GOD ON TRİAL (2008) (Yahudi Tanrısını Yargılıyor) (Ölümün Soluğu)
İnananların, inancını sorgulamasındaki
zorluğu; inanmanın dünyada mağlup olmamanın bir şartı olmadığını, bazı zamanlar
mağlup olunabileceğini; bu tür konularda suçlu veya suçsuz aramanın gereksiz
olduğuna cevap bulacağınız günümüze uygun bir film..
“Bunlardan
evvel Nûh kavmi yalanladı. Artık kulumuzu yalancı sandılar ve «Mecnûn,» dediler
ve (risâletini tebliğden) vazgeçirilmiş idi. O da Rabbisine dua etti. «Şüphe
yok ki, ben mağlubum, artık intikam al!» (diye
niyazda bulundu).” Kur’ân-ı Kerim-Kamer
Suresi, 10. Ayet
Yönetmen:
Andy De Emmony
Ülke:
İngiltere
Tür:
Dram | Savaş
Vizyon
Tarihi: 03 Eylül 2008 (İngiltere)
Süre:86
dakika
Senaryo:
Frank Cottrell Boyce
Müzik:
Nick Green, Tristin Norwell
Görüntü
Yönetmeni:Wojciech Szepel
Yapımcı:Hilary
Benson, Rebecca Eaton, Anne Mensah
Oyuncular:
Joseph Muir, Josef Altin, AshleyArtus,
Alexi, Kaye Campbell, Dominic Cooper
"God On Trial" Türkçe'ye nedense(!)
"Ölümün Soluğu" diye çevrilmiş, ancak "Yahudi Tanrısını
Yargılıyor" hem filmin orijinal adına hem de filmin konusuna çok daha
yakın bir çeviri olurdu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Aushwitz kampında esir
tutulan Yahudiler arasında kimisi Tanrı'ya karşı olan inancını ve güvenini
korumakta, kimisi ise Tanrı'ya isyan etmektedir. Neredeyse tüm film, bu kampın
tek bir barınağında geçmektedir. Bu barınaktan hukukçucundan, işçisine,
fizikçisinden, hahamına kadar toplumun farklı kesimlerinden insanlar
bulunmaktadır.
Tanrı'ya isyan edenler ile O'nu savunanlar arasında
süren söz düellosu ortaya atılan bir fikir ile farklı bir boyut alır; Tanrı'yı
yargılayalım. Barakada hukuk profesörleri de bulunduğu için bir mahkeme
kurulmaya ve Tanrı'nın tüm bu eziyet karşısında bir şey yapmayarak (ya da
yapmadığı varsayılarak) suçlu mu suçsuz mu olduğuna karar verilmeye
çalışılıyor.
Film aslında olabildiğince tarafsız olmaya çalışmış.
Mahkeme önünde Tanrı'nın suçsuz olduğunu ve tüm bu yapılanların bir anlamı
olduğunu savunan bir taraf ile Tanrı'nın aslında suçlu olduğu, ya da sanılanın
aksine kötü olduğunu düşünen diğer taraf eşitçe fikirlerini dile
getirmişlerdir. Öte yandan Tanrı'nın aslında olmadığını söyleyen ve bu
fikirleri destekleyenler de vardır. Anlayacağınız film Tanrı fikrine karşı
sunulmuş her türlü argümanı ele almaya çalışmıştır.
Filmde bahsi geçen Tanrı, Yahudilerin Yahova
Tanrısıdır ve incelenen kutsal metin Eski Ahit (Tevrat)'tir.
- Neye dua ediyorsun?
Neye
dua ediyorsun?
Başka dua eden var mı?
Tanrı'nın aklını başına almasını isteyen var
mı?
Beni
duyuyor ve hiçbir şey yapmıyor. …Eğer beni duyuyor ve hiçbir şey yapmıyorsa
kötü biri demektir. O burada olmalıydı, bizler değil.
Tanrıyı yargılamalıyız.
Belki o zaman bizi duyar.
Peki, ya suçlu çıkarsa ne yapacaksınız?
Tutuklayacak mısınız?
Yoksa teslim olmasını mı beklersiniz?
Bunu
durduramaz mısın?
Bu
küfre son veremez misiniz?
Aslında bu küfür sayılmaz. İbrahim, Sodom için
Tanrı ile pazarlık etti. Yakup bir melekle savaştı. İsrail ismi için Tanrı'ya
karşı mücadele etti. Kes şunu. Yarın yaradanımızla yüz yüze gelebiliriz. Belki
yarın bizimle yüzleşebilir. Eski bir hikâye var. Bir bakıma mantıklı olabilir.
Neden onu yargılamaya kalkışmasınlar?
En
azından bunları duymak zorunda.
Bunun için hâkime ihtiyaçları yok mu?
Üç
yargıç. Dini mahkeme için üç yargıç gerek. Bu yerin en trajik tarafı da bilim
adamları, sanatçılar ve avukatlarla dolu olmasıydı. Baumgarten. Berlin'de suç
hukuku profesörüydüm. Hayranlık uyandırıcı öğrenciler yetiştirdim. En
büyüklerle bir arada oldum. O dönemde hükümette bulunan insanlarla sık sık bir
araya geldim. Tevrat hakkında pek bir şey bilmem. Burada Tevrat'ı bilen çok kişi
var. Ama mahkeme nasıldır bilirim. Affedersin. Yanlış mı duydum yoksa
üniversitede öğretmen miydin?
-
Acaba... - Beni bağışla. Zamanım kalmadı. Son saatlerimi bununla harcamak
istemiyorum. Bakın eğer buna devam edeceksek en azından bu kutsal adama Tanrı'yı
savunacak biri var mı diye sorabilir miyiz?
Haham. Haham. Katılacak mısınız diye
soruyorlar. O sağır. Bakın, ben de rabay'ım Mezmur'ların çevirisini yaptım. Pek
çok kanun kitabı yazdım.
- Varşova'da tiyatro için bir oyun yazdım.
- Affedersiniz. Profesör Schmidt?
Idek?
Sizin Amerika'ya gittiğiniz söylenmişti. Hiç
kimse kaçamadı mı?
Hâkimlerden biri olabilirim. Idek en iyi
öğrencilerimden biridir. Ben katılırım, o değil. Hayır, hayır lütfen. Bu işten
uzak dur. Açıkçası hâkimin bir rabay olması gerekir. Sen rabay mısın?
Hâkim soruları sorandır değil mi?
-
Pek çok sorum var benim.
- İdek harika bir öğrencidir. Onun Tevrat
bilgisi... Tevrat'ta Auschwitz'den bahsedilmez. Asıl mesele bu. Pekâlâ, ben
mahkeme başkanıyım. Baumgarten mahkeme hâkimi ve bu dostumuz da dayan, yani
sorgu hâkimidir. Gereklilik açısından mahkemenin meşruluğu için bir Tevrat'a
ihtiyacımız var. Tartışılan şeyin gerçekliğini kanıtlamak açısından. Hemen
kütüphaneden bir tane kapayım ha?
Buradayken başka isteğiniz var mı?
Haham Akiba tüm kutsal yazıtları ezberden
bildiğini söylüyor. Bunları aralıksız okumaktadır. Geçen bu son kötü günlerde
bizim için bir tür teselli oldu bu. Buna yaşayan Tevrat adını verdi.
Affedersiniz. Bu taraftan efendim. Evet. Başlayalım. Kim suçlamada bulunacak?
Ben!
Ben yaparım. - Suçlama nedir?
- Suçlama nedir mi?
Kör
müsün?
Cinayet. Cinayete yataklık, ölüm. Anneme ne
yaptılar biliyor musunuz?
Kız
kardeşime?
Kardeşlerime?
Cinayet, cinayete yataklık ve yine cinayet.
Bence daha kesin konuşulmalı. Acı, Tanrı'nın planının bir parçasıdır. Bunu
çocuk bile bilir. Eğer Tanrı ile mutluluğu bulursak neden acıyı da almayalım
ki?
Bu
suçlama olamaz. Canın cehenneme! Yani dava olmadığını mı söylüyorsunuz?
Suçlama anlaşmanın bozulması olabilir.
Yahudilerin bir tür anlaşması var. Tanrı'yla. Bir tür özel anlaşma, değil mi?
Bir
vaat. Suçlama vaadini bozması olabilir. Yani anlaşmayı.
O halde Tanrı yanlış yaptı! Bana göre öyle.
Lütfen, böyle bir zamanda mı?
Onu
durduramaz mısınız?
Çöldeyken Musa, Tanrı ile bir anlaşma yapar.
Tanrı ona, tüm insanları yasalarına uyarsa, üstüne düşeni yaparsa onları
kendinden sayacağına seçilmişler olacaklarına üstün ulus olacaklarına ikna
eder. Mezmur'da der ki: "Seçilmiş olana bir vaatte bulundum, kulum Davud'a sonsuz
hanedanlık bağışlıyorum. Onun tahtı kuşaktan kuşağa geçecektir." Bu kendi çevirimdir. O
halde önümüzdeki dava bu vaadine uymaması ile ilgilidir. Kim başlamak ister?
"Hiçbir düşman ona karşı koyamaz hiçbir
aciz ona üstün gelemez. Kendisinden önce düşmanını yerler bir eder tüm muhaliflerine
ölümü vefa ederim."
Evet?
-
Peki sözünü tutmuş mudur?
-
Hayır. Bir suçlamanın böyle kabul görmesi çok istisnaidir. Bunun savunması ne
olabilir?
O
halde devam edebilir miyiz?
Kötü
şeyler daha önce de oldu. Tevrat'ı okuyun. Kendi tarihinizi okuyun. Bizler
Yahudi'yiz. Acı çektik.
Lütfen. Kendinizi mahkemeye tanıtın.
Benim adın Kuhn. Onun babasıyım. Onun
babasıyım ama buna rağmen bu utanca dâhil oldu. Size yardım ettiğini bilmek
beni incitiyor. Çünkü o böyle bir evlat. Söyleyecek sözün var mı baba?
Her
zamankiler dışında?
Bakın... Mısır'daki kölelikten kurtulduğumuz
zaman vaat edilmiş toprakları bulduğumuzda, ne oldu?
Yine
günahkârların şehirlerinde esaret altında kaldık. Tekrar özgür kaldığımızda
tapınağı inşa ettik. Ne oldu?
Romalılar, onu yerle bir ettiler. Masada'da ne
oldu?
İspanya'da?
Ya
Rusya'da?
Peki
ya burada?
Anladığım
kadarıyla tanık anlaşmanın bozulmasının sürekli hale geldiğini ifade ediyor.
Sırf belirgin olmak adına siz Tanrı'yı suçluyor musunuz yoksa savunuyor musunuz
bayım?
-
Bana kalırsa Bay Kuhn'un söylediği şey...
- Kendi adına konuşabilir.
Ceddimiz, atalarımız, ailelerimiz
hepsi acı çektiler. Fakat dinlerinden vazgeçmediler. Bu yüzden hala buradayız.
Bu inancımızın sınanmasıdır. Tıpkı atalarımız gibi biz de bu sınavı vermek
zorundayız.
- Burada olmayı biz mi istedik?
- En
karanlık zamanlarda Tevrat'ın ateşini yanık tuttular. Aynı şeyi yapmalıyız.
İnancımızı korumalıyız. Kalplerimizi saf tutmalı ve dua etmeliyiz.
- Neden?
Tanrı
bize ihanet ettiyse, neden?
Asıl
mesele...
- Asıl mesele iyi bir Yahudi olmaktır.
- İyi Yahudi'ymiş! Asıl mesele inancı
korumaktır. Bir sınava tabiyiz! Bu sınavlar anlaşmanın bir parçası mı?
Musa'ya sınavdan söz eden oldu mu?
Aynı Mezmur'da bizlere "çöldekilerin
varisleri de aynı yasaya tabiidir kanunlarıma uymayanlar varlığımı
sorgulayanlar ve emirlerime riayet etmeyenleri yıkıma uğratarak
cezalandıracağım." der. Bay Kuhn'un
söylediği Tanrı'yı suçlamadan önce, kendimize bakmamız gerektiğidir. Belki de
anlaşmayı bozanlar Tanrı değil de, bizlerizdir. Evet, evet. İşte. Yanıtı burada.
Yane mipney khatatenu. Kendi günahlarımızdan. Ya da sizin günahlarınızdan.
Belki de tüm suçlular, sizlersiniz. Teşekkür ederim. Mahkemeye katılıyorum. Bu
bir cezadır.
- Mahkeme böyle bir şey söylememiştir.
- Yine de
arkasındayım. Bazı Yahudiler Tevrat'a sırtlarını dönmüştür. Daha iyi
bildiklerini sandılar. Evlatlarımız şehirlere gittiler. Güzel bir şapka
taktılar elbiseler aldılar, sosyalist, siyonist kapitalist ya da anarşist
oldular. Bunları Tanrı bilir. Ve kutsal metinlerdeki her şeyi unutmaya
başladılar. Yani demek istediğin tüm bunlar benim hatam, öyle mi?
Tanrı
benimle ilgili hayal kırıklığı yaşadığın için tüm Yahudi halkını cezalandırıyor
mu?
Öyle
mi?
Ne
yaptığına bir bak! Tanrı'yı yargılamak mı?
Seni
duyamayacağını mı sanıyorsun?
O
burada değil mi sanıyorsun?
Düzeni bozmayalım. Sizler Yahudi'siniz değil
mi?
En
çok yasalara saygı göstermeniz gerekir. Ben suçlandığıma göre bir tanık
çağırmak isterim. - Devam et.
- Bu
bey. Adınız?
Zamkevitz'den Ezra Shapira. Yanlış bir şey mi
yaptım?
Hayır, hayır, hayır Zamkevitz'li Ezra. Galiba
buraya Zamkevitz'den hahamla geldiniz. Söyle, Ezra Shapira Zamkevitz'de Tevrat'a
sırt çevirenler oldu mu?
Hayır efendim. Zamkevitz'de Tevrat sevilir. Şabat
günleri tüm dükkânların kapı ve camları kapanır. Kutsal kitaplarına gömülenler
derin bir sessizlik yaratır. Dünya suskunlaşır. Her erkek omuzlarına tallet
alır. Bayramlarda, düğünlerde, iş günlerinde Tevrat daima soluduğumuz
havadadır. Sefaletimize rağmen bize bir yuva ve makamdır. Sarayımız orasıdır ve
bizler de gölgesinde kavilleşiriz.
-Peki, ne oldu o halde?
Onlar geldi. Tüm yaşlı insanları öldürdüler.
Onları bizim gömmemizi sağladılar. Kendi annemi ben gömdüm. Parmağından
yüzüğünü almaya ve onlara vermeye zorlandım. Sen iyi bir Yahudiyken Tanrı'nın
neden seni annenin mezarını yapmakla cezalandırdığını söyleyebilir misin?
Neden benim gibi kötü bir Yahudi değil de sen
cezalandırıldın?
Ben
iyi bir adam olduğumu söylemedim. Deniyorum ama iyi biri miyim bilmiyorum, sen
kötü biri misin bilmiyorum. Onu örnek alalım. Onu tanımıyorum. Beni de
tanıyacaksın. Tasalanma.
O halde
Tanrı zayıfı cezalandırma hakkını da saklı tutuyor.
Bu
anlaşmada var.
Asıl
soru, bu iyi adamı cezalandırmayı neden seçtiği?
Neden
Hitler'i değil mesela?
Bir
yanıtı olan var mı?
- Tanrı böyledir.
Demek ki bir şeyleri yanlış yapmış
olmalıyız. Kendi vicdanlarımızı sorgulamak zorundayız. Kanunda ceza suça
orantılı olmak zorundadır. Hangi suç böylesine bir cezayı haklı gösterebilir?
Çocuklar, bu kampta çocuklar var. Küçük
çocuklar neden bir cezayı hak eder?
İzin
verir misiniz?
Ceza her
zaman suçla orantılı olmaz ne yazık ki. Bir tufanla Nuh dışında herkes yok
oldu. Tanrı, İbrahim'den oğlunu kurban etmesini istemişti.
-Efendim, annem iyi bir kadındı. Asıl hata bunu kişisel almaktır.
Tanrı bireylere karşı tavır sergilemez. O Yahudi halkı ile anlaşma yapmıştı Ezra Zamkevitz ile
değil. Bu kişisel değil. Sormak isterim Ezra... Tanrı'nın kişisel olarak
kullanılmadığını hiç gördün mü?
Tanrı'yı kullanmak mı?
Tanrı'yı kullanmak bana mı kalmış?
Tanrı'dan başka kişisel olmayan nedir biliyor
musun?
Hayır. Hava. Evet sadece hava. Belki de
şimdilik yorumlarımızdan cezalandırma sözcüğünü çıkarmalıyız. Bir şey sorabilir
miyim?
Ezra, sormak istiyorum...
Annen iyi bir Yahudi miydi?
Böyle bir şeyi nasıl sorabilirsiniz?
Burada bile olsa?
Bunu
açıklamama izin ver. Arınmadan söz edelim biraz.
Tarihte iki kez belki burada yeniden
tekrarlanmak üzere. Tanrı öyle korkunç yıkım yarattı ki bunlardan sonra hiçbir
şey aynı olamadı. Hiçbir şey aynı olmadı çünkü zamanla anladık ki her şey
daha iyiye gitti. Tanrı'nın bir cerrah olduğunu düşünün. Ve vücudu
kurtarabilmek için kangren olmuş bir kolu ya da bacağı ayırması gerekiyor.
Bu vahşice görünebilir. Acı vericidir. Ama aynı zamanda sevgidendir. Biz böyle
bir dönemden geçiyorsak bu ne olabilir?
Bir ceza değil, bu arınmadır.
- Ben de
bir şey sorayım.
-
Bekleyin. Burada zaman hiç yok. Bu arınma hikâyesi anlaşmanın içinde var mı?
Hiç
"tüm tavırlar konu dışı üzerinize tufan göndereceğim" demiş mi?
Bazen sırf değişiklik olsun diye mi köpeklerin
zoruyla bir araya getiriliyorsunuz ve bir kampa yerleştiriliyorsunuz?
Madem sordun...
İlk
arınma büyük tufan. İkincisi ise Nebukadnezar'ın yaptığı tapınağın yerle bir
olmasıdır. Bizler Babil'de sürgüne gönderildik. Bizler ülkesi olmayan bir
ulustuk. Toprağımız olmadan dünyanın her yerine dağıldık. Sadece Tevrat'ın
bilgisini ve yüce Tanrı'nın sevgisini alarak ülkemizden ayrıldık. Eğer orada
kalmış olsaydık, çok fazla şey sağlayabilir miydik?
Çölün
ortasında bir kabile olacaktık, hepsi bu. Acı vericiydi, ama aynı zamanda
güzeldi. Ya şimdi felaket benzeri bir şeyi yaşıyorsak?
Ya sağ
kalanlar kutsal kişiler olacaksa ve gelecektekilere bilgece ve anlayışlı bir
yaşam sunacaklarsa?
Ya
bunun sonucunda büyük bir iyilik doğarsa?
Nasıl iyi bir şey?
Nereden bilebiliriz?
Belki de Mesih'in bizzat söylediği gibi olur.
Belki İsrail'e dönüş yaşanır. Peki
sonra?
O
zaman harika bir şey olur.
-Evet, gördünüz mü?
Belki adi insanlar yerine annen gibi iyi bir kadının
ölümü için bir neden vardır. Çünkü onlar soykırımın kurbanlarıdır. İnsanlar
kurban oluyorlarsa bu en iyisi için olmalı. En güzeli için.
Idek'i çağırabilir miyim?
Tanığa soru sorabilir miyim?
Önce
Idek'i çağırabilir miyim?
Konu bağlantılı. Mahkemeye
atalarımıza Masada'da ne olduğunu anlatabilir misin?
Masada,
büyük Herod tarafından dağa inşa edilmiş bir kaleydi. Savaşta gerekirse diye,
çevresinde büyük bir hendek bulunuyordu. Elbette hiçbir insan ölüme karşı duvar
öremez. Herod öldü ve Romalılar geldi. Tapınağı yok ettiler. Büyük isyan çıktı.
İsyanda, asiler dağlara doğru Masada'ya kaçtılar. Romalılar kuşatmaya aldılar.
Asilerin açlıktan ölmesini istiyorlardı. Bu yüzden dağın eteklerine devasa bir
duvar ördüler. 15.000 kişilik Roma askerine karşılık 1000 kadar Yahudi savaşçı
vardı. O baharda, asiler köle olmaktansa ölmenin daha iyi olacağına karar
verdiler. Seçilen 10 kişiye tüm diğerlerini öldürme görevi verildi. 10 kişi
kaldığında biri diğer 9'unu öldürecek ve son adam ise intihar edecekti. İki kadın
bu katliamdan saklandılar ve öyküyü anlatmak için yaşadılar. Bu savaşçılar
nasıl insanlardı?
En iyi ve
en cesurları. İsrail'in çiçekleriydiler. Onlar şehittiler. Ve yine Romalılarca
ezildiler. Bir anlamda öyle ama Romalılar asıl ne istiyordu?
Yahudilerin
Romalı gibi yaşamalarını ve Tevrat'ı terk etmelerini.
Peki Romalılar şimdi nerede?
Toprak
oldular. Peki ya Tevrat?
Hala var,
hala yaşanıyor hala dünyayı aydınlatıyor. Teşekkür ederim.
Gördüğünüz gibi, umudumuzu yitirmemeliyiz. Eğer Tanrı'nın planının bir parçası
ise bu acımız bir ayrıcalıktır. Bu acıyla insanları arındırabileceksek şanslı
kişileriz. İnancınızı almalarına izin vermeyin. Sadece güçlüyse büyüyebilir.
Küçük ateşler rüzgârla sönüp gider ama büyük ateşler daha büyüklerine neden
olur. Hitler ölecek. Savaş bitecek. İnsanlar ve Tevrat ise yaşayacak.
Kesinlikle. İşte burada. Tevrat, yaşayacak. Bu yüzden Tanrı'ya güvenmeliyiz.
Tanığa soru sorabilir miyim?
Ona
değil, önceki dostumuz Ezra Zamkevitz'e.
Özür dilerim, ben tanık değilim. Hiçbir
şeye de tanık olmadım, Tanrı hakkında olmadım. Ben eldiven yapıp
satarım. Eskiden yapıp satardım aslında. Annenin kurban olduğuyla ilgili
hâkimin sana söyledikleri daha iyi hissetmeni sağladı mı?
Evet
efendim. Tanrı'nın bir soykırım ortaya çıkardığını söyleseler bile mi?
En
iyi Yahudilerin kurban edildiğini?
İyi
mi, kötü mü hissetmemi tercih edersiniz?
Sadece gerçeği istiyoruz. Ben gerçeği bilemem.
Böyle şeyler neden olur bilmiyorum. Ben eldiven yapıp satardım. Artık
oturabilir miyim?
Lütfen. Bu sorulara nasıl yanıt vereceğimi
bilmiyorum.
Öyleyse
acı çekmek, Tanrı'nın emri. Doğru mu?
Diğer
deyişle Mengele Tanrı'nın bir emri. Hitler Tanrı'nın bir buyruğu. Bu doğru mu?
Nahoş
görünebilir ama bu mümkün. Nebukadnezar İsrail'i ele geçirip tapınağı yağmaladı
ve insanları Babil'e sürgüne gönderdi. Tanrı ona "Hizmetkârım
Nebukadnezar" diyordu. O bir neşterdi ve Tanrı ise cerrah. Neşterden
nefret edebiliriz ama cerrahı severiz. Eğer Hitler, Tanrı'nın buyruğunu
yapıyorsa o halde mantık, Hitler'in karşısında durmanın Tanrı'nın karşısında
durmak olduğunu söylüyor. Hitler'e karşı tavır almak yanlıştır. İçinizde buna
inanan birileri var mı?
Bunun doğru olmasının bir ihtimali var mı?
Bu
çılgınlık... Değil midir?
Kimden söz ediyorsun?
Düzeni bozmamalıyız. Düzen içinde kalmalıyız.
Koğuş liderimizi çağırmak istiyorum. İstediğin kadar çağır. Onu çağıramaz, o
Yahudi değil. Mahkemeye tüm gün ne yaptığını anlatmanı istiyorum. Ne yaptığımı
biliyorsun. Sürekli sizi gözetiyorum. Sizler bebeklerim gibisiniz. Ben de
anneniz sayılırım. Neden?
Neden böyle bir görev üstlendiğini bizimle
paylaşır mısın?
Bana
bir seçenek sunuldu. Bunu istediler çünkü ben Almanca biliyorum ve beynimi de
kullanabiliyorum. Eğer yeterince aklınız olsaydı siz de yapıyor olurdunuz. -
Lanet olası serseri! Kapa çeneni!
- Canınız cehenneme! Sanırım hayır da
diyebilirdin. Yaşamak istedim tamam mı?
Bu
yüzden yapıyorum, yaşamak istiyorum! Senin tam aksine yani pislik torbası daha
geldiğin gün pes etmiştin.
- Yaptıklarından utanıyor musun?
-
Canın cehenneme. O zaman neden ne yaptığını anlatmıyorsun bize?
Sana
cevap vermek zorunda değilim. Mahkemene ya da Tanrı'na da öyle. Tanrı ile
buluşmaktan endişem yok benim. Ama söyleyeyim, yaptığım şeyin
sonderkomando'ların [özel birim, özel kuvvetler] yaptıklarıyla kıyaslanması
mümkün değil! Onlar diğer Yahudileri gaz odasına gönderdiler. Kapılarını da
kendileri kilitlediler. Onların kaşıklarını aldılar ve diğer Yahudilere
sattılar. Tümü kaşıklardan birer servet edindi. Ama kendi dindaşlarını ölüme
yolladılar. Bana yüklenme. Hayatta kalabileceğini düşünüyor musun?
Belki. Belki de hayır. Yine de bu bok
çuvallarından daha şanslıyım. Profesör Schmidt'in dediğine göre, tüm bunlar
yaşanırken... Sana Tanrı'ndan bahsedeyim biraz. Buradan canlı çıkmak istiyorum
tamam mı?
Günün birinde, bu savaş bitecek. Belki de
onlar kaybedecekler. O zaman da ben dışarıda olacağım. Tek yapacağım, o zamana
dek hayatta kalmak. Bunu nasıl yaparım?
Beni
ne öldürebilir?
Onlar. Peki nasıl durdururum?
Onları hoşnut ederek. Peki nasıl yaparım bunu?
Sizleri düzende tutarak. Başıma gelecek en
kötü şey ne?
Öldürecekleri Yahudiler biterse ardından beni
öldürürler! Bu kadarınız öldüyse sonu ne zaman?
Daha
bugün bir tren geldi. Bugün bu Polonyalılarla dolu tren geldi. Ne yaptım
biliyor musunuz?
Sevindim! İşte bunu yaptım. Ve sonra
alışkanlık sonucu olsa gerek şükürler olsun dedim! - Aşağılık domuz!
- Hey, hey durun, dinleyin! Dinleyin!
Bakın! Beni hırpaladılar mı?
Hayır. Neden biliyor musun?
Çünkü o pisliklerin çalışmasını ben
sağlıyorum. Burada, Tanrı'n benim. Ben! Ve sizin Tanrı'nız, İbrahim'in Tanrı'sı
bizim için bir şey yapmıyor! Aksi halde bana teslim edilmezdiniz. Kes! Ona bir
soru daha sorabilir miyim?
Mecbur musun?
Başka bir tanıkla devam edemez miyiz?
Bunun yardımı olduğunu sanmıyorum. Profesör Schmidt,
bu felaket sona erdiğinde dünyanın daha iyi bir yer olacağını belki Mesih'in
geleceğini belki İsrail'e döneceğimizi söylediniz. Peki kim hayatta
kalabilecek?
Koğuş liderleri, sonderkomandolar [özel birim,
özel kuvvetler], ya başka?
Adi,
acımasız kan emici ve vicdansız olanlar. Ne tür bir Mesih onları halkı olarak
isteyebilir?
Böyle insanlardan nasıl bir İsrail
kurulabilir?
Tecrübe, anlayış ve bilgeliğe sahip bir ulus
kurulabilir mi?
Onlar kuramaz, Tanrı kurar. Nasıl?
Bizler bilemeyiz. O her şeye kadirdir. Her
şeye kadir öyle mi?
Madem her şeye kadir, neden insanları gaz odalarına yollamadan
arındıramıyor?
O en kudretlidir. Hem kudretli hem
adil olamıyor mu?
Madem çok kudretli, bunu
durdurabilir demektir ama yapmamayı seçiyor çünkü adil olamıyor. Ya da bunu
durdurmak istiyor fakat başaramıyor. Bunun yanıtı son derece basit. Bunu
İbranice öğrendiğin günlerden bilmeliydin. Yanıt özgür irade. Evet dünyada
kötülük var çünkü Tanrı insana özgür irade vermiştir ve kötülük yapmayı da
seçebilir, bu gayet basit. Demek basit?
Bizler kukla değiliz. Seçebiliriz.
Her zaman bir seçim vardır. Özgür iradeymiş! Özgür iradesi batsın! Size bunu göstereyim.
Lieble
nerede?
Lieble, ayağa kalk haydi. Hâkim söz verene
kadar bekleyin. Lieble'ye oğullarını sorun ve sonra da özgür iradeyi konuşalım.
Lieble'yi çağırıyorum. Sen kimseyi çağıramazsın. Tanıkları hâkimler
çağırabilir. Ben çağırmak istiyorum. Mahkemeye oğullarından bahset.
-Anlatmak istemiyorum. Eğer o yapmazsa ben
anlatırım. Mahkeme konuşmanızı istemedi! Burada düzen korunacaktır! Onun köyüne
geldiklerinde...
-Kendim anlatırım.
Madem anlatılacak bu benim ağzımdan olmalı. Ben Hoengen'dan geliyorum. Aachen
yakınlarında bir yer. İnfaz birlikleri geldi.
Ne zaman mı?
Sanki bir asır önce gibi. Sinagogun kapılarını
yıktılar. Tevrat'ı ve kitabeyi yaktılar. Ve hepimizi oraya topladılar. O an
hepimizi orada yakacaklarını sanmıştık. Keşke öyle olsaymış. Çocukları bizden
aldılar. Benim üç oğlum vardı. En büyüğü şimdi 7 yaşına basacaktı. Öylesine
güzeldi ki. Bunun bir önemi yok artık. Çocukları bir kamyona bindirdiler.
Peşlerinden koştum ve bağırdım: "Lütfen, oğullarımı verin, oğullarımı
verin" dedim. Subaylardan biri beni duydu. Aracı durdurdu ve sordu:
"Hangileri senin?" Onları
geri alabileceğimi sandım. Ona üç oğlumu da gösterdim. En büyüğü ağlıyordu ve
diğer ikisi de... Hayır, bunu anlatmayacağım. Subay bana... "Üç
yakışıklı oğlun var. Sana ne yapacağını söyleyeyim. Birini seç. Sadece
birini." "Birini seç ve onu yanına alabilirsin." dedi.
Çocuklar onu duydular. Ellerini uzattılar öylesine korkmuşlardı ki... Bana
ulaşmaya çalışırken tek söyledikleri: "Lütfen. Beni seç" oldu.
"Beni seç." Bu beyefendi her zaman seçimimiz olduğunu söyledi.
Ben hangisini seçmeliydim?
En küçüğü?
En büyüğü?
Zayıfı mı yoksa güçlüyü mü?
Sen hangisini seçtin?
Hangisini seçmeliydim?
Söyleyemem. Mahkeme sizi dinledi.
- Özgür irademiz olması gerekir
ama...
- Affedersiniz. Ben özgür irade
istemiyorum. Ben oğullarımı istiyorum. Tabii, elbette. Özgür iradeden söz
ediyorsunuz benimki nerede o halde?
Hangi
seçimi yapabildim?
O subayın bir seçimi vardı. Benim değil. Özgür iradem nerede
şimdi?
Savaş sona erecek. Hitler ölecek. İnsanlar ve
Tevrat yaşayacak. İnsanların yaşayacağını söylüyorsun ama yarın sabah bu
odadakilerin yarısı, ölmüş olacak. Onların anlaşmada hisseleri yok mu?
Onların payı tanıklık etmek. Ateşi canlı
tutabilmek için. Baba, sen her zaman Tevrat'a bağlı yaşadın. Yaşadığımı
biliyorsun. Tevrat hırsızlık hakkında ne söyler?
Bu
yanlıştır. Peki bu kampta ayakkabılar hakkında bu kural var mı?
Ne?
Koğuş amiri. Ayakkabıların çamurlanmaması için
yağlanmaları gerek ama yağ yok. Sizin kurallara uymanızı sağlamaksa benim
görevim.
Bize ayakkabılar için yağ veriyorlar mı?
Fazladan çorba vererek satın alıyorum. Resmi
bir yetkiliden mi?
Şurada yatan suratsız soyguncudan. Ben makine
bölümünde çalışıyorum. Ve her fırsat bulduğumda biraz yağ alıyorum. Yani bu yağ
çalıntı?
Evet. Çalıntı. Hepimiz bunun bir parçasıyız. Peki
Tevrat hırsızlık hakkında ne der?
Mitzva 194 önce çalınanın sahibine
geri verilmesini emreder. Burada herhangi biri yağını makine bölümüne iade etti
mi?
Hayır. Etmedik. Yapamazdık. Hayır mı?
Ben
de öyle düşünmüştüm, yani hepimiz, hatta babam bile... Burada
hepimiz hırsızız.
Evet. Çünkü başka seçeneğimiz yok. Teşekkür
ederim.
Seçenek
yok. Özgür irade yok.
Bu yer de bunun için yapıldı. Bizi suçlu
olmaya zorlamak için. Mahkûmlar olarak insandan daha aşağılık görünmemizi
sağlamak için. Bizi çırılçıplak soyduklarında ve sırıttıklarında özgür irademiz
nerede?
Üstümüze işediklerinde irademiz
nerede?
Kesinlikle. Sonunda biri söyledi.
Özgür irade mi istiyorsunuz?
Tüm özgür irade onlarda.
Tıpkı tüm ekmeğin, silahların, lanet kahvenin, sigaraların olduğu gibi.
Özgür irade arıyorsanız onlarda.
Kimin öleceğini ya da kalacağını onlar seçiyor. Biz
neyi seçiyoruz?
Buraya gelmeyi seçtik mi?
Eğer
Tanrı özgür irade verdiyse lanet olası Nazilerden de payımızı verdi işte!
Bakın, bunları zorluk çıkarmak için
söylemedim. Çünkü siz sonunda her şeyin güzel olacağını söylemiştiniz. Sonunun
güzel olmasını ben de isterim. Çünkü evlatlarım çok güzellerdi. Ve onlara
bakmaya çalışmıştım.
- Elbette.
- Elbette baktın. Hiç haber aldın mı?
Buradalar mı?
Onların ikisi ikizdi. Ve söylendiğine göre
Mengele ikizleri severmiş. Daha iyi davranılırmış onlara. Çünkü onlara ilgisi
varmış. Mengele bile onlarla ilgileniyor ama Tanrı umursamıyor.
Kes şunu!
Kendi cennetinde oturuyor ve bulutları aşıp
olanları göremiyor!
- Job, bölüm 22. - Ne?
Tanrı'nın ilgisizliği bu yaşananlara bir emsal
oluşturamaz. Bu Job'ta yazılı. Ne güzel. Aynı zamanda bizim değil de Tanrı'nın
gaz odasına girmesi gerektiği yazılı mı orada?
Biri
onu bu düşünceleri kafama sokmaktan alıkoysun! Bu tür karmaşaların daha büyük
bir olayın habercisi olmaları her zaman mümkündür. Bizim barındıracağımız ateş saf bir
ateştir ve altın çağı başlatacak olan da odur. Eğer oğulların bu amaçla
alındılarsa birer şehit olarak kabul edilirler. Şehit olabilmek için bir
insanın şehitliği seçmesi gerekir. Kaderimiz yüzünden şehit olmuyoruz, ırkımız
yüzünden oluyoruz.
Tevrat yüzünden de değil, ecdadımız yüzünden. Ama o burada.
Kim?
Tanrı. Burada olduğunu biliyorum. Hem de onu
pek anlamasam bile. Bazen bahar zamanı, güneşin sıcaklığı ilk vurmaya başladığı
anlarda birkaç kardelen görüverirsiniz.
Kim bilir?
Sence askerler aynı sıcaklığı hissetmiyor mu?
Arkalarında hissediyorlar, doğru. Ama benim
hissettiğim gibi değil. Ben onu hissediyorum. Asker bunu hissedemiyor. O
sıcaklık üniformasından içeri işlemiyor. Onun yerine geçerdim. Ama Tanrı'nın
gaz odasına girmesi ile ilgili söylediklerinde haklı olabilirsin. Belki de
burada yaşanan şey budur. Belki o da... Bizimle acı çekiyordur.
-Tanrı'nın acı çekmesi kime yarar?
Düşmanlarımıza ölüm meleğini gönderecek bir
Tanrı'ya ihtiyacımız var. Peki...
O nerede?
Tanrı hakkında pek şey bilmem. Belki Tanrı hiç
değişmez, belki de değişir. Belki de tamamen kudretli değildir. Belki kendini
tamamlamak için bize ihtiyacı vardır. Belki bu yüzden biz yaratıldık. Bu
koşullarda nasıl tamamlayacağımızı düşünmek dahi çok zor. Evet ama yine de
Baranowicz kasabasında bizleri Purim'de katlettiler. Ve haham onlara bağırdı.
"Bugünün ne olduğunu sakın unutmayın! Lehayim!" Ve onu vururlarken o
dua etti. Ama siz, durmadan bu kötülüğün nereden geldiğini soruyorsunuz. Ya tüm
bu iyilik nereden geliyor?
Yani
sen de çocuklarını onun aldığını düşünüyorsun. Koğuş lideri bile böyle
düşünüyor. O savaşın sona ereceğine ve Nazi'lerin kaybedeceğine inanıyor. O
bile iyiliğin kazanacağına inanıyor. Ya ben ne biliyorum?
Tek
bildiğim onun neyi yapıp, neyi yapamayacağı. "Sabahlara ben hiç emir
verdim mi?
Alacakaranlığı yaratan ben miydim?
Hiç
cehennemin derinlerine yürüdüm mü?
Gerçek ışığın yolu hangi yol ola ki?
Kim
yoktan var olabilmiş?
Bağışlayın hâkim. Konuşabilir miyim?
Sanırım mahkemenin nihai kararını duymak
isterim. Lütfen.
Hayır. Bu önemli. Benim için çok önemli.
Yargılamayı siz başlattınız ve tamamlamalısınız. Bu süreci devam ettirmeli
emsal için alıntı yapmalı ve duyurmalısınız. Bizim insan olmadığımızı
düşünüyorlar ama biz insanız. Bunu bizden alamayacaklar. Evet elbette ama
sanıyorum doğal bir sonuca ulaştık.
- Bu durumda...
- Bize yasaları verdi. Ve onları tartışma
hakkını da. Böylesine korkunç bir konuda bile olsa bence bu da bir ibadettir.
Hayır, hayır. Bunları tartıştığımızı duymak bir rahatlama veriyor. Bizi
dinlediğini ve bizimle olduğunu hissettim çünkü.
Evet. Peki... Toparlamak için... Genel
olarak bizler Tanrı'nın aklından geçenleri bilemeyiz. Tanrı çok büyüktür. Ve
tek yapabileceğimiz, dua etmek inançlı olmaktır. Hitler ölecek. Savaş sona
erecek.
Hayır, hayır, hayır, hayır. Bu işe yaramaz.
Bizden kanıt yerine tahmin kabul etmemizi istiyorsunuz. Hayır. Eğer bu oyu
kullanacaksan ben de suçlu oyu kullanırım ve tartışma yine başa döner. Kesin
olan şey Tanrı'nın aklındakini asla bilemeyeceğimizdir.
- Onun seçimleri bizimkiler gibi değildir.
- Tanrı'nın aklındakini bilemeyiz... - Bu yüzden de tahammül etmek zorundayız.
- Zaten onun zihnindekiyle ilgilenmiyoruz! Onun anlaşması. Bunun iç yüzünü bilmek
zorunda değiliz. Bunların tümü yazılı. Sadece şartların ihlal edilip
edilmediğine karar vermemiz gerek. Şu öğrenciniz nerede?
Öğrenciniz nerede?
Mezmur. Mezmur kitabına dönelim. Bize onu
anlat. Hepsini mi?
Çok
uzundur. Eğer Mezmur'dan söz edersek bir yerlere varabileceğiz. Unuttum. Hangi
Mezmur'du?
Seksen
birinci. Davud'un tahtı sonsuza dek var olacak ve onun varisleri... Davud'un
tahtı sonsuza dek var olacak ve onun varisleri...
Anlaşmada
yazan da buydu. Tanrı Yahudi halkının yaşamasını garanti ediyordu.
Tanrı'nın
suçlu olduğunu söylüyorum çünkü insanların yaşaması artık kesin değildir.
Hayır.
Yanılıyorsunuz. Bir halkın varlığı nasıl durdurulur?
İnan
bana, planları bu. Bizi temizlemek. Çok saçma. Buraya gelmeden önce tüm
hayatımı Zamkevitz'de geçirdim. Buranın kapısından girdiğimde ise hayatımda
görmediğim kadar insan gördüm. Bir saat içinde hayatımda gördüğümden fazla
insan gördüm. Düşündüm... Nasıl bu kadar insan hayatta olabiliyordu?
Ama
şimdi nasıl bu kadarı ölebilir diyorum. Önemli olan şu ki, sayıların bir önemi
yok. Bir çocuğun tüberkülozdan ölmesi korkunç bir şeydir. Milyonlarca ölümden
daha kötüdür. Çocuk öldüğünde ya bunun bir amaca hizmet ettiğine inanırsınız ya
da sınavdan geçemezsiniz. Tanrı'nın düşüncelerini bilemeyiz. Onun düşüncelerinden
bahsetmiyoruz. Vaatten söz ediyoruz! Hayatta kalabileceğimize dair bize verilen
sözden. Bir halk gibi yaşamaktan ve yok edilmemekten. Ama Yahudiler dünyanın
her yerindeler, sadece Avrupa'da değil. Kardeşimin Woudge'da bir arkadaşı var,
bana anlattı. Sence bizi burada yok ederlerse kardeşinin arkadaşı huzurlu
yaşayabilir mi sanıyorsun?
Belki biz sonuncuyuz. Belki de tamamen yok
olmak üzereyiz. O halde bu odadakilerin kutsal kişiler olduğunu da
düşünebiliriz. Bu yüzden neye karar vereceğimiz önemli. Eğer biz sonuncuysak
hikâyeyi de biz bitirebiliriz. Hemen burada bitirebiliriz.
Hz. Musa'nın Sina'da 3500 yıl önce
başlattığı hikâyeyi sona erdirebiliriz. Son bulabilir, anlaşmayı biz
bozabiliriz. Yani, senin için geldiklerinde... "Biz artık Yahudi değiliz açın
kapıları eve gidelim"
diyebileceğini mi sanıyorsun?
Bizler Yahudi'yiz ve daima da öyle kalacağız.
Bizim için bir şey değişmiyor çünkü burada suçlanan bizler değiliz. Burada
suçlanan Tanrı, bizler değil. Susmanızı söylüyor.
Anladım. Benzer olduğumuzu söylüyor. Daha
doğrusu Nazilerle ortak bir tarafımız olduğunu. Tercüme ediyorum! Kötü
olabilirim! İstediğiniz kadar bağırın. İsterseniz beni öldürün, yarın nasılsa
ölmüş olacağım. Sizce bu evrende kaç tane yıldız vardır?
Bağışlayın ama ben... Ben ölmeden önce
Paris'te bir fizikçiydim. Gökyüzünde milyonlarca yıldız var. Bizim
galaksimizde. Sadece bizim galaksimizde. 1-2-3 diye saymaya başlasak sonuncu
yıldızı saymak ne kadar sürer sizce?
Bu bile 2500 yıl sürer. Sadece bizim
galaksimizdekileri saymaktan söz ediyorum. Tüm bu yıldızları Tanrı mı yarattı?
-
Şüphesiz. Kâhin Amos'un anlattıkları...
- Niçin?
Anlayamadım?
Milyarlarca yıldızı yarattığını söylüyoruz. Ve
sadece bizim galaksimizde. Bunları kaçı bilmediğimiz gezegenler?
Buna karşın, tüm dikkatini küçücük
bir gezegene dış halkanın sonundaki ufacık bir yere odaklamış. Ve sadece tüm
gezegene bile değil. Sadece Yahudilere. Tanrı milyarlarca yıldızı yaratan
Yahudilerle bir kontrat yapıyor. Sadece onlarla. Ve sadece tüm Yahudilerle
değil çünkü benim gibi Yahudiler sayılmıyor. Peki söyleyin bana. Yahudileri bu
kadar sevdiyse neden diğer her şeyi yarattı?
Neden
evreni, yıldızların yerine Yahudilerle doldurmadı?
Amacı
neydi?
Amacını bilmiyoruz. Bana da inanılmaz geliyor.
Ama tüm evren içinde, o bizleri seçti. Bu inanılmaz değil. Çılgınlık bu!
Kesinlikle doğruluk dışı. Yeni doğmuş bebekler kendini evreni merkezi sanırlar.
Emerek süt ürettiklerini sanırlar gözlerini kapadıklarında dünyanın yok
olduğunu sanırlar. Ve yanılırlar. Orta çağda insanlar güneşin dünyanın
çevresinde döndüğünü sanırdı. Yanılıyorlardı. Bu o sırada nerede durduğunla
ilgili bir algılama olayıydı. Tanrı için de aynı şey. Aynısı. Düşünün. Lütfen
bir düşünün. Eskiden 50 Tanrı'sı olan halklar vardı. Biri mısırın büyümesi,
biri nehrin yükselmesi için ve dahası. İnsanlar toplumlarına Tanrı'ların
görüntülerini uyarladılar. Çok Tanrı'lı halklarda pek çok lider pek çok güç
merkezi vardı. Yeni fikirlere karşı çok tutucuydular. Mısırlılar gibi.
Ardından Yahudiler ortaya çıktı. Büyük
bir fikirle. Çok büyük. Sadece tek bir Tanrı vardı. İnanılmaz.
Peki ne oldu?
Tüm güçlerin tek bir kişide toplandığı bir
toplum oluşturdular. Kralda. Verimli bir toplum. Sıkı bir birlik. Ve onlar
Tanrı'nın kendilerini her şeyden çok sevdiğine inandılar.
Geliştiler. Tanrı'yı
kendilerine saklamaya çalıştılar ve kendilerini izole bile ettiler.
Ama sonra biri daha
iyi bir fikirle çıkageldi. Hıristiyanlar.
"Evet"
dediler. "Sadece tek bir Tanrı var." Fakat sadece Yahudileri
sevmiyor, herkesi seviyor. Yani herkesi fethedebiliriz.
Ve Romalılar buna
bayıldı. Din değiştirdiler. Herkesi fethettiler.
Tek Tanrı. Tek kral.
Her şeyin yanıtı bu. Her şey güç ve mücadeleyle ilgili. Ve sizler... Sizler
kaybettiniz. - Öyle mi?
Romalılar gitti ama.
- Çünkü... Birinin daha iyi bir fikri
vardı.
Hitler'in bir fikri var. "Tek
Tanrı var ve o da benim." Burada Hitler Tanrı mı değil mi?
Biz
hala buradayız. Bu gece için buradayız. Sen Tanrı'yı inkâr ettin. Bu sana ne
kazandırdı?
Ne?
Burada Tanrı'yı inkâr edenler de var. Din
değiştirdiler. Başkasının eşini çaldılar, Tevrat'a sırt çevirdiler.
Affedersiniz, o benden söz ediyor. Burada ölümle burun burunayız ve onun yegâne
derdi benim evliliğim. Sana ne sağladı?
Şimdi benden farkın ne oldu?
Ne
kazandın?
Lütfen. Lütfen, bir amacı var. Bu çocuklar,
oğlum gibi, bu adam gibi eğitimli insanlar. Bizim göremediğimiz gerçeği
gördüklerini söylüyorlar. Ama işte buradalar. Hepsi aynı. Ölümle yüzleşiyorlar.
Ricard'a bakın. Dışarıda pek çok dostu olan zengin bir adamdı. Ama burada
korkuyor. - Ve hala öleceğine inanamıyor.
- Çünkü ben ölmeyeceğim. Sen öleceksin seni
dindar ahmak!
- O da seçilenlerden.
- Kimse beni seçmedi
kahrolası! Sen de benim gibi sola gönderildin. Ve şimdi korkuyorsun. Çalıyor,
aldatıyor ve bizden çok ekmeği olması onu mutlu edecek sanıyor. Sen de dua
etmenin hayatımızı kurtaracağını sanıyorsun. 4000 yıldır o aptal takkeleri
takıyoruz ve yine de ölümle burun burunayız! Bir eşekarısı var. Tam adı
lknoymanide. Tırtılların içine yumurtalarını bırakır. Yumurta çatlar ve arının
larvası tırtılı içten yemeye başlar. Oradan çıkmak için bunu yaparlar. Ne tür
bir Tanrı böyle bir şeyi tasarlar ki?
Fakat... Affedersiniz... Benim büyükbabam
incir ağaçları yetiştirirdi.
Bir arı var. Eminim biliyorsunuzdur.
Bu arılar yumurtalarını çiçeklere bırakırlar. Ve arılar uçacak duruma
geldiklerinde polenleri de toplarlar. Başka bir arıyla ya da rüzgârla filan
ilgilenmezler. Sadece durup polenleri toplarlar. Onları görebilirsiniz. Ve
sonra polenleri diğer ağaçlara götürürler. Kendilerine yararı yoktur. Onu yiyemezler
bile. Sadece yaparlar. Güzel bir düzendir.
- Kesinlikle Tanrı...
- Söyler misin... Şu arı bunu tüm
incir ağaçları için mi yapıyor yoksa Yahudi olanlar için mi?
Benle alay ettiniz. Seninle alay etmiyorum.
Sadece bir şeylere bebek gibi bakmayı bırakın diyorum.
Erkek olun. Mantıklı erkekler. Mantığınızı
kullanın. Bize mantıktan söz ediyorsunuz. Mantık nedir?
Paris'teki üniversitenizden alındığında Yahudi
gibi görünmüyordunuz konuşmuyordunuz, hatta düşünmüyordunuz bile. Ve bizimle
buraya tıkıldınız.
Mantık bunun neresinde?
Çılgınlığın hüküm sürdüğü bir dünyada mantık
ne işe yarayabilir?
Karar hâkimlerin oylarına bırakılacaktır. Özür
dilerim, bilgili hâkimler... Oğullarım hakkında yanılıyor muydunuz?
Her
şeye rağmen hiçbir umut yok mu?
Hayır. Buna alışmalısın. Geliyorlar mı?
Hayır, öylece geçiyorlar!
Hâkimler karar verecek.
Ben Yahudi değilim. Babamı hiç
tanımadım. Bir Yahudi olduğunu bilmiyordum. Ben bir bebekken ölmüş. Annem ise
iyi bir Alman'dı. Tekrar evine geri döndü ve kızlık soyadını aldı. Her şey
unutulmaya yüz tuttu. Okulda iyi bir çocuktum. Ve iyi bir baba oldum.
Evlatlarım Hitler gençlerine katıldılar. Bir yıl önce Gestapo benim için geldi.
Soyumu ilk o zaman öğrendim. Sıradan bir Alman'ım sanıyordum. Bir Alman'dım.
Yahudilerden nefret eden bir Alman. Dininize dair bir şey bilmem. Burada
öğrendim. Buraya gelmeden önce Tevrat kelimesini hiç duymadım. Ama ben tek
değilim, bunu anlamak zorundasınız. Yahudilerin pis, düzenbaz ve aykırı
olduklarını öğrenerek büyüdüm. Ve buraya gelişimde inandığım her şeyin
doğru olduğunu gördüm. Bu yerde kaos var. Pis ve düzensiz. Yahudiler yüzünden
olduğunu sanıyordum. Pislikten başka ne olabilir ki?
5000 insan için sadece bir tuvalet bloğu var.
Mesele de bu. Bunun hata olduğunu mu sandın?
Sence Alman mühendisler birkaç boruyu hata
sonucu mu atladı?
Hayır. Bunun yolu yok, buradaki hiçbir şey
tesadüfî değil. Pislik sistemin bir parçası. Tıpkı çitler ve projektörler diğer
şeyler gibi. Birer amaçları var. Bu insanlığınızı ve onurunuzu yok etmek için.
Bizim insanlık ve onurumuzu. Sürecin bir parçası. Sıradan Almanlara bizi
öldürecek dürtüyü sağlamak için sıradan Almanların düşündükleri gibi olduğumuzu
göstermek zorundalar. Pis korkak ve Tanrı'sız. Buraya geldiğinde, sahip
olduklarını alıyorlar ismini alıyorlar saçlarını kesiyor çocuklarını senden
alıyorlar. Karını ve anneni de. Hatta dişlerini bile. Seni
insan yapan her şeyi alıyorlar. Tanrı'nızı da almalarına izin vermeyin. Ne
kadar aptalca ve faydasız görünse de bu anlaşma sizin. Tanrı sizin Tanrı'nız.
Hiç var olmasa bile. Onu koruyun. Elinizden alamayacakları bir şey olsun
burada. Elimizden.
Hâkimlerin sayısı 3'tür. Bu yüzden daima bir karar çıkacaktır.
Karar ya tam birliktelikle ya da oyların çoğunluğu ile ortaya çıkar. Suçlama,
Tanrı'nın Yahudi halkı ile yaptığı anlaşmayı bozması hakkındadır.
Bizi
Mısır'dan çıkaran kimdi?
Sonunda akıllı biri. Bizi Mısır'dan Tanrı
çıkardı. Başka bir soru: En başında bizler neden Mısır'daydık?
O zaman kıtlık vardı. Bizler de sığındık.
Kıtlığı kim yarattı?
Bu konuda pek bilgimiz yok ama... Kıtlığı
Tanrı yarattı. O halde bizi Mısır'a gönderen de Mısır'dan çıkaran da Tanrı'ydı.
Kesinlikle. Ardından bizi Babil'e gönderdi ve orada öğreneceklerimizi bize...
Bizi Mısır'dan çıkarırken bunu nasıl yaptı?
Sözlerle mi, görüntülerle mi?
Mucizeyle mi?
Musa firavuna sordu... Peki firavun hayır
dediğinde?
Veba başladı. Önce Musa, Mısır'lıların suyunu
kana çevirdi. Daha sonra Tanrı, veba taşıyan kurbağalar vebalı sinekler vebalı
böcekler yolladı. Tüm hayvanlarını kaybettiler. Veba giderek yayıldı. Ardından
İsraeli'lerin yaşadıkları yeri Goşen dışında her şeyi ağaçları, evleri yıkan
dolular başladı. Firavun yine de razı gelmedi. Sonra çekirge sürüleri güneşi
bile görülmez kıldılar. Ya sonra?
Tanrı Mısır'ın yeni doğanlarını öldürdü ve bizleri
Mısır'dan çıkardı. Yeni doğanların hepsini katletti. Firavun'un yeni doğan
çocuğundan değirmendeki kölelerin çocuklarına kadar hepsini. Hepsini
katletti. Firavunu katletti mi?
Hayır. Sanmıyorum, çünkü daha sonra... Hayır
diyen firavundu ama Tanrı yaşamasına izin verdi. Onun yerine çocuğunu öldürdü.
Tüm çocukları. Sonra İsraeli'lerin kaçmasını sağladı. Mısırlıların altın, gümüş
ve eşyalarını almamıza izin verdi. Ve sonra onları takip eden askerlerin
hepsini boğdu. Sadece askerlerin izlemelerine engel olacak suyu kapatmakla
uğraşmadı. Takibe başlamalarını bekledi ve sonra da yolu kapattı.
Peki ya sonra?
Sonra çöl. Ve ardından da vaat edilmiş
topraklar. Vaat edilmiş topraklar boş muydu?
Yeni ve işlenmemiş miydi?
Hayır, orada... Aynen yazıldığı gibi Tanrı'n
seni bir toprağa getirdiğinde tıpkı senden öncekiler gibi, eski halkları oradan
göndermelisin. Senden daha kudretli ve daha büyük halklar olabilir. Onları yok
etme pahasına defetmeli hiçbir anlaşmaya muhatap olmamalı ve onlara zerre kadar
merhamet etmemelisin. Bize iyiliğini gösterdi. Bizler onun halkıyız. Ve bize
kral Saul'u verdi.
-Peki
Amalek halkı Saul'un halkı ile savaştığı zaman Tanrı'nın emri neydi?
Öğrencinize sorayım. Amalek'i yok et. Onu
yıkımın lanetine uğrat. Saul'a merhamet göster, birilerini ayır dedi mi?
- Hiç kimseyi ayırma...
- Hiç kimseyi ayırma ve öldür.
Kadınları, erkekleri bebekleri, çocukları, öküz ve koyunları develeri ve
eşekleri öldür. Evet, Saul bunu yapmaya hazırlanırken yolda Kainim'lerle
karşılaşır. Ama bunlar Amalek halkı değildir onlarla bir çekişmesi yoktur
onlara kaçmalarını salık verir. Peki ya Tanrı'mız Saul'un merhametinden,
adaletinden memnun kalmış mıdır?
Hayır, kalmadı. Saul tüm hayvanları
katletmemeye ve kendi halkını doyurmak için kullanmaya karar verdiğinde Tanrı
sağduyusundan ve düşüncesinden memnun oldu mu?
Hayır. Hayır, memnun olmadı. Dedi ki: "Sen
Adonai'nin sözlerini reddettin. O yüzden o da seni kral olarak
reddediyor." Bu yüzden Samuel, Tanrı'yı memnun edebilmek için Kral
Agag'ı öne getirdi ve Gilgal de onu Tanrı'nın önünde parçalara ayırdı. Saul'dan
sonra Batsheba'yı alan Davud geldi. O Hititli Uríah'ı öldürerek karısını
kendisine eş olarak almıştı. Yine Tanrı'nın rızasına karşıydı. Tanrı Davud'u
bunun için yargıladı mı?
Bir bakıma bu... Batsheba'ya saldırdı mı?
- O hikâyenin başka...
- Adonai dedi ki: "Bana
günah işlediğin için, çocuklar ölecek." Önceden çocukları kim cezalandırır diye
sordunuz. Tanrı yapar. Peki çocuklar aniden, acısız, merhametlice mi ölmüştür?
12. Bölümden öğrendiğimiz kadarıyla... 7 gün.
Çocuklar acılar çekerek ölmüşlerdi. Bu arada Davud kendini parçalarcasına
çaresizlik içinde Tanrı huzuruna çıkarak ne kadar pişman olduğunu anlatır.
Tanrı dinlemiş midir?
Çocuklar ölür. O çocuklar Tanrı'yı adil
bulurlar mı?
Amalek'ler Adonai'nin adil olduğunu
düşünmüşler midir?
Mısır'daki anneler, o anneler Adonai'nin adil
olduğunu düşünmüşler mi?
Fakat Adonai bizim Tanrı'mız, o kesinlikle...
Mısır'lıları yaratan Tanrı değil miydi?
Onların nehirlerini de ekinlerini de yaratan o
değil miydi?
O değilse kim yaptı?
Ne?
Başka bir Tanrı mı?
Cezalandırılmak için ne yaptılar peki?
Aç kalmak, korkmak katledilmek için?
Amalek halkı, Mısır halkı Adonai onlara sırt
çevirdiğinde ne hissetmiş olabilirler?
İşte böyle. Bugün bir ayrım yapıldı, değil mi?
Davud Moabat'ları yendiğinde ne yapmıştı?
Onları sıralar halinde yere yatırdı. Ve bir
sıranın yaşamasına, ikisinin ölmesine karar verdi. Bizler birer Moabat olduk.
Amalekler için gerçek neydi öğreniyoruz. Onlar Adonai'nin elinden soykırıma
uğradılar. Onun amacı için öldüler. Tıpkı bizim gibi çöktüler. Tıpkı bizler
gibi onlar da korkuyordu. Peki ne öğrendiler?
Öğrendikleri Adonai, yani ulu Tanrı'mız bizim
Tanrı'mızın iyi olmadığını. Hiç de iyi olmadığını. Asla da iyi olmamıştı.
Sadece bizim tarafımızdaydı. Tanrı iyi değildir.
Başlangıçta insanı yarattığına pişman
olup tufanı yarattığında nedendi bu?
Yok edilmeyi hak edecek ne yapmış olabilirler?
Tümden bir katliama
uğramak için ne yapmış olabilirler?
Bu kadar kötü ne yapmış olabilirler?
Tanrı iyi değil. İbrahim'den oğlunu kurban
etmesini istediğinde İbrahim'in hayır demesi gerekirdi! Tanrı'ya adaletin
sadece bizim yüreklerimizde olduğunu öğretmeliydik. Onu öylece ortada
bırakmalıydık. O iyi değil, o sadece güçlü ve sadece bizim yanımızdaydı. Buraya
getirilirken çoğumuz trenle getirildik. Bir asker beni tokatladı. Kemerlerinde
yazılı olan şu: "Gott mit uns" "Tanrı bizimle." Hangimiz
olmadığını söyleyebiliriz burada?
Belki de öyle. Bunun başka açıklaması var mı?
Burada gördüğümüz nedir?
Onun gücü
onun haşmeti, büyüklüğü. Tüm bunlar var ama bize karşı artık. O hala Tanrı ama
bizim Tanrı'mız değil. Artık bir düşmana dönüştü. İşte anlaşmaya olan da bu. O
başka biriyle yeni bir anlaşma yaptı. Şimdi de gaz odalarına giriyoruz. Yani,
onu suçlu buldular. Tanrı'yı suçlu buldular, evet. Anlaşma ihlal edilmişti.
Bizimle olan anlaşmasını o bozmuştu. Her gün burada 6.000 kişi
öldürülüyordu.
Dikkat!
39024. 38483. 38497. 38511. 38532. Beni çağıracağını sanıyordum, oğlumu
çağırdı. - Şanslısın. - Lütfen. Ben hazırım. O ise değil. Lütfen, bunu benim
için yap. Beni gönder. Onu değil! 38562. 38052. 38511. Hayır, bana bir bak, ben
olamam. Ben gencim. İşe yarayabilirim. Onlarla birlikte beni nasıl alabilirler?
Mantıklı değil bu. - Mantık benim işim değil.
- O zaman kimin işi?
Bence kartı yanlış okudunuz, lütfen kartlara
bakın. Bakın şu kartlara. Sen. Ne olacak?
Şimdi ne yapacağız?
Artık
Tanrı suçlu, şimdi ne yapacağız?
Şimdi dua edeceğiz.
Var olandan önce ve var olandan
sonra sen yüce Tanrı'mızsın. Bizi topraktan var ettin, âdemin oğullarına
bağışladın. Senin için 1000 yıl dün gibidir. Koğuştaki en iyi yer değil ama
pislikten uzakta. Sonsuzluktan sonsuzluğa, dualarımız seninle. Büyüyen ekinde,
doğan güneşte bana gelişini görürüm. Varlığından olanlar büyür ve daima yeşerir.
Bir kavminin 70 yılı, arşa değen
ekinler biz kullarının azığı, katığı şifa dağıttığın ihtiyarlar kullarına kucak
açan ermişler, evlat doğuran analar sana sığınır, senin adınla yola çıkar ve
yine senin merhametinde can veririz. Topraktan geldik, toprağa gideceğiz. Senin
öfken ve gazabından kim kurtulabilir?
Kimin kudreti yeter boyunduruğundan
çıkmaya?
Gazabınla yerle bir eder, ihsanınla
tohumları yeşertirsin. Sabahınla gün doğar, yeşerir büyür tüm canlılar. O
nedenledir ki önünde eğilir, sana iman ederiz. Felaketinden korkar, yine
merhametine sığınırız.
Peki duaları kabul oldu mu?
Biz hala buradayız.
Elis Simson/ 20 Şubat 2013
Geçtiğimiz kasım ayında dünyaca ünlü bir yoga eğitmeni
olan Seane Corn’dan iki günlük bir eğitim alma şansım oldu.
“Off the mat and into the world”
(“Minderden in ve dünyaya dal” diye çevirebiliriz) adlı aktivist organizasyonun
kurucusu olan bu harika kadın eğitim sırasında bize bir hikâye anlattı.
Afrika’da mültecilerle çalışmaya gittiği bir
seyahatinde, yokluğun ve açlığın ta kendisiyle karşılaşmış. Küçük yaşta hamile
kalan kızlar, Batılı ailelere satılan çocuklar, AIDS, kendilerini satmaya hazır
genç kadınlar ve kendilerini satmaktan bitap olmuş bedenler, çöple, pislikle,
hastalıkla iç içe hayatlar, açlığa, susuzluğa ve yokluğa teslim olmuş ruhlar
görmüş… Bu hayat mı gerçekten, bu nasıl bir adalet diye sorgulamaya
başlamış. İnsanlara destek olmak için orada
olduğunu unutup sıkışan nefesine, kararan kalbine ve onu aniden terk eden umutlarına
odaklanmış… Utanmış, gitmek istemiş. İnsanlarla göz göze gelmekten kaçınarak
hızlıca yürürken, küçük bir kız çocuğu elini tutmuş ve onun hızına yetişmeye
çalışarak onunla beraber yürümüş bir süre. Bir an bakışları buluşmuş, kız
çocuğu hafifçe gülümsemiş ve arkasına bakmadan uzaklaşmış.
“Ve o
çöplükte, yaşamın sıfır noktasında bile Tanrı oradaydı. Ben nasıl bakacağımı
unutmuştum sadece. O kız çocuğunun gülümsemesi Tanrı’nın kendisini
hatırlatışıydı” diyerek
bitirmişti Seane Corn hikâyesini.
Burada nasıl bir Tanrı’yı kastettiği pek de önemli
değil aslında, neye inanıyorsanız inanın, bu hikâyenin hepimize verdiği mesaj
aynı aslında… İnanç çok kırılgan bir şey, bazen kaybedersiniz ve bulamazsınız.
Bazen, bakmayı hatırladığınızda kolayca geri gelir. Bazen de zorlu bir arayışa
çıkmak zorunda kalırsınız, hiç geri gelmeyecek bir şeyi arar gibi sanki…
Hayatın adaletsizliği
karşısında hepimiz isyan etmişizdir. Suçlayacak birini, bir şeyi aramışızdır,
telafi için yalvarmışızdır. Ve bize cevap veren sessizlik olmuştur.
Bu sessizlik anlarında
bile inancını yitirmemek nasıl bir şeydir peki?
Zor zamanlarda, büyük
felâketlerde, tarifsiz acılarda Tanrı nerde diye sormak ikiyüzlü bir kolaycılık
değil de nedir?
Asıl inanç Tanrı’yı bu zor zamanlarda da olduğu gibi
kabul edip ona inanmaya devam etmektir belki de?
İbrahim ve Eyüp’ün inançları gibi… Başlarına gelen
onca felâkete rağmen inançlarını yitirmemek; tüm kederlerine rağmen
inanabilmek…
Holokost, Yahudi teolojisini ‘bundan
sonra nasıl bir Tanrı’ya inanmalı veya Tanrı’ya nasıl inanmalı?’ sorularıyla sarsmıştır, hiç
şüphesiz. Bu soruyla doğrudan hesaplaşan birçok düşünür ve teolog olmasına
rağmen ben bu yazıda Martin Buber’den bahsetmek istiyorum.
1878’de Viyana’da doğan Yahudi düşünür, 1938’de
Avrupa’yı terk edip bugünkü İsrail topraklarına yerleşerek Holokost dehşetinden
sağ kurtulmayı başarmıştır. Kimilerine göre Buber, bu tarihten sonra yazdığı
her şeyde bu olayla yüzleşmeye çalışmıştır, kimilerine göre ise Buber’in asıl
meselesi, Holokost’a yol açan daha büyük bir sorunla, modern çağdan beri
süregelen ama 20. yüzyılda zirveye ulaşan inanç krizi iledir.
Buber’in en önemli eserlerinden biri Ben ve Sen
(Ich und Du) adlı kitabıdır.
Bu ben-sen ilişkisi
Buber’e göre üç çeşittir:
- İnsanlar arasındaki ben-sen
ilişkisi,
- İnsan ile şey arasındaki
ilişkisi
- Her ilişkinin temelinde yatan
insan ile tanrı arasındaki ben-ebedi sen ilişkisi.
Buber insanın özünü oluşturan şeyin, diyaloga dayanan
ilişkiye açıklığı olduğunu söyler. İnsan ilişkisel bir varlıktır, her daim
ilişki kurmaya, diyaloga girmeye açıktır, hep bir ilişkiler ağı içindedir.
İnsanlar arasındaki bu ebedi ilişkinin temel modeli insanın Tanrı’yla kurduğu
ben-sen ilişkisidir. Şöyle der Buber:
‘Her Sen
dediğimizde aslında Ebedi Sen’e de hitap etmiş oluruz.’ İnsanlar
arasındaki ben-sen ilişkisi, ebedi sen’le olan ilişkisinden doğar ve
nihayetinde ona varır, onda toplanır. İnsan, Tanrı’yla bir dostuyla konuşur
gibi konuşur, insan Tanrı’yla diyalog kurmaya açık bir varlıktır. Tanrı’nın bu
diyalogdaki yanıtı ise tüm evrendir; Tanrı konuşur ve tüm evren konuşur. Bu
durumda ‘sen’ hem tek tek insanları, hem de kocaman bir dünyayı ifade eder. Ve
ben, her ‘sen’ deyişimde bu dünyanın bir parçası haline gelirim. Dolayısıyla
diyalog varlığımın devamıdır; ilişkiler ağının ve insanlığın temel koşuludur.
Bu diyalog ise, her ‘sen’de ‘ebedi sen’i bulduğum bir diyalogdur.
Buber 1951’de Tanrı Tutulmasıadlı bir
kitap yazar. Bu ifadeyi Holokost’tan önce de kullanmıştır aslında ama
1950’lerden sonra bu konuya daha çok eğilir. Bu ifadeyi 20. yüzyılda yaşanan
inanç krizini tartışmak için kullanır. ‘Dünyanın içinden geçmekte olduğu tarihsel çağ, tanrı tutulması
çağıdır’ der ve bunu
Kopernik Devrimi ile başlayan bir sürece, yaratan ile yaratıcının yer
değiştirmesi sürecine bağlar. Yaratıcı aşkınlığını yitirmiş, içkinliğe
hapsedilmiştir. Ebedi-sen’le diyalog kurma şekli bir ‘şey’ ile ilişki kurma
şeklini almıştır. Ebedi-sen bilinemezliğini, kavranamazlığını, dolayımsızlığını
kaybetmiş; bilinebilir, kuramsallaştırılabilir, akılcılaştırılabilir bir şey
haline gelmiştir. Aslında bu çok da yeni bir tespit değildir, felsefe tarihinde
birçok farklı şekilde adlandırılır bu teşhis: dünyanın büyüsünün bozulması,
akılcılaşma, şeyleşme, araçsallaşma, yabancılaşma, aşkın Öteki’nin bastırılması
gibi… Modern çağ, Tanrı’yı insan tarafında yeniden yaratmıştır.
Tanrı’nın sadece bir fikir olduğunu, varolup olmadığının bilinemeyeceğini öne
süren Kant’tan, insanın yarattığı tek tanrılı kültürün yaratıcı enerjiyi
baskıladığını ve bu Tanrı’yı öldürmek gerektiğini söyleyen Nietzsche’ye kadar
tüm modern çağ, Tanrı’yı insanlaştırmaya, rasyonalize etmeye, dolayımlamaya
çalışmıştır; oysa Buber’e göre Tanrı yaşayan bir varlıktır ve onun yaşama şekli
bizim kavrayışımızın çok ötesinde olmasına rağmen Tanrı, insanın diyalog
kuracağı bir ‘sen’dir.
Peki, Buber’e göre Tanrı, insanın ebedi diyalog içinde bulunduğu bir
varlıksa, Tanrı’nın Holokost sırasındaki sessizliği ve eylemsizliği nasıl
açıklanabilir?
İşte bu aşamada Buber’in kullandığı ‘Tanrı
tutulması’ metaforu devreye giriyor: Bildiğimiz gibi, güneş tutulmasında
güneşe bir şey olmaz; güneşte bir şey gerçekleşmez. Tutulma dediğimiz şey dünya
ile güneş arasında gerçekleşir. Aralarındaki ilişki kesintiye uğrar ve güneşin
ışığı dünyaya ulaşamaz. Tanrı tutulmasında da aslında Tanrı olduğu yerde
durur, bir yere kaybolmamıştır; araya başka bir şey girmiş ve bizim onu
görmemizi geçici olarak engellemiştir. Yani tutulma ben ve ebedi sen
arasındaki diyalogda gerçekleşmiştir. TANRI VARLIĞINI ÇEKMEMİŞTİR, SADECE ÖYLE GÖRÜNMEKTEDİR; ÇÜNKÜ
TANRI’YLA DİYALOGA YANAŞMAYAN BİR ÇAĞDA TANRI’NIN CEVABI, SESSİZLİK, YOKLUK,
VARLIĞINI ÇEKİP ALMASI VE SAKLANMASI ŞEKLİNDE TEZAHÜR EDER. Tanrı’nın
yaşayan bir varlık olduğuna inanan bir kişi için, Tanrı’nın kendini gizlemesine
ve sessizliğine tanık olmak ne büyük kederdir…
Buber’in ‘Holokost’tan sonra Tanrı’ya nasıl
inanacağız?’ sorusunu doğrudan ve açıkça ele aldığı iki metin vardır.
Bunların ikisi de 1950 yılında kaleme alınmıştır. İlki
“Cennet ve Dünya Arasındaki Diyalog”dur; diğeri ise
Buber’in Ernsz Szilagyi adlı genç Macar meslektaşına cevaben yazdığı bir
mektuptur. Bu mektupta Buber tüm samimiyetiyle Tanrı’yı, sevdiğimiz ve
güvendiğimiz bir dosta benzetir. Fakat sonradan işaretleri takip etmeye
başladığımızda, tüm bu işaretlerle bizi aslında yanlış yönlendirdiğini ve
kandırdığını fark ettiğimiz kötü yürekli bir kişiye dönüşmüştür. Peki, şimdi
neye inanmalıyız diye sorar Buber; işaretlere mi, kalbimize mi? Buber ısrarla
şunu söyler:
Tanrı
yaşayan bir varlıktır, bizim yaratımız değildir. İnsan aklının oluşturduğu bir fikir,
bir tasavvur veya toplumsal hayatı düzenlemek için geliştirdiği etik bir ideal
değildir. Buber’e göre
İbrahim ve Eyüp bunun farkındaydı; bu yüzden de Tanrı’yı olduğu gibi kabul
etmişlerdi (Zaten Tanrı da Exodus 3:14’te ‘Ben benim’ demez mi?), başlarına
gelen felaketlere rağmen (ki zaten bunların kaynağı da Tanrı’dır) Tanrı’ya olan
inançlarını kaybetmemişlerdi. Eğer Tanrı’nın sadece insan yapımı bir fikir veya
etik bir ideal olduğunu düşünselerdi, inanmak çok daha ‘kolay’ olurdu. İbrahim
ve Eyüp çok kederliydi; çünkü Tanrı, etik ideallerle çelişir gibi
görünmekteydi. İyi bir Tanrı değil gibiydi. Bu Tanrı’ya inanmak zaten başlı
başına zordu. Tanrı ne İbrahim’e ne de Eyüp’e bir şey söyledi; yaptıklarının
ardındaki mantığı anlatmadı, adaletinden bahsetmedi, sadece oradaydı ve
konuştu. Bu ise, İbrahim için de Eyüp için de yeterliydi. BUBER’E
GÖRE TANRI ARTIK YALNIZCA KENDİNİ-GÖSTEREN BİR TANRI DEĞİLDİ, AYNI ZAMANDA
KENDİNİ-GİZLEYEN DE BİR TANRI’YDI. Kendini-gizlemesi de kendini-göstermesinin bir biçimiydi:
sessizlik, tepkisizlik, eylemsizlik de bir ifşa türüydü. Tanrı’nın kendisini
ifşa etmesi ve gizlemesi aynı bütüne ait, birbirinden ayrılmaz iki veçheydi. Şöyle der Buber:
“Tanrı, insanların onun vahiylerini, kendisini açtığı şekliyle, kendi ifşa
yöntemleriyle takip etmesini arzular; fakat aynı zamanda kendini gizlediği
zamanlarda da sevilmek ister.”
Tanrı artık gizlenerek gösterecektir kendini, susarak
katılacaktır diyaloga ve eylemsizliğiyle açılacaktır insanoğluna. İşte bu
yüzden de inanç artık kederi de içinde taşıyacaktır.
Buber, Szilagyi’ye yazdığı mektubun sonlarında,
Auschwitz’den sonra Tanrı’yla diyalog şeklinde ilişkiye girmemizin artık mümkün
olup olmadığını sorgulama cesareti bulur. Yanıtı olumludur:
Her tür
rasyonel yetimizi bir kenara bırakıp, kalpteki hisse teslim olmalıyız ve ne
olursa olsun, Tanrı’nın yeniden kendisini göstermesi, sözünü duyurması, bizi
işaretleriyle yönlendirmesi ihtimali için Tanrı’yla iletişim kanallarımızı açık
tutmalı ve onunla diyalog kurmaya çekinmemeliyiz.
Korkarak da olsa, kederli de olsa Tanrı’ya yaklaşmayı,
onunla konuşmayı durdurmamak gerektiğine inanır Buber. Ebedi diyaloga açıklık
ve Ebedi-senle kurulan diyalog insanlığın devamı için gereklidir; ve işte
Holokost’un zora soktuğu da tam budur. Fakat inanmak isteyen için, Tanrı bazen
bir kız çocuğunun o belli belirsiz gülümsemesine de saklanabilir. İşaretleri okumaya açık olan herkes
Tanrı’nın saklandığı yeri hissedebilir belki de… Peki ya O orada mıdır, değil midir?
Bu sorunun önemi var mıdır?
Kaynak:
Holokost: (Yunanca: Holókauston), Nazi
Soykırımı, Yahudi Soykırımı, ya da Ha-Shoa (İbranice: השואה Felaket); Almanya’nın Nazi döneminde
yaklaşık 6 milyon kişinin sistemli bir şekilde öldürüldükleri katliama verilen
isimdir. Yahudiler başta olmak üzere Sinti, Roman, Yenişler ve diğer
“Çingene” denilen insanlar, Nazi aleyhtarı Almanlar, özürlüler, homoseksüeller,
Yehova’nın Şahitleri, savaş tutsakları, Lehler ve diğer Slavlar da bu katliamın
kurbanları olmuşlardır. Birçok
akademisyen ise bu grupları Holokost’a dahil etmeyerek, Holokost’u sadece
Yahudi Soykırımı olarak, Naziler olayları zaman zaman “Yahudi problemine nihaî çözüm” olarak tanımlamışlardır. Tüm
Holokost kurbanları hesaba katılınca, hayatını kaybedenlerin sayısı, bazı
akademisyenlere göre 17 milyon kişiye kadar çıkabilir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar