GOGOL VE BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ
Hazırlayan: CEM TAYLAN
Gogol kendi yurdu dışında hep
Dostoyevski ya da Tolstoy’un arkasından gelir. Hiçbir zaman bu diğerleri kadar
popüler olmamıştır, ancak Rusya’da sorulduğunda akla ilk gelen odur. En büyük
eseri Ölü Canlar tamamlanmamıştır ama buna rağmen en çok okunan klasikler
arasındadır. Bütünlük meselesinin en temel estetik unsurlardan biri olduğu
çağımızda Gogol’ün bu bitmemiş eseri mazur görülür nedense. Belki nüshaları
yakmış olması ve ikinci cildin kurtarılan parçalardan birleştirilmiş olması
esere ve kendine gizem katmaktadır. Gizemlidir Gogol, en gizemli komedi yazarı.
Bu çalışmada onun Bir Delinin
Hatıra Defteri adlı hikâyesi incelenecektir. Bu üç başlıkta işlenecektir. Önce
Gogol’ün yaşamı, dönemi ve tarzı tanıtalacaktır. İkinci bölümde şizofreni ve
deliliğin tarihsel anlamı üstüne konuşulacak ve son bölümde de ilk iki bölümden
elde edilen kanıtlar doğrultusunda Bir Delinin Hatıra Defteri yorumlanmaya
çalışılacaktır. Bu hikaye oyunlaştırılıp onlarca kez sahnelenmiş olduğundan
inceleme daha çok karakter temelli olacaktır.
Mariya İvanovna Gogol-Yanovskiy
iki talihsiz doğumdan sonra 20 Mart 1809’da Nikolay adıyla bir oğlan çocuğu
dünyaya getirdi. Ortodoksların Meryem’i , Dikanka’da mucizeler yaratan
azizlerinin adının, zavallı kardeşlerinin sonundan küçük Nikolay’ı
koruyabileceğine inanan Mariya İvanovna yine de kaderin azizliğine uğramaktan
korkuyordu ki, işi sağlama almak istedi; küçük Nikolay için Vasilyevka’da adına
bir kilise yaptıracaktı, bedeli ne olursa olsun. Nikolay soluk benizli ve
çelimsizdi, bu da annesinin oğlunun üstüne daha çok titremesine neden oluyordu.
Çocuğu muayene etmeleri için eve düzenli doktorlar uğruyordu. Nefes darlığı
çeken, bitkin, durmadan kulakları akan bir oğlan... Annesi üşüdü mü, terledi mi
diye onu günde yüz kez yoklardı. Ufaklığın başının üstüne çıkarılan haçların
sayısı bilinmiyor. Nikolay bu tapınma atmosferinde evin tanrısı olarak büyüdü.
Ta ki 1819 yılına, aile onu küçük kardeşi Ivanla Poltava’daki okula göndermeye
karar verene kadar. Burada Nikolay’a kimsenin aldırdığı yoktu. Zaten sınıf
birincisi de olamadı, hatta kendinden kuşku bile duydu, belki de sanıldığı
kadar yetenekli değildi. Tüm bunların üstüne kardeşi Ivan’ın ölümü onu çok
etkiledi. O kadar zayıf düşmüştü ki aile onu okuldan almaya karar verdi.
Nikolay Vasilyevka’ya dönmekten oldukça mutluydu. Ancak mutlu günler çok
sürmedi, hayatta kalan tek oğullarının birinci sınıf bir eğitim almasını
dileyen aile onu Prens Bezborodko’nun kurduğu yüksek eğitim veren bir ortaokula
göndermeye karar verdi: Nejin Lisesi.
Okul yaşamına alışması uzun
zaman aldı. Okul programı oldukça ağırdı: Rus Dili ve Edebiyatı, Latince,
Yunanca, Almanca, Fransızca, Matematik, Siyasi Politik, Tarih, Coğrafya,
Askerlik Sanatı, Desen ve Dans. Öğrenciler karakter ve köken bakımından çok
farklıydılar. Yüksek aristokrasiye mensup olanlar, orta zümreden olanları
küçümsemekteydi. Onlardan biri Liyubiç-Romanoviç, Gogol’ün bilinen bir
düşmanıydı.
Aristokrat
çocukları olan bizlerin arasında demokrat geçinen Gogol, en çok alaya aldığımız
bir kişiydi. Sabah uykudan uyanınca nadiren el yüz yıkar, lekeli giysiler,
kirli çamaşırlarla dolaşırdı, cepleri hep şeker, baharlı çörek gibi çerezlerle
doluydu. Sınıfta ve derste her dakika onları kemirirdi. (Troyat, 2000, s.19)
Gogol çok kapalı bir insandı.
Kendi hakkındaki soruları ya savsaklar ya da yalanla cevaplandırırdı. O kendini
iç dünyasını gizlediği ölçüde güvende hissederdi. Bu yüzden arkadaşları ona
“esrarlı cüce” adını takmışlardı. Ama o ondaki çevresindekilerle alay etme
yeteneğiyle arkadaşlarına hükmederdi. Kimse bu upuzun, sipsivri burunlu cüce
kadar öğretmen ve öğrencileri gülünç hale düşüremezdi. Gogol’ün bu alay etme
zevki ve etütlere boşverir görüntüsü başına ciddi belalar da açmaktaydı. Ceza
alma konusunda en önde gelenlerden biriydi. Yine dayak yediği bir gün deli
taklidi yaptı.
Bağırdı,
uludu, tepindi. Okul müdürünü çok sarsan bu olaydan sonra artık cezadan söz
edilmedi. Hemen sinirlenebilen Gogol bu haliyle herkesi kandırmıştı. Onun
komediyle başlayan bu ilk tepkisi gerçek bir sinir bozukluğuna dönüşmütü ama,
çok geçmeden o, arkadaşlarına dönerek herkesle alay ettiğini söyleyip
övünebilmişti. Ondaki melankoli her zaman bir gülme ihtiyacına dönüşürdü.
(Troyat, 2000, s.21)
1825 yılında babasını kaybetti.
Bu olaydan sonra Gogol kendini camdan aşağı atmak istemişti. Ama kendini
toparlamayı bildi, annesini de toparlamalı ona sahip çıkmalıydı böylece onun
için babasının yerini alabilirdi.
Merak
etme sevgili anacığım. Bu darbeye bir Hristiyan gücüyle dayandım. Önceleri bu
haber beni yıktı ancak yine de kederimi kimseye belli etmedim; ama yalnız
kalınca umutsuzluğun tüm acımasızlığını yaşadım... Ayrıca yaşamıma son vermeyi
bile istedim.
Ama Tanrı
karşı geldi bana.
(...)
işte
sevgili anneciğim sen babaların en iyisini, en sadık dostunu, gönlünün en
sevgilisini yitirdin... artık mutlu olmasan da sakinsindir sanırım. Ama ben
şimdi, babamın yerini tutabilen duygulu, yumuşak, erdemli bir anneye, bir
dosta, en nazik ve değerli bir insane sahip değil miyim? Evet, siz her zaman
benimdiniz! Talih beni yüzüstü bırakmadı! Ah!
En büyük
endişem sizing çektiğiniz acı! Cesaret! Benim yaptığım gibi yapın, elden
geldiğince azaltın bu acıyı! ve her şeye kadir Tanrı ’ya koşun!
(...)
(Troyat, 2000, s.22 )
Gogol edebiyatla ilgiliydi.
Okulda kendi gibi edebiyat düşkünü küçük bir arkadaş çevresi bile oluşturmuştu.
Biraraya gelip kitap ve dergileri satın alıyorlar, yazdıklarını biribirlerine
okuyor ve en ağır bir şekilde eleştiriyorlardı. Okul tiyatrosunda da rol
almıştı ve komedideki başarısıyla herkesi büyülüyordu. Liseyi bitirdikten sonra
okuldan arkadaşı Danilyevskiy’le birlikte St. Petersburg’un yolunu tutu. Önce
Kokuşkin köprüsüne yakın Gorohovaya Sokağı’nda ucuz bir eve yerleştiler. Daha
sonra arkadaşından ayrıldı ve uşağıyla birlikte Grand Meşçanskaya sokağında daha
şirin bir eve yerleşti. Burası orta halli küçük insanların oturduğu bir yerdi.
Lisede giyim tarzı yüzünden alay konusu olduğundan kiyafetlerine çok önem
veriyordu ama yine de bu kentin insanlarıyla aşık atamıyordu. Memurluk onu
oldukça korkutuyordu. Bir odada kağıtlarla boğuşup, amirlerinden azar yeme
fikri onu ürkütüyordu. Farklı bir yol denemeliydi, o da İtalya adlı bir şiirini
‘Vatan Çocuğu’ dergisine yolladı ve dizelerin imzasız olarak yayınlanmasını
istedi. Dergi sahibi Bulgarin bu isteği kabul etti ve şiir dergide çıktı, ama
basında bu şiir pek kaale alınmadı. Yine de bu olay Gogol’e umut verdi,
cesaretini topladı ve V. Alov takma adıyla romanını yayınlamaya karar verdi.
Hatta sözde yayımcı tarafından yazılmış gibi bir önsöz bile ekledi.
Eğer
yazar bazı önemli durumlarla bu yazıyı yazmaya teşvik edilmeseydi gördüğünüz bu
yazı gün ışığına çıkmayacaktı. Okuyacağınız bu manzume on sekiz yaşındaki bir
gence aittir. Hataları ve yeteneği üzerinde onu yargılamak istemiyoruz, bu işi
aydın okuyuculara bırakıyoruz, yine de şunu işaret ederek, bu ‘ idil ’in bazı
dizeleri yitmiştir diyoruz; oysa bu eksikleri, esere bütünlük verecek ve
kahramanın karakterini daha iyi çizecekti; yine de en azından bir genç yeteneği
bu eserle okuyuculara tanıtmaktan gurur duyuyoruz. (Troyat, 2000, s.49)
7 Mayıs 1829’da sansürden izin
çıktı ve Nikolay Vasilyevic Gogol üzerinde kendi imzası olmasada ilk eserini
ciltli bir halde elinde tutmanın coşkusunu yaşamaktaydı ama mutluluk çok uzun
sürmedi. Bu sefer basın yazdıkları konusunda hiç de sessiz değildi.
M. Alov
sözde bu dizeleri yayınlamak istememiş, bazı önemli durumlar onu buna zorlamış.
‘ Keşke daha önemli durumlar çıksaydı da ona bu dizeleri yayımlamak fırsatını
vermesiydi. ’ diyoruz biz.
(Troyat,
2000, s.50)
Bu olaydan sonra kitabın tüm
ciltlerini topladı ve hepsini yaktı. Para sıkıntısı içindeki Gogol 15 Kasım
1829’da yılda beş yüz ruble maaşla bir memuriyete atandı. 10 Nisan 1830’da
Saray Zaamet kısmı Bakanlığında bir yere terfi ettirildi, 3 Haziran’da asaleti
Kabul edildi, yıllık geliri de yedi yüz elli rubleye yükseltildi. 1830 yılı
aralık ayında Hetman adlı bitmemiş bir tarihi romanından parçalar yayımlandı.
Edebiyat Gazetesi’nde Korkunç İntikam hikayesinden alınma “Efendi” yazısı bir
de “ Çocuklara coğrafya dersi” diye bir makalesi çıkmıştı. Tüm bunlara
rağmen Gogol hala rumuz kullanmakta imzasını atmaya bir türlü cesaret
edememekteydi.
Gogol bir Puşkin hayranıydı.
Petersburg’daki ilk günlerinde cesaretini toplayıp onunla tanışmak için evine
kadar gitmiş ama uşak efendisinin gece hiç uyumadığını söyleyip onu geri
çevirmişti. “Bütün gece çalışmış olmalı” dedi Gogol. Uşak küçümseyerek cevap
Verdi. “Ne münasebet efendim, sabaha kadar arkadaşlarıyla kağıt oynadı.”
Amirlerinden Anton Delvig Gogol’ün ikinci idolü olan şair Jukovskiy’in
dostuydu, Puşkin’i de tanıyordu. Bu genç memurun edebiyata olan ilgisi
karşısında onu Jukovskiy’le tanıştırmaya karar verdi. Şair bu genç yazar
adayını sıcak bir ilgiyle karşıladı. Puşkin’in yakın arkadaşı Pletnev’e onu
tavsiye edeceğine söz verdi. Gogol daha sonra bu olayı hatırladığında bu
tanışmanın kendi için bir dönüm noktası olduğunu yazacaktı. (10 Ocak 1848 tarihli mektup) Pletnev asilzade kızlarının
gittiği bir enstitünün müfettişiydi. Jukovskiy’in ricasıyla Gogol’ün küçük
sınıftaki kızlara tarih dersi vermesi için yüksek makama bir rapor gönderdi.
Gogol 10 Mart 1831’de enstitü’de göreve başladı ve terfi ederek asil müşavir
oldu. Gogol çocuklara biraz tarih ve coğrafya dersleri veriyordu ama zamanının
çoğunu onlara komik Ukrayna Hikayeleri anlatarak geçiriyordu. Eve dönünce de bu
hikayeleri yazmaya devam ediyordu. Pletnev Mayıs sonuna doğru o ara
Petersburg’da olan Puşkin’in şerefine bir davet verdi. Gogol o toplantıda
saygın birçok kişiyi tanıdı ve Puşkin’i. Artık edebiyat dünyasına kabul edilmişti.
‘Çiftlik Geceleri Masalları’nı tamamladığında hemen bir kopyasını Puşkin’e
yolladı. 1831’de ağustos sonuna doğru Puşkin Voyekov’a Gogol’ün yazarlığını
övüyordu. Esere hayran kalmıştı. Eylül ayında kitap basıldı. Bu sefer
eleştiriler methiyelerle doluydu. 1832 Martında Çiftlik Geceleri’nin ikinci
cildi yayınlandı. Gogol artık ünlüydü. Genç Belinskiy Gogol’ü keşfediyordu: ‘
Ne espri! Ne neş’e! ne şiirsellik ve ne denli halk duyguları”(Belinskiy,
edebiyata ilişkin düşünceler)
24
Temmuz 1834’de yardımcı profesör
ünvanıyla Sen-Petersburg Üniversitesi’nde ortaçağ tarihi dersleri okutmaya
başladı. Bu süreç onun için oldukça sıkıntılı geçti. Dersleri sürekli
savsaklıyor ve öğrencilerin alay konusu oluyordu. Bununla birlikte edebiyata
giderek daha fazla zaman ayırmaya başladı. 1834 ocak ayında iki cilt halinde
Arabeskler eserini yayımladı. Aynı yılın mart ayında iki ciltlik bir başka
yapıt ‘Mirgorod’ kitapçıların vitrinindeydi. Arabeskler’in başarısızlığına
morali bozuldu. Petersburg’u bir süreliğine terk etmek niyetindeydi ama bir
konuya ihtiyacı vardı. Kafasındaki ideal romana uygun bir konu. O aralar
Puşkin’in laf arasında söylediği bir konuya kafası takıldı. Bu dolandırıcılık
hikayesi çok hoşuna gitti. Bu ölü köle alışverişi üzerinden devleti aldatma
fikri hem entrikalarla dolu bir yolculuğu hem de mistik bir gizemi içinde
barındırıyordu. Başlığı bile hazırdı: ‘Ölü Canlar’. Ama bu hemencecik
yazılabilecek bir şey değildi, ayrıca Gogol bir komedi yazmak istiyordu. 23
Ekim 183 5’de Puşkin’le bir kez daha buluştular. Ozan bu sefer oldukça
sıkıntılıydı. Karısını kıskanmakta ve saray balolarına katılmaktan bıkmış bir
haldeydi. Ama Gogol Puşkin’le bu konulara hiç girmezdi, sadece edebiyat üzerine
sohbet ederdi. Sonunda cesaretini topladı ve ondan bir komedi konusu istedi. Ozan
cep defterinden birkaç satır okudu: ‘Krispin bir fuar için bir başkente gelir,kendini vali sanırlar
zaten vali budalanın biridir. Valinin karısı ona süslenip püslenecektir, oysa
Krispin valinin kızıyla nişanlanacaktır.’(Troyat, 2000, s. 137) Gogol sonunda
aradığı komedinin konusunu bulmuştu. Heyacanla koşuşturarak oradan ayrıldı.
Daha sonra Puşkin bu olayla ilgili şöyle diyecektir: ‘Bu küçük Ukraynalı’dan
korkulur. Beni öyle ustalıkla soydu ki, onu kovamadım.’(Annenkov Edebiyat
Hatıraları) Gogol 4 Aralık 1835’de komediyi tamamladı. 18 Ocak’ta Jukovskiy’in
evinde aralarında Puşkin’in de bulunduğu bir dost toplantısında eseri okur.
Herkesi gülmekten kırıp geçirdi.
Sansür kurulunun onayından
sonra hemen oyuncularla provalara başlandı. Ama asıl zor süreç oyuncularlaydı,
çoğu oyunu düzeysiz buldu ve inanmadı. Hepsi aşırı yapmacıklığa kaçıyordu;
kendilerini gösterme derdindeydiler. Provalar ilerledikçe Gogol daha da
paniklemeye başlamıştı. 19 Nisan 1836’da ilk temsil verilecektir ve ortalıkta
çarın da geleceği dedikoduları yayılır. Sahiden de imparator locasına girer,
tüm Petersburg sosyetesi oradadır. Gogol mide krampları içinde müfettişi
sahneye koymaktan pişman bir halde temsili beklemektedir. Perde açılır,
oyuncular sahneye girer ve yazarın tüm öğütlerini unutmuş gibi yapmacıklığa
bürünürler. Salondaki etki daha da korkurucuydu. Ucuz yerlerdekiler çok
eğleniyorlardı, parterler ve localar ise sessizliğe bürünmüştü. Sahnede taşra
memurlarıyla dalga geçilirken kendilerini hakarete uğramış hissediyorlar ama dönüp
imparatorun kahkaha ve alkışlarını gördükçe bir şey diyemiyorlardı. Zaten
oyunda sansür kurulundan imparatorun arzusuyla geçmişti, çünkü o Puşkin’in
güzel karısını asla kıramazdı. Oyun bitti selama çıkıldı, oyuncular yazarı
sahneye çağırdılar ama o çoktan kaçıp gitmişti. Herşeyin unutulmasını ve oyunun
hiç seyirci bulamamasını diliyordu ama günler geçtikçe biletler kapış kapış
satılıyor her yerde ‘Müfettiş’ tartışılıyordu. Tutucular onu düzeni yıkmakla
suçlarken, liberaller Çar rejiminin anlamsız yasalarını korkusuzca gözler önüne
serdiği için onu övüyorlardı. Oysa Gogol ne yönetimi eleştirmek ne de Rus
Seçkinleri’ni küçük düşürmek istemişti. Politik bir amacı yoktu. Sadece ahlaki
yozlaşmaya dikkat çekmek istemişti. Onun asıl niyeti insanları güldürmekti. Ama
yapmaya çalıştığı hiçbir şey anlaşılmamıştı ve tahmin edebileceğinden de çok
düşman kazanmıştı. Tek çare kaçmaktı: Petersburg’u terk etmek.
Arkadaşı Danilevskiy’le
Hamburg’a geldi. Oradan Bremen’e uğrar kısa molalarla Frankfurt’tan
Baden-Baden’e geçtiler. Burada üç haftadan fazla kaldı, ama yine yer değiştirme
hastalığına tutularak İsviçre’ye gittiler. Bern, Bale, Lozan onu pek
etkilemedi. Cenevre’de ise bir süre konakladı. Burada biraz Fransızca bilgisini
bile genişletti. Ekim ayı geldiğinde İsviçre bir hayli soğumuştu. Monoton geçen
günler içinde tekrar edebiyatla uğraşmaya başladı. Artık kafasında tek bir
düşünce vardı: Ölü Canlar’ı yazmak. Danilyevski ise Paris’teydi ve arkadaşını
oraya davet ediyordu. Paris’te Gogol’ü en çok etkileyen Fransız mutfağıydı.
Yemeye çok düşkündü. Ama sağlığı elverişli değildi, aşırı yemekler midesini
bozuyordu. Ağrılarını kafasında daha da büyütüyordu. Doktorlara başvuruyor
ağrılarını dindirecek türlü haplar kullanıyor, biraz iyileşme belirtisi
gösterince de lokantalara koşuyordu. Fransa’da çalkantılı günler yaşanıyordu.
Monarşi çatırdamakta, her yerde Cumhuriyet lafları edilmekteydi. Bu sesler
Gogol’ü çıldırtmaktaydı. Gogol her gün Latin mahallesine gidip orada
Fransızcasını ilerletiyor ama aklındaki İtalya seyehatini düşünerek bir yandan
İtalyanca da öğreniyordu. Birden korkunç bir haberle sarsıldı. Puşkin düelloda
öldürülmüştü. Karısının namusunu temizlemek için dövüşmeye gittiği söylentisi
yayılıyordu. Ama bunlar Gogol’ü ilgilendirmiyordu. Artık Puşkinsiz bir dünyadaydı.
Danilyevskiy’e şöyle demişti: ‘Bilirsin annemi ne çok severim, ama kaybetseydim
şimdikinden fazla üzülmeyecektim.’
Fransa’yı terk etme zamanı
gelmişti. İtalya’ya gidecek, orada konusunu Puşkin’den aldığı eseri
tamamlayacaktı. Bunu Puşkin için yapmalıydı.
“
Başlamış olduğum o büyük esere devam etmeliyim... Puşkin’e karşı yemin etmiştim
zaten fikir de ona aitti. Bu eser benim için kutsal bir vasiyettir.. .”(18-6
nisan 1837/mektup)
Gogol Roma’ya hayran kaldı. Bu
şehir onu her şeyiyle etkiliyordu. Tarihi kalıntılarda geziniyor, Raphael
tablolarına dalarak kendinden geçiyordu. Burada Pagan ve Hristiyan çağları
arasında bir harabe köprüde zaman durmuştu. Batık bir medeniyetten kalma bir
ölümsüz bir Tanrı gibi yaşadığı çağın üstüne yükseliyor, her şeyden önemlisi
kendini yaşadığı çağdan soyutlayabiliyordu. Burada şimdiyi çalkalayan devrim
düşüncesinden kaçabileceği bir girdap bulmuş ve kendini iki büyük dünya
idealinin mutlak bir monarşi ile kutsal dinin büyük buluşmasının gerçekleştiği
o mutlu çağda duyumsuyabiliyordu. Bu görkem gözünü öylesine boyamıştıki
İtalya’nın Avusturya egemenliğine karşı isyanının farkında bile değildi.
Liberalizm tartışmalarının, devlete karşı isyan fikirlerinin burada sadece dar
bir entellektüel çevre arasında kaldığını zannediyordu. O burada bu donmuş
çağda büyük idealini Büyük Rusya’yı, kutsal monarşiyi görüyordu. Roma, büyük
ideal, Augustinus’un Tanrı Sitesi, ölüydü ama bu ölüm onun ruhunu özgür
bırakmış, zamanın akıntısının yüzeyine çıkarıp onu ölümsüz kılmış, yeniden
doğmak için bekliyordu. Ölü Canlar ancak burada bu medeniyetin küllerinin
arasından canlanabilir ve Rusya’ya büyüklüğünü gösterebilirdi. Ancak o zaman
Rusya Avrupa’daki bu ilerleme hastalığından kurtarabilirdi kendini. Gogol
çocukluğundaki o narsist duyguyu duyumsuyordu. Evin Küçük Tanrısı, şimdi yoldan
çıkma tehlikesiyle yüz yüze olan Rusya’nın yolunu bulmasına katkıda bulanacak
bir azizdi. Yapması gereken tek şey kutsal görevini yerine getirmekti. ‘Ölü
canlar’ı tamamlamalı, kelimeler sayfaları tutuşturmalı, ve o ellerinde
alevlenecek bu meşaleyle Rusya’ya, yurduna dönmeliydi.
17 Eylül 1839’da elinde ‘Ölü
Canlar’ın nüshalarıyla Rusya’ya doğru yola çıktı, ama eser henüz
tamamlanmamıştı. Kısa bir sure Moskova’da kaldı. Orada Aksakov’ların evinde
kaldı. Orada bir toplantıda Ölü Canlar eserinden bir bölüm okudu. Herkes o
kadar etkilenmişti ki! Puşkin’den boşalan yeri dolduracak bir büyük yazarın son
yapıtından küçük bir bölümü ilk dinleyen ayrıcalıklı bir topluluğun üyeleri
olarak gurur doluydular. Aksakov odada bir aşağı bir yukarı yürümekte, arada
Gogol’ün önünde durup onun elini sıkarak topluluğa döndükten sonra, ,deha,
deha’ diyerek Gogol’ü işaret etmekteydi. Oradan Petersburg’a geçerek annesi ve
kız kardeşleriyle buluştu. Uzun süredir biribirlerini görmüyorlardı. Paskalya’yı
birlikte geçirdikten sonra 27 Nisan’da ailesini yolcu etti. 18 Mayıs 1840’a
kadar Rusya’da kaldı. Artık dostları arasında el üstünde tutuluyor ve ona
inanıyorlardı ki Gogol artık gönül rahatlığıyla onlardan para dilenebilirdi.
Zaten doğrusu da buydu. O kendini Rusya’ya adamıştı ya da tüm Rusya ona
borçluydu. Gerçi uzun süredir bir çoğundan para istemiş ,Ölü Canlar’ı
tamamladığında satıştan gelecek gelirle borçlarını kapatmayı vaadetmişti. Ama
şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Önce kitabı bitirmeliydi, bunun için
de geri İtalya’ya döndü.
Ölü Canlar’ı tamamlayıp
Rusya’ya döndüğünde bir hayli borç içindeydi. Ona yardımda bulunmuş tüm
dostları ondan şimdi bu yardımların karşılığını beklemekteydiler. Herkes eserin
parçalarının bir kısmının kendi dergilerinde yayımlanmasını istiyordu. Ama bu
fikir Gogol’ü çıldırtmaktaydı. Böylesine büyük bir eser ancak bir bütün halinde
ciltli bir kitap halinde halka sunulmalıydı. Bu istekleri kendine saygısızlık
olarak görüyordu. O zaman da başka isteklerle kapısını çalıyorlar, kendi
dergileri için makale ya da hikaye yazmasını istiyorlardı. Üstelik her biri
farklı dünya görüşlerine inandıklarından birbirleriyle olan rekabetleri
hasımlık derecesine varmıştı. Hepsi de Gogol’ü kendi yanlarına çekmek
niyetindeydi. Gogol ise bu fikirlerin hiçbiriyle ilgilenmiyordu. Para için
dergiye yazı yazma fikri ona hakaret gibi geliyordu. Bu sanata bir ihanetti.
Aslında hepsine umut dağıtıp onları kullanıyordu. Dolayısıyla giderek
ilişkileri bozulmaya başlamıştı. Bunun yanında bir de kitabın basımı için
sansürcüleri ikna etmek gerekiyordu. Hatta önce kitabın yayımlanmasına müsaade
çıkmadı. Gogol tüm bunlarla mücadele ederken kitabın borçlarını kapatamama
ihtimalinden ürküyordu. Sonunda 1842 yılında Moskova Haberleri dergisindeki bir
ilan kitabın on ruble elli kapiğe satışa sunulduğunu haber veriyordu. 5 Haziran
1842’de Gogol çoktan bavullarını toplamışti bile. Eserinin ikinci cildini
yazmak üzere Rusya’yı yine terk ediyordu.
Bundan sonra Gogol’ün
çevresiyle ilişkileri daha da bozuldu. Durmadan masraflarını karşılıyabilmek
için borç istiyordu. Sağlığı da daha kötüye gidiyordu. Sinirleri günden güne
bozuluyordu. Sıcak su banyoları fayda etmiyordu. Hepsinden önemlisi eserin
ikinci cildini bir türlü yazamıyordu. Yazdıklarını okudukça bunlardan bir türlü
tatmin olmuyordu. Eser bir türlü o büyük idealini yansıtamıyordu. Oysa o ne
liberal ne de slavcıydı. Tek çaresi kalmıştı; yazdığı nüshaları yok etmek. 1845
yılının sakin bir gününde el yazılarının hepsini ateşe attı. Bu arada Gogol
yavaş yavaş uluslararası bir üne kavuşuyordu, yazdıkları yabancı dillere
çevriliyordu. Gogol ,Ölü Canlar’ın Almanca’ya çevrildiğini duyunca bundan hiç
hoşnut olmadı. 1847 yılında uzun süredir istediği bir şey gerçekleşti ve
dostlarına yazdıgı mektuplar toplanarak bir kitap haline getirildi. Ama bu
mektuplar Gogol’ün tüm yönlerini ortaya dökmüş oldu. Herkes onu bir diğer
siyasi gruba dahil sayıyordu oysa şimdi o bir gericiydi. Liberallere göre o
çağa aykırı biriydi. Tutucular içinse dünyanın büyüklerine görevlerini daha iyi
yolda yapmaları konusunda öğüt vermek onun haddine değildi. Herkes Gogol’ün
üstüne geliyordu. Bu dönemde okurların karşısında kendini haklı çıkarmak için
„Bir Yazar’ın İtiraflarını“ kaleme aldı. Ancak kavgaların büyümesinden korkup
yayımlamaktan vazgeçti. Yine aynı zamanda „Dinse Törenler Üstüne Düşünceler“
adlı eserini tamamladı. Niyeti eseri okuyanların dini ayinlerin değişik
safhalarını anlamalarına yardımcı olmaktı. Ama bu eseri de yayımlamaya bir
türlü karar veremiyordu. Ancak Ölü Canlar’ı tamamlamak için ilham bir türlü
gelmiyordu, bunun Tanrı’nın bir uyarısı olduğunu düşündü. Kudüs’e gitmeli
Tanrı’nın sevgisini geri kazanmalıydı. Bağışlandığında, ilhama gelip
yazabileceğinden emindi. Ama Kudüs’te onun bu yalnızlığını dindiremedi. Kendi
dindarlığını sorgulamaya başlamıştı. İçinde bir şeytan olabileceğinden
korkuyordu. Sanki içten içe Çiçikov’a benziyordu. Ölü Canlar’ın ölümsüz
şeytanına.
Kudüs’ten Kiev’e geçtikten
sonra, 12 Eylül 1848’de Moskova’ya döndü. Burada küsüp kavga ettiği, sonra da
barıştığı sadık dostu Aksakov’u ziyaret etti. Ama çok kalmaz ve Sen-
Petersburg’un yolunu tutar. Burada aralarında Gonçarov’un da bulunduğu bir genç
yazarlar topluluğuyla bile buluştu. Ama bu gençlerin yazarla kaynaşabildiği pek
söylenemez. Onur konuğu, toplantıya yarım saat geç kalmasının yanı sıra, bu
gençlerin yazdıkları üzerine yorum yapıyor ancak hiçbirini okumadığı her
halinden belli oluyordu. Gogol için en iyisi Moskova’ya geri dönmekti. Zaten
Kont Tolstoy ona, dindar bir çevre içinde süresiz bir konukluk teklif ediyordu.
Ancak Ölü Canlar istediği gibi gitmiyordu. Son bir seyehate çıkmaya karar
verdi. Bu sefer tüm Rusya’yı dolaşacaktı. 6 Temmuz 1949’da yola koyuldu.
Elindeki koca deri çantanın içinde Ölü Canlar’ın ikinci kısmı vardı ve yolculuk
boyunca elinden bırakmadı. Gogol’ün sağlığı giderek bozuluyordu. Hep
midesindeki ağrılardan şikayetçiydi. Sinirleri de çok bozuktu. Geziden sonra
yazı Moskova’da Şevirevler’in yazlık villasında geçirmeye karar vermişti.
Zavallılar saygı duydukları bu yazarın isteğini geri çeviremediler. İşler orada
Gogol için fena da gitmedi. Akşamları Şevirev’e aralarında gizli kalmak
koşuluyla eserden parçalar bile okuyordu. Şevirev bu ikinci cildin birinciden
çok daha iyi olduğunu düşünüyor ama yazarın kuşkularına bir türlü anlam veremiyordu.
Bir süre sonra yine yer değiştirme hastalığına tutuldu. Sırasıyla aktör Şcepkin
ve Aksakov’da bir kaç gün konakladıktan sonra Kont Tolstoy’un yanına döndü.
Gogol’ün sağlığı iyice bozulmuştu. Aklı sağlıklı değildi. Ölümü düşündükçe
iyice dindarlaşmıştı. İblise göğüs germek amacıyla başladığı açlık grevi
bedenini çok zayıf düşürmüştü. Bu dönemde Ölü Canlar’ın ikinci cildinin tüm
nüshalarını yaktı. Bu oruç beyninin kansız kalmasına yol açtı. Doktorlar
üzerinde yanlış tedavi uyguladılar. Organizmasını güçlendirmek yerine akıl
sağlığını sağaltmaya çalışiyorlardı. Her gün onu sıcak su banyosuna
yatırıyorlar, başına soğuk su tatbik ediyorlardı. Kendinden geçtiğinde burnuna
yarım düzine sülük iliştiriyorlardı. Gogol onlara kendini rahat bırakmaları
için yalvarıyorlardı. Bu tedaviler onu daha da güçsüz düşürdü. 1852 Matı’nın
dördüncü günü Nikolay Vasilyevic Gogol, nerdeyse kırk üç yaşında öldü. Ne
tesadüftür ki hayatının son döneminde Bir Deli’nin Hatıra Defteri hikayesindeki
Poprişçevle aynı kaderi paylaşıyordu.
Bu dönemde Rusya’da toplumsal
sınıflar biribirleriyle kesin çizgilerle ayrılıyorlardı. Monarşik bir iktidar,
geniş bir toprak aristokrasisi; tembel, savsak bir bürokrasi; zır cahil bir
ruhban ve yoksul, sefil, batıl inançlara bağlı bir halk. Devlet bir kaç soylu
aileye ve yabancı kapitalistlere bağımlı haldeydi. Gelişmiş bir burjuva sınıfı
yoktu. Taşınır servet alabildiğine sınırlıydı. Ulaşım yollarının azlığı ve para
kıtlığı ticareti olumsuz etkilemekteydi. Toplumdaki yerleşik düzen ve gelenekler
gelişmiş batı ülkelerindeki liberal kapitalizmin gelişimini olanaksız
kılıyordu. Aslında Rusya’da bir aydınlanma hareketinin sözü edilecekse bu 18.
yüzyılda Katerina Dönemi’nde bizzat kraliçenin baskısıyla olmuştu. Devlet
güçlenebilmek ve sömürge yarışında batılı devletlerle mücadele edebilmek için
toplumun kültürel düzeyinin yükseltilmesi gerektiğinin farkındaydılar. Bunun
için bir aydınlanmış monarka ve eğitimli bir bürokrasiye ihtiyaç vardı. Ancak
tepeden inme yapılan reformlar Fransız Devrimi’nin de etkisiyle devletin
kendini rahatsız etmeye de başlamıştı. Cumhuriyet fikri tüm bir aydınlanmış
eski toprak sahibi bürokratların dillerinde dedikoduydu. Öte yandan toprak
aristokrasisi, serfliğin kaldırılması gibi kendi mülkiyet hakları ve ekonomik çıkarlarına
aykırı olan liberal fikirlerden nefret ediyorlardı. Yine ruhban batı
tanrıtanımazlığından oldukça çekinmekteydi. Ama yine de Katerina’nın başlattığı
yol geri dönüşü olmayan bir yoldu. Bürokrasinin kurulması soyluları topraktan
kopartıyor, hiç uğramadıkları bir köyde toprağı ve köleleri olan memur
asilzadeler birikiyordu. Bunların aynı zamanda Petersburg yaşamının ihtşamıyla
gözleri boyanıyor atalarından kalma geleneklerini tümden unutuyorlardı. İşte o
dönem Rus entelijensyası bu küçük soylu grup arasından çıktı. 19. yüzyılın ilk
yarısında bu insanları başlıca iki grupta toplamak mümkün. Bunlardan biri
,Batıcılar’ diğerleri ise ,Slavseverler’dir. Ayrıldıkları temel felsefi sorun
kişilik ideası idi. Slavseverler Rusya’nın Avrupa’dan ayrı bir geçmişi olmasını
olumlu bir artı olarak görüyorlardı. Çünkü onlara göre Avrupa üç ayaktan
meydana gelmekteydi. Klasik Roma mirası, Roma’yı yıkan Barbar kabileler ve
Hristiyanlık. Eski Roma onlara gore katıksız bir aklın ‘rasyonalizmin’
simgesiydi. Bu toplumu oluşturan rasyonel bireyler kendi çıkarlarından başka
bir şey düşünmezlerdi. Onlarda Rus Halkı’nın birbiriyle olan dayanışması yoktu.
Bu pagan rasyoanlizmi Batı Avrupa’daki karışıklığın temelinde yatmaktaydı.
Rusya ise saf Hristiyan ilkelerin üzerine kurulmuştu. Onlara göre Avrupa
özgülüksüz birlikle birliksiz özgürlüğün tarihiydi. Özgürlüksüz birlik
Papalık’ın mutlakçı hükümranlığıydı. Dindeki sevgi bağlarının yerine
kurumsallaşmış bir iktidarı yerleştirmişti. Birliksiz özgürlük ise bu kilise
iktidarına karşı bir tepki olarak gelişmişti ve protestanlıkta dile geldi.
İnsanları putlaştıran bireyci ve devrimci fikirlerin gelişmesinin altında
onlara göre toplumdaki sevgi bağlarının ve güven duygusunun yitirilmesinin
yattığını bunun sonucunda da toplumu biribirine bağlıyan şeyin ruhtan yoksun
salt bir mantık sözleşmesi olduğunu düşünüyorlardı. Bu yeni dünya düzeninin
Tanrısı endüstriydi. İnsanların sınıflar düzenini o çiziyor, soyunu o saptıyor,
bir savaştırıp bir barıştırıyor, devlet düzeneğinin altında yine o bulunuyordu.
Slavseverler buna karşılık Petro reformlarından önceki dönemlerin sadeliğini
yüceltiyorlardı. Eski Rusya’da temel toplumsal birim kökleriyle bağlarını
yitirmiş bireyler değil köy komünüydü. Toplulukları mir denen yaşlılar kurulu
yönetiyordu. Birliklerini sağlayan yasalar değil, bir ortak inançlar bağıydı.
Ortak toprağa, aynı göreneklere sahiptiler. Ancak bu biçim bir merkezi hükümeti
de dışlamıyordu. Slavseverler’e göre özgürlük cumhuriyetteki siyasal özgürlük
değil, politikadan özgürlük yani inancın ve geleniğin üzerine kurulu devletin
asla müdahale edemeyeceği bir ahlak alanında kişinin yaşama hakkıydı. Onlara
göre Petro Reformları Rusya’nın tabakasıyla avam halk arasındaki bağları
koparmıştı. Bu çatlağın sonucu batılı yaşam biçimini benimsemiş sosyeteydi.
Halk sağlam geleneklerini korurken sosyete modanın kaprislerine boyun eğdi.
Diğer tarafta Batıcılar’ın düşünceleri aslında birbirlerinden farklılıklar
göstermekteydi ama batıcılık bir anlamda Slavsever karşıtı olarak
kullanıldığından aynı grupta toplanmaktaydılar. Kendi aralarında demokratikler
ve liberaller şeklinde iki ayrı eğilimden söz etmek mümkün. Gerçi tartışmaların
kızıştığı 1840’larda bu ayrım henüz belirgin değildi, radikal demokratların
halkın çıkarlarını temsil ettiği, liberallerin soyluların konumlarını
sarsmayacak ılımlı reformları desteklemeye başladıkları 1860’a kadar da ortaya
çıktığı pek söylenemez. Başlangıçta daha çok dine karşı tutumlarında
farklılıklar gözüküyordu. Liberaller tanrıtanımazlığa karşıydılar. Fransız
Devrimi konusunda da düşünceler bir değildi. Liberallerden Granovski
Jakobenler’i suçlarken Belinski onları takdir ediyordu. Sanat konusunda da
görüşler ayrılıyordu. Liberaller sanat için sanat fikrindeyken Belinski
önderliğindeki demokratlar sanatın toplumsal amaçlara hizmet ettiğini
düşünüyorlardı. Onları etkileyen en önemli düşünce sistemi Hegelcilik oldu. Bu
felsefe kişinin her şeyden önce ya içinde yaşanan gerçekliğe bilinçli bir
uyarlanma ya da onu değiştirme çabasıyla, yabancılaşmasını aşmasını sağlayan
bir yeniden bütünlenme felsefesiydi. Stankevic felsefenin eyleme dönüştürülmesi
önermesini sunmuştu bile. Devrimsel bir dinamik akıllarda dolanıyordu. Batı
etkisinin Rusya’nın çağdaşlaşması üstünde oynadığı rolün farkındaydılar, ama
Avrupa’da da eleştiri konusu olmaya başlayan kapitalist sistemi olduğu gibi
benimsediklerini göstermiyordu. Aynı zamanda batıda dolaşan sosyalizim
fikirlerinden bir parça haberdardılar. Burjuva demokrasisiyle burjuva sınıfının
ayrımını yapmışlar ve bu konuda farklı görüşler vardı.
1830 ve 40’ların felsefi solu
içinde en önde gelen kişinin Vissaryon Belinski olduğu kuşku göturmez. Bir
taşra doktorunun oğluydu ve haksız bir şekilde yazdığı trajedi oyunundaki
serfliğe karşı içerik yüzünden Moskova Üniversitesi’nden atıldı. Edebiyata
ilgisi çok fazlaydı. Schiller trajedilerindeki kahramanların
isyankarlıklarından büyülenmişti. Toplumsal adaletsizliğe tepkisi yüzünden
eyleme ve protestoya iten bir felsefenin ihtiyacını duyuyordu. Sıkı bir değişim
yanlısıydı. 1837’de Hegelcilik’in etkisine girdiğinde düşünceleri değişmeye
başladı. Toplumsal gerçekliğin ,aklı’ Mutlak’ın devinimini yöneten yasaydı.
Bireyin öznel savları bu yasayı etkilemiyordu. Tarihsel akıla başkaldırma akıl
dışı kavramlarca harekete geçiriliyordu. ,Özgürlük bir şey yapabilme izni
değil; zorunluluğun yasalarına uygun davranmaktır.’ düşüncesini benimsedi.
Ancak zamanla bu rasyonel gerçekliğin kendi için ulaşılmaz olduğu sonucuna
vardı. 1840-41 yıllarında derin bir içselleşme sürecinden geçti. Kafasını
kurcalayan eğer gerçekleşen her şey bir mutlak tarihsel yasaya göreyse ve buna
karşı durmak mümkün değilse yaşamın ve tarihin tüm kurbanları nasıl
açıklanacaktı. Bu bireyin kabullenemeyeceği bir şeydi. Şimdi bu yeni
felsefesine dayanaklar bulmalıydı. Eleştiri yazılarına halkın gösterdiği yoğun
ilgi moralini düzeltip yalnızlığını unutmasına yardımcı oldu. Tarihe duyduğu
güveni tekrar kazanmasını sağladı. Artık inandığı var olan her şeyin tarihsel
açıdan bakıldığında haklı olduğu biçiminde bir inanç değil, tarihsel gelişmenin
’ genel olarak’ rasyonelliğine duyulan bir inançtı. Belinski’ye göre tarihin
özü, aklın hareketiydi. Akıl artık bireyin her bakımdan kurtuluşunu da
gerektiriyordu. Fikirlerinin değişmesi Fransız Devrimi ve düşünürlerine
bakışını da değiştiriyordu. Belinski artık mutlak akıla karşı gerçek yaşayan
bireyi savunuyordu. Ama Belinski’yi 19 yüzyıl Rus
düşün dünyasında asıl çok önemli kılan onun edebiyat eleştirileridir. O
Rusya’nın kendi ulusal bir edebiyatı olmadığını söylemeye cesaret etmiş ilk
kişiydi. Ona göre Rus edebiyatındaki herhangi bir değer taşıyan yazı varlığını
Batılılaşmaya borçluydu. Slavseverler yerli kültür köklerini küçümsemekle onu
eleştirdiler. O, Slavseverler’in bu ’folk-mania’cılığından tiksiniyor, halk
şiirinin insanın her şeyin duru olduğu bir zamanda, aklını zorlayan baskıcı ya
da yanıtlanması zor hiçbir düşüncenin olmadığı bir zamanda doğa tutkusuyla
yazılmış şeyler olduğuna inanıyordu. Bu şekilde bakıldıklarında muhakkak bir
değer taşımaktaydılar ama asla bir ulusal edebiyatın oluşmasına temel oluşturamazlardı.
Zaten o bir ulusun doğal, doğaya yakın erkil durumuna halk der, ulusun tarihsel
gelişimin rasyonel bir sonucu olduğunu söylerdi. Petro öncesi dönemde halkın
inanç ve görenekle biribirine bağlı olmasına karşın bu durumun Slavseverler’in
tezlerinin tersine toplumun dinamik bir şekilde toplumsal değişim geçirmesini
engellediğini düşünmekteydi. Ulus olmak için bu durağanlaştırıcı toplumun
kabuğunu kırmak gerekmekteydi. Slavseverler’in değindiği Sosyete ve halk
arasındaki derin uçurumun ancak uygarlık düzeyinin yükselmesiyle
kapanabileceğini söyledi. Doğru olanın sosyeteyi baskı ile halk düzeyine
indirgemek değil halkı o düzeye yükseltmekti. Bunun yanında ne kadar Eski
Rusya’yı eleştirse de ulusal bir edebiyatın yaratılması için vargücüyle
çalıştı. Her şey bir yana, Puşkin’in gerçekten tam bir değerlendirilişini ve
onun Modern Rus edebiyatındaki merkezi ve öncü rolünün belirlenişini Belinski
vurgulamıştır. Ona göre yeni Rus edebiyatı Puşkin’le başlar. Yine Lermantov’a
Rus edebiyatındaki yeri kazandıran Belinski olmuştur. Daha Puşkin yaşıyorken
Rus edebiyatında yeni bir dönemin modern gerçekçilik döneminin başladığını
Belinski fark etmişti. Yani Gogol Dönemi.
Belinski’ye göre Gogol ve onun
gerçekçiliği demokratik devrimci mücadelenin mutlakiyet ve feodalizme karşı en
yoğun olduğu zamana rastlıyordu. Ona göre Gogol gerçekçiliğinin büyük toplumsal
ve politik önemi, Gogol’ün zamanının toplumsal gerçekliklerini acımasız bir
şekilde sergileyişindeydi. Ama bu Gogol’ün yazısında dışarıdan bir zorlama,
biçimsel salt kurgusal yabancı öğelerin esere sokmasıyla gerçekleşmez.
Feodalizm, mutlakiyet ve zorbalık herkesin yaşamını o kadar korkunç ve
gayriinsani yapmıştır ki, günlük yaşamın doğru biçiminde yeniden yaratılması
kendiliğinden bu etkiye ulaşıyordu. Gogol günlük yaşamın fotoğrafını çekmeye
kalkmazdı. Gerçekliğin en yoğun ifade biçimlerini ayıklar ve bunları sanatlıca
betimlerdi. Macar edebiyat eleştirmeni György Lukac, Gogol’ün gerçekçi
tablolarında okuyanın kendi yaşamının gizli hakikatlerinin anlamı ya da bir
diğer ifadeyle anlamsızlığını fark edeceğini ve bunun onu dehşete düşüreceğini
söyler ve ekler (Lukacs, 1977, s. 150) , “... (o) bu şeylerin örüntüsünü dıştan birtakım araçlarla
kaldıran bir yazar değildir - hayır, korkunç hakikat, büyük bir gerçekçinin
artistik aracılığıyla kendini ortaya koymaktadır. „ Her şey
kendi varlığının bir doğal sonucu gibidir. Belinski Müfettiş üstüne bir
eleştirisinde, oyundaki kaymakamın ahlaksız bir adam sayılamayacağını, tersine
ahlak dışı eylemlerinin kendi gelişimi ve kavrayış tarzının doğal sonuçları
olduğunu belirtir. Gogol kendini sanki eserden soyutlar; karakterlerin kendi
kaderlerini çizmelerine izin verir, öyleki karakterler yaşar ve Gogol bile
onları hayretle izler. Yazdığı her eserden sonra eserlerin kendi dünya
görüşüyle çelişmeleri ve yazarın her seferinde yanlış anlaşıldığını düşünerek
herkesten kaçma isteği, kendi yalnızlığına çekilip her şeyi unutmaya çalışması,
dahası yazdıklarından soğuması bu katkısız gerçekçiliğin bir sonucudur. Bu
soğuk gerçekçilik bir fantastik olaylar zincirine dönüşür. Bazen her şey kötü
bir rüyanın içindeymiş hissi uyandırır. Rus toplumunun tüm hurafeleri bir korku
atmosferi yaratırken yazarın alay etme arzusu Henri Troyat’ın deyimiyle
karanlıktan gelen bir kahkahaya benzer. (Troyat, 2000, s. 149) “ Tüm bunlar eserde şen şakrak tatlı
şekilde sürer gider. Ağzınıza götürdüğünüz kaba bir yemektir sanki o. Ama gülme
sona erince geriye keder ve görülmemiş bir iç sıkıntısı kalır. „
Gogol Mariya Balabin’e 1838
yılının Nisan ayında Roma’dayken bir mektup yazmıştı. (Troyat, 2000, s.185):
Burada
ben, ruhumun vatanını buldum... Doğmadan
önceki vatanıma tekrar kavuştum. Her nefesinim uçuşarak burun deliklerimin
içine doluyor!.. Vallahi kimi zaman bir burun olmak, sadece bir burun şekline
girmek istiyorum... Artık ne
gözlerim, ne kulaklarım ne kollarım ne de bacaklarım olsun istiyorum... Sadece kocaman delikli, kova gibi bir burnum olsun, o mis gibi
baharı alabildiğince çekebilen sadece bir burnumun olmasını istiyorum.
Gogol’de burun saplantı halini
almıştır. Nabokov Gogol biyografisinde burnun yazar için hikayelerinin
laytmotifi olduğunu söyler: “ Burunlar sümkürürken trompet sesi çıkarır, burunlar akar,
burunlar kaşınır, burunlar sevgiyle ya da kaba bir biçimde mıncıklanır. „ Kokuları,
hapşırmaları, horlamaları Gogol kadar iyi tasfir eden bir başka yazar yoktur.
Gogol kendi burnuna hayrandır. O kadar uzundur ki sanki kendi yüzüne ait
değildir. Uca doğru sivrileşerek aşağı doğru bükülür.
25
Mart günü Petersburg’da berber
Ivan Yakovlevic burnuna gelen ekmek kokusuyla uyanır. Karısı pişmiş ekmekleri
henüz fırından çıkarmaktadır, sofraya oturur karısının verdiği ekmeği bıçakla
keser, gözüne sert bir şey çarpar. Ne olduğunu anlayınca dehşete düşer. Bu
kesik bir burundur. Hem de kendine tanıdık gelen bir burun. Üstüne karısı adamı
azarlar, onu birinin burnunu kesmekle suçlar ve hemen ondan kurtulmasını ister.
Adamcağız düşündükçe çıldıracak gibi olur. Polislerin evine gelip burnu
arayacaklarından şüphelenmektedir. Hızla evden çıkar ve burnu nehre atar. Ama
bir polis ondan şüpheleni ve onu sorguya çeker sonra sanki bir kabusun sonu
gibi hikayenin ilk bölümü sona erer.
Hikaye de Gogol durmadan koku
imgesinden yararlanır. Kokular çağrışım zincirleri halinde birbirlerini
kovalayarak hikayede akışı sağlar. Ivan Yakovlevic’in tasvirini yaparken bile
traş ettiği müşterilerin berberin kokan ellerinden rahatsız olduğu vurgusunu
yapar. Bu tam da hikayede komik bir atmosfer yaratır ama bu komikliğe bir
suçluluk duygusu eşlik eder. Okuyucu suçun ayırdına varmaz ama onu sezer. Ivan
Yakovlevic bir suçlu gibi davanır ve hikayeye bir gerilimle dolu bir arka plan
ouşturur. Bu vurgulamadaki yer değiştirme düş sansürü gibidir. Rahatsız edici
güdünün kaynağını bilmez onu sadece hissederiz. Hikayedeki tehdit unsuru
Freudcu açıklamayla kastrasyon karmaşasını hatırlatır. Tehdit doğrudan erkek
cinsel organını hedef alır. Kesilme işlemi kazayla olmuştur. Ekmek bıçakla
doğrandığında burun hem de hiç yabancı gelmeyen kesik bir burun bulunur. Hedef
burun değildir ama işlem hadım edilmeyle sonuçlanır. İlk tehdit karısından
gelir, derhal o şeyin ortadan kaldırılmasını ister, sanki bu ahlaksızca bir
olaydır. Ama hadım edilen Ivan
Yakovlevic değil bir başkasıdır
kim olduğu bilinmez ama yine de tanıdık gelir. Ekmekleri pişirenin karısı
olduğu düşünüldüğünde aynı şey kendi başına da gelebilir. Elinde tuttuğu objeyi
daha fazla mıncıklamaması konusunda bir uyarıdır bu. Freud bu konuyu şu şekilde
yorumlar(2006, J. D. Nasio, s. 46)
“Anne
çocuğu suç nesnesini (mastürbasyon uygulamalarının nesnesi olan penisi) elinden
almakla tehdit eder ve genelde tehdidini daha inanılır kılmak için , penisin
elinden alınma görevini babaya bırakacağını bildirir. Baba der erkeklik uzvunu
kesecek... „
Karısı zavallı adamı azarlarken
onun yüzünden polise hesap vermek zorunda kalacağını söyler. Polis baba
figürünün yerine de düşünülebilir. Aslında kastrasyon karmaşasında tehdit
dolaylı olarak anne arzusuna yönelir. Çocuk erkeklik organı ya da annesine
karşı cinsel arzuları arasında bir seçim yapmaya zorlanır. Ivan Yakovlevic’in
sonunda burnu nehre atması başka kayda değer bir olgudur, çünkü su, çok sık
olarak rüyalarda doğum kavramının bir simgeleşmesidir. Biri suya düşer ya da
sudan çıkar. Ancak beberin bu hareketi bir polisi şüphelndirir ve sorguda bu durumu
nasıl izah edeceğini bilemez. Çok utanmış bir vaziyettedir, bu durumu bir türlü
itiraf edemez. Nehir burnu sürükleyip götürür. Doğum bir türlü gerçekleşmez.
Karısı mutsuzdur ve adam onu mutlu edememektedir. Ama bunu kimse bilmemelidir.
Kesme işleminin düş simgeciliğinde cinsel ilişki anlamına geldiği
düşünüldüğünde başarısız işlem adamın iktidarsızlığını gösterir. Zavallı çiftin
çocuğu yoktur. Gogol’ün gerçekçiliği bilinçaltının derinliklerine kadar
sokulur. Nilolay Vasilyevic Gogol iktidarsızdı.
Foucault kabaca insan
faaliyetlarinin alanını dört kategoriye ayırır:
-
çalışma veya ekonomik üretim
-
cinsellik, aile yani toplumun
yeniden üretimi
-
dil, söz
-
oyunlar ve bayramlar gibi
oyunsal faaliyetler
Toplumun içindeki marjinal diye
tanımlanan bazı gruplar zaman zaman faaliyetlerin bir kısmından alıkonur ya da
nuhaftırlar. Ekonomik üretime dahil olmayan dini görevliler ya da kullandıkları
sözlerin farklı simgesel anlamları olan peygamberler gibi. Bütün alanlardan da
dışlanan tek kişi “ Delidir ”. Ortaçağ ve Rönesansta deliler toplumun içinde
sebestçe dolaşıyorlardı. Hatta köyün delisi köy tarafından korunuyor,
besleniyordu. Ancak çok kudurduğunda bir süreliğine şehrin dışında kendi için
inşaa edilen bir kulübeye konuyordu. Arap toplumu delilere her zaman
hoşgörülüydü. Orta Çağdan rönesansın sonuna aristokratların küçük toplumunda
soytarılar vardı. Foucault, soytarıyı deliliğin simgeleştirilmiş biçimi olarak
tanımlar. Sorumluluk ve bağlayıcı yasalar altındaki insanların dile getiremedikleri
şeyleri söylerlerdi. Shakespeare’in Kral Lear trajedisinde her şeyini
kaybetmiş, kızlarının kendine karşı isyanlarına bir türlü inanamayan kral
bağırır: “ Ben Lear değilim herhalde, Lear böyle mi yürür, böyle mi
konuşur?... Söyleyin bana kimim ben? ” Soytarının cevabı Gogol’ün
karanlıktan gelen kahkahasına benzer. Komik gerçek trajedinin de en yüksek
noktası olur: “ Lear’in gölgesi ” Nikolay çocukken Gogoller de Mariya Ivonovna’nın uzak kuzeni
Troşçinskiy’in evine giderlerdi. Adamın Roman İvanoviç ve Bartholome adlarında
iki soytarısı vardı. Aslında bunlar papazlıktan kovulmuş yarı deli kimselerdi.
Küçük Gogol bu evde soytarıları izlemeye bayılırdı. O dönem Rusya’da
sanayileşme çok ileri gitmemişti. Kırsalda hala eski feodal gelenekler hüküm
sürüyordu. On yedinci yüzyıla kadar Avrupa Tiyatrosu’nda hakikati söyleme
izni sadece delinindi çünkü hakikat duyulmak istenmeyecek kadar acıdır.
Foucault bu dönemden sonraki delinin sosyal statüsündeki ani değişime sanayi
devrimini sebep gösterir.
Kapitalist
sanayi başıboş, işsiz grupları kendine bir tehlike olarak görüyordu. Sadece
deliler değil, yaşlılar, sakatlar, işsizler, fahişeler inşa edilen büyük
boyutlu binalara kapatıldılar. Zamanla diğerleri serbest kaldılar ama deliler
bu sefer yeni oluşan akıl hastahanelerine kapatıldı.
(Foucault, 2005, s. 22)
Ortak dil
yok; daha doğrusu artık ortak dil yok. On sekinci yüzyılın sonunda deliliğin
akıl hastalığı olarak kurulması kesintiye uğramış bir diyaloğun sonuçlarını
ifade eder, bu durum akıl ile delilik arasındaki ayrılığı sanki varmış gibi
koyar ve sabit söz dizimi olmayan, biraz anlaşılmaz biçimde ifade edilen, daha
önce delilik ile akıl arasındaki alışverişte kullanılan o eksik kelimelerin
bütününü unutulmaya bırakır. Aklın delilik hakkındaki monologu olan psikiyatri
ancak böyle bir sessizlik üzerine kurulabilirdi.
Foucault sağlık kurumlarının
oluşmasından önce hastanın bakım yerinin ailenin yanı olduğunu belirtir. Doktor
hastasını burada ziyaret eder, aile hastanın iyileşmesi için elbirliği etmiştir.
Burası hastanenin soğuk ortamından farklıdır.
Bir hastalığın belirtilerinin
düzenliliği, doğal bir düzenin varlığını değil, bir hastalık biçimini
belirleyen nedenlerin sürekliliğini gösterir. Uygarlık düzeyi geliştikçe
hastalıkların çeşitleri de buna paralel artış göstermiştir. Dolayısıyla özgün
bir hastalık her zaman benzer belirtilerle az çok takrarlanırken, salgın aynı
şekilde asla tekrarlanmaz.
(Foucault, 2002, s. 42 )
Bulaşıcı olsun ya da olmasın,
salgının bir tür tarihsel bireyselliği vardır. Ona karşı daha karmaşık bir
gözlem yeteneği kullanmak zorunluluğu buradan gelir. Toplu bir olay olarak,
çoklu bir bakış gerektirir.
On sekinci yüzyılda Fransa’da
çeşitli kentlerde büyük salgınlar baş gösterdi. Salgına karşı toplu önlemler
alınma gerekliliği bir salgın hastalıklar tıbbının oluşmasına yol açtı.
Mezarlık ve madenlerin yerlerinin belirlenmesinden cesetlerin mümkün olduğunca
yakılmasına kadar et, şarap, ekmek satışlarının sıkı denetimi dahil birçok
önlemler alındı.
Kiliselerde Pazar ayinlerinde
hazırlanan sağlık yönetmelikleri okunuyordu. Bu yönetmelikler o kadar çok
tekrarlanıyordu ki çocuklar bile salgından korunma konusunda nelerden
sakınmaları gerektiğini öğrenmişti. Ancak salgınla mücadele sıkı denetim ve
örgütlenmeyi zorunlu kılıyordu. Ayrıca devlete ağır bir ekonomik faturaya mal
oluyordu. 1776 yılında hükümet salgınları önlemek amacıyla sekiz doktordan
oluşan bir komisyon kurdu. Bunlardan ikisi haberleşme çalışmarıyla görevli bir
müdür ve taşra doktorlarıyla irtibattan sorumlu olacak bir genel komiser ile
altı fakülte doktoruydu. Ancak maliye denetçisinin onları taşraya gönderme ya
da rapor isteme gibi üzerlerinde yetkileri vardı. Bu kurul salgını araştırma ve
nedenlerini bulma faaliyeti dışında bir de Fakülte’nin doktorlarıyla layık
görülen öğrencilere salgınlarla ilgili dersler vereceklerdi. Böylece siyasi
yetkililer üzerlerinde denetime sahip olacağı kendi de pratisyenlerin üstünde
yetki sahibi ayrıcalıklı bir kurul oluşturarak kendi otoritesine bağlı bir
sağlık sisteminin ilk adımını atmıştı. Devrim’le birlikte iki söylence oluştu.
Biri uluslaştırılmış bir sağlık örgütü, diğeri de gelişmiş, sorunları kalmamış
mükemmel bir toplumda hastalığın ortadan kalkacağı.
(Foucault, 2002, ss. 50-51)
Doktor
artık baktığı kişilerden ücret istemek zorunda kalmayacaktır; hastalara yardım
parasız ve zorunlu — enkutsal görevlerden biri olarak ulusun verdiği bir hizmet
- olacaktır. Doktor bunun sadece aracıdır. Öğrenimi bittiğinde istediği yere
değil, ihtiyaca göre kendine verilen yerlere gidecektir.
(-)
Savaşsız,
yaşayan, güçlü ihtirasları, aylakları olmayan bir ulus bu dertlerle (türlü
hastalıklara) hiç karşılaşmayacaktır. Hele de zenginlerin yoksullara yaptığı
zulme, kendini kaptırdığı aşırılıklara uğramamış bitr ulus.
Bu ideal doktorun görevini
siyasallaştırıyordu. Doktor büyük bir ulus tarafından yalnız sağaltımla değil
aynı zamanda hastalığın yaygınlaşacağı olumsuz şartlara sebep olacak kötü
hükümetlerle de mücadele etmeliydi. Bu ideal doğrultusunda tıp artık sağaltım
tekniklerinin yanında bir de sağlıklı olma normlarını da oluşturuyordu. Yani
bir örnek insan imgesi. On dokuncu yüzyıl tıbbı sağlıktan çok normalliğe göre
düzenlenmekteydi. Pinel’in zincirlerini kırdığı delilerin yerleştireleceği
kliniklerin temelleri atılıyordu.
Şizofreni ancak ondokuncu
yüzyılın sonlarına doğru bilimsel inceleme konusu durumuna gelebildi. Şizofreni
kavramına ilk olarak psikodinamik yönden yaklaşan kişi Sigmund Freuddur. Freud
içine şizofreni ve paranoyayı da dahil ederek daha geniş anlamda parafreni
kavramını kullanmayı denedi. Temel sorunun hastalardaki megalomoni ve
ilgilerinin dış dünyadan çekilmesi olarak tanımladı. Bu megalomoni hastanın
libidosunu nesneden bene çekerek var oluyordu. Ona göre bene yönelen libido
narsiszm adı verilebilecek bir tutuma yol açıyordu. Megalomoninin önceden zaten
var olan bir durumun zaten büyümesi olduğu olgusunu insanda birincil dediği bir
tür narsizmin varlığıyla açıklıyordu. Otoerotik tatminler. Bunlar kendini
koruma amacına hizmet eden yaşamsal işlevlerle bağlantılı olarak deneyimleniyorlardı.
Bu cinsel içgüdüler başlangıçta ben içgüdülerinin tatminine bağlıyken sonra
onlardan giderek bağımsızlaşıyorlar ve kendilerine sevgi gösterip koruyan
nesneye doğru yöneliyorlardı. (Anne) Bu yönelme benin oluşumunda gerekli bir
adımdı. Bundan sonra ikincil narsizm dönemi başlıyordu. Nesne üzerine yapılan
yatırımlar bene geri dönüş yapıyorlardı. Bu da özdeşim yoluyla gerçekleşiyordu.
Ben libidosu ile nesne libidosu arasında bir karşıtlık söz konusudur. Aşık olma
durumu buna iyi bir örnekti. Bu durumda libido, benden nesneye akıyordu.
Öznenin bir nesne uğruna kendi kişiliğinin yatırımından vazgeçmesi. Dünyanın
sonu parayonası ise bunun tersi olan bir uç örnekti. Ben libidosuna aşırı bir
yüklenme kişide ruhsal gerginliğe neden oluyordu. “ Güçlü
bir bencillik hasta olmaya karşı bir savunmadır ama son kertede hasta olmamak
için sevmeye başlamamız gerekir. „ (Freud, 2007, s. 32)
Parafrenilerde de megalomoni bene dönmüş libidonun içsel işlenmesini sağlıyordu
ancak yetersiz kaldığında libido ben içinde ketlenip patojenik hale geliyordu.
Önemli bir başka nokta daha yetişkinlerdeki bu ilk megalomonin silikleşmiş
olduğuydu. Oysa bu ben libidolarının tamamının nesne yatırımına geçmiş olması
da mümkün değildi. Freud bu içgüdüsel itkilerin, kişinin kültürel ve ahlaki
fikirleriyle çatışmaya düşmesi durumunda patolojik bastırmanın dinamiğinin
etkisi altına girdiğini söylüyordu. Kişi bu fikirler doğrultusunda bir ideal
ben yaratıp, kendi narsizmini bu ideal kişiliği geçekleştirerek tatmin etmeye
çalışıyordu. Idealizasyon sayesinde nesne kendi doğasında bir değişiklik
olmadan öznenin zihninde yüceleşiyor, yüceltme ise bilinçdışındaki özne için
kabul edilmesi mümkün olamayacak arzuları yumuşatarak, içgüdünün cinsel
arzularını cinsel tatminden uzak başka bir amaca yönelmesini sağlıyordu. Bu ben
ideali ya da toplumsal değerler yüceltme sürecini yönlendiriyorlardı.
Michel Foucault Kliniğin Doğuşu
adlı eserinde, hastalığın tanımlanmadan önce belirtiler arasındaki bir
analojiden yararlanıldığını anlatır. İki hastalığı birbirinden ayıran mesafe
bunlar arsındaki benzeşimlerin yoğunluğuna göre ölçülür. Benzerliklerin sayısı
arttıkça esas hastalığa daha da yaklaşılır. Benzerliğin biçimleri hastalığı
türlere ayırır. Bu sayede doktor hastalıkların ardındaki varlıkbilimsel dünyayı
tanır. Oysa hastalığı var eden yasalar yaşamınkilerle aynı değişmez
dinamiklerden oluşur. Hastalıkta yaşamın bir yansıması belirir. Oysa hastalık
yaş, ve yaşam tarzı gibi etkenlerin var olduğu birçok özelliklere sahip bir
bireyde yani hasta da bulunur ki doktor hastalığa özgü olan belirtileri
hastanın yaşı ya da mizacına bağlı olan etkilerden ayırdedebilmelidir.
Hastalığın doğru bir tanımı hastanın hastalıktan soyutlanmasını gerekli kılar.
Tedavinin başarısı bu koşula bağlıdır. Çok erken verilen bir ilaç tedavinin
başarısını sekteye uğratabilir, çünkü hastalık kendini ancak yayılma evresinde
ele verir. Dolayısıyla hastalık vasıtasıyla buluşan doktor ve hasta
birbirlerine tam olarak yakınlaşmazlar. Tersine hastalığın belirginleşebilmesi
için aralarındaki mesafeyi uzak tutmaları gerekmektedir. Varolan sınırı asla
ihlal edemezler. Hastalığın organizmayla bağlantısını tanımlayan noktalar
dizgesi ne sürekli ne de zorunludur. Organlar hastalığın vazgeçilmez
koşullarını oluşturmazlar, bu yasalar bedenin ötesine uzanır. Hastalık bu vücut
uzamında serbestçe dolaşır durmadan yer değiştirir. Ne zaman ne de nicelik
hastalığın temel yapısını belirler. Söz konusu olan daha çok niteliktir. Söz
konusu bir nitel bakış açısı bu niteliklerdeki her türlü değişimleri
detaylandırarak tespit etmelidir. Burada vücut yapısından gelen değişkenlerde
söz konusudur. Hastalığın tanımı uğruna birey tekil nitelikleriyle gözardı
edilmelidir. Ama yine de hastalık vücut yapısının tekil nitelikleri dışında
kendini asla belli edemez. (Foucault, 2002, s. 22)“ Hasta tekil çizgiler kazanmış hastalıktır. „
Gogol bu hikâyeyi ilk olarak
1833 yılında kaleme aldı. Burun ile Ivan İvanovic ve İvan Nikiforovic nasıl
bozuştu hikayelri ile yakın tarihlerde yazılmışlardı. Yazarın o dönemde bu
hikâyelerden yeterince tatmin olduğu söylenemez, oysa günümüzde Burun ve
inceleme konumuz olan Bir Delinin Hatıra Defteri en popüler iki hikayesidir.
Gogol’ün kafasında eseri yazdığı dönemde bir komedi yazma arzusu vardı. Çiftlik
Geceleri’nin başarısının devam edip edemeyeceğinden kaygılıydı. Ayrıca
enstitüte ders verme işinden de sıkılmaya başlamıştı. Bir ara bir Ukrayna
tarihi bile yazmayı denedi. Özetle bu yazarın kendi geleceğinden kaygılandığı,
aynı zamanda kendine olan beklentilerini de arttırdığı bir dönemdir.
Bu eserde ilginç olan deli bir
şizofrenin çok gerçekçi bir biçimde birçok belirtisine sahiptir. Oysa bu
hastalık henüz kendine tıp literatüründe yer bulmamıştır. Gogol bir keresinde
Bayan Smirnov’a çocukluğunda gaip sesler duyduğundan söz etmiştir, ama bundan
çok normal bir şekilde bahseder. Halk inancına göre bu ölümün sesi olduğundan
çok korktuğunu söyler. Sinirleri yavaş yavaş bozulmaya başladığı dönemde
midesiyle karaciğerinin yer değiştirdiği gibi bir iddiada bulunmuştu ancak 1833
yılında geçirdiği bir sinir rahatsızlığı konusunda bulgu yok. Patolojik olarak
nitelendirelebilecek olan tek şey hayatındaki her şeyde Tanrının bir parmağı
olduğuna ve ona işaretler yolladığına dair mistik inancı. Yine de delinin
hastalığının dışındaki yaşamıyla benzerlikler bulmak mümkün. Arabesklerde
olduğu gibi burada da memuriyetlerde bulunduğu zamanlar ki gözlemlerden
yararlandığı kuşku götürmez. Delinin Fransız ve devrimci karşıtlığı Gogol’ün
tutucu görüşleriyle oldukça tutarlı. Bu benzerlikten Gogol’ün Poprişçev’e
yergiden çok sempatiyle yaklaştığı ve onu kullanarak başkente ilk geldiğinde
aralarına bir türlü katılamadığı sosyeteyi taşladığı düşünülebilir. Birçok
yerde Poprişçev’in olayları kabullenememesinin kendi sürüklediği bir trajedi
algısı vardır ki, en azından yazarın bunu yazarken bunları hata olarak
görmediği açık. En ileri bir yorum da ancak kendisinin de, Poprişçevle benzer
bir kaderi paylaştığı göz önünde bulundurularak, bu aymazın içinde olduğu
olabilir ki, bu yorum da öldüğünde ne kadar ünlü olduğu düşünüldüğünde fazla
kaçacaktır. Dolayısıyla Gogol’ün hastalık meselesini nasıl bu kadar
ayrıntısıyla çözebildiği, Burun hikayesinin psikolojik alt yapısı gibi
dehasının bir sırrı. Yine de eklemek lazım ki doğuştan sağlığı hassas olan
Gogol’ün ( üstüne aşırı titremiş annesinin de etkisiyle) bir miktar pimpirikli
olduğu ve hastalıklarını aşırı derecede abarttığı biliniyor, ancak bunu ilgi
çekme niyetiyle yapmış olması çok mutemel çünkü çevresine durmadan yalan
söyleyen bir insandı. O yüzden hipokondri gibi parafrenik bir hastalığı olup
olmadığı konusunda yeterli delil yok.
Deliliğin
varlığının oluşum içinde nasıl bir yeri var? Nasıl bir iz bırakıyor ardında?
Kuşkusuz
çok ince bir iz; endişe vermeyen ve tarihin ağırbaşlı büyük sükunetini bozmayan
birkaç kırışık... nerdeyse okuma yazması olmayan “ öfkeli çılgın „ hizmetkar Thorin ’in on yedinci yüzyıl sonunda uçup gitmekte
olan sanrılarını, korku çığlıklarını döktüğü binlerce sayfaya bizim
söylemlerimizin evreninde bir yer var mı?
(Foucault,
2005, s. 24;
Kitaptaki ilginç bir başka
nokta bir günlük biçemine sahip olması. Okuyucu kitabı okurken kendini sanki
bir yazarın kitabını okumaktan çok kişisel birinin özel eşyasını kurcalarmış
hisseder. Gogol sanki bunu yaparak Poprişçevle okuyucu arasından iyice
çekilmiştir.
Hikayede Poprişcev yedinci
dereceden bir memurdur ve dairedeki genel müdürünün kızına aşıktır. Kendiyle
ilgili büyük hayaller kurmaktadır. Ancak kıza kendini açmaya bir türlü cesaret
edemediğinden hedefini müstakbel kayınpedere çevirir, ancak kalabalık bir
dairede bu da mümkün değildir. Hayallerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği
kafasını giderek daha fazla kurcalamaya başlar. Bu da ilk sanrıları beraberinde
getirir, köpeklerin konuştuklarına ve birbirleriyle mektuplaştıklarına inanır.
Hayal gördüğünden kuşkulanmaz bile ve bu olayın peşine düşer, niyeti köpeklerin
mektuplarını ele geçirmektir. Köpeklerin mektuplarına ulaşır, onları okuduğunda
acı gerçekle karşılaşır. Sevdiği kızın bir talibi vardır hem de kendinden çok
daha üstün bir talibi. Bundan sonra ruh sağlığı iyice bozulmaya başlar. Okuduğu
gazetede İspanya’nın kralını kaybettiğini sanır, giderek kendini İspanya kralı
Ferdinand olduğuna inandırır. Gerçeklik duygusunu tümden yitirir ve tımarhaneye
kapatılır. Orada türlü işkencelere maruz kalır ve son sahnede kaybolmuş bir
geçmişin özlemiyle ağlar.
Poprişçev öykü boyunca yavaş
yavaş hastalık tarafından ele geçirilir. Hastalık Foucaltcu bir analizle onun
kişiliğinden bağımsız vardır ancak kendini onun organizmasında sergileyebilir.
Poprişçev’in içine girmiş bir şeytan gibidir. Freudcu bir bakışla o Poprişçevin
içinde tatmin arayan ahlakdışı cinsel itkilerdir. Zavallının onları bir nesneye
yönlendirmesi gerekir. Bunları bir nesneye aktarmayı dener, aşık olur ama bu
seferde karşılık alamaz. Bu onu daha fazla bunaltmaya başlar libidoları yeni
bir hedefe yönlendirmek gerekir, kendine bir ben ideali çizer. Genel müdür ya
da kayınpeder. Aşık olduğu kızı elde etmenin yolu babasının gözüne girip
yükselmektir. Üstün amacı bu çerçevede şekillenir. “ Genel Müdür olmalıyım. „ Ama elinden de bir şey gelmez. Gerçekleştiremediği ideal onu
delirtir. Hasta olduğuna inanmaz, kimse ondaki bu değişimi görmez yalnızdır o,
gün be gün çıldırmaktadır ama dairedeki kimse ondaki değişimden şüphelenmez.
Eserin konusu bu küçük adamın yalnızlığıdır. Köpekler bile ondan daha iyi
yaşamaktadır. Vahşi, bencil bir toplumdur bu. Herkesin gözünü yükselme hırsı
bürümüştür. Herkes yalakalık peşindedir. Biribirinin kuyusunu kazar, sadece
terfiye sevinir ya da üzülür. Köpekler bile onların nasıl yaratıklar
olduklarını anlayamaz. Genel müdürün ödüllendirilişini kendi gözleriyle
anlatır.
“ bir gün
bizim baba çok sevinmiş geldi eve. O gün akşama kadar resmi elbise giymiş bir
sürü misafir geldi. Hepsi onu bilmediğim bir sebeple kutluyor, kucaklıyordu.
Sofrada babamız neşesinden kabına sığamıyordu; durmadan çeşitli hikayeler
fıkralar anlattı güldü güldürdü... Yemekten sonra beni kucağına aldı, boynuna
doğru kaldırdı, “ Bu ne Meci? „ dedi, burnumu geniş bir kurdelaya değdirdi. „
Aslında Poprişcev delidir,
ortalıkta konuşan köpekler ya da mektup yoktur. Bunların hepsi hastalıktandır,
ama biz gerçekmiş gibi okuruz. Poprişcevle birlikte biz de gerçeklik algımızı
yitirir, deliririz ama tam da bu noktada o Foucault’nun yitirdiğimizi söylediği
dilin sözcüklerini yakalarız. Olanlar gerçek değildir ama komiktir kahkaha
durunca ortada gerçek kalır: soytarının sözleri, yitirdiğimiz gerçek. Tüm
Petersburg sosyetesi bir rolü oynar. Onların gerçeği asıl gerçekle arasındaki
bağı yitirmiştir. Onlar gerçek delilerdir, ama hiçbiri bunun farkında değildir.
Eserin ideası Rus toplumunun bu paradoksunda saklıdır. Değişmek zorunda olan
ama bunu hiç istemeyen geçmişi yücelten ama aynı zamanda moda ve lüks düşkünü
Rusya. “ Gerçek sandığımız dünya aslında bir yalandır, herkes bir yalan uğruna
yaşar. „ Zavallı Poprişçev çocukluğundaki güzel günlerin özlemiyle
tımarhaneye mahkum olmuştur.
Bu çalışmada Gogol’ün Bir
Delinin Hatıra Defteri öyküsünün sahnelenmesinde bir oyuncunun Poprişçev
karakterine çağdaş yaklaşım yolları aranmıştır. Bunun için konu, karakterin
üstün amacı ve idea gibi ana yol haritası belirlenirken eser Gogol’ün
karakteri, çağı ve kavramların bulundukları çağa göre taşıdıkları anlamlar
doğrultusunda incelenmiştir.
Kitaplar
Alatlı, A., 2004 Aydınlanma
değil merhamet, 4. Baskı. İstanbul:
Everest
Foucault, M. 2005 Büyük
kapatılma I. Ergüden & F.
Keskin (çev.) 2. Baskı. İstanbul: Ayrıntı
Foucault, M. 2002 Kliniğin
Doğuşu T. Keşoğlu (çev.) 1.
Baskı. İstanbul: Doruk Freud, S. 2007 Narsizizm
Üzerine ve Schreber Vakası B. Büyükkal & S.
Murat Tura (çev.) 2. Baskı. İstanbul: Metis Ötekini Dinlemek Freud, S.1998 Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları Dr. E. Kapkın & A.
Kapkın (çev.) 1. Baskı. İstanbul: Payel Yayınevi
Geçtan, E. 2003 PsikodinamikPsikiyatri ve Normaldışı Davranışlar 2. Baskı.
İstanbul: Metis
Gogol, N.,2008 Bir Delinin
Hatıra Defteri N. Y. Taluy (çev.)
18.Baskı. İstanbul: Varlık Yayınları
Gogol, N.,1971 Bütün
Oyunları M. C. Anday & E.
Güney (çev.) İstanbul: Cem Yayınevi (orjinal basım tarihi yok)
Lukacs, G.,1977 Avrupa
Gerçekçiliği M. H. Doğan (çev.) 1.
Baskı. İstanbul: Payel Yayınevi
Nasio, J.D.,2006 Psikanalizin
Yedi Temel Kavramı Ö. Erşen & M.
Erşen (çev.) 1.Baskı.
Ankara: İmge Yayınevi Tanilli, S. 2002 Yüzyılların gerçeği ve mirası, cilt:5 5. Baskı. İstanbul: Adam Yayınevi Troyat, H. 2000 Gogol B. Kösemihal (çev.)
1. Baskı. İstanbul: Multilingual Yayınları Walicki, A. 2009 Rus Düşünce Tarihi A. Şenel (çev.) 1.
Baskı. İstanbul: İletişim
Kaynak:
CEM TAYLAN,
Gogol Ve Bir Delinin Hatıra Defteri,
T.C. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
İleri Oyunculuk Programı Yüksek Lisans Tezi, 2011, İstanbul
CEM TAYLAN,
Gogol Ve Bir Delinin Hatıra Defteri,
T.C. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
İleri Oyunculuk Programı Yüksek Lisans Tezi, 2011, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar