GUEVARA, EFSANESİ
ERNESTO CHE GUEVARA, EFSANEDEN ALDATMACAYA
XX. yüzyılın bütün
efsaneleri içinde, Ernesto Che Guevara’nınki inkâr edilemez
biçimde en uzun süreli ama en içi boş olanlardan biridir. Alfreda Batista’nın
Küba’yı bir Orta Çağ derebeyliğinin çöplüğüne ve mafyanın özel avlanma alanına
dönüştüren aşağılık diktatoryasına karşı yükselen direnişten, batı dünyasının
hayal gücü sonunda bir ikon ve büyük boyutlar kazanmış bir aldatmaca
yaratacaktı. Kirli tırnaklı barbudou imajı, Greenwich köyünün kütüphanelerinden
Frankoculuğun düşüşünden sonraki Barselona’nın cervecerialanna, Buenos Aires
bodegonelerinden Parisli öğrencilerin odalarına kadar devrimci düşüncenin bütün
küçük mağaralarında hüküm sürecekti: Evrensel kardeşlik ve toplumsal adaletle
dolu bir kalbi olan genç, romantik bir adam.
Hâlbuki bu yeni
Nechayev’in gerçek kişiliği Guevara’nın kariyerinin başını takip eden herkes
için açıktı: Fidel Castro’yla Meksika’da buluşmasından birkaç ay sonra,
barbudolar gizlice Küba’ya vardıklarında, Guevara bir “karakol”un kumandanı olarak atandı. 14
yaşında bir çocuk acıktığı için karakoldan biraz yiyecek çalmıştı: Guevara bunu
öğrendi ve hemen onu orada kurşuna dizdirdi. İşte ezilenlerin ve açların savunucusu cesur yürek.
1958
sonbaharında Batista’nın devrilmesinden sonra -bunun sebebinin Santa Clara
savaşı sırasında Küba ordusunun kendi vatandaşlarına karşı ateş açmayı
reddetmesinden ileri geldiği sürekli unutuluyor- Guevara “savcı” ilan edildi ve
devrim mahkemelerince verilen cezaları uygulamaktan sorumlu oldu. Karargâhını
La Çabana hapishanesinde tutuyordu: Aylar boyunca, duvarlar onun uyguladığı
infazların gürültüsüyle çınladı, buna kendi Stalinvari metodlarını reddeden
eski savaş arkadaşları da dâhildi.
Nazi
kampları ve gulagların karışımı olan çalışma kamplarını, korkunç “üretime
yardım için askerî birimleri” yaratan Guevara oldu; bunların birincisi 1960’da
Guanahu yarımadasında açıldı; oraya parti ilkelerine aykırı davrananlar,
Katolikler, günahlarında direnen demokratlar, homoseksüeller, Beatles
hayranları ve isimsiz ihbarlar üzerine polisin düzinelerle topladığı diğerleri
gönderiliyordu. Bu nedenle onun lakaplarından biri “II. Stalin” idi.
Şiirsel olmayan bir
biçimde incelenirse, “devrimci hümanizmin” şampiyonu, bir Louis Michel’den
ziyade bir Heydrich veya bir Beria’ya daha yakın oldu. İnsan hayatının onun
için pek az değeri vardı: Savaştan sonra, onun için yalnızca savaş vardı.
“Savaşsız yaşayamayız. Bunu yaptığımızda, onsuz yaşayamayız” diye ilan
ediyordu. 1962 misiller krizinde, Kennedy Kruşçev’i Küba’dan füze üslerini
çekmeye zorladığında, Guevara komünist gazete The Daily Worker’a füzelerin
Kübalıların kontrolünde olması halinde bunları ABD'ye atacağını ilan etti.
Hayranları -insanın
içinden müritleri demek geliyor- 11 Aralık 1964’te Birleşmiş Milletler’e
hitabında şunları söylediğini duydular mı? “Kurşuna
dizdik, kurşuna diziyoruz ve gerektiği sürece kurşuna dizeceğiz. Mücadelemiz
bir ölüm kalım mücadelesidir.” Bundan şüphe duyulabilir: “Guevara
çılgınlığı” o zaman ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı. Onu el üstünde
tutanların gözlerini açmak için ancak bir yarım yüzyıl gerekti. Ayrıca Regis
Debray’ın Guevara’mn
“insanı etkili, şiddetli, seçici ve soğuk bir öldürme makinesi yapan etkili
nefreti” övmesini hatırlatması için 1996’yı beklemek gerekti.
Ama
2007’de bir sinemacı, yakışıklı devrimcinin güzel gençlik yılları sırasında
sözde doktorun pampayı baştan aşağı motorla çılgınca geçmesini yeniden
canlandırmayı yararlı gördü ve eleştirmenler özlemle gözyaşlarını sildiler.
İşte
eylem ateşine elini sokmakta sabırsız bir entelektüel güruhunun bayraktar olarak
kendilerini adadıkları deli bu.
Bilinen
bir gerçek olarak Guevara’nın Küba toplumunun yerleşik niteliği olan mizah
anlayışından yoksun olduğunu ekleyelim. Ama o Kübalı değildi.
*
Fransa’ya
sürgün edilen Kübalı yazar Jacobo Machover’e göre, Guevara ikonu bir Fransız
uydurmasıdır. Bu uydurma, Kübalı liderlerin ilk sıralarında görünen bu kişinin
Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile buluşmasıyla 5 Mart 1960’ta başladı.
Kimse birbirleriyle ne konuştuklarını öğrenemedi çünkü Guevara Fransızca’yı hiç
olmazsa çat pat bildiğinden bir tercümana ihtiyaçları yoktu. Ama varoluşçu ünlü
çift, kendini kapitalizm ve ABD’nin düşmanı ilan etmiş, ekonomist, doktor ve
guerilleroya karşı ancak övgüler düzebilirdi.
Guevara’nın
ölümünden sonra 1967’de Sartre şunları söylüyordu:
“Aslında bu adamın yalnızca bir entelektüel değil ayrıca çağımızın en eksiksiz
insanı olduğunu da düşünüyorum. O savaşçıydı, savaşından, kişisel deneyiminden,
bu savaşı yürütmesini sağlayacak teoriyi üretmeyi bilen teorisyendi.” Tuhaf bir
totoloji, muhatabının bunu anladığından şüphe duyulabilir: Machover’in
hatırlattığı üzere Guevara, Sartre’ın “son derece üstünlük taslayan ve ukala
birisi” olduğunu düşünüyordu. Bulantı’nın yazarı Kübalı olsaydı sonu kesinlikle
bir çalışma kampı olurdu. Commandante zaten kendisini göklere çıkaran
entelektüeller için güvensizliğini sık sık tekrarlamıştı.
“Ekonomistin”
erdemlerine gelince, yanıltmaları uzun sürmedi: Küba Millî Bankası’nın topa
tutulan başkanı olarak onun para yönetimi pesonun tamamen devalüasyona
uğramasına neden oldu, millî ekonominin facia gibi yönetimine katılımı, en
hoşgörülü ekonomi uzmanlarının aklını karıştırdı. Televizyonda kendini belden
yukarısı çıplak gösteren bu (kendini ilan ettiği üzere) “teorisyenin”, büyük
bir çılgın olduğu ortaya çıktı. Paranın tamamen kaldırılması üzerine
saçmalıklar zırvalıyor, en doktrine bağlı Fourier yandaşlarının bile bu yüzden
beti benzi atıyordu. Kendisine yeni bir Manfred olarak hayranlık duyanlar
şaşkınlıkla karşılarında Ubu’yu buldular. “Kardeş ülkeler”, stratejilerine
öncülük eden Küba’nın ekonomik ve siyasi gidişatından endişe duymaya
başladılar. Sonra, 1965’te Alger’de Guevara “Batı’nın sömürgeci ülkeleri ile
sosyalist ülkelerin gizli işbirliğini” ifşa ettiğinde sinirlendiler. Castro
telaşlandı ve onu ikinci plana attı, sonra onu devrimi dünyaya yayması için
gönderdi. Bu arada hayranlık aldatmacayı doğurdu.
Guevara adayı o yıl
dönmemek üzere terk etti. Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazmıştı; mektup
ölümünden çok önce açığa çıktı, zaten ölümü programlanmıştı.
Ama Guevara çılgınlığı o
zaman Batı’yı kasıp kavuruyordu. Bu arada Küçük Kızıl Kitap çılgınlığı sönmeye
başlamıştı. Maceracıların Katmandu’dan Şili’nin Santiago’suna, Alger’den
Havana’ya dünyayı karış karış gezdiği dönemdi bu, Heredia’nın deyimiyle
“kahramanca ve şiddetli bir rüyanın sarhoşu”, hırstan çılgına dönmüş
beatnikler, Apollinaire’in deyimiyle “şu eski dünyadan” bıkmış entelektüeller,
hepsi evrensel devrimde rol almaya çalışıyordu. Hepsi bereli barbudonun resmini
taşıyordu.
Guevara efsanesi bütün
boyutları, kişinin gerçekliğini de aşarak iyice kabarmıştı. O bir aldatmacaya
dönüşmüştü.
*
Kongo çatışmalarında
araya girme çabaları boşa çıktı. Beyaz yoldaşlar ve yeni siyah yoldaşların
başında olduğu halde Küba sınırları dışında dünya gerçeğiyle yüz yüze gelince,
kendisini bir “XX. yüzyıl condottierisi”' zanneden kişi yelkenleri suya
indirmek zorunda kaldı. Onun dolambaçlı boş sözlerinin bir Desire Kabila’nın
üzerinde pek az etkisi vardı ve Patrice Lumumba’nın öldürülmesi onun hareket
imkânlarının tamamen dışında gelişmişti. Başarısızlığı bizzat kabul etti.
Onun Küba sahnesinden
kayboluşu efsaneyi kabartıyordu. Bazıları ondan çölde kırk gün kaybolan yeni
bir İsa’dan bahseder gibi bahsediyordu.
Onun Güney Amerika’da
olduğu öğrenildiğinde gizem perdesi kalınlaşıyordu. Ama gerçekten o muydu? Ne
de olsa öldüğü söyleniyordu. Bolivya’daydı. Neden bu ülke? Kimbilir. “İkinci
bir Vietnam” yaratmak amacıyla Maocuların şehirleri çembere alma taktiğini
uyguluyordu. Ama bunu başarma şansı neredeyse hiç yoktu: Köylüler bu yabancı
ile kırk üç taraftarına güvenmiyorlardı ve aslında Altiplano madencilerinin
hareketi olan Bolivyalı işçi hareketi, bu gerilla şefinin tuhaflıklarına karşı
çoktan uyarılmış bir kominist olan Mario Monje tarafından yönetiliyordu.
Guevara düşman bir ormanda yoldaşlarıyla yalnızdı ve inatçı bir düşman olan CIA
tarafından izleniyordu. Bolivya ordusu tarafından yakalanana dek dağdan dağa
gezdi.
Kalıcı bir efsane, bir başka efsane, onu çatışmada ölmeye layık
görüyordu. Ama Churo vadisinde canlı yakalandı ve bir sandalyeye
bağlandı; astsubay Mario Teran onu La Higuera’nın askerî bir binasında, kemer
altında bir otomatik tabancayla vurarak idam etti.
Ne yazık ki onu örnek
alan epey kişi çıktı: 1970’te komşu Peru’da Abimael Guzman adında bir filozof
Aydınlık Yol adlı devrimci bir hareket yaratarak, “devrimin zaferinin bir
milyon ölüye mal olacağını” ilan etti. 1983’te Vıctor Polay Campos, Tupac Amaru
devrimci hareketini yarattı ve 1996’da Japon konsolosluğunda 600 kişiyi rehin
alarak varlığını dünya kamuoyuna duyurdu.
Efsaneler,
efsaneleştirmeler ve aldatmacalar bazen trajik sonuçlar doğurur.
Kaynak: Gerald MESSADlÉ, 4000
Yıllık Tarihî Aldatmacalar, Fransızcadan Çeviren: Sonat Ece KAYA Özgün Adı:
4000 ans de mystifications historiques, 1. Baskı: Pegasus Yayınları, Ağustos
2013, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar