Print Friendly and PDF

GÖLGEYE ÖVGÜ-JORGE LUIS BORGES

Bunlarada Bakarsınız



Yalnız körlerin gördüğü karanlıklara bakmak
W. Shakespeare
ANKA mezhebinin kökeninin Heliopolis olduğunu ve re­formcu Amenophis IV*ün ölümünü izleyen dinsel canlandır­madan türediğini yazanlar, Herodotos’un Tacitus’un metinle­rini ve Mısır anıtlarını dayanak olarak gösteriyorlar, ama Anka adının Hrabanus Maurus’dan önce gelmediğini ve en eski kaynakların (örneğin Flavius Josephus’un Saturnales’i) yalnızca Adet Mensupları ya da Sır Mensupları’ndan sözettiğini bilmiyorlar veya bilmezden geliyorlar. GregoTovius, Fer­rara’daki gizli ayinlerde, konuşma dilinde Anka’nın çok sey­rek anıldığını belirtmiştir; Cenevre’de söyleştiğim zanaatçı­lara Anka adamları olup olmadıklarını sorunca beni anlama­dılar, ama Sır Mensubu olduklarını hemen kabul ettiler. Eğer yanılmıyorsam, aynı şey Budistler için de geçerlidir; kendi söylemedikleri ad, dünyanın onlara verdiği ile aynı değildir.
Miklosich, aşın ünlü bir sayfasında, mezhep üyelerini çingenelerle karşılaştırmıştır. Şili’de ve Macaristan’da, hem çingeneler, hem de mezhep üyeleri vardır; böylesine heryerdelik dışında, her ikisinin ortak yönleri çok azdır. Çingeneler at cambazı, bakırcı, demirci ve falcıdırlar; mezhep üyeleri ise genellikle serbest mesleklerde başarılıdırlar. Çingeneler be­lirli bir fiziksel tip oluştururlar ve gizli bir dil konuşurlar, veya konuşurlardı; mezhep üyeleri öteki insanların arasına karışmıştır, hiç kıyıma uğramamış olmaları da bunun kanıtı­dır. Çingeneler renkli kişiliklerdir ve kötü şairlere esin verir­ler; mezhep üyeleri romansları, taşbasmalarını, ve boleroları es geçerler... Martin Buber, Museviler’in özde dokunaklı olduklarını açıklar; mezhep üyelerinin tümü dokunaklı değil­dir, hattâ kimileri bundan tiksinirler; herkesin bildiği bu gerçek, Anka’nın İsrail’in bir türevi olduğu yollu yaygın yanılgıyı (ki bu savı saçma bir şekilde Urmann desteklemişti) çürütmeye yeterlidir. İnsanlar aşağı yukarı şöyle düşünür­ler: Urmann duyarlı bir adamdı; Urmann Musevi idi; Ur­mann Prag’ın Yahudi mahallesinde mezhep üyeleriyle sıkça beraber oldu; Urmann’ın hissettiği yakınlık, olgunun gerçek­liğini kanıtlar. İçtenlikle söyleyeyim, bu görüşü kabul ede­mem. Mezhep üyelerinin Musevi ortamında Museviler’e ben­zemesi hiçbir şeyi kanıtlamaz; yadsınamayacak gerçek, Hazlitt’in sonsuz Shakespeare’i gibi, dünyadaki bütün insanlara benzedikleridir. Havari gibi, herkes için her şeydirler; daha geçenlerde, Paysandu’lu doktor Juan Francisco Amaro, bu­lundukları yere ne büyük kolaylıkla uyum sağladıklarından beğeniyle sözetmiştir.
Mezhep tarihinin kıyımlar kaydetmediğini söylemiştim. Burası doğru, ama Anka yandaşlarını barındırmayan insan topluluğu olmadığına göre, kurban edilmedikleri veya can al­madıkları kıyım ya da şiddetin de bulunmadığı aynı oranda kesindir. Batı savaşlarında olsun, Asya’nın ücra köşelerinde­ki çarpışmalarda olsun, yüzyıllardan beri düşman sancakları altında kan dökmüşlerdir; yerkürenin bütün uluslarıyla özdeşmeleri pek işlerine yaramaz.
Kutsal Kitap’ın İsrail’i biraraya getirmesi gibi onları bir­leştiren kutsal bir kitaptan yoksun, ortak bir anıdan yoksun, bir başka anı olan dilden yoksun, yeryüzünün dört bir yanı­na dağılmış, renk ve çizgilerinde farklı olarak bir tek şey –Gizem-onları birbirlerine bağlar ve zamanın sonuna kadar da bağlamayı sürdürecektir. Bir zamanlar, Gizem’in yanısıra, bir efsane (belki de kozmogonik bir mit) vardı, ama An­ka’nın yüzeysel insanları bunu unuttular, bugün yalnızca bir cezanın karanlık geleneğini saklıyorlar. Ceza, antlaşma veya ayrıcalık; yorumlar farklılık gösteriyor ve bir Tanrı’nın yar­gısına şöyle bir gözatmamıza izin veriyor yalnızca: bu Tanrı, bir ırkın insanlarına, kuşaktan kuşağa bir töreni uygulamak koşuluyla sonsuzluğu kesin kılıyor. Gezginlerin raporlarına başvurdum, patriklerle ve tanrıbilimcilerle konuştum; töre­nin yerine getirilmesinin mezhep üyelerinde görülen tek din­sel uygulama olduğunu doğrulayabilirim. Tören Gizem’i oluşturur. Belirttiğim gibi, bu kuşaktan kuşağa iletilir, ama gelenekler, annelerin çocuklarına öğretmesine de, din adam­larının açıklamasına da karşıdır; gizeme kabul töreni en aşa­ğılık kişilerin görevidir. Bir köle, bir cüzzamlı veya bir dilen­ci giz öğreticisidir. Ayrıca, bir çocuk da bir başka çocuğa bilgi verebilir. Kendi başına eylem basit ve anlıktır, betimleme ge­rektirmez. Kullanılan gereçler mantar, balmumu ve Arap zamkından oluşur. (Ayin kitabı balçıktan da söz eder; bu da ayrıca kullanılır.) Özellikle bu ayinin yapılmasına adanmış tapmaklar yoktur, ama bir yıkıntı, bir mahzen veya bir deh­liz uygun yerler olarak benimsenmiştir. Gizem kutsaldır, ama biraz gülünç olduğu da doğrudur; uygulama kaçamak, hattâ töredışıdır ve yandaşları bunun sözünü etmezler. Ad­landırmak için nazik sözcükler yoktur, ama bütün sözcükle­rin onu gösterdiği, veya daha doğrusu, kaçınılmaz olarak ona gönderme yaptığı üstü kapalı anlatılır; bu nedenle, bir söyle­şide ağzımdan çıkan sıradan bir şeye, mezhep yandaşları gü­lümsediler veya rahatsız oldular, çünkü Gizem’e dokunduğu­mu sezdiler. Cermen edebiyatında, mezhep üyeleri tarafın­dan yazılmış şiirler vardır, adı geçen konu deniz veya akşam alacakaranlığıdır; bunların bir anlamda Gizem’in simgeleri olduğunu tekrarlamayı gerekli görüyorum. Du Cange’ın Glossaire’ine kaydettiği uydurma bir atasözü Orbis terrarum est speculum Ludi der. Bir çeşit kutsal korku, kimi inançlıla­rın bu basit töreni uygulamasına engel olur; ötekiler bunları aşağılarlar, ama daha çok kendi kendilerini aşağılarlar. Bu­na karşın, bilinçli olarak Tören’den el çekip, Tanrı ile doğru­dan alışverişe girmeye hak kazananlar, büyük bir saygınlık kazanırlar; bu alışverişi açığa vurmak amacıyla ayin kitapla­rındaki resimlere başvururlar, bu yüzden John of the Rood şöyle yazmıştır:
Üç kıtada, birçok Anka sofusunun dostluğuna hak kazan­dım; başlangıçta Gizem’in onlara anlamsız, zahmetli, bayağı ve (işin en garip yanı) inanılmaz geldiğini biliyorum. Ataları­nın böylesine oyunlara yüzverdiklerini kabullenmek istemi­yorlardı. Gizem’in ta eskilerde kaybolmamış olması tuhaftır; yerkürenin değişkenliklerine karşın, savaşlara ve göçlere karşın, korkunç bir şekilde, inançlılara ulaşıyor. Biri, artık içgüdüsel olduğunu ileri sürerken duraksamadı bile.
 Sh: 131-134
Beni öldürse bile, inanacağım ona.
Eyüp 13:15
ADIM Otto Dietrich Zur Linde. Atalarımdan biri, Christoph Zur Linde, Zorndorf zaferinin yazgısını belirleyen atlı saldırı­sında can verdi. Anne tarafından büyük dedem, Ulrich Forkel, 1870 yılının son günlerinde Marchenoir ormanında, Fransız başıbozukların elinden katledildi; babam, yüzbaşı Dietrich Zur Linde 1914 Namur kuşatmasında ve iki yıl son­ra da Tuna’yı geçerken yararlık gösterdi.
[ Anlatanın, en ünlü atasını, Hegel diyalektiğini Kristoloji’ye uygulayan ve kili­senin tanımadığı bazı kitapların aslına uygun çevirisiyle Hengstenberg san­sürünün yıldırımlarımüzerine çeken ve Thilo ve Gesenius'un onayını kaza­nan tanrı-bilimci ve İbranice uzmanı Johannes Forkel’i (1799-1846) es geç­mesi oldukça anlamlı. (Yayıncınınnotu.)]
Bana gelince, iş­kenceci ve katil sıfatıyla kurşuna dizileceğim. Mahkeme dü­rüst hareket etti; ta başından beri suçluluğumu kabul ettim. Yarın, tutukevinin saati dokuzu çalarken, ölüm ülkesine gir­miş olacağım; büyüklerimi düşünmem çok doğal, onların göl­gesine öylesine yakınım ki, bir anlamda ben onlarım.
Dava (bereket versin kısa sürdü) süresince hiç konuşma­dım; o zaman kendimi aklamaya kalkışsam kararı geciktirir, üstelik korkakmış izlenimi uyandırırdım. Şimdi her şey de­ğişti; idamımdan önceki gece çekinmeden konuşabilirim. Suçlu olmadığımdan bağışlanma arayışında değilim, ama anlaşılmak istiyorum. Beni dinlemeyi bilenler, Almanya’nın tarihini ve dünya tarihinin geleceğini anlayacaklar. Bugün olağanüstü ve şaşırtıcı görünen benimki gibi vakaların çok geçmeden sıradan olacağını biliyorum. Yarın öleceğim, ama ben gelecek kuşakların bir simgesiyim.
1908 yılında Marienburg’da doğdum. Bugün hemen he­men unutulan iki tutku, birçok uğursuz yıla yüreklilikle, hattâ mutlulukla karşı koyma olanağı tanıdı bana: müzik ve metafizik. Bana iyilik edenlerin hepsini sayıp dökmem müm­kün değil, ama sessizce geçiştirmeye katlanamayacağını iki ad var: Brahms ve Schopenhauer. Şiir üzerine de biraz çalış­tım; bu adlara bir başka dev Cermenik adı eklemek istiyo­rum: William Shakespeare. Bir zamanlar tanrıbilim ilgimi çekmişti, ama Schopenhauer, lafı dolaştırmayan fikir yürüt­meleri ile beni bu masalsı yöntemden (ve Hıristiyan inancın­dan) kopardı, Shakespeare ve Brahms ise dünyalarının son­suz çeşitliliği ile. Hayranlıkla, sevgi ve minnetle bu yazgının kayırdığı gözdelerin eserlerinin herhangi bir noktasında duralayan kişi, benim, o iğrenç adamın da oralarda duralamış olduğumu bilsin.
1927’ye doğru, yaşamıma Nietzsche ve Spengler girdiler. Bir 18. yüzyıl yazarı, kimsenin çağdaşlarına borçlu duruma düşmek istemediğini söyler; ben de, ezıciliğini sezdiğim bu etkiden kurtulabilmek amacıyla, Abrechnung mit Spengler başlığını taşıyan ve yazarın Faust’a benzer dediği çizgilere en su götürmez anıtın, Goethe’*nin karışık dramı değil, yirmi yüzyıl önce kaleme alınmış bir şiir, De Rerum Natura ol­duğunu belirttiğim bir makale yazdım. Tarih filozofunun iç­tenliğinin, kökten Alman (kerndeutsch) ve askerî düşüncesi­nin de hakkını teslim ettim. 1929’da Parti’ye yazıldım.
[(*) Öteki uluslar saflıkla yaşıyorlar, kendi içlerinde ve kendileri için, madenler ve göktaşları gibi; Almanya hepsini içeren evrensel ayna, dünyanın bilincidir (das Weltbewusstsein). Goethe Hıristiyan âleminin bu anlayışının proto tipidir. Onu kınamıyorum, ama Spengler savunun Faust'a benzer adamını onda görmüyorum.]
Çıraklık yıllarım hakkında söylenebilecek pek bir şey yok. Benim için, birçoklarınkinden daha güç oldu doğrusu, cesaretten yoksun olmasam da, şiddete eğilimim yoktur. Bu­na karşın, yeni bir çağın sınırında olduğumuzu ve İslâmiyet­’in ya da Hıristiyanlık’ın ilk dönemleriyle bir tutulabilecek bu çağın, yeni insanlar gerektirdiğini kavradım. Bireysel açıdan, arkadaşlarımdan tiksiniyordum; onları bizi birleştiren yüce emel için, bireyliğimizden vazgeçmemiz gerektiğine inandırmak için boş yere uğraştım durdum.
Tanrıbilimciler, Tanrı’nın dikkati bir an olsun kalem tu­tan şu elimden uzaklaşsa, bu elin ışıksız bir ateşle çarpılmış gibi yokolacağını iddia ediyorlar. Bence, gerekçesi olmadan kimse varolamaz, kimse bir bardak suyu dudaklarına götü­remez ya da bir parça ekmeği ısıramaz. Bu gerekçe her insan için farklıdır; ben, inancımızın dayanıklılığını ölçecek aman­sız savaşı bekliyordum. Bu savaşın çarpışmalarında bir as­ker olacağımı bilmek bana yetiyordu. Zaman zaman İngilte­re ve Rusya’nın ödlekliğinin bizi yoksun bırakmasından çe­kindim. Rastlantı ya da yazgı geleceğimi başka şekilde ördü: 1 Mart 1939 günü, gün batınımda Tilsit’te gazetelerin bah­setmediği ayaklanmalar oldu; Havra’nın arka sokağında, iki kurşun bacağımı delip geçti, kesmek gerekti.* Birkaç gün sonra, ordularımız Bohemya’ya giriyordu; sirenler bu olayı haber verdiğinde, sakin bir hastanede yatağa çakılmış, ken­dimi Schopenhauer’ün kitaplarında kaybedip, unutmaya çalışıyordum. Boş yazgının simgesi olan koca ve mayışık bir kedi pencere kenarında uyukluyordu.
[ (*) Bacağın kesilmesinin sonuçlarının çok ciddi olduğu fısıldanıyor. (Yayıncının notu.)]
Parerga und Paralipomena’nın birinci cildinde, doğum anından ölümüne bir insanın başına gelebilecek olayların ta­mamının kendi tarafından önceden belirlendiğini yeniden okudum. Demek ki, her savsaklama önceden düşünülmüş, her rastlantısal karşılaşma bir sözleşme, her küçük düşme bir tövbe, her başarısızlık gizli bir zafer, her ölüm bir intihar idi. Felâketlerimizi kendimizin seçtiği düşüncesi kadar kur­naz bir avuntu yoktur; bu bireysel erekbilim bize gizli bir dü­zeni açımlar ve bizi olağanüstü bir şekilde Tanrı ile karıştırır. Hangi karanlık niyet bana bu gün batımını, bu kurşunları ve bu kesik bacağı arattı? (diye sordum kendi kendime.) Savaş korkusu olmadığını biliyordum; daha derin bir şeydi. Sonunda kavradım. Bir din için ölmek, onu bütünüyle yaşamaktan da­ha basitti; Efes’de vahşi hayvanlarla kapışmak (binlerce adsız şehit böyle yaptı) İsa’nın kölesi Petrus olmaktan daha az zor­du; bir eylem insanın bütün saatlerinden daha az önem taşı­yordu. Savaş ve zafer kolaylıklardı; Raskolnikov’un girişimi, Napolyon’unkinden daha çetindi. 7 Şubat 1941’de, Tarnowitz toplama kampı müdür yardımcılığına atandım.
Bu görevin uygulanması benim için pek hoş olmadı, ama asla savsaklama günahını işlemedim. Ödlek, kılıçların arasın­da sınanır; bağışlayan, acıyan insan sınavını tutukevlerinde ve başkasının acısında verir. Temelde, nazizm ahlâki bir eylemdir, yozlaşmış insanlığın yeni deriye kavuşmak için eski deriyi de­ğiştirmesidir. Savaş sürecinde, subayların çığlıkları ve bağırışmalar arasında, bu dönüşüme sık rastlanır; sinsi, yanıltıcı mer­hametin asırlık sevecenliklerle aklımızı çelmeye çalıştığı iç ka­rartıcı zindanda durum aynı değildir. Bu sözleri boş yere kul­lanmıyorum; Zerdüşt’ün üst insanı için acıma en büyük gü­nâhtır. Breslau’dan ünlü şair David Jerusalem’i bize gönder­diklerinde az kalsın (itiraf ederim) bu günâha giriyordum.
Elli yaşlarında bir adamdı. Bu dünyanın mallarından yoksul, hırpalanmış, yadsınmış, ayıplanmıştı, dehâsını Mut­luluğu övmeye adamıştı. Anımsadığım kadarıyla, Albert Soergel Dichtung der Zeit adlı yapıtında onu Whitman ile karşılaştırıyor. Bu benzetme pek yerinde değil. Whitman, ev­reni önsel, genel, hemen hemen aldırmaz bir şekilde ulular; Jerusalem ise titiz kılı kırk yaran bir aşkla her şeyden sevinç duyar. Asla sayım döküme, kataloglamaya girişmez. Kaplan Ressamı Tse Yang başlıklı, kaplanlar gibi çizgili, enlemesine ve sessiz kaplanlarla aşırı yüklü ve delik deşik o derin şiirin birçok altı ölçülü dizesini ezberden tekrarlayabilirim. Ölüm saati çaldığında, boş yere yanlışlarını bağışlatmaya çalışan, yaşamının asıl gizli aklanmasının müşterilerinden birine (yalnız bir kere gördüğü ve anımsamadığı biri) Shylock kişi­liğini esinlemek olduğundan habersiz, 16. yüzyılda yaşamış Londralı bir tefecinin kendi kendine mırıldanışını konu edi­nen Rosencrantz Melekle Konuşuyor’ı da unutamam. Akıl­dan çıkmayan gözleri olan, sarı tenli, hemen hemen kapkara sakallı David Jerusalem, her ne kadar aslında yoldan çıkmış ve nefretle anılan Eşkenazlar’dan olsa da Sefarad Yahudilerinin tam bir prototipiydi. Ona karşı katı davrandım; ne acı­manın, ne de ününün beni yumuşatmasına izin vermedim. Olası bir cehennemin tohumunu taşımayan hiçbir şeyin va­r olmadığını epeydir biliyordum; bir yüz, bir sözcük, bir pusu­la, bir cıgara reklamı onları unutmayı beceremeyen birini de­li edebilirdi. Macaristan haritasını aklından çıkaramayan ki­şi deli olmaz mıydı? Bu ilkeyi kampımızın disiplinli yöneti­mine uygulamaya karar verdim ve...* 1942 sonunda Jerusa­lem aklını yitirdi; 1 Mart 1943’te intihar etmeyi başardı.**
[(*)O Burada birkaç satırı çıkarmak kaçınılmazdı.(Yayıncınınnotu.)
(**) Jerusalem adı ne arşivlerde, ne de Soergel’in eserlerinde yeralıyor. Alman Edebiyatı kitaplarında da adı geçmiyor. Buna karşın, bir kurgu kahramanı olduğunu da sanmıyorum. Otto Dietrich Zur Linde'nin emri üzerine, Tarno witz’de birçok Musevi aydını işkenceye tabi tutuldu, örneğin piyanist Emma Rosenzweig. "David Jerusalem" belki birçok kişinin simgesidir. 1 Mart 1943'te öldüğü söyleniyor burada; anlatan 1 Mart 1939’da Tilsit'te yaralanmıştı. (Yayıncının notu.)]
Onu yokettiysem, bunu acıma duygumu yoketmek için yaptığımı Jerusalem anladı mı bilmiyorum. Benim gözümde bir insan, hattâ bir Yahudi bile değildi; ruhumun nefret edi­len bir bölgesinin simgesine dönüşmüştü. Onunla birlikte can çekiştim, onunla birlikte öldüm, onunla birlikte kendimi bir anlamda yitirdim; işte bu nedenle acımasız oldum.
Bu sırada, mutlu bir savaşın büyük günleri ve büyük ge­celeriyle coşuyorduk. Soluk aldığımız havada aşka benzer bir duygu vardı. Denizi yanıbaşında hissetmiş gibi, kanda bir heyecan ve bir taşkınlık vardı. Bu yıllar boyunca, her şey farklıydı; uykunun tadına kadar. (Belki ben hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu olamadım, ama bilindiği gibi mutsuz­luk kayıp cennetler gerektirir.) Bütünlük için, yani bir insa­nın uluşabileceği deneyimlerin tamamı için can atmayan bir tek insan yoktur; bu sonsuz kalıtın herhangi bir yerinden yoksun kalmaktan korkmayan bir tek insan da yoktur. Ama benim kuşağım her şeye sahip oldu, çünkü önce zafer bağış­landı, sonra da bozgun.
1942 yılının ekim ya da kasımında, ağabeyim Friedrich Mısır’ın kum çöllerinde, ikinci El Alameyn çarpışmasında öl­dürüldü; birkaç ay sonra, bir hava bombardımanında doğdu­ğum ev yerle bir oldu; 1943 haziranı sonunda da, bir başkası laboratuvarımı yoketti. Büyük anakaraların hırpaladığı Üçüncü Reich can veriyordu, eli herkese karşı kalkmıştı, herkesin eli de ona karşı. İşte o zaman benzersiz bir şey ol­du, ancak bugün anladığımı sanıyorum. Öfkenin kadehini tüketebileceğime inanıyordum, ama son damlaya vardığımda beklenmedik bir tat beni durdurdu, gizemli ve neredeyse korkunç mutluluğun tadı. Birçok açıklamayı denedim; hiçbiri yeterli görünmedi.
Bozgundan hoşnutum, çünkü gizliden gizliye suçlu olduğumu biliyorum ve beni yalnız ceza bağışla­tabilir, diye düşündüm.
Bozgundan hoşnutum, çünkü sona vardım ve çok yorgunum, diye düşündüm.
Bozgundan hoşnu­tum, çünkü gerçekleşti, çünkü geri döndürülemeyecek biçimde geçmiş, şimdiki ve gelecek olaylarla birleşiyor, çünkü bir tek gerçek olguyu kınamak veya ondan üzüntü duymak bütün ev­rene hakaret etmektir, diye düşündüm. Kendi kendime bu ne­denleri gösteriyordum, ta ki doğrusunu bulana dek.
İnsanların ya Aristotelesci, ya da Platoncu doğdukları söylenir. Bunun anlamı, Aristoteles ve Platon arasında bir kalem kavgasına konu olmayan soyut nitelikte hiçbir tartış­manın bulunmadığıdır; yüzyıllar ve iklimler boyunca adlar, lehçeler, yüzler değişir, ama ebedi hasımlar asla. Toplumların tarihi de gizli bir süreklilik içerir. Arminius bir bataklık­ta Varus’un tümenlerini kılıçtan geçirdiğinde, Alman İmparatorluğu’nun bir müjdecisi olduğunu bilmiyordu. İncil çevir­meni Luther, yaptığının İncil’i sonsuza dek geçersiz kılacak bir toplum yaratmak olduğundan kuşkulanmıyordu bile; 1758’de bir Moskova kurşunuyla öldürülen Christoph Zur Linde bir anlamda 1914 zaferlerini hazırladı; Hitler bir tek ülke için savaştığını sandı, aslında herkes için, hattâ saldır­ganlığının ve nefretinin kurbanları için savaştı. Kendi beninin bilmemesinin önemi yok; kanı ve istemi biliyordu. Dünya Yahudilik’ten ve Yahudilik’in hastalığı olan İsa inancından ölüyordu. Bu kılıç bizi öldürüyor ve bizler bir labirent ören ve günlerinin sonuna dek içinde gezinmeye hüküm giyen bü­yücüye veya bilmediği birini yargılayıp ölüme mahkûm eden, ardından da "Bu adam sensin" açınlamasmı duyan Davud’a benziyorduk. Yeni düzenin kurulması için birçok şeyin yıkıl­ması gerekiyordu; Almanya’nın bunlardan biri olduğunu öğ­rendik şimdi. Yaşamımızdan biraz daha fazla bir şey verdik, anayurdumuzun yazgısını. Kimileri lanetlesin, kimileri ağlasın; ben yazgımızın çevrimsel ve kusursuz olmasından sevinç duyuyorum.
Şimdi amansız bir çağ dünya üzerinde süzülüyor. Bu çağı biz yarattık, bundan böyle kurbanı olan bizler. İngiltere’nin çekiç, bizim ise örs olmamızın ne önemi var? Önemli olan, köle ruhlu Hıristiyan pısırıkları yerine şiddetin hüküm sür­mesi. Eğer şiddet ve haksızlık ve mutluluk Almanya için de­ğilse, varsın öteki uluslar için olsun. Yeter ki Cennet varol­sun, bizim yerimiz Cehennem bile olsa.
Yüzümü aynada seyrediyorum, kim olduğumu, birkaç saat içinde sonla yüzyüze geldiğimde nasıl davranacağımı öğrenmek için. Bedenim korku duyabilir, ben asla.
Sh: 177-184
SHAKESPEARE  BELLEĞÎ
GOETHE’NİN, Edda’ların ve sonradan ortaya çıkan türkü Nibelungenlied’in hayranları vardır; benim yazgımsa Shakespeare’di. Hâlâ da öyle, üstelik kimsenin -daha yeni Pretoria’da ölen Daniel Thorpe’u saymazsak tabii -önceden sezemeyeceği bir anlamda. Bir de yüzünü asla görmediğim biri var.
Adım Hermann Soergel. Meraklı okur, bir zamanlar met­nin iyice anlaşılmasında gerekli olduğuna inandığım ve İs­panyolca dahil birçok dile çevrilen eserim "Shakespeare Kronolojisi" ni karıştırmıştır belki. Aynı zamanda, Theobald’ın 1734’teki eleştirel baskıya eklediği bir düzeltiyle başlayan ve bugüne dek yapıtın ayrılmaz bir parçası kabul edilen uzunla­masına polemiği anımsaması da hiç olanaksız değil. Hemen hemen iğneli diyebileceğimiz sayfaların anlatımına şaşmyorum bugün. 1914 yılında, Yunanca uzmanı ve oyun yazan George Chapman’ın, farkına bile varmadan, İngilizceyi köke­nine, Anglosakson özüne (Urprung) götürene dek işlediği Ho­meros çevirilerinde karşılaşılan bileşik sözcükler üzerine de bir inceleme kaleme aldım, ama yayımlamadım. Şimdi tınısını bile unuttuğum sesinin günün birinde benimkine benzeye­ceği hiç aklımdan geçmezdi... Adımın başharfleriyle imzala­dığım bir başka yazıyla, sanırım edebi biyografim tamamla­nıyor. 1917 yılında Batı cephesinde can veren kardeşim Otto Julius’un ölümünü düşünüp durmaktan kurtulmak için gi­riştiğim basılmamış Macbeth çevirimi de eklemek uygun dü­şer mi bilmiyorum. Sonunu getirmedim; İngilizcenin, şansı­na, iki ses düzeninden de -Almanca ve Latince-yararlandığı­nı anladım, oysa bizim Almancamız, daha uyumlu olmasına karşın, yalnızca tek bir ses düzeniyle sınırlıdır.
Daniel Thorpe’dan söz ettim. Binbaşı Barclay, bir Shakespeare kongresinde tanıştırmıştı bizi. Ne yeri, ne de tarihi belirteceğim; böylesi açıklamaların gerçekte belirsizlik oldu­ğunu gayet iyi biliyorum.
Önemli olan, yan körlüğümün unutmaya yardımcı oldu­ğu Daniel Thorpe’un çehresinin yaydığı mutsuzluktu. Yılla­rın sonucunda, insan pek çok şeyde olduğundan başka türlü görünmeyi başarabilir, ama asla mutluluk taslayamaz. Nere­deyse fiziksel bir biçimde, Daniel Thorpe hüzün yayıyordu çevresine.
Uzun bir toplantıdan sonra, gece bizi sıradan bir köşe meyhanesine götürdü. Kendimizi İngiltere’de hissetmek için (o sırada oradaydık) törenle testiler dolusu ılık ve siyah bira tükettik.
Chaucer’ın de bu harika yüzük masalını çok iyi bildiğini düşündüm, ama söylersem Barclay’in öyküsünün keyfi kaç­mış olacaktı.
-  Yüzüğe ne olmuş peki? diye sordum.
-   Bütün büyülü nesnelerin geleneğinde olduğu gibi, kay­bolup gitmiş. Kim bilir, belki de hâlâ caminin gizli bir köşesindedir veya kuşların yaşamadığı bir yörede, adamın biri­nin parmağındadır.
-   Ya da söyledikleri seçilemeyecek kadar çok kuşun bu­lunduğu bir yerde, dedim.
-  Öykünüz Barclay, biraz meseli andırıyor.
İşte bu noktada konuşmuştu Daniel Thorpe. Bunu da ki­şiliksiz bir sesle, bize bakmadan yapmıştı. İngilizceyi garip bir şekilde söylemliyordu, bunu Doğu’da uzun süre kalması­na yordum.
-  Mesel değil ama, diye sürdürdü, mesel olsa bile gerçek. Öyle paha biçilmez şeyler vardır ki satılmaları mümkün de­ğildir.
Şimdi toparlamaya çabaladığım sözcükler, onları söyler­ken Daniel Thorpe’un duyduğu inançtan daha az etkilemişti beni. Devamını getireceğini sanmıştık, ama konuştuğuna pişman olmuşçasına birden sustu, Barclay bizden ayrıldı. İkimiz beraberce otele döndük. Saat iyice geç olmuştu, yine de Daniel Thorpe bana söyleşiyi odasında sürdürmemizi önerdi. Bir süre havadan sudan lâfladıktan sonra, bana:
-   Size Hazreti Süleyman’ın yüzüğünü sunuyorum, dedi. Bunun bir eğretileme olduğu su götürmez, ama bu eğretile­menin içeriği hiç de yüzükten aşağı kalmaz. Size Shakespeare’in belleğini sunuyorum, en çocuksu ve eskil günlerinden, 1616 Nisanı başına dek olan bütün günlerinin belleğini.
Dilim tutulmuştu. Sanki bana deniz sunulmuştu.
-   Sahtekâr değilim, diye sürdürdü Thorpe. Deli de deği­lim. Beni sonuna dek dinlemeden bir yargıya varmamanızı rica ediyorum. Herhalde binbaşı, askeri doktor olduğumu ya da bir zamanlar bu işi yaptığımı söylemiştir size. Öykü bir­kaç sözcüğe sığdırılabilir. Doğu’da, tan sökerken, kanlı bir hastanede başlar. Kesin tarihinin önemi yok. İki tüfek kur­şunuyla vurulmuş olan bir asker, Adam Clay, ölümünden hemen önce, son nefesiyle bana değerli belleği sunmuştu. Can çekişme ve yüksek ateş yaratıcılığı artırır; pek güven duymadan armağanı kabul ettim. Ayrıca, savaşta bir çar­pışmadan sonra, hiçbir şey tuhaf kaçmaz. Armağanın eşsiz koşullarını açıklamaya yetecek kadar zamanı kalmıştı yal­nızca. Belleği elinde tutanın yüksek sesle sunması ve öteki­nin de aynı şekilde kabul etmesi gerekiyordu. Veren sonsu­za dek yitiriyordu.
Askerin adı ve hüzünlü sahne bana edebi göründü, sözcü­ğü kötü anlamda kullanıyorum.
-   Shakespeare’in belleği şimdi sizde mi? diye sordum, bi­raz yılmış bir sesle.
-     Şimdi iki belleğim var, diye karşılık verdi Thorpe. Kendiminki ve kısmen ben olan Shakespeare’inki. Daha doğrusu ben iki belleğin elindeyim. İkisinin içiçe girdiği bir bölge var. Hangi yüzyıla yerleştireceğimi bilemediğim bir kadın çehresi var.
-   Shakespeare’in belleğiyle neler yaptınız? diye sordum o zaman.
Bir sessizlik oldu.
-    Eleştirmenlerin horgörüyle karşıladıkları ve Amerika Birleşik Devletleri ve sömürgelerde ticari bir başarı kazanan romansı bir biyografi yazdım, dedi bir süre sonra. Sanırım hepsi de bu kadar. Armağanımın bedava olmadığı konusun­da sizi daha önce uyarmıştım. Hâlâ yanıtınızı bekliyorum.
Düşünceye daldım. Garip olduğu kadar renksiz yaşamı­mı Shakespeare arayışına adamamış mıydım? Yolculuğun sonunda da onunla karşılaşmam yerinde değil miydi?
-   Shakespeare’in belleğini kabul ediyorum, dedim ve her sözcüğü vurgulayarak.
Bir şey oldu kuşkusuz, ama kavrayamadım. Sanki belli belirsiz bir yorgunluk duydum, belki de be­nim kuruntumdu.
Thorpe’un bana söylediklerini açık seçik anımsıyorum:
-   Bellek bilincinize yerleşti, ama onu bulgulamanız gere­kiyor. Düşlerde, uyanıklıkta, bir kitabın yapraklarını çevirir­ken veya bir köşeyi dönerken birdenbire ortaya çıkacak. Sabırsızlanmayın, anılar uydurmaya kalkışmayın. Rastlantı, gizemli işleyişine göre onu destekleyebilir veya köstekleyebi­lir. Ben unuttukça, siz anımsayacaksınız. Kesin bir tarih söz veremem.
Gecenin arta kalan kısmını, Shylock’un kişiliği üzerine tartışarak geçirdik. Shakespeare’in Yahudilerle özel ilişkisi­nin varlığı konusunda soruşturmaktan kaçındım. Thorpe’un onu sınamaya kalkıştığım izlenimine kapılmasını istemiyor­dum. Yatışarak mı, yoksa kaygıyla mı bilmem, görüşlerinin, benimkiler gibi, çok kuralcı ve saymaca olduklarını belirttim.
Bir gece önce sabahlamama karşın, sonraki gece de gözü­me pek uyku girmedi. Daha önceleri de birçok kez olduğu gi­bi, ödleğin biri olduğumun farkına vardım. Düşkırıklığına uğrama korkusuyla, kendimi umuda kaptırmıyordum. Thor­pe’un armağanının aldatıcı olduğunu düşünmek işime geli­yordu. Karşı konulamayacak şekilde, umut baskın çıktı. Shakespeare benim olacaktı, kimsenin kimseye ait olmadığı gibi, ne aşkta, ne dostlukta, hatta ne de nefrette. Bir anlamda, ben Shakespeare olacaktım. Tragedyaları, karmaşık soneleri yazmayacaktım, ama aynı zamanda Parkalar da olan cadıla­rın bana açınlandığı anı anımsayacaktım, şu engin dizelerin içime doğduğu anı da:
And s hake the yoke of inauspicious stars
From the worldweary flesh
Anne Hathaway’i anımsayacaktım, yıllar önce, Lübeck’de bir dairede bana aşkı öğreten, şimdi olgunluğa ermiş kadını anımsadığım gibi. (Anımsamaya çalışıyorum onu, ama bütün anımsayabildiğim san renkte duvar kâğıtları ve pencereden süzülen ışık. Bu ilk başarısızlık, beni sonrakilere hazırlama­lıydı.)
Olağanüstü belleğin imgelerinin her şeyden önce görsel olacağını öngörmüştüm. Gerçek hiç de öyle değildi. Günler sonra, tıraş olurken, aynaya doğru bana yabancı gelen ve bir meslekdaşımın Chaucer’ın A,B,C’sine ait olduğunu belirttiği bazı sözcükler mırıldandım. Bir akşamüstü, British Museum’dan çıkarken, asla duymadığım çok basit bir ezgiyi ıs­lıkla çalmaya başladım.
Okuyucu, bu ilk açınlamaların ortak özelliğini kavramış­tır herhalde, eğretilemelerin görkemine karşın, bu bellek görselden çok, işitseldi.
De Quincey, insan beyninin elyazısı bir müsvedde oldu­ğunu ileri sürer. Her yeni yazı öncekini örter ve bir sonraki tarafından örtülür, buna karşın sınırsız gücü olan bellek, ye­terli uyarının sağlanması halinde, ne kadar anlık olursa ol­sun, herhangi bir izlenimi kazıp, gömüldüğü yerden çıkara­bilir. Vasiyetnamesine bakılırsa, Shakespeare’in evinde bir tek kitap yokmuş, hatta İncil bile, ama başvurduğu yapıtları bilmeyen yok. Chaucer, Gower, Spencer, Christopher Marlo­we. Holinshed’in Tarih Defterler’i, Florio’nun Montaigne’i, North’un Plutarkhos’u. Shakespeare’in belleği bana gizli bir şekilde gelmişti; bu eski ciltleri okumak, yani yeniden oku­mak aradığım uyarı olabilirdi. En dolaysız yapıtı olan sonele­ri de yeniden okudum. Kimi zaman bir açıklama veya bir do­lu açıklama geliyordu aklıma. İyi dizeler, yüksek sesle okun­mayı gerektirir; birkaç gün içinde, fazla zorlanmadan onaltıncı yüzyılın pürtüklür’lerine ve açık seslilerine yeniden ka­vuşmuştum.
Zeitschrift für germanische Philologie'de, 127 numaralı sonenin Yenilmez Armada’nın uğradığı dillere destan bozgu­na gönderme yaptığını yazdım. 1899 yılında, Samuel Butler’in bu savı ortaya attığını anımsamadım.
Stratford-on-Avon’a yaptığım bir gezi, önceden de anlaşı­labileceği gibi, sonuçsuz kaldı.
Ardından düşlerim yavaş yavaş değişime uğramaya baş­ladı. Ne De Quincey’de olduğu gibi görkemli karabasanlar, ne de ustası Jean Paul’de olduğu gibi sofuca ve alegori dolu görüntüler taşıyorlardı. Tanımadığım yüzler ve odalar düşle­rime girmeye başladı. İlk saptadığım çehre Chapman’ınkiydi, Ben Johnson’un ve biyografilerin söz etmediği, ama Shakespeare’in sık görüştüğü bir komşusunun yüzleri onu izledi.
Bir ansiklopedi satın alan kişi, her satıra, her paragrafa, her sayfaya ve her çizime sahip oluyor anlamına gelmez; yal­nızca bu şeylerin bir kısmını tanıma olanağını elde eder. Bö­lümlerin alfabetik bir şekilde dizilişi sayesinde, eğer bu, so­mut ve görece basit birey için geçerlilik kazanıyorsa, soyut ve değişken, ondoyant ve diuers bir birey için, örneğin bir ölü­mün büyüsel belleği için neler olmazdı?
Bütün geçmişi eksiksiz bir şekilde, bir anda kavrama ay­rıcalığı kimseye bağışlanmamıştır. Bildiğim kadarıyla ne Shakespeare’e, ne de yarı yarıya onun mirasçısı olan bana bağışlanmıştı bu yetenek. İnsan belleği bir toplam değildir; belirsiz bir olanaklar karmaşasıdır. San Augustin, yanılmı­yorsam, belleğin saraylarından ve mağaralarından söz eder. İkinci eğretileme daha doğrudur. İşte bu mağaralara girdim ben de.
Bizimki gibi, Shakespeare’in belleği de alanları, kendi is­temiyle sakladığı gölge alanları içeriyordu. Biraz utanarak, Ben Johnson’un ona ezbere Latince ve Grekçe altı ölçülü di­zeleri okuttuğunu ve Shakespeare’in kulağının, o benzersiz kulağının, arkadaşlarının kahkahaları arasında birçok kez teklediğini anımsadım.
Sıradan insan deneyimini aşan mutluluk ve karanlık hallerini biliyordum. Farkına bile varmadan, uzun ve zorlu yalnızlık beni mucizeyi uysallıkla karşılamaya hazırlamıştı.
Otuz gün kadar sonra, ölünün belleği beni canlandırıyor­du. Bir haftalık garip mutluluk boyunca, neredeyse Shakes­peare olduğuma inanıyordum. Yapıtı benim için yenileniyordu. Biliyorum, Shakespeare’e göre ay, Diana kadar ay değildi ve şu karanlık ve yavaşça akan sözcük moon kadar Diana da değildi. Bir şey daha bulguladım. Hugo’nun savuncalı bir şe­kilde söz ettiği şu absence dans l’infini’ler yani Shakespeare’in göze batan özensizlikleri bilinçli olarak yapılmıştı. Sahne­ye yönelik söyleminin aşırı arıtılmış ve süslü değil (nicht allzu glatt und gekünstelt), doğal ve içten görünmesi için, Sha­kespeare bunları hoşgörmüş veya metinlere katmıştı. Yine aynı neden, onu eğretilemelerini karmaya itmişti.
my way of life
Is fall'n into the sear, the yellow leaf
Bir sabah, belleğinin derinliğinde bir suçu ayrımsadım. Tanımlamaya uğraşmadım; Shakespeare her zaman aynı şe­yi yapmıştı. Bu suçun sapıklıkla hiçbir ortak özelliği olmadı­ğını açıklamakla yetineceğim.
İnsan ruhunun üç yetisinin, bellek, kavrama ve istemin, öğrenime bağlı kurgular olmadığını anladım. Shakespeare’in belleği, bana Shakespeare’in koşullarından başka bir şey açınlayamazdı. Bunların da, şairin eşsizliğini oluşturmadığı su götürmez; önemli olan bu kırılgan malzemeyle yarattığı yapıttır.
Safdilce, ben de Thorpe gibi, bir biyografi yazmayı tasar­lamıştım. Çok geçmeden, bu edebi türün benim sahip olma­dığım bir yazarlık yeteneği gerektirdiğini anladım. Ben anlatmayı beceremem. Shakespeare’inkinden de olağanüstü olan kendi öykümü bile anlatmayı beceremem. Üstelik böyle bir kitap yararsız olurdu. Rastlantı ya da yazgı, Shakespeare’e, her insanın başına gelen korkunç ve bayağı şeyleri ver­mişti; o bunları öyküncelere, düşünde gördüğü renksiz adamdan çok daha canlı kişiliklere, kuşakların dillerinden düşmeyecek dizelere, sözlü müziğe dönüştürmeyi biliyordu. Neden çözmeli bu ağın örüsünü, neden çökertmeli bu kuleyi, neden Macbeth’in sesini ve öfkesini belgesel bir biyografinin veya gerçekçi bir romanın sınırlı boyutlarına indirgemeli?
Goethe, bilindiği gibi, Almanya’nın resmî saygınlığını oluşturur; biraz özlem duyarak yaydığımız daha içten bir saygınlık da Shakespeare saygınlığıdır. (İngiltere’de, İngilizlere bunca uzak olan Shakespeare resmî saygınlık işlevini üstlenir; İngiltere’nin kitabı İncil’dir.)
Serüvenin ilk adımlarında, Shakespeare olma mutlulu­ğunu duydum; sonundaysa baskı ve dehşetini. Başlangıçta, iki belleğin suları birbirine karışmıyordu. Zamanla, koca Shakespeare nehri, benim kendi halinde dereme karıştı ve neredeyse yok etti. Ürpererek atalarımın dilini unutmaya başladığımın farkına vardım. İnsanın kimliği belleğe dayan­dığından, aklımı oynatmaktan korkmaya başladım.
Dostlarım beni ziyarete geliyorlardı; cehennemde olduğu­mu algılamamalarına şaşıyordum.
Beni çevreleyen gündelik şeyleri de {die alltagliche Um­welt) kavrayamamaya başladım. Bir sabah kendimi koca taş, tahta ve cam biçimler arasında yitirdim. Islıklar ve uğultu­lar beni serseme çevirmişti. Bana sonsuz gibi görünen bir an, Bremen istasyonunun lokomotiflerini ve vagonlarını tanı­makta güçlük çektim. Yıllar geçtikçe, her insan belleğinin artan yüküne katlanmak zorunda kalır. İkisi, kendiminki ve ötekininki, kimi zaman kaynaşır gibi olsalar da, iletişimsiz­likleriyle belimi bükmüşlerdi.
Her nesne kendi varlığında diretmek ister, diye yazıyor Spinoza. Taş taş olmak ister, kaplan da kaplan, ben de yeni­den Hermann Soergel olmayı arzu ediyordum.
Yakamı kurtarmaya karar verdiğim tarihi anımsamıyo­rum En kolay yönteme başvurdum. Telefonda gelişigüzel numaralar çevirdim. Çocuk ve kadın sesleri yanıt veriyordu. Onlara saygısızlık etmemeyi görev bildim. Sonunda, kültürlü bir erkek sesi telefonu açtı.
-  Shakespeare’in belleğini ister misiniz?, dedim. Size öne­rim son derece ciddi, farkındayım. İyice düşünün.
Bu tehlikeyi göze alıyorum, diye karşılık verdi, pek inanmayan bir ses. Shakespeare’in belleğini kabul ediyorum.
Armağanın koşullarını açıkladım. Çelişkili bir şekilde, bir yandan yazmak zorunda olacağım kitabın özlemini duyu­yordum, öte yandan da misafirin, hortlağın beni asla bırak­mayacağından korkuyordum.
Telefonun almacını yerine koydum ve bir umut gibi, yaz­gısına boyun eğen şu sözcükleri tekrarladım.
Simply the thing I am shall make me live
Eski belleği uyandırmak için yöntemler kurmuştum; sil­mek için başkalarını aramam gerekti. İçlerinden biri, Swedenborg’un isyancı öğrencisi William Blake’in mitolojisinin incelemesiydi. Güç olmaktan öte, karmaşık olduğunu kanıt­ladım kendi kendime.
Bu ve bunun gibi başka yolların yararsızlığı ortaya çıktı: hepsi beni Shakespeare’e götürüyordu.
Bekleyiş boyunca beni oyalayacak tek çözümü buldum sonunda: titiz ve engin müzik: Bach.
P. S. 1924 Şimdi tüm insanlar arasında bir insanım. Uyanıklığımda, fiş dolabını uzmanca çekip çeviren ve uz­manca bayağılıklar kaleme alan değerli Profesör Hermann Soergel’im, ama kimi zaman tan sökümünde, düş görenin Öteki olduğunu biliyorum. Arada bir, belki de gerçek olan kü­çücük ve uçucu anılar beni şaşırtıyor.
Sh: 334-343
USTANIN öğrencilerinden biri, onunla yalnız kalıp görüş­mek ister, ama bir türlü cesaret edemez. Usta ona:
Derdin nedir söyle bana, der.
Öğrenci yanıtlar:
Cesaretim yok.
Usta:
Ben cesaret veririm sana, der.
Öykü çok eski, ama uydurma olmama olasılığı yüksek bir gelenek, bu adamların tan ve çölün sınırında konuştuklarını esirgemiş.
Öğrenci:
Üç yıl önce bir günah işledim, der. Başkaları bilmiyor, ama ben biliyorum ve tiksinmeden sağ elime bakamaz hale geldim.
Usta:
Bütün insanlar günah işlemiştir, der. Günah işlememek insanlar katında yazılı değildir. Bir başkasına kinle bakan, yüreğinde onu öldürmüş sayılır.
Öğrenci:
Üç yıl önce Samiriye’de bir adam öldürdüm, der.
Usta ses çıkarmaz, ama çehresi değişir ve öğrenci öfke­sinden çekinmeye başlar. Sonunda konuşur:
On dokuz yıl önce Samiriye’de bir insana can verdim. Yaptığından pişmanlık duydun bile.
Öğrenci:
Doğru, der. Gecelerim yakarı ve gözyaşlarıyla dolu. Be­ni bağışlamanı istiyorum.
Usta:
Kimse bağışlayamaz, Yaratan bile, der. Bir insan yap­tıklarıyla yargılansaydı, ne cehennemi ne de cenneti hak edecek kimse olurdu. Kardeşini öldüren adam olduğundan emin misin hâlâ?
Öğrenci:
Beni kamayı kınından çıkarmaya iten öfkeyi anlamıyo­rum, der.
Usta:
Gerçek ruhların içine işlesin diye mesellerle konuşmaya alışkınım ben, ama seninle bir babanın oğluyla konuştuğu gibi konuşacağım, der. Ben günaha giren o adam değilim; sen o katil değilsin ve onun kölesi olmayı sürdürmek için ge­çerli bir tek nedenin yok. İşte üstüne düşen, her insanın yeri­ne getirmesi gereken görevler: hakbilir olmak, mutlu olmak. Kendini kurtarmalısın. Senin yanlışın olarak kalan bir şey varsa, onu ben üstüme alacağım.
Diyalogun gerisi kayıp. Sh: 363-364

Kaynak: Gölgeye Övgü, JORGE LUIS BORGES, Elogio de la sombra Çeviren: Münir H. Göle, Nisan, 1994, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar