GÖLGENİN GİZEMİNDE
Hz. Mevlâna kaddesellâhü
sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“Kişinin dadısı, Allah
Teâlâ’nın gölgesi olursa
onu gölgeden ve hayalden
kurtarır.
Allah’a kul olan, Allah
Teâlâ’nın gölgesidir.
O bu âlemde ölmüş, Allah
Teâlâ ile dirilmiştir.
Fırsatı kaçırmadan ve şüphe
etmeksizin onun eteğine sarıl ki,
ahir zamanın sonundaki
fitnelerden kurtulasın.”
(Mesnevi
c.I, b.423–424)
Geçmişten
günümüze kadar gölge konusu ve gölge kavramı, toplumsal yaşamda, çeşitli
öğretilerde, inançlarda, bilim ve sanatta çok farklı bakış açıları ile
değerlendirilmektedir. Gölgenin insanlar için nasıl anlamlandırıldığı ve aynı
zamanda gölgeye yüklenen çağrışımlar ve mecazlar hakkında birçok yorum vardır.
Mesela;
IŞIK’ın
nimeti gölge ise,
GÖLGE’nin
nimeti nedir?
Gölgeler
altında serinler, gölgeler içinde saklanır, gizleniriz.
Gölge
kamufle edendir.
Gölgesi
olan vardır. Gölgesi olandan söz edilebilir.
Gölge bizi
korur. Gölge şefkatlidir.
Ancak,
kimi zaman gölgesinden korkan vardır. Gölge ürkektir, bazen de kararsız...
Gölge,
bizi sadeleştirir. Gölge, bizim en yalın biçimimizdir.
Gölge
bizim bükülmeyen belimiz, belki en mütevazı halimizdir.
Gölge,
tevazu gösterendir.
Gölge
belki en saf halimiz, belki de sırrımız, ve tüm gizlediklerimizdir.
Gölge
bazen oyunbaz ve şakacıdır.
Gölge
aldatabilir, korkutup ürkütebilir...
Gölge
ışığın varlığı ile gerçekleşir. Görülen gölgenin önünde, arkasında ya da
üstünde o gölgeye ait bir nesne vardır. Gölge aslını ele verir. Gölgesi olan
her şey somuttur ama görüngü (Duyularla algılanabilen her şey, fenomen)
dünyasına ait olduğu düşünülen gölgenin, aslını idealar dünyasında da bulanlar
vardır. Gölge bize sahibinin şimdi, burada olduğunu kanıtlar; ancak ne az
öncesi ne de az sonrası hakkında bize bilgi verir. Şaşırtıcı değişkenliği ve
ışığa bağlı geçiciliği ile gölgeleri tutmak ve onlara dokunmak olası değildir.
Gölge için şimdiden öncesi belirsiz olduğu gibi, şimdiden sonrası da
belirsizdir. Beyaz bir kağıda bir çizgi çizin ve sonra silin: İzi kalmıştır.
Oysa gölge, toza, toprağa bulanır; sahibinin yapamadığını yapar; kırılıp
bükülür, ezilir, erir, ancak gölgenin izi yoktur. Onun izi sadece anlıkta
görsel olarak kalandır.
Sonsuzluğa
uzanan yolda, bir yol haritası da olabilir gölge. Mehmet Ergüven “Mucizevi
İkiz” isimli denemesinde “son nefesten sonra çıktığımız yolculuğun rotası
daima gölgeler âlemidir. Bu bağlamda gerçeğin öte dünyada yattığı inancı,
gölgenin en büyük utkusudur;(zaferidir) yalan dünya avuntusu gölgeye teslim
olmanın öyküsüdür bir bakıma....” der.
Gölge
Konusuna Çeşitli Yaklaşımlar
“Saydam
olmayan bir cisim tarafından ışığın engellenmesiyle ışıklı yerde oluşan
karanlık’
olarak tanımlanan (TDK 1988:559) gölge, toplumsal yaşamda, çeşitli öğretilerde
ve inançlarda, bilim ve sanatta çok farklı bakış açıları ile değerlendirilir.
Tarihî süreçten bir başka tanımlama da Filippo Baldinucci tarafından yapılır.
Filippo Baldinucci, 1681 yılında yayınladığı “Vacabulario Toscano deH’Arte
del Disegno” isimli eserinde; gölgeyi, gölge, yarı gölge, düşen gölge
olarak üçe ayırır.
“Gölge
(ombra), bir nesnenin kendi üstünde yarattığı koyuluktur. Yarı gölge (mezz’
ombra), aydınlıkla gölge arasında kalan, nesnenin yuvarlaklığına göre ışığın
azaldığı yarı karanlık bölümdür. Düşen gölge (shattimento) ise çizilen nesnenin
yere yaydığı gölgedir...” (Gombrich 2000:177).
Gölge ile
Antikçağ düşünürleri de ilgilenmişlerdir. Örneğin, Yunan düşünürü Platon’un
(İ.Ö.427-347) idea öğretisinde gölge, görüngü dünyasındaki
tüm varlıkların kendisi olarak yorumlanmıştır. Platon’a göre
“idealar nesnelerin ilk örnekleridir. Nous (Akıl) ya da Tanrı bu ilk örneklere
bakarak yeryüzündeki nesneleri yaratmıştır. (Â’yan-ı Sabite) Bu eylem
yansılama-taklit (mimesis) diye adlandırılır. İdealar ilk örneklerdir.
Yeryüzündeki oluş içinde bulunan nesneler, duyusal varlıklar da bunların
yansıları, kopyaları ya da resimleridir. Cisimler dünyasının gerçeklik derecesi
idealar dünyasınınkinden daha azdır. Çünkü biri asıl, diğeri de bunun
kopyasıdır" Buna göre, görüngü dünyasındaki bir kedi ya da bir selvi
aslında bir gölgeden başka bir şey değildir. Çünkü onlar idealar dünyasındaki
asıllarından ilham ya da model alınarak yaratılmışlardır. Dolayısıyla da
asıllarının gölgeleridirler.
Orhan
Hançerlioğlu,
“Düşünce Tarihi” isimli eserinde; Platon'un Politeia adlı yapıtının VII.
kitabındaki ünlü mağara örneğini şöyle açıklamaya çalışır:
"...Şimdi
bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç, Glaukon. Yeraltında bir
mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada
oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış,
sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını
görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan
beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı
yoldan bir sürü nesneler geçiyor, Işık bu nesneleri mağaranın duvarına
yansıtıyor. Şimdi bu adamlar mağaranın duvarına yansıyan hayalleri
görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler değil mi?
Demek ki
bu adamlar birbirleri ile konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir
takım adlar vereceklerdi. Çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu
adamların gözünde gerçeklik asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya
da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin
zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını gerçekliklere çevirmesine izin
verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçekleri göremezdi değil mi?
Dahası
kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla
bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ
bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşları ile gördüğü şeylerin birer hayalden
ibaret olduğunu asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı.
İşte
sevgili Glaukon gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır,
arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us (akıl) gözüne çeviren
bilgedir.”
Gölge
konusundaki farklı bir bakış açısı ise ilkel insana aittir. Gölgenin ilkel
insan için önemli bir yeri vardır. İlkel kabilelerin bazılarında gölge, ruhu
temsil eder. Ruhunu kaybetme korkusu ile ilkel insan, güneşin en tepede
olduğu, yani gölgesinin hiç olamayacağı ya da çok kısa olabileceği öğle
saatlerinde, dışarı çıkmak istemez. Bu korkuya sahip olan bazı kabileler,
hala Ekvator’da mevcuttur.
“İlkel
insan, gölgesinin düştüğü yeri yansıtıcı olarak tasavvur eder hep. Dolayısıyla
gölgede profili değil, tıpkı aynada olduğu gibi sureti ile karşılaştığını
düşünür... Gölgeyle böyle bir ilişkiye girmek, sonuçta onu yitirme korkusunu da
beraberinde getirir. Bu nedenle kimi ilkel kavimlerde öğle vakti dışarı
çıkılmaz: Ekvator yakınında iki ada olan Amboina ve Uliase’de öğleyin çok az ya
da hiç gölge düşmez yere, bunun için de gün ortasında evden çıkmamak bir
kuraldır, çünkü çıkarsa insanın ruhunun gölgesini kaybedeceği varsayılır”.
Cengiz
Aytmatov
“Toprak Ana” isimli romanında, kahramanı Tolganay’ı şöyle konuşturur:
“Hiçbir
zaman ipekli fistanım olmadı ama büyüyünce güzel, albenili bir genç kız oldum.
Gölgemi seyretmekten zevk alırdım. Sokakta yürürken arada bir gölgeme göz atar,
kendimi aynadaymış gibi görür ve çok beğenirdim. İşte öylesine tuhaf bir kızdım
ben”
Kutsal
metinlerde de “gölge” kavramı ile sıkça karşılaşılır. Zebur, Tevrat, İncil ve
Kur’ân-ı Kerim’de karşımıza yüzden fazla ayet çıkar. Mehmet Ergüven’in
“Mucizevi Ekiz” isimli yazısında “...gölge, tüm kutsal kitaplarda cehenneme
işaret eder” yorumuna rağmen, verdiği örnek dışındaki ayetlerde gölgenin,
daha değişik anlamlarda ifade edildiği görülmektedir.
Örneğin
kutsal kitaplarda gölge;
a-
sığınılan, koruyucu,
kayırıcı, himaye, güç içeriği ile kullanıldığında Tanrı’ya işaret eder:
Mezmur
Davud aleyhisselâmın duası;
“Koru beni
gözbebeği gibi; Kanatlarının gölgesine gizle” (Zebur:
Mez.17: 8).
“Sevgin ne değerli ey Tanrı! Kanatlarının
gölgesine sığınır insanoğlu.” (Zebur:Mez.36.7).
b-
Dünyanın geçiciliğine ait
pek çok gölge ayeti dört Kutsal Kitapta defalarca yinelenir, işte bunlardan
birkaç örnek:
“Çiçek
gibi açıp solar, Gölge gibi gelip geçer.” (Tevrat: Eyüp 14-2)
“Bir gölge gibi dolaşır insan, boş yere
çırpınır, mal biriktirir, kime kalacağını bilmeden...” (Zebur:
Mez.39:6)
c-
Cennet, Kur’an’da da
gölgenin işlevsel yanı ile betimlenir:
“Takvaya
sarılanlar gölgeler altında, su kaynaklarındadır.” (Kur’an:
Mürselat41).
“Kendileri
ve eşleri, gölgeliklerde, koltuklar üzerinde yaslanmışlardır.” (Kur’an:
Yasin, 56).
d-
İncil’de ise gölgeye mecazi
bir anlatımla rastlanır:
Yakup'un
Mektubu: “Her nimet, her mükemmel armağan yukarıdan, kendisinde değişkenlik
ya da döneklik gölgesi olmayan Işıklar Babası'ndan gelir.” (Incil:Yak.
1:17)
e-
Gölgenin ilk tanımıyla
kullanıldığı Kuran’daki gölge ayetlerinden bazıları da şunlardır:
“Göklerde
ve yerde kim varsa gölgeleriyle birlikte ister istemez ve sabah- akşam Allah'a
secde eder.”
(Kur’an: Ra’d, 15).
“Bakıp
görmediler mi, Allah'ın yarattığı şeylerin gölgeleri bile, sağ ve sollarından
boyunları bükük bir halde, Allah için secdelere kapanarak dönüyor.” (Kur’an:
NahI, 48).
“Görmedin
mi Rabbini, nasıl uzatmıştır gölgeyi? Eğer dileseydi, onu elbette hareketsiz
kılardı. Sonra nasıl Güneş'i ona delil yapmışız!” (Kur’an:
Furkan, 45).
Kutsal
metinlerdeki gölge içerikli ayetler sürüp giderken, İslam dünyasında Eflatun
diye tanınan Platon’un ‘mimesis’ (yansılama-taklit) kavramı ile, bire
bir örtüşmese de tasavvufta yüzyıllar sonra gölge kavramı ile yeniden
karşılaşılır. Bu benzerlik ve çakışma Divan Edebiyatı dalında yetkin bir isim
olan Prof. İskender Pala’nın kaleminde şöyle ifade bulur:
“Hayal,
tasavvufta Allah Teâlâ’dan gayrı her şeyin sıfatıdır. Allah Teâlâ'nın varlığı
karşısında mükevvenatın (kâinat) gerçek varlığı bulunmamaktadır. Varlık
âleminde görülen her şey aslında birer hayalden, gölgeden ibarettir. Olsa olsa
Allah Teâlâ’nın aksi'nden nişane verirler. Esas olan Sevgili'nin zihindeki
hayalidir. Tasavvufta buna “âlem-i hayal” denilir.
Âlem-i
hayal, tabiat âlemini karşılar ve baştan sona bir vehimden ibarettir. Ruhlar
âlemindeki (âlem-i ervah) birtakım cevherler, varlığın suver (görüntü) veya
zilli (gölge) ile varlık bulmuştur...
Varlık,
göz yumup açıncaya kayboluveren bir hayalden ibarettir. İnsan var sandığı her
şeyin aslında bir hayalden ibaret olduğunu zaman içerisinde anlar.”
Yunus Emre
için de bu dünya bir hayalden ibarettir, gelip geçicidir ve ancak bir oyalanma
yeridir. Hayatımız boyunca elde etmeye çalıştığımız tüm maddi çıkarlar birer
yalandır. Ne içinde oturduğumuz, tapusu üzerimize kayıtlı olan evimiz, ne
vergisini ödediğimiz arabamız, ne de nüfus cüzdanlarında anne babası
göründüğümüz evlatlarımız bize aittir. Onlar ve sahip olduğumuzu sandığımız
diğer varlıklar Yaratıcı tarafından bize emanet olarak verilmiştir:
“Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan”
Yunus
Emre
Dünya
hayatını gölgeye benzetmiş olan geçmişin ileri gelenleri “ardına düşersen
hep senden kaçarda sırtını dönersen daima seni takip eder” söylemleri ile
dünyadaki rahat ve huzurun ilk şartının dünyaya sırtını dönmek olduğuna
inanmışlardır.
Gölgeye
psikanalitik alanda da değişik yaklaşımlar görülür:
Belli
başlı kişilik kuramcılarından biri olan, Carl Gustav Jung’un
arketiplerinden biri gölgedir. Jung’a göre arketiplerin (prototip,
ilk örnek, model tanımı) kolektif bilinçaltımızı oluşturan öğeler, doğuştan
getirdiğimiz evrensel imgelerdir. Jung, arketiplerini; anne arketipi, mana,
gölge, persona, anima ve animus, diğer arketipler olarak sıralar.
Gruplandırdığı arketiplerden biri olan gölgeyi Jung, şu şekilde açıklar:
“Gölge,
kişiliğin negatif yanı, kişinin saklamak istediği hoş olmayan nitelikleri, az
gelişmiş işlevleri ve bireysel bilinçaltının içeriğidir. Bireysel bilinçaltı
ise yitik anıları, acı verdiği için bastırılmış (kasten unutulmuş) düşünceleri,
bilinçdışı algıları (bilince ulaşacak kadar güçlü olmayan duyusal algıları ) ve
henüz bilince çıkmaya hazır olmayan diğer heyecanlan içerir”. Bu
nedenle “gölge, kişinin yaşam boyu hesaplaşmak zorunda kaldığı öbür yüzü,
bir başka deyişle toplumun öngördüğü kurallar ile çelişen tüm vahşi arzularımız
ve duygularımızdır. Dolayısıyla toplumsal baskı arttığı ölçüde gölge büyür”.
Tüm bu negatifmiş gibi görünen özelliklerine rağmen, gölgeyi iyi ya da kötü
diye sorgulamak doğru olmayacaktır.
Gölgenin
etiği yoktur.
Tıpkı vahşi bir hayvanın yavrularını şevkatle sevip, onlar için bir başka
hayvanı parçalayıp, öldürmesine; iyi ya da kötü yorumunu getirilemeyişi gibi.
Bu nedenle gölgeler, bir anlamda daima masumdur.
Aşık
Veysel’in dilinde ise gölge, sazına yoldaş olur:
“Yüce dağlar ova gibi düzlenmez,
Veysel muhannetten kerem
gözlenmez.
Tilki gölgesine arslan gizlenmez,
Yiğidin gölgesi kendinden
olur."
Aşık
Veysel’e göre; bir insanın dağların yapısını, ovaların şeklini, yani birtakım
doğal dengeleri değiştirme gücü yoktur. Bu benzeri ütopik beklentiler insanı
yanılgıya götürebilir. Arslanı mert, tilkiyi namert insana benzeten ozan; güçlü
ve saygı değer olan arslanın, tilki gibi sinsi ve kurnaz bir hayvanın
himayesine asla sığınmayacağını anlatırken; bir yiğidin, kendi potansiyeli ile
sorunlarının üstesinden gelmeye çalışacağını ve asla namert bir insanın
gölgesine gereksinim duymayacağını ifade ediyor.
Felsefede “gölgeolay”
(epifenomen) adı ile anılan bir deyim vardır: “Bir olaya eklendiği halde
onun üstünde hiçbir etkisi bulunmayan olay” anlamına gelir. Bu deyim insan
bilincini etkisiz bir yansıtıcıya indirger.
“Nietzche
gibi özdekçi (Maddeci, materyalist) ve düşünceci çeşitli düşünürlerin de
katıldıkları bu anlayışa göre; yürümekte olan bir adamın gölgesi o adamın
yürüyüşünü nasıl yavaşlatıp hızlandıramazsa bir gölgeolay olan bilinç de
katıldığı olayları öylece etkileyemez. Bilinç olayları doğurmaz, ancak olaylara
eklenir; bir bacadan çıkan duman gibi bizzat olay değil, o olayın gölgesidir”. Bu
deyimle Fethi Naci’nin “Göl ve Gölge” isimli öyküsü arasında bir
bağlantı kurulabilir. Olay, bir adamın gece su içmek için yatağından kalkması
ile başlar ve bir iki dakikalık zaman süresi içerisinde tamamlanır. Fethi
Naci’nin anılarından derlediği bir başka kitabının adı ise “Dünya Bir
Gölgeliktir"
“BU YAZIYA
EK OLARAK”
Varlıkta asil olan gölge
değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da onu salan bir asıldan
gelir. Varlığın sıfatında da
durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının
eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl
olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan
gelmektedir.
Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın
aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın
sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan
sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl
olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı
gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.
İbn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Hakk ve kâinat ilişkisini açıklarken “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey
O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur.
Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler
olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık
yoktur.”
Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan
farkı Meselâ, bir adamın güneşin nûrundan gölgesi yere
yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın
nasıl bir kimse olduğu anlaşılır.
Bu adamın gölgesi asli mertebesi,
yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir.
Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı
ise asl-ı aslı olan zâttır. Sonuçta bu
âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.
“BİR
KISSA”
Evliyâullâhın sertâcı, mahbûb-u Sübhâni, Gavs-ı
Samedâni, Pîr-i A’zam Cenâb-ı
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerine hizmet edenlerden biri, Hazreti Gavs’ın
cemalli bir zamanında huzûruna çıkarak:
“Efendim, Cenâb-ı Hak, Zat’ınıza kudretinin
tasarrufunu bahşetmiştir. Onun için istediğiniz kimselere ufak bir nazar-ı
âlinizle birçok rütbeler verebiliyorsunuz. Bu kulunuz da size epey hizmet etti,
ama bana hâla bir şey ihsan etmediniz, niyâz ediyorum,” der.
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri;
“Pekâlâ, bugün bana bir helva pişir de, bakalım Kudret
neler ihsan eder, senin de gönlün olsun,” buyururlar.
Adamcağız, “Baş üstüne” diye sevinerek, helvayı
pişirmeye başlıyor. O esnada da Hindistan’dan bir heyet gelerek, Hazreti
Abdülkâdir-i Geylânî e arz-ı ubûdiyyet ettikten sonra:
“Efendimiz, hükümdarımız öldü, bize bir hükümdar
göstermenizi niyâza geldik,” derler. Bunun üzerine Hazreti Pîr, helva pişiren
adamını çağırarak:
“Nasıl, Hind padişahlığını kabul eder misin?” diye ferman buyururlar. Adamcağız pür-neşe:
“Aman Efendim, ihsan buyurdunuz,” diye can atarak
sevinirken, Hazreti Gavs Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri:
“Yalnız, seni şu şartla oraya padişah yapıyorum: Ne
kazanırsan yarı yarıya paylaşacağız,” buyururlar.
Pek tabiî olarak tâlip, bu emri minnetle kabul ediyor.
Nihayet adamcağız hakikaten söylendiği gibi, Hindistan’da büyük bir saltanata,
muazzam saraylara, güzel eşlere sahip olduğu gibi, bir de erkek evlâda sahip
olur. Aradan on bir sene geçiyor ve bir gün Hazreti Abdülkâdir-i Geylânî in
teşrifleri haberi çıkıyor. Hükümdar, Gavs-ı Samedâni’yi karşılayarak sarayında
bir kaç gün hizmetinde bulunduktan sonra Cenâb-ı Pîr artık döneceklerini haber
veriyorlar. Padişah:
“Efendim, biraz daha kalıp bizleri sevindirin,” diye
ricada bulunuyorsa da Hazret-i Gavs’ın muhakkak gideceklerini anlayınca:
“Efendim, bari kusurlarımızı af buyurun,” diyor. O
vakit Sultan Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, hükümdara:
“Yalnız sizinle bir sözümüz vardı. Sizi biz buraya
padişah olarak gönderirken ne kazanırsanız yarı yarıya olacak, diye bir söz
vermiştiniz. İşte şimdi, buraya geldikten sonra ne kazanmış iseniz hesaplaşmak
istiyorum,” buyuruyorlar.
Padişah bunun üzerine bütün servetini tesbit ederek
yarı yarıya ayırıyor ve Hazreti Gavs’ın huzuruna arz ediyor. Sultânü’l Evliya:
“İyi amma siz bir erkek evlat da kazandınız; onu da
taksim etmeniz lazımdır,”
buyurunca, padişah:
“O nasıl olacak?” diye soruyor. Cenâb-ı Gavs cevaben:
“Çocuğu ikiye böleceğiz, size istediğiniz tarafı
vereceğim,” diye emrediyorlar.
Çocuk ortaya getiriliyor. Gavs-ı A’zam Hazretleri
keskin kılıçlarıyla: “Destûr” deyip çocuğu tam ikiye ayıracakları
esnâda, padişah belindeki mücevher işlemeli hançerini çekerek:
“Eeey sehhar herif! Senelerce bana hizmet ettirdiğin
yetmiyormuş gibi şimdi de tesadüfün bana verdiği nimeti elimden almak
istiyorsun,” diye tam Hazreti Gavs’ın göğsüne saplarken bir de bakıyor ki,
elindeki kaşık helva tenceresine saplanıyor. Ne saraydan eser var, ne
saltanattan ve ne de çocuktan bir iz kalıyor. Bu hal karşısında hayretler
içinde kalan tâlibe, Cenâb-ı Pîr tebessüm ederek:
“Oğlum karıştır helvayı… Biz cimri değiliz, veririz,
amma zamanı gelmeden de olmaz…” buyuruyorlar.
Kaynakça
YALÇIN
Emine Dilek,
Gölgenin Gizemi [Kitap]. - Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Resim Anasanat Dalı Yüksek Lisans Programı 173158-Yüksek Lisans Sanat Eseri
Çalışması Raporu Ankara, 2006.
Faydalanılan
Kaynaklar
AKÇAKOCA,
Müge., Gölge Yorumları ve Figür, Nesne, Mekan İlişkisi, Ankara-Eylül 2003.
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Sanat Eseri
Çalışması Raporu.
AND,
Metin. .Dünya’da ve Bizde Gölge Oyunu, Ankara,1977
AND,
Metin.,Geleneksel Türk Tiyatrosu, İstanbul,1985
AYTMATOV,
Cengiz., Toprak Ana, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2004
EREN,
Haşan. Türkçe Sözlük, Ankara,Türk Tarih Kurumu Basım Evi, 1988
ERGÜVEN,
Mehmet. “Mucizevi Ekiz". Sanat Dünyamız, 77, Güz, 2000:145-154
ERTÜRK,
İsmail., “Sinemadaki Gölgenin Kaynağı Nerede?- Alman Dışavurumcu Sinemasında
Aydınlatma ve Gölge Oyunları". Sanat Dünyamız, Sayı 77, Güz, 2000:157-163
GOMBRİCH,
E.H., “Düşen Gölgenin Özellikleri”. (Çev.Ülkü Tamer), Sanat Dünyamız,
Sayı 77, Güz, 2000:177-191
GÖKBERK,
Macit., Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1985
GÖLE,
Münir., “İçeşik”.Sanat Dünyamız, Sayı 77,Güz, 2000:165-167
HANÇERLİOĞLU,Orhan.,
Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1982.
HINÇER,
İhsan.,“Gölge Oyunlarının ve Karagöz’ün Doğuşu” İhsan.,turkgolge.sitemynet.com/
ihsan_hınçer_karagoz.htm;Erişimtarihi:3.12. 2005
KUDRET,
Cevdet., Karagöz, Ankara, 1968: Kaynak:
http://www.odevsitesi.com/ornekler/2005_3/92820-g0lge-oyunu.asp;
Erişim tarihi: 13.06.2005.
NACİ,
Fethi., Dünya Bir Gölgeliktir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2002.
ÖNOL, Ayşe
Işın., Shadows, Sabancı University, March 2003. İn Partial Fulfilments of the
Reguirements for the Degree of Master of Fine Arts (Y.Ö.K. 137523)
PALA,
İskender., ...Ve Gazel Yeniden, İstanbul, Ötüken Neşriat, 2001
VVILLARD,
Christopher.,"Color Lurking in the Shadows”. American Artist; Vol.65 Issue
712, 2001:p.12
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar