GENÇ BİR ŞAİRE MEKTUPLAR- Rainer Maria RİLKE
Çeviren:
Melâhat ÖZGÜ
Şiir ve şair: bu iki
kavram biribirinden ayrılmadığı halde, şiir üzerine çok, fakat şair üzerine
hiç, yahut da pek az şey söylenmiştir. Bunun da sebebi ortadadır: «Şair»
kavramı içinde bir değer hükmü vardır. Bu hükmün ayarı, ifade tarzlarına ve
muhtelif zamanlarda, muhtelif üslûplara göre değişir. Bunun için de şairi
estetik (ve zaman zaman etik) ölçülere göre değerlendiren tenkitler, bütün
zahmetlere rağmen objektif bir hükme varamamışlardır: Şair, yaşadığı devrin
kültüründen müteessirdir ve zamana bağlıdır. Ayni şair üzerinde muhtelif
devirlerde, muhtelif hükümler verildiği çoktur. Bunun sebebi de, mânevi ilimler
alanının her gelişim merhalesinde, ideal bir şair tipi ortaya konmak istenmesi,
fakat zamana bağlı olmayan bir şair ana tipi, ana vasfı bulmanın çok güç
olmasıdır: Bir kere, şairi yaratıcı, şekil verici yapan ölçülmez kudret, kavram
kalıbına sığmamakta, daha çok hayatın kendisine bırakılmaktadır. Ancak estetik
bir duyuşla şairin mahiyeti üzerinde bir fikir edinilebilir. Bu sebepten şairin
mahiyeti hiç bir zaman tam anlamda tarif edilemez, ona ancak işaret edilebilir:
işte tercümesini faydalı bulduğumuz
«Genç bir şaire mektuplar», her şeyden önce şairin öz varlığına işaret etmekte,
onun iç hayatını belirtmektedir. Bir şair tarafından yazıldığı için de bu
hayatın gerçek varlığı eserde samimî bir hava içinde aydınlatılmıştır, işte
bütün incelikleriyle şair ruhunu aydınlatan bu şair Rainer Maria Rilke’dir.
Müşahedelerinin derinliği ve ifadesinin eriştiği güzellik ile değerini asla
kaybetmeyecek olan bu mektupları vermeden önce müellifin hayatı ve eserleri
üzerinde durmayı faydalı bulduk.
Almanca’dan İnsel-Verlag’da çıkan metin üzerinden dilimize
çevrilmiştir. «Briefe an einen Jungen Dichter» İm İnsel-Verlag zu Leipzig
(İnsel-Bücherei Nr. 406).
Rainer Maria Rilke 1875
yılında Prag’da doğdu; çok asil bir aileye mensuptu. Anası ve babası
çocuklarını asker yetiştirmek istediler, bunun için de onu St. Pölten’deki
asker mektebine verdiler; fakat buravı. küçük Rilke’ye cehennem oldu. Bu çetin
hayata uzun zaman dayanamadı, o kadar ki, ailesi onu oradan alıp Linz’deki
Ticaret Mektebine vermek zorunda kaldı; buradan da Üniversiteye geçti, Münih ve
Berlin’de okudu. Babası onu hiç olmazsa bir avukat olarak görmek istediği halde,
o, kendisini tamamıyla sanata verdi. Rusya’yı, İskandinavya’yı, İtalya’yı ve
Fransa’yı dolaştı. Bilhassa Rusya’nın enginliği onun hassasiyetini çok
arttırdı. Her şeyi duyuyor, her şeyden bir ses işitiyordu. Bu sesler onun
mistisizmini besledi. Bremen’e yakın Worpsweder’de ressamlarla temasa geldi.
Rilke manzaraların ruhu olduğuna inanıyordu ve bu inancını sanatçılar da
kuvvetlendirdi. Etüdler ona sanat yolunda ilhamlar verdi ve müşahede kudretini
arttırdı. Paris’de Rodin ile arkadaşlık etti. Bir müddet, hattâ onun hususî
kâtipliğinde bulundu ve Rodin’in bir talebesi olan heykeltraşçı Clara Westhoff
ile evlendi.
Adriatik sahilinde, Tour
ve Taxis Prensesinin daveti üzerine Duino sarayında oturdu, Valais Alplerinde
Dr. Werner Reinhart’ın kendisi için satın aldığı köşkünde yaşadı ve burada, 29
Birincikânun (Aralık)1926 tarihinde öldü.
★
Rainer Maria Rilke, tam
mânasiyle bir şairdir; fakat sessiz, mütevazi bir şair. O, şairliğe korka korka
başladı. Bütün isteği, insanlığa iç zenginliğini vermek, herkesi mesut etmekti;
o, «halk» ı, hediye ettiği şiirleriyle mesut etmek istiyordu, (Lieder dem Volke
geschenkt). «Halk» kavramı altmda da kendi gibi fakirleri kastediyordu. «Halk» onun
için İçtimaî bir kavram değil, her şeyden önce ruhî bir kavramdı. «İlk
Şiirler» ine (Erste Gedichte, 1896) yurdu olan Prag, Bohemya hâkim oldu.
Buraların halk nağmeleri şiirlerine karıştı. «Halk Şarkısı» (Volksweise) Alaca
karanlıkları ve «Akşam» ları (Abend) terennüm etti. Meselâ, bir yolcuyu
hayran durdurmak için bahar içinde ufak bir köy ve bir kızcağız yetiyordu. Fakat
sonra büyükler de araya karıştı. Rilke her şeyden önce kendilerini müdafaa
edemeyenlerin kurtarıcısı olmak istedi. Bunun için de hep genç kızların
şiirini söyledi, hep onları takibetti, onlar gibi bağ yollarında yürüdü. Fakat
bir türlü hedefe varamıyordu. Çocuklar gibi güneşe tapıyor, hayretle gözlerini
açarak yıldızlara bakıyordu. En çok kullandığı kelime özleyiş’ti. Öyle bir
özleyiş ki, idealini zaman ve mekân dışında arıyordu. İnsanları özlüyor,
onların bilhassa içlerini özlüyor, tabiatı özlüyor, en uzaktakinin olduğu gibi,
en yakınındakinin de hasretini çekiyor, dünyanın mucizelerini ve nihayet bütün
sırların sırrını: Tanrı’yı özlüyordu.
Rilke,
bu özleyişlerine bilhassa «Hayallerin
Kitabı» (Buch der Biider, 1902) adlı şiir külliyatında kavuşmuştur. Bunda
şair, dünya önünde değil, dünyama içindedir. Yakınlık ve uzaklık onun için
artık birleşmiştir. Tanrı bile yanındadır. Her şey bir görünüş, her şey bir
tablo olmuştur. Bunlar, onun sevgi ile yakaladığı, şair ruhiyle baktığı
dünyanın mucizelerini, muammalarını gösterir. Her birinde büyük bir şairin
derin duyan, ince sezen, temiz seven ve keskin gören bir ruh belirmektedir.
Rilke için görmek, halletmek, kurtarmaktır; dinlemek de uzakları
yakınlaştırmak, ırak olanı sevmektir. İnsanların karşılaştıkları şeyler hep küçük şeylerdir;
ancak insanlarla karşılaşan şeyler büyüktür. Bunun için insan yenmeli, ancak
büyük olana yenilmelidir. Dindar
olmak gerektir, bunu da kâinattan öğrenmeli, büyük olanı aksettiren, birçok
mânaya gelen şeylerden öğrenmeli. İnsanlar ne biliyorlar?
Bir
dağın ne kadar «harikulâde» olduğunu seziyorlar mı?
Ellerinde birçok şeyler
dönüyor, fakat hepsi susuyorlar. Ancak şairler ve şair gibi duyanlar, çocuklar
ve genç kızlar içlerinde çınlayan sesleri işitirler, ancak bunlar için, iç ile
dış arasında bir sınır yoktur. Bunun için şair kendisini eşyaya daha yakın
hisseder. Onun ruhu, kendisine en yakın bulunanda olduğu gibi, en uzak olanda
da, yine kendi ruhunu, Tanrı ruhunu keşfeder: muammalar sevgi ile çözülür. İnsanlar,
kâinat önünde yüksektirler, onların buutlarını büyülten çevre ve eşyadır ve
bunlar arkadaştır» dosttur; sanatçı muammayı sever, muammalara sevgi ile
yanaşır, çevresini sarar, onları süsler ve aşkla doldurur; nihayet onlardan bir
eser yaratır. Eşyaya bağlanmakla da sanatçının malzeme çevresi genişlemiş olur.
Sevilen eski konular ele alınır, ıssız akşamlar, alacakaranlıklar, mahzun
kızlar, sakin şairler, garip rüyalar terennüm edilir. Kendisini her şeye yakın
bulan şair, yalnız boş olanı değil, vahşi, korkunç fırtına gecelerinin ruhunu,
bir dilencinin, bir körün, bir sarhoşun, bir katilin, bir dulun, bir delinin,
bir yetimin, bir cücenin ve bir cüzzamlının «Sesler» ini de (Die Stimmen)
verir. Rilke «Rus Çarları» (Die Zaren, 1899-1906) için birçok şiirler yazmıştır. Bir başkasında da «Ukranya’da atla
dolaşan İsveç Kıralı Onikinci Charle»ı (Karl der zwölfte von Schweden reitet in
der Ukraine), terennüm etmiştir. «Üç aziz Kral) (Die Heiligen drei Könige)
efsanesini işleyen bir şiiri «Her yerdeki yıldız»dan bahseder. Rilke’nin
şiirlerinde arasıra George’yi, Hoffmannsthal’i, Dehmel’i, Mombert’i, hattâ
Maeterlinck’i andıran sesler akseder; fakat sanat yolunda onun daha çok kime
borçlu olduğu kesin olarak söylenemiyor. Hükümler daha çok Hoffmannsthal
üzerinde durmaktadır; fakat Rilke, tesir altında kalmış olmaktan ziyade,
onun bunlarla arasında bir ruh, bir duyuş birliği olduğu çok daha kuvvetlidir;
çünkü «Hayallerin Kitabı» kimseye bağlanmadan başlı başına yaratılmış bir
eserdir; hepsinde şahsî bir iç hayat kendini gösterir.
* *
«Hayallerin Kitabı» nı
«Saatlerin Kitabı» (Das Stundenbuch, 1905) takip etti: Hepsi üç kitaptır ve
yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. 1899 da «Rahip Hayatının Kitabı» (Das Buch von
Mönchischem Leben); 1901 de «Hacıların Kitabı» (Des Buch von der Pilgerschaft);
1903 «Yoksulluk ve Ölümün Kitabı» (DasBuch von der Armut und von Tode)
tamalanmıştır. Eserin kahramanı olan bir Rus rahibi, dualar, kasideler,
itiraflar ve âyinlerle adı olmayanı, yani Tanrı’yı kavramaya çalışmaktadır.
Rilke’nin böyle bir eser yazmak Rusya’da hatırına gelmişti. O, Rusya’dan
bahsederken şöyle diyordu: «Rusya benim için gerçekleşti, ayni zamanda da beni
gerçeğin uzakta bir şey olduğuna ve ancak sabırlı olanlara yavaş yavaş
yaklaştığına inandırdı. — Rusya, insanların, yalnızlık içinde yaşayan
insanların diyarıdır. Her birinin içinde dağlar kadar karanlıklar var; her biri
tevazu ile içlerinin derinliklerine gömülmüşlerdir; korkmadan eğilirler, bunun
için dindardırlar.» Rilke bu insanların sözlerinde bir vüzuh
göremiyordu. Burada insanlar susuyorlardı. Rilke Tanrı’yı, «iyi ve yakınlık»
duyduğu şeylerde buluyor. Tanrı, içinden çıktığı karanlıktır. İçinde bir başka
zaman olmayan, geniş bir hayat için katiyet veren karanlıktır. Tanrı,
yalnızlığının dostudur, içinde bir çocuk gibi yaratabileceği bir beşiktir.
Tanrı, Rilke’nin çok sevdiği sessizliktir. Tanrı, onun binbir şekilde,
birdenbire hararetle keşfettiği muamma, durmadan değişendir. «Saatlerin Kitabı»
modern bir şekilde Tanrı’yı arayan bir kitap, bir
ibadet kitabıdır; Tanrı’nın bir irade değil, ebedî bir sükûnet olduğu, bakışın,
görüşün bir dua olduğu, sevgilinin Tanrı’nın en sevgili çocuğu olduğu bir dua
kitabıdır. O, Tanrı’ya o kadar bağlanmıştır ki, Tanrı’sız olamıyacağı gibi,
Tanrı da onsuz olamaz: «Ben ölürsem ey Tanrı, sen ne yaparsın?» mısraı,
tamamiyle bu fikri ifade eder. Rilke,
Tanrı’yı insanlar ve eşya içinde gördüğü gibi, eşyanın ve insanların oluşunu da
Tanrı içinde görüyordu.
* *
«Saatlerin Kitabı» ndaki
rahip Tanrı’sıyla dünyadan uzak bir yalnızlık içinde konuşuyordu. O, turada
hakiki gerçeği, Tanrı’yı bilmeden büyük şehirleri küçümsemekte idi. Fakat «Yeni
Şiirler» (Neue Gedichte,1907) ve «Yeni Şiirlerin İkinci Bölümü» (Der neuen
Gedichte anderer Teil, 1908), insanı doğrudan doğruya bu büyük dünyanın içine
götürürler. Onlardan kültür havası eser, arka plânda pek çok defa da Paris
görünür. «Hayallerin Kitabı» nda parke döşenmiş ağaçlıklı yolları ve çeşmeleri,
ipekli kumaşları, kıymetli taşları tercih etmiş olduğu zevki, burada daha
kuvvetle belirtmektedir: «Piyano’da Egzersis» (Übung am Klavier), «Aynanın
önünde Kadın» (Dame vor dem Spiegel), «Balkon» (Der Balkon) ve «Muvasalat» (Die
Anfahrt) gibi bazı şiirler, yalnız empressionist teknik bakımından, değerli bir
usta elinden çıkmış tabloları andırır. Fakat çoğu daha fazla şeyler verir:
tesir etmeğe değil, içten görmeğe çalışmıştır. Bir insanın yahut bir şeyin
içine ruhuna bir bakıştır. Her şey, şekil ve fikir ruhtan doğar ve gerçekleşir.
En açık olarak nebatat bahçesindeki (İm Jardin des Plantes) tablolarında, Pars
(Der Panther) gibi yırtıcı bir hayvan, bir kahraman mukadderatının timsali
olur; Flamingo’lar (Die Flamingos: leylek nevinden kuşlar) «hayallerde»
uçarlar. «Atlı Karıncalar» (Die Karussel) insanın nerede ise nefesini
durduracak, nihayet papağan uçucu hayvanların komedisi, meseleleri gülünç bir
şekilde çözer. Burada konu çevresi genişlemiştir. Rilke’nin karşısına çıkan,
duyularını, aklını meşgul eden, her şey bir şiir olmuş, mahir bir teknik en
yabancı olanı dahi sanat şekline bürümüştür. Seçim hususunda aslâ müşkülpesent
değildi. Hâtıralar, büyük hâdiseler, tarih, efsane, dünya ve kilise
kahramanları bir kaç defa işlenmiş olsa bile, yine ele alıyor ve çok daha fazla
sone şeklini tercih ediyordu. Rilke’nin bu mistisizme olan bağlılığı tabiî idi;
fakat diğer taraftan korkunç, kanlı hastalıklı ve iğrenç olandan da
kaçınmıyordu. «Yeni Şiirler» de dil sanatı, mısra ve kafiye tekniği çok
incedir. Sözlerdeki müzik, vokallerdeki âhenk sanki sırf kendi gayesi içindir.
* *
Rilke’nin dram ve
hikâyeleri de ayni şiir havasını teneffüs eder: «Şimdi ve Ölüm anımızda» (Jetzt
und in der Stunde unseres Absterbens. Szene, 1896); «ilk Kırağlardaki Üç
Hâdise» (İm Frühfrost, Drei Vorgânge, 1897); «Bugünsüz» (Ohne Gegenwart, 1898);
«Günlük Hayat» (Das tâgliche Leben, 1902). Asıl hikâyeleri: İki Prag Hikâyesi»
(Zwei Prager Geschichten, 1899); ve sonra yazdığı «Hayata Dayanış» Am Leben
hin, 1899); «Malte Laurids Brigge’nin Notları» (Die Aufzeichnungen des Malte
Laurids Brigge, 1910). Bütün bu eserlerinde Rilke’nin sanat dünyası, Jens Peter
Jacobsen’in şekillendirdiği dünyadır: Rilke yanından, İncil ile beraber, bu
Danimarka’lı şairin eserlerini hiç eksik etmezdi. Auguste Rodin’den sonra
yaratıcılığın sırrı, derinliği ve ölmezliği üzerinde elde ettiklerini de hep bu
büyük şaire medyundu. Şiirleri gibi hikâyeleri de daima hâtıralarla doludur.
Bunlarda gene anayurdu olan Prag yaşamaktadır. Aile hâtıralarını ise «Süvari
alayı sancakçısı Christoph Rilke’nin aşk ve ölüm şarkısı) (Die Weise von Liebe
und Tod des Cornets Christoph Rilke, 1907) adlı nuveli (Nouvelle: uzun hikâye.)
işler: Bir gecede yirmi dört yaşında biri tarafından öldürülmüş. — Malte Laurids Brigge de hâtıralarla
yaşamaktadır, fakat yalnız ve sessizdir. Bir hışırtı, bir fısıltı bütün
benliğini sarar. «Sonuncular» (Die Letzten, 1901) adlı nuvel külliyatında da
yine ayni hava vardır; her şey alacakaranlıktır. «İlk Kırağılar» daki üç
hâdisenin ikinci başlıkları da esasen bu adı taşımaktadır. İnsanlar «Bugünsüz»:
Hepsinde şairin yeni bir hayreti görülmektedir. O, her şeyde yeni bir şey
bulur, her şeyi de yeniden keşfeder. «Günlük Hayat» dramı ise Maeterlinck
fikirlerinin başka bir şeklini verir. Onun için gerçek, günün gerçeği bir
mucizedir. Büyük gerçek daima dışarıda aranır, halbuki o insanın çevresindedir,
yalnız farkedilmez. Bu eserlerin çoğunu bir masal havası kaplamaktadır. Kendi
seslerimiz hep masal olmuştur.
*
«Sevgili
Tanrı’dan Hikâyeler»
(Geschichten von Lieben Gott, 1904), «Saatlerin Kitabı» nın havasını
vermektedir. Burada gaye: büyük dünya mimarı olan Tanrı’dan, Tanrı’nın adını
anmadan bahsetmektir, çünkü hikâye Tanrı’sız anlatılamaz; Tanrı’nın bir
hikâyedeki varlığı, ancak o hikâye sonuna kadar okunduktan sonra anlaşılır;
sonundan iki kelime eksik, hattâ son sözün arkasında bir durak işareti bile
konmamış olsa, onun geleceği beklenebilir. Tanrı hakkında birçok şeyler
söylenmiştir: ona, her şeye iştirâk eden, her şeyi anlayan, her şeyi dinleyen,
akıllı ve aydın bir varlık, denmiştir. Fakat aklın hâkimiyetinden sonra bu
sözler ciddîye alınmayarak bir kenara bırakılmıştır. Arka plâna şairin asıl
anlamak istediği çocuklar geçmiştir. Şair, kendisini dinlettirecek insan
bulamayınca, hikâyesini akşamın «Karanlığına» (Eine Geschichte, dem Dunkel
erzâhlt) anlatır. Sonunda, bazen de çok hisli, fakat sade bir tekerleme yapar;
bu da şairin sanatındaki hususiyeti gösterir. O, kötürüm olan arkadaşı Ewald’e
«Taşları dinleyen birinden» (Von einem, der die Steine belauscht),
Michelangelo’dan anlatır: Michel Angelo’ya bir ses: «Michel Angelo, içinde kim
var?» diye sorar. O da: «Senden başka kim olabilir, ey Tanrım!» der.
Sonra şair ve arkadaşı, akşamın bulutlarına bakarlar. Arkadaşı «Tanrı orada
mıdır?» diye sorar. Şair susar, fakat sonra ona doğru eğilir ve yavaşçacık: «Ewald, biz burada mıyız ki?» der.
* *
Böylece Rilke’yi heyecana getiren başlıca kuvvet Tanrı’dır.
«Sevgili Tanrı’nın Hikâyeleri» nde insanla Tanrı arasına, manzaralar, kavramlar
ve teşbihlerle örülmüş olan duvarlar yıkılmıştır. Tanrı ferdindir. Fakat Rilke,
yavaş yavaş Tanrı’nın artık bir «sevgi konusu» olmadığını, bir melek değil,
şeylerin şeyi» değil, ancak «sevginin bir yönü» olduğunu esefle idrâk eder. Ona
erişmek çok güçtür. Bunu Malte Laurids Brigge’nin acıklı hayatı da gösterir. Eser
tamamıyla Jens Peter Jacobsen’in dünyasını vermektedir. Paris’te fakir ve
herkesten uzak yaşayan son derece içli bir insan gördüklerinin ve
işittiklerinin tesiri altında iç hayatı, tıpkı müellifininki gibi ikiye
bölünmüştür: Bir taraftan şair olarak kendini dış âleme verir ve bu âlemi en
korkunç şekliyle de olsa kendi içine çekmek için zorlar; öbür taraftan da
kendini iç âleme, görünmiyene, özlü ve asıl olana: Tanrı’ya bağlar. Fakat
birçok yanılmalardan sonra, korku ve felâketler atlatarak, yoksulluk ve aşk
üzerinden şifa yolunda ölümü bulur. Hâtıralarla yaşayan âdil bir insan, korkunç
bir kalp sektesi sahnesinden sonra, babasının tabutu önünde «Bugün Brigge, ve
sonra artık hiç» yaşayan bir ruh, bir Tanrı olur.
* *
Rilke, has ve öz olanı
bulmak için yıllarca aramaya koyulmuştu; bunun için de yıllarca sesi
işitilmedi. Bir başkası olsaydı, Avrupa’da kazanmış olduğu şöhretini
kaybetmekten korkardı. Fakat Rilke için şöhret, istemediği bir tehlike idi:
Gelişmekte olan bir insanın alanına, kitlenin hücumu ve bu gelişmeyi
durdurmasıydı. Rilke, on yıldan fazla, gittikçe artan bir sabırsızlık ve şaşkınlıkla,
görünenler arasında görünmeyenler için bir mîyar aradı. Bu esnada da, Duino
sarayının hemen hemen prehistorik sessizliğinde «Meryem’in Hayata» ndan
(Marienleben, 1912) onbeş şiir meydana geldi. Fakat ayni zamanda da birçok
tercümeler ortaya çıktı: Portekizceden Elisabth Barett Browning’in «Sone» si
(1908); Maurice de Guerin’in «İnsan başlı beygir esatiri» (Der Kentauer, 1911);
«Magdalena’nın Aşkı» (Die Liebe der Magdelena, 1912); Marianna Alcoforado’nun
«Mektuplar» ı (Portugiesische Briefe, 1913); Andre Gide’in «Kaybolan oğulun
dönüşü» (Die Rückkehr des verlorenen Sohnes, 1914); Louise Labe’nin «Yirmi dört
Sonet» i (Die vierundzwanzig Sonette der louize Labe, Lyoneserin 1555, 1918);
Michelangelo’dan ve Paul Valery’den tercümeler. — Bunların hemen hepsi,
Rilke’nin ruh diyarından haber vermektedir.
* *
Harp,
Rilke’nin bu araştırmalarını daha fazla uzattı ve sonunda yurtsuz olanı yuvasız
bıraktı. Paris’deki evi bütün varı yoğu ile yağma edilerek yıkıldı
(1915). Eğer Rilke, harpten hemen sonra ölmüş olsaydı, eserlerinin zirvesi
eksik kalmış olacaktı. Şimdi ise hepsini onbeş «Duino Mersiyeleri» (Duineser
Elegien, 1925) taçlandırmaktadır. Serbest vezinle yazılmış olan bu mısralar,
ince, tatlı, ciddî, duygulu ve duyuların üstünde kalpten gelen bir dille yazılmıştır.
Etrafı dört bir taraftan esen rüzgârlarla çevrili yalnızlık içinde yaşayan bir
insan kendini anlatır, hiç kimse de onu anlamaz. İlk mersiyesi «bağırırsam beni
melekler diyarından kim anlar ki?» diye başlar. Bunlar sanki bir ömür boyunca
beraber yaşadığı melekler için yazılmış. Hayranlık içinde «Siz Kimsiniz?» diye
sönmez mucizelerine sorar (5. Mersiye). Rilke burada tamamıyla ruh diyarına
yükselerek meleklerden olduğu gibi, bir kere daha yere inerek, ıstırap içinde
kıvranan dünyasından da haber verir: Bir transformation olan ölüm üzerindeki
fikirlerinden, zamanlar ve insanlar için çekilen acılardan, temiz ve bütün
olanlardan, çocuklardan, genç kızlardan, erken solanlardan, azizlerden ve
kahramanlardan, bütün nebat ve hayvanlardan, Tanrı’ya yakın olan mahlûklardan,
sevgili sessiz şeylerden haber verir. Hepsi ayrı ayrı her mersiyede akseder:
Her birine birer başlık aranacak olsa, birine erken ölenlerden, yahut
kahramanlardan, sevgililerden, yahut acı çekenlerden, denecek olsa, hiç biri,
muhtevayı tamamıyla ifade etmez. Rilke’nin çektiği acılar, bu acılar üzerinde
yürüttüğü bilgeli sözler, görünmeyen ipliklerle, yaşayanlarla ölenler,
yakındakilerle uzaktakiler, yeryüzündekilerle kâinattakiler arasında mekik
dokumaktadır. Örülen nesiç son âhengi verir. Bu âhenk Rilke’yi kendi dünyası
ile yabancı dünyayı karıştırır. Bilhassa son mersiye bu hususda çok
karakteristiktir. Bütün saadet güneşlerine bir giriş teşkil eder.
* *
«Duino Mersiyeleri» ile
hemen hemen ayni zamanda «Orpheus’a Sone» i (Sonett an Orpheus, 1923) meydana
gelmiştir. Günlük hayatın yorgunluğundan sonraki akşam neşesini andıran bu
şiirlerin çoğu methiyelerdir: Şiir kudreti üzerine methiye, biricik olan
üzerine methiye, şarkı üzerine methiye. Rilke’nin Fikir yollarım aydınlatmak
isteyen bu şiirlerdeki karanlık, kapalı manzaralar yanında, açık ve parlak
olanları da vardır. Bunlar «Duino Mersiyeleri» nin sone haline girmiş şeklinden
başka bir şey değillerdir. Gene «Transformasyonu isteyen» (Wolle die Wandlung),
yeryüzü ile barışı özleyen sesler; serbest mesut çocuklar, sevgili mahlûklar,
ağaçlar, bahçeler, çiçekler ve yemişler, sular ve fiskiyeler; hepsinden sesler
yükselir, hepsi üzerinde ışıklar parıldar.
* *
Rilke’nin eseri daha
henüz bütünüyle tamamlanmış değildir. Her biri birer şaheser olan mektuplar
eksiktir. Bilinenler arasında dilimize çevirdiğimiz bu mektupları, yirmi sekiz
yaşında iken Franz
Xaver Kappus (D. 17 May 1883 , Timisoara
– Ö. 9 October 1966 , Berlin ) adında
genç bir şaire yazmıştır. Her biri de başlı başına birer denemedir.
Yazdıkları arasında da en çok yaşayacak olan eserin bu mektuplar olduğu
muhakkaktır; çünkü bunlar yalnız müellifinin iç hayatını eğil, gerçek sanatçı
ruhların, sanatçı ruhlar gibi duyanların iç dünyasını da vermektedir:
«Hayatımız değişerek gelip geçmede, dış hayatımız azalarak akıp gitmede ve buna
karşılık içimizde bir dünya vücuda gelmektedir.»
Rilke’nin şairler
hakkındaki düşüncelerini bildiren iki ayrı yazıyı da, bu «Mektuplar» m ruhuna
uygun bulduğumuz için, eserin sonuna ilâve ediyoruz.
Melâhat Özgü
1920 yılının sonbaharı,
sonbaharının da son günleriydi Viyana’da Yenişehirdeki Harp Akademisinin
bahçesinde, asır-dîde kestane ağaçlarını altında oturmuş, bir kitap okuyordum.
Kitaba o kadar dalmıştım ki, Horacek’in yanıma geldiğini duymadım. Horacek, Profesörlerimiz
arasında asker olmayan tek âlim ve iyi kalpli rahipti. Rahip kitabı elimden
aldı, kabına baktı ve başını salladı; «Rainer
Maria Rilke’nin şiirleri mi?» diye düşünceye dalarak sordu. Sonra bir kaç
yaprağını çevirdi, bir kaç mısraına göz gezdirdi ve dalgın dalgın uzaklara
baktı; nihayet evet der gibi başını salladı; «demek ki, küçük Rene Rilke bir şair oldu» dedi.
İşte bu zayıf, soluk
benizli çocuğun hal tercümesini ben bu rahipten öğrendim. Onbeş yıl ve belki de
daha fazla bir zaman önce, annesi babası onu asker yapmak için Sank-Pölten’de
askerî ilkokula (Militär-Unterrealschule) vermişlerdi. O zamanlar Horacek,
müessesenin rahibi olarak orada çalışıyormuş. Rahip o devrin talebesini hâlâ
çok iyi hatırlıyordu. Onu sakin, ciddî, yüksek kabiliyetli bir genç olarak
tasvir etti. Seve seve bir kenara çekilir, leylî hayatın zorluklarına sabırla
dayanırmış. Dördüncü yıldan sonra da arkadaşlarıyla birlikte
Mährisch-Weisskirchen’de bulunan askerî mektebe (Militär Oberrealschule)
geçmiş. Burada artık bünyesinin yeter derecede mukavemet gösteremiyeceği
anlaşılmış. Bunun üzerine de annesi babası onu okuldan almışlar ve tahsiline
hususî olarak evlerinde devam ettirmişler. Bundan sonrasını, artık dış
hayatının nasıl bir şekil aldığını Horacek bilmiyordu.
Bütün bunları
dinledikten sonra, şiirlerini Rainer Maria Rilke’ye göndermeğe ve bunlar
hakkındaki fikirlerini sormaya derhal karar verdim. Henüz daha yirmi yaşına
girmemiştim; isteklerime tamimiyle karşı gelen bir memuriyetin basamağına da
çıkmak üzere bulunuyordum. Bu esnada eğer birisinden medet ummam gerekiyorsa,
şüphesiz ki ancak «Benim Şerefime» (Mir zu Feier) adlı kitabın şairinden bunu
umabilirdim; derhal mısralarıma yoldaşlık etmek üzere bir de mektup yazdım. Bu
mektupta ise bundan önce ve bundan sonra da aslâ bir başkasına yazmadığım gibi
fikirlerimi açıkça ifade etmiştim.
Cevap gelinceye kadar
üzerinden birçok haftalar geçti. Nihayet mavi mühürlü bir mektup Paris
postasının damgasıyla geldi. Ele ağırlık veriyor, zarfın üzeri de içindeki
metnin ilk satırından son satırına kadar olan açık, güzel ve emin hatlara
işaret ediyordu; bundan sonra da artık Rainer Maria Rilke ile muntazam bir
şekilde mektuplaşmaya başladım. Bu 1908 yılına kadar devam etti ve yavaş yavaş
kesildi; çünkü hayat beni, şairin sıcak, ince ve duygulu kaygusunun korumak
istediği alana sürüklemişti.
Fakat bu mühim değil.
Mühim olan asıl, burada arka arkaya dizilen on mektuptur ve bilhassa Rainer
Maria Rilke’nin yaşadığı ve içinde yarattığı dünya için mühimdir; bugünün ve
yarının büyümekte ve olgunlaşmakta olan insanları için mühimdir. Büyük ve eşsiz
biri konuşmaya başladığı zaman küçüklere susmak düşer.
Berlin, Haziran 1929.
Franz Xaver Kappus
Franz Xaver Kappus
Paris, 17 Şubat 1903
Çok Saygıdeğer Herr
Kappus,
Mektubunuzu bir kaç gün
önce aldım. Gösterdiğiniz büyük ve samimî itimattan dolayı teşekkür ederim. Ne yapayım,
elimde değil; mısralarınız üzerinde durmayacağım, çünkü her türlü tenkit benden
uzaktır. Sanat eserleri aslâ tenkide tahammül edemezler. Buna kalkışılırsa ortaya bir sürü
anlaşamamazlıklar çıkar. Bu gibi şeyler zannedildiği gibi, gözle görülüp el ile
tutulur ve sözle ifade edilir şeyler değildir. İç olayların çoğu dile
getirilemez. Onlar öyle bir mekânda meydana gelirler ki, oraya aslâ nüfuz
edilemez. Hele sırlı varlıklarıyla ölümle hayatımızın yanında ebedîlik
kazanmış olan eserler üzerinde hiç bir şey söylenemez.
Bunları önceden
kaydettikten sonra, size sadece, mısralarınızın kendine has bir tarzı
olmadığını, fakat şahsiyet kazanma yolunda sessiz ve gizli alâmetler taşıdığını
söyleyebilirim. Bunu en belli bir şekilde «Ruhum» adını verdiğiniz son
şiirinizde seziyorum. Burada dile gelmek istiyen kendine has bir tarz göze
çarpıyor ve «Leopardi’ye» adlı güzel şiirinizde, belki bu büyük münzevî ile bir
yakınlığınız vardır. Buna rağmen şiirlerinizde kendisine has, belli başlı bir
şey yok. Ruhum adını verdiğimiz şiirinizde de, Leopardi’ye ait olanda da yok.
Şiirlerinizle birlikte gönderdiğiniz nazik mektup, mısralarınızı okurken
duyduğum, fakat bir ad veremediğim bazı eksik tarafları aydınlatıyor.
Mısralarınızın iyi olup olmadığını
soruyorsunuz. Bunu bana soruyorsunuz. Bundan önce de
başkalarına sordunuz, onları dergilere gönderiyorsunuz, başka şiirlerle
kıyaslıyorsunuz ve bazı tahrir heyetleri denemelerinizi reddedince huzurunuz
kaçıyor. Peki (mademki tavsiyede bulunmama müsaade ediyorsunuz)
size rica ederim bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve işte asıl bunu
yapmamalısınız. Bu hususta size hiç kimse bir tavsiyede bulunamaz, hiç kimse de
yardım edemez. Yalnız tek bir çare vardır: içinize dönünüz. Sizi yazmaya
sevkeden sebebi araştırınız. Bu sebebin
köklerinin kalbinizin ne derece derinliklerine kadar uzanıp uzanmadığını
yoklayınız. Yazmanız menedildiği takdirde artık yaşayıp yaşamayacağınızı
aklınızdan geçiriniz. Bilhassa gecenizin en sessiz anında, yazmaktan vazgeçmeli
miyim? diye kendi kendinize sorunuz. İçinizden derin bir cevap
çıkarmaya çalışınız. Eğer bu cevap müsbet ise, kuvvetle, sadece «mecburum»
diyebilirseniz, o zaman hayatınızı bu ihtiyaca göre kurunuz. Hayatınız, en
kayıtsız ve en mânâsız anında bile bu içgüdünüzün bir işareti, bir delili
olmalıdır. İşte o zaman siz tabiata yaklaşırsınız. O zaman ancak sâf bir tabiat
insanı gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve kaybettiğinizi söylemeği
denersiniz. Aşk şiirleri yazmayınız.
Her şeyden önce pek bilinen bayağı şekillerden kaçınınız; Bunlar güçtür, çünkü
yığın halinde oldukça iyi, kısmen de parlak olanların bulunduğu yerde öz verim
için büyük, olgun bir kudrete ihtiyaç vardır. Bunun için umumî motiflerden
kaçınınız ve kendi günlük hayatınızın verdiği motiflere sığınınız. Kendi
acılarınızı, isteklerinizi aklnızdan geçenleri ve herhangi bir güzelliğe
inancınızı tasvir ediniz bütün bunları samimî, sakin ve mütevazi bir
dürüstlükle tasvir ediniz; ifade etmek için de etrafınızdaki şeyleri, rüyalarınızın
tablolarını ve hâtıralarınızın konularını kullanınız. Günlük hayatınız size
fakir görünürse, ondan şikâyet etmeyiniz. Onun zenginliklerini belirtecek
kadar yeter derecede şair olmadığınız için, kendinizden şikâyet ediniz; çünkü
yaratan için yoksulluk bahis mevzuu olmadığı gibi, fakir ve hoş bir yer de
yoktur. Hattâ duvarları dünyanın hiç bir gürültüsünü duyularınıza aksettirmeyen
bir hapishanede bile olsanız çocukluğunuz bu değerli hâtıralarınızın hâzinesi,
bu muhteşem zenginlik sizin değil mi?
Dikkatinizi oraya çeviriniz. Bu engin geçmişin
uyumuş hülyalarım canlandırmayı deneyiniz. O zaman kuvvetlenirsiniz, inzivanız
genişler, alacakaranlık size bir sığınak olur; başkalarının gürültüleri de
uzaktan gelip geçer. Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmaktan mısralar
doğarsa, o zaman siz, bunların iyi mısralar olup olmadığını sormayı aklınızdan
bile geçirmezsiniz; dergileri de bu çalışmalar için ilgilendirmeyi
düşünmezsiniz: çünkü siz onlarda, kendi sevgili, tabiî sığınağınızı,
hayatınızdan bir parçayı görecek ve hayatınızdan bir ses duyacaksınız. Sanat eseri ancak ihtiyaçtan doğduğu
takdirde güzeldir. Ona verilecek hüküm, bu nevî kanaattadır: bunun bir
başkası yoktur. Bu sebepten çok saygıdeğer Herr Kappus, size bundan başka
verilecek bir tavsiyem yok: kendi
içinize dönünüz, hayatınızın fışkırdığı derin köşelerinizi yoklayınız. Yaratmanız
lâzım mıdır? Değil midir? Sorusuna onun kaynağında cevap bulacaksınız.
İçinizde olanı olduğu gibi alınız. Belki
sanatçı olarak doğmuşsunuzdur. O zaman alınyazınıza boyun eğiniz. Onun
yükünü ve büyüklüğünü dıştan gelebilecek mükâfatı sormadan taşıyınız; çünkü
yaratan, başlı başına bir dünya olmalı, her şeyi içinde, bağlandığı tabiatta
bulmalı. Fakat belki de bu araştırma, bu inzivaya çekilişten sonra bir şair
olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız. (Dediğim gibi, yazmamak için, insanın;
yazmadan da yaşayabileceğini duyması kâfidir.). Fakat o zaman dahi, size rica
ettiğim şekilde içinize dönmeniz beyhude değildir. Hayatınız muhakkak surette o
andan itibaren, kendine göre yollar bulacaktır ve bunların iyi, zengin ve geniş
olmalarını, size söyleyebileceğimden çok daha fazla dilerim.
Size daha ne diyeyim?
Bana her şeyi, değeri nisbetinde belirttim gibi geliyor. Nihayet, sadece
sükûnetle, ciddiyetle gelişmenizi tavsiye edebilirim. Eğer dışa bakarsanız ve
duygularınızın ancak en sessiz anlarda cevap verebileceği sorulara siz dıştan
cevap beklemeğe kalkarsanız, bu gelişmenize kuvvetle engel olmaktan başka bir
şey yapmış olmazsınız.
Yazınızda, Profesör
Horacek adına tesadüf ettiğime çok sevindim. Bu mütevazi bilgine karşı olan
büyük saygımı ve yıllar boyunca devam etmekte olan şükranımı muhafaza ediyorum.
Rica ederim, siz kendisine benim bu duygularımı söyleyiniz. Hâlâ beni düşünmesi
büyük bir lûtuftur ve ben bu lûtfun değerini takdir ediyorum.
Samimî bir itimatla
göndermiş olduğunuz mısraları size iade ediyorum ve bir kere daha, bu büyük ve
samimî itimadınıza teşekkür ederim. Bununla bu açık ve en emin olduğum
bilgilerime dayanarak verdiğim cevapla, belki kendimi, aslında olduğumdan çok
daha üstün göstermeğe çalışmış olabilirim.
Çok selâm ve saygılarla:
Rainer Maria Rilke
Pisa yakınında Viareggio (İtalya)
5. Nisan 1903
24 Şubat tarihli
mektubunuzu minnetle ancak bugün hatırladığımdan dolayı beni affedin sevgili ve
sayın Herr Kappus: Son zamanlarda hep iztirap içinde idim; gerçi hasta
değildim, fakat kudretimi elimden alan sirayet halinde bir yorgunluğun tesiri
altında idim. Bu yorgunluk bir türlü geçmek bilmeyince, nihayet şimdi
bulunduğum cenup denizine geldim; burası bana bir kere daha iyi gelmişti. Fakat
henüz iyileşemedim, çok güç yazıyorum, bunun için de şu bir kaç satırımı az
görmeyin.
Beni daima her
mektubunuzla sevindireceğinizi şüphesiz bilmelisiniz; fakat yalnız cevap
hususunda müsamaha göstermelisiniz; çünkü pek çok defa elleriniz boş
kalacaktır. Aslında, bilhassa en derin ve en mühim şeylerde biz çok
yalnızızdır; sonra da birinin ötekine bir tavsiyede bulunabilmesi, hattâ ona
yardım edebilmesi için çok şeye malik olması gerekir. Bir kere muvaffak
olabilmek için çok şeye erişmeli, birçok şeylere sahip olmalı.
Birincisi: Sizinle bugün ancak iki şey üzerinde konuşmak
istiyorum:
İstihza: (Alay etmek,
birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek)
Bunun, bilhassa
yaratamadığınız zamanlarda size hükmetmesine razı olmayınız. Yarattığınız
anlarda ve onu hayatı kavramak için bir vasıta daha, diye kullanmaya bakınız.
Temiz kullanırsanız, o temizdir ve ondan utanmak gerekmez. Yalnız kendinizi ona
fazla yakın bulursanız, aranızda artacak olan samimiyetten korkarsanız, büyük
ve ciddî konulara başvurunuz; o, bunların önünde küçük kalır ve şaşırır. Siz
eşyanın derinliklerini arayınız: Oraya istihza aslâ inmez ve onu böylece
büyüğün yanma götürürseniz derhal bu kavrayış tarzının, varlığınızın bir
ihtiyacından mı doğduğunu deneyiniz; çünkü ciddî şeylerin tesiri altında
istihza ya sizi bırakır (eğer tesadüfe bağlı bir şey ise) yahut da ciddî bir
âlet olarak kuvvetlenir eğer doğuştan size has bir şey ise) ve sanatınızı
şekillendiren vasıtalar arasına girer.
Size söylemek istediğim ikinci şey de şudur:
Kitaplarımdan bir kaçını
hiç yanımdan ayırmam, hattâ iki tanesini, nerede olursam olayım, daima
eşyalarımın arasında bulundururum. Onlar
şimdi de yanımda: İncil ve büyük Danimarka’h şair Jens Peter Jacobsen’in
eserleri. Düşünüyorum, acaba onun eserlerini tanıyor musunuz? Onları
kolaylıkla tedarik edebilirsiniz, çünkü bir kısmı Reclam Universal-Bibliothek
tarafından çok güzel bir tercüme olarak yayınlanmıştır. Bu küçük cildi, J. P.
Jacobsen’in «Altı Nuvel» ini ve «Niels Lyhne» admdaki romanım tedarik ediniz ve
ilk küçük cilddeki «Mogen» başlığını taşıyan ilk Nuvel’i ile okumaya
başlayınız. O zaman önünüze bir dünya, saadet ve zenginliklerle dolu, akla
sığmaz büyüklükte bir dünya çıkacak. Bir müddet bu kitapların içinde yaşayınız,
içinden size öğrenmeğe değer görünen şeyleri öğreniniz, fakat her şeyden önce
onları seviniz. Bu sevgi size binlerce, yüzbinlerce defa karşılığını
verecektir. Hayatınız ne şekil alırsa alsın buna çok eminim, bu sevgi,
oluşunuzun dokunuşunda, tecrübelerinizin, inkisarlarınızın ve sevinçlerinizin
bağları arasında en mühimlerinden birini teşkil edecektir.
Eğer yaratmanın
mahiyeti, derinliği ve bitip tükenmezliği hakkında kimden bir şey öğrendiğimi
söylemem gerekiyorsa, o zaman adlarını verebileceğim ancak iki isim vardır:
Biri büyük, çok büyük bir şair olan Jacobsen’in, biri de bugünün sanatçıları
arasında eşi olmayan heykeltraş Auguste Rodin’in adıdır.
Yolunuzda başarılar
dilerim!.
Dostunuz:
Rainer Maria Rilke
Rainer Maria Rilke
Pisa’da Viareggio (İtalya), 23 Nisan 1903
Sevgili ve saygıdeğer
Herr Kappus, Paskalya’da göndermiş olduğunuz mektubunuzla beni çok
sevindirdiniz; çünkü mektup, bana, hakkınızda çok iyi şeyler öğretti; sonra
Jacobsen’in büyük ve sevimli sanatı üzerinde konuşma tarzınız, hayatınızı ve
onun birçok meselelerini Jacobsen’in zengin hayatına benzetmekle hatâ
etmediğimi gösterdi.
Şimdi de, güzelliklerin
ve derinliklerin kitabı olan «Niels Lyhne» nin âlemine dalacaksınız; bu kitap
ne kadar çok okunursa: hayatın en hafif kokusundan, olgun meyvalarının en
kuvvetli lezzetine kadar her şeyi de o kadar çok içine aldığı görünür. Bu
eserde anlaşılmamış, kavranmamış, duyulmamış ve hâtıralarda titrek akisleri
sezilmemiş bir şey yoktur. Her şey tam anlamıyla yaşanmıştır. En küçük bir
vak’a, bir hayat gibi önünüzde açılır. Hayatın kendisi ise, son derece geniş
bir halı olarak önümüzde serilir. İpliklerini ince bir el dokumuştur; her
birini ayrı ayrı bir diğerinin yanına koymuştur. Sonra yüzlerce başka eller
bunu tutmuş, taşımıştır. Siz bu kitabı ilk okuyuşunuzda bir saadet
duyacaksınız, onun sayısız heyecanlarını, yeni bir hülyada geçirir gibi
geçireceksiniz. Fakat size şunu da söyliyeyim ki, sonraları siz bu kitabı
tekrar ele aldığınız zamanlar, her defasında gene ayni heyecanı duyacaksınız.
Okuyucularım ilk defasında büyüleyen şeyler, aslâ o harikulâde kuvvetlerinden,
o masal kudretlerinden kaybetmezler.
İnsan bu harikulâdeliklerden
her zaman zevk alır. Onlara daima müteşekkir kalır. Her birine bakarak herhangi
bir şekilde iyileşir, sadeleşir, hayata daha kuvvetli bir inançla sarılır,
yaşadığı müddetçe de mesut ve büyük olur.
Siz, daha sonra da eşsiz
bir kitap olan ve hayat ile özleyişi anlatan «Marie Grubbe» yi okumalısınız.
Jacofcsen’in mektuplarını ve hâtıralarını, yarım kalmış yazılarını ve
mısralarını okumalısınız (pek iyi çevrilmiş olmasına rağmen) onlardaki sonsuz
akisleri) yaşamalısınız. (Buna ilâve olarak size, fırsat düşerse her şeyi
ihtiva eden Jacobsen’in eserlerinin güzel külliyatını satın almanızı tavsiye
ederim. Hepsi üç cilt içinde toplanmış, iyi çevrilmiş, ve Leipzig’de Eugen
Diedrich’de çıkmıştır; zannedersem de cildi sadece 5 yahut 6 Mark’tır.).
Kıyas kabul etmeyecek
kadar ince ve şekilli olan «Burada güller durmalıydı...» adındaki eser hakkında
edindiğiniz kanaata göre, ona önsözü yazmış olanla ayni fikirde olmamakta çok
haklısınız. Yalnız burada bir ricada bulunmak istiyorum. Siz estetik
tenkitleri mümkün olduğu kadar az okuyunuz; çünkü bunlar ya bir tarafı tutan
görüşlerdir; canlılıklarını kaybederek, katılaşarak taş haline gelmiş,
mânasızlaşmış şeylerdir; yahut da bugün bu görüşü, yarın da tamamiyle aksi bir
görüşü ileriye süren hünerli kelime oyunlarıdır.
Sanat eserleri sonu gelmiyen bir
yalnızlık içindedirler. Onlara tenkitle yaklaşmanın imkânı yoktur. Onları ancak
sevgi kavrayabilir, sevgi yaşatabilir ve her birinin hakkını gene ancak sevgi
verebilir.. Siz her münakaşada, her tahlilde, her izahta kendinize
ve kendi duygunuza güveniniz. Eğer buna rağmen yanılırsanız, iç hayatınızın
tabiî gelişimi sizi yavaş yavaş, zamanla başka kaanatlara götürecektir. Bırakın
hükümleriniz sakin, rahatsız edilmeden gelişsinler. Bunlar da, her ilerleme
gibi, iç derinliklerinden gelmeli ve hiç bir şey onları zorlamamalı, onlara
acele ettirmemeli. Her şeyi içte taşıdıktan sonra doğurmalı. Bir duygunun her
tesirini her tohumunu tamamıyla içinde, karanlıkta, söylenemeyende, şuur
altında, akla erişilmez olanda olgunlaştırmaya bırakmalı, sonra da büyük bir
alçak gönüllülük ve sabırla yeni bir aydınlığın yere ineceği anı beklemeli:
işte ancak buna bir sanatçı gibi yaşamak denir. Anlamakta olduğu gibi
yaratmakta da bu böyledir.
Burada zamanı ölçmek
yoktur. Burada yıl yoktur. On yıl hiç bir şeydir. Sanatçı olmak demek; hesap etmek ve
saymak demek değildir. Sanatçı olmak,
baharın fırtınası içinde göğüs gererek, ya arkadan bir yaz gelmezse diye
düşünmeden, özünü zorlamadan bir ağaç gibi durarak olgunlaşmaktır. Yaz buna
rağmen gelir. Fakat yalnız sabırlı olanlara gelir. Ölmezlik, önlerine serilmiş
gibi tasasız, sakin ve geniş olanlara gelir. Ben bunu günden güne daha iyi
anlıyorum. Onu, minnettar olduğum acılar içinde kavrıyorum: Sabır her şeydir!
Richard Dehmel: Onun
kitaplarını okuduğum zaman, (söz aramızda, pek az tanıdığım şahsı da dahil):
Güzel bir tarafını bulur bulmaz, şimdi her şeyi parçalayacak ve sevimli olanı
şerefsiz olana değiştirecek diye korkuyorum. Siz «ateşli yaşamak ve şiir
yazmak» sözünüzle onu çok iyi karakterize etmiş oldunuz. Gerçekten de onun
sanat yaşayışı o kadar inanılmaz bir şekilde cinsî, acı ve zevkli olana bağlı
ki, bu iki görünüşler aslında bir ve ayni özleyişin, bir ve ayni saadetin
sadece iki değişik şeklidir. Eğer insan ateş yerine cins diyebilseydi, büyük, geniş,
temiz anlamda cins, kilisenin hiç bir yanıltması ile şüpheli anlam taşımayan
cins, o zaman onun sanatı çok büyük ve son derecede mühim olurdu Onun şairlik
kudreti büyüktür, bir ana içtepi gibi de kuvvetlidir, içinde kendine has
kayıtsız şartsız çağlayan bir ritmi vardır, ve bu ritim bir lâv gibi içinden
fışkırır.
Fakat bu kuvvet her
zaman dürüst ve sâf değildir. (Gerçi dürstlük ve sâflık yaratıcıda en güç
yoklanılabilen bir şeydir: Eğer yaratıcı en iyi meziyetlerinin serbest ve sâf
halini kaybetmek istemezse, onun bunları şuur ışığına çıkarmaması, onları
sezmemesi lâzımdır.) Sonra da onun varlığını sarsan bu kuvvet cinsiyet
duygusuna dayanınca, burada kendisine gerektiği kadar temiz bir varlık bulamaz.
Burada tamamıyla olgun ve temiz bir cinsî dünya yoktur. Burada yeter derecede
İnsanî değil, ancak erkekçe ihtiraslı, sarhoş, huzursuz ve erkeğin, aşkın
şeklini değiştirdiği peşin hükümlerle ve ona yüklediği kur tarzlarıyla dolu bir
cinsî hayat vardır; çünkü o, burada insan olarak değil, ancak erkek olarak
sever. Bunun için onun cins duygusunda sanatım küçülten ve iki anlamlı, şüpheli
yapan biraz dar, görünüşte vahşi, çirkin, zamana uygun, geçici bir şey vardır.
Bu sanat lekesiz değildir, bunu zaman ve ihtiras yaratmıştır. Bundan çok az şey
kalacak, çok az şey yaşayacaktır. (Sanatın çoğu da böyledir!) Fakat buna rağmen
ondaki büyük olana sevinilir; yalnız insan büyükte kendisini kaybetmemeli ve bu
korkunç, ihanetler, karışıklıklarla dolu, zamanın bulanıklığından tok acı
çektiren, fakat büyüklüğe yaklaştıran ölmezlik için kuvvet veren
alınyazılarından uzak olan Dehmel dünyasına bağlanmamak.
Kendi kitaplarıma gelince, sizi sevindirecek
olanların hepsini göndermek isterdim. Fakat çok fakir olduğum için kitaplarımı,
bir kere yayınlandılar mı, artık benim değillerdir. Onları kendim de satın
alamıyorum. Çok defa da, onları anlayacak olanlara da çok istediğim halde
veremiyorum.
Bunun için size bir
kâğıdın üzerine son günlerde yayınlanan kitaplarımın (en yenileri, 12 ilâ 13
tür) başlıklarım (ve basıldıkları yerleri) yazayım; siz artık kendiniz, sevgili
Herr Kappus, herhangi bir fırsatla bunları tedarik edersiniz. Kitaplarımın
sizde bulunduğunu bilirsem çok memnun olacağım.Hoşça kalın.
Dostunuz;Rainer Maria Rilke
Bremen yakınında Worpswede,
16 Haziran 1903
On gün kadar oluyor, acı
ve yorgunluk içinde Paris’den ayrılarak şimalde bulunan büyük bir ovaya geldim;
buranın genişliği, sessizliği ve havası beni iyileştirebilirdi. Fakat günlerden
beri süren rüzgâr ve yağmur ancak bugün biraz dindi. İşte bu fırsattan istifade
ederek sizi selâmlıyorum, sevgili Herr Kappus.
Çok sevgili Herr Kappus:
Sizin bir mektubunuzu ben uzun zamandır cevapsız bıraktım; unuttuğumdan değil.
Çünkü sizin mektubunuz tekrar tekrar okunabilecek bir mektuptur, onun sayesinde
sizi çok yakından tanıdım. Bu mektup, iki Mayıs tarihli mektubunuzu; siz de
muhakkak hatırlıyorsunuzdur. Onu ben bu uzak ve sessiz ülkede tekrar okuyunca,
hayat hakkındaki endişeleriniz, her şeyin başka türlü aksettiği ve her şeyin
son derece büyük gürültü ile akıp gittiği Paris’te yaptığı tesirden çok daha
derin bir tesir yaptı. Derinliklerinde kendine hâs bir canlılığı olan
sorularınıza ve duygularınıza, denizlerden gelen devamlı rüzgârların dövdüğü bu
muazzam ülkede oturan benden başka kimsenin cevap veremeyeceğini anlıyorum;
çünkü en iyiler bile gözlerinde en yavaşı ve hemen hemen söylenemeyecek olanı
ifade etmek istedikleri zaman, yanılırlar. Fakat buna rağmen, eğer siz, benim,
§u anda gözlerimi dinlendirenlere benzer şeylere bağlanırsınız, endişelerinizin
giderilebileceğini sanıyorum. Eğer tabiata bağlanırsanız, ondaki sadeliği,
hemen hiç kimsenin görmediği küçük şeye, hiç fark edilmeden büyük ve ölçülmez
olabilene; eğer sizde bu en küçük olana karşı sevgi varsa, ve sadece hizmet
eden biri gibi, zavallı olanın itimadını kazanmaya çalışırsanız; o zaman size
her şey, daha kolay, daha mütecanis ve herhangi bir şekilde daha yumuşak gelir;
yalnız bu bağlanışı, belki hayretinden geride kalan akıl değil, ancak iç şuurunuz,
uyanıklığınız ve bilginiz temin edebilir. Siz o kadar gençsiniz ki, sonra da
her şeyin başlangıcında, ben size elimden geldiği kadar sevgili Herr Kappus,
halledilmemiş her şeye karşı içten sabretmenizi ve soruların kendisini, kapalı
odalar ve yabancı bir dilde yazılmış kitaplar gibi sevmenizi rica edeceğim. Henüz daha
yaşamadığınız için size verilemeyecek olan cevapları şimdi araştırmayınız. Her şey yaşanmak ister. Siz
şimdi sorularınızı yaşayınız, belki o zaman yavaş yavaş, hiç farkında olmadan,
bir gün, bu cevapları bulursunuz. Belki içinizde yaratmak ve
şekil vermek imkânını hayatınızın kendine hâs, mukaddes ve temiz bir tarzı
olarak taşıyorsunuzdur. Siz bunun için kendinizi yetiştiriniz; ve geleni, büyük
bir itimatla alınız, bu isterse sadece iradenizden gelsin, veyahut içinizin
herhangi bir ihtiyacından doğsun, onu alınız ve hiç bir şeyden nefret
etmeyiniz. Cinsî dâvalar güçtür, her şeyde ciddîdir. Eğer siz kendiliğinizden,
kendi tecrübenize, çocukluğunuza ve kuvvetinize dayanarak cinsiyete sâf bir
münasebet (gelenek ve âdetlerin tesiri altında kalmamaksızın) temin
edebilirseniz, o zaman kendinizi, asaletinizi ve şerefinizi kaybetmekten
korkmazsınız.
Beden
zevki, duyguların bir yaşayışıdır; güzel bir yemişe bakıldığı ve imrenildiği
zaman ağzın sulanmasından başka bir şey değildir. Bu da
bize verilen büyük, sonsuz tecrübedir; dünya hakkında bir bilgi, bütün
bilgilerin parlaklığı ve zenginliğidir. Bizim bu tecrübeyi elde etmemiz fena
değil, fena olan şey asıl, herkesin bunu yolsuz kullanması ve israf etmesidir:
onu çekici bir şey diyerek hayatlarının en yorgun anlarında elde etmek
istemeleri ve düşündürücü bir şey değil de eğlendirici bir şey diye alarak
hayatlarının en gergin anlarında ona sahip olmak istemeleridir. İnsanlar, yemek
ihtiyacının şeklini de değiştirmişlerdir: Bir taraftan ihtiyaç, öbür taraftan
israf, bu ihtiyacın duruluğunu gidermekte, içinde hayatın yeniden canlandığı
bütün derin ve sade ihtiyaçlar da buna benzer bir şekilde bulanmaktadır. Fakat
insan bunu kendi hesabına berraklaştırıp temiz yaşayabilir (çok bağlı olduğu
için fert olarak değilse bile, yalnızlık içinde yaşayan biri olarak): Hayvan ve
nebatlardaki bütün güzelliklerin, sevginin ve özleyişin sakin ve devamlı bir
şekli olduğunu hatırlayabiliriz; nebatlar gibi hayvanların da maddî zevk ve
ihtiyaçtan çok daha büyük, irade ve karşı koyuştan çok daha kuvvetli
ihtiyaçlarla eğilerek sabır ve istekle birbirleriyle birleştiklerini,
çoğaldıklarım ve büyüdüklerini görebiliriz. Ah, en ufak şeylerine kadar
yeryüzünü dolduran bu sırları insan tevazu ile karşılasa, ciddiyetle taşısa,
katlansa ve hafiften alacak yerde, ne kadar ağır olduğunu duysa; ister maddî,
ister manevî şekilde görünsün, ancak bir tane doğurabilenin verimliliğine karşı
saygı gösterse; çünkü manevî doğurmak da sonunda maddeden, bedenden çıkar,
onunla ayni mahiyettedir; yalnız beden zevkinin daha sessiz, daha hayran olmuş
ve daha ölmez bir tekrarıdır. «Yaratıcı olmak, yaratmak ve şekil vermek fikri»
yeryüzünde devamlı bir şekilde gösterilmedikçe, gerçekleşdirilemedikçe, eşya ve
hayvanlarla binlerce defa tasdik edilmedikçe hiç bir şey ifade etmez. Zevki de,
bilhassa milyonlarca yaratma ve doğurmalarla, cetlerinden miras kalmış
hatıralarla dolu olduğu için bu kadar güzel ve zengindir. Yaratıcı bir fikirde
unutulmuş binlerce aşk geceleri canlanır ve onları büyüklükle doldurur,
birbirini yüceltir. Geceleri birleşenler, zevkle birbirlerine bağlananlar,
ciddî bir iş yaparlar; tarif edilmeyen sevinçleri ifade etmek için, ileride
doğacak olan bir şairin şarkısına tatlılık, derinlik ve küvet toplarlar.
Geleceği çağırırlar, yanılsalar ve birbirlerine körü körüne sarılsalar da
gelecek yine gelir; yeni bir insan kalkar ve burada olmuş gibi görünen tesadüfe
dayanarak bir kanun yükselir; bununla, mukavemetli, kuvvetli bir tohum, açık
olarak karşısına çıkan yumurtalığa girmeğe çalışır. Sizi satıhlar
şaşırtmasın, derinde her şey kanun olur. Sırları, yanlış ve fena yaşayanlar
(bunlar da pek çoktur) ancak kendileri için kaybederler ve yine kapalı bir
mektup gibi, içinde ne olduğunu bilmeden başkalarına verirler. Andların çokluğu
ve hallerin karışıklığı da sizi şaşırtmasın. Belki hepsinin üzerinde müşterek,
bir özleyiş olarak büyük bir gebelik vardır. Genç bir kadının (sizin çok güzel
söylediğiniz gibi) «henüz daha hiç bir şey başarmamış olan bir mahlûkun»
güzelliği, kendisini sezdirten, hazırlatan, korkutan ve özleten gebeliktir; bir
annenin güzelliği de yararlı olan gebeliktir; ihtiyar bir kadının güzelliği ise
büyük bir hatırlayıştır. Bana erkeğin de
bir gebelik hali var gibi geliyor; beden ve ruh gebeliği. Onun yaratması da bir nevi doğurmaktır, için bütün
zenginliğinden yaratması bir doğurmaktır. Belki
değişik cinsler, birbirine, sanıldığından çok daha yalandır; dünyanın büyük
çapta yenilenmesi de, belki erkek ve kadının yanıltıcı bütün müsbet veya menfi
duygulardan kurtulmuş bir halde birbirlerini tezat olarak değil de, kardeş ve
komşu olarak aradıkları ve sadece, üzerlerine yüklenmiş olan ağır cinsiyeti
beraberce, ciddiyet ve sabırla taşımak için birleştikleri zaman olacaktır.
Fakat günün birinde, bir
çoklarına mümkün olacak bütün bu şeyleri, yalnızlık içinde yaşayan, şimdiden
hazırlayabilir, onun çok daha az yanılan elleri bunları şimdiden kurabilir.
Bunun için sevgili Herr Kappus, yalnızlığınızı seviniz ve buna sebep olan
acınızı güzel akseden şikâyetlerle taşıyınız. Yakınlarınızın uzakta olduklarını
söylüyorsunuz, bu da etrafınızın genişlemeğe başladığım gösteriyor. Size yakın
olan uzak olunca, size uzak olanın da yıldızların altında olması gerekir, bu da
çok büyüktür; içine kimseyi alamadığınız bu büyük çevreye sevininiz, geride
kalanlara karşı da iyi davranınız, onlardan emin olunuz ve heyecanlanmayınız,
onları kendi şüphelerinizle üzmeyiniz, kavrayamadığınız inançlarınız yahut
sevinçlerinizle de onları ürkütmeyiniz. Eğer kendiniz, mütemadiyen
değişiyorsanız, onlarla sizinle beraber muhakkak surette değiştirmesi
gerekmeyen sade ve samimî bir beraberlik arayınız; onlarda hayatı yabancı bir
şekilde seviniz ve sizin itimat ettiğiniz yalnızlıktan korkan ihtiyarlamakta
olan insanlara karşı müsamahalı olunuz. Anne, baba ve çocuklar arasında daima
gergin bulunan havayı daha gerginleştirmeyiniz; bu çocukların kuvvetini harcar,
büyüklerin de, farkında olmasalar bile, kuvvetli ve sıcak sevgilerini tüketir.
Siz onlardan bir tavsiye istemeyiniz; fakat sizin için bir miras gibi saklanan
sevgiye namınız ve bu sevgide bir kuvvet olduğunu, uzaklara gitmek için,
içinden çıkmak zorunda bulunmadığınız bir kuvvet ve bir bereket olduğuna
inanınız!
Her şeyden önce, sizi
serbest kılan ve her mânada tamamiyle kendi kendinize bırakan bir mesleğe
girmiş olmanız iyidir. Sabrederek, iç hayatınızın, kendisini bu mesleğin
şekliyle dar hissedip etmediğini bekleyiniz. Ben onu, büyük geleneklerle yüklü
ve vazifelerine şahsî bir görüş için yer bırakmadığından çok güç ve isteklerle
dolu buluyorum. Fakat yalnızlığınız da size, yabancı münasebetler içinde
tutunacak bir yer, bir yurt olacaktır; yollarınızı hep buradan bulacaksınız.
Benim bütün dileklerim size yoldaşlık etmek üzere hazırdır, itimadım da sizinle
beraberdir.
Dostunuz:
Rainer Maria Rilke
Rainer Maria Rilke
Roma, 29 Birinciteşrin (Ekim) 1903.
Sevgili ve Sayın Herr
Kappus,
29 Ağustos tarihli
mektubunuzu Floransa’da aldım ve size şimdi ancak iki ay sonra bundan
bahsediyorum. ihmalciliğimi affedin, fakat yolculukta aslâ mektup yazmasını
sevmem, çünkü mektup yazmak için en lüzumlu eşyadan çok daha fazla şeye
ihtiyacım vardır: biraz sükûnet, yalnızlık ve pek yabancı olmayan dakikalar.
Roma’ya takriben altı
hafta önce geldik, hem öyle bir zamanda ki, halâ boş ve sıcak olduğu, onun
ateşler içinde yandığı bir zamanda; bu hale, etrafımızdaki gürültünün bir türlü
dinmek bilmemesine, üstelik yabancılığın, yurtsuzluğun yükü de üzerimize
çökmesine yerleşmek için gereken bazı pratik işler de ilâve olundu. Roma (eğer
henüz tanınmıyorsa) insan üzerine ilk günlerde, sıkıcı, üzücü bir tesir
yapıyor: teneffüs ettiği ruhsuz ve donuk müzelerin havası, meydana çıkarttığı
ve güçlükle yaşattığı zengin geçmişleri, (bugün bunların ancak bir parçası ile
besleniyor) sayısız bilginler ve filologlar tarafından korunan, itiyad halini
almış Italya seyahatleriyle taklit edilen bütün bu şeklini değiştirmiş,
bozulmuş, aslında bizim olmayan ve bizim olmaması gereken, başka bir zamandan
ve başka bir hayattan bir tesadüf eseri olarak kalmış olan parçaların her
birine, olduğundan fazla değer verilmektedir. Nihayet her gün karşı durarak,
haftalardan sonra, bir parça daha şaşkın olmakla beraber, insan kendisine gelir
ve kendi kendine şöyle der: hayır burada herhangi bir yerden daha fazla
güzellik yok; nesillerin hayran kaldığı ve hayranlıkları devam ettiği her biri
üzerinde de ellerin uzun boylu tâmir ettiği ve tamamladığı bütün bu şeyler bir
şey ifade etmiyorlar. Onların kalpleri yok, değerleri yok; fakat burada çok
güzellik var, çünkü her yerde çok güzellik var. Sonsuz hayatla dolu sular, eski
bendlerin üzerinden büyük şehre akıyor; bir çok yerlerde, taştan yapılmış beyaz
havuzların üzerinden atlıyor ve geniş büyük göller halinde yayılıyordu; gündüz
hışırdıyorlar, hışırtıları da burada, büyük ve yıldızlı rüzgârlarla yumuşamış
olan gecede artıyor. Sonra burada bahçeler var, unutulmaz ağaçlık yollar ve
merdivenler var; Michel Angelo’nun
tasarladığı merdivenler, aşağıya doğru kayar gibi akıp giden sulara eş olan
merdivenler, geniş düşüşleri dalgadan dalgalar doğurduğu gibi, basamaklardan
basamaklar yaratılmış. Bu türlü tesirlerle insan kendim topluyor, konuşan ve
gevezelik eden (ne kadar da hoş gevezelik edilir) binlerce şeyden kendine
geliyor ve yavaş yavaş, içinde sevilebilecek ölmez olan sessiz sedasız iştirak
edilebilecek yalnız bulunan bu çok az şeyi öğreniyor.
Henüz daha şehirde
Capitol’de oturuyorum; Romalılar zamanından kalma o güzel atlı heykelden, Marc
Aurel’in heykelinden uzak değil. Fakat bir kaç hafta içinde sakin ve mütevazı
bir yere, büyük bir parkın içinde kaybolmuş, şehrin gürültüsünden ve
tesadüflerinden uzak bulunan eski bir binanın tavan arasına geçeceğim. Orada
bütün kış oturacağım ve hediye olarak iyi ve çalıştırıcı anlar beklediğim büyük
sessizlikten sevinç duyacağım..
Oradan, daha çok evde
olacağım yerden, size, içinde yazının üzerine de konuşacağım daha uzun bir
mektup yazacağım. Bugün sadece şunu söyleyeyim ki (belki de daha önce
söylemediğim için kusur ettim), mektubunuzda bildirdiğiniz (içinde çalışmalarınızın
semeresi bulunduğunu söylediğiniz) kitabı almadım. Size geri geldi mi? Belki
Worpswede’den geri gönderilmiştir! (Bence, yabancı memleketlere paket
gönderilmemeli.). En iyisi budur. İnşallah kaybolmamıştır.
İtalyan postasında
istisna teşkil edecek değildi ya esefle söylüyorum.
Ben bu kitabı da (sizden
haber getiren her şey gibi) seve seve karşılardım; bundan sonra yaratacağınız
şiirleri de (eğer bana itimat ederseniz) okuyacağım, hem tekrar tekrar
okuyacağım ve yaşayacağım, yaşayabildiğim kadar içten yaşayacağım. Dilekler ve
selâmlarla.
Dostunuz:
Rainer Maria Rilke
Roma, 23 Aralık 1903
Benim Sevgili Herr
Kappus’um,
Noel gelince, onu
kutlarken her zamankinden daha çok duyacağınız yalnızlığınız içinde benden
habersiz kalmayınız. Sonra da yalnızlığınızın büyük olduğunu farkederseniz
sevininiz, çünkü (kendi kendinize böyle sorun) büyüklüğü olmayan yalnızlık,
yalnızlık mıdır? Ancak bir yalnızlık vardır, bu da büyüktür ve ona katlanmak
güçtür; çok defa, öyle anlar vardır ki, bunlarda hemen hemen herkes
yalnızlıklarını, kolayca elde edilen alelade bir beraberlik ile değiştirmek,
hiç uyuşmadıkları halde uyuşur gibi görünüp yanındakilerden herhangi biriyle,
en şerefsiziyle bile beraber olmak isterler... Fakat yalnızlığın büyüdüğü
anlar, belki de bu türlü beraberlik anlarıdır; onların büyümesi, erkek
çocukların büyümesi gibi acıklı, ilkbaharın başlangıcı gibi de hazindir. Fakat
bu sizi şaşırtmamalıdır. İnsana gereken yalnız: Yalnızlıktır, büyük iç
yalnızlığıdır. İçine dönmek ve saatlerce kimseye rastlamamak, insan buna
erişmeli. Çocukluğunda olduğu gibi, büyükler etrafta dolaşırken yalnız;
büyükler çok meşgul göründüklerinden, hareketlerinden de bir şey
anlaşılmadığından, kendilerine mühim ve büyük gelen şeyler karşısında şaşkın.
Günün birinde de insan,
meşguliyetlerinin bir hiç olduğunu, mesleklerinin kuruduğunu, hayatla da artık
bir bağlılıklarının kalmadığını görünce, neden bunlara bir çocuk gibi, yabancı
bir şeye bakar gibi kendi dünyasının derinliklerinden, kendi yanlızlığının
içinden bakmasın? Bu da bir iş, bu da bir sınıf ve bir meslek değil midir?
Çocuğun sâf anlamaması yalnızlık olduktan sonra, neden bunu, karşı koymak ve
küçümsemekle değiştirmeli? Hem karşı koymak ve küçümsemek, kendimizi bu
vasıtalarla uzaklaştırmak istediğimiz şeylere iştirâk demektir.
Sevgili Herr Kappus, bir
kere içinizdeki dünyayı düşününüz ve bu düşündüğünüze ne derseniz deyiniz;
ister çocukluk hâtıralarınız, ister istikbalinizin özleyişleri olsun, sadece
içinizde harekete gelene dikkat ediniz ve onu etrafınızda gördüklerinizin
üstüne çıkarınız. Onun üzerinde her ne suretle olursa olsun işleyiniz ve
durumunuzu insanoğullarına anlatmak için fazla zaman, fazla cesaret
kaybetmeyiniz. Fakat size zamanınız ve cesaretiniz var, diyen kim? Biliyorum,
mesleğiniz çetin, mizacınızla da taban tabana zıddır; esasen şikâyetlerinizi
önceden sezmiştim, günün birinde de geleceğini biliyordum. Mademki şimdi
gelmiştir, sizi teselli edemem, ancak bütün mesleklerin de böyle müşküllerle,
fertlere karşı düşmanlıkla, ayni zamanda hiç ses çıkarmadan güçlükle tatsız
vazifelerine alışmış çakıların nefret duygularıyla dolu olup olmadığım bir
düşünmenizi tavsiye edebilirim. Şimdi içinde yaşadığınız durumu, gelenekleri,
peşin hükümleri ve yanılmalarıyla öbür durumların hiç birinden daha yüklü
değildir; içlerinde hürriyeti daha fazla olanı var gibi görünüyorsa da, içi
geniş, rahat ve gerçek hayatın dayandığı büyük şeylerle münasebeti olanı asla
yoktur. Ancak yalnız olan fert, bir madde gibi derin kanunlara tâbidir; ve eğer
biri, sabah olurken dışarıya çıkar, yahut da hâdiselerle dolu akşamın içine
bakar ve burada olup bitenleri görürse, o zaman her durum kendisi yaşadığı
halde ölmüş gibi üzerinden sıyrılır. Siz, sevgili Herr Kappus, askerlik
mesleğinde duyduklarınızı herhangi bir meslekte de duyabilirdiniz; evet; evet
hattâ her memuriyetin dışında cemiyetle serbest bir temas aramış olsaydınız
yine içinizde bir sıkıntı olurdu. Bu her yerde böyledir; fakat korkmak veya
üzülmek için de bir sebep teşkil etmez. Eğer insanlarla aranızda müşterek bir
bağ yoksa, o zaman bırakamayacağınız şeylere yaklaşmaya bakın; geceler, ve
ağaçların arasından, bir çok ülkelerin üzerinden esen rüzgârlar daha buradadır;
eşyalar ve hayvanların arası daha paylaşabileceğimiz olaylarla doludur;
çocuklar da daha çocukluğunuzda olduğu gibidirler, o kadar kederli ve o kadar
neşeli, hele çocukluğunuzu düşünürseniz, yalnızlık içinde yaşayan çocukların
arasında yine çocuk olursunuz, o zaman büyükler size hiç bir şey gibi gelir,
rütbelerinin de değeri kalmaz.
Her
yerde varolan Tanrı’ya artık inanmadığınız için çocukluğunuzu ve çocukluğunuza
bağlı olan sade ve huzur verici olanı düşünmek size korku veriyor ve içinizi
sızlatıyorsa, o zaman Herr Kappus, kendi kendinize, Tanrı’yı gerçekten mi
kaybettim?
diye sorun. Ona daha çok, hiç malik olmadınız, öyle değil mi? Çünkü ne zaman
malik olmuş olasınız? Erkeklerin güçlükle taşıdığı ve ağırlığı ihtiyarları
ezdiği Tanrı’yı bir çocuk taşıyabilir mi sanıyorsunuz? Onu gerçekten elde eden,
küçük bir taş gibi kaybedebilir mi sanıyorsunuz? Yoksa siz de, ancak onu elde
edeni o kaybedebilir mi sanıyorsunuz? Yoksa siz de, ancak onu elde edeni o
kaybeder, diye düşünüyor musunuz? Fakat siz Tanrı’nın çocukluğunuzda
olmadığını, çocukluğunuzdan önce de bulunmadığını itiraf ederseniz, eğer İsa
özlediği şeyden aldatıldığını, Muhammed’in
de gururu kırıldığını sezerseniz eğer ürpererek onun şimdi de, şu anda
kendinden konuşurken de burada olmadığını duyarsanız o zaman, aslâ varolmamış
olanı, size gelip geçmiş biri gibi onun yokluğunu duyuran, kaybolmuş biri gibi
de onu aratan sebep nedir?
Neden Tanrı’yı ölmezlikten gelecek biri gibi düşünmüyorsunuz? Gelecek
biri gibi, yaprakları bizler olan ağacın son meyvesi gibi?
Doğumunu olmakta olan
zamanların içine atmaktan ve hayatınızı, büyük gebeliğin tarihinde sancılı,
fakat güzel bir gün gibi yaşamaktan sizi kim alıkoyuyor?
Olan şeylerin daima bir
başlangıç olduğunu görmüyor musunuz?
Başlamak, aslında hep
güzel olduğundan, Tanrı’nın bir başlangıcı olamaz mı?
Eğer o, en mükemmeli
ise, ondan önce kendisini bolluk ve bereket içinden seçebilmek için daha noksan
bir şeyin varlığı gerekmez mi?
Tanrı’nın, her şeyi
içine alabilmesi için sonuncu olması gerekmez mi?
Eğer varlığını
istediğimiz Tanrı, önceden varolmuş olsaydı, o zaman bizim ne mânamız kalırdı?
Arıların bal
topladıkları gibi, biz de her şeyden en tatlı olanı toplayalım ve Tanrı’yı
bunlarla kuralım, hattâ en küçüğü en görünmeyeni ile (yeter ki sevgi ile olsun)
başlayalım; çalışmakla, sonra da dinlenmekle, sessiz sedasız, yahut küçük,
yalnızlık içinde duyulan bir sevinç ile, yalnızlık içinde hiç kimsenin iştirak
etmediği, hiç kimsenin tarafgirlik gözetmediği şeylerle cedleriıniz bizim
varlığımızı göremedikleri gibi, biz de varlığını görmeyeceğimiz Tanrı’ya başlayalım.
Fakat buna rağmen çoktan geçmiş olan bu insanlar, içimizde bu kabiliyet,
alınyazımız üzerinde bir ağırlık, çağlayan kanlar, ve zamanın derinliklerinden
yükselen hareketler gibidir.
Tanrı’nın içinde, en
uzakta ve dışta olanla bir olmak için ümidimizi kıracak bir şey var mı?
Sevgili Herr Kappus,
Noel’i bu din duygusu içinde kutlayınız! Tanrı,
belki başlamak için sizden bilhassa bu hayat korkusunu istemektedir; belki,
bilhassa bu günler onun sizden geçeceği zamandır; mademki içinizde her şey, bir
zamanlar, çocukluğunuzda çalıştığı gibi onun için çalışıyor. İsteksiz değil,
sabırlı olunuz! Yapacağınız bir şey varsa o da, oluşu ona güçleştirmeyiniz!
Baharın gelişini toprağın güçleştirdiğinden daha fazla güçleştirmeyiniz!
Müsterih olunuz ve
teselli bulunuz!
Dostunuz:
Rainer Maria Rilke
Roma, 14 Mayıs 1904
Benim Sevgili Herr
Kappus’um,
Son mektubunuzu elime
aldığımdan beri çok zaman geçti. Bunun için bana gücenmeyiniz. Size sakin ve
iyi günlerimden gelecek olan cevaba (ben böyle istiyorum) iş, rahatsızlık ve
hastalık engel oldu. Şimdi kendimi bir parça daha iyi hissediyorum. (İlkbaharın
başlangıcı, fena ve durmadan değişen havasıyla burada da bütün şiddetiyle
duyuldu) ve sizi, sevgili Herr Kappus, selâmlamaya ve mektubunuza bildiğim
kadar bazı şeyler söylemeğe (bunu da çok candan yapıyorum) ancak koyulabildim.
Görüyorsunuz: Sone’nizi
kopya ettim, çünkü onu güzel, sade ve sakin bir edası olan şekliyle doğmuş
buldum. Bunlar, okuduğum mısralarınız arasında en iyileridir. Bu kopyayı şimdi
size gönderiyorum, çünkü biliyorum, kendi yazınızı yabancı bir dilde görmek
mühimdir, sonra da insana yeni tecrübeler veriyor.
Mısralarmızı sanki bir yabancınınmış gibi
okuyunuz, o zaman içinizde, ne kadar sizin olduğunuzu duyarsınız.
Sone’niz ile mektubunuzu
bir kaç kere okudum ve çok zevk duydum. Her ikisi için de size teşekkürler
ederim.
Yalnızlığınız esnasında,
içinizde, dışarıya çıkmak isteyen bir şey olduğu için şaşırmamalısınız;
bilhassa bu istek size, eğer onu sakin ve düşünce ile bir âlet gibi
kullanırsanız, yalnızlığınızı uzaklara yaymaya yardım eder. İnsanlar
(geleneklerin yardımıyla) her şeyi kolayma alırlar, kolayın da en kolay
tarafına göre hallederler. Fakat bizim asıl güç olana tutunmamız gerekiyor.
Canlı varlıklar güç olana tutunurlar; tabiatta her şey büyür, kendi tarzına
göre kendini müdafaa eder, kendi içinden kendine hâs bir şeydir, her şeyin
pahasına, her mukavemete karşı da böyle olmaya çalışır. Biz az şey biliriz,
fakat güç olana tutunmamızın gerektiğini de hiç bırakmamamız lâzım gelen bir
gerçektir. Yalnız olmak iyidir, çünkü yalnızlık güçtür. Bir şeyin güç olması,
onu yapmamız için bir sebep daha teşkil etmelidir.
Sevmek de iyidir: Çünkü
sevgi de güçtür. İnsanın insanı sevmesi: Bu belki, bize verilmiş olan
vazifelerin hepsinden daha güçtür, belki de en sonuncusudur; son tecrübe ve son
imtihandır; bunun yanında bütün diğer işler, onun için sadece bir hazırlık
oluyor. Bu sebepten her şeyin başlangıcında olan gençler, henüz sevgi nedir,
aşk nedir bilemezler: Onların bunu önce
öğrenmeleri lâzımdır. Onlar bunu bütün varlıklarıyla, bütün kuvvetleriyle,
yalnızlık duyan, korkan, yüceyi arayan kalpleriyle öğreneceklerdir. Fakat
öğrenme zamanı daima uzun ve kendi içinde kapalı bir zamandır; bunun için aşk
da uzun bir zaman içindir, bir ömür boyunca sürer: Yalnızlık, seven biri için,
arttırılmış ve derinleştirilmiş bir yalnız oluştur. Her
şeyden önce açılmak, kendini vermek ve başkasıyla birleşmek demek olan aşk, hiç
bir şeydir (çünkü aydınlanmamış, olgunlaşmamış, kendinden aşağı birisiyle
birleşmekten ne çıkar?); her insan için olmak, kendi içinde bir şey olmak, bir
dünya olmak yüksek bir fırsattır; içinde, kendisini herhangi bir şey için
seçtiren ve uzaklara çağırtan istek küçük değil, büyüktür. Yalnız bu anlamda,
işin kendisi için («dinlemek ve gece gündüz örselemek») gençler, kendilerine
gösterilen sevgileri kullanmalıdırlar. Açılmanın, kendini vermenin ve
beraberliğin her nevi, onlar (daha uzun zaman biriktirmek, toplamak zorunda
olanlar) için değildir; bu sonuncusudur, bunun için de şimdilik bir insan ömrü
yetişmemektedir.
Fakat
işte, gençler asıl bunda bu kadar çok ve bu kadar kuvvetle yanılıyorlar: Bunlar
(içlerinde aslâ sabır yoktur), aşka tutulur tutulmaz kendilerini birbirlerine
verirler, oldukları gibi, bütün perişanlıkları, düzensizlikleri ve
şaşkınlıklarıyla kendilerini apaçık birbirlerinin önüne seriverirler... Fakat
sonra ne olsun? Birleşme dedikleri ve seve seve saadet adını vermek istedikleri
bu yarı parçalanmış yığınlar önünde hayat, ne yapsın?
Hele
gelecekleri?
Burada herkes kendini
bir başkası için kaybeder, başkasını ve gelmek isteyen daha birçok başkalarını
da kaybeder. Uzaklıklar, imkânları kaybeder, sezilen şeylerin yakınlaşmasını ve
uzaklaşmasını, verimsiz bir çaresizlikle değiştirir; bundan da artık hiç bir
şey çıkamaz olur: ancak bir parça tiksinti, inkisar ve yoksulluk; sonunda da
kendisini bu tehlikeli yolda, birer koruyucu kulübe olmak üzere dizilmiş birçok
geleneklerden birine kurtarır. İnsanın hayatında hiç bir alan, aşk alanı gibi
geleneklerle donanmış değildir. Muhtelif icatların cankurtaran kemerleri,
kayıklar ve yüzme balonlar ortadadır. Cemiyet, kendi görüşüne göre her neviden
sığmaklar yapmasını bilmiştir; o, aşk hayatım bir eğlence olarak almak
istediğinden, onu da kolaylıkla umumî eğlenceler gibi ucuz, tehlikesiz ve emin
olarak geliştirmek zorunda kalmıştır.
Gerçi
bir çok gençler, yalandan, yani içten değil de sadece kendini vererek sevenler
(ortalaması daima böyle kalacaktır) hatalarının ezici tesirini duyarlar ve içine
düştükleri durumu da, kendi tarzlarına göre canlandırmak ve verimli kılmak
isterler çünkü tabiatları onlara aşk davalarının, mühim olan şeylerin hepsinden
daha az olarak, umumî ve muayyen hükümlere göre halledilmeyeceğini, her şeye
rağmen yeni, kendine has sadece öz bir cevap istediğini ve ancak insanın insana
sorabileceğini söyler: Fakat, bir kere kendilerini vermiş olanlar, sınırları
silinerek birbirlerinden ayrılmayanlar, yani kendilerine has bir şeyleri
kalmamış olanlar, nasıl olur da kendilerinden, bir tarafa attıkları
yalnızlıktan çıkacak bir yol bulabilirler?
Onlar ne yapacaklarını
bilemezler ve nihayet iyi niyetlerle dikkatlerini çeken gelenekten (meselâ
evlenmekten) kaçınmak istedikleri zaman, daha sessiz, fakat ayni derecede
öldürücü geleneğe dayanan bir hal çaresinin tuzağına düşerler; burada da çok
daha geniş olarak etraflarını çeviren şeyler gelenektir; erkenden birleşilen,
bulanık bir beraberlik olan yerde, her hareket geleneğe dayanır: böyle bir
yanılmaya götüren her münasebetin, istediği kadar kullanışsız olsun, bir
geleneği vardır (umumî anlamda ahlâka aykırı demektir); evet hattâ ayrılma bile
burada geleneğe dayanan bir hareket, kuvvetsiz ve korkusuz, şahsî olmayan,
tesadüfen verilen bir karardır.
Buna ciddiyetle bakacak
'olan herkes, güç olan ölüm için olduğu gibi, güç olan aşk için de henüz daha
bir aydınlatma, bir hal çaresi olmadığını, bir işaret bir yol bulunmadığını
görecektir. Kapalı taşıdığımız ve açmadan başkalarına verdiğimiz bu iki vazife
için aslâ müşterek, birleştirici bir kural bulunamayacaktır. Fakat hayatı fert
olarak denemeye başladığımız nisbette, bu büyük şeyler, biz fertlere çok daha
yakından görünecektir. Aşkın gelişmemizden beklediği şeyler, bir ömrün
yetmeyeceği kadar büyük şeylerdir; hem bizim gücümüz, henüz taşlayanlardan
olduğumuz için ona yetmez. Fakat katlanıp da, insanların en büyük ciddiyetle
varlıklarını gizlemiş oldukları kolay ve hafif oyunlar arkasında kendimizi
kaybedecek yerde, aşkı üzerimize bir yük ve öğrenme müddeti diye alacak
olursak, o zaman belki bir parçacık ilerleme sezilir ve bizden çok sonra
gelecekler için bir kolaylık duyulur; şüphesiz bu da bir şeydir.
Biz işte ancak şimdi
fert olarak, bir insanın bir başka insana olan münasebetini, peşin hükümlerin
tesirinde kalmadan nesneye bağlı bir şekilde müşahede edebileceğiz; fakat bu
türlü münasebetleri yaşamak için yaptığımız teşebbüslerde önümüzde örnek
bulmamıza rağmen, akmakta olan zamanın içinde, başlangıcımız için yardım
edebilecek şeyler vardır.
Kızlar ve kadınlar, yeni, kendilerine hâs gelişmelerinde, ancak
geçici olarak erkeklerin iyi ve fena hareketlerini taklit ederler, onların
mesleklerini tekrarlarlar. Böyle emin olmayan geçitleri atlattıktan sonra,
kadınların sayısız, türlü türlü (çok defa da gülünç) kıyafetlere girerek bu
yollardan ancak kendilerini başka cinslerin değiştirici tesirinden temizlemek
için geçtikleri görülür. İçlerinde yerleşmiş, sâf, verimli ve
samimî bir hayat bulunan kadınlar, hafifmeşrep, beden gebeliğinin yükünü
taşımadıklarından, hayatın sathîliklerine sürüklenen bedbin, aceleci ve
seviyorum sandığı şeyleri mübalâğalaştıran erkeklerden çok daha fazla
olgunlaşmaları, çok daha insanileşmeleri lâzımdır. Kadının acılar içinde,
tevazu ile taşıdığı bu insanlık sonra, o, kadınlık geleneğini dış durumuna
geçirdiği zaman meydana çıkacak ve bugün henüz daha bunu görmeyen erkekler,
şaşıracak ve vurulacaklardır. Günün
birinde (şimdi, bilhassa şimal ülkelerde, daha fazla itimat edilen işaretlerin
konuştuğu ve aydınlandığı yerde) kızlar ve kadınların adları artık sadece
erkeğe zıt bir anlam taşımayacak, başlı başına öyle bir şey ifade edecek ki,
bunda artık tamamlanacak ve sınırlanacak bir şey değil, sadece hayat ve varlık
düşünülecektir: Dişi insan.
Bu ilerleme, şimdi
yanılmalarla dolu olan aşk yaşayışını (bir kere yelkenleri çevrilmiş olan
erkeklerin iradelerine karşı olarak) değiştirecek ve artık erkekten kadına
değil, insandan insana kastedilen bir münasebete sokacaktır. Bu daha İnsanî aşk
da (son derece sayarak, yavaş yavaş iyi ve açık olarak bağlar ve çözülmelerle
tamamlanacak olan bu aşk) bizim mücadele ile güçlükle hazırladığımız, içinde
iki yalnızın birbirlerini koruyan, birbirlerini sınırlandıran ve birbirleriyle
selâmlaşan aşka benzeyecektir.
Bir şey daha: Size
vaktiyle, çocukken verilmiş olan o büyük aşkın kaybolduğunu sanmayınız. O
zamanlar içinizde büyük ve iyi isteklerin bugün hâlâ onlarla yaşadığınız
kuralların olgunlaşmadığım söyleyebilir misiniz? Bu aşkın hâtıralarınızda çok
kuvvetli izler bıraktığını biliyorum, çünkü bu ilk derin yalnızlığınızdı ve
hayatınızda yaptığınız içten ilk çalışmanızda Size hep iyi dilekler, Herr
Kappus!
Dostunuz: Rainer Maria Rilke
Sone
Bir simsiyah karanlık
acı geçmede benden,
Ömrümün tâ içinden
sessiz, şikâyetsizce
Sanki ak çiçekleri beyaz
rüyalarımın
Adaktır sükûtlara
bürünen günlerimden.
Bir
büyük soru geçer yolumun üzerinden
Aşarım
engin ve sonsuz dalgalarım onun
Ölçmeğe
cesaretim yetişmiyor içinden.
Sonra bir keder kaplar
tâ derinden içimi
Yaz geceleri gibi bulanık,
ırak, donuk,
Arasıra yıldızlar
pırıldaşır gönlümde:
Aranırım
o zaman ellerimle sevgiyi,
Çünkü
bir söz bulmayan dudaklarım, ne yazık
Bu dua
gibi ona tapmak ister içimde...
(Franz Kappus)
Borgeby
gard, Fiadie, İsveç,
12 Ağustos 1904
12 Ağustos 1904
Size yardım edebilecek,
bir faydası dokunabilecek bir şey söyleyemeyeceğim halde, sizinle gene bir
parçacık olsun konuşmak istiyorum sevgili Herr Kappus. Başınızdan çok ve büyük
kederler geçmiş. Bunların size ağır geldiğini ve sizi üzdüğünü söylüyorsunuz.
Fakat rica ederim, bu büyük kederlerin içinizden geçip geçmediğini, bir kere
düşününüz. İçinizde bir çok şeylerin değişip değişmediğini, herhangi bir
yerinizde, keder esnasında, varlığınızda herhangi bir yerin bir başka şekle
girip girmediğini araştırınız. Ancak tesir altında bırakmak için insanların
içlerine sokulan kederler fena ve tehlikelidir. Onlar, sathî ve fena tedavi
edilen hastalıklar gibi bir müddet geriye çekilirler, fakat sonra, daha
kuvvetli olarak ortaya çıkarlar ve insanın içinde toplanırlar, hayat olurlar, fakat
yaşanmamış, küçülmüş, kaybolmuş bir hayat; öyle ki, insan bu hayat içinde
ölebilir de. Eğer bilgimizin eriştiğinden daha uzağı görmek mümkün olsaydı, bir
parça da, atalarımızın hazırladıkları eserlerin dışına bakabilseydik, belki o
zaman kederlerimize sevinçlerimizden daha büyük bir itimatla katlanırdık; çünkü
bunlar, içimize yeni bir şeyin, tanınmayan bir şeyin girdiği anlardır; bu
esnada duygularımız ürkerek tutulur, içimizde olan her şey geriye çekilir, bir
sessizlik olur, hiç kimsenin tanımadığı yeni bir şey onun tam ortasında
görünür, fakat hiç ses çıkarmaz.
Öyle sanıyorum ki, kederlerinizin hemen hepsi heyecan anlarıdır. Biz
bu anları uyuşukluk olarak duyarız; çünkü yabancılaşmış duygularımızın artık
yaşadığını hissetmeyiz; çünkü içimize giren yabancı ile yalnız kalırız; çünkü
bize yakın gelen alıştığımız şeyler bir an için bizden uzaklaşıyorlar; çünkü
biz, üzerinde kalamayacağımız bir geçidin tam ortasında dururuz. Bunun için de
işte kederlerimiz geçer: içimize giren yeni şey, ilâve olunan şey, kalbimize
sokulmuştur, onun en iç hücresine kadar gitmiştir ve işte artık orada da
değildir, -kandadır, ve biz onun ne olduğunu bilemeyiz. Bizi kolaylıkla, hiç
bir şey olmamıştır, diye kandırabilirler, fakat buna rağmen içine misafir
girmiş bir evin değiştiği gibi değişmiş oluruz. Kimin geldiğini söyleyemeyiz,
belki de bunu hiç bir zaman söyleyemeyeceğiz. Fakat geleceğin daha gelmeden
bizi değiştirmek üzere içimize gireceğini bir çok deliller gösterir; ve işte
bunun için insan kederlenirken kendisini yalnız duyması ve dikkatli olması
mühimdir: çünkü gelecek içimize girerken, hâdisesiz ve donuk gibi görünen bir
an, hâdiselerin dışta akan öteki gürültülü ve tesadüfi anlardan çok daha fazla
hayattır. Kederli insan olarak ne kadar sakin, ne kadar sabırlı ve ne kadar
açık isek, yeni olanı da o kadar iyi içimize alırız ve o, o kadar fazla bizim
alınyazımız olur; fakat sonraları o, yine «akarsa» (yani; bizden çıkarak
başkalarına giderse) o zaman biz ona, yani o kimseye içten bir yakınlık
duyarız. Bu da ihtiyaçtır. İhtiyaçtır -gelişmemiz de yavaş yavaş oraya doğru
gider-, başımızdan aslâ yabancı bir şey değil, ancak çoktandır bizim olan
geçer. İnsan hareket kavramlarını o kadar çok değiştirmek zorunda kalmıştır ki,
artık yavaş yavaş alınyazısı dediğimiz şeyin de dıştan insanın içine değil,
insanın içinden dışarıya çıktığını idrâk etmesini öğrenecektir. Yalnız,
birçokları içlerinde yaşadıkları müddetçe, alınyazılarını içlerine
almadıklarından ve değişmediklerinden, içlerinden ne çıktığının farkında
değildiler; bu onlara o kadar yabancı idi ki korku ve şaşkınlıklarının tesiri
altında bu anda içlerine girdiğini sanıyorlardı; çünkü daha önce, aslâ
içlerinde buna benzer bir şey bulunmadığına yemin ediyorlardı. İnsan nasıl uzun
zaman güneşin hareketi üzerinde yanıldıysa, hâlâ gelecek olanın hareketi
üzerinde de öylece yanılmaktadır. Gelecek olan sabittir, yerinde durur, sevgili
Herr Kappus, sonsuz mekânın içinde hareket eden tiziz.
Halimiz nasıl güç
olmasın?
Yine yalnızlık üzerinde
konuşacak olursak, bunun aslında seçilebilecek veya bırakılabilecek bir şey
olmadığı daha fazla aydınlanacaktır. Biz yalnızız. İnsan bunda aldanabilir ve
yalnız değilmiş gibi yapabilir. Fakat hepsi bundan ibarettir. Yalnızlığınızı
idrâk etmek ve doğrudan doğruya buradan hareket etmek çok daha iyidir. O zaman
şüphesiz başımız dönecek, çünkü gözlerimizin dinlenmek istediği noktalar bizden
alınacak, yakın olan hiç bir şey kalmayacak, uzak olan da sonsuz uzaklıklarda
olacak. Birdenbire odasından çıkarılıp hiç hazırlık yaptırılmadan, bir yerden
geçirilmeden yüksek bir dağın zirvesine oturtulan bir insan da ayni şeyi
duymak: Görülmemiş bir emniyetsizlik, adı olmayana kendini veriş onu mahveder.
O, ya düşeceğini, ya dışarıya boşluğun içine atıldığını yahut da binlerce
parçaya bölündüğünü sanır: Duyularının durumunu anlatmak ve aydınlatmak için,
zihni kim bilir ne kadar müthiş yalanlar bulmaya çalışır. İşte yalnız olanlar
için bütün uzaklıklar, bütün ölçüler bu şekilde değişir. Bu değişmelerin
birçoğu birdenbire olur ve dağın tepesindeki o adam gibi, büyüyerek katlanılabilecek
şeyleri aşıyor gibi görünen tabiî olmayan tasavvurlar ve garip duygular doğar.
Fakat bizim bunu da yaşamamız lâzımdır. Biz, varlığımızı, mümkün olduğu kadar
geniş bir şekilde almalıyız; her şey, işitilmemiş olan da bunun içinde mümkün
olmalıdır. Aslında bizden istenilen biricik cesaret işte budur:
Karşılaşabileceğimiz en garip, en gülünç ve en aydınlatılmayacak olana karşı
cesaretli olmak. İnsanların bu anlamda korkak olmaları hayatı son derece
sekteye uğratmıştır; «görünüş» denilen yaşayışlar, «ruhların» dünyası, ölüm,
bize bu kadar yakın gelen bütün bu şeyler, her gün reddedilmekle, hayattan o
kadar uzaklaştırılmıştır. Hele Tanrı’dan hiç konuşmaya gelmez. Fakat
aydınlatılamayan şeyler önümüzdeki korku, sadece fertlerin hayatını fakirleştirmemiş,
insandan insana olan münasebetler de onlarla sınırlaştırılmış, sonsuz
imkânların aktığı nehir yatağından, başlarına hiç bir şey gelemeyecek olan sığ
bir sahile çıkarılmıştır; çünkü insan münasebetlerini tarif edilmeyecek
derecede yeknesak kılan ve zaman zaman tekrar ettiren şey, sadece tembellik
değil, peşin görülemeyen yeni bir yaşayış önünde, başa çıkamayacağını sandığı
korkudur. Fakat ancak, hazır olarak her şeyi bekleyen, hiç bir şeyi, en
muammalı olanı bile ayırmayan, bir başkasına olan münasebeti, canlı bir şey
olarak yaşar ve kendine has varlığını bile tüketir; çünkü biz, ferdin bu
varlığını daha büyük, yahut da daha küçük bir mekân olarak düşündüğümüz zaman,
çoğu, mekânlarının ancak bir köşesini, bir pencere önünü, üzerinde aşağı yukarı
dolaştıkları bir yolu bildikleri anlaşılır. Böylece onlar bir dereceye kadar
emin olurlar. Fakat buna rağmen, Poe’nun hikâyelerindeki esirleri, korkunç
zindanlarının şekillerini duyurtmak ve bulundukları yerlerinin tarif edilmez
korkunçluğuna yabancı bırakmamak için zorlayan bu tehlikeli, emniyetsizlik o
kadar beşerîdir. Amma bizler esir değiliz. Etrafımızda kapanlar, pusular
kurulmuş değildir; bizi korkutacak yahut üzecek de bir şey yoktur. Biz hayata,
en fazla uygun bulunduğumuz unsurun içine konur gibi bırakılmışızdır; bundan
başka da yüzyıllar boyunca uyarak, bu hayata o kadar benzemişizdir ki, sessiz
durduğumuz zamanlar, etrafımızı çeviren bütün bu şeylerden bizi ayıramazlar.
Dünyamıza karşı itimatsızlık göstermeğe hakkımız yoktur, çünkü o bizim
aleyhimize değildir. Eğer onun korkuları varsa, bunlar bizim korkularımızdır;
eğer onun uçurumları varsa, bunlar bizim uçurumlarımızdır; eğer onun
tehlikeleri varsa, bunları sevmeğe çalışmalıyız. Sonra da hayatımızı, daima güç
olana tutunmamız lâzımdır, diyen kurala göre düzenlersek, o zaman hâlâ yabancı
bir şey gibi görünmekte olan şeyler, en itimat ettiğimiz, en sadık bulduğumuz
şeyler olur. Biz, kavimlerin başında gelen o eski mitolojileri nasıl unuturuz?
Son dakikada bir Prenses olan ejder mitolojilerini nasıl bırakırız? Belki
hayatımızın bütün ejderleri, bizi bir kerecik olsun güzel ve cesur görmek için
bekleyen Prenseslerdir. Belki bütün fena şeyler, sonunda, bizden yardım isteyen
çaresizliklerdir.
Bunun için, sevgili Herr
Kappus, eğer önünüze henüz hiç görmediğiniz büyüklükte bir keder çıkarsa, eğer
ellerinizin ve hareketlerinizin üzerinden ışık ve bulut gölgeleri gibi bir
huzursuzluk geçerse korkmamalısınız; aksine, içinizde bir şeyler olduğunu,
hayatın sizi unutmadığını, sizi elinde tuttuğunu düşünmelisiniz; o sizi
düşürmeyecektir. Neden hayatınızdan herhangi bir acıyı, herhangi bir kederi
sıyırmak istiyorsunuz? Mademki bu hallerin sizi nasıl işlediğini biliyorsunuz,
neden bunların nereden geldiğini ve nereye gittiğini sormakla meşgul
oluyorsunuz? Mademki, geçitler üzerinde bulunulduğunu ve değişmekten başka bir
şey istemediğinizi biliyorsunuz. Eğer başınıza gelenlerden bir parçası
hastalıklı ise, o zaman, uzviyetin kendisini yabancı şeylerden kurtaran çarenin
hastalık olduğunu düşününüz; burada ona sadece, hasta olması, hastalığı
tamamıyla alması, sonra da hepsinden birden kurtulması için yardım edilmelidir;
çünkü onun ilerlemesi budur. Sizde, sevgili Herr Kappus, şimdi o kadar çok
şeyler oluyor ki, siz bir hasta gibi sabırlı ve nekahet devrinde bulunan biri
gibi de güvenli olmalısınız; belki her iki hal sizde vardır; belki daha fazlası
da vardır: Siz ayni zamanda, kendisine de bakması gereken doktorsunuz. Fakat
burada da, her hastalıkta olduğu gibi, doktorun beklemekten başka bir şey
yapamadığı günler vardır. Siz de kendi kendinizin doktoru olduğunuza göre,
yapacağınız iş, beklemektir.
Kendi kendinizi fazla
tetkik etmeyiniz. Olanlardan çabucak neticeler çıkarmaya çalışmayınız;
bırakınız, onlar istedikleri gibi olsunlar. Yoksa kolaylıkla, size şimdi
olanlarda bir hissesi bulunan geçmişinize sitemlerle (yani ahlâk bakımından)
bakmaya koyulursunuz. Fakat çocukluk zamanınızın yanılmalarından, isteklerinden
ve özleyişlerinden, içinizde harekete gelen şeyler, hatırladığınız ve mahkûm
ettiğiniz şeyler değildir
Yalnızlık duyan biçare
çocukluğunuzun tabiî olmayan münasebetleri, o kadar ağır, o kadar karışık, o
kadar çok tesirlere mâruz bırakılmış, gerçek hayatın bağlarından o kadar fazla
çözülmüştür ki, içine bir keder girdiği zaman, buna bir keder denilemez. Esasen
ad vermekte çok titiz davranmalı; verdiğimiz ad çok defa hayatın çok muayyen
bir ihtiyacı olan ve kendinin zahmetsizce alabileceği büyük ve şahsî bir
hareketin adı değil, hayatı parçalayan bir katilin adıdır. Sarf ettiğimiz
kuvvet de size sırf zafere fazla değer verdiğinizden büyük görünür;
duygularınız haklı olduğu halde, başardım sandığınız «büyük» o değildir. Büyük
olan şey, yalanın yerine koyabildiğiniz hakikî bir şeyin, gerçek bir şeyin
varlığıdır. Bunsuz zaferiniz de, fazla bir şey ifade etmeden ahlâk bakımından sadece
bir aksi tesir olurdu; fakat bununla zafer, hayatınızın bir faslı oluyor. Çok
iyi dileklerle düşündüğüm hayatınızın bir faslı, sevgili Herr Kappus. Bu
hayatın, çocukluğunuzda «büyük» olanları nasıl özlediğini hatırlıyor musunuz?
Ben şimdi büyüğü de aşarak daha büyüğünü nasıl özlediğini görüyorum. Bunun ivin
de büyümesi hiç bitmeyecektir.
Eğer size bir şey daha
söylemem gerekiyorsa, o da şudur: Sizi teselli etmeğe çalışanın zahmetsizce,
size ara sıra iyi gelen, sade ve sakin sözler içinde yaşadığına inanmayınız.
Onun hayatında da çok zahmetler ve kederler var, sizinkinin de çok arkasında
kalır. Fakat başka türlü olsaydı, hiç o bu kelimeleri bulabilir miydi?
Dostunuz:
Rainer Maria Rilke
Rainer Maria Rilke
Furuborg, Jonsered, İsveç 4 İkinciteşrin
(Kasım) 1904
Benim Sevgili Herr
Kappus’um,
Bu mektupsuz geçen
zamanda, kısmen yolda idim, kısmen de o kadar meşguldüm ki hiç yazamadım; hattâ
bugün bile yazmak bana güç geliyor, çünkü o kadar çok mektup yazmak zorunda
idim ki, ellerim yoruldu. Dikte edebilseydim o zaman size birçok şeyler
söyleyecektim, fakat bunu yapamadığım için uzun mektubunuza karşılık olarak şu
bir kaç satırı gönderiyorum.
Sizi, sevgili Herr
Kappus, çok defa, hem de öyle birikmiş dileklerle düşünüyorum ki, bunların
herhangi bir şekilde de olsa, size muhakkak surette yardım etmesi gerekir.
Mektuplarımın gerçekten bir yardım olup olmayacağında çok kere şüphe ediyorum.
Evet, oluyorlar, demeyiniz ve onları sessiz sedasız hiç fazla teşekkür etmeden
alınız; gelmek isteyeni de bırakın serbestçe bekleyelim.
Belki sözlerinize ayrı
ayrı girişmem faydalı olmayacaktır; çünkü sizi tereddüde düşüren eğilimleriniz,
yahut iç ve dış hayatınız arasına bir âhenk yaratmak kudretsizliğiniz, yahut da
sizi üzen başka şeyler üzerinde söyleyebileceğim şeyler: Daima söylediğim
şeyler olacaktır: daima içinizde, katlanabilmek için yeter derecede sabır
bulmanız, inanabilmek için de yeter derecede sâf olmanız için dilekler: güç
olana ve başkalarının arasındaki yalnızlığınıza daima daha fazla itimat
kazanmanızı isterim. Sonra da bırakın hayatınızda olanlar olsun. Bana inanınız:
hayatın her hal üzerinde bir hakkı vardır.
Duygulara gelince: bir
araya getirdiğiniz ve sakladığınız duyguların hepsi temizdir; ancak varlığınızın
sadece bir tarafını yakalayıp sizi bozan duygular kirlidir. Çocukluğunuz önünde
düşünebildiğiniz 'her şey iyidir. Sizi, en iyi anlarınızda olduğunuzdan daha
fazla bir şey yapan her şey doğrudur. Her arttırma, bütün kanınızda olursa,
sarhoşluk değil, bulanıklık değil de, dibine kadar sevinç ise iyidir. Ne demek
istediğimi anlıyor musunuz?
Tereddüdünüz, eğer onu
terbiye edebilirseniz, iyi bir vasıf olabilir. O, bilgi edinmelidir, tenkit
olmalıdır. Ona, herhangi bir şeyinizi bozmak istediği zamanlar, bir şeyin neden
çirkin olduğunu sorunuz, ondan deliller isteyiniz, onu yoklayınız. O zaman o,
belki bir şey söyleyemez, belki şaşırır, belki de itiraz eder. Yalnız gevşek
davranmayınız, belgeler isteyiniz, her defasında çok dikkatli ve esaslı hareket
ediniz; o zaman bir yıkıcıdan en iyi bir işçiniz olduğu gün gelecek, belki de
hayatınızı kuracak olanların en akıllısı olacaktır.
İşte bunlar, size bugün
söyleyebildiklerimin hepsidir, sevgili Herr Kappus. Fakat size ayni zamanda,
şimdi Prag’da «Alman İşi» gazetesinde yayınlanan küçük bir şiirin ayrı basımını
gönderiyorum. Bunda, sizinle hayat ve ölüm üzerinde, her ikisinin de büyük ve
mükemmel olduğu hakkında konuşmakta devam ediyorum.
Dostunuz:
Rainer Maria Rilke
Rainer Maria Rilke
Paris, Noel’in ikinci günü, 1908
Sizden bu güzel mektubu
aldığım zaman içim ne kadar rahatladı bilseniz? Sevgili Herr Kappus. Vermiş
olduğunuz havadisler, gene gerçek ve söylenebilecek şekilde olduklarından bana
iyi göründüler; üzerinde düşündüğüm nispette de onları gerçekten iyi buldum.
Bunu ben size aslında Noel gecesi yazmak istiyordum, fakat çok çeşitli ve hiç
ara vermeden çalışarak geçirdiğim bu kış içinde eski Noel o kadar çabuk geldi
ki, nerede ise en lüzumlu işleri yapmak için bile, zaman bulamıyordum; hele
yazmaya hiç koyulamadım.
Fakat bu Noel günlerinde
sizi pek çok düşündüm ve otomobilinizde, yalnız cenup rüzgârlarının büyük
parçalar halinde sanki yutmak istiyormuş gibi üzerine hücum ettikleri boş
dağların arasında, ne kadar ıssızlık içinde olmanız gerektiğim tasavvur ettim.
Bu türlü gürültülere ve
hareketlere yer veren ıssızlık çok büyük olmalı; bütün bunlara çok uzaklarda
bulunan denizin varlığı ilâve olunduğu, belki de bu prehistorik âhengin sesi
olarak beraber aksettiği düşünülecek olursa, o zaman, size ancak, itimat ve
sabırla artık hayatınızdan silinemeyecek olan bu büyük yalnızlığı çalıştırmanız
temenni olunur. Bu yalnızlık, daha yaşamak ve başarmak için önünüzde olan her
şeyde kendini belli etmeyen bir kuvvet olarak devam edecek ve sessizce hüküm
vererek müessir olacaktır; tıpkı içimizde, atalarımızdan gelen kanın hiç
durmadan hareket ettiği ve kendi kanımızla birleşerek, bir daha tekrarlamayanı
meydana getirdiği gibi, hayatımızda her değişen noktayı duyarız.
Evet: sizin bu sağlam,
dile gelen varlığınıza seviniyorum. Bu ünvan, bu üniforma, bu vazife, bütün bu
el ile tutulan sınırlı şeyler, öyle çevrelerde seçkin bir kaç kişi ile ciddiyet
alır ve ihtiyaç olur; sonra da oynayan ve vakit geçiren değil, uyanık tatbik
edilen birilerle dolu olan gazetelerin yüksek sesle ilân edildikleri yerde,
birdenbire, kim bilir, bütün gayretler, bütün çalışmalar, bütün kuvvetler,
henüz erginleşmemiş bir iç hayattan, bir zalimin çıkmasıyla ezilebilir. Bunu
da, bir erkek çocuğun soğuk elinden, ürperen bakışlarından, hiç bir şeye
iştirak etmemesinden, kardeşleriyle konuşmamasından, onu fazlasıyla ailesinin
hükümleri karşısında bulundurduğu için, yemeklerden mümkün olduğu kadar erken
kalkmasından daha iyi ne anlatabilir? Öyle ki, o artık annesine ait olduğunu
bile nerede ise bilemeyecektir. Derin kalbine bu unsurlar girdiğinden beri
duyguları ölçüsünü bu derece kaybeder.
Ey şairlerin anneleri,
tanrıların en sevgili mahlûkları, duyulmamış şeyler, herhalde, kucaklarınızda
kararlaştırılmış olacak. Sizler, gebeliğinizin ilk anlarında sesler mi
işittiniz? Yoksa tanrılar sizlerle sadece işaretlerle mi konuştu?
Yeryüzünde daima artmakta olan belli maddî
harikaların henüz daha ardına bile bakılmamışken, dünyanın saf harikaları nasıl
inkâr edilir, bilmem? Doğrudur, tanrılar bizimle alay etmek için hiç bir fırsat
kaçırmamışlardır: Onlar bize, Mısır'ın büyük krallarını mezarlarından
çıkarttılar; biz de onların tabiî şekilde nasıl çürüdüklerini tedkik ettik;
onları, hiçbir şeyin korumadığını gördük. Mimarinin
ve resmin bütün bu büyük başarıları, hiç bir şeye eriştirmiş değildir. Şifa
verici merhemlerin kaynadığı ocakların dumanı üzerinde gökler ağırmamıştır.
Balçıktan somunları ve bunların gizlediği lezzetler, belki yeraltı ülkesinden
hiç kimse tatmamıştır. Bu anlaşılmaz varlık, en temiz ve en kuvvetli
tasavvurlarla düşünüldüğü halde, burada (daima) yine onun bu tasavvurlar
tarafından red ve inkâr edildiğini kim tahmin edebilir? O, bizim daha büyük
istikbalimiz için nasıl titremesin? Fakat o da düşünmeli ki, onun bulunmadığı
yerde, dışarıda dünyanın herhangi bir yerinde sıhhat olsaydı, kat’î sıhhat, o
zaman insanın kalbi ne olurdu? Bir anda, yüzyıllar boyunca içinde büyüyen
heyecanını kaybederdi; gerçi şerefli bir tarafı daha kalırdı, fakat ancak gizli
gizli, bir zamanlar bir şey olduğu anlatılan tarafı; çünkü gerçekten,
tanrıların büyüklüğü de onunla kaimdir: Öyle ki, onlara ne kadar bina tahsis
edilse, yine kalplerimizden daha emin bir yerde olamazlar. Buraya, çok defa,
uykudan uyanarak, henüz daha kat’ileşmemiş planlarıyla akın ederler. Burada
ciddiyetle toplanırlar ve birbirlerine danışırlar, burada kararlar
durdurulamaz.
Burada, yanımda,
karamsarlığa düşmüş bir gençte, tanrı birdenbire şuurlaşınca, artık bütün bu
inkisarların, tatmin edilemeyen heveslerin, uzaktaki tapınakların mânası kalır
mı?
Annesi ve babası, bu
çocuk için henüz daha bir istikbal göremezler; hocaları maymun iştahlılığına
verirler; ruhu, dünyayı kendine zindan eder, ölüm ise onu en iyi bir şekilde
neresinden yakalayabilirim, diye bakar: fakat göğümsel olanın tasasızlığı,
sularını bu bırakamadığı kaba akıtacak kadar büyüktür. Annesinin bir bakışı,
daha bir an önce bu varlığı kavrayabiliyordu; şimdi ise, ölüler dirilip,
melekler gökten yere inip ona yardımda bulunsalar bile, ele avuca sığmıyor.
FAKAT, henüz ellerini
tanımayacak kadar kendini bilmeyen, tecrübesiz, ruhunun en tabiî hareketlerine
yabancı olan bir insan, hiç duyulmamış bir varlık önünde kendini nasıl
düzenliyebilir? Alınyazısı, herhalde sonrası için ona en belli bir tabiatı
çizdiği halde, bu son mertebeye erişebilmek için, birçok tehditler ve teşvikler
arasında henüz ham olan kuvvetlerini nasıl işletebilir? Hele içinden büyüklüğün
fışkırması, sadece duygularının yüce manzarasını geçilmez bir halde getirmiyor,
tabiatının hakim olduğu ölçüde, gözlerini kaldırarak, şimdiye kadar itimad
ettiği ve sevdiği yüzlerde, şüpheli sorular, acı istekler ve tecessüsler
seziyor. Buna rağmen, böyle bir durumda olan bir erkek çocuk, gidip bir çoban
olabiliyor. Karışık iç konularını uzun sessiz gün ve geceler içinde, hayretle
sezdiği mekânı zenginleştirebiliyor. O, ruhundaki sıkışık manzaraları, geniş
mekânda yayılmış yıldızlarla müsavî tutabiliyor. Ah, ona kimse telkin yapmasa,
kimse de itiraz etmese; siz bunu, bu çok meşgul olanı, zamanından önce, sonsuz
bir varlıktan vazife almış olanı, gerçekten meşgul etmek istiyor musunuz?
Onun varlığı,
aydınlatılabilir mi? Birdenbire içine düşen kudret, henüz daha kalbinin her
köşesine temas eder ve kendisini ona yakın bulur. O zaman ancak, dıştan aslâ
erişilmeyen durumun, içten ne müthiş münasebetlere yol açtığı görülür. Gencin
şuuruna sığmayan bu nisbetsiz dehânın, orada sevinç ve dehşetlerle dolu,
gelişmiş bir şuuraltı âleminde dolaşır. Fakat, öte taraftan da kendisini
sürükleyen temiz duyguların tesiri altında mevcut dünya ile temasa geçmek için
can atmaktadır. O, böylece içte saklı ve en kudretli olana bağlı olduğu gibi,
dışta da, onu küçük şeyler çabuk ve esaslı bir şekilde teşvik eder. Mâkul
olanda, mânalı olanı, görünmez değil de, başka türlü göstermeğe çalışmak,
sessiz tabiata aykırı olurdu.
Kleist’in gençlik
mektuplarını okuyan, fırtınalar içinde gelişen şahsiyetini kavradığı nisbette,
Würzburg’daki kapının kubbesinden bahseden yeri, ehemmiyetsiz bulmayacaktır:
Burada esasen gergin bir halde bulunan dehâ, aldığı tesirle, bu tesir hafif de
olsa, zamanında olduğundan, kendini açığa vurmuştur. Stifter’in de herhangi,
üzerinde düşünen bir okuyucusu (bir misal daha vermek için) aslında bir şair
olan hikâyecinin iç mesleği, unutulmaz bir günde, bir manzaranın son derece
uzakta bulunan bir noktasını dürbün ile yakınlaştırmaya çalıştığı, ve şaşırtıcı
hayaller içinde, mekânların, bulutların ve eşyaların kaçıştığını gördüğü, ve
böyle bir kargaşalıktan korktuğu anda, artık onu bırakmaz olduğunu, bu anda,
onun açık, hayran kalan ruhu, dünyayı tıpkı Danae’nin dökme Zeus’u gibi içine
aldığını zannedebilir.
Sonunda şiir yazmak için
her karar, o kadar ehemmiyetsiz, o kadar hiç beklenmedik sebeplerle olmuştur
ki, hem ilk defa olarak değil, sanat yolunda gelişen tabiatının hemen her
dönümünde, mizacına hâkim olduğu için.
Sizlere, hayranlığın suç
ortakları, diye kim söylüyor? Siz ki, gürültüden sesleri boğulan çanlardan,
ihmal edilen koruluktaki garip kuş seslerinden, açılan bir pencerenin ağarmakta
olan bir sabahın içine attığı parıltıdan, kayalardan aşağı düşen sellerden
yahut havadan, bakışlardan, geçenlerin tesadüfi bakışlarından, pencere
önlerinde dikiş diken kadınların gözlerini kaldırışlarından, oturarak etrafını
gözetlemeye çalışan çok dikkatli, ifadesi nerede ise mektep çocuklarının
ifadesini andıracak olan köpeklerden başka bir şey değilsiniz. Büyüklük
göstermek için, günlük halatın en küçük hâdiseleri üzerinde ne gibi kararlar
veriliyor? Bu hâdiseler o kadar gelişi güzeldir ki, en geniş alınyazılarını
bile on binde bir defa dahi değiştirmiyor. Bak! İşte işaret veriliyor ve
tanrımsı mısralar, hepsinin üzerinden ölmezliğe doğru yol alıyorlar.
Hiç şüphe yok ki, şair,
görüşleri arttığı nisbette, en büyük vazifesini, en büyük olanda görür. O, bu
en büyüğü bulduğu yerde, mizacına göre, ya hayranlık duyacak, yahut da onu
aşağıya çekecektir. Fakat hareket için kalbinde, çabucak bir haberci işaret
vermiştir. Şair şimdi ne yaptığını bilemez. Bu sebepten böyle baştan büyük
olana doğru hazırlanamaz; çünkü onun ayni zamanda günlük hayatındaki gayesine
de, kendine hâs, tarif edilemeyen yollarda erişmesi lâzımdır. Sonra büyük olan,
nasıl malûm olsun ki, o, kendisine, etrafını çeviren âlemde, tıpkı aralıkta,
merdiven altında oturan aziz gibi, başka kılıf içinde, şekil değiştirmiş bir
halde, küçümseyerek bakıyordu. Fakat bir kere de, önünde açık, emin olarak, hiç
bizleri dikkate olmadan, güzellik içinde göründü mü, o zaman Petrarca gibi,
çıkmış olduğu dağın üzerinden gördüğü sayısız manzaralar karşısında ruhunun
uçurumlarım araştırması bile, kendisini orada, güçlükle yaşadığı yabancı
yerlerden çok daha yakın gelen ruhunun sığınaklarına kaçmayacak mıydı?
İçten, Tanrı’nın uzaktan
gök gürültüsünü andıran sesinden ürkerek dıştan da, durdurulmayacak kadar çok
hayallerin hücumu ile şaşırarak, üzerinde ısrarla işlenilen bu varlığın, ancak,
her iki dünya arasındaki şerit üzerinde durabilecek kadar bir yeri vardır;
fakat birdenbire, hiç ilgisi olmayan küçük bir hâdise, onun bu müthiş durumunu
hiç suçu olmadan sarsar. İşte bu an, terazinin bir kefesinde, sonsuz
mesuliyetlerle yüklü olan kalbi dururken, öbür kefesine yüce sükûna erdirecek
olan mukabil vezni, büyük şiirini koyduğu andır.
Büyük Şiir, bunu şimdi
söyler söylemez, onun son zamana kadar neden oluş halinde bulunan bir şey
diyecek hükümden kaçırarak doğrudan doğruya bir varlık olarak almam,
aydınlanıyor. Eğer, arkasında, bunu yaratanın kendisi dahi görünmüş olsaydı,
ortalığı birdenbire sessizliğe bürümüş olan kudreti, ben yine tasavvur
edemezdim. Katedralleri kuran mimarlar, tohumlar gibi nasıl birdenbire intaş
(toprakta çimlenme ) ediyorlar, büyüyorlar, çiçekleniyorlar ve artık
kendileriyle aydınlatılamayan eserleri andırarak sanki eskiden beri varmış gibi
görünüyorlarsa, geçmişin ve bugünün büyük şairleri de, benim için öylece
anlaşılmaz olmuşlardır. Her biri, kalbindeki kulesi ve caniyle yerlerini
almışlardır. Ancak, son ve derhal yukarıya bakarak ilerlemek isteyen bir
gençlik, oluşunu, şiirlerinin oluşunda ehemmiyetle belirttiğinden beridir,
başarıları yanında, bu başarıları meydana getiren ruhun durumunu da anlamak
istedim. Fakat şimdi de, şiirlerin yavaş yavaş şekillendiklerini tasdik etmekle
beraber, onlara bir buluş diye asla bakamıyorum. Bana daha çok, şiir heyecanını
duyan bir ruhtan aramızda (keşfedilmemiş yalnız manzaraları gibi) gergin bir
halde bulunan bir kudretin dışarıya çıkması gibi geliyor.
Güzel bir şekilde
gerçekleştirme yönünden, son günlerde, otuzuna basmış olanlardan bir kaçı için
bile şimdiden neler başarılabilecekleri tedkik edilecek olursa, o zaman, çok az
bir zamanda, son otuz yıl içinde hayranlığımızı arttıran şeylerin,
çalışmalarını tamamlayacak olanların, ancak hazırlık olduğu ümit edilebilir.
Açıktır: Muhtelif durumlar, müsait şekilde bir birleriyle uzlaşmalı ki, böyle
tam bir muvaffakiyet mümkün olsun. Bu durumlar tedkik edilecek olursa, dışa ait
olanları o kadar çoktur ki, insan içe ait olanlara kadar nüfuz etmekten
vazgeçer. Tahrik edilen merak, ve serbest zamanı durmadan işgâl eden yüzlerce
buluşlar, ruhun bütün gizli yerlerine girer ve dalgalarının üzerinde kolaylıkla,
kimlere takılırsa erkenden, yavaş yavaş ve güçlükle, günün ışığına çıkaran
şekiller meydana getirir. Vakit geçirmek için fazla mümareseli (Çalışarak
meharet kazanmak, üstadlık etmek. Bir işe devam ederek ihtisas sahibi olmak.)
olan bu zaman, kendisini birdenbire sınırlarda, belki henüz tanrımsı bir vesile
olmadan ortaya çıkmamış olan bir yerde apaçık olarak buluyor. Her yere girerek,
atölyeleri, seyir yerleri yapar, ve yemeklerini kilerde yemenin aleyhinde
değildir. Bunda belki haklıdır, çünkü kendisi gelecekten gelmektedir. O, bizi
uzun zamandan beri, hiç bir misafirin meşgul etmediği gibi meşgul eder: O,
çeker, iter ve toplayıp kaldırır. Hepimiz ona çok minnettarız. Fakat buna
rağmen, acaba ona bir an olsun, itimatsızlıkla bakmamış olan biri var mıdır? Acaba
o, hiç kendi kendine, gayesinin gerçekten verimli olmak mı, yoksa sadece ruhun
mihaniki bakımdan daha iyi, daha tükendirici şekilde boşaltmak mı olduğunu
sormuş mudur? O, bizi daima, yeni gösterilerle şaşırtmaktadır; fakat önümüze,
içimizde karşılık olarak hiç bir şeyi ileri götürmediği halde, ne kadar da çok
şeyler koymuştur. Gerçi ben, onun, ayni zamanda karar vermiş elan gençliğe, en
temiz iç gerçeklerini yavaş yavaş görünür ve tam mukabil değerlerde
şekillendirmesi için en beklenilmeyen vasıtaları vereceğini kabul etmek
istiyorum; evet, onun bu vasıtalara en yüksek derecede malik olduğuna inanmak
istiyorum. Fakat ona, zamana, sanat bakımından bazı yeni kazançlar atfetmek
istediğim anda bile, yine akıl almaz şiirlere hayran oluyorum.
Genç şairler arasında,
bugünlere cesaret edileni ve son hadde vardırılanı kendi gördüğü için
faydalandırmayı bilen bir kişi bile olmasa, yine de şairi ve onun iç tabiatını
güç bir şey diye aldığım için korkmayacaktım. Bütün kolaylaştırmalar, ne kadar
nüfuz ederse etsin, güç olanın, güç olduğundan memnun olduğu yere kadar
giremez. Başkalarının, kendilerinden uzaklaştırıldıkları ve içlerinde
yatıştırıldıkları en olmayacak şeylerin, nihayet kalbinde erkenden ayaklanması
alınyazısı olmuş olan birinin durumunu ne değiştirebilir? Hele içini, Tanrı
doldurunca o zaman kim bilir, ne türlü bir sükûn bulur?
Şairin durumunu ve
gerçek anlamını ben tam mânasiyle bir kere idrâk ettim. Bu da Philâ adasından
geniş bentlere doğru giderken büyük bir yelkenlide oldu. Önce cereyana karşı
gidiyorduk; kürekçiler zahmet çekiyorlardı. Hepsi de karşıma geçmişlerdi. Doğru
hatırlıyorsam, on altı kişi idiler; her bir tarafa dörder kişi ayrılmıştı;
ikişer ikişer, sağ ve sol küreklere sarılmışlardı. Arasıra, birinin, yahut
ötekinin gözleri gözümüze ilişiyor, fakat çoğununki hiç bir şey görmüyordu;
bunlar ya havaya açılmış gözler, yahut da sadece vücutlarını çeviren mâden
parçalarının arasında sıcak ruhlarının serbest aktığı yerlerdi. Fakat buna
rağmen, insan, onlara bakınca, zaman zaman bu gözleri düşünceli, birinin
üzerine saplanmış bir halde yakalıyordu; sanki bu kürek mahkûmu, bu yabancı,
kıyafetini değiştirmiş adamın, kendisinin kim olduğunu ortaya çıkaracak haller
tasavvur ediyordu. Yakalandığı zaman, derhal ağır bir surette derinleşen ifadesini
kaybediyor, bir an, bütün duyguları sarsılıyor, fakat yine derhal uyanık
bekleyen bir hayvanın bakışım alıyor, yüzünün asil ciddiyeti, alıştığı bahşiş
isteyen abdal bir surata dönüyor ve sanki teşekkür etmek için tavrım
değiştiriyor, aşağılık duygusunu ifade için de budalaca bir hareket için
hazırlanıyordu. Fakat çoğun olarak, kürekte olanların uzun müddet içlerinde
taşıdıkları bu aşağılık duygusu ile ondan ayrılmayan intikam duygusu da beraber
doğuyor ve hiç durmadan yabancıya, öbür dünyada bulmuş olması gereken bir
inançla nefret duyarak bakıyordu. Ben yelkenin arka tarafına oturan bu ihtiyarı
birçok defa tedkik etmiştim. Elleri ve ayakları en samimî bir şekilde yan yana
gelmiş, aralarında da sanki bu kol ve bacaklarda bir yakınlığı varmış gibi, dümenin
demiri, kullanıldığına ve durdurulduğuna göre sağa sola hareket ediyordu.
Yırtık, kirli elbisesi içindeki vücudu bahsetmeğe değmez; yüzü, eski sarığının
altında, tıpkı bir dürbünün parçaları gibi içiçe geçmiş, o kadar alnına
yapışmıştı ki, altından gözleri sanki süzülüyordu. İçinden neler geçtiğini
Tanrı bilir; o, sanki insanı iğrenç bir şeye sokabilecekmiş gibi geliyordu.
Onun gözüne dikkatle bakmak isterdim, fakat ona döndüğüm zaman, o kadar
kulağımın dibinde idi ki, onu bu kadar yakından tedkik etmek çok göze
çarpacaktı. Hem üzerimize doğru akan geniş nehrin manzarası, içine girmekte
olduğumuz güzel, daima gelmekte olan mekân, kesilmeyen dikkate o kadar değiyor,
o kadar iyileştirici bir tesir yapıyordu ki, ihtiyarı bırakarak yerine, gitgide
büyüyen bir sevinçle, bütün şiddet ve zorbalıklarına rağmen düzenlerini
kaybetmeyen gençlerin hareketlerini tedkike koyuldum. Kürekleri o kadar
kuvvetle çekiyorlardı ki, uçlarına asılarak, ağızları her suya daldırışlarında,
tamamıyla yerlerinden kalkıyor, bir ayaklarını önlerindeki sıraya dayıyor ve
sekiz küreğin ağzı aşağıda, suların içinde cereyanı yenerken vücutlarını
kuvvetle arkaya atıyorlardı. Bu esnada da ritmi muhafaza için bir nevi sayı
sayıyorlardı; fakat işleri, onları o kadar meşgul ediyordu ki, geriye, çıkaracak
hiç sesleri kalmıyordu. Çok defa, teneffüs bile yapılamıyor, fakat buna mukabil
arada, hepimizin farkında olduğu ve garip bulduğu bir ses yardıma koşuyordu; ve
ritim için değil, ayni zamanda, bu da çok belli idi, içlerindeki kuvveti
harekete getiriyordu; öyle ki, hafifleyerek henüz sarf olunmamış küvetlerini
kullanmaya başlıyorlar: Aç bir çocuğun elma yemesi ve tuttuğu tarafın kabuk
kısmına kadar henüz yenmediğini görünce, sevinçle yeniden yemeye koyulması
gibi.
Artık daha fazla önde,
sandalımızın sağ kenarında oturan adamın kim olduğunu gizleyemeyeceğim. Onun
şarkı söylemek istediği anı ben sanki duyar gibi oluyordum; yanılmış
olabilirdim. O, şarkısına birdenbire başlıyordu; çok gayri muntazam fasılalar
vererek, her zaman da yorulduğu anlarda değil, aksine, herkes şarkısını, hem
bir defaya mahsus olmak üzere de değil, çok canlı, evet hattâ küstah buluyordu;
fakat buna rağmen yerinde idi ve hareketlerine uyuyordu. Tayfalarımızın ruh
halleri, ona ne dereceye kadar iştirâk ettiklerini bilmiyorum, hepsi onun
arkasında idiler; o da sırf ruhunda enginlikle birleşen hareketti; o, kendisini
yarı kesinlikle, yarı hüzünle bu harekete vermişti. Onun için de yelkenlimizin
ilerlemesi ile bize karşı koyan kuvvetin arasındaki müvazene daima ifadesini
buluyordu, ara sıra yalnız, taşıyor: o zaman da şarkıya başlıyordu. Böylece
yelkenimiz mukavemeti yeniyor; fakat o, büyücü, bu yenilmeyecek olanı, bir
sürü, uzun dalgalanan ve hiç bir yere ait olmayan seslere çeviriyor, bu sesleri
de sonra herkes kendine alıyordu. Etrafındakiler, el ile tutulabilecek en yakın
şeylerle meşgul ve onları yenmeğe çalışırken, onun sesi, uzaklara olan
münasebeti ilgilendiriyor ve bizi çekinceye kadar ona bağlıyor.
Nasıl oldu bilmiyorum,
fakat bu şahısta birdenbire şairin durumunu kavradım, onun yerini tayin ettim
ve zamanın içindeki tesirini anladım. Hiç çekinmeden ona bundan başka her yer
esirgenebilir, yalnız burada ona katlanmalı.
Kaynak:
Rainer Maria Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar, Çeviren: Melâhat ÖZGÜ, Remzi
Kitabevi ,1944
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder