GENÇLERDE KİŞİLİK BOZUKLUKLARI VE CİNSEL YÖNELİM ARASINDAKİ İLİŞKİ
Cinsel kimlik, kişinin, erkek ya da kadın olarak biyolojik
varlığının farkına varması ve kabul etmesi olarak tanımlanabilir. Cinsel
kimliğin kazanımıyla ilgili farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Örneğin,
Freud cinsel kimliğin kazanımının temellerinin okul öncesi
yıllarda oluştuğunu savunurken, Erikson ergenliğin her iki cins için kimliğin
oluşma zamanı olduğunu ileri sürmüş, yalnızca cinsiyet rolü kimliğine değil,
kişinin kim ve ne olduğuna ilişkin genel kimlik kavramına da değinmiştir.
Erikson’ın cinsel kimlik kavramından yola çıkarak, genel kimlik
gelişiminde, bireyin yaşayabileceği cinsel kimlik çatışmalarının önemli
problemlere neden olabileceğinden söz edilebilir.
Öte yandan, Freud’un cinsel kimlik tanımına yakından bakıldığında,
çocuk karşı cinsten ebeveynine karşı bir istek duyar. Hemcins ebeveynin varlığı
ise çocuk için bir engel teşkil eder. Burada yaşadığı çatışmayı (Ödipal
karmaşası) çözmek için de aynı cinsten ebeveyni ile özdeşir. Bulunan çözüm
uygun cinsiyet kimliği kazanımının temelini oluşturur.
Cinsel kimliğin kazanımının erken yıllarda cinsiyet rollerinin
farkına varılması ve öğrenilmesi ile başladığından söz edilebilir. Anna Freud’
da insanda cinsel içgüdülerin 1315 yaşlarında ansızın uyanmadığını, çocuğun
gelişimiyle birlikte yavaş yavaş işlerlik kazandığını ve bunun yetişkin cinsel
yaşamına geçilinceye kadar sürdüğünü belirtmiştir .
Cinsiyet rolü, kadının ve erkeğin nasıl düşüneceğini ve
hissedeceğini belirleyen ve çevre tarafından verilen bir roldür. Cinsiyet
rolü terimi, eril (masculine) ya da dişil (feminine) olarak etiketlenebilen
davranışları, tutumları, değerleri, düşünme biçimlerini, konuşmayı, oturmayı ya
da yürümeyi, giyinmeyi ve kişinin bedenini süslemesini kapsar. Birçok
kültürde erkek ve kadının farklı yanları, cinsiyetine göre neyi yapıp neyi
yapamayacağı açık bir şekilde belirlenmiştir. Anne-babalar, okullar ve toplum
erkek ve kız çocuklara farklı davranarak çocukları uygun cinsiyet rollerine
uymaları yönünde etkilemeye çalışmaktadırlar. Böylece çocuğun gelişim süreci
içinde kendisinden beklenen cinsiyet rolünü benimsemesi öncelikle beraber
yaşadığı ailenin ve sonra içinde bulunduğu toplumun etkisiyle sağlanmaktadır .
Piaget’e göre çocuklar yaşamlarının ilk iki yılında duyu-hareket
dönemi içerisindedirler. Bu dönem içerisindeki en önemli gelişimlerden biri,
nesne sürekliliği anlayışının yavaş yavaş ortaya çıkmasıdır. Nesne sürekliliği
kavramına göre, nesneler, algı alanı dışında olduklarında bile var olmayı
sürdürmektedirler. Nesne sürekliliği yeteneğinin kazanımı diğer bütün bilişsel
gelişimin temel bir öğesi olarak kabul edilmektedir. Küçük çocuklar bir bireyin
cinsiyetinin kalıcılığını, örneğin, bir erkeğin saçını uzatarak ve kadın
giysileri giyerek kadına dönüşemeyeceğini tam anlamıyla kavrayamayabilirler.
Çocukların bir cinsiyet rolü benimsemelerinde kavram gelişimi de işin
içindedir.
İlkokul çocukları cinsiyet rollerine ilişkin daha ayrıntılı kavramlara sahiptirler,
ama bunları hala oldukça dar bir açıdan tanımlayabilirler. Çocuklar, erkek ve
kadın diline ilişkin kavramları kısmen televizyonda ve filmlerde gördükleri,
kitaplarda okudukları modellerden olduğu kadar, evlerinde, okullarında ve yaşıt
gruplarında gördükleri modellerden de öğrenirler.
Orta çocukluk döneminde çocuklar hemen hemen tümüyle kendi cinsiyetlerinden çocuklarla oynama ve
yakınlık kurma eğilimindedirler. Araştırmaya dayalı veriler az olmakla
birlikte, yaşıtlar, özellikle de orta çocukluk dönemindeki erkek çocuklar diğer
erkek çocuklara cinsiyet rolüne uyma doğrultusunda artan bir baskı
uygulanmaktadır.
Örneğin, kız çocuklar diğer kızlar “erkek oyuncaklarıyla”
oynadıklarında çok az karşı çıkarlarken, ancak erkek çocuklar “kız oyuncakları”
ile oynayan oğlanları şiddetle eleştirebilmektedirler. Ayrıca anne babalar
erkek çocuğun erkeklik rolüne uygun davranmasına, kız çocuğun kadınlık rolüne
uygun davranmasından daha fazla dikkat edebilmektedirler. Bunun nedeni
ebeveynlerin eşcinselliğin erkekler arasında daha yaygın olduğunu
düşünmelerinden kaynaklanıyor olabilir. Erkek çocuklar ilk dört beş
yıllarını genellikle kadınlarla (anneleri, gündüz bakım evi personeli, okul
öncesi öğretmenleri) etkileşim içinde geçirmektedirler. Erkek modellerin
yokluğu cinsiyet rolü özdeşleşmesini erkek çocuklar için daha karmaşık hale
getirebilmektedir. Ailelerde bu karmaşık durumu ortadan kaldırmak için erkek
çocukların erkeklik rolüne uygun davranmayı öğrenmesi yönünde daha çok çaba
sarf etmektedirler.
Çeşitli kuramlar, cinsiyete bağlı kişilik özellikleri hakkında
değişik tanımlamalar ortaya atmışlardır.
Örneğin, Psikanalitik kuramdan Freud’ a göre çocuklar doğuştan
psikolojik bakımdan iki-cinslidirler. Hem kadın hem de erkek cinsiyet
özelliklerine sahiptirler. Çocuklar
cinse bağlı kimliklerini, anne-babalarıyla ilişkilerindeki çatışmalı sevgi ve
kıskançlık duygularını çözerek kazanmaktadırlar. Erkek çocuk annesine
duyduğu erotik sevgiden vazgeçerek babasıyla özdeşleşmeye girdiğinde, kız
çocukta aynı şekilde annesiyle özdeşleşmeye başladığında cinsel kimliğine
kavuşma yoluna girmiş demektir. Çocuklar bu ilk adımdan sonra, kendi
cinslerinden anne-babalarının davranışlarını, tutumlarını ve değerlerini
benimseyerek cinsel kimliklerini toplumsal yönüyle de geliştirirler .
Toplumsal Öğrenme Kuramı’na göre çocuklar doğuşta esas olarak
yansızdırlar ve başlangıçtaki biyolojik farklılıkları daha sonraki cinsel
kimlik farklılıklarını açıklamaya yetmez. Cinse bağlı kimliğin kazanılması
sürecinde seçici pekiştirme ve taklit temel rolü oynamaktadır. Çocuklar aynı
cinsten anne-babanın davranışını model aldıkları için ödüllendirilirler;
toplumda daha sonra sistemli ödül ve cezalarla bu tür taklidi pekiştirir.
Kısaca, cinsiyet rollerinin kazanılmasında, toplumsal öğrenme
yaklaşımı ödülün, cezanın ve gözlemsel öğrenmenin önemini vurgulamaktadır.
Bilişsel Gelişim Kuramı’na göre ise çocuklar ilk olarak
kendilerini erkek ya da dişi olarak etiketlemeyi öğrenirler ve sonra kendi
cinsiyet kategorilerine uygun düşen davranışları kazanmaya yönelirler. Bu süreç
“kendi kendini
toplumsallaştırma” (selfsocialization) olarak
adlandırılır.
Bilişsel gelişim kuramında cinsel kimliğin kazanılması üç evrede
ortaya çıkmaktadır.
Çocuk üç yaşında (birinci
evre: cinsin özdeşliği) kendi cinsiyeti sorulduğunda doğru olarak bilebilir
ve başkalarının cinsini de belirli bir doğrulukla belirleyebilir.
Dört yaşında (ikinci
evre: cinsin kararlılığı) cinsiyetlerin değişmeyeceği gerçeğine ilişkin
kısmi bir bilinci vardır.
Bununla birlikte aşağı yukarı altı yaşına kadar, öncelikle
fiziksel cinsiyet farklılıklarına dayanan kesin bir cinsel kimlik kavramı
kurulmuş değildir (üçüncü evre: cinsin tutarlılığı). Bu ilerleme genel
bilişsel gelişim örüntüsünü izler ve cinsin değişmezliği nesnenin
sürekliliğinin özel bir yönü olabilir .
Basow, psikodinamik kuramların cinsin temel doğasını
vurguladıklarını; toplumsal öğrenme kuramının çeşitli çevresel etkenlerin cinse
bağlı davranışı nasıl biçimlendirdiğini gösterdiğini; bilişsel gelişim ve cinse
bağlı şema kuramlarının da, ailenin ve kültürün etkisine aracılık eden etkin ve
düşünen bir organizmanın önemini vurguladığını dile getirmektedir.
Cinsel yönelim, bireyde duygu istek ve davranışların belli bir
eşeye çekimidir. Başka bir deyişle, kişinin cinsel dürtülerinin yönelmiş olduğu
cinsiyettir. Yani hangi cinse istek duyduğudur. Bu yöneliş bireyin cinsel
kimliğine uygun ya da karşıtı biçimlerde olabilir. Bazı insanlar ne karşı cinse
karşı ne de kendi cinslerine karşı cinsel istek duymayabilirken (aseksüel),
insanın cinsel yönelimi karşı cinse (heteroseksüel), kendi cinsine
(homoseksüel) ya da her iki cinse birden (biseksüel) olabilir.
Cinsel yönelimin üç unsurdan oluştuğundan söz edilebilir.
Bunlardan ilki arzudur. Kişinin kime veya kimlere karşı
cinsel arzu duyması durumudur.
İkinci unsur davranıştır. Birey cinsel arzusunu yaşama geçirmekte midir? Bu aşamada
toplumsal normlar veya yasaklar erotik arzunun davranışa geçirilip
geçirilmeyeceğinin belirleyicisi olmaktadır.
Cinsel yönelimin üçüncü ve sonuncu unsuru kimliktir. Kişi
cinsel yönelimiyle ilgili durumu kimliği olarak benimsemekte midir ?
İnsan cinsel davranışının karmaşıklığı göz önüne alındığında
bireylerin cinsel yönelimini açıklamaya çalışan çok çeşitli kuramların
varlığından söz etmek kaçınılmaz olmaktadır.
Psikososyal Yaklaşımlar
Cinsel yönelimin belirlenmesinde, cinsel yönelimde etkisi olduğu
düşünülen birçok değişkenlerin içinde çocukluktaki mizaç özelliklerinin,
çocuğun kendi cinsiyetine uygun ya da uyuşmayan aktivite ve arkadaş
seçiminin etkileri olduğu da düşünülmektedir.
Cinsiyet rollerinin kutuplaşması, bir çok kız ve erkeğin karşı
cinsiyetteki akranlarından kendilerini farklı hissederek büyümelerini ve
yaşamlarının sonraki yıllarında da onlara karşı erotik olarak çekim duymalarını
sağlamaktadır.
Bazı araştırmacılar tarafından kadınların cinsel yöneliminin
erkeklere kıyasla daha değişken olduğu düşüncesi ortaya atılmaktadır.
Erkeklere kıyasla kızlar cinsiyet rolüne uygun davranmadıkları
zaman daha az cezalandırılmaktadırlar. Kızlar erkeklere kıyasla hem cinsiyete
özgü aktivitelerde hem de karşı cinsiyete özgü aktivitelerde yer almaktadır.
Kızlar çocukluklarında her iki cinsiyetten de arkadaşa erkeklere kıyasla daha
çok sahip olmaktadırlar. Bu da kızların erkeklere kıyasla kendilerini hem karşı
cinsiyetteki akranlarından hem de kendi cinsiyetlerindeki akranlarından daha farklı farklı
hissettiklerini ortaya koymaktadır.
Çocukluktaki cinsiyete özgü davranışlar ve cinsel yönelim
arasındaki ilişkinin neden var olduğuna dair yapılan açıklamaları 2 başlık
altında toplamak mümkün olabilmektedir; Biyolojik yorumlar ve Psikososyal
yorumlar :
Biyolojik yorumlar; Hipotalamusun cinsel yönelimi etkileyen bir beyin bölgesi
olduğuna dair hipotezler sıkça ortaya atılmaktadır. Ayrıca çeşitli hormonal
etkilerinde çocukluktaki cinsiyete özgü davranışlar ve cinsel yönelim
arasındaki ilişkiyle ilgili olabileceği düşünülmektedir.
Konjenital Adrenal Hiperplasi’si olan kadınlarda - prenatal ve
erken postnatal’da çok yüksek miktarlarda androjenlere maruz kalma - maskülen
davranışlar gözlendiği ortaya konmuştur ve Konjenital Adrenal Hiperplasi’si
olan kadınların özellikle fantezilerinde biseksüellik ve homoseksüellik
oranlarının yüksek olduğu bulunmuştur .
Psikososyal yorumlar; daha çok ebeveynlerle olan ilişkilere yoğunlaşmaktadır.
Literatürün büyük çoğunluğu erkek homoseksüellerde yakın/sıcak anne-oğul
ilişkisine vurgu yaparken, baba- oğul ilişkisinin ise oldukça mesafeli olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu durum nedeniyle oğulların baba yerine anneyle özdeşim
kurduklarını vurgulamaktadırlar. Yapılan retrospektif çalışmalarda da gay
erkeklerin büyük çoğunluğu babalarıyla olan ilişkilerini mesafeli olarak
hatırladıklarını belirtmişlerdir .
Kısaca, yukarıda anlatılan modeller dikkatle incelendiğinde,
çocukluktaki cinsiyete özgü davranışlar ve cinsel yönelim arasındaki ilişkinin
neden var olduğuna dair yapılan biyolojik ve psikososyal yorumların; hem kadın
hem erkekler için çocukluk cinsiyet rolü uygunluğunun ya da uyuşmazlığının
sonraki cinsel yönelimin en güçlü değil ama en anlamlı ve önemli çocukluktaki
habercisi olduğunu ortaya koyduğu göze çarpmaktadır.
Kişilik,
farklı kuramlar ve kuramcılar tarafından tanımı yapılmaya çalışılmış bir
kavramdır. Örneğin, Allport kişiliği “ kişinin çevresine karşı kendine has
uyumunu belirleyen psikofiziksel sistemlerin kişiye özel dinamik
organizasyonları” olarak tanımlamaktadır.
Kişilik
kavramı, bireyin kendisinden kaynaklanan tutarlı davranış kalıpları ve kişilik
içi süreçler olarak tanımlanabilir. Bir başka deyişle, kişilik genellikle bir
kişinin gözlemlenebilen davranışları ile onun bildirdiği öznel iç
yaşantılarından oluşmaktadır. Bir yandan kişilik insanı diğerlerinden ayıran ve
onu kendisi yapan farklılıkları kapsarken, öte yandan durağan ve süreklidir;
zaman içinde ve değişen koşullarda hep aynı kalmaktadır.
Yukarıda
kişilik kavramının tanımı yapılmıştır. Sırada kişilik bozuklukları üzerinde
durulacaktır.
Kişilik
bozuklukları ergenlik veya erken erişkinlik döneminde başlayan, zamanla
sabitleşen, mutsuzluğa veya bozulmaya yol açan, katı ve yaygın nitelikteki
öznel yaşantılar veya kültürel normlardan sapma gösteren davranışlar olarak
tanımlanmaktadır.
Kişilik
bozukluğu tanısı koyabilmek için bireyin toplumsal uyumunda, işlevselliğinde,
ilişkilerinde süreklilik sağlayabilmesinde önemli bozuklukların oldukça
değişmeyen bir biçimde uzun süre bulunması gerekmektedir.
Kişilik
bozukluklarında sıkça karşılaşılan ortak özellikler aşağıdaki şekilde
sıralanabilir;
1.
Benliğe yerleşmiş olan davranış
örüntülerinin uyum amacı ile esneklik göstermeden sürdürülmesi; örneğin yapılan
yanlışların yinelenmesi, ders alınmaması.
2.
Belli bir toplum içinde uyumlu
sayılabilmek için geçerli ölçülerden sapması, topluma aykırı davranışlar
gösterebilmesi.
3.
Çocukluktan ya da ilk ergenlik
döneminden beri süregelmesi.
4.
Toplum içinde, iş yaşamında
belirgin bozulmaya yol açması.
5.
Genellikle benliğe uyumlu, yani
benimsenmiş olması ve değiştirilmek istenmemesi; bazen de benlikçe
benimsenmemiş, benliğe yabancı olsa bile değiştirilememesi.
6.
Genel olarak çevre ile çatışma
ve sürtüşmeye yol açması; kendisini çevreye değil, çevresini kendisine
uydurmaya çalışması.
7.
Kişinin bilişsel yetilerinde
temel duygulanım ve düşünce yapısında belirgin bozukluk olmaması.
Kişilik
bozukluklarının oluş nedenlerini 3 ana başlık altında toplanarak açıklanabilir.
Bu ana başlıklar, genetik yatkınlık, yapısal etkenler ve çevrensel etkenlerdir.
1.
Genetik Yatkınlık
Kişilik
bozukluklarından sorumlu tutulabilecek genler olmamakla birlikte ikizler ve
evlat edinilenler üzerinde yapılan araştırmalara göre kimi kişilik bozukluğu
türlerinde soya çekimin önemli bir rolü olduğu ortaya koyulmaktadır.
Evlat
edinilenler üzerinde yapılan soya çekim araştırmalarında şizofreni spektrum
bozuklukları arasında sayılan şizotipal, paranoid kişilik, ve antisosyal
kişilik bozukluğu gösterenlerde soya çekimin önemli bir etkisinin olduğu ortaya
koyulmuştur.
2.
Yapısal Etkenler
Beden yapısı
ve kişilik arasında bir bağ saptanamamıştır. Ancak doğumdan önce, doğum sırası
ve doğumdan sonra merkez sinir dizgesini etkileyen durumlar kişilik bozukluğuna
zemin hazırlayabilmektedir. Örneğin çocuklukta dikkat eksikliği sendromu
gösteren hiperkinetik, minimal beyin disfonksiyonu olan çocuklarda sonradan
kişilik bozukluğu (dissosyal, antisosyal kişilik) riskinin daha yüksek olduğu
öne sürülmektedir. Bedensel sakatlıklar da kişilik oluşumunda önemli rol
oynayabilmektedir, fakat bunlar özgül neden olarak kabul edilmemektedir.
3.
Çevresel etkenler
Kişilik
bozukluğunun gelişmesinde geçmişteki ve şu andaki bağlanma süreçlerinin,
yaşanan travmatik olayların ve fonksiyonel olmayan bir aile ortamında
yetişmenin önemli etkileri olduğu düşünülmektedir.
Üç gruba
ayrılmaktadır.
A kümesi;
paranoid, şizoid ve şizotipal kişilik bozukluklarını içermektedir; bu bozukluğu
olan kişiler sıklıkla garip ve tuhaf olarak adlandırılmaktadır.
B kümesi;
antisosyal, borderline, narsistik, ve histriyonik kişilik bozukluklarını
içermektedir; bu bozukluğu olan kişiler sıklıkla dramatik, duygusal veya
değişken olarak görülürler;
C kümesi;
çekingen, bağımlı ve obsesif kompulsif kişilik bozukluklarını ve başka türlü
adlandırılamayan kişilik bozukluğu olarak adlandırılan bir grubu (
pasif-agresif kişilik bozukluğu ve depresif kişilik bozukluğu) içermektedir; bu
kişilik bozukluğu olan kişiler sıklıkla kaygılı ya da korkulu olarak görünürler
.
Kişilik
Kuramında kişilik üç temel boyutta açıklanmaktadır. Bunlar nevrotiklik, dışa ve
içe dönüklük ve psikotiklik boyutlarıdır. Boyutların evrende normal dağılım
gösterdikleri ve her boyutta kalıtımın önemli yeri olduğu vurgulanmaktadır.
Eysenck kişiliği boyutsal bir yaklaşımla sınıflandırmıştır, önceleri dışa
dönüklük- içe dönüklük ve nevrotiklik boyutlarından meydana gelen bu model,
daha sonra "psikotiklik" boyutunun katılması ile , üç boyut
tarafından tanımlanmıştır.
Paranoid
kişilik bozukluğu olan kişiler, sürekli olarak başkalarının kötü niyetli
olduğunu düşünme eğilimindedirler. Kuşkucudurlar ve başkalarına güvenmezler.
Genellikle düşmancıl duygular taşırlar, huzursuzdurlar ve kızgınlık
içindedirler. Genellikle eğlenceli kişiler değildirler, “ciddi” bir tavır
içindedirler. Oldukça önyargılı olabilirler. Başkalarını alçaltıcı ve tehdit
kaynağı olarak görürler. Başkalarının kendilerine olan bağlılığından kuşku
duyarlar, hep başkalarının güvenilir olup olmadığını sorgularlar. Oldukça
mesafelidirler, başkalarına yakınlık ve sıcaklık duymazlar. Zaman zaman çok
akılcı ve nesnel davranmakla övünürler. Güç sahibi olmaya ve kişilerin
derecelerine aşırı önem verirler ve zayıf, yetersiz, hastalıklı olan kişilere
tepeden bakarlar, onları hor görürler. İş yönelimli etkin kişiler gibi
görünürlerse de genellikle başkalarında korku yaratırlar ve başkalarıyla
çatışma içinde olurlar .
Bu kişiler
başkalarına özlem duymadan tek başlarına bir yaşam sürerler. Başkalarıyla
olduklarında kendilerini rahat hissetmezler ve göz ilişkisi kurmazlar.
Duygulanımları sınırlı ve yüzeyseldir. Genellikle çekingen bir yapıları vardır
ve günlük yaşam olaylarına pek katılmazlar, başkalarıyla benzer kaygıları pek
taşımazlar, başkalarına pek bir yakınlık duymazlar. Cinsellikleri salt
düşlemleriyle sınırlıdır. Erkekler genellikle bekâr kalırlar, kadınlar edilgin
bir tutumla evlenmeye katlanabilirler.
Şizotipal
kişilik bozukluğu olan kişiler davranışlarında, düşüncelerinde,
duygulanımlarında, konuşmalarında ve görünümlerinde birçok acayiplikler ve sıra
dışılıklar gösterirler. Büyüsel düşünceleri vardır. Kendilerine özgü,
alışılmamış, acayip görüşleri, illüzyonları ve gerçek dışılık duyumları olur.
Bu kişiler “bir garip” olarak tanımlanırlar. Birçoğunun batıl inançları vardır
ya da duyu ötesi algılara inanırlar. Düşlemler içindedirler. Toplumdan uzak
kalma eğilimi gösterirler ve stres altında gelip geçici psikotik belirtiler
(gerçeği değerlendirme bozukluğu belirtileri) çıkartabilirler. Mezheplere
katılırlar, büyücülük ya da acayip dinsel uygulamalar içinde olabilirler. Çok
azının yakın arkadaşları vardır ve toplumsal kaygıları çok fazladır .
Kişinin
başkalarının haklarını gözetmediği, onları hiçe saydığı davranışlarla giden bir
kişilik bozukluğudur. Manüplatif davranan kişilerdir. Yalan söyleme gibi dürüst
olmayan davranışları, evden kaçıp gitmeleri olur. Rasgele cinsel ilişkilere
girdiği öğrenilir. Bu kişiler vicdan azabı çekmezler, pişmanlık duymazlar.
Dürtü denetimi bozuklukları olur, tasarlayarak davranmazlar. Başkalarına karşı
duyarlı ve düşünceli değildirler. Huzursuzluk içindedirler ve saldırgan
tutumlar sergileme eğilimindedirler. Başkalarını aldatma ve sorumsuzluk yaşam
biçimleridir. Bu kişiler başkalarının ve kendilerinin güvenliğini umursamazlar
.
Kendini
büyük görme ve benlik saygısı ile ilgili konularla aşırı ilgilenme ile
belirlidir. Bu kişilik bozukluğuna sahip kişiler özel insanlar olduklarına,
özel haklarla donandıklarına inanırlar. Eleştirilmeye ya da yenilgiye büyük bir
kızgınlıkla ya da depresyonla karşı koyarlar. Dış görünüşleriyle aşırı derecede
ilgilidirler ve kendilerine hayran olunmasını beklerler .
Narsisizm
terimi, etimolojik olarak, Yunanca’da kuntluk ya da duyarsızlık anlamına gelen
“narke” kelimesi ile ilintilidir. Psikiyatri uygulamalarında normal narsisizm ile patolojik
narsisizm arasında ayrım yapabilmek her zaman kolay olmamaktadır. İnsanın
kendisini sevmesi ve değerli bulması normal ve gerekli bir duygu olarak kabul
edilmektedir ancak bu duyguların hangi aşamada abartılarak kişilik bozukluğuna
dönüştüğünü belirleyen ölçütleri tanımlamanın oldukça zor bir iş olduğu
söylenebilir .
Narsisizm
psikodinamiği üzerine yapılan açıklamalarda özellikle Kohut ve Kernberg’in
teorileri oldukça dikkat çekicidir. Kohut’a göre narsisistik kişilik bozukluğu
gösteren insanlar, çocukluklarında kişilik bütünlüğünün oluşturulabilmesi ve
korunabilmesi için çevreden belirli tepkiler alınmasına ihtiyaç duyulan gelişim
döneminde takılmış kişilerdir . Ebeveynlerinden gereksinim duydukları ilgi ve
empatiyi alamayan bu çocuklar diğerlerinin sadece onların narsisistik
ihtiyaçlarını doyurmak için varoldukları düşüncesiyle büyümektedirler .
Kernberg ise
narsisistik kişilik bozukluğuyla ilgili olarak farklı bir psikodinamik
formülasyon ortaya koymaktadır. Narisisistik kişilik bozukluğunu borderline
kişilik bozukluğunun bir alt kategorisi olarak açıklamaktadır. Çoğu narsisistik
kişinin ego işlevlerini borderline kişilerinkinden daha iyi sürdürebildiğini
belirtirken bazılarının ise ego işlevlerinin borderline düzeyinde olduğunu
belirtmektedir . Kernberg narsisistik kişilik bozukluğu olan bir hastayı
borderline olan hastadan, narsisistik bir hastanın bütünleşmiş ama patolojik
grandiöz benliğinin olması ile ayırmaktadır . O’na göre, grandiöz benlik,
narsisistik kişilik bozukluğuna ait savunucu bir yapıya işaret etmektedir ve bu
yapı başkalarına bağımlı olmayı reddetmektedir .
Kohut
narsisistik hastalarda görülen saldırganlığı ikincil bir fenomen olarak
değerlendirmekte ve idealleştirme ile yansıtma (mirroring) ihtiyaçlarının
karşılanmamış olmasına bir tepki olarak yorumlamaktadır. Kernberg ise
saldırganlığı birincil bir etmen olarak görmekte ve saldırganlığın, çevredeki
insanların beklenileni verememesine bir tepki olmaktan çok kişinin kendinden
kaynaklandığı görüşünü ortaya koymaktadır .
Çocuklarına
gerçekçi olmayan büyüklük hislerini aktaran narsisistik ebeveynlerin
çocuklarında bu kişilik bozukluğunun gelişmesi olasılığının yüksek olduğu ve
narsisistik kişilik bozukluğu olan kişilerin çoğunun gerçekte güzel, zeki ve
yetenekli kişiler oldukları belirtilmektedir .
Bu kişiler
“fobik” olarak da adlandırılan utangaç, çekingen, ürkek, korkak bir kişiliğe
sahiptirler. Kolaylıkla incinirler ve dışlanmaya karşı aşırı duyarlıdırlar.
Kendi dünyalarında yaşarlar ve başkalarının kendilerini koşulsuz olarak kabul
etmelerini beklerler. Sıklıkla “aşağılık duyguları” vardır. Kendilerine
güvenleri yoktur, kendilerini geri çekme eğilimindedirler, kendilerini
göstermek istemezler.
Çekingen
kişiliği, şizoid kişilikten ayıran temel özellik, şizoid kişilerin ilişki ya da
ailelerinin bir parçası olma isteği duymamaları ve insanlarla yakınlık
kurmaktan zevk almamalarıdır. Çekingen kişiler ise aslında istedikleri halde
başkalarıyla küçük düşme ve reddedilme acısını yaşamamak için yakınlık
kurmaktan korkarlar .
Çekingen
kişilik bozukluğu, fobik nevrozların bir karakter versiyonu olarak
görülmektedir. Çekingen kişilik bozukluğuna sahip olan kişiler son derece
utangaçlardır, küçük düşme ve mahcubiyet yaşayabilecekleri ortamlardan korkan
kişilerdir. Her ne kadar sosyal fobiler spesifik durumları içeriyor olsa da,
çekingen kişilik bozukluğundaki algılanan tehdit daha genellenmiş durumdadır.
Utangaçlığın
ya da kaçınmanın savunucu yapısı bu kişileri dışlanmadan, başarısızlıktan,
küçük düşmeden ve mahcup olmaktan korumaktadır. Psikodinamik açıklamaya göre bu
kişilerin yakın ilişkilerden ve sosyal ortamlardan kaçınmasının sebebi, kişisel
yetersizliklerinin diğerleri tarafından anlaşılacak olmasından korkmalardır.
Bazı araştırmalar utangaçlığın genetik-yapısal bir temeli olduğunu
belirtmektedirler ancak çekingen kişilik bozukluğunun oluşmasında reddedilme ya
da alay edilme gibi çevresel deneyimlerinde önemli katkılarının olduğu göz ardı
edilmemektedir .
İleri
derecede bağımlı, uysal ve boyun eğen kişilerdir. Bu kişilerin gereksinmeleri
ve sorumlulukları başkalarınınkilerden sonra gelir ve kendileriyle ilgili
kararları başkalarının almasını isterler. Kendilerine güvenleri yoktur,
başkalarının öğüt ve desteğine ihtiyaç duyarlar. Tek başlarına kalmaya
katlanamazlar ve iş yerinde sürekli bir gözetim altında tutulmaya gereksinim
hissederler .
Her insanda
farklı oranlarda bağımlılık eğilimi vardır. Ancak her insanda doğal olarak var
olan bu ihtiyaçlar bazı kişilerde aşırı oranlarda yaşanarak patolojik bir
nitelik kazanmaktadır. Klasik psikanalitik terminolojide böyle durumlar “oral
karakter” olarak adlandırılmaktadır .
Yapılan
çeşitli kesitsel çalışmalardan elde edilen bulgular kişiliğin oral-bağımlı bir
boyutunun olduğunu, bağımlılık, kötümserlik, cinsellikten korkma, kendinden
şüphe etme, benmerkezcilik, pasiflik, kolayca etki altında kalma, sebat edememe
özelliklerinin uzak bir faktör ya da boyut olarak birlikte ortaya çıktığını
ortaya koymaktadır .
Bağımlı
kişilik bozukluğunun nedenleri hakkındaki teorilerin çoğu psikososyaldir.
Kültürler sıklıkla bunu, cinsiyete, etnik kökene ya da rol beklentilerine göre
belirli grupların bağımlı bir rolü olacağı varsayımına dayandırmaktadırlar.
Ebeveynler, çocukları bağımsız hareket etme girişimlerinde bulundukları zaman
onları incelikli bir şekilde cezalandırmaktadırlar. Bu şekilde davranarak
çocuğun özerkliği bağlanmanın ya da kabul görmenin kaybı olarak görmesini
sağlamaya çalışırlar .
Bağımlı
kişilik bozukluğuna sahip olan kişilerin aile öyküleri alındığında sıklıkla
aşırı ilgili anne-baba öyküleriyle karşılaşılmaktadır. Bu ailelerden çocuklara
verilen mesaj, özerkliğin tehlikeli olduğu şeklindedir. Ayrıca bu aileler,
çocuklarının aileye olan bağlılık ve bağımlılıklarını ödüllendirmektedirler.
Oral döneme saplanmayı içeren klasik psikoanalitik açıklamalar günümüzde artık
bağımlı kişilik bozukluğunun belirleyici açıklamaları olarak görülmemektedir.
Çünkü aşırı derecede bağımlı olan kişiler sadece gelişimin belirli bir
döneminde değil çocuklukları boyunca ailelerinden ayrılmanın çok tehlikeli
olduğuna dair mesajlar almaktadırlar .
Bağımlı kişilik
bozukluğunun oluşumunda genetiğinde katkılarının olduğu 1963 yılında yapılmış
olan tek yumurta-çift yumurta ikiz çalışmalarıyla da ortaya koyulmaktadır. Tek
yumurta ikizlerinin, çift yumurta ikizlerine kıyasla boyun eğme ve dominant
olmayı ölçen boyutlarda daha yüksek korelasyonlara sahip olduğu bulunmuştur .
Mükemmelcilik,
düzenlilik, esnek olmayan bir tutum önde gelen özelliklerdir. Kurallar,
düzenlemeler, temizlik ve düzgünlük gibi konularla aşırı ilgilidirler. İnatçılık
boyutlarına varan bir ısrarcılık oldukça sık görülen bir özellikleridir.
Mükemmelci bir tutum içinde de olma eğilimi gösterirler. Kendilerini ve içinde
bulundukları koşulları kendi denetimleri altında tutma arayışı içindedirler.
Ayrıntılara dalarlar. Otoriter bir tutum içindedirler, kendilerini işlerine ve
üretkenliğe adamış bir tarzları vardır. Çok eli sıkı ve cimri olma özellikleri
vardır .
Obsesif-kompulsif
bozukluk ile obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu arasında önemli bir fark
bulunmaktadır. Bu fark birincisinin bazı klinik belirtileri, diğerinin
süreklilik gösteren karakter özelliklerini yansıtmasıdır. Obsesif-kompulsif
bozukluğu olan kişiler, hoş olmayan ve çoğu zaman ürkütücü özellikteki
düşüncelerin kendi istekleri dışında zihinlerini işgal etmesinden
yakınmaktadırlar ya da kendilerini benzer davranışlarda bulunmaya zorlayan,
engelleyemedikleri dürtülere boyun eğmektedirler. Bu belirtiler
ego-distoniktir, çünkü kişi bunları bir sorun olarak görür ve kurtulmak ister.
Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu gösteren kişilerde ise ego-sintonik ve
yaşam boyu devam eden bir davranış örüntüsünden söz edilmektedir .
Obsesif-kompulsif kişilik
bozukluğu ile ilgili olarak yapılan genetik çalışmalarda elde edilen bulgular
bu bozukluğun oluşumunda kalıtımın önemli bir rolü olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu bozukluğun nasıl geliştiğiyle ilgili olarak ortaya atılan erken dönem
psikodinamik hipotezler Freud’un psikoseksüel gelişim teorilerinden yola
çıkmaktadır. Psikoseksüel gelişimin anal döneminde -çocuk 2-4 yaşları
arasındayken- çocuğun libidinal dürtüleri, ebeveynlerinin çocuğu sosyalleştirme
ve tuvalet eğitimi verme girişimleri ile çatışma içerisine girmektedir. Anal
tutucu karakterin en uç örneği, obsesif-kompulsif nevrozlarda
görülebilmektedir. Ancak bu hipotezi desteklemek için yapılmış olan kültürler
arası çalışmalar tuvalet eğitiminin kişilik formülasyonundaki önemini
desteklememektedir .
Obsesif-kompulsif karakter
açıklanırken, ödipal dönemde yaşadığı kastrasyon anksiyetesi nedeniyle anal
saplanmaya geri dönüş yaşama görüşü ortaya atılmaktadır. Karakter örüntüsü ile
ilişkili olan anal özellikler, cimrilik, aşırı düzenlilik ve inatçılık olarak
belirtilmektedir .
Erikson’un anal
dönemi özerliğe karşı kuşku ve utanç olarak yeniden kavramsallaştırması Freud’un
teorisinden daha umut verici olarak görülmektedir. Dürtülerin ve duyguların
ifade edilişi ebeveynlerden gelen belli tepkiler doğrultusunda olmaktadır.
Çocuğun öfkesini ve hoşnutsuzluğunu doğrudan bir tarzda ifade etmesi
beraberinde utanç, eleştirilme ve sosyal izolasyonu da getirmektedir. Bu
aşamada detaylara önem verme çocuğun eleştirilerden kaçınmak ve ailesinin
ilgisini çekmek için başvurduğu önemli yollardan biri haline gelmektedir. Bu
şekilde çocuk obsesif savunmalar geliştirerek duygularından uzaklaşmayı,
öfkesiyle ve tatmin edilmemiş ilgi ve bağımlılık ihtiyaçlarıyla başa çıkmayı
öğrenmektedir. Çocuk öfkesini nötr bir objeye yönlendirerek-yer değiştirme
savunma mekanizmasını kullanarak-ifade edebilir ve öfkeye karşı ahlaki
tutumundan (reaksiyon formasyon savunma mekanizması) dolayı ödüllendirilebilir
.
Psikoanalitik
teori yönünü gün geçtikçe obje ilişkileri teorilerine çevirdikçe,
obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu ile ilgili olan literatür anal karakter
özelliklerine daha az, benlik saygısı, bağımlılık ve öfke kontrolü, baş etme
tarzları ve yakınlık kurma sorunları üzerine daha çok odaklanmaya başlamıştır .
Histrionik
kişilik bozukluğu olan kişiler rol yapıyormuş gibi duygusaldırlar ve olumlu
izlenimler bırakmaya çalışan kişilerdir. Çok renkli, aşırı derecede süslü, göz
alıcı, alımlı olmaya çalışırlar; dikkatleri üzerlerine çekmeye yönelik,
ayartıcı ve baştan çıkarıcı tutumlar sergilerler. Çoğu zaman telkine
yatkındırlar. Yüzeysel olarak bakıldığında hoşa giderler, albenileri vardır .
Histrionik
kişilik bozukluğu 2.400 yıl önce, Hipprocates tarafından tanımlanan histeri
teriminden kökeninin almıştır. 19. yüzyılın sonunda, Charcot ve Janet, histeri
terimini konversiyon semptomlarıyla ilişkilendirmişlerdir.
1958 yılında
histeri teriminin literatürde beş farklı kullanım şekli göze çarpmaktadır: bir
kişilik ya da karakter tipi, konversiyon reaksiyonu, fobi ve anksiyete ile
betimlenen psikonevrotik bozukluk, alta yatan psikopatolojik örüntünün belirli
bir biçimi, ve “opprobrium”un bir terimi .
Blacker ve
Tupin’e göre histrionik ve histerik kişilik bozukluğu gösteren kadınlar,
psikoseksüel gelişimin iki döneminde zorlanmış kişilerdir. Oral dönemde yeterli
anne sevgisinden yoksun kalmışlar ve ödipal dönemi gereğince aşamadıkları için
cinsel kimlikleri cılız gelişmiştir .
Histrionik
kadın çocukluk döneminde annesinden yeterli sevgiyi görememesinden dolayı
umudunu yitirip, beklentilerini ve annesine yönelik libidinal enerjiyi babasına
yöneltmektedir. Bu durum ileri yaşamındaki cinsel kimlik sorunlarının temelini
oluşturabilmektedir. Bunun sonucu olarak histerik kişilikli kadın düzcinsel bir
yaşam sürdürmesine rağmen bilinçdışındaki sevgi objesi yine annesi olarak
kalabilir (eşcinsel sevgi objesi) . Erkeklerle flörtöz tarzda davranışlar
sergileyerek ilişki kurmasına rağmen onlara gerçek bir duygusal yatırımda
bulunmaz .
Babasını eşi
benzeri olmayan bir erkek olarak idealize eden histrionik kadın kendisini
yaşamı boyunca yasak ya da ulaşılmaz erkeklerin ilgilerini çekmek konusunda
diğer kadınlarla rekabet içinde bulabilmektedir. Histerik kadın çoğunlukla evli
olan ya da evlenmeyi düşünmeyen erkeklerle romantik ilişkiler kurmakta böylece
babasına olan bağlılığından vazgeçmeme konusunda kendisini garanti altına
almaktadır .
Histronik
kişilik bozukluğu hastaları bastırma savunma mekanizmasını yoğun bir şekilde
kullanmaktadırlar. Babalarına karşı olan bağlılıkları bilinçaltlarının
derinliklerindedir ve sadece psikoanaliz ya da psikoterapilerle bu
eğilimlerinin farkına varabilmektedirler .
Her ne kadar
histrionik kişilik bozukluğu kadınlarda daha yaygın olsa da, erkekler de bu
bozukluğun tanı ölçütlerini karşılamaktadırlar. Bu kişilerin dinamikleri
kadınlarınkine oldukça benzemektedir. Erkek hastalar da annelerinden
göremedikleri ilgi ve bakımı almak için babaya yönelmektedirler. Babanın
duygusal olarak ulaşılamaz olması nedeniyle, erkek çocuğu ya anne ile kurulan
feminen özdeşimden kaçarak hipermaskülen bir tavır ortaya koymakta ya da
anneyle doğrudan özdeşim kurarak pasif kadınsı bir kimlik sergilemektedir . Bu
sürekliliğin en üst düzeyinde, histrionik kişilik bozukluğu olan erkek hasta
çözümlenmemiş ödipal çatışmalarda, annesine bağlı olarak kalmaktadır. Bu
erkekler, tanıştıkları kadınların hiç birinin anneleriyle boy ölçüşemeyeceğini düşündükleri
için kadınlar konusunda hemen hemen her zaman hayal kırıklığı yaşamaktadırlar.
Bazı erkeklerde annelerine karşı olan bilinçaltı bağlanmalarını devam
ettirebilmek için izole bir yaşam tarzını seçmekte ya da bekar kalmayı tercih
etmektedirler .
Bu kişilik bozukluğunun tanımlanması çok karmaşık ve zordur,
ayrıca çelişkiler içeriyor gibi görünebilir, tartışma götüren yanları vardır.
Psikozlar ( gerçeği değerlendirme bozuklukları) duygudurum bozuklukları, diğer
kişilik bozuklukları ve bilişsel bozukluklarla örtüşen çok yanı vardır. Benlik
algısı sorunlarının yanı sıra ayrışma- bireyselleşme sorunları, duygulanımının
denetimi sorunları ve yoğun kişisel bağlanma sorunları yaşarlar .
Bu kişiler “her zaman bir bunalım içinde”dirler. Hep bir kriz
yaşıyorlardır. Gerçeği değerlendirmelerinin bozulduğu gelip geçici dönemleri
olabilirler, bunlar genellikle paranoya ya da gelip geçici dissosiyatif
belirtilerden oluşur. Kendilerine zarar verici davranışlarda ya da intihar girişimlerinde
bulunabilirler. Başkalarıyla ilişkileri çok çalkantılıdır. Yalnız kalmaya
katlanamazlar. Benlik imgeleri ve kimlikleri tutarsızdır. Para, cinsellik gibi
konularda dürtüsel davranırlar. Madde kötüye kullanımı, pervasızca araba
kullanma ya da tıkınırcasına yeme gibi belirtileri olabilir .
1940’lı yıllar süresince araştırmacılar şizofrenik olarak
nitelendirilecek kadar hasta olmayan, fakat klasik psikanalitik tedavi için
uygun olamayacak oranda bozukluk gösteren hastalar tanımlamaya başlamışlardır.
1938 yılında “Borderline” terimini ilk kez kullanan Stern, bu bozukluğun
narsisizm temelinden kaynaklandığı görüşünü ortaya koymuştur .
1968’ de Grinker ve arkadaşları bir grup hasta üzerinde yaptıkları
klinik gözlemler ve çalışmalar sonucunda, bu hastaları nevroz sınırından psikoz
sınırına yayılan bir spektrum içinde dört alt grupta toplamışlardır :
1.
Tip) Psikotik sınır grubu: Olağandışı uyumsuz davranışlar,
gerçekliğin değerlendirilmesinde meydana gelen bozulmalar, gelişmemiş kimlik
duygusu, olumsuz tepkiler verme eğilimi ve açıkça yaşanan öfke.
2.
Tip) Merkez borderline sendromu: Olumsuz duyguların egemenliği,
ilişkilerde zikzak örüntüsü izleyen tutarsızlıklar, açık yaşanan kızgınlık,
değişken kimlik duyusu.
3.
Tip) Borderline tipi grup: Önceki gruplardan daha uyumlu
davranışlar, diğer insanların kimliğinin taklit etme eğilimi, duygusal tonların
kaybolması, içtenlik ve doğallıktan yoksun ilişkiler.
4.
Tip) Nevrotik sınır grubu: Anksiyete ve depresyon, nevrotik ve
narsisistik kişilik özellikleri.
Bu bozukluğun altında yatan yapının tanısal önemine dikkat çekerek
“borderline kişilik organizasyonu” terimini kullanmaya başlayan Kernberg, bu
hastaların çok çeşitli belirtiler gösterebileceğine değinmiştir. Bu belirtileri
de yaygın anksiyete, disosiyatif bozukluklar, hipokondrik takıntılar,
konversiyon belirtileri, obsesif-kompulsif belirtiler, aynı dönemde yaşanan
çeşitli fobiler, paronoid eğilimler, çeşitli cinsel davranış sapmalarının
birlikte yaşanması ve madde bağımlılıkları olarak sıralamıştır .
Bu bozukluğun nasıl oluştuğuna dair çeşitli görüşler ortaya
koyulmuştur ve bunların çoğu psikodinamik yaklaşımla bağlantılıdır. En yaygın
olan hipotezlerden biri Kernberg’e aittir. Kernberg, psikoseksüel gelişimin
erken dönemlerinde bağlanılan ve bakım veren anne figürünün bebek tarafından
iki birbiriyle çelişen gerçeklik şeklinde algılandığını belirtir. Birincisi,
bebeğin hep yakınında olan, onu seven iyi anne modelidir. İkincisi ise, nefret
uyandıran, uzaklaştırıcı, bebeği daha önceden uyarmadığı konularda cezalandıran
ve bebeği tahmin edemeyeceği anlarda yalnız başına bırakıp giden anne
modelidir. Annenin bu ambivalans hali, çocuğun yoğun bir biçimde anksiyete
yaşamasına yol açar çünkü her iki anne imajı da çocuğun bağımlı olduğu aynı
kişiye aittir. Borderline savunmalarından biri olan bölme bu durumda devreye
girerek, birey üzerinde ezici etkisi olan anksiyetenin ortaya çıkmasını
engelleyerek, farklı olan bu yaşantıları (sevgi / nefret) birbirinden ayrı
tutmaya yaramaktadır. Bu tarz annelerin depresyon, madde kötüye kullanımı ve
yordanamayan dürtüsellikten (impulsivite) dolayı sıkıntı yaşama olasılıklarının
olduğunu da belirtilmiştir.
Kernberg bu erken dönemki patolojik obje ilişkilerinin borderline
hastalar tarafından içselleştirildiğini belirtmektedir. O’na göre, bu
içselleştirmeler, sağlıklı kişilerin normal gelişim süreci içerisinde büyüdükçe
kullanmayı bıraktığı birincil (primitive) savunma mekanizmalarının
kullanılmasıyla devam ettirilmektedir. Yetişkin borderline hastalar, insanları “her
zaman iyi” - “her zaman kötü” kategorilerine koyarak ilişkilerinin biçimini
bozmaktadırlar. İnsanlar onlara ya hep iyi, bağlanılacak kadar kıymetli ya da
hep kötü, nefret edilecek kişiler olarak görünmektedirler. Başkaları tarafından
terk edilme tehdidine karşı kendilerini korumaya çalışırlar ve güvenlik
ihtiyaçlarını karşılamayan insanları kontrol etme eğilimi gösterirler. Bu bölme
savunma mekanizmasının sonucunda iyi insan idealize edilir, kötü insan
değersizleştirilir. Karşıt duygular arasındaki bocalama, bu hastalar tarafından
zaman zaman yaşanır ve bu hastalar sürekli olarak bir mahrumiyet hissettikleri
için kendilerinden nefret ederler ve kendilerini yetersiz bulduklarını ifade
ederler. Bağlı oldukları kişilerden de nefret ettiklerini dile getirirler.
Başkalarının kendilerini dışladıklarını kafalarında canlandırırlar ve bu hayale
tuhaf bir şekilde empati duyarak “Kim benden nefret etmez ki, ben berbat birisiyim”
şeklinde düşünürler .
Borderline kişilik bozukluğu tanısı alanlarla yapılan çalışmalar,
bu kişilerin anksiyöz, bağımlı, kaybetmeye ve reddedilmeye karşı duyarlı
olduklarını göstermektedir. Ayrıca bu kişilerin, eksen I tanılarından panik
bozukluk ve agorafobiye de eğilimli oldukları bulunmuştur. Borderline kişilik
bozukluğuna sahip kişilerin birinci dereceden akrabalarında alkolizm ve madde
kötü kullanımının yüksek oranda olması söz konusu olabilmektedir .
Yapılan bazı çalışmalarla, genel populasyona nazaran borderline
kişilik bozukluğunun, bu bozukluğu olan akrabalar arasında beş kat daha yaygın
olduğu ortaya koyulmuştur .
Son zamanlarda yapılan çalışmalar, borderline kişilik bozukluğu
olan hastaların çocukluk travması öyküsü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
kişilerin yaklaşık olarak % 50’si ensest veya çocuklukta yaşanan başka tür
cinsel istismara maruz kalmıştır. Diğerleri ise fiziksel ve sözel olarak
istismar edilmişlerdir. Çocukluk yıllarında travma öyküsü olan diğer hastalar
gibi olarak istismar edilmiş borderline kişilik bozukluğu olan hastalar da,
istismar eden kişi ve kurban paradigmasını içeren obje ilişkilerinin
karakteristik örüntüsünü hayatlarında tekrar tekrar yaşayabilmektedirler .
Kişilik
bozukluğu ve cinsel yönelim konusu ile ilgili olarak Zubenko ve ark (1987)’nın
yürüttükleri çalışmada, 19 erkek ve 61 kadından oluşan borderline kişilik
bozukluğu olan hastalarda homoseksüel ve biseksüel yönelim yaygınlığına
bakmışlardır. Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgularda, major depresyonu
olan borderline kişilik bozukluğuna sahip homoseksüel yönelimli hem erkek hem
de kadınların oranının major depresyonu olan ancak borderline kişilik bozukluğu
olmayan kişilerden anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptanmıştır. Ayrıca
borderline kişilik bozukluğu olan homoseksüel yönelimli erkeklerin oranının
borderline kişilik bozukluğu olan homoseksüel yönelimli kadınlardan anlamlı
olarak daha yüksek olduğu bulunmuştur.
Stone ve ark
(1990), borderline kişilik bozukluğu olan 118 erkek ve 118 kadın katılımcıyla
yürüttükleri çalışmada, erkek hastaların % 16’sının kadın hastaların ise % Tinin homoseksüel eğilimler gösterdiklerini ortaya koymuşlardır.
Paris ve ark
(1995)’nın borderline kişilik bozukluğu olan ve olmayan erkek hastalarla
yaptıkları çalışmada çıkan sonuç, borderline kişilik bozukluğu olan erkek
hastalarda homoseksüel yönelim % 16.7, borderline kişilik bozukluğu
olmayanlarda ise homoseksüel yönelim % 1.7’dir.
Reich ve
Zanarini (2008) ise yaptıkları çalışmada borderline kişilik bozukluğu olan
(290) ve borderline hariç diğer kişilik bozukluklarından herhangi birine sahip
olan (72) toplam 362 kişiden oluşan klinik örneklemde homoseksüellik/biseksüellik
ve aynı cinsle ilişki kurma yaygınlığını araştırmışlardır.
Elde edilen
bulgular sonucunda kadın ve erkek borderline kişilik bozukluğuna sahip
kişilerin homoseksüel ya da biseksüel yönelimleri ve aynı cinsle ilişki kurma
yaygınlıkları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Borderline kişilik
bozukluğu olan hastaların yaklaşık üçte birinin homoseksüel/biseksüel yönelime
sahip olduklarını bildirdiklerini saptamışlardır.
Cinsellik ve cinsel yönelim konusu insanlar için her daim ilgi uyandırmakta
ancak yüksek sesle konuşulması tabu olarak kabul edilmektedir. İçinde yer aldıkları
toplumun büyük bir çoğunluğu heteroseksüel cinsel yönelime sahip olmayan
kişilerin sahip oldukları ruhsal rahatsızlıkların yanına, var olan cinsel
yönelimlerini de bir ruhsal bozukluk olarak ilave etme eğiliminde
olabilmektedir.
Elde edilen bulgular
göstermektedir ki herhangi bir kişilik bozukluğuna sahip olmak ile
heteroseksüel ya da homoseksüel cinsel yönelime sahip olmak arasındaki bir
ilişki yoktur.
Kaynak:
Gülden
Nazlı YEŞİLER, Gençlerde Kişilik Bozuklukları Ve Cinsel Yönelim, 267134-Yüksek
Lisans Tezi Adnan Menderes Üniversitesi Sağlık Bilimler Enstitüsü Psikiyatri
Anabilim Dalı Psk-Yl-2010-001/ Aydın-2010
Her insan “İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır”.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“O halde (Habibim) sen
yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas
aldığı o fıtrata uygun hareket et.”
(Rum Sûresi, 30/30)
Şems Suresi'nin yedinci ve sekizince
âyetlerde, “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve
kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir.
Bu âyet-i kerimeler, “her çocuğun İslâm
fıtratı üzere doğduğunu” haber veren Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar:
“insanın yaratılışı
güzel ahlâk”
üzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan bütün bu özelliklerin
mecralarını bularak tekâmül etmeleri gerekiyor. Bu tekâmülün esasları, İlâhî
kitaplarda konulmuş ve peygamberlerce insanlık âlemine tebliğ edilmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak
için gönderildim.” hâdis-i şerifinin bir mânâsı da bu olsa gerektir.
Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin, “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu
Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne
17; Tirmizî, kader 5) hadisi toplum ve ailenin sorumluluklarını izah eder.
Bu hadisteki temel mesaj, İslâm fıtratı
üzere doğan yavruları batıl inançların, menfi ideolojilerin yahut sefahat
odaklarının eline düşmekten koruma konusunda anne babaya ve topluma düşen
büyük görevi ve sorumluluğu ihtar etmektir. Her insan yaratılış itibariyle
lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm'a en müsait bir hüviyettedir.
Fıtrat, yani yaratılıştaki mahiyeti
itibariyle her insan lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm'a en müsait bir
hüviyettedir; lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt veya
üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, şekil verilmeye müsait bir macun, kalıplara
dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir fidan gibidir.
Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar
suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz olup, en faydalı ve şifalı
bir hâl almaya müsaittir. -Ya da üzerine toz toprak saçmak suretiyle
bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabilir- Aynı şekilde yeni doğan bir çocuk
da fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalaleti
ise reddetmeye uygun ve müsait bir haldedir. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu
çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp
dünyalarına iman ve İslâm adına yerleştirirler. Veya bunun tersi olarak temiz
ve selim fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir. Küfür ve
inkarla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış,
vicdanını söndürmüş ve fıtratını köreltmiş; kendini bütün ışık kaynaklarından
mahrum bırakıp, karanlıklar içine gömmüş ve haddizatında baştan temiz olan
fıtratının üzerine Allah Teâlâ’nın sevmediği kara lekeler sürebilir. O halde;
yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir.
Fıtratın ilk baştaki
hali korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa,
insanın inançsız, kişilik bozukluğu ve hastalıklı olması veya aklınıza
gelebilecek her türlü cereyanlarından birisine yem olup gitmesi mümkün ve
muhtemeldir.
Her doğan, İslâm fıtratı
üzerine doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış
tesirlerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata
müspet veya menfi yönde müdahalede bulunur.
Çocuklarımıza sahip
olmak için geç kalmayalım.
(
http://www.sorularlaislamiyet.com/article/2697/hz-peygamberin-asm-her-dogan-islam-fitrati-uzerine-dogar-sonra-anne-babasi-onu-hristiyan-yahudi-veya-mecusi-yapar-hadisini-nasil-yorumlarsiniz.html)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar