“GELENEK” KİTABINDAN
GELENEĞİN PRANGALARI: WEBER VE ŞERİATİ ÖRNEĞİ
Nasıl milliyetçilik milleti yaratmışsa, modernliği yaratan da büyük
ölçüde modernizm olmuştur. İnsanlığın mı ilerlediği, yoksa ilerleme
düşüncesinin mi her yanı kapladığı ilginç bir tartışma konusudur. Bununla
birlikte modern, modenlik, modernizm, modernleşme gibi kavramların
çekiciliklerinin giderek arttığı da bir gerçektir. Modernleşen ya da
modernleşmekte olan ülkelerde bu kavramlar neler ifade etmekte, geleneğin
yerini nasıl almaktadırlar?
Bir yazısında "Tarihsel geleneğin ağırlığından” ve ''geleneğin
gücünün doğurduğu sorunlar"dan söz eden Max Weber, yüzyılın
modernleşme ve dünya sisteminde söz sahibi olma çabaları içinde olan
Almanya'da, işlerin niçin ABD vb. yeni ülkelerdeki gibi gitmediğini, "(Almanya'da)
geleneğin gücü, tarımda kaçınılmaz biçimde egemendir" yargısıyla dile
getiriyordu. Bu bakış açısından gelenek, her ne kadar Weber böyle normatif bir
dil kullanmasa da "gecikmiş" toplumlar için bir tür ayak bağı
olmaktadır.
Gelenek peki neden ayakbağı olmaktadır bu tür toplumlar için?
Bir zamanlar: geleneğin kutsallığından ve saygı değerliğinden söz
ederken şimdi ne olmuştur da, gelenek, toplumu, toplumun değişme ihtiyacını
frenleyen, hatta engelleyen bir unsur haline gelmiştir?
Modernleşme ve modernleşmenin ekonomik yüzünü teşkil eden kalkınma
çabaları içine giren toplumlarda gelenek toplumsal değişimi engelleyici bir
unsur olarak belirmektedir. Sosyolojik düzeyde toplumda tutucu ya da gelenekçi
grupların oluşmasına yardım ederek homojen bir kültür ve merkeziyetçi bir
anlayışın gelişmesine engel olurken, anlam ya da kültür düzeyinde "ilerici"
(progressive) ve "modernleştirici" (modernizing) fikirlere
karşı status quo'cu ve tutucu (conservative) bir "ideoloji"
geliştirmektedir,
Weber Almanya'nın ayağına takılmış "geleneğin prangaları"
ile "otoriter geleneği", yani toprak aristokrasisinin, modern
ekonomik şartlara geçişin doğurduğu sorunlara karşı takındığı olumsuz tutumu
kastediyordu. Özellikle Almanya'nın doğusunda toprak ağalığı, yani tarımsal
kapitalizm egemen olmuş (batısında ise sanayi kapitalizmi gelişmiştir), bu da
bir rantiyeler sınıfı doğurarak, toplumdaki girişim ruhunu zayıflatmıştır. Bu
ise İngiltere ve Fransa gibi daha erken sanayileşmiş ve aristokrasinin demirden
yasasını daha erken ortadan kaldırmış toplumlarla yarışa girmiş olan
Almanya'nın geleceği için önemli bir tehlike oluşturmaktadır. Sonuç olarak
Weber, "Almanya'nın bütün hayati ekonomik, sosyal, politik sorunları ve
ulusal çıkarları, doğusu ile batısının kırsal toplum yapıları arasındaki
çelişkiye ve bunun gelecekte alacağı şekle bağlıdır" diyerek yazısını
bağlamaktadır.
Şimdi Weber'in Almanya'sını bir kenara bırakarak, farklı bir topluma ve
bu toplumda farklı bir biçimde ortaya çıkan "geleneğin gücünden doğan
sorunlar”a bir göz atalım. Söz konusu edeceğimiz toplum İran ve İran'ı
değerlendirecek Weber'imiz Ali Şeriati'dir.
Erhest Gellner, İslâm toplumları üzerine yaptığı bir çalışmada, İran'da
geçmiş dönemlerden itibaren iki tür din bilgini, yani ulema sınıfı
bulunduğunu söylüyor. "Bir yanda yönetici ve bürokratik ulema, öte
yandan popülist-mistik ulema vardır. Birinciler din ve devlete hizmet etmekte,
ikinciler ise kitlelerin dini ihtiyaçlarına cevap vermektedirler"
Sünni dünyada din bilgini ve sufiler arasında ortaya çıkan çatışma, böylece,
Şiilikte bizzat bilginler sınıfı içindeki içsel bir farklılaşma halini almaktadır.
Bu durum, modern şartlarda, Ph.D. unvanlı okumuş aydınlarla, popülist mollaların
çatışması şeklini almıştır.
Ali Şeriati, genelde İslâm dünyasıyla, özeldeyse İran toplumuyla ilgili
olarak "din"in iki ayrı anlamından söz eder:
Birincisi geleneksel İslâm, ikincisi ideolojik İslâm.
Geleneksel İslâm, toplumda mevcut inanç (belief) sistemi, geçmişten
devralman miras ya da en geniş anlamıyla “gelenek” tir.
İdeolojik İslâm ise bilinç yaratan, ilerici ve başkaldıran bir iman
(faith)dır. Öyleyse yapılması gereken "bilinç yaratan İslâm'ı, onu
çöküşe sürükleyen geleneksel unsurlarından ayırmak"tır.
Şeriati geleneksel İslâm imajının ideolojiye dönüştürülmesi yolundaki
programını, gelenekçiliği (traditionalism) tepkicilik-gericilik
(reactiorıarism) ile özdeşleştirdiği bir başka yazısında, geleneksel ulemanın
İslâmının geçmişin bekçisi ve sürdürücüsü olduğundan söz ederek kutsal (ruhanî)
kişilere (mollalara) duyulan saygıyı eleştiriyor ve bunun geleneğin değişmesini
zorlaştırdığını söylüyor. Ona göre, "geleneksel kültür"
"ilkel kültürü" çağrıştırmaktadır ki, akılcılık ve bilimsel
benlik-bilinçlilik çağına girildiği şu günlerde aşılması gerekir bu kültürün.
Bununla birlikte o, insanda "geleneksel" olan yanın teknolojik
olarak en ilerlemiş uygarlıkta bile tümüyle sökülüp atılamayacağı gerçeğini de
kabul etmektedir.
Weber'in sosyo-ekonomik düzeyde Almanya'nın gelişmesine engel olarak
gördüğü "geleneğin prangaları", Şeriati'de kültürel düzeyde
ele alınmakta ve bir Ph.D., yani Batı eğitimi görmüş bir Doğulu aydının
popülist mollaları eleştirmesine dönüşmektedir. Şeriati de, Weber gibi İran'ın "geriliği"nden
şikâyetçidir. Fakat ö, bu geriliğin nedenini, İran'da hakim bir toprak ağası
sınıfının varlığı ya da Turner'ın "prebendâlizmi" gibi sosyoekonomik
bir faktöre bağlamak yerine, ülke aydınlarının (ulemanın) toplumda işgal
ettikleri mevkie bağlamaktadır. Weber Almanya'nın doğusu ve batısı arasındaki
üretim ilişkilerinin diyalogu sonucu ülkenin geleceğinin belirleneceğini
söylerken, Şeriati ulemanın, geleneksel temele dayalı ruhani bir sınıfın yerine
ruşenfikr (yani İran'daki daha seküler aydınların savunduğu aydınlanma,
anlayışı) görüşüne bağlı gençliğin Batının kültür emperyalizmine karşı koyarak
toplumu mobilize edeceğini öne sürmektedir. Toplum mobilizasyonu ise
modernizasyona gidecek yolu açacaktır.
GELENEĞİN DİRİ GÖVDESI: TÜRKİYE ÖRNEĞİ
'Aktarma' anlamıyla belirginleşen gelenek terimi, bu anlama
en önce dinî (kutsal) metinlerin muhafaza edilip başka birilerine aktarılması
olgusuyla kavuşmuştur. Din kurucusunun ya da peygamberin ağzından kaydedilen
İlâhî mesajın korunması, çoğaltılması ve aktarılması bir dinin tarihî akışında
en önemli aşamalardan birini teşkil eder, Kelâm'ın (Word), yani İlahî Söz'ün
aslına en sadık biçimde, sahihliğinin muhafaza edilerek aktarılması ise tefsir,
te'vil ve bugün "derin hermenötik" dediğimiz disiplinlerin
doğmasına yol; açmıştır. Kelâm etrafındaki bu dikkat yoğunlaştırma süreci,
sonunda, Kelâm'ı koruyan, daha doğrusu korumakla görevli bir sınıfın ortaya
çıkmasına yol açmıştır: Bu da din adamları ya da ruhban tabir ettiğimiz sınıftır.
Her dinde, dinin özel tonuna göre kısmen değişebilen bu sınıfın yapısı,
örneğin, İslâm'da çok erken dönemlerde (Schuon'un sözünü ettiği 'apostolic'
evrede) teşekkül etmiş ve gerek kutsal kitabın korunup daha sonraki nesillere
intikal ettirilmesi, gerekse Peygamberin söz ve davranışlarının tesbit ve
tedvini yoluyla ciddi bir entellektüel gelenek başlamıştır.
Sanayileşme, merkeziyetçi devlet, kapitalizm, modernizm gibi
özelliklerle karakterize edilen modern dünyanın oluşumundan önce dünyada dört
önemli medeniyet mevcuttu:
Hıristiyanlık, Hinduizm, Konfüçyanizm ve İslâm.
Hıristiyanlık kendisini modern şartlara tedricen uyarlamış ve giderek
modern dünya için bir alternatif olma şansını yitirmiştir. Bunun en belirgin
örneği giderek seküler bir Tanrı fikrine doğru yol almakta olan modemist
Hıristiyan teolojisidir. Konfüçyusçuluk, her ne kadar ruhunun yaşadığı bir
gerçekse de, İçendi vatanında (Çin'de) bile reddedilmiş ve gözden düşürülmüştü.
Hinduizm ise bir halk dini olarak yaşamaya devam etmekteydi ve yerli aydınlar
tarafından ne tam benimsenmiş, ne de vazgeçilmiş durumdaydı. Bunlar arasında
yalnızca İslâm modern dünyada sanayi öncesi inançlarını ve dinamizmini, hem
halk, hem de aydın katındaki geleneğini korumayı başarmış ve bu sayede modern
dünyaya karşı direnebilmiştir.
Hinduizmin tersine İslâm’da entelijansiyâ (ulema), daha esnek ve halk
diniyle (folk-religion) ilişkileri daha canlı bir yapıdadır. İslâm’ın
hayatiyetinin tehlikeye girdiği kritik dönemlerde ulema, bilginin üretimi ve
bölüştürülmesi rolünü ihmal ederek, kolayca halkın arasına karışmakta ve hayati
tehlike atlatılana kadar halkın tercümanı olabilmekte; aynı zamanda da tehlike
geçtikten sonra tekrar kendi asıl rolüne dönebilmekte; daha da önemlisi,
entellektüel faaliyetini bu 'kritik' dönemin sorunlarıyla
ilişkilendirebilmektedir.
Bu ifadeleri bir iki örnekle açalım. Örneğin, İran'da Metafiziğin
Gelişimi ve İslâm'da Dini Düşüncenin Yeniden Kuruluşu gibi akademik ve
felsefî çalışmaların yazarı Muhammed İkbal, Hindistanlı Müslümanların
bağımsızlık mücadeleleri sırasında ateşli bir bağımsızlık savunucusu olmuş ve
bu bağlamdaki şiirlerini meydanlarda halkın karşısında okuyabilmiştir. Bir başka
örnek ise Türkiye'den, Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar İstanbul'da ulema
meclislerindeki tartışmalarını ve fıkhî-kelâmî çalışmalarını gördüğümüz Said
Nursi'nin, Cumhuriyet yönetiminin dine karşı takındığı yıkıcı tavır iyice ortaya
çıkınca, Anadolu'ya gidip müslümanları etrafında topladığını ve halkın 'imanın
kurtarma' mücadelesine girdiğini görüyoruz. Bu örneklerden de anlaşılacağı
gibi, İslâmda aydın katı ile halk arasındaki sınır esnek olup gerek alttan
üste, gerekse üstten alta kolayca' açılabilmektedir.
Bu önemli durum, İslâmın diğer üç din gibi modern şartlarda dinamizmini
niçin kaybetmediği sorusuna aydınlık getirmektedir. Klasik dönemde İslâm
toplumu sosyolojik anlamda iki ana gücün etkileşimiyle varlığını sürdürüyordu.
Bir yanda büyük şehirlerde toplanan ortodoksi, merkeziyetçi iktidar, saray,
okuryazar kesim, medeniyet, hukuk (şeriat), medrese yoğun bir inanç; öte yanda
kırsal kesimlerde yürürlükte olan ortodoksiden farklı (heterodoks) inançlar,
kabileler arası mücadeleler, toprak ilişkileri, ademi merkeziyetçi bir siyasal
yapı, cehalet, savaşçılık, örf ve adetler ve tekke -yönelimlilik veya bir
tarikat şeyhine bağlılık. İşte İslâm’ toplumlarındaki dinamizm, bu iki grupta
yer alan faktörlerin diyalogu sayesinde sağlanmaktaydı. Şehir, kırsal kesim
üzerindeki egemenliğini pekiştirmek için baskı yapıyor, bu da kırsal kesimdeki
kabilelerin şehir kültürüyle tanışmalarını sağlıyor (örneğin askere alınan
köylü çocukları). Zaman zaman da, İbn Haldun'un ısrarla vurguladığı gibi,
kuvvetli asabiyete sahip kabileler şehirlere gelerek (baskın, yağma vb.
amaçlarla) taze enerjilerini şehirlere aktarıyorlardı. Bedevilerin şehirlere
yerleşmesiyle şehirler gelişmiş ve taze kan ihtiyacı giderilmiş oluyordu.
Böylece şehrin kozmopolit kültürü bedevilerin hücumuyla kan değiştirirken,
bedeviler de şehrin iktidarın rengine yavaş yavaş boyanıyorlardı.
Bu durum günümüzde de geçerliliğini muhafaza etmektedir. Köyden şehire
göçün yoğunlaştığı modernleşme ve sanayileşme çabaları içine giren müslüman
ülkelerde (örneğin Türkiye'de) İslâmın yeniden dinamizm ve canlılık kazanması,
bir açıdan 'bedeviler'in şehirleri 'basması' olarak yorumlanabilir. Köy
ve kasabasında henüz merkezi iktidar ve onun ideolojisiyle aşina olmayan kırsal
kesim mensupları, taşıdıkları duygusal dozu yüksek müslümanlıklarını şehirlerin
çevrelerinde öbeklenerek muhafaza etmeye, bilgi yönünden eksik
"İslâm’”larını şehirlerde buldukları yandaşlarıyla paylaşarak geliştirmeye
ve giderek cami, Kur'an kursu gibi birimler çevresinde örgütlenmeye
başlamaktadırlar. Kırsal kesim İslâmının dinamik yönü şehirlerde medeni bir
çerçeveyi de hazır bulunca giderek daha etkin bir güç olarak sahnede görünmeye
başlamış; bir yandan daha tahsilli insanlar yetiştirerek aydın katını
beslerken, öte yandan, daha halka dönük bir İslâm’ı halkın arasına yaymıştır.
Bu da, yukarıda değindiğimiz, İslâmın hem halk, hem de aydın kesim arasındaki
etkileşimi sağlayan geleneğin korunması ve sürdürülmesi sonucunu doğurmuştur.
İslâm günümüz dünyasında bu iki 'kat'ın etkileşimleriyle daha da
güçleneceğe benziyor. Politik arenada en çok konuşulan gündem maddelerinden
biri İslâmdır. Kültürel alanda müslümanlar sürekli kendi konumlarını ve çağdaş
durumlarını sorgulamaktalar. Nihayet modernizmin dalgaları dâru'İslâm'ın
kıyılarını dövmeye başlayalı beri önlerine çıkan "Bugünkü dünyada
müslümanlığı nasıl muhafaza edebiliriz?" sorusunu, "Geleceğin
dünyasında nasıl bir yerimiz olacak?" sorusuyla değiştirme çabası"
içindedirler, ümmet, başlangıcından itibaren kendisine yönelmiş bu en ciddi ve
vahim tehdidin farkına varıp çıkış yolu bulma uğrunda yüzelli yıl çeşitli
sınavlardan geçmiştir. Yüzelli yıllık İslâm’cılık düşüncesi macerası, müslüman
ülkelerin emperyalist Batılıları, vatanlarından çıkardıktan sonra şu mısralarda
ifade edilen noktaya gelip dayanmıştır:
"BARBARLAR GİTTİ; ŞİMDİ ONLAR OLMADAN NE YAPACAĞIZ?
ONLAR BİR TÜR ÇAREYDİ."
(Kavafis; Barbarları beklerken).
BiR KARŞILAŞTIRMA: NASR ve ŞERİATI
İki çağdaş müslüman düşünürden Ali Şeriati, "Gelenek mutlaka alt
edilmelidir" derken, diğeri Seyyid Hüseyin Nasr, "Gelenek'her
şeydir ve hiçbir şey gelenek dışında sahih varlığını idame ettiremez"
demektedir.
Bu iki iranlı aydının, bu taban tabana zıt ifadelerine ne anlam vermeli?
Birini kolayca "devrimci" diye nitelerken, öbürünü de
aynı kolaycılıkla "muhafazakâr" olmakla yaftalamak mıyız?
Ya da birinin muhafaza edelim, diğerinin değiştirelim dediği şeyin, yani
geleneksel İslâmın mahiyetini nasıl kavramak?
Sanıyorum düşünce dünyamızda giderek belirginleşen iki net anlayışın
altını çizmemiz gerekiyor. Bunlardan birincisi, modern İslâm’cılık;
düşüncesine başlangıcından beri egemen olan 'pratik' ya da pratikten
neş'et eden düşünce çizgisidir. Bu düşünce çizgisinin belirgin özellikleri sık
sık çağın 'gerçekler'inden söz etmeleri, İslâmın önündeki engellere daha
somut, hatta deyim yerindeyse 'maddeci' bir biçimde bakmaları, dini
(İslâmı) kutsallığından soyarak neredeyse dindışı (profan) bir perspektiften görmeleri
ve Gelenek'e kuşkuyla bakmaları şeklinde özetlenebilir. Bunlara bir de
savunmacı/özür dileyici tutumu eklersek tablo aşağı yukarı tamamlanmış olur.
İkinci netleşen çizgi ise daha teorik kaçar birincinin yanında.
Olgulardan değil, 'ilkeler'den yola çıkar. Olayların pratikteki "tezahürü"nden
çok, onların asl'ıni, hakikatini gözönünde bulundurur. Bu yüzden
idealisttir, yani dünyevî hadiseleri kozmolojik çevrim içinde işgal ettikleri
yere göre değerlendirir. İslâmın kutsal özü üzerinde ısrarla durur. Kutsallığını
kaybetmiş bir dinin savunulmaya değer pek bir yanının kalmadığını öne sürer.
Olayları hep Bir'e (Allah'a) atfederek yorumlar ve sosyal ve politik
oluşumların sonuçta birer nedenden çok sonuç olduğunu, bu oluşumlara yorum
getirebilmek için asıl Neden'i (Nedenlerin Neden'ini) kavramak
gerektiğini belirtir. Ve Batı medeniyetinin yarattığı şartlara teslim olmayı,
onları İslâmın günümüzde yaşaması için 'veri'kabul etmeyi reddeder.
Bu iki düşünce biçimini şu şekilde netleştirebiliriz: Pratik düşünce adını
verdiğimiz düşünce biçimi İslâm’ın geçerliliği ile daha doğrusu
uygulanabilirliği ile ilgilidir, ilkelerden yola çıkan idealist çizgi ise
İslâm’ın sahihliği, daha doğrusu 'sıhhati' üzerinde durur. Bu yüzden
birinci çizgi, Althusser'in ayrımıyla uygun (just), elverişli olanı ararken,
ikinci çizgi doğru (vrai), yani Hakk üzerinde odaklaşır.
Birincisi eylem-merkezli, ikincisi bilgi-merkezlidir.
Dolayısıyla birincisinde düşüncenin sıhhati üzerinde yeterince durulmadığından
ve pratiğe ağırlık verildiğinden doğru düşünülüp düşünülmediği önemsizlesin
Örneğin siyasi yorumlarıyla tanınan bir müslümanın ağzından şöyle bir cümle
çıkıverir: "Tabiat insan vücudunu ve diğer canlıların yapılarını bu
cihazdaki (termostat) sistemler gibi donatmıştır" İnsanı ve diğer canlıları
Allah Teâlâ değil, tabiat donatmıştır!
Görüldüğü gibi düşüncesini arındırmaya değil, dış dünyayı ıslah etmeye
yönelmiş bir düşünce bu tür temel akidevî 'sürçme’lerden
kurtulamamaktadır. Öte yandan, düşüncenin sıhhati üzerinde duranlar Bir'e
yükledikleri anlam gereği dünyevî oluşumlardan (siyaset, toplumsal ilişkiler
v.b.) çok, ilâhî plan üzerinde dururlar. Kısacası, İslâm’ın uygulanabilirliğini
vurgulayanlar (şu 'çağın gerçekleri'ni göz önünde tutanlar) İslâm’ın
sahihliğinden taviz vermek durumunda kalırken, İslâm’ın doğruluğu üzerinde
vurgu yapanlar (örneğin teknolojiyi İslâm’a zarar verdiği için reddedenler) ise
İslâm’ın günümüzde uygulama imkânlarını ihmal ederek onun günümüze 'uygun'
oluşundan taviz verirler. Öyleyse, yazımızın başında Şeriati ve Nasr'dan
yaptığımız alıntılarda karşımıza çıkan çelişkiyi nasıl açıklamalı?
Gelenek Şeriati'nin gözünde; mollalar sınıfının, ısrarla korumaya
çalıştıkları tabanı, zeminidir. Bu zemin onların altlarından çekilip alındığında
İslâm’ın geleneksel kurumlarda aldığı (ki gerçek İslâm’da bu mevcut değildir)
dokunulmaz kutsal hale yırtılacak ve 'ideolojik İslâm' adını verdiği 'uygun'
oluşum meydana çıkacaktır. Şeriati İran'ın önündeki, İran'ın çağdaş dünyada
kendine yakışan bir yer bulması için bu mollalar sınıfının mutlaka bertaraf
edilmesinden yânadır. Ulaştığı sonuç ise geleneğin mutlaka değiştirilmesi
yönündedir.
Oysa Nasr'ın Gelenek'e (geleneğe değil) bakışı tümüyle İslâm’ın vahyî
boyutundan başlayıp günümüze kadar süregelmiş ve içerisinde İlâhî mesajı
taşıyan bir espri içermektedir. Gelenek'in korunması Allah Teâlâ'nın
ellerindedir ve aynı şekilde onun geleceği de, tıpkı tüm hadiseler gibi, O'nun
tasarrufundadır. Gelenek Nasr'a göre genellikle 'görenekle ve örf ve
adetlerle karıştırılmakta ve sonuçta gerçek Gelenek (Vahy ile başlayıp o
vahye bağlanan insanların dinî veya dünyevî tüm fâaliyetlerini bir 'esas'a
rapteden zaten ed-dîn'in anlamı da bağlamaktır-şey) modern anlayışın da
etkisiyle gücünü kaybetmekte ve fakat bütün olumsuz şartlara rağmen yaşamaya
devam etmektedir.
Geleneğe ilişkin bu iki tavır temelde yukarıda söylediğimiz iki düşünce
tarzının bir yansımasıdır. (sh:75-90)
Kaynak: Mustafa ARMAĞAN, Gelenek, İstanbul, 1992
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar