GELECEK ÖZGÜRLÜKTÜR /Eduard Şevardnadze
Eduard Şevardnadze’nin “Gelecek
Özgürlüktür” Kitabından Seçme Sözler
["Dikta
gücünün belirli bir çehresi ve adresi yoktur." Söz konusu
olan daha çok, belirli yöntem ve üsluplardır: Yalan, kışkırtıcılık ve her an
hizmete amade sinsi, fesatçı politikalar... Tarihte butün yollar tutulduğunda,
diktatörün kim olduğu değil, "Neden?" ve "Niçin?" soruları
önem kazanmıştır hep.]
[Gürcistan'da trajik olayların meydana geldiği, bir gösteriyi
dağıtmak üzere şiddete başvurulup insanların öldürüldüğü, 1989 yılının
karanlık nisan günlerinde derhal Tiflis'e giderek hemşehrilerime şöyle dedim: "Sizler, eskisi gibi değilsiniz. Ama bilin ki, ben de
değiştim."]
[Evimizin dışında yabancılaşmanın soğukluğunu duyumsuyordum.
Okulda lider gözüyle bakılırdı bana, öğrenci komitesinin başkanlığına
seçilmiştim, hemen her zaman çevremde bir öğrenci topluluğu bulunurdu. Ancak
artık tamamen yalnızdım, kimseler yanıma sokulmuyor, kimseler oyuna çağırmıyordu...
"Halk düşmanının oğlu" etiketi beni
çoktan mahkum etmişti. Tatil kampına gidemeyeceğimi öğrendiğim an, bu damganın
ne anlama geldiğini kavradım.]
[30'lu yıllarda Gürcistan'daki baskılar, olağanüstü sertlik
kazanmıştı. Stalin'in Gürcistan'a karşı daha yumuşak bir yaklaşım içinde olduğu
düşüncesi yaygın olmakla birlikte, tamamen yanlıştır. "Sınıf çatışmasının çıkar ve amaçları, ulusal duyguları
tanımaz." Stalin bu
"kuram"a, "paha biçilemeyecek katkılarda" bulunmuştu. Stalin'in, hemşehrilerinden
intikam almak için de yeterince fırsatı olmuştu. Örneğin Gürcü sorunu denilen
olayı asla unutmamıştı. Gürcistan Sovyeti'ndeki bir grup parti yoldaşı, bir
birlik devleti oluşturup, cumhuriyetlerin bağımsızlıklarının ortadan
kaldırılmasını öngören Stalin'in özerkleştirme planına karşı çıkmışlardı.
Böylelikle "Gürcü
sorunu", Sovyetler Birliği'nin ulusal devlet yapısının biçimine ilişkin
bir polemiğe, zaman içinde de "milliyetçi
ayrılıkçılar" diye tanımlanan Stalin karşıtlarıyla hesaplaşmaya dönüşmüştü.]
[Devlet tarafından yönlendirilen ekonominin, insanların işinde
iyi randıman vermesini engelleyecek şekilde düzenlendiğini biliyor. Ücret sistemi
hiçbir üretim ilişkisinde, yaşam standartları ve işten beklenilen kaliteyle
doğru orantılı olmamıştır. "Siz bize
ücret ödüyormuş gibi yapın. Biz de çalışıyormuş gibi yapalım." Sovyet emek
anlayışına egemen olan bu parola, durumu çok iyi karakterize ediyor.]
[Uzun yıllar sonra Gürcistan İçişleri Bakanı olduğumda,
ölümünden kısa süre önce şöyle dedi annem bana:
" Sen,
toplumsal hastalıkları iyileştirmek istiyorsun. Pek beyhude bir iş. Keşke,
onun yerine benim acılarımı dindirebilseydin..."]
[Gerçek şu: Gürcistan İçişleri Bakam ve Gürcistan Komünist
Partisi Merkez Komite Birinci Sekreteri olarak pek hoşa gitmeyen kararlar almak
zorunda kaldım. Ancak kimlerin hoşuna gitmiyordu? Belki, daha önceleri
İsrail'e göç etmeleri engellenen, ancak benim izin verdiğim Gürcistanlı
Yahudiler. Kısa süre önce bunlardan biri, benim o dönemlerde söylediğim bir
sözü hatırlattı bana: "Göçmenleri
düşman gibi görmeye son vermenin zamanıdır artık." Eğer bu
sözleri gerçekten söylediysem, demek ki, o zamanlar da düşüncelerim doğru
yöndeydi.]
[Benim bu insanlara karşı tutumum, kendi kendime karşı verdiğim
ıstıraplı bir mücadeleden sonra oluştu. Büyük olasılıkla, bu iç savaşımın bir
sonucu olarak, bugün bulunduğum yere ulaştım. Beni, aktif bir perestroyka
taraftan yapan da buydu. Bu mücadele ve ülkedeki gerçek durumla ilgili ulaştığım
bilgi sayesinde, hastalığın tek tek insanlarda değil, sistemin kendisinde
olduğunu kavradım. Ve eğer bazı insanlar bu sisteme karşı düşmanca bir tutum
almışsa, bu da o sistemin, insan kişiliğim hiçe saymasından kaynaklanıyordu.
Çünkü totalitarizm koşullan altında insan haklarının ve özgürlüğünün
korunması, ülke kalkınmasının güvence altına alması mümkün değildi."Her şey ama, her şey çürüdü, kokuştu. Değiştirmek gerekiyor." ]
[Kısır döngünün kırılması olanaksız görünüyor, silahlanma
yarışının karanlığında tek bir umut ışığı parlamıyordu. Tepemizde Demokles'in
kılıcı gibi sallanan karşılıklı nükleer kabus, insanlığın ortak yazgısı
olmuştu. "İnsanlığın varlığını
sürdürebilmesi ve kalkınması için, yeni bir düşünce biçimine ihtiyaç var...
İnsanlık, düşüncelerine koşut olması gereken, yeni bir ortamda
bulunuyor..."]
["İnsanlığın
ortak çıkarlarıyla sınıfsal çıkarları karşı karşıya getirdiğimiz ve genel
insani değerlere öncelik tanıdığımız ivin, sosyalist düşünceye çok kötü hizmet
verdik... Böylece sınıfa özgü ve tüm insanlığa özgü değerlerin diyalektik
birlikteliği ilkesi zedelendi. Ancak şunu biliyoruz ki, hiç kimse, işçi
sınıfının çıkarları yerine insanlığın ortak çıkarlarının sözcülüğünü yapmak
istememiştir..."]
[Dış politika alanında da yeni düşünce, geçmişte kalanın
reddedilmesini ve bunun sonucu olarak, yıllarca doğru olarak bilinenlerin
yeni bir değerler sistemine oturtulmasını içerir.
İlk aşamada, bir "düşmanın" var olduğu şeklindeki
klişelerinden geri adım atılır. Bu klişelerin kökeni savaş yıllan ve dünyanın
yeniden paylaşılmasında yatmaktadır; bunların içinde tarihi gerçekler de
barınmaktadır. Ne var ki bu
düşman imajı, rejimin ve iktidar sahiplerinin çıkarları uğruna yapay olarak
körüklenmiş, çıkarlar da kaçınılmaz ulusal gereklilikler olarak
yutturulmuştur.
İdeoloji, düşman imajım absürd boyutlara vardırarak, halklarda
korku, nefret ve varolan nesnel düzeni doğa vergisi olarak kabullenme duygusu
uyandırdı. Eğer bir
"düşman" yaratırsanız, kendi halkınızı yokluklar çekmeye, özveride
bulunmaya ve en temel gereksinimlerden vazgeçmeye mahkum etmiş olursunuz. Ancak gün
gelir, sabırlar tükendiği için ki, asıl mesele budur, sürekli aşağılanan ülke
ve halk, uygarlık sürecinden tamamen dışlanmak tehlikesiyle karşı karşıya
kalır. İşte o zaman güvenlik de tehlikeye girer. "Akılcı
olan her şey, gerçektir" diye yazmıştı Hegel. Bu sözü biraz değiştirsek? Örneğin şöyle: "Akılcı olmayan her şey, batmaya mahkumdur." Dünyada akla
aykırı, yaşamı zehirleyen ne kadar çok şey olduğunu kavramanın zamanı gelmedi
mi artık? Ve artık bunların yerine, genel geçer ahlak kurallarını, akılcı
fikirleri yerleştirmenin zamanı gelmedi mi?
Evet, günümüz dünyası, çıkar çatışmaları, merkezkaç ve merkezci
hareketleriyle karmaşık ve hassas bir dengede. Dünyamız çok renkli ve çok yönlü
olmakla birlikte bölünmez bir bütünlük içinde, özellikle de güvenlik açısından
günümüzde askeri-siyasi, ekonomik, insani, kültürel ve ekoloji gibi sayısız
yönleri içeriyor.]
[Eskiden de "insana
hizmet etmeyen aklın korkunç olduğu" söylenirdi ama ancak
yüzyılımızın sonuna doğru insanın varoluşu kendi kendine zarar veren
eğilimlerden arındırılıp mutlak bir gereklilik olarak görülerek evrensel
ölçülerde akılcı biçimde örgütlendi. İnsanlık yıllar yılı kendine, nükleer füzelerin,
ozon deliğinin, sürekli yeni bir "önderin" prizmasından baktıktan
sonra anladı ki -anlamak zorundaydı!- amaçlar arasındaki farklara karşın
bölünmez bir bütündü.]
["Tüm
dünya hareket halindeyken, biz yerimizde sayamayız" demişti Jean
Monnet. Ne yazık ki, birçoğumuz, yalan ve İkiyüzlülüğün en büyük erdem
sayıldığı yerde kalakaldık: "İn-lan,
ancak aldatarak malını satabilir." Bu bilgece hayat görüşüyle
demek isteniyor ki, insan gerçekleri gizlemediği takdirde dolandırılabilir.]
[İstifam için yaptığım konuşmanın "karmakarışık" ve
aşın duygusal olduğunu söylediler... Olabilir. Açıkçası, söylemek istediğim her
şeyi söylediğim ve başka türlü de söyleyemeyeceğim halde. Birçokları, bazı
şeyleri gizlediğim izlenimi edinip, bunları satır aralarında aradılar. Hatta
pek değerli bir gazeteci, o "karmakarışık" konuşma metninin
"olmayan sonunu" benim adıma tamamlayıverdi: "Politika, mümkün olanı yapabilme sanatıdır. Görevim
süresince, taviz verme yöntemine olan bağlılığımı yeterince kanıtladım.
Ancak, politikanın özü ve kutsal amaçlarından vazgeçmek
pahasına, taviz verilemez. İzlediğimiz yolda hızımızı da kesemeyiz - bu
tehlikeli olur. İçinde bulunduğumuz durumda, dış politikada izlediğimiz çizgi
kayıtsız şartsız destek gerektirmektedir. Bu kişisel bir talep değil, acil bir
ihtiyaçtır.
Ben durumu böyle görüyorum. Ve böyle gördüğüm için de, gen
çekilmekten başka çarem kalmıyor."
Bunların hepsi doğru. Söylediklerime tıpatıp uyuyor, farklı
sözcüklerle olsa da. Eğer gazeteci, bu sözleri bulup çıkarabildiyse, konuşmam
da yeterince şeffaf demektir.
"Eflatun
benim dostum, ancak gerçekler benim için daha değerlidir."
Gerçek şu ki, ben dostumu terk etmedim. Onu "ben" terk
etmedim. Dahası şunu da söylemek istiyorum: Ben istifa ederek, ona yardımcı
olmak istedim. Karşımıza çıkan şansı nasıl kullandığımız, başka bir sorun.
Bazen, insanın kendi kendisinden daha büyük bir düşmanı olmadığım düşünüyorum.
Ve insanın, çevresinde dostlar aramadan önce, kendi içindeki dostu bulması
gerekir. Ancak her insan, bunu aynı ölçüde başaramaz. ]
[Son günlerde,
Vaclav Havel'in kitaplarından birinde karşıma çıkan görüş kafamı kurcalıyor.
Şöyle: "Bu sistem, ancak insanların kendisine
hizmet etmesini sağlayacak ölçüde insanlara hizmet veriyor; bunun 'ötesindeki'
her şeyi - yani insanın, kendisine dikte edilen tutumu aşmasını, kendisine
yönelik bir saldın olarak kabul ediyor. Ve aslında haklı da: Gerçekte, bu tür
ihlaller, ilke olarak sisteme muhalif tutumlardır. Totaliter sistemin kendi
içindeki hedefi, ilk bakışta göründüğü üzere, iktidarın hakim sınıfların
elinde kalması gibi basit bir amaç değildir; kendi varlığım koruma güdüsü,
'daha üst bir amaca' yönelik toplumsal bir fenomendir: Sistemin el yordamıyla
sürdürdüğü, bir çeşit 'otomatik harekettir'. İnsan ise -iktidar hiyerarşisi
içinde hangi konumda olursa olsun- bu sistem için 'kendinde şey' değil, salt
bu 'otomatik hareketi' devam ettirecek ve ona hizmet edecek bir şeydir; bu
nedenle de insanın iktidar amacı, ancak hedefleri 'otomatik hareketle' özdeş
olduğu zaman gerçekleşebilir.
Önde gelen şahsiyetler -kendilerine merkezi
iktidar gücünü veren o muazzam iktidara rağmen- çoğunlukla, sistemin
meşruiyetini sağlayan öğelerden başka bir şey değildir. Deneyimlerimiz,
sistemin 'otomatik
hareketinin', bireylerin istencinden daha güçlü olduğunu
yeterince göstermiştir bize. Herhangi bir kimsenin, belli bir bireysel istenci
varsa, iktidar hiyerarşisinde yer alabilmek için, bu istencini uzun süre
anonim bir maske ardında gizlemek zorundadır. Ve eğer, hiyerarşi içindeki
yerini aldıktan sonra, istencini gerçekleştirmeye kalkışırsa, er ya da geç
'otomatik hareketin' o dehşetli ataletine yenik düşecektir. Bundan sonraki
aşamada da, ya yabancı bir unsur olduğu için iktidar yapısından atılacak, ya da
yavaş yavaş kişiliğinden ödün vermeye ve 'otomatik hareket' içinde yer almaya,
onun hizmetkârı olmaya zorlanacak, sonuçta kendinden öncekilerle, kendinden
sonra geleceklerden hiçbir farkı kalmayacaktır."
Bu düşünceleri, kendi şahsıma yönelik kabul ediyorum. Sadece
kendime. Hem acı hem tatlı, karmaşık düşünceler uyandırıyor bende.
Her şey, aynı Havel'in betimlediği gibi gelişti. Ancak ben kendi
içimde beslediğim amaçlara ulaştım, kimliğimden ödün vermedim ve sistemin bana
karşı zafer kazanmasına da izin vermedim.
Bana inanmanızı rica ediyorum: Kendimle övünmüyor, gelecekteki
yaşantım açısından büyük önem taşıyan, gizlenmesi mümkün olmayan bir olguyu
ortaya koymaya çalışıyorum.
"Pişmanlık", son derece etkileyici bir mecazla
noktalanıyor. Yaşlı bir kadın, filmin kadın kahramanına, oturduğu sokağın
tapınağa çıkıp çıkmadığım soruyor. Hayır diye yanıt veriyor kadın, zorba bir
hükümdarın adım taşıyan sokağın tapınağa çıkmadığım söylüyor.
Cengiz
Abuladze, kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde, benim de filmin senaryo
yazarlarından biri olduğumu söylemişti. Bu elbette ki, çok alicenap bir
abartı, ancak şimdi bir başka eserden çalıntı yaptığım suçlamalarına hedef
olmaksızın, benim için büyük değer taşıyan bu sahneyi kullanabilmek için,
Abuladze'nin lütfunu kabul ediyorum.
İnsan aşağılık ve onursuzca davranarak, yüce bir amaca
ulaşabilir mi?
İnsan gerçeği özlerken, gerçek uğruna yalan söyleyebilir mi? Ya
da adil olmayan yöntemlerle adalete ulaşabilir mi?
Bu sorular dünyanın tarihi kadar eski ve bu sorular uğruna
verilen kavga sonsuza değin sürüp gidecek. Şimdilik görünen o ki, bütün
sorulara aynı yamt veriliyor: "Eğer
gerekliyse, o halde mubahtır." Peki o halde, tapınağa varmak için en doğru yola sadık kalan
yalnız kahramanın mücadelesi nasıl oldu da, yüzyıllardır capcanlı kalabildi?
Hayat, attığı her adımda tuttuğu yolda ilerlemenin mümkün olmadığım kanıtlar
ama, o yine de devam eder.
Ben bir aziz ve kahraman değilim ama, yalnız da değilim. Yalnız
değilim - artık öyle bir zamana geldik ki, sadece o tek onurlu yolun tapmağa
çıktığına inanan insanların sayısı artıyor ülkemizde. Ve bu inanca vardıkları
an, yaşamlarıyla eylemlerine bu inanç yön vermeye başlıyor. Böylelikle özveri
gerektiren, alışılmışın ötesinde bir düşünüş tarzı, insan yaşamının genelgeçer
normu haline geliyor. Er ya da geç, politika bu normu hesaba katmak zorunda
kalacaktır..]
Kaynak: Eduard Şevardnadze ,
Gelecek Özgürlüktür , trc: Ayşe Özek Karasu ,Afa
Yayınevi, 1992, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar