GÖLGELERİN GÜCÜ ADINA HE-MAN
GÖLGENİN ALGILANIŞI
Bilinçdışı ister önce yardımcı olarak ister olumsuz
biçimde gelsin bir süre sonra bilinçli yönelişi, bilinçdışı etmenlere yeniden
adapte etme gereksinimi ortaya çıkar. Bu yüzden de bilinçdışımdan gelen ve
eleştiri gibi görünen şeyin kabulü gereklidir. Düşler aracılığıyla kişiliğin şu
ya da bu nedenle görmezden gelinen yanlarıyla bir tanışıklık sağlanmaktadır.
Bu, Jung'un "gölgenin algılanışı" adını verdiği
durumdur. (Gölge deyimini, kişiliğin bu bilinçdışı kısmı düşlerde sık sık
kişileşmiş bir biçimde ortaya çıktığı için kullanmıştır.)
Gölge, bilinçdışı kişiliğin bir bütünü değildir;
egonun bilinmeyen ya da az bilinen özelliklerini, tümüyle kişisel alana ait
olan taraflarım temsil eder, bunlar rahatlıkla bilinçli de olabilir. Bazı
bakımlardan gölge, bireyin kişisel yaşamı dışındaki bir kaynaktan gelen
kolektif etmenleri de içerebilir.
Bir birey kendi gölgesini görebilmek içki girişimde
bulunduğunda, kendisinde bulunduğunu inkar ettiği, ama başkalarında bol bol
gördüğü özelliklerin, bencillik, zihinsel tembellik ve dağınıklığın, gerçekdışı
hayallerin, utanç ve kötü niyetlerin, dikkatsizlik ve korkaklığın, para
hırsının ve ihtirasların, kısaca kendi kendine "hiç önemi yok;
bunu kimse fark etmez, ayrıca herkes yapıyor bunu" dediği küçük
günahların ayrıdına varır, -çoğu kez de bu nedenle utanır-.
İnsanları besaplanamaz bir serseri sürüsüne dönüştüren ve Ego kişiliğinin karanlıkta kalan yanı olan Gölge karşısında yaralanabilir olan "kolektif enfeksiyon"a üç örnek. 17. yy'da "şeytanın eline düşmüş" Fransız rahibelerle ilgili bir Polonya filminden (1961) sahneler .
Brughel'in, ortaçağda yaygın olan (tamamen psiko-somatik nitelikli olan "St. Vitus dansı"na tutulmuş olanları gösteren bir çizimi.
Amerikan Güney devletlerindeki aşırı milliyetçi gizli birlik Ku-Klux-Klan'ın ateşten haç amblemi. Bilindiği gibi bunun ırkçı bağnazlığı çoğu yasadışı cürümlere neden olmuştur.
Eğer bir dostunuz sizi bir kusurunuz nedeniyle eleştirdiğinde içinizden bir öfke kabarıyorsa, tam o noktada bilincinde olmadığınız gölgenizin bir parçasının bulunduğundan emin olabilirsiniz. "Daha iyi olmayan" öbürleri sizi gölge kusurlarınızdan dolayı eleştirdiklerinde öfke duymanız elbette doğaldır. Ama eğer kendi düşleriniz, yani kendi varlığınız içindeki bir iç yargıç, sizi eleştirirse ne söyleyebilirsiniz? Bu an, egonuzun yakalandığı andır, sonuç da elbette şaşkın bir sessizlik olacaktır. Bunun ardından acık ve uzun bir kendini eğitme çalışması başlar; bu çalışmanın Herkül'ün işlerinin psikolojik bir eşdeğeri olduğunu söyleyebiliriz. Anımsayacağınız gibi Herkül'ün ilk işi, Augias'ın yüzlerce sığırın onlarca yıl dışkılarını bırakmış oldukları ağılını bir gün içinde temizlemekti; bu sıradan bir ölümlünün yalnızca düşünmekle bile ölümcül bir yılgınlığa düşeceği bir görevdi.
Ama gölge yalnızca yapılmayanlardan, eksik kalanlardan
ibaret değildir. Aynı sıklıkla çok hızlı yapılmış olanlarda da görülür. Düşünme
fırsatı bile bulamadan kötü sözcük ağızdan çıkıverir, entrika, yanlış karar
gerçekleşmiş olur! Dahası gölge, kolektif enfeksiyonlara daha fazla maruz
kalır. Kişi yalnızken işler nispeten yolunda gibidir; ama "öbürleri"
karanlık ve ilkel olanı yaparken birden buna katılmamakla yetersiz kalınacağı,
aptal sayılacağı korkusu kendisini sarar, böylece gerçekte hiç de kendisine ait
olmayan dürtülerin eline düşer. Özellikle aynı cinsin üyeleriyle düşüp
kalkıldığı sırada kişinin ayakları kendinin ve başkalarının gölgelerine takılıp
sendeler. Buna karşılık karşı cinsten olanlarla birlikteyken gölge gene de
görünse de artık belli bü çekingenlik de duyulmaktadır. Mitlerde ve düşlerde
gölge bu yüzden aynı cinsten bir figür olarak ortaya çıkar. Buna örnek olarak
aşağıdaki düş verilebilir. Bu düş kırk sekiz yaşında, yalnız başına ve
kendi için yaşamaya gayret eden, çok çalışan, çok mazbut, haz ve içtenliği
gerçek doğasının elverdiğinden çok daha fazla bastırmaya çalışan bir erkek
tarafından görülmüştür.
Kentte çok büyük bir evim varmış, orada oturuyormuşum.
Ev o kadar büyük ki her tarafını bilmiyorum bile. Bu yüzden evin içinde
dolaşıyorum. Özellikle bodrumda hiç bilmediğim odalar ve yabancı bodrumlara (ya
da sokağa) açılan geçitler keşfediyorum. Bu geçitlerin kiminin kilitli
olmadığını, kimindeyse hiç kilit bulunmadığını görmekle huzursuzlaşıyorum. Bu
sırada yan komşularda işçiler var ve bunlardan biri fark edilmeden içeri
girebilir diye düşünüyorum çünkü... Yeniden zemin kata çıkarken gene dışarıya
ve öbür evlere açılan geçitlerin bulunduğu bir avludan geçiyorum. Tam bunlara
yakından bakmak isterken avludan bir adam yüksek sesle gülerek, ilkokuldan beri
eski arkadaşlar olduğumuzu söyleyerek yaklaşıyor. Ben de onu tanıyorum. O bana
kendi yaşamını anlatırken onunla birlikte çıkışa doğru derliyorum, sonra da
çıkıp sokakta dolaşmaya başlıyoruz.
Kocaman dairesel bir yol boyunca yürüyoruz. Ortalık garip
bir şekilde aydınlık. Bir yeşil alana vardığımız sırada önümüzden üç at dört
nala geçiyor. Çok güzel, güçlü hayvanlar ve çok da bakımlı görünüyorlar. Ama
binicileri yok. (Acaba bir askeri birlikten mi kaçmışlar?)
Bodrumdaki bir sürü bilinmeyen geçit ile kilitsiz
odalar eski Mısırlıların, bilinçaltının ve onun sınırsız olanaklarının simgesi
olan yeraltı tasarımlarım anımsatıyor. Aynı zamanda insanın gölge alanında,
gizlice sokulan yabancı etkilere ne derdi açık olduğunu da gösteriyor. Arka
avluda, yani düşü görenin ruhunun henüz bilmediği bir alanında eski bir okul
arkadaşı, yani düşü görenin kendisinin, çocukken tanıdığı ama soma unutmuş
olduğu bir yanı ortaya çıkıyor. Çoğunlukla İrişinin çocukken sahip olduğu
(yaşam sevinci, birden öfkelenme ya da saflık gibi) özellikler birden yitip
gider, nereye gittikleri de bilinmez. Burada da düşü görenin böyle bir özelliği
arka avludan geri dönmekte, yemden dostluk kurmak istemektedir. Bu figür
olasılıkla düşü görenin dışladığı yaşamdan zevk alma yetisini, dışadönük gölge
yanını temsil etmektedir. Onun böyle zararsız bir figürden neden korku duyduğu,
onunla karşılaşmadan önce neden huzursuz olduğu da hemen anlaşılır: Onunla
sokaklarda dolaşmaya başladığında atlar başıboş kalır. Düşü gören onların
askeri hizmetten, yani kendisinin o ana kadarki yaşamım karakterize eden
bilinçli disiplinden kaçtıklarım düşünür. Atların binicilerinin olmayışı
dürtülerin bilinçli denetimden kurtulabildiklerini belirtmektedir. Bu eski
arkadaşta ve atlarda, düşü görende şimdiye dek eksik olan ve aslında çok
gereksinim duyduğu bütün olumlu enerji yeniden ortaya çıkmaktadır.
Fransız filmi "Crin Blanc=Beyaz
Yele'de 11953) yaban beyaz at (üstte) Yaban atları genel olarak bilinçdışından
çıkan denetlenemez dürtüleri simgelerler Filmde at ve çocuk sıkı bir birlik
oluştururlar Ama çevreden kimi biniciler yaban atları yakalamaya çıkmışlardır
At ve binicisi takıp edilir ve sıkıştırılır Yakalanmamak için ikisi de denize
atlarlar ve oradan açıklara sürüklenirler Öykünün sonu açıkça, bilinçdışına bir
kaçışı temsil eder.
Bu, kişi kendi "öte yanı" ile
karşılaştığında sık sık ortaya çıkan bir sorundur. Gölgede genellikle bilincin
gereksindiği birçok değer bulunmaktadır ama bunlar, kişinin kendi yaşamına
uyarlamasının zor olduğu bir biçimdedir. Bu düşteki geçitler ve büyük ev de
düşü görenin henüz kendi ruhsal boyutlarını tanımadığım, bu boyutları tam
doldurmayı henüz beceremediğini gösterir.
Bu düşteki gölge, içedönük biri (dış dünyadan geri
çekilmeye fazlaca eğilimli bir kimse) için tipiktir. Söz konusu dış nesnelere,
dış yaşama daha fazla yönelik olan. dışadönük bir kişiyse, gölge tümden farklı
görünecektir.
Örneğin düşleri yaratıcı bir özel yaşamda
ısrar ettiği halde canlılığı nedeniyle durmadan dış uğraşılara, meslekte
başardı olma çabasına sapan genç bir adam şöyle bir düş görmüştü:
İtalyan ressam Chirico'dan "Korku
dolu gezi".
Boş' geçitler, çoğunlukla labirentle
simgelenen, bilinçdışıyla ilk karşılaşmayı anlatıyor. IÖ 1400 dolaylarından bir
papirüsten Mısır yeraltının kapıları (sağda). Labirent çizimleri . , soldan
sağa: Fin taş bahçesi (Tunç çağı), İngiliz bahçe tarhı labirenti (19. yy) ve
Chartres katedrali döşemesinde bir labirent.
Bir adam bir divana uzanmış, örtüyü üzerine çekmiştir.
Bu bir Fransız, her türlü suça hazır bir serseridir. Ben yanımda bir memurla birlikte
merdivenden inmekteyim, aleyhime bir komplo hazırlandığının da farkındayım.
Fransız beni, tesadüfenmiş gibi, öldürecekmiş. Gerçekten de ardımızdan çıkışa
doğru yaklaşıyor. Ama ben uyanık bekliyorum. Birden iri yarı, daha gösterişli,
varlıklı, nüfuzlu bir adam yanıbaşıında, sağdaki duvara doğru sendeleyip yere
düşüyor, hastalanmış. Bu fırsattan faydalanarak memurun kalbine bir bıçak
saplayıp onu öldürüyorum. O zaman "yalnızca biraz ıslaklık
hissedilir" gibi bir şey duyuluyor; bu daha çok bir yorum gibi.
Artık özgürüm. Fransız da artık bir şey yapmıyor; çünkü ona bu işi veren
ortadan kalkmış. (Galiba memurla iri adam aynı kişi; biri öbürünün yerine
geçiyor.)
Serseri, düşü görenin "öbür yanını",
içindeki içedönük olanı, "kaybedecek bir şeyi olmayan'ı temsil ediyor.
Divanın üzerinde, örtülü olarak yatışı pasiflik, yalnızlık, içedönüklük
aradığını gösteriyor. Memur ve gizlice onunla eş olan "başarılı
adam", sözü edilmiş olan dış uğraşları, dış "zorunlulukları"
simgelemektedir. Başarılı olanın yere yıkılışı, düşü görenin, dışa karşı çok
hareketli olan yaşamına rağmen sık sık hasta olduğu gerçeğini anlatıyor. Bu
başarılı olanın damarlarında kan değil, yalnız bir miktar su olduğu
anlaşılıyor. Bu da dış başarılarda artık gerçek bir yaşam bulunmadığım gösteriyor.
Bu yüzden bıçaklanırsa ona yazık olmuş olmaz. Serseri de sonunda hoşnut.
Aslında o, yalnızca düş görenin yanlış bilinç durumuyla uyuşmadığı için negatif
ve tehlikeli davranan bir pozitif gölge figürüdür.
Bu düş gölgenin çok çeşitli özelliklerden, örnekse
bilinçli olmayan gurur (kansız başarılı) ya da içedönüklük (Fransız) gibi
özelliklerden oluşabildiğini göstermektedir. Düşü görenin bu özgün düşte
Fransızları çağrıştırışı özellikle aşk işlerinden iyi anlamalarındandı. Bu
bakımdan düşteki iki figür çok iyi tanınan iki dürtüyü, iktidar güdüsü ve
cinselliği temsil etmektedir. İktidar güdüsü burada ikili olarak, resmi makam
ile başardı kişi olarak ortaya çıkıyor. Resmi makam, yani memur varlığıyla,
daha çok kolektif uyumu temsil ederken başardı kişi daha çok gururu
göstermektedir; ama elbette ikisi de güç güdüsüne hizmet eder. Düşü gören bu
tehlikeli içsel özellikleri giderir gidermez Fransız'ın tehlikesi ortadan
kalkar, yani cinsel güdünün tehlikeli yönü de giderilmiş olur.
Gölge sorununun siyasal çatışmalarda büyük bir rol
oynayacağı apaçıktır. Bu düşü gören adam kendi gölge sorununa ilişkin içgörüden
yoksun olsaydı serseri Fransız'ı kolaylıkla dış yaşamın "tehlikeli
komünistleri" ile ya da resmi görevli ve varlıklı adamı "her
şeyi elinde tutan kötü kapitalistler" ile de pekala
özdeşleştirebilirdi. O zaman kusurları kendisinde aramaya gereksinimi de
kalmazdı. Kişi kendi bilinçdışı eğilimlerini "başkasında" gördüğünü
düşünüyorsa buna "projeksiyon" adı verilir. Bütün
ülkelerin siyasal kızıştırma propagandaları gibi, küçük gruplarla bireylerin
arka merdiven dedikoduları da öbür insanlara objektif bir bakışı karartan,
gerçek insancıl üişküeri engelleyen böyle projeksiyonlarla doludur.
Kendi gölgemizi dışa yansıtmanın bir başka dezavantajı
daha vardır. Eğer kendi gölgemizi, diyelim ki komünist ya da kapitalistlerle
özdeşleştiriyorsak, kendi kişiliğimizin bir parçası karşı tarafta kalmaktadır.
Sonuçta istencimizle olmasa da sürekli olarak, bu karşı yanı destekleyen şeyler
yaparız, böylece istemeden düşmanımıza yardım etmiş oluruz. Tersine eğer bu
yansıtmanın farkına varır, korku ya da düşmanlık olmaksızın konuyu
tartışabilirsek, diğerleriyle duyarlı şekilde ilişki kurabilirsek, o zaman
karışlıklı birbirini anlama, en azından anlaşma şansı doğar.
Gölgenin dost mu düşman mı olacağı kendimize bağlıdır.
Bilinmeyen bodrum ve Fransız düşlerinin gösterdiği gibi gölge her zaman bir iç
düşman değil, tıpkı birlikte yaşamları diğer bütün kısanlar gibi, durumun
gereğine göre bazen boyun eğerek, bazen direnerek, kimi zaman da severek
birlikte yaşamak zorunda olduğumuz bir varlıktır. Gölge ancak görmezden gelinir
ya da yanlış anlaşılırsa düşmanlaşır.
Gölge'nin ortaya çıkardığı eksiğimizi kabul etmek
yerine onu diğerlerine, örneğin siyasal karşıtlarımıza yansıtırız.
Yazı Churchill'in onu tanımlayan bir
sözüdür. Yansıtma kötücül dedikodularla da beslenir. "Coronation
Street" adlı İngiliz TV dizisinden.
Komünist Cinde bir geçit için
hazırlanmış pankart Amerika'yı, bir Çinli elle öldürülen kötü bir yılan olarak
(Nazi gamalı haçlarıyla) gösteriyor.
Hitler bir söylevinde
"Beş yıldan uzun bir süredir bu
adam Avrupa'nın her yanında, yakacak birsey bulmak için deliler gibi koşup
duruyor yazık ki her zaman bu uluslar arası kundakçıya ülkesinin kapılarını
açan suç ortakları buluyor."
Sık olmasa da kimi zaman bir kimse kendi doğasının en
kötü yanını bilinçli olarak yaşamak, daha iyi olan egosunu bastırmak zorunda
kalır. O zaman düşlerde gölge pozitif figür olarak görünür. Bu suçluların
düşlerinde gözlemlenebilir. Onlar alışılmadık derecede sık olarak insanlığın
hayır sahiplerinin, ışığın, hatta kutsal ülkelerin figürlerini düşlerler. Bu
duruma sıradan insanların kimi özelliklerinde de rastlanabilir. Onlar da
her-hangi bir pozitif özelliği, kendilerine ilişkin kendi imgelerine uymadığı
ya da bu özellik öbür eğilimleriyle zor uyuşacağı için bastırırlar. İnsan
kalıtsal faktörlerin inanılmaz bir karışımı olarak dünyaya gelir. Bunların
içinde birbirleriyle uyuşması çok zor olan karşıt özellikler de sık olarak bir
aradadır. Kendi doğal duygularını çok güçlü yaşayan bir kişiye gölge soğuk, negatif
bir entelektüel olarak görünebilir, geride bırakılmış olan zehirli yargıları,
olumsuz düşünceleri kişileştirir. Böylece hangi biçimi alırsa alsın gölgenin
işlevi egonun karşıt yanım temsil etmek ve kişinin çoğu başka kişilerde en
beğenmediği özellikleri taşımaktır.
Eğer gölge, dürüstçe, içgörüyü de kullanarak bilinçli
kişiliğe entegre edilebilirse iş görece daha kolay olur. Ne yazık ki bu çaba
her zaman işe yaramaz; çünkü gölgeyle dürtü öylesine büyük bir ihtirasla
bağlantılıdır ki akü bununla başa çıkamayacaktır. Dışarıdan gelen acı bir
deneyim kimi zaman yardımcı olabilir. Yani gölge dürtüleri, güdüleri
durdurabilmek için bazen insanın basma bir tuğlanın düşmesi gereklidir. Bazen
de kahramanca bir karar bunları durdurabilir; böylesi insanüstü bir çaba ancak
"self' içindeki Ulu Adam, kişinin onu taşımasına yardım ederse mümkündür.
Ancak gölgenin dayanılmaz bir dürtünün olağanüstü
gücüne sahip olduğu gerçeği, onun her zaman kahramanlıkla bastırılması
gerektiği anlamına gelmez. Kimi zaman gölge, selfin gereksinimi de aynı yönü
gösterdiği için güçlüdür, kişi içindeki basıncın selften mi gölgeden mi
olduğunu ayırt edemez. Maalesef bilinçdışı ay ışığı altındaki bir arazi
gibidir; bütün görüntüler silinmiş, iç içe geçmiştir. Bir şeyin nerede
başladığı da nerede sona erdiği de bilinemez. Buna bilinçdışı içeriğin
ikililiği de denir.
Jung bilinçdışı kişiliğin belli bir yönünü gölge
olarak adlandırırken bu görece açık belirgin olan bir kısımdır. Çoğunlukla bu,
egonun kendisinde bilmediği her şeydir. Hatta tam da bu yüzden çok değerli olan
unsurlar da bununla karışıktır. Örneğin yukarıda anlatılan düşteki Fransız'ın
hiçbir işe yaramadığını ya da değerli bir içedönüktük parçası olmadığını kim
söyleyebilir? Gene anlatılan düşteki azgın atlar; bunlar serbest bırakılmalı mı
bırakılmamak mıdır? Eğer düş bunu açıkça söylemiyorsa ego bilinci bu kararı
vermek zorundadır.
Gölge değerli yaşam unsurlarım içermekteyse bunlarla
mücadele edilmemesi, tersine yaşamın içine uyarlanmaları gerekir. Bunun için
belki ego gururundan bir parça feda etmeli, kendisine karanlık görünse de öyle
olmayan bir şeyleri yaşamalıdır. Bu da dürtülerin aşılması kadar gözü pek bir
fedakârlığı gerektirebilir. Gölgeyle karşılaşmaktan doğan ahlaki sorunlar
Kuran'ın 18. suresinde çok güzel anlatılmıştır:
Bu öyküde Hz. Musa çölde Hızır (Yeşil kişi ya da
"tanrının baş meleği") ile karşılaşır, birlikte yolculuk etmeye
başlarlar.[ Burada anlatılan, Kur'an-ı Kerim'deki Kehf Suresi'dir. Hızır’ın adı
surenin aslında geçmez. Yalnızca kimi yorumlarda vardır. Ayrıca Hızır
Aleyhisselam da İslam'da "Başmelek" değil önceki bir peygamberdir,
(çn.)] Hızır Musa'yı, yaptıklarını hiç şaşırmadan izlemesi için uyarır. Eğer
bunu yapamayacaksa Hızır'dan ayrılmalıdır. Gerçekten de Hızır yoksul
balıkçıların kayıklarını batırır, Hz. Musa'nın gözü önünde güzel bir çocuğu
öldürür, bir kafir kentinin yıkılmak üzere olan surlarını onarır. Hz. Musa daha
fazla dayanamaz ve bu yüzden Hızır onu terk eder. Ama gitmeden önce ona gerçeği
anlatır: Balıkçıların kayığını, onları gelecek olan haydutlardan kurtarmak için
delmiştir; onlar kayığı sonradan gene onarabilirler. Genç kendi anne babasını
öldürmek üzeredir, şimdi ise ruhu kurtulmuştur. Duvarı onarmakla duvar içindeki
iki inançlı genç insana ait olan hazine açabilmiştir. O zaman Musa, kendi ahlak
yargısının aceleci olduğunu anlar.'
Safça bakıldığında Hızır, yasaya sadık,
inançlı Musa'nın, yasadışı, kötü, kaprisli gölge yanıdır. Ama aslında o böyle değildir. Tanrının gizemli
yaratıcı yöntemlerini temsil etmektedir.
Benzeri bir sorun Heinrich Zünmer'in yorumlamış olduğu
ünlü bir Hint masalı olan "Sultan ile Ceset" masalında da bulunabilir. Dilenerek dolaşan bir keşiş, soylu bir sultanın
kendi bağışı sonucunda, kendini keşişe bir idam sehpasından gece vakti bir
ceset getirmeye zorunlu hissetmesini sağlamıştır. Oysa cesette Sultan'a
şaşırtıcı öyküler anlatan, sorular soran ve her seferinde cesedi asılı olduğu
ağaca götüren bir şeytan (Vetala) saklıdır. Sultan bıkmadan ama umutsuzca
şeytanla mücadele eder. Sonunda şeytan kendisine dilenci keşişin aslında
kibirli, iktidara meraklı bir ham olduğunu ve Sultan'ı öldürmeye niyetlendiğini,
kendisinin ise onu kurtardığını anlatır. Burada da dilenci keşiş, dindar bir
kişinin tipik gölgesi yani iyilik yapınca beliren kibirdir. Görünüşte bir
muhalif olan şeytansa, gerçekte yaşamdan yanadır ve daha sonra tanrıya giden
yolu gösterecektir
Bu ussal sorunları gösterebilmek için hiçbir düşten
söz etmeyişim rastlantı değildir; burada bütün bir yaşamın deneyimlerini
özetleyen sorunlar söz konusudur. Bunlar da tekil bir düşten çok mistik bir
öyküyle daha iyi belirtilebilir.
Düşlerimizde karanlık figürler görünüp bizden
bir şey yapmamızı isterlerse bunların gölge ya da selften mi yoksa her
ikisinden de mi kaynaklandığından en başında pek emin olamayız. Bu karanlık
"öbürü"nün, yenmemiz gereken bir kusuru mu gösterdiğini, yoksa kabul
etmemiz gereken bir yaşam parçası mı olduğunu kavramak, bireyleşme yolunda
karşılaşacağımız en zor sorunlardan biridir. Bir düşün bunu açıkça belirtisi
tanrının bir lütfu olur; ne ki çoğu kez düş simgeleri o derdi karmaşıktır ki
yorumlamayı başaramayız. Böyle bir durumda moral belirsizlik acılarına
katlanmaktan, çok kesin kararlara varmaktan olabildiğince kaçınmaktan, düşleri
izlemeyi sürdürmekten başka çaremiz yoktur. Bu tıpkı, üvey annesi
tarafından önüne bir yığın darı tanesi konulup iyiler ile kötüleri birbirinden
ayırması söylenen, hiçbir umut olmadığı halde, güvercinlerle karıncalar hiç
beklenmedik şekilde' yardıma gelinceye dek sabırla ayıklama işine girişen
Külkedisi'nin durumu gibidir. Burada bu yaratıklar, işe yarayan,
bilinçdışının derinliklerinden fırlayan, ancak aslında ait oldukları bedence
hissedilebilen ve çıkış yolunu gösterebilen uyaranları simgelemektedir.
Gölgenin tehlikeli ve değerli olarak
iki yanı vardır. Hindu tanrısı Vişnu'nun resmi böyle bir ikiliği göstermektedir
. İyilik isteyen tanrı Vişnu burada
demonik yanıyla görünüyor. Sayısız eller iyi ve kötü simgelerini tutmakta.
Bir Japon tapınağında Buda heykeli (IS
759).
Kuşkular içindeki Martin Luther
(İngiliz yazar Osborne'un "Luther” adlı oyununda, Albert Finney tarafından
oynanıyor; 1961)
Luther, kiliseden ayrılışının
tanrı tarafından mı esinlendiğini, yoksa kendi inadından olduğuna hiç emin
olamamıştı.Bir yerlerde, varoluşun en dibinde, nereye gidilmesi, ne yapılması
gerektiği sorularının yanıtı aslında durur. Ama çoğunlukla, bizim
"ben" adım verdiğimiz soytarı öyle bir gürültü çıkarır ki içimizdeki
sesi duyamayız.
Kimi zaman içsel yönergeleri araştırmak için yapılan
bütün girişimler sonuçsuz kalır; o zaman, yaratana sığınıp, elbette bilinçdışı
başka bir yön gösterirse her an vazgeçip geri dönmeye de hazır olmak koşuluyla,
bilimdışı tarafından doğru gibi görünene karar vermekten başka çare
kalmamıştır. Kimi zaman da -ama gene de seyrek olarak-bilinçdışının isteklerine
kesinlikle direnmek, bundan sıkıntı duymak pahasına insanlığın genel ahlakına
uymak gerekebilir. (Bu örneğin sırf kendini tam gerçekleştirebilmek için
özellikle suç olan bir dürtünün doyurulmasının gerekli olduğu durumlarda ortaya
çıkan durumdur.)
Egonun böyle bir karar alabilmesi için
gereken güç ve içsel duruluk, kendini çok açık şekilde göstermeye pek
yanaşmayan "Ulu Adam"dan kaynaklanır. Kimi zaman selfin egonun özgür bir seçim yapmasını
istediği olur ya da self in gerçekleşmesi insanın bilincine, onun kararlarına
bağlı görünür.
Jung, yapıtlarında insanın sorunlarında genellikle iki
farklı "ahlak" gücünün egemen olduğunu göstermiştir. Bunlar bir yanda
kolektif ahlak kodeksi (Freud'un süper-egosu) ve öte yanda doğrudan doğruya
seslenen bireysel vicdanın "etik" sesidir. Bu ikincisi
"Ulu Adam"dan gelmektedir ve çoğu zaman "tanrısal bir
görev" olarak algılanır. Ama bizim için en büyük zorluk, herhangi
bir durumda her iki durumdan hangisinin söz konusu olduğunu hissedebilmektir.
Çünkü bu hiç de açık değildir. İsteklerimiz sık sık görüşümüzü bulandırır. Bu
yüzden de etik sorunlar tamamen bireyleşme sürecine aittir, duyguları kabul
etmeksizin de başa çıkılamaz.
Böyle ağır ahlaksal sorunlar ortaya çıktığında kimse
öbürlerini yargılayamaz. Herkes sorununu çözmek ve kendisi için doğru olanı
bulmak zorundadır. Bu yüzden bir eski Zen ustası bunu "sürünün
komşu çayıra yayılmaması için elinde övendiresiyle bekleyen bir sığır çobanı
gibi" yapmamız gerektiğini söylemiştir. Resmen egemen ahlak
kurallarını göreceleştiren ve bizi hukuk, eğitim, din konularının bütün
alanlarında çok ince, bireysel hükümlere zorlayan derin psikolojinin bu
verileri gözler önündedir.
Bilinçdışının keşfi son yüzyılda yapılmış olan en devrimci gerçektir. Ne ki bilinçdışı gerçekliğini algılamanın dürüst bir kendini gözlemi ve kişinin bütün yaşamını yeniden düzenlemesini gerektirmesi, birçok kimsenin hiçbir şey olmamış gibi davranmayı sürdürmesine neden olmaktadır.
Bilinçdışını ciddiyetle ele almak, ortaya çıkan sorunlarla başa çıkmak büyük cesaret ister. İnsanların çoğu davranışlarının bu tür ahlaksal yönleri üzerinde derinlemesine düşünemeyecek kadar tembeldirler; bilinçaltlarının kendilerini nasıl etkilediğini kavramaya ise düpedüz üşenirler.
Sh: 168-176
Kaynak: Jung, C., G. (2002). İnsan ve Sembolleri.
Çeviri: Ali Nahit Babaoğlu Okyanus Yayınları,2009, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar