bağlayıp bütün vatan
kubbesini çınlatacak kadar yaygara basmak için hapse girmemizi beklerler yahut
fezayı delen fikir sayhalarımızı duymamak ve duyurtmamak için Adana ovasının
bütün pamuk mahsulünü kulaklarına tıkarlar.
Veya:
İşte şimdi olduğu gibi, hapis, iftira, isnad, hücum,
tahrik, bütün denaet silâhlarının sökmediği hengâmede ve gık deseler
kalemimizin iki bacaklarının arasından girip ağızlarından çıkacağını
bildikleri bu şartlar altında, içeriden iş gördüklerimizi, dışarıdan da
bayilerimizi satın alıp, kefen hırsızlarının bile tenezzül etmeyeceği bir
namussuzluğa düşerler.
Efendi ve argo lügatlarındaki bütün alçaklık
sıfatlarının tavsiflerinden âciz olduğu bunlar odur; necasetin bile yanlarında
misk ve amber nev'inden kaldığı mahlûklar...
(19 Mayıs 1959)
Kaynak:
Necip Fazıl KISAKÜREK, Hücum ve Polemik,
1998, İstanbul
[1] LEVS:
Kuvvet, şiddet; kötülük, zayıf delil; kan lekesi; cinayet davacısının iddiasını
doğrulayan zayıf delil, zan.
[2] Taaffün:
Kokuşma, pis kokma.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar