GÖLGEYE ÖVGÜ-JORGE LUIS BORGES
Yalnız körlerin gördüğü karanlıklara bakmak
W. Shakespeare
W. Shakespeare
ANKA mezhebinin kökeninin Heliopolis olduğunu ve reformcu
Amenophis IV*ün ölümünü izleyen dinsel canlandırmadan türediğini yazanlar,
Herodotos’un Tacitus’un metinlerini ve Mısır anıtlarını dayanak olarak
gösteriyorlar, ama Anka adının Hrabanus Maurus’dan önce gelmediğini ve en eski
kaynakların (örneğin Flavius Josephus’un Saturnales’i) yalnızca Adet Mensupları ya da Sır
Mensupları’ndan sözettiğini bilmiyorlar veya bilmezden geliyorlar. GregoTovius,
Ferrara’daki gizli ayinlerde, konuşma dilinde Anka’nın çok seyrek anıldığını
belirtmiştir; Cenevre’de söyleştiğim zanaatçılara Anka adamları olup olmadıklarını
sorunca beni anlamadılar, ama Sır Mensubu olduklarını hemen kabul ettiler.
Eğer yanılmıyorsam, aynı şey Budistler için de geçerlidir; kendi söylemedikleri
ad, dünyanın onlara verdiği ile aynı değildir.
Miklosich, aşın ünlü bir
sayfasında, mezhep üyelerini çingenelerle karşılaştırmıştır. Şili’de ve
Macaristan’da, hem çingeneler, hem de mezhep üyeleri vardır; böylesine
heryerdelik dışında, her ikisinin ortak yönleri çok azdır. Çingeneler at
cambazı, bakırcı, demirci ve falcıdırlar; mezhep üyeleri ise genellikle serbest
mesleklerde başarılıdırlar. Çingeneler belirli bir fiziksel tip oluştururlar
ve gizli bir dil konuşurlar, veya konuşurlardı; mezhep üyeleri öteki insanların
arasına karışmıştır, hiç kıyıma uğramamış olmaları da bunun kanıtıdır. Çingeneler
renkli kişiliklerdir ve kötü şairlere esin verirler; mezhep üyeleri
romansları, taşbasmalarını, ve boleroları es geçerler... Martin Buber,
Museviler’in özde dokunaklı olduklarını
açıklar; mezhep üyelerinin tümü dokunaklı değildir, hattâ kimileri bundan
tiksinirler; herkesin bildiği bu gerçek, Anka’nın İsrail’in bir türevi
olduğu yollu yaygın yanılgıyı (ki bu savı saçma bir şekilde Urmann
desteklemişti) çürütmeye yeterlidir. İnsanlar aşağı yukarı şöyle düşünürler:
Urmann duyarlı bir adamdı; Urmann Musevi idi; Urmann Prag’ın Yahudi
mahallesinde mezhep üyeleriyle sıkça beraber oldu; Urmann’ın hissettiği
yakınlık, olgunun gerçekliğini kanıtlar. İçtenlikle söyleyeyim, bu görüşü
kabul edemem. Mezhep üyelerinin Musevi ortamında Museviler’e benzemesi hiçbir
şeyi kanıtlamaz; yadsınamayacak gerçek, Hazlitt’in sonsuz Shakespeare’i gibi,
dünyadaki bütün insanlara benzedikleridir. Havari gibi, herkes için her
şeydirler; daha geçenlerde, Paysandu’lu doktor Juan Francisco Amaro, bulundukları
yere ne büyük kolaylıkla uyum sağladıklarından beğeniyle sözetmiştir.
Mezhep tarihinin kıyımlar
kaydetmediğini söylemiştim. Burası doğru, ama Anka yandaşlarını barındırmayan
insan topluluğu olmadığına göre, kurban edilmedikleri veya can almadıkları
kıyım ya da şiddetin de bulunmadığı aynı oranda kesindir. Batı savaşlarında
olsun, Asya’nın ücra köşelerindeki çarpışmalarda olsun, yüzyıllardan beri
düşman sancakları altında kan dökmüşlerdir; yerkürenin bütün uluslarıyla
özdeşmeleri pek işlerine yaramaz.
Kutsal Kitap’ın İsrail’i biraraya
getirmesi gibi onları birleştiren kutsal bir kitaptan yoksun, ortak bir anıdan
yoksun, bir başka anı olan dilden yoksun, yeryüzünün dört bir yanına dağılmış,
renk ve çizgilerinde farklı olarak bir tek şey –Gizem-onları birbirlerine
bağlar ve zamanın sonuna kadar da bağlamayı sürdürecektir. Bir zamanlar,
Gizem’in yanısıra, bir efsane (belki de kozmogonik bir mit) vardı, ama Anka’nın
yüzeysel insanları bunu unuttular, bugün yalnızca bir cezanın karanlık
geleneğini saklıyorlar. Ceza, antlaşma veya ayrıcalık; yorumlar farklılık
gösteriyor ve bir Tanrı’nın yargısına şöyle bir gözatmamıza izin veriyor
yalnızca: bu Tanrı, bir ırkın insanlarına, kuşaktan kuşağa bir töreni uygulamak
koşuluyla sonsuzluğu kesin kılıyor. Gezginlerin raporlarına başvurdum,
patriklerle ve tanrıbilimcilerle konuştum; törenin yerine getirilmesinin
mezhep üyelerinde görülen tek dinsel uygulama olduğunu doğrulayabilirim. Tören
Gizem’i oluşturur. Belirttiğim gibi, bu kuşaktan kuşağa iletilir, ama
gelenekler, annelerin çocuklarına öğretmesine de, din adamlarının açıklamasına
da karşıdır; gizeme kabul töreni en aşağılık kişilerin görevidir. Bir köle,
bir cüzzamlı veya bir dilenci giz öğreticisidir. Ayrıca, bir çocuk da bir
başka çocuğa bilgi verebilir. Kendi başına eylem basit ve anlıktır, betimleme
gerektirmez. Kullanılan gereçler mantar, balmumu ve Arap zamkından oluşur.
(Ayin kitabı balçıktan da söz eder; bu da ayrıca kullanılır.) Özellikle bu
ayinin yapılmasına adanmış tapmaklar yoktur, ama bir yıkıntı, bir mahzen veya bir
dehliz uygun yerler olarak benimsenmiştir. Gizem kutsaldır, ama biraz gülünç
olduğu da doğrudur; uygulama kaçamak, hattâ töredışıdır ve yandaşları bunun
sözünü etmezler. Adlandırmak için nazik sözcükler yoktur, ama bütün sözcüklerin
onu gösterdiği, veya daha doğrusu, kaçınılmaz olarak ona gönderme yaptığı üstü
kapalı anlatılır; bu nedenle, bir söyleşide ağzımdan çıkan sıradan bir şeye,
mezhep yandaşları gülümsediler veya rahatsız oldular, çünkü Gizem’e dokunduğumu
sezdiler. Cermen edebiyatında, mezhep üyeleri tarafından yazılmış şiirler
vardır, adı geçen konu deniz veya akşam alacakaranlığıdır; bunların bir anlamda
Gizem’in simgeleri olduğunu tekrarlamayı gerekli görüyorum. Du Cange’ın Glossaire’ine kaydettiği
uydurma bir atasözü Orbis terrarum est speculum Ludi der.
Bir çeşit kutsal korku, kimi inançlıların bu basit töreni uygulamasına engel
olur; ötekiler bunları aşağılarlar, ama daha çok kendi kendilerini aşağılarlar.
Buna karşın, bilinçli olarak Tören’den el çekip, Tanrı ile doğrudan alışverişe
girmeye hak kazananlar, büyük bir saygınlık kazanırlar; bu alışverişi açığa
vurmak amacıyla ayin kitaplarındaki resimlere başvururlar, bu yüzden John of
the Rood şöyle yazmıştır:
Üç kıtada, birçok Anka sofusunun
dostluğuna hak kazandım; başlangıçta Gizem’in onlara anlamsız, zahmetli,
bayağı ve (işin en garip yanı) inanılmaz geldiğini biliyorum. Atalarının
böylesine oyunlara yüzverdiklerini kabullenmek istemiyorlardı. Gizem’in ta
eskilerde kaybolmamış olması tuhaftır; yerkürenin değişkenliklerine karşın,
savaşlara ve göçlere karşın, korkunç bir şekilde, inançlılara ulaşıyor. Biri,
artık içgüdüsel olduğunu ileri sürerken duraksamadı bile.
Sh: 131-134
Beni öldürse
bile, inanacağım ona.
Eyüp 13:15
Eyüp 13:15
ADIM Otto Dietrich Zur Linde. Atalarımdan biri, Christoph Zur Linde, Zorndorf
zaferinin yazgısını belirleyen atlı saldırısında can verdi. Anne tarafından
büyük dedem, Ulrich Forkel, 1870 yılının son günlerinde Marchenoir ormanında,
Fransız başıbozukların elinden katledildi; babam, yüzbaşı Dietrich Zur Linde
1914 Namur kuşatmasında ve iki yıl sonra da Tuna’yı geçerken yararlık
gösterdi.
[ Anlatanın,
en ünlü atasını, Hegel diyalektiğini Kristoloji’ye uygulayan ve kilisenin
tanımadığı bazı kitapların aslına uygun çevirisiyle Hengstenberg sansürünün
yıldırımlarımüzerine çeken ve Thilo ve Gesenius'un onayını kazanan
tanrı-bilimci ve İbranice uzmanı Johannes Forkel’i (1799-1846) es geçmesi
oldukça anlamlı. (Yayıncınınnotu.)]
Bana gelince, işkenceci
ve katil sıfatıyla kurşuna dizileceğim. Mahkeme dürüst hareket etti; ta
başından beri suçluluğumu kabul ettim. Yarın, tutukevinin saati dokuzu
çalarken, ölüm ülkesine girmiş olacağım; büyüklerimi düşünmem çok doğal,
onların gölgesine öylesine yakınım ki, bir anlamda ben onlarım.
Dava (bereket versin
kısa sürdü) süresince hiç konuşmadım; o zaman kendimi aklamaya kalkışsam
kararı geciktirir, üstelik korkakmış izlenimi uyandırırdım. Şimdi her şey değişti;
idamımdan önceki gece çekinmeden konuşabilirim. Suçlu olmadığımdan bağışlanma
arayışında değilim, ama anlaşılmak istiyorum. Beni dinlemeyi bilenler,
Almanya’nın tarihini ve dünya tarihinin geleceğini anlayacaklar. Bugün
olağanüstü ve şaşırtıcı görünen benimki gibi vakaların çok geçmeden sıradan
olacağını biliyorum. Yarın öleceğim, ama ben gelecek kuşakların bir simgesiyim.
1908 yılında Marienburg’da doğdum. Bugün hemen hemen unutulan iki tutku,
birçok uğursuz yıla yüreklilikle, hattâ mutlulukla karşı koyma olanağı tanıdı
bana: müzik ve metafizik. Bana iyilik edenlerin hepsini sayıp dökmem mümkün
değil, ama sessizce geçiştirmeye katlanamayacağını iki ad var: Brahms ve Schopenhauer. Şiir üzerine de
biraz çalıştım; bu adlara bir başka dev Cermenik adı eklemek istiyorum: William Shakespeare. Bir zamanlar tanrıbilim ilgimi çekmişti,
ama Schopenhauer, lafı dolaştırmayan fikir yürütmeleri ile beni bu masalsı
yöntemden (ve Hıristiyan inancından) kopardı, Shakespeare ve Brahms ise dünyalarının sonsuz çeşitliliği ile.
Hayranlıkla, sevgi ve minnetle bu yazgının kayırdığı gözdelerin eserlerinin
herhangi bir noktasında duralayan kişi, benim, o iğrenç adamın da oralarda
duralamış olduğumu bilsin.
1927’ye doğru, yaşamıma Nietzsche ve Spengler
girdiler. Bir 18. yüzyıl yazarı, kimsenin çağdaşlarına borçlu duruma düşmek
istemediğini söyler; ben de, ezıciliğini sezdiğim bu etkiden kurtulabilmek
amacıyla, Abrechnung mit Spengler başlığını taşıyan ve yazarın Faust’a
benzer dediği çizgilere en su götürmez anıtın, Goethe’*nin karışık dramı değil,
yirmi yüzyıl önce kaleme alınmış bir şiir, De Rerum Natura olduğunu
belirttiğim bir makale yazdım. Tarih filozofunun içtenliğinin, kökten Alman (kerndeutsch) ve askerî düşüncesinin de hakkını teslim
ettim. 1929’da Parti’ye yazıldım.
[(*) Öteki uluslar saflıkla yaşıyorlar, kendi içlerinde ve kendileri için,
madenler ve göktaşları gibi; Almanya hepsini içeren evrensel ayna, dünyanın
bilincidir (das Weltbewusstsein). Goethe Hıristiyan âleminin bu anlayışının
proto
tipidir. Onu kınamıyorum, ama Spengler savunun Faust'a benzer adamını onda
görmüyorum.]
Çıraklık yıllarım hakkında söylenebilecek pek bir şey yok. Benim için,
birçoklarınkinden daha güç oldu doğrusu, cesaretten yoksun olmasam da, şiddete
eğilimim yoktur. Buna karşın, yeni bir çağın sınırında olduğumuzu ve İslâmiyet’in
ya da Hıristiyanlık’ın ilk dönemleriyle bir tutulabilecek bu çağın, yeni
insanlar gerektirdiğini kavradım. Bireysel açıdan, arkadaşlarımdan
tiksiniyordum; onları bizi birleştiren yüce emel için, bireyliğimizden
vazgeçmemiz gerektiğine inandırmak için boş yere uğraştım durdum.
Tanrıbilimciler, Tanrı’nın dikkati bir an olsun kalem tutan şu elimden
uzaklaşsa, bu elin ışıksız bir ateşle çarpılmış gibi yokolacağını iddia
ediyorlar. Bence, gerekçesi olmadan kimse varolamaz, kimse bir bardak suyu
dudaklarına götüremez ya da bir parça ekmeği ısıramaz. Bu gerekçe her insan
için farklıdır; ben, inancımızın dayanıklılığını ölçecek amansız savaşı
bekliyordum. Bu savaşın çarpışmalarında bir asker olacağımı bilmek bana
yetiyordu. Zaman zaman İngiltere ve Rusya’nın ödlekliğinin bizi yoksun
bırakmasından çekindim. Rastlantı ya da yazgı geleceğimi başka şekilde ördü: 1
Mart 1939 günü, gün batınımda Tilsit’te gazetelerin bahsetmediği ayaklanmalar
oldu; Havra’nın arka sokağında, iki kurşun bacağımı delip geçti, kesmek
gerekti.* Birkaç gün sonra, ordularımız Bohemya’ya giriyordu; sirenler bu olayı
haber verdiğinde, sakin bir hastanede yatağa çakılmış, kendimi Schopenhauer’ün
kitaplarında kaybedip, unutmaya çalışıyordum. Boş yazgının simgesi olan koca ve
mayışık bir kedi pencere kenarında uyukluyordu.
[ (*) Bacağın
kesilmesinin sonuçlarının çok ciddi olduğu fısıldanıyor. (Yayıncının notu.)]
Parerga und Paralipomena’nın birinci cildinde, doğum anından
ölümüne bir insanın başına gelebilecek olayların tamamının kendi tarafından
önceden belirlendiğini yeniden okudum. Demek ki, her savsaklama önceden
düşünülmüş, her rastlantısal karşılaşma bir sözleşme, her küçük düşme bir
tövbe, her başarısızlık gizli bir zafer, her ölüm bir intihar idi.
Felâketlerimizi kendimizin seçtiği düşüncesi kadar kurnaz bir avuntu yoktur;
bu bireysel erekbilim bize gizli bir düzeni açımlar ve bizi olağanüstü bir
şekilde Tanrı ile karıştırır. Hangi karanlık niyet bana bu gün batımını, bu
kurşunları ve bu kesik bacağı arattı? (diye sordum kendi kendime.) Savaş
korkusu olmadığını biliyordum; daha derin bir şeydi. Sonunda kavradım. Bir din
için ölmek, onu bütünüyle yaşamaktan daha basitti; Efes’de vahşi hayvanlarla
kapışmak (binlerce adsız şehit böyle yaptı) İsa’nın kölesi Petrus olmaktan daha
az zordu; bir eylem insanın bütün saatlerinden daha az önem taşıyordu. Savaş
ve zafer kolaylıklardı; Raskolnikov’un girişimi, Napolyon’unkinden daha
çetindi. 7 Şubat 1941’de, Tarnowitz toplama kampı müdür yardımcılığına atandım.
Bu görevin uygulanması benim için pek hoş olmadı, ama asla savsaklama
günahını işlemedim. Ödlek, kılıçların arasında sınanır; bağışlayan, acıyan
insan sınavını tutukevlerinde ve başkasının acısında verir. Temelde, nazizm
ahlâki bir eylemdir, yozlaşmış insanlığın yeni deriye kavuşmak için eski deriyi
değiştirmesidir. Savaş sürecinde, subayların çığlıkları ve bağırışmalar
arasında, bu dönüşüme sık rastlanır; sinsi, yanıltıcı merhametin asırlık
sevecenliklerle aklımızı çelmeye çalıştığı iç karartıcı zindanda durum aynı
değildir. Bu sözleri boş yere kullanmıyorum; Zerdüşt’ün üst insanı için acıma
en büyük günâhtır. Breslau’dan ünlü şair David Jerusalem’i bize gönderdiklerinde
az kalsın (itiraf ederim) bu günâha giriyordum.
Elli yaşlarında bir adamdı. Bu dünyanın mallarından yoksul, hırpalanmış,
yadsınmış, ayıplanmıştı, dehâsını Mutluluğu övmeye adamıştı. Anımsadığım
kadarıyla, Albert Soergel Dichtung der Zeit adlı yapıtında onu Whitman
ile karşılaştırıyor. Bu benzetme pek yerinde değil. Whitman, evreni önsel, genel, hemen hemen aldırmaz bir şekilde ulular; Jerusalem ise titiz kılı kırk yaran bir aşkla her
şeyden sevinç duyar. Asla sayım döküme, kataloglamaya girişmez. Kaplan
Ressamı Tse Yang başlıklı, kaplanlar gibi çizgili, enlemesine ve sessiz
kaplanlarla aşırı yüklü ve delik deşik o derin şiirin birçok altı ölçülü
dizesini ezberden tekrarlayabilirim. Ölüm saati çaldığında, boş yere
yanlışlarını bağışlatmaya çalışan, yaşamının asıl gizli aklanmasının
müşterilerinden birine (yalnız bir kere gördüğü ve anımsamadığı biri) Shylock
kişiliğini esinlemek olduğundan habersiz, 16. yüzyılda yaşamış Londralı bir
tefecinin kendi kendine mırıldanışını konu edinen Rosencrantz Melekle
Konuşuyor’ı da unutamam. Akıldan çıkmayan gözleri olan, sarı tenli, hemen
hemen kapkara sakallı David Jerusalem, her ne kadar aslında yoldan çıkmış ve
nefretle anılan Eşkenazlar’dan olsa da Sefarad Yahudilerinin tam bir
prototipiydi. Ona karşı katı davrandım; ne acımanın, ne de ününün beni
yumuşatmasına izin vermedim. Olası bir cehennemin tohumunu taşımayan hiçbir
şeyin var olmadığını epeydir biliyordum; bir yüz, bir sözcük, bir pusula, bir
cıgara reklamı onları unutmayı beceremeyen birini deli edebilirdi. Macaristan
haritasını aklından çıkaramayan kişi deli olmaz mıydı? Bu ilkeyi kampımızın
disiplinli yönetimine uygulamaya karar verdim ve...* 1942 sonunda Jerusalem
aklını yitirdi; 1 Mart 1943’te intihar etmeyi başardı.**
[(*)O Burada birkaç satırı çıkarmak kaçınılmazdı.(Yayıncınınnotu.)
(**) Jerusalem adı ne arşivlerde, ne de Soergel’in eserlerinde
yeralıyor. Alman Edebiyatı kitaplarında da adı geçmiyor. Buna karşın, bir kurgu
kahramanı olduğunu da sanmıyorum. Otto Dietrich Zur Linde'nin emri üzerine,
Tarno
witz’de birçok Musevi aydını işkenceye tabi tutuldu, örneğin piyanist Emma
Rosenzweig. "David Jerusalem" belki birçok kişinin simgesidir. 1 Mart
1943'te öldüğü söyleniyor burada; anlatan 1 Mart 1939’da Tilsit'te
yaralanmıştı. (Yayıncının notu.)]
Onu yokettiysem, bunu acıma duygumu yoketmek için yaptığımı Jerusalem anladı mı bilmiyorum. Benim gözümde bir
insan, hattâ bir Yahudi bile değildi; ruhumun nefret edilen bir bölgesinin
simgesine dönüşmüştü. Onunla birlikte can çekiştim, onunla birlikte öldüm,
onunla birlikte kendimi bir anlamda yitirdim; işte bu nedenle acımasız oldum.
Bu sırada, mutlu bir savaşın büyük günleri ve büyük geceleriyle
coşuyorduk. Soluk aldığımız havada aşka benzer bir duygu vardı. Denizi
yanıbaşında hissetmiş gibi, kanda bir heyecan ve bir taşkınlık vardı. Bu yıllar
boyunca, her şey farklıydı; uykunun tadına kadar. (Belki ben hiçbir zaman tam
anlamıyla mutlu olamadım, ama bilindiği gibi mutsuzluk kayıp cennetler
gerektirir.) Bütünlük için, yani bir insanın uluşabileceği deneyimlerin tamamı
için can atmayan bir tek insan yoktur; bu sonsuz kalıtın herhangi bir yerinden
yoksun kalmaktan korkmayan bir tek insan da yoktur. Ama benim kuşağım her şeye
sahip oldu, çünkü önce zafer bağışlandı, sonra da bozgun.
1942 yılının ekim ya da kasımında, ağabeyim Friedrich Mısır’ın kum çöllerinde, ikinci El Alameyn çarpışmasında öldürüldü; birkaç
ay sonra, bir hava bombardımanında doğduğum ev yerle bir oldu; 1943 haziranı
sonunda da, bir başkası laboratuvarımı yoketti. Büyük anakaraların hırpaladığı
Üçüncü Reich can veriyordu, eli herkese karşı
kalkmıştı, herkesin eli de ona karşı. İşte o zaman benzersiz bir şey oldu,
ancak bugün anladığımı sanıyorum. Öfkenin kadehini tüketebileceğime
inanıyordum, ama son damlaya vardığımda beklenmedik bir tat beni durdurdu,
gizemli ve neredeyse korkunç mutluluğun tadı. Birçok açıklamayı denedim;
hiçbiri yeterli görünmedi.
Bozgundan hoşnutum, çünkü gizliden gizliye suçlu olduğumu biliyorum ve beni
yalnız ceza bağışlatabilir, diye düşündüm.
Bozgundan hoşnutum, çünkü sona vardım ve çok yorgunum, diye düşündüm.
Bozgundan hoşnutum, çünkü gerçekleşti, çünkü geri döndürülemeyecek biçimde
geçmiş, şimdiki ve gelecek olaylarla birleşiyor, çünkü bir tek gerçek olguyu
kınamak veya ondan üzüntü duymak bütün evrene hakaret etmektir, diye düşündüm.
Kendi kendime bu nedenleri gösteriyordum, ta ki doğrusunu bulana dek.
İnsanların ya Aristotelesci, ya da Platoncu doğdukları söylenir.
Bunun anlamı, Aristoteles ve Platon arasında bir kalem kavgasına konu olmayan
soyut nitelikte hiçbir tartışmanın bulunmadığıdır; yüzyıllar ve iklimler
boyunca adlar, lehçeler, yüzler değişir, ama ebedi hasımlar asla. Toplumların tarihi
de gizli bir süreklilik içerir. Arminius bir bataklıkta Varus’un tümenlerini
kılıçtan geçirdiğinde, Alman İmparatorluğu’nun bir müjdecisi olduğunu
bilmiyordu. İncil çevirmeni Luther, yaptığının İncil’i sonsuza dek geçersiz
kılacak bir toplum yaratmak olduğundan kuşkulanmıyordu bile; 1758’de bir
Moskova kurşunuyla öldürülen Christoph Zur Linde bir anlamda 1914 zaferlerini
hazırladı; Hitler bir tek ülke için savaştığını sandı, aslında herkes
için, hattâ saldırganlığının ve nefretinin kurbanları için savaştı. Kendi
beninin bilmemesinin önemi yok; kanı ve istemi biliyordu. Dünya Yahudilik’ten
ve Yahudilik’in hastalığı olan İsa inancından ölüyordu. Bu kılıç bizi öldürüyor
ve bizler bir labirent ören ve günlerinin sonuna dek içinde gezinmeye hüküm
giyen büyücüye veya bilmediği birini yargılayıp ölüme mahkûm eden, ardından da
"Bu adam
sensin" açınlamasmı duyan Davud’a benziyorduk. Yeni düzenin kurulması için birçok
şeyin yıkılması gerekiyordu; Almanya’nın bunlardan biri olduğunu öğrendik
şimdi. Yaşamımızdan biraz daha fazla bir şey verdik, anayurdumuzun yazgısını.
Kimileri lanetlesin, kimileri ağlasın; ben yazgımızın çevrimsel ve kusursuz
olmasından sevinç duyuyorum.
Şimdi amansız bir çağ dünya üzerinde süzülüyor. Bu çağı biz yarattık,
bundan böyle kurbanı olan bizler. İngiltere’nin çekiç, bizim ise örs olmamızın
ne önemi var? Önemli olan, köle ruhlu Hıristiyan pısırıkları yerine şiddetin
hüküm sürmesi. Eğer şiddet ve haksızlık ve mutluluk Almanya için değilse,
varsın öteki uluslar için olsun. Yeter ki Cennet varolsun, bizim yerimiz
Cehennem bile olsa.
Yüzümü aynada seyrediyorum, kim olduğumu, birkaç saat içinde sonla yüzyüze
geldiğimde nasıl davranacağımı öğrenmek için. Bedenim korku duyabilir, ben
asla.
Sh: 177-184
SHAKESPEARE BELLEĞÎ
GOETHE’NİN, Edda’ların ve sonradan ortaya çıkan türkü Nibelungenlied’in hayranları
vardır; benim yazgımsa Shakespeare’di. Hâlâ da öyle, üstelik kimsenin -daha
yeni Pretoria’da ölen Daniel Thorpe’u saymazsak
tabii -önceden sezemeyeceği bir anlamda. Bir de yüzünü asla görmediğim biri
var.
Adım Hermann Soergel. Meraklı okur, bir zamanlar metnin iyice
anlaşılmasında gerekli olduğuna inandığım ve İspanyolca dahil birçok dile
çevrilen eserim "Shakespeare Kronolojisi" ni karıştırmıştır belki.
Aynı zamanda, Theobald’ın 1734’teki eleştirel baskıya eklediği bir düzeltiyle
başlayan ve bugüne dek yapıtın ayrılmaz bir parçası kabul edilen uzunlamasına
polemiği anımsaması da hiç olanaksız değil. Hemen hemen iğneli diyebileceğimiz
sayfaların anlatımına şaşmyorum bugün. 1914 yılında, Yunanca uzmanı ve oyun
yazan George Chapman’ın, farkına bile varmadan, İngilizceyi kökenine,
Anglosakson özüne (Urprung) götürene dek işlediği Homeros çevirilerinde karşılaşılan bileşik sözcükler üzerine de bir inceleme kaleme
aldım, ama yayımlamadım. Şimdi tınısını bile unuttuğum sesinin günün birinde
benimkine benzeyeceği hiç aklımdan geçmezdi... Adımın başharfleriyle imzaladığım
bir başka yazıyla, sanırım edebi biyografim tamamlanıyor. 1917 yılında Batı
cephesinde can veren kardeşim Otto Julius’un ölümünü düşünüp durmaktan
kurtulmak için giriştiğim basılmamış Macbeth çevirimi de eklemek uygun düşer
mi bilmiyorum. Sonunu getirmedim; İngilizcenin, şansına, iki ses düzeninden de
-Almanca ve Latince-yararlandığını anladım, oysa bizim Almancamız, daha uyumlu
olmasına karşın, yalnızca tek bir ses düzeniyle sınırlıdır.
Daniel Thorpe’dan söz ettim. Binbaşı Barclay, bir Shakespeare kongresinde
tanıştırmıştı bizi. Ne yeri, ne de tarihi belirteceğim; böylesi açıklamaların
gerçekte belirsizlik olduğunu gayet iyi biliyorum.
Önemli olan, yan körlüğümün unutmaya yardımcı olduğu Daniel Thorpe’un
çehresinin yaydığı mutsuzluktu. Yılların sonucunda, insan pek çok şeyde
olduğundan başka türlü görünmeyi başarabilir, ama asla mutluluk taslayamaz.
Neredeyse fiziksel bir biçimde, Daniel Thorpe hüzün yayıyordu çevresine.
Uzun bir toplantıdan sonra, gece bizi sıradan bir köşe meyhanesine götürdü.
Kendimizi İngiltere’de hissetmek için (o sırada oradaydık) törenle testiler
dolusu ılık ve siyah bira tükettik.
Chaucer’ın de bu harika yüzük masalını çok iyi bildiğini düşündüm, ama
söylersem Barclay’in öyküsünün keyfi kaçmış olacaktı.
-
Yüzüğe ne olmuş peki? diye sordum.
-
Bütün büyülü nesnelerin geleneğinde olduğu
gibi, kaybolup gitmiş. Kim bilir, belki de hâlâ caminin gizli bir köşesindedir
veya kuşların yaşamadığı bir yörede, adamın birinin parmağındadır.
-
Ya da söyledikleri seçilemeyecek kadar çok
kuşun bulunduğu bir yerde, dedim.
-
Öykünüz Barclay, biraz meseli andırıyor.
İşte bu noktada konuşmuştu Daniel Thorpe. Bunu da kişiliksiz bir sesle,
bize bakmadan yapmıştı. İngilizceyi garip bir şekilde söylemliyordu, bunu
Doğu’da uzun süre kalmasına yordum.
-
Mesel değil ama, diye sürdürdü, mesel olsa
bile gerçek. Öyle paha biçilmez şeyler vardır ki satılmaları mümkün değildir.
Şimdi toparlamaya çabaladığım sözcükler, onları söylerken Daniel Thorpe’un
duyduğu inançtan daha az etkilemişti beni. Devamını getireceğini sanmıştık, ama
konuştuğuna pişman olmuşçasına birden sustu, Barclay bizden ayrıldı. İkimiz
beraberce otele döndük. Saat iyice geç olmuştu, yine de Daniel Thorpe bana
söyleşiyi odasında sürdürmemizi önerdi. Bir süre havadan sudan lâfladıktan sonra,
bana:
-
Size Hazreti Süleyman’ın yüzüğünü
sunuyorum, dedi. Bunun bir eğretileme olduğu su götürmez, ama bu eğretilemenin
içeriği hiç de yüzükten aşağı kalmaz. Size Shakespeare’in belleğini sunuyorum,
en çocuksu ve eskil günlerinden, 1616 Nisanı başına dek olan bütün günlerinin
belleğini.
Dilim tutulmuştu. Sanki bana deniz sunulmuştu.
-
Sahtekâr değilim, diye sürdürdü Thorpe.
Deli de değilim. Beni sonuna dek dinlemeden bir yargıya varmamanızı rica
ediyorum. Herhalde binbaşı, askeri doktor olduğumu ya da bir zamanlar bu işi
yaptığımı söylemiştir size. Öykü birkaç sözcüğe sığdırılabilir. Doğu’da, tan
sökerken, kanlı bir hastanede başlar. Kesin tarihinin önemi yok. İki tüfek kurşunuyla
vurulmuş olan bir asker, Adam Clay, ölümünden hemen önce, son nefesiyle bana
değerli belleği sunmuştu. Can çekişme ve yüksek ateş yaratıcılığı artırır; pek
güven duymadan armağanı kabul ettim. Ayrıca, savaşta bir çarpışmadan sonra,
hiçbir şey tuhaf kaçmaz. Armağanın eşsiz koşullarını açıklamaya yetecek kadar
zamanı kalmıştı yalnızca. Belleği elinde tutanın yüksek sesle sunması ve ötekinin
de aynı şekilde kabul etmesi gerekiyordu. Veren sonsuza dek yitiriyordu.
Askerin adı ve hüzünlü sahne bana edebi göründü, sözcüğü kötü anlamda
kullanıyorum.
-
Shakespeare’in belleği şimdi sizde mi?
diye sordum, biraz yılmış bir sesle.
-
Şimdi iki belleğim var, diye karşılık
verdi Thorpe. Kendiminki ve kısmen ben olan Shakespeare’inki. Daha doğrusu ben
iki belleğin elindeyim. İkisinin içiçe girdiği bir bölge var. Hangi yüzyıla
yerleştireceğimi bilemediğim bir kadın çehresi var.
-
Shakespeare’in belleğiyle neler yaptınız?
diye sordum o zaman.
Bir sessizlik oldu.
-
Eleştirmenlerin horgörüyle karşıladıkları
ve Amerika Birleşik Devletleri ve sömürgelerde ticari bir başarı kazanan
romansı bir biyografi yazdım, dedi bir süre sonra. Sanırım hepsi de bu kadar.
Armağanımın bedava olmadığı konusunda sizi daha önce uyarmıştım. Hâlâ
yanıtınızı bekliyorum.
Düşünceye daldım. Garip olduğu kadar renksiz yaşamımı Shakespeare
arayışına adamamış mıydım? Yolculuğun sonunda da onunla karşılaşmam yerinde
değil miydi?
-
Shakespeare’in belleğini kabul ediyorum,
dedim ve her sözcüğü vurgulayarak.
Bir şey oldu kuşkusuz, ama kavrayamadım. Sanki belli belirsiz bir yorgunluk
duydum, belki de benim kuruntumdu.
Thorpe’un bana söylediklerini açık seçik anımsıyorum:
-
Bellek bilincinize yerleşti, ama onu
bulgulamanız gerekiyor. Düşlerde, uyanıklıkta, bir kitabın yapraklarını
çevirirken veya bir köşeyi dönerken birdenbire ortaya çıkacak.
Sabırsızlanmayın, anılar uydurmaya kalkışmayın. Rastlantı, gizemli işleyişine
göre onu destekleyebilir veya köstekleyebilir. Ben unuttukça, siz
anımsayacaksınız. Kesin bir tarih söz veremem.
Gecenin arta kalan kısmını, Shylock’un kişiliği üzerine tartışarak
geçirdik. Shakespeare’in Yahudilerle özel ilişkisinin varlığı konusunda
soruşturmaktan kaçındım. Thorpe’un onu sınamaya kalkıştığım izlenimine
kapılmasını istemiyordum. Yatışarak mı, yoksa kaygıyla mı bilmem,
görüşlerinin, benimkiler gibi, çok kuralcı ve saymaca olduklarını belirttim.
Bir gece önce sabahlamama karşın, sonraki gece de gözüme pek uyku girmedi.
Daha önceleri de birçok kez olduğu gibi, ödleğin biri olduğumun farkına
vardım. Düşkırıklığına uğrama korkusuyla, kendimi umuda kaptırmıyordum. Thorpe’un
armağanının aldatıcı olduğunu düşünmek işime geliyordu. Karşı konulamayacak
şekilde, umut baskın çıktı. Shakespeare benim olacaktı, kimsenin kimseye ait
olmadığı gibi, ne aşkta, ne dostlukta, hatta ne de nefrette. Bir anlamda, ben
Shakespeare olacaktım. Tragedyaları, karmaşık soneleri yazmayacaktım, ama aynı
zamanda Parkalar da olan cadıların bana açınlandığı anı anımsayacaktım, şu
engin dizelerin içime doğduğu anı da:
And s hake the yoke of inauspicious stars
From the worldweary flesh
From the worldweary flesh
Anne Hathaway’i anımsayacaktım, yıllar önce, Lübeck’de bir dairede bana
aşkı öğreten, şimdi olgunluğa ermiş kadını anımsadığım gibi. (Anımsamaya
çalışıyorum onu, ama bütün anımsayabildiğim san renkte duvar kâğıtları ve
pencereden süzülen ışık. Bu ilk başarısızlık, beni sonrakilere hazırlamalıydı.)
Olağanüstü belleğin imgelerinin her şeyden önce görsel olacağını
öngörmüştüm. Gerçek hiç de öyle değildi. Günler sonra, tıraş olurken, aynaya
doğru bana yabancı gelen ve bir meslekdaşımın Chaucer’ın A,B,C’sine ait
olduğunu belirttiği bazı sözcükler mırıldandım. Bir akşamüstü, British Museum’dan çıkarken, asla duymadığım çok
basit bir ezgiyi ıslıkla çalmaya başladım.
Okuyucu, bu ilk açınlamaların ortak özelliğini kavramıştır herhalde,
eğretilemelerin görkemine karşın, bu bellek görselden çok, işitseldi.
De Quincey, insan beyninin elyazısı bir müsvedde olduğunu
ileri sürer. Her yeni yazı öncekini örter ve bir sonraki tarafından örtülür,
buna karşın sınırsız gücü olan bellek, yeterli uyarının sağlanması halinde, ne
kadar anlık olursa olsun, herhangi bir izlenimi kazıp, gömüldüğü yerden çıkarabilir.
Vasiyetnamesine bakılırsa, Shakespeare’in evinde bir tek kitap yokmuş, hatta
İncil bile, ama başvurduğu yapıtları bilmeyen yok. Chaucer, Gower, Spencer, Christopher Marlowe. Holinshed’in Tarih Defterler’i, Florio’nun Montaigne’i, North’un
Plutarkhos’u. Shakespeare’in belleği bana gizli bir şekilde gelmişti;
bu eski ciltleri okumak, yani yeniden okumak aradığım uyarı olabilirdi. En
dolaysız yapıtı olan soneleri de yeniden okudum. Kimi zaman bir
açıklama veya bir dolu açıklama geliyordu aklıma. İyi dizeler, yüksek sesle
okunmayı gerektirir; birkaç gün içinde, fazla zorlanmadan onaltıncı yüzyılın
pürtüklür’lerine ve açık seslilerine yeniden kavuşmuştum.
Zeitschrift für germanische Philologie'de, 127 numaralı sonenin Yenilmez Armada’nın
uğradığı dillere destan bozguna gönderme yaptığını yazdım. 1899 yılında,
Samuel Butler’in bu savı ortaya attığını anımsamadım.
Stratford-on-Avon’a yaptığım bir gezi, önceden de anlaşılabileceği gibi,
sonuçsuz kaldı.
Ardından düşlerim yavaş yavaş değişime uğramaya başladı. Ne De Quincey’de
olduğu gibi görkemli karabasanlar, ne de ustası Jean Paul’de olduğu gibi sofuca
ve alegori dolu görüntüler taşıyorlardı. Tanımadığım yüzler ve odalar düşlerime
girmeye başladı. İlk saptadığım çehre Chapman’ınkiydi, Ben Johnson’un ve
biyografilerin söz etmediği, ama Shakespeare’in sık görüştüğü bir komşusunun
yüzleri onu izledi.
Bir ansiklopedi satın alan kişi, her satıra, her paragrafa, her sayfaya ve
her çizime sahip oluyor anlamına gelmez; yalnızca bu şeylerin bir kısmını
tanıma olanağını elde eder. Bölümlerin alfabetik bir şekilde dizilişi
sayesinde, eğer bu, somut ve görece basit birey için geçerlilik kazanıyorsa,
soyut ve değişken, ondoyant ve diuers bir birey için, örneğin bir
ölümün büyüsel belleği için neler olmazdı?
Bütün geçmişi eksiksiz bir şekilde, bir anda kavrama ayrıcalığı kimseye
bağışlanmamıştır. Bildiğim kadarıyla ne Shakespeare’e, ne de yarı yarıya onun
mirasçısı olan bana bağışlanmıştı bu yetenek. İnsan belleği bir toplam değildir;
belirsiz bir olanaklar karmaşasıdır. San Augustin, yanılmıyorsam, belleğin
saraylarından ve mağaralarından söz eder. İkinci eğretileme daha doğrudur. İşte
bu mağaralara girdim ben de.
Bizimki gibi, Shakespeare’in belleği de alanları, kendi istemiyle sakladığı
gölge alanları içeriyordu. Biraz utanarak, Ben Johnson’un ona ezbere Latince ve
Grekçe altı ölçülü dizeleri okuttuğunu ve Shakespeare’in kulağının, o
benzersiz kulağının, arkadaşlarının kahkahaları arasında birçok kez teklediğini
anımsadım.
Sıradan insan deneyimini aşan mutluluk ve karanlık hallerini biliyordum.
Farkına bile varmadan, uzun ve zorlu yalnızlık beni mucizeyi uysallıkla
karşılamaya hazırlamıştı.
Otuz gün kadar sonra, ölünün belleği beni canlandırıyordu. Bir haftalık
garip mutluluk boyunca, neredeyse Shakespeare olduğuma
inanıyordum. Yapıtı benim için yenileniyordu. Biliyorum, Shakespeare’e göre ay,
Diana kadar ay değildi ve şu karanlık ve yavaşça akan sözcük moon kadar
Diana da değildi. Bir şey daha bulguladım. Hugo’nun savuncalı bir şekilde söz
ettiği şu absence dans l’infini’ler yani Shakespeare’in göze batan
özensizlikleri bilinçli olarak yapılmıştı. Sahneye yönelik söyleminin aşırı
arıtılmış ve süslü değil (nicht allzu glatt und gekünstelt), doğal ve
içten görünmesi için, Shakespeare bunları hoşgörmüş veya metinlere katmıştı.
Yine aynı neden, onu eğretilemelerini karmaya itmişti.
my way of life
Is fall'n into the sear, the yellow leaf
Is fall'n into the sear, the yellow leaf
Bir sabah, belleğinin derinliğinde bir suçu ayrımsadım. Tanımlamaya
uğraşmadım; Shakespeare her zaman aynı şeyi yapmıştı. Bu suçun
sapıklıkla hiçbir ortak özelliği olmadığını açıklamakla yetineceğim.
İnsan ruhunun üç yetisinin, bellek, kavrama ve istemin, öğrenime bağlı
kurgular olmadığını anladım. Shakespeare’in belleği, bana Shakespeare’in koşullarından
başka bir şey açınlayamazdı. Bunların da, şairin eşsizliğini oluşturmadığı su
götürmez; önemli olan bu kırılgan malzemeyle yarattığı yapıttır.
Safdilce, ben de Thorpe gibi, bir biyografi
yazmayı tasarlamıştım. Çok geçmeden, bu edebi türün benim sahip olmadığım bir
yazarlık yeteneği gerektirdiğini anladım. Ben anlatmayı beceremem.
Shakespeare’inkinden de olağanüstü olan kendi öykümü bile anlatmayı beceremem.
Üstelik böyle bir kitap yararsız olurdu. Rastlantı ya da yazgı, Shakespeare’e,
her insanın başına gelen korkunç ve bayağı şeyleri vermişti; o bunları
öyküncelere, düşünde gördüğü renksiz adamdan çok daha canlı kişiliklere,
kuşakların dillerinden düşmeyecek dizelere, sözlü müziğe dönüştürmeyi
biliyordu. Neden çözmeli bu ağın örüsünü, neden çökertmeli bu kuleyi, neden
Macbeth’in sesini ve öfkesini belgesel bir biyografinin veya gerçekçi bir
romanın sınırlı boyutlarına indirgemeli?
Goethe, bilindiği gibi, Almanya’nın resmî
saygınlığını oluşturur; biraz özlem duyarak yaydığımız daha içten bir saygınlık
da Shakespeare saygınlığıdır. (İngiltere’de, İngilizlere
bunca uzak olan Shakespeare resmî saygınlık işlevini üstlenir;
İngiltere’nin kitabı İncil’dir.)
Serüvenin ilk adımlarında, Shakespeare olma mutluluğunu
duydum; sonundaysa baskı ve dehşetini. Başlangıçta, iki belleğin suları
birbirine karışmıyordu. Zamanla, koca Shakespeare nehri, benim kendi
halinde dereme karıştı ve neredeyse yok etti. Ürpererek atalarımın dilini
unutmaya başladığımın farkına vardım. İnsanın kimliği belleğe dayandığından,
aklımı oynatmaktan korkmaya başladım.
Dostlarım beni ziyarete geliyorlardı; cehennemde olduğumu algılamamalarına
şaşıyordum.
Beni çevreleyen gündelik şeyleri de {die
alltagliche Umwelt) kavrayamamaya başladım. Bir sabah kendimi koca taş, tahta ve cam biçimler
arasında yitirdim. Islıklar ve uğultular beni serseme çevirmişti. Bana sonsuz
gibi görünen bir an, Bremen istasyonunun
lokomotiflerini ve vagonlarını tanımakta güçlük çektim. Yıllar geçtikçe, her
insan belleğinin artan yüküne katlanmak zorunda kalır. İkisi, kendiminki ve
ötekininki, kimi zaman kaynaşır gibi olsalar da, iletişimsizlikleriyle belimi
bükmüşlerdi.
Her nesne kendi varlığında diretmek ister, diye yazıyor Spinoza. Taş taş olmak ister, kaplan da kaplan, ben
de yeniden Hermann Soergel olmayı arzu ediyordum.
Yakamı kurtarmaya karar verdiğim tarihi anımsamıyorum En kolay yönteme
başvurdum. Telefonda gelişigüzel numaralar çevirdim. Çocuk ve kadın sesleri
yanıt veriyordu. Onlara saygısızlık etmemeyi görev bildim. Sonunda, kültürlü
bir erkek sesi telefonu açtı.
-
Shakespeare’in belleğini ister misiniz?,
dedim. Size önerim son derece ciddi, farkındayım. İyice düşünün.
Bu tehlikeyi göze
alıyorum, diye karşılık verdi, pek inanmayan bir ses. Shakespeare’in belleğini
kabul ediyorum.
Armağanın koşullarını açıkladım. Çelişkili bir şekilde, bir yandan yazmak
zorunda olacağım kitabın özlemini duyuyordum, öte yandan da misafirin,
hortlağın beni asla bırakmayacağından korkuyordum.
Telefonun almacını yerine koydum ve bir umut gibi, yazgısına boyun eğen şu
sözcükleri tekrarladım.
Simply the thing I am shall make me live
Eski belleği uyandırmak için yöntemler kurmuştum; silmek için başkalarını
aramam gerekti. İçlerinden biri, Swedenborg’un isyancı öğrencisi William Blake’in mitolojisinin incelemesiydi. Güç
olmaktan öte, karmaşık olduğunu kanıtladım kendi kendime.
Bu ve bunun gibi başka yolların yararsızlığı ortaya çıktı: hepsi beni
Shakespeare’e götürüyordu.
Bekleyiş boyunca beni oyalayacak tek çözümü buldum sonunda: titiz ve engin
müzik: Bach.
P. S. 1924 Şimdi tüm insanlar arasında bir insanım. Uyanıklığımda, fiş
dolabını uzmanca çekip çeviren ve uzmanca bayağılıklar kaleme alan değerli
Profesör Hermann Soergel’im, ama kimi zaman tan sökümünde, düş görenin Öteki
olduğunu biliyorum. Arada bir, belki de gerçek olan küçücük ve uçucu anılar
beni şaşırtıyor.
Sh: 334-343
USTANIN öğrencilerinden biri, onunla
yalnız kalıp görüşmek ister, ama bir türlü cesaret edemez. Usta ona:
Derdin nedir söyle bana, der.
Öğrenci yanıtlar:
Cesaretim yok.
Usta:
Ben cesaret veririm sana, der.
Öykü çok eski, ama uydurma olmama
olasılığı yüksek bir gelenek, bu adamların tan ve çölün sınırında
konuştuklarını esirgemiş.
Öğrenci:
Üç yıl önce bir günah işledim, der.
Başkaları bilmiyor, ama ben biliyorum ve tiksinmeden sağ elime bakamaz hale
geldim.
Usta:
Bütün insanlar günah işlemiştir, der.
Günah işlememek insanlar katında yazılı değildir. Bir başkasına kinle bakan,
yüreğinde onu öldürmüş sayılır.
Öğrenci:
Üç yıl önce Samiriye’de bir adam
öldürdüm, der.
Usta ses çıkarmaz, ama çehresi değişir
ve öğrenci öfkesinden çekinmeye başlar. Sonunda konuşur:
On dokuz yıl önce Samiriye’de bir insana
can verdim. Yaptığından pişmanlık duydun bile.
Öğrenci:
Doğru, der. Gecelerim yakarı ve
gözyaşlarıyla dolu. Beni bağışlamanı istiyorum.
Usta:
Kimse bağışlayamaz, Yaratan bile, der.
Bir insan yaptıklarıyla yargılansaydı, ne cehennemi ne de cenneti hak edecek
kimse olurdu. Kardeşini öldüren adam olduğundan emin misin hâlâ?
Öğrenci:
Beni kamayı kınından çıkarmaya iten
öfkeyi anlamıyorum, der.
Usta:
Gerçek ruhların içine işlesin diye
mesellerle konuşmaya alışkınım ben, ama seninle bir babanın oğluyla konuştuğu
gibi konuşacağım, der. Ben günaha giren o adam değilim; sen o katil değilsin ve
onun kölesi olmayı sürdürmek için geçerli bir tek nedenin yok. İşte üstüne
düşen, her insanın yerine getirmesi gereken görevler: hakbilir olmak, mutlu
olmak. Kendini kurtarmalısın. Senin yanlışın olarak kalan bir şey varsa, onu
ben üstüme alacağım.
Diyalogun gerisi kayıp. Sh: 363-364
Kaynak: Gölgeye Övgü, JORGE LUIS BORGES, Elogio de la sombra
Çeviren: Münir H. Göle, Nisan, 1994, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar