Print Friendly and PDF

GÜNÜMÜZDEN

Bunlarada Bakarsınız


SLAVOJ ZİZEK
Julian Assange ve çalışma arkadaşları hakiki bir siyasal olay gerçekleştirdiler. Bunu söylerken neyi kastediyoruz, bu eylem hayatımıza nasıl etki etti?
2013'ün Aralık ayında Julian Assange’ı Londra’da Harrods AVM’ye bitişik Ekvador Büyükelçilik binasında ziyaret ettim. Büyükelçilik personelinin sıcak yaklaşımına rağmen oldukça bunaltıcı bir deneyimdi. Büyükelçilik, Assange’ın temiz havada yürüyüş bile yapmasına yer olmayan, bahçesi bulunmayan, altı odadan ibaret bir bina. Assange binanın ana giriş koridoruna adımını bile atamıyor, çünkü polisler onu hemen orada bekliyorlar. Binanın çevresinde, bitişik binalarda ve arkaya bakan tuvaletin küçük penceresinden çıkmaya çalışması halinde de yakalamak üzere bu deliğin açıldığı daracık avluda bir düzine civarında polis devamlı olarak nöbet tutuyor. Bulunduğu kat üstten, alttan devamlı dinleniyor, internet bağlantısı da kuşku verecek şekilde yavaş... Britanya Devleti, cinsel yönden basit bir kabahat şikâyetiyle hakkında açılmış soruşturmada (aleyhine dava açılmış bile değilken!) İsveç’e gidip ifade vermeyi reddedildiği gerekçesiyle Assange’ı tutmak için nasıl oluyor da 50 civarında memurunu gece gündüz burada görevlendiriyor?
 Hani insanın Thatcher’cı olup sorası geliyor: bu mu sizin kamu harcamalarından tasarruf etme politikanız?
 Benim gibi sıradan biri İsveç polisine benzer bir şikayette bulunsaydı Birleşik Krallık benim derdim için de 50 adam görevlendirir miydi?
 Soracağımız asıl ciddi soru ise şudur: komediye dönüşen böylesi aşırı intikam arzusu neden kaynaklanıyor?
 Assange ve çalışma arkadaşları bu kadarını haketmek için ne yaptılar?
Jacques Lacan psikanaliz etiğine şu önkabulle [belit, axiom] başlamayı önerir: “Arzundan ödün verme !”
Bu önkabul, bilgi sızdırıcıların da eylemlerini tam olarak açıklıyor. Eylemlerinin taşıdığı riske rağmen ödün vermeyi düşünmediler nedir asla ödün vermedikleri bu arzu?
 Bu soru, “olay” nosyonunu anlamamıza yardım edecek: Assange ve arkadaşları hakiki bir siyasal olay gerçekleştirdiler yönetenlerin ölçüsüz tepkisinin de nedeni budur. Hain olmakla suçlandılar ama onlar yönetenlerin gözünde aslında hain olmaktan daha vahim ve tehlikeli tipler Alenka Zupancic’den alıntı yaparsak:
“Snowden elindeki bilgileri eğer gizlice başka bir ülkenin gizli servisine satsaydı, bu hareket alışılageldik yurtsever/hain ikilemi içinde anlaşılır, icabında “hain” diye damgalanır ve yokedilirdi. Oysa Snowden olayında durum tamamen farklı. Snowden, “Batı” siyasetine (ya da siyaset yoksunluğuna) uzun süredir temel oluşturan varsayımları, mantığı, geçerli değerleri sorgulatan şekilde hareket etti. Bir kişinin kendi için hiç bir çıkar gütmeden sahip olduğu her şeyi riske atması ve bunu sadece bazı şeyleri yanlış bulduğu için yapması... Snowden farklı bir seçenek önermedi. Snowden’in ve ondan önce Bradley Manning’in yaptığı şey farklı seçeneğin zaten ta kendisiydi.”
Wikileaks’in yerleşik yargıları alt üst eden bu çıkışı Assange’ın şu alaylı ifadesinde anlam buluyor: “biz casusluğu halk için yapıyoruz”. Assange “Halk için casusluk” yaptığını söyleyerek kendi casusluğunu (düşmana sır satan çift taraflı casus olduğunu) doğrudan inkar etmiş olmuyor, ayrıca casusluk kavramını, casusluğun temel evrensel ilkesi olan gizliliği de yadsımış oluyor. Çünkü amacı zaten gizli olan ne varsa halka ifşa etmek. Marx’ın “proleterya diktatörlüğü" dediği şeyin nasıl ki kendi diktatörük ilkesini yine kendisinin yadsıması şeklinde işleyeceği öngörüldüyse (öngörüldüğü gibi işlediği anlar çok enderdi),Wikileaks de aynı o şeklinde işlemiştir. Komünizmi hala bostan korkuluğu gibi gösterenlere karşı komünizmin asıl pratiği olarak Wikileaks’i göstermeliyiz. Wikileaks’in yaptığı, en yalın anlatımla bilgi komününü hayata geçirmektir.
Düşünce tarihinde modern burjuva uygarlığının Fransız Ansiklopedisi ile başladığı kabul edilir. Ansiklopedi, insanlığın bütün bilgi birikimini ilk kez düzenli bir şekilde devletin değil kamunun hizmetine sunmayı amaçlamış olan dev bir projedir. Her ne kadar çağımızda ansiklopedinin Wikipedia olduğunu düşünsek de, kamunun görmek istemediği ve kamudan gizlenen bilgiye yer vermemesi Wikipedia’nın eksiğidir. Çünkü düzen mekanizmaları ve temsilcilerinin kamuyu denetleme ve yönlendirmelerine ilişkin belli bir bilgi türünü kamudan gizler. Wikileaks’in amacı, bu gizlenen bilgi türünü herkes için tek tıkla ulaşılır yapmaktır. Assange, çağımızın d’Alembert’idir. 21.yy halkları için geçerli ansiklopedi tipini oluşturmuştur. Bu yeni ansiklopedinin bağımsız ve uluslararası tabanlı olması da şarttır, çünkü uluslararası ve bağımsız kalabildiği ölçüde büyük devletlerin birbirlerini yıpratma manevralarına da (Snowden’ın Rusya'dan sığınma istemek zorunda kalması ve Rusya’nın bunu kabul etmesi gibi) sınır çekebilecektir. Edward Snowden ve Pussy Riot’u ele alalım: öncelikle her ikisinin de bu mücadelede aynı safın yoldaşları olduklarını görmeliyiz peki bu mücadele ne içindir?
Sınıf çatışmasının yeni biçimi olarak bilgi komünleri yakın zamanda iki yanıyla kritik önem kazanmıştır: dar anlamda ekonomik ve geniş anlamda toplumsal ve siyasal. Medyanın dijitalleşmesinin getirdiği yeni özgürlükler öncelikle “fikri mülkiyet hakları” çıkmazıyla karşı karşıyadır. World Wide Web veriyi serbestçe akıtan bir altyapı olduğu için görünüşte Komünisttir CD ve DVD’ler ortadan kalkmış, milyonlarca insan müzik ve videoları internetten bedava indirmektedir. Buna karşılık iş dünyası özel mülkiyeti bu kez “fikri mülkiyet hakları” adıyla bu serbest veri akışına uygulama çabasındadır. Dijital medya (web’e her yerden erişmeye olanak veren teknolojiler ve telefonlar) milyonlarca sıradan insana ortaklaşa etkinlikler yürütebilecekleri ağlar kurma olanağını sağlarken, devlet kurumlan ve özel şirketler de özel yaşamı ve kamusal alanı akla hayale gelmeyen yöntemlerle izlemektedir. Wikileaks işte bu mücadelenin ortasına bomba gibi düşmüştür. T S Eliot “Kültür Tanımı Üstüne Notlar” adlı çalışmasında, her dinin bir aşamada kaçınılmaz olarak sapkınlık (dinden sapma) ya da zındıklık (tam inançsızlık) arasında bir seçim açmazına girdiğine dikkat çeker. Bu açmaza girildiğinde ana akımdan koparak mezhepsel bir kırılmayı gerçekleştirmek, o dini yaşatabilmek için tek çıkar yol olur. Wikileaks’in yaptığı da böyle bir şeydir: demokrasimizi yaşatmanın tek yolu demokrasiyi kendi kurumsal gövdesinden, devlet aygıt ve mekanizmalarından kopartarak ayırmaktır. Wikileaks bunu umulmadık bir şekilde, kamusal alanda neyin yapılabilir, neyin kabul edilebilir olduğuna dair yeni ölçütleri kendisi belirleyerek yapmıştır. Hakiki bir siyasal olay, yalnızca halihazırdaki geçerli kuralları darmadağın etmekle kalmayan, ayrıca kendisine ait yeni kuralları ve ahlaki değerleri de kabul ettirmeyi başaran bir olaydır. Wikileaks gibi fenomenleri doğru anlamdırmak için “olay” nosyonu üzerine bir kitap yazdım. Devletin yurttaşları gözetlemesi, denetlemesi yakın zamana kadar olağan kabul edilirken şimdi ciddi bir sorun olarak görülmekte; devlet sırlarını ifşa etmek yakın zamana kadar ihanet ve suç olarak görülürken şimdi ahlaki ve kahramanca bir hareket olarak algılanabilmektedir.
Bu kısa açıklamadan, siyasal bir eylemin algılanma biçiminin onun nasıl bir anlatı içinde konumlandığına göre belirlendiğini görebiliriz. Tarihsel deneyimler birer anlatı içinde biçimlenir. Her gerçek olay, anlamlı bir öyküyü kurmaya ya da tamamlamaya yarayacak şekle sokularak açıklanır. Beklenmedik, sarsıcı bir anda savaş çıkması, derin bir ekonomik kriz gibi tutarlı anlatı içine yerleştirilmeyen bir olayla karşı karşıya kalındığında ise sorun çıkar. Hayatın olağan akışını bozan bir olay patlak verdiğinde, bu travmatik felaketin nasıl simgeleştirileceği, hangi ideolojik yorum ve öykünün baskın çıkarak olayı kitlelere açıklayacağı üzerine ideolojik alanda bir rekabet başlar. 1920'lerde Weimar Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu krizi, nedenleri ve çıkış yoluyla birlikte Almanlara açıklama rekabetini Hitler kazanmıştı (senaryo Yahudiler üzerine yazılmıştı); Fransa’nın yenilgisini I940'da Fransızlara Mareşal Petain açıklamayı başarmıştı. Şimdi de halen devam eden mali ekonomik krizi açıklamak üzerine benzer bir rekabet sürüyor: hangi anlatı bunu açıklamayı başaracak?
 Suçu güçlü devlet yapısında arayan ve geleneksel yaşam biçimlerinin değişmesinden yakınan gerici neoliberal açıklama mı kazanacak, yoksa en temelden toplumsal kurtuluşu hedefleyen kökten Solcu bir açıklama mı kazanacak?
 İşte, hakiki toplumsal olay, belli bir tarihsel durumun anlamdırılmasını sağlayacak anlatının kitlelerin kabul edeceği şekilde kurulmasıdır.
Bu formüle uyan örneklerin faşizm versiyonuna bakarak, hakiki toplumsal olayların bir de olumsuz versiyonu bulunduğunu söyleyebiliriz. Her türlü ırkçı, cinsiyetçi söylem ve eylemin hiçbir şekilde kabul edilmez ve gülünç bulunduğu, ayrım gözetmeksizin bütün halkına temel sağlık hizmeti, eğitim sunmanın toplumsallığın gereği olarak benimsendiği, özgürlük, eşitlik, demokratik haklar gibi çağdaş ilkelere tam bağlı ahlaki değerlerin geçerli olduğu bir toplum düşünün ırkçılığa karşı konuşmaya gerek bile yok, çünkü ırkçılığını açıkça dışa vuran biri olursa tereddütsüzce herkes tarafından yoldan çıkmış tuhaf biri olarak görülüyor... Sonra bir zaman geliyor, bu kazanımlardan adım adım bir geri gidiş başlıyor. Birileri açık açık ırkçı propaganda yapmaya, işkenceyi savunmaya başlıyor... Hitler’in de yaptığı buna benzemiyor muydu?
 Almanlar’a sonradan, Yahudileri öldürün, demokrasiyi boşverin, ırkçı olun, diğer uluslara saldırın anlamına gelecek şekilde “Evet, yapabiliriz!” demiyor muydu?
 Bugün de buna benzer bir sürece girdiğimizin işaretlerine tanık olmuyor muyuz?
 2013 ortalarında derin bir ekonomik krizle birlikte işsizlik ve umutsuzluk içindeki Hırvatistan’da halkı sokağa çağıran iki hareket düzenlenmişti: önce sendikalar, işçilerin desteğini almayı amaçlayan bir hareket başlattılar.
Hemen ardından sağcı milliyetçiler Sırp azınlığın yaşadığı kentlerdeki hükümet binalarında kiril harflerinin kaldırılması için bir gösteri düzenledi.
Sendikaların başlattığı hareket Zagreb’deki bir meydanda birkaç yüz kişinin katılımıyla sınırlı kaldı; ama diğeri eşcinsel evliliğin yasallaşmasına karşı düzenlenen gerici gösteriler gibi yine yüzbinleri ayağa kaldırdı.
Hırvatistan bu konuda kesinlikle bir istisna değil: Balkanlar’dan İskandinavya'ya, ABD’den İsrail’e, Orta Afrika’dan Hindistan’a, aydınlanma değerlerinin gerilediği, etnik, dinsel ihtirasların yükseldiği yeni bir karanlık çağ üzerimize çöküyor. Bu ihtiraslar arka planda her zaman vardı ama yeni olan şey, bunların günümüzde düpedüz ve utanmaksızın dışavurulabilir hale gelmesidir.
Uygarlığımızın en temel kazanımlarının erozyonu farklı seviyelerde sürmektedir. Basınçlı suyla boğarak sorgulama (waterboarding) tekniğinin işkence olup olmadığı gibi tartışmalar apaçık anlamsızdır: suyla boğma, acı ve ölüm korkusu yaratmadan terör şüphelisini konuşturabilir mi?
 “İşkence” sözcüğü yerine “ileri sorgulama yöntemleri” ifadesini kullanmakla, bu sorgulama yöntemini siyasal olarak kabul edilebilir bir mantığa oturtmaya çalışıyoruz: “özürlü” için “engelli”, “işkence” için “ileri sorgulama yöntemi” dediğimiz gibi, bir gün bir bakmışsınız “tecavüz" de “ileri baştan çıkarma yöntemi” olmuş
["Çingene" yerine "roman"; "negro" yerine "black", sonra "afroamerican", sonra "africanamerican"; "bayan” yerine "kadın" dayatmaları gibi, kimlik siyasetinin sözde ayrımcı olmamak kaygısıyla sözcüklerle böylesine tatminsizce didişmesi Profesör'e göre ayrımcılığı moda terimiyle "ötekileştirmeyi" ortadan kadırmak bir yana, gündelik hayatta yürüyüp giden ayrımcı pratikleri daha bir gönül rahatlığıyla aynen sürdürmeye yarar. Profesör'ün reçetesi tam tersi, yani Fichte Althusser çizgisidir: terimi koruyarak pratiği değiştirelim, o zaman terimin çağrışımları da değişir (Fichte), aksi halde ne derseniz deyin ideolojiyi gündelik pratiklerde yeniden üretirsiniz (Althusser) Engin Kurtay]...
 İşkence ve tecavüz arasındaki paralellik üzerinde duralım: ucuz vicdani tepkileri bir yana atma ve tecavüz olgusunu tüm karmaşık yönleriyle irdeleme iddiasındaki bir filmde (aynı yukarıda “işkence” yerine daha tarafsız ifadeler bulmak çabasında olduğu gibi nötr bir şekilde) vahşi bir tecavüz eyleminin gösterildiğini düşünün. Böyle görüntülerin midemizi kaldırması ortada feci bir yanlış olduğuna işarettir: Ben, tecavüze karşı gerekçeler üretilen bir toplumda yaşamak istemiyorum, tecavüzün zaten bariz olarak kabul edilmez olduğu, tecavüzde mantık arayanların da aklından zoru olan gerizekalılar olarak görüldüğü bir toplumda yaşamak istiyorum aynısı işkence için de geçerli: işkencenin de hiç bir gerekçeye dayanmadan, “dogmatik” olarak, sadece iğrenç bulunduğu için kabul edilmez olduğu bir toplum istiyorum. “Gerçekçi" argüman şöyle söyleyecektir: işkence hep vardı, yakın zamanda asıl artan şey işkencenin kamuoyunda daha çok tartışılır hale gelmesidir, bu da iyi bir şey değil midir?
 Bunun tek yanıtı var: normalleştirmek için, ahlaki standartlarımızı geriletmek için. Küresel kapitalizmin gelişmesiyle ahlaki gerileme arasındaki bağıntıyı da bir madalyonun iki yüzü gibi anlamak gerekir.
Bugün durduğumuz yer nasıl bir yerdir?
 Belki ayakta bile durmuyoruz, belli bir şekilde öne eğilmiş duruyoruz. Seoul’da çocuk müzesinin yakınındaki tuhaf heykeli görenler eğer ne olduğu hakkında önceden bilgi sahibi değillerse çok müstehcen bir sahneyle karşı karşıya kalırlar. Bir grup çocuğun birbiri ardına öne eğilerek her birinin başını önündekinin kıçına dayadığı, en öndekinin de başını, ayakta duvara dayanan bir çocuğun bacak arasına dayadığını gösteren bir heykel. Bunun ne olduğunu sorduğunuzda, Koreli çocukların lise çağına kadar oynadıkları uzuneşek (malttukbakgi) diye eğlenceli bir oyun olduğunu söylüyorlar. İki gruptan biri heykelin gösterdiği gibi peşi sıra eğilerek uzun bir eşek pozisyonu alıyor, öbür grubun oyuncuları da arkadan birer birer koşup bütün güçleriyle sıçrayarak eşek pozisyonu alanların üzerine oturuyorlar. Yere düşen oyuncu olursa onun grubu yenilmiş oluyor.
Bu heykel bizim gibi sıradan insanların küresel kapitalizm karşısındaki pozisyonunu mükemmel betimlemiyor mu?

20 Mart 2014  Turquie Diplomatique Türkçeye E. Kurtay çevirdi)
******************************************
Çin Radyosu Ve Bianet
Etyopya, Çin yatırımlarının desteğiyle Afrika'nın imalat merkezi olmaya çalışıyor. Çinli şirketler, aldıkları işçileri eğitmekle işe başlıyor. Andrew Moody ve Whang Chao, 27 Ocak günü China Daily gazetesinde, Etyopya'daki Huajian ayakkabı fabrikasından izlenimlerini yazdılar. Yazı şu sözlerle başlıyor: "Modem, pırıl pırıl bir tesis, tüm personel düzgün üniformalar içinde; bu Shenzhen veya Guangzhou'da bir kamu üretim tesisi olabilir. Ama değil. Huajian ayakkabı fabrikası, Addis Ababa'nın merkezinden yaklaşık 30 kilometre uzakta yer alıyor..."
3 bin işçi istihdam eden Huajian, sadece bir fabrika olmanın ötesinde anlam taşıyor. Afrika Boynuzu üzerine yer alan ve Afrika'nın en önemli ekonomilerinden biri olan Etyopya'daki bu yatırım, devrim niteliğinde yatırımlar zincirinin başlangıcı olabilir.
Afrika için model olabilir
Etyopya hükümetinin desteklediği Çin yatırımlarıyla, Etyopya'nın tarıma bağımlı bir ekonomi olmaktan kurtulup, imalat ekonomisi haline gelmesi umuluyor. Tarım Etyopya milli gelirinin yüzde 43'ünü, imalat ise sadece yüzde 4'ünü oluşturmaktadır. Bu dönüşüm başarılı olursa, Afrika'nın geri kalanı için bir model olabileceği düşünülüyor. Böylece Bangladeş, Hindistan, Vietnam, Kamboçya ve Çin'den başka yatırımların, çok uluslu şirketlerin bölgeye çekilebileceği belirtiliyor. Yüzde 50 ile dünyanın en yüksek genç işsizlik oranına sahip ülkelerinden biri olan Etyopya'da imalat sektörünün gelişmesi, sorunun çözümüne büyük katkı sağlayabilir!
"Batı artık yapamaz, Çin yapıyor"
Çin merkezli Huajian Grubu, Çin Afrika Kalkınma Fonu ile birlikte 2,5 milyar dolarlık yatırım planladı. Plana göre beş yıl içinde 100 bin istihdam yaratacak büyük bir ayakkabı üretim üssü oluşturulacak ve yılda ortalama 4 milyar dolarlık ayakkabı ihraç edilecek. Şirket, Coach, Clarks ve Guess gibi önde gelen markalar için ayakkabı üretiyor.
Huajian Yurtdışı Yatırım Operasyonları CEO'su ve eski başkan yardımcısı Helen Hai'nin, fabrikanın kurulmasında önemli rolü oldu. Helen Hai, Çin'in 20 yıldır "dünyanın üretim atölyesi" olmasının, bu alanda Çin'e karşılaştırmalı üstünlük sağladığını vurguluyor. Batı'da Çin'in yüksek işgücü maliyetleri nedeniyle imalat sektöründe gerilediği söyleniyor. Ancak Afrika gibi alanlar, Çin şirketleri için yeni kaldıraç olabilir.
Huajian Yurtdışı Yatırım Operasyonları CEO'su Helen Hai, "İmalat avantajı, Çin'e Batı'dan gelmişti. Batı artık bu tür girişimleri yapamaz. Şimdi Çin, teknolojisini ve birikimini, buralardaki rekabetçi işgücü maliyeti ile birleştirecek" diyor. Çin'de üretim maliyeti yüzde 22 iken Etyopya'da yüzde 2. Ancak lojistik yüzde 2'den yüzde 8'e yükseliyor. Helen Hai, "Lojistik maliyetleri, Afrika'da iş yaparken karşılaşılan en büyük sorun" diyor.
"Afrika halkına armağan"
Çin, bölgede altyapı eksikliğinin giderilmesi için de son on yıldır önemli katkılarda bulundu. Çin'in en büyük devlet şirketlerinden biri olan China Çommunications Construction, 2004 yılında tamamlanan 100 milyon dolarlık bir ring yol projesi de dahil olmak üzere, Addis Ababa'da birçok otoyol inşa etti. Yine Addis Ababa ile Adama kenti arasında 80 kilometrelik yol inşasıyla ilgili 612 milyon dolarlık bir başka proje de devam ediyor. Yakın zamanda duyurulan 250 milyon dolarlık bir başka proje, Addis Ababa Bole Uluslararası Havalimanı'nm genişletilmesiyle ilgili. Proje, Çin Exim Bank kredisiyle finanse edilecek.
Çin'in Afrika ile derinleşen ilişkisinin bir başka sembolü, Çin hükümeti tarafından "Afrika halkına armağan" edilen pırıl pırıl yeni Afrika Birliği merkez binasıdır. Bina 124 milyon dolara maloldu.
Çin ile Etyopya arasındaki ticaret geçen on yılda 25 kat arttı ve 2012'yılında 1,8 milyar dolara yükseldi. Ancak Çin'in ihracatı 1,5 milyar dolar iken Etyopya'nm ihracatı 300 milyon dolar. İki ülke arasındaki ticaretin 2015 yılına kadar 3 milyar dolara yükselmesi bekleniyor. Addis Ababa Milenyum Salonu'nda 2013 Aralık'ında düzenlenen Çin-Afrika Mal, Teknoloji ve Hizmet Fuarı'na 150'den fazla Çinli şirket katıldı. Fuar, iki ülke arasında planlanan ilişkilerde bir dönüm noktası olarak değerlendirildi. Çin'in Dışişleri Bakanı Wang Yi, bu yılın başlarında Addis Ababa ziyareti sırasında Etyopya ile özellikle tarım ürünleri ve tekstil alanlarında ticari ilişkileri derinleştirmek istediklerini söyledi. Wang Yi, yurtdışında işlerini genişletmek isteyen Çinli tekstil ve tarım şirketleri için Afrika'nın en uygun yer olduğunu; Çinli şirketlerin kendi sanayileşme sürecini hızlandırırken Afrika'ya yardım edeceklerini belirtti. Addis Ababa Çin Büyükelçiliği, Büyükelçi Yardımcısı Qin Jian, özellikle düşük maliyetli makine üretiminde ve yüksek mühendislik gibi alanlarda, Çin'in Batı ülkeleri karşısında üstünlükleri olduğunu belirtiyor. Çin'in Etyopya'nın kalkınmasında önemli bir rol oynadığını belirten Qin, Etyopya ilişkilerinin, Batı'nın suçlamalarını yalanladığına dikkat çekiyor. Batı medyası, devamlı olarak, Çin’in Afrika'nın kaynaklarına göz diktiğini, yeni bir sömürgeci güç olduğunu işliyor. Büyükelçi Yardımcısı Qin Jian, Etyopya'nın doğal kaynak zengini bir ülke olmadığına dikkat çekiyor.
"Siyasi olarak önemli"
Addis Ababa Üniversitesi ekonomi profesörü Alemayehu Geda, 80 milyondan fazla nüfusuyla Etyopya'nın, Afrika'nın ikinci en kalabalık ülkesi olduğunu ve siyasi olarak önemli olduğunu belirterek şöyle konuşuyor; "Afrika Birliği merkezi burada inşa edilmeden önce de Etyopya kıtada politik olarak aktif olmuştur. Ayrıca Etyopya giderek Çin altyapı uzmanlığının bir vitrini haline geliyor. Afrika Birliği, siyasi liderlerin uğrak yeridir. Çinli şirketlerin inşa ettiği elektrikli demiryolu gibi altyapı tesisleri, diğer ülke liderleri için de cezbedici olacaktır."
Afrika Birliği merkezi burada inşa edilmeden önce de Etyopya kıtada politik olarak aktif olmuştur. Ayrıca Etyopya giderek Çin altyapı uzmanlığının bir vitrini haline geliyor. Afrika Birliği, siyasi liderlerin uğrak yeridir.
Addis Ababa Üniversitesi Barış ve Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü'nden öğretim görevlisi Fana Gabresenbet, Çin'in Etyopya ya da Afrika'da bir sömürgeci güç olarak hareket etmediğini, ancak siyasi etki yaratmak istediğini düşünüyor. Fana Gabresenbet, şöyle konuşuyor: "Biz petrole ve değerli doğal kaynaklara sahip değiliz. Ancak Etyopya, Sudan'daki siyasi süreç açısından potansiyel olarak önemli bir ülkedir."
En büyük çelik şirketi, faaliyete başladı
Spiral çelik ve diğer çelik ürünleri yapan Eastern Steel, ülkeye gelen son Çin şirketlerinden biri. Doğu Sanayi Bölgesi'nde 8 bin 500 metrekare alan üzerinde kurulan fabrikada Ekim ayında faaliyet başladı. Eastern Steel, yıllık 300 bin ton üretim kapasitesiyle, Etyopya'daki en büyük çelik şirketi. Şirket, aralık ayında 108 işçi aldı, 50 Çinli personelle eğitime başladı. Eastern Steel, Çinli inşaat şirketlerine malzeme sağlayacak. 42 yaşındaki Genel Müdür Miao Wenwei, Etyopya'da kaliteli çeliğe ihtiyaç olduğunu söylüyor. Miao şöyle konuşuyor: "Emek ucuz. Çin'de yevmiye 160 yuan ile 200 yuan arasında. Burada ise 20 yuan."
11 fabrikanın bulunduğu Doğu Sanayi Bölgesi, Çin yatırımları için bir cazibe merkezi oldu. Bölge, Afrika'da kendi türünün en büyük sanayi parklarından biri. Park, Çin Etyopya hükümetinin ortak projesi ama Jiangsu merkezli Jiangsu Qiyuan Grubu tarafından geliştirildi ve işletiliyor.
Unilever de geldi
Bölge sadece Çinli şirketlere yönelik değil. İngiltere-Hollanda ortaklığı Unilever, 5 bin metrekarelik alanda kurduğu şampuan fabrikasını Haziran ayında açmaya hazırlanıyor. Bir Vietnam tekstil şirketi de bölgede üslenmek için hazırlık yapıyor. Site Müdür Yardımcısı Lu Qixin, 80 milyon dolarlık yatırım yaptıklarını söylüyor. Çin Ticaret Bakanlığı'ndan sübvansiyon almak istediklerini belirten Lu, siteyi geliştirmek için beş yıldızlı otel, ona bitişik konutlar ve perakende geliştirme kompleksi planladıklarını belirtiyor. Ek projeyi, 2017 yılında tamamlamayı planlıyorlar.
"Sanayi merdivenin alt basamakları"
Sun Guoqiang, CGC Yurtdışı İnşaat Grubu Genel Müdürü. 15 yılı aşkın süredir Etyopya'da yaşıyor. Şirketin Etyopya'da sondaj ve yol yapım projelerinde oldukça büyük bir ağırlığı var. Sun, Afrika'da hâlâ bol inşaat projesi olmasına rağmen, şirketinin 510 yıl içinde başka alanlara yöneleceğini belirtiyor. Zira inşaat, sanayi merdivenin alt basamaklarıdır. Sun, "Biz inşaat işlerinin yanısıra üretim, tarım, su temini ve rüzgar enerjisi gibi alanlara yönelmeye başladık ve inşaat işlerini yerel şirketlere bırakacağız" diyor.
Falaşalar, 1970lerden bu yana Etiyopyadan İsraile göç eden siyah Yahudiler. Ama orada da mutsuzlar:
"Bir gün hahamlar gelip, bizim yüzde yüz Yahudi olmadığımızı söylediler. Çok kırıldım. Eskiden her gün dua eder ve sinagoga giderdim. Şimdi laikim."
Falaşalar, EtiyopyalI Yahudiler. Falaşa, Amhara dilinde " yaban " gibi bir anlama geldiği için kendilerini Beta İsrael (İsrail Evi) olarak adlandırmayı tercih ediyorlar. Ancak, bu topluluğun yaşadıkları, Etiyopya'daki "falaşalık"larımn İsrail'de de sürdüğünü gösteriyor ve modern İsrail'deki "ırk sorunu"na dikkat çekiyor.
Falaşalar 'ın kökeni
Falaşalar binlerce yıldır, Yahudi dünyasından habersiz şekilde, Etiyopya'nın Gondar ve Tigre bölgelerindeki ücra köylerinde tarımla uğraşarak, demircilik ve çömlekçilik yaparak yaşadılar. Kökenleri hakkında sayısız teori olan topluluğun, bunların içinde en çok benimsediği, soylarını Kral Süleyman ile Şiba Kraliçesi'nin (bizde Saba melikesi Belkıs olarak bilinir) oğulları olan Menelik I'e dayandıranı. Falaşalar ı ilk "keşfeden", 1862'de bölgeyi ziyaret eden, Sorbonne Üniversitesi profesörü Joseph Halevi olmuştur . Bu, aynı zamanda Avrupalı Yahudilerin Falaşalar ile ilk temasıydı. Ancak, cemaatin diasporaya tanıtılması için, 1920'lerde Siyonist hareketle bağlantıyı sağlayacak olan, Polonya doğumlu. Dr. Jacques Faitlovitch'i beklemek gerekecekti.
Bu ilgiye rağmen, Falaşalar'ın Yahudi sayılıp, sayılmayacağı (dolayısıyla meşhur Geri Dönüş Yasası'ndan yararlanıp, yararlanamayacakları) uzun süre tartışma konusu olarak kaldı. Yahudi olmadıklarına dini gerekçe aranacaksa çok fazla uğraşmaya lüzum kalmayacaktır. Falaşalar Torah'tan habersizdirler. Eski Ahit'in diaspora öncesi bir versiyonunu kullanırlar ve bu kitap da İbranice değil, Etiyopya’nin klasik dili olan Ge'ez dilinde yazılmıştır. 1973 Sefardi Hahambaşı Ovadia Yosefin, Falaşalar 'ın da Yahudi olduğunu kabul etmiş olması ve 1989 tarihli Yüksek Mahkeme kararı bile pek çok kişiyi hala ikna edememiş durumda. Öyle ki Aşkenazi Baş Rabbi bugün bile onları Yahudi olarak tanımıyor.
Etiyopya'dan İsrail'e
1970'lere kadar topluluğun, İsrail'e göç etme yönünde yaygın bir eğilimini gözlemlemiyoruz. Ancak, 1974 iktidardaki Derg rejimi ile Tigre Halk Kurtuluş Cephesi arasında yoğun çatışmaların başlaması bu durumu değiştirdi. 1977 yılına kadar, İsrail'e ulaşanlar kendi bireysel gayretleriyle yola çıkıp hedefe ulaşmayı başaran bir avuç gençten ibaretti.
1977-1983 arasında ise 6 bin civarında Falaşa Sudan'a ulaşıp, gizli hava ve deniz operasyonlarıyla İsrail'e taşındı. 1984 ise tam bir dönüm noktasıydı. O yıl, 10 bin kadar Falaşa İsrail'e gitmek için yola çıktı. Yolculuk çok zorlu ve acı doluydu. Yaklaşık 4 bin'i Sudan'daki mülteci kamplarında açlıktan ve salgın hastalıklardan can verdi. Kalan 6 bin kişi, Kasım 1984'te "Musa Operasyonu" ile hava yoluyla İsrail'e taşındı. 199 l'e kadar 7 yıl Falaşa nüfusunun köylerini terk edip, Addis Ababa'ya yığılmasıyla geçti. 1991 'de "Süleyman Operasyonu" 15 bin kişiyi bir gecede İsrail'e taşıdı.(Kulislerde, operasyonların, İsrail'den çok, ABD'deki Yahudi-Siyah ilişkilerini düzeltmek isteyen Amerikan Yahudileri tarafından desteklendiği fısıldanıyordu.) İsrail'in bu "milli başarısı" ile, Etiyopya Ekzodüsü’nün tamamlandığı ilan edildi ve bu gürültüpatırtı içinde, " Yahudi olmadıkları" gerekçesiyle Gondar'da bırakılan 3 bin Falaşa ’nın sesi duyulmadı.
Arzı Mevud
İsrail'e ulaşanlar, Arzı Mevud'un, "süt ve bal ülkesinden daha farklı bir yer olduğunu keşfettiler. Bu ülke, kendilerine yabancı bir Batı ülkesiydi. İnsanları ise Falaşalar hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. (EtiyopyalIların gelmesine sevinmek için bir sebebi olan insanlar sadece, Hadar Yosefteki atletizm antrenörleriydi .) Evet, Süleyman Operasyonu İsraillilerin milli gururunu okşamıştı ama onlar için önemli olan uçakların inip kalkmasıydı. İçinden kimin indiği ilgilerini çekiniyordu.
Falaşalar , İsrail'de, binlerce yıldır üzerine titredikleri ve kendilerini diğer Etiyopyalılar'a göre ayrıcalıklı kıldığını düşündükleri (eskiden, bir Falaşa ister istemez, Yahudi olmayan birisine dokunursa, yıkanana kadar kirli kalacağı düşünülürmüş) şeyin, Yahudiliklerinin aşağılandığını gördüler . Yahudi olup, olmadıklarına dair tartışma onlara çoğu kez daha doğrudan ve kırıcı şekilde yansıtıldı. 1984'de İsrail'e gelen Yişayahu Degu şöyle diyordu: " Bir gün hahamlar gelip, bizim yüzde yüz Yahudi olmadığımızı söylediler. Çok kırıldım. Eskiden her gün dua eder ve sinagoga giderdim. Simdi ise laikim. Benim gibi pek çok insan var."
Yahudilikleri ile ilgili bir diğer aşağılanma ise evlilik alanında ortaya çıktı. Öncelikle İsrail'de seküler nikâh olmadığına işaret etmek gerek. Dolayısıyla nikâhlar hahamlıklar tarafından kıyılır. Yukarıda sözünü ettiğimiz 1973 kararım veren Hahambaşılık, bir Etiyopyalının evlenmeden önce (Yahudiliğini garantilemek için) sembolik bir ihtida törenine katılması gerektiğini savunmaktadır. Yüksek Mahkeme'nin bunun gerekli olmadığını belirtmesine rağmen, İsrail'de sadece bir kişi, Netanya Hahambaşısı David Şlouş bu tören olmaksızın nikâh kıymaya cesaret edebildi. Ancak bir süre sonra o da (başka şeyleri gerekçe göstererek) bu işi bıraktı.
Yahudilik tartışmalarından öte, doğrudan doğruya ırkçılık iddialarını gündeme getiren bir olay 1996'da yaşandı. Ma'ariv gazetesi, Falaşalar dan alman kanların gizlice yok edildiğini yazdı. Kan bankasının yaptığı açıklama kuşkusuz "tıbbi olarak" haklıydı: AIDS yüksek risk alanı olan Etiyopya'dan gelen kanları kullanmıyorlardı. Ancak bu, Etiyopya kökenli nüfusu yatıştırmaya yetmedi. Kabinenin toplantıda olduğu sırada Başbakan İtsak Rabin'in ofisinin dışında protesto gösterileri yapıldı. Polisin göstericilere gözyaşartıcı bomba ve tazyikli su ile karşılık verdiği olaylardan sonra Rabin, protestocuların temsilcilerini kabul etti.
Kan bankasının tutumu için hükümet adına özür dilerken, olaylar sırasında polislerin yaralanmasını kınamayı da ihmal etmedi. Göstericilerin taşıdığı pankartlar ise Falaşalar’ın İsrail'deki hayal kırıklıklarını ve umutlarını yansıtıyordu: "İsrail'de Apartheid!" ve yanında " Bizim tenimiz siyah, sizinki beyaz olabilir ama bizim kanımız da kırmızı ve biz de Yahudiyiz”
Ucuz iş gücü
Etiyopyalı Yahudilerin "falaşalık" hali, okullarda uğranılan ayrımcılığa, konut projelerinde uygulandığı iddia edilen kotalara kadar pek çok alana uzanıyor ve Falaşalar, İsrail’de ikinci sınıf (hatta Ortadoğu Yahudileri Mizrahim'i de sayarsak üçüncü sınıf) Yahudiler mi olduklarını kendilerine soruyorlar. Ancak, bu konuda "umut verici" gelişmeler de yok değil. İşsizlik oranının yüzde 80 civarında olduğu söylenen Falaşa toplumunda, çalışanların yüzde 90'ı kol işçisi. İsrail toplumu tarafından daha iyi özümsenmeleri halinde, İsrail'in ucuz işgücü kaynağı olarak Filistinlilerin yerini almaları bekleniyor. Ayrıca, İsrail standartlarına göre daha genç bir nüfusa sahip olmaları sebebiyle, ordu saflarında gittikçe daha belirgin hale geliyorlar .(Askere alınan Etiyopyalı gençlerin dörtte biri seçkin birliklere girmek için gönüllü oluyorlar.)
"Siyah Yahudi Yoktur"
Tüm bu söylenenlerden sonra, "BEYAZ YAHUDİLER" ile "SİYAH YAHUDİLER" arasındaki ilişkileri herhalde en iyi şekilde, İsrail Radyosu'nun Amhara dili yayınları servisi müdürü Rahamin Elazar'ın anlattığı şu öyküler) betimliyor. Joseph Halevi'nin Yahudi olduğunu duyan bir Falaşa, ona döner ve şöyle der: " Sen Yahudi olamazsın, beyaz Yahudi yoktur !". Bu olaydan bir yüzyıl sonra o zamanlar genç bir adam olan Elazar, Etiyopya'ya gelmiş üç turistin kendi aralarında, tanıdık bir yabancı dilde konuştuklarını farkeder. Yanlarına yaklaşır ve seslenir: "Şalom!" İsrailli turistler çok şaşırırlar ve sorarlar: "Sen de kimsin?" "Ben bir Yahudiyim." İsraillilerin cevabı tanıdıktır: " Sen Yahudi olamazsın, siyah Yahudi yoktur!"(eri ve bianet)
Kaynak:
20 Mart 2014 
Turquie Diplomatique

STEPHEN LENDMAN
Bugün menümüzde genetiği değiştirilmiş gıdalar var. Sadece ABD’de, tüm işlenmiş gıdaların %80’inden fazlasında bu maddelerden bulunuyor. Diğerleri arasında; pirinç, mısır, buğday, soyafilizi ve so­ya ürünleri, bitkisel yağlar, hafif içecekler, salata sosları, sebzeler ve meyveler, yumurta dahil olmak üzere gün­lük gıdalar, kırmızı et, tavuk, domuz ve diğer hayvansal ürünler, ve hatta çocuk gıdaları ve proses ürünlerinde­ki gizli katkı maddeleri ve bileşenler (domates sosu, dondurma, margarin ve fıstık yağı gibi) yer alıyor. Tüke­ticiler, ne yediklerini bilmiyorlar; çünkü etiketleme ya­sak. Bununla birlikte, tehlike net bir şekilde ortada. Ba­ğımsız bir şekilde gerçekleştirilen araştırmalar gösteriyor ki bu gıdalardan ne kadar çok yersek, sağlı­ğımıza potansiyel olarak daha büyük bir zarar verir.
Bugün, tüketiciler bilgilendirilmiyorlar ve sonuçları bilinmeyen, kontrolsüz, düzensiz bir kitlesel insani de­neyimin parçasıdırlar. Bununla birlikte, bunun doğur­duğu riskler çok fazla; bu riskleri öğrenmek yıllar ala­cak ve en sonunda öğrendiğimizde de, genetik mühendislik ürünü olan gıdaların giderek daha fazla bağımsız uzmanın inandığı gibi insan sağlığını tehdit et­tiği yönünde nihai bir kanıt elde edilirse, doğurduğu hasarı tersine çevirmek için artık çok geç kalınmış olacak. GDO tohumları bir alana yerleştirildiği andan itibaren, cin şişeden çoktan çıkmış demektir. Ameri­ka’nın tarıma elverişli çiftliklerinin üçte ikisinden fazla­sına doğru şimdiden başlayan ve durdurulamazsa her yere doğru yayılması muhtemel olan kontaminasyonu tersine çevirmek üzere bilimde şu anda bilinen her­hangi bir yöntem yok.
Bu; F. William Engdahl’ın çok önemli ve iyi bir bel­gelendirmeye dayanan Aldatmaca Tohumları: Genetik Manipülasyonun Gizli Gündemi (Seeds of Destruction: The Hidden Agenda of Genetic Manipulation) başlıklı kitabında ortaya konan riske rağmen gerçekle­şiyor. Bu; Washington ve dört İngilizAmerikan tarım devinin, hayvansal ve bitkisel yaşam biçimlerinin pa­tentini almak suretiyle, gıda tedarikimizi dünya çapın­da denetimleri altına almak, gıdayı tamamen genetik mühendisliği ürünü haline getirmek ve bunu dostlarını ödüllendirip düşmanlarını cezalandırmak üzere bir si­lah olarak kullanmak için yaptıkları şeytansı plandır.
Bugün, tüketiciler, potansiyel sağlık risklerini bil­meksizin bu gıdaları günlük olarak tüketiyorlar. 2003 yılında, Jeffrey Smith Aldatmaca Tohumları (Seeds of Deception) başlıklı kitabında bunları açıklamıştı. Halkı bilgilendirme çabalarının bastırıldığını, güvenilir bilimin adeta toprağa gömüldüğünü açıklamış; iki saygın bilimadamının (UC Berkeley’den Ignacio Chapela ve iskoçya Rowett Araştırma Enstitüsü eski araştırmacı­sı ve dünyanın önde gelen lektin ve bitki genetik mo­difikasyon uzmanı Arpad Pusztai’ın) başına gelenleri mercek altına almıştı. Söz konusu kişiler iftiraya ma­ruz kaldılar, peşlerine casuslar takıldı, araştırmaları konusunda tehdit edildiler ve Pusztai’ın durumunda olduğu gibi işlerini yaptığı için işinden kovuldular.
Arpad Pusztai, GDO gıdalarının vaat ettiklerine inanmıştı, bunları incelemek üzere görevlendirilmişti ve bunlara dair ilk bağımsız araştırmayı gerçekleştirdi. Di­ğer araştırmacılar gibi kendisi de eline geçen bulgular karşısında şok olmuştu. GDO’lu patateslerle beslenen farelerin daha küçük ciğerleri, kalpleri, testisleri ve be­yinleri vardı; bağışıklık sistemleri zarar görmüştü ve ak­yuvar hücrelerinde yapısal değişimler yaşamışlardı ve bu durum onları (GDO’suz patateslerle beslenen fare­lerin aksine) enfeksiyona ve hastalıklara daha açık hale getiriyordu. Durum daha da kötü bir noktaya evrildi. Boyunaltı bezi ve dalakta hasarlar ortaya çıktı; dokular genişledi (pankreas ve bağırsaklar da dahil); karaciğerde atrofi durumları ortaya çıkarken, mide ve bağırsaklarda ciddi bir yaygınlaşma yaşandı, ki bu da kanser riskinin gelecekte daha fazla olduğunun bir işareti olabilir. Bu­nun kadar alarm verici olan bir diğer unsur ise, sonuç­ların 10 günlük bir testin sonucunda alınmasıydı; ve 110 günden sonra da etkileri kalıcı olarak devam etti ki bu da insan yaşamında 10 yıla karşılık geliyor.
Daha sonra yapılan bağımsız araştırmalar da, Pusztai'ın öğrendiklerini teyit etti ve Smith de bu konuda 2007 yılında Genetik Rulet: Genetiği Değiştirilmiş Gı­daların Belgelendirilmiş Sağlık Riskleri başlıklı kitabın­da bir takım bilgiler paylaştı. Söz konusu kitap, derin­liği açısından ansiklopedik bilgiler içermektedir; eşsiz ve kapsamlı bir kaynaktır ve bu makale, bu kitaptaki bazı şaşırtıcı verileri gözden geçirmektedir.
Smith, kitabının girişinde, ABD Gıda ve ilaç İdaresi FDA’nın GDO’lu gıdaların güvenliğine dair politika açıklamasından söz eder; ancak bunu destekİeyecek herhangi bir kanıta başvurulmamıştır. Söz konusu açıklama, GHW Bush’un “GDOların sıradan tohumlar ve mahsullerin tamamen muadili olduğu ve bu konuda herhangi bir hükümet düzenlemesine gerek olmadığı konusundaki” Başkanlık Emri’ni desteklemektedir. FDA, “bu yeni yöntemlerle oluşturulan gıdaların diğer gıdalardan anlamlı veya yeknesak bir şekilde ayrıştığını gösteren herhangi bir bilgiye sahip olmadığım” belirt­miştir. Tek bu açıklama, güvenlik araştırmalarına gerek olmadığı ve “son kertede, güvenliği sağlamadaki so­rumluluğun gıda üreticisine ait olduğu” anlamına gel­mekteydi. Bunun sonucunda, bu yeni&cesur&tehlikeli dünyada kuzu, kurda emanet edilmiş oluyor.
FDA’nın politikası, baraj kapaklarını açmış oldu ve Smith bunu şu şekilde açıklar: “Yeni teknolojinin hızlı bir şekilde konuşlandırılmasının ortamı hazırlandı,” to­hum endüstrisinin “konsolide hale gelmesini, milyon­larca dönüm araziye GDO’lu tohum ekilmesini, yüz milyonlarca insanın beslenmesini (söz konusu gıdalar, buna karşı çıkan uluslara ve tüketicilere rağmen teda­rik edildi) ve bunu güvence altına alan yasaların çıka­rılmasını sağladı. Bugün karşımıza çıkan vergi bedeli ise; kontamine edilmiş mahsuller, milyarlarca dolar paya kaybı, zarar görmüş olan insan sağlığıdır ve görü­len o ki FDA yalan söylemiş.
FDA şunu biliyordu ki GDO’lu mahsuller “anlamlı bir şekilde farklıdır” çünkü teknik uzmanları onlara bu şekilde söylemiştir. Sonuç itibariyle, insanlar üzerinde olanlar da dahil olmak üzere uzun vadeli araştırmalar yapılmasını, olası alerjilere, toksinlere, yeni hastalıkla­ra ve beslenme sorunlarına dair test yapılmasını tavsi­ye etmişlerdi. Onun yerine, politika, bilimden üstün geldi; Beyaz Saray FDA’ya GDO’lu mahsulleri destek­lemesini emretti ve Monsanto’nun eski bir başkan yardımcısı, FDA’ya giderek bunun güvence altına alın­masını sağladı. Bugün, endüstri kontrolsüz durumda; ve şirketler gıdalarının güvenli olduğunu söylediğinde, görüşleri sorgulanmıyor. Dahası, Smith’in de belirttiği gibi, diğer ülkelerdeki politika yapıcılar FDA’ya güveni­yorlar ve değerlendirmelerinin geçerli olduğu konu­sunda yanlış bir yargıda bulunuyorlar. Bağımsız araştır­malar, endüstrinin yürüttüğü araştırmalarla örtüşmediğinde tasvip edilmiyor. Farklılıklar ürkütücü. İlki aleyhte etkilerini aktarırken, İkincisi bunun tersini iddia ediyor. Sebebi ise malum. Tarım alanında faaliyet içindeki devler, karlılıklarına kimsenin müdahale etme­sine izin vermiyorlar; güvenlik diye bir şey masada yer almıyor; tüm negatif bilgiler ise reddediliyor.
Sonuç olarak, araştırmalar standart altında kalıyor; aleyhte bulgular gizleniyor; ve “GDO’lu gıdaların sin­dirim sistemi işlevleri, karaciğer, böbrek işlevleri, bağı­şıklık sistemi, endokrin sistemi, kan bileşeni, alerjik yanıt, bebekler üzerindeki etkiler, kansere sebep olma potansiyeli veya sindirim sistemi bakterileri üzerinde­ki etkileri tipik olarak inceleyemiyorlar.” Buna ek ola­rak, endüstrinin fonladığı araştırmalar, yaratıcı bir şek­ilde, sorunları ortaya çıkaramıyor ve ortaya çıkarılmış şeyleri gizliyor. Deneylerde daha genç ve daha hassas hayvanlar yerine daha yaşlı hayvanları kullanıyor, ista­tistiksel anlam ifade etmeyecek kadar düşük düzeyde numune ölçekleri kullanıyor, kullanılan yemlerdeki GDO içeriğini seyreltiyor, besleme denemelerinin sü­resini sınırlandırıyor, hayvan ölümleri ve hastalığı yok sayıyor ve diğer bilimsel olmayan pratikler içerisine giriyorlar. Bunun amacı ise, insanların, bu gıdaların po­tansiyel tehditlerini asla öğrenmemelerini sağlamak ve Smith’e göre "bunu yapabilirler çünkü kötü bilimi bilimselleştirmişlerdir.”
Gerçek araştırmalar ise, GDO’ların “bir bitkinin DNA’sının doğal işleyişinde yoğun değişimler yarattı­ğını” gösteriyor. Doğuştan gelen genler dönüşebilir, silinebilir, kalıcı olarak devre dışı kalabilir veya devreye sokulabilir. Eklenen genin tepesi kesilebilir, parçalara ayrılabilir, diğer genlerle karıştırılabilir, tersyüz edilebi­lir veya çoğaltılabilir; ve ürettiği GDO’lu protein, za­rarlı olması muhtemel ve beklenmedik karakteristik­lere sahip olabilir. GDO’lar aynı zamanda başka sağlık riskleri de doğuruyor. Bir transgen yeni bir hücrede faaliyet gösterdiğinde, beklenenlerden daha farklı pro­teinler üretebilirler. Bunlar zararlı olabilir; ancak bil­imsel testler olmadan bunu bilmenin imkanı yoktur. Protein tamamen aynı olsa bile, halen bazı sorunlar vardır. Bt-toksin adı verilen bir pestisit proteini üret­mek için tasarlanmış mısır çeşitlerini göz önüne alın. Çiftçiler, bunları sprey formlarında kullanıyorlar; şir­ketler ise bunların insan sağlığına zararsız olduğu ko­nusunda sahte iddialarda bulunuyorlar. Aslında, spreye maruz kalan insanlar, alerjik türde semptomlar gelişti­riyorlar; farelere yedirilen Bt, bağışıklık sisteminde güçlü yanıtlar veriyor ve normal olmayan, aşırı hücre büyümelerine yol açarken, insanlarda ve çiftlik hay­vanlarında görülen ve sayıları giderek artan hastalıklar da Bt mahsulleriyle bağlantılı oluyor.
Smith, eklenen genlerle ilintili bir başka soruna da­ha parmak basıyor. Söz konusu genlerin sindirim sis­temimiz tarafından yok edildiği endüstrinin iddia et­tiği gibi yönündeki iddia hatalıdır. Aslında, gıdalardan gut bakterilerine veya iç organlara doğru yer değişti­rebilirler ve potansiyel zararlarını buralarda göstere­bilirler. Eğer Bt-toksin eşliğindeki mısır genleri, gut bakterisi içine girerse, bağırsak floramız pestisit fabri­kalarına dönüşebilir. Bunun doğru mu yanlış mı oldu­ğuna dair herhangi bir araştırma bulunmamaktadır. Tarım işletmelerindeki devler de FDA da bu konuya bakmamışlardır. Tüketiciler ise, “genetik rulet” oyna­maya terk edilmişlerdir. Hayvanların beslenmesiyle il­gili yapılan az sayıda araştırma ise, avantajın onların aleyhine olduğunu göstermektedir.
Arpad Pusztai ve diğer bilimadamları, GDO’lu be­sinlerle beslenen hayvanların sonuçları karşısında şok geçirmişlerdir. Bu sonuçlar aşağıda yer almaktadır. Di­ğer bağımsız araştırmalar ise, büyümenin engellenme­si, bozulmuş bağışıklık sistemleri, mide kanamaları, normal olmayan ve potansiyel olarak kanser öncesi dönemde görülen “bağırsaklarda hücre büyümeleri”, kan hücresi gelişimlerinde bozulma, karaciğerdeki, pankreastaki ve testislerdeki hücre yapılarının şeklinin bozulması, gen ifadelerinin ve hücre metabolizmasının değişmesi, karaciğer ve böbrek lezyonları, kısmi körel­meye uğrayan karaciğerler, iltihaplı böbrekler, daha az gelişmiş organlar, sindirim enzimlerinin azalması, kan şekerinin artması, iltihaplı akciğer dokusu, artan ölüm oranları ve artan bebek ölümlerini göstermektedir.
Dahası da var. İki düzine çiftçi, domuzlarının ve ineklerinin GDO’lu mısırla beslendikten sonra kısır­laştığını ileri sürmüştür; 71 çoban ise Bt pamuk fidan­larıyla beslenen koyunlarının dörtte birinin öldüğünü açıklamıştır. Diğer raporlar ise, inekler, tavuklar, su aygırları ve atlar üzerinde de benzer etkiler yaşandığı­nı ortaya koymuştur. GDO’lu soyaların İngiltere’de pi­yasaya çıkarılmasının ardından üründen kaynaklanan alerjiler, %50 düzeyine fırlamıştır ve 1980’li yıllarda ABD’de GDO’lu bir gıda takviyesi sonucunda düzine­lerce insan ölmüş, beş ila on bin kişi de hasta veya fi­ziksel engelli kalmıştır.
Bugün, Monsanto, dünyanın en büyük tohum üreti­cisi. Smith ise, şirketin bunun gibi haberlerle nasıl ba­şa çıktığını anlatıyor. Toksik PCB’lerinden kaynaklanan aleyhte tepkilerle ilintili olarak ABD Kamu Sağlığı Hizmeti’ne yanıt olarak, şirket, “deneyiminin zorluklar­dan bağışık olduğunu" iddia etmiştir. Bu iddiasını da, uzun yıllar boyu sorumsuzca davranan (yoğun rüşvet, düzenlemeden sorumlu ajansların gaspedilmesi, ürün­leri hakkındaki olumsuz bilgilerin bastırılması ve bu bilgileri açıklamaya cüret eden bilim adamları ve gaze­tecilerin tehdit edilmesi gibi eylemlerde bulunan) bir şirketin “on yıllar süren örtbas ve inkar çalışmalarının parçası olduğunu” gösteren kayıtlara rağmen dillen­dirdi. Şiket, uzun süreden bu yana, insan sağlığını ko­ruma konusunda kendisine güvenilmeyeceğim çoktan göstermişti bile. Engdahl, “İmha Tohumlan” adlı kita­bında, dünya çapında dört büyük tarım işletmesi devi­nin ismini zikreder; Monsanto, DuPont, Dow Agrisciences ve İsviçre’de Novartis ile AstraZeneca’nın tarım birimlerinin birleşmesi sonucu kurulan Syngenta. Smith, söz konusu şirketleri, Ag biyoteknolojisi olarak adlandırır ve beşinci olarak da merkezi Alman­ya’da bulunan Bayer CropScience AG (Bayer AG'nin birimi) ve onun merkezi Fransa’da bulunan Çevre Bili­mi ve Biyo-Bilim şirketinin adını listeye ekler.
Bu şirketlerin iş alanı; imkansızı başarmak ve bunu pratik bir şekilde bir gecede bitirmektir; yani doğa ya­salarının değiştirilmesi ve bunun da bir tarafın daha iyi kar elde etmesi için yapılması. Bu zamana kadar ba­ğımsız olamadılar, çünkü genetik mühendisliği doğal ıslah gibi çalışmaz. İnsan geni terapisine müdahil ol­muş bir moleküler genbilimci olan Michael Antoniou’ya göre, genetik modifikasyon “teknik ve kavram­sal olarak, doğal ıslaha herhangi bir şekilde benzemez.” Yeniden üretim süreci, binlerce genin or­taya çıkmasına katkıda bulunan ebeveynlerle başlatılır. Onlar ise, bunun karşılığında, doğal bir şekilde ayrışır­lar; ve bitki yetiştiricileri, bu şekilde binlerce yıldır ba­şarılı çalışmalara imza atmışlardır.
Genetik manipülasyon, farklıdır ve bu zamana ka­dar tehlikelerle doludur. Bir canlının DNA’sından tek bir geni diğerine doğal olmayan yollardan ve zorla yerleştirmekle çalışır. Smith bunu şu şekilde açıklar: “Bir domuz, bir domuzla çiftleşebilir; bir domates de bir başka domatesle. Ancak bir domuzun bir doma­tesle çiftleşmesi mümkün değildir, ve bunun tam tersi de.” Süreç, genlerin, milyonlarca yıldır türleri birbirin­den ayıran doğal engelleri aşmalarını sağlar ve bunu da başarmıştır. Biyoteknoloji endüstrisi, şimdilerde, biz­den, doğayı daha iyi hale getirebileceğine inanmamızı istemektedir ve genetik mühendislik, doğal ıslahın sa­dece bir uzantısıdır veya bir üst alternatifidir. Bu, ka­nıtlanmamış, savunmasız sözde bir bilimdir; ve asıl so­run da buradan ileri gelmektedir.
Biyoloji uzmanı David Schubert ise, endüstrinin id­dialarının “bilimsel olarak sadece hatalı olmakla kal­mayıp sıradışı bir şekilde yanıltıcı olduğunu” da açıkla­maktadır; keza bu şekilde GDO sürecinin konvansiyonel bitki ıslahıyla aynı şey olduğu yönünde bir intiba uyandırmaktadır. Bu; laboratuvarlarda yaşa­nanların doğayı taklit edemeyeceği (en azından şimdi­lik edemeyeceği) gerçeğini gizlemek üzere kullanılan bir sis perdesidir. Genetik mühendislik, daha önce hiçbir zaman birlikte var olmamış olan genleri bir ara­ya getirir; bu süreç binlerce yıldır güvenilirliği kanıt­lanmış olan doğal ıslahı yok sayar; ve ölümcül bir sonuçla karşılmayacağının hiçbir garantisi yoktur.­ En­düstri, potansiyel tehdit olduğuna dair iddiaları kü­çümser ve bilimdışı bir şekilde ABD’de ve dünya ça­pında milyonlarca insanın on yıllardır GDO’lu gıdalar tüketmelerine rağmen hiçbirisinin hastalanmadığını id­dia eder. Smith’in buna yanıtı ise şu şekildedir: “GDO’lu gıdaların ciddi sağlık sorunlarına sebep olduğunu biliyoruz, ancak kimse bunu denetlemediği için bu durumun ortaya çıkarılması on yıllar alabilir.” O za­man da çok geç kalınmış olabilir ve endüstriye eleştiri getiren bazı kesimler, daha şimdiden o noktaya tehli­keli bir şekilde yaklaşıldığını iddia ediyorlar.
Bugün en çok karşılaşılan hastalıklara dair etkin bir denetim sistemi bulunmamaktadır. Eğer genetiği de­ğiştirilmiş gıdalar yeni hastalıklar yaratıyorlarsa, bu durum potansiyel olarak sorunu birçok açıdan şiddet­lendirmektedir. HIV/AIDS’İ düşünelim. Bu sorun on yıllardır gözardı edildi ve tam tespit edildiğinde de, dünya çapında binlerce insan etkilenmiş veya ölmüştü.
Öte yandan, bağlantı sorunu var. ABD ve birçok ül­kede, GDO’lu gıdaların etiketi bulunmuyor; dolayısıy­la, binlerce insan etkilenmiş olsa bile, mideye indirilen spesifik maddelerin hastalık yaratıp yaratmadığını ta­kip etmek imkansız. Bu durum karşısında, özellikle de hükümetler ve düzenleyici ajansların endüstrinin gü­venilirlik iddialarını destekledikleri bir ortamda, bu suç her şeye atfedilebilir. LTryptophan salgını (1980’lerin sonu) gibi sorunların tespit edildiği du­rumlar çok enderdir, ancak binlerce insan zarar gör­düğünde harekete geçilir. LTryptophan, birçok prote­inin içinde bulunan doğal bir amino asittir ve yıllardır Japonya’daki Showa Denko da dahil olmak üzere bir­çok şirket tarafından üretilmiştir. Şirket, daha sonrala­rı açgözlü hareket etmiş ve doğal yollardan uyku ge­tirmeye dönük bir üründen karlarını artırmanın bir yolunu bulmuş ve bunun için de doğal bir ürünün içi­ne bir bakteri genini yerleştirmeye karar vermiştir. Bunun sonucunda ise, onlarca insan öldü, 1500'ün üzerinde insan sakatlandı ve 10.000’e yakın insan da Eosinophilia Myalgia Syndrome veya EMS denen yeni bir tedavi edilemeyen hastalıktan kaynaklanan kan dü­zensizliğine yakalandı.
Bu, devanlı bir yara izine ve sinirlerde ve kas doku­larında fibroza sebep olan, acılı ve çoksistemli bir hastalıktır; devamlı iltihaplanma ve bağışıklık sistemin­de daimi bir değişime yol açar. Bu durum, şirketi, da­valar için 2 milyar dolar harcamak zorunda bıraktı. O zamandan beri yüzlerce insan, muhtemelen EMS se­bebiyle öldü. İşte tek bir ürünün yarattığı sonuç. Dün­ya çapında tüm gıdaların üzerindeki GDO etiketleri­nin çıkarılmasını isteyen Ag biyoteknoloji firmalarının ve onların karşısında direnç gösteremeyen hükümet­lerin (keza Dünya Ticaret Örgutü’nün Tarım Anlaş­ması ve Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları ku­ralları, bu şekilde davranmalarını gerektiriyor) yaratacağı potansiyel tehlikeyi bir düşünün. Bu şirket­ler, aynı zamanda Dünya Ticaret Örgütü’nün Sağlık ve Bitki Sağlığı Anlaşmasfna göre de müdahale edemi­yorlar. Buna göre, GDO’lu ürünleri yasaklayan ulusal yasalar, her ne kadar bu ürünler insan sağlığını tehlike­ye atıyor olsalar da, “adil olmayan ticaret uygulamala­rıdır”. Dünya Ticaret Örgütü’nün diğer kuralları da buna uygulanmaktadır: “ticaretin önündeki teknik en­geller.” Söz konusu engeller, GDO etiketlemeyi yasak­larlar; dolayısıyla tüketiciler, ne yediklerini bilemezler ve bu potansiyel olarak tehlikeli gıdaları tüketmenin önüne geçemezler.
1996 Biyogüvenlik Protokolü, bu sorunu önlemek için kaleme alınmıştı ve bunu sağlamak için de yürür­lükte kalmalı. Bununla birlikte, kamu güvenliği, Washington, FDA ve tarımticaret lobisi tarafından pusuya düşürüldü. Görüşmeleri sabote etti ve biyogüvenlik tedbirlerinin diğer endişeleri (kamu sağlığı ve güvenliği de dahil olmak üzere) dikkate almaksızın uygulanan Dünya Ticaret Örgütü’nün ticaret kurallarına maruz kalması konusunda ısrarcı oldu. Dolayısıyla, GDO to­humları ve gıdalarının dünya çapında herhangi bir kısıt­lamaya maruz kalmadan yaygınlaşmasının yolu açılmış oldu ta ki bunu durduracak bir yol bulunana dek.
Genetiği değiştirilmiş Calgene Flavr-Savr domates­leriyle (yani haftalar boyu taze gözükmesi için gelişti­rilmiş bir üründür) beslenen fareler, 28 gün boyunca mide kanamaları (mide lezyonları) yaşadılar ve içlerin­den yedisi öldü ve araştırmada yerlerine yenileri geti­rildi. Monsanto 863 Bt mısırıyla 90 gün boyunca bes­lenen farelerde ise, alerjiler, enfeksiyonlar, toksinler, kanser, anemi ve kan basıncı sorunları gibi hastalıklara yanıt olarak karşılaşılan çoklu reaksiyonlar geliştirdi­ler. Kan hücreleri, karaciğerleri ve böbrekleri, hastalık belirtisi olarak ciddi değişimler sergiledi.
Ya Bt-toksin üretmek üzere tasarlanmış GDO’lu patateslerle ya da toksin içeren doğal patateslerle beslenen farelerde ise, bağırsaklarında hasar görüldü. Her iki variyete de, bağırsağın aşağı kısmında normal olmayan ve aşırı hücre büyümeleri yarattı, insanlarda buna eşdeğer görülen zararlar ise, idrarını tutamama veya gribe benzer semptomlar olabilir ve kanser ön­cesi dönemin göstergesi olabilir. Araştırma, sindirimin Bt-toksin’i yok ettiği ve memelilerde biyolojik olarak aktif olmadığı iddiasını yok sayar.
Bt pamuğuna, toplarken, yüklerken, ağırlığını ölçer­ken ve lifi tohumdan ayırırken dokunan işçilerde de alerjiler gelişmiştir. “Ilımlıdan ciddi boyutlara dek va­ran kaşıntılarla” başlamış, ardından kızarıklıklar ve şiş­meler yaşanmış, daha sonra da cilt kabarıklıkları ol­muştur. Bu belirtiler, cildi, gözleri (kızarma ve aşırı yaşarma) ve üst solunum yollarını etkilemiş; burun ak­maları ve hapşırmalara yol açmıştır. Bazı durumlarda hastaneye kaldırılan vakalar da olmuştur. Bir çırçır fabrikasında işçiler hergün anti-histamin payı almaktadırlar. Bt pamuğu otlayan koyunlar “gizemli” şekilde ölmeden önce “alışmadık sistemler” geliştirdiler. Dört Hint köyünden gelen haberlere gö­re, bunların dörtte biri bir hafta içerisinde öldü. Otopsilerinde bir toksik reaksiyon yaşandığı ortaya çıktı. Araştırma, pamuk çekirdeğinden elde edilen ya­ğın güvenliği konusunda sorulan gündeme getiriyor ve GDO’lu pamuklarla beslenen hayvanların etini yiyen insanların sağlığı üzerinde bunun nasıl etkiler doğura­bileceğini araştırıyor, insanlar gibi hayvanların da ne yediklerini anlamak önemlidir. Bir Bt mısır tarlasına yakın yerde yaşayan 100 Filipinlinin neredeyse tümü hasta oldu. Semptomları, mahsuller, havadan yayılan polenler ürettiğinde ve onlar da bunları soludukların­da ortaya çıktı. Bunun sonucunda başağrıları, baş dön­meleri, aşırı bir mide ağrısı, kusma, göğüs ağrıları, ateş, alerjilerin yanı sıra solunum, bağırsak ve cilt re­aksiyonları ortaya çıktı. 39 kurban üzerinde gerçek­leştirilen kan testleri, Bt-toksine vücudun ters tepki verdiğini gösterdi; bu da sebebin kaynağını ortaya ko­yuyordu. Diğer dört köyde de benzer sorunlar yaşan­dı ve birçok hayvanın ölümüyle sonuçlandı.
lowa çiftçileri, GDO’lu mısırla beslenen dişi domu­zları arasında döllenme oranlarının %80’den %20’ye gerilediğini belirttiler. Birçok hayvanda, ayrıca, kusurlu hamilelikler yaşandı; içlerinden bazılarında su torbala­rı oluşurken, diğerleri de adetten kesildi. Erkek do­muzlar da, inekler ve boğalar gibi etkilendi. Hepsi kısır oldular ve tümü de GDÖ’lu mısırlarla beslenmişlerdi. Alman çiftçi Gottfried Glockner, GDO’lu mısır üretti ve ineklerini bunlarla besledi. İçlerinden 12’si Bt 176 varyetesi sonucu öldü, diğer ineklerin de imha edil­mesi gerekti, çünkü “gizemli” bir hastalığa tutuldular. Mısır ekilen arsalar, Ag biyoteknoloji devi Syngenta için ayrılmış arazilerdi; şirket daha sonraları hatasını kabul etmeksizin ürünü piyasadan çekti.
Monsanto Roundup Ready markalı soyafilizleriyle beslenen fareler ise, karaciğer hücrelerinde önemli değişimler yaşadılar ki bu da genel metabolizmaların­da çarpıcı bir artışa karşılık geliyordu. Semptomlar arasında, düzensiz bir şekilde şekillenen çekirdekler ve artan sayıda nükleer gözenekler ve diğer değişim­ler yer alıyordu. Bunun sebebi olarak, bir toksine maruziyet yaşandığı düşünüldü ve semptomların çoğu da, Roundup Ready diyetlerinden çıkarılır çıkarılmaz or­tadan kalktı. Roundup Ready ile beslenen farelerde pankreas sorunları, ağırlaşan karaciğer ve açıklanama­yan testis hücresi değişimleri yaşandı. Monsanto ürü­nü, aynı zamanda, tavşan organlarında hücre metabo­lizması değişimleri doğurdu ve bu diyetle beslenen farelerin doğurduğu yavruların büyük kısmı da üç haf­ta içerisinde öldü.
GDO’lu Liberty Link mısırıyla 42 gün boyunca besle­nen tavukların ölüm oranlan iki katına çıktı. Aynı za­manda ağırlık artışlarında azalma yaşadılar ve beslen­meleri düzensiz bir hal aldı. 1990’ların ortasında, AvustralyalI bilim adamları şunu keşfettiler ki, GDO’lu bezelyeler, farelerde alerjik türde bir iltihap tepkimesi doğurdu; doğal protein ise herhangi bir kötücül etki ya­ratmadı. Bu ürünün ticarileştirilmesi ise iptal edildi; çünkü insanlarda da benzer bir tepkime yaratmasından korkuldu. Kendilerine bir tercih imkanı verildiğinde, hayvanlar GDO’lu gıda yemekten sakınıyorlar. Bu du­rum, İllinois'de bir göleti her yıl ziyaret eden ve bitişik­teki çiftlikteki soyafılizlerini yiyen bir kaz sürüsü göz­lemlenerek öğrenildi. GDO’lu mahsullerin yer aldığı arazinin diğer yarısında GDO’lu olmayan böiüm vardı ve kazlar artık sadece oradaki mahsulleri yemeye başla­dılar. Bir diğer gözlem ise, 40 tane geyiğin, bir sahadaki organik soya filizlerini yediklerini, ancak yolun diğer ta­rafındaki GDO’lu mahsullerden uzak durduklarını gös­terdi. Aynı durum GDO’lu mısırlar için de geçerliydi.
Yabancı veya transgenlerin yerleştirilmesine, yerleş­tirilebilir mutajenis veya mütasyon yerleştirme denir. Böyle bir şey gerçekleştirildiğinde, genellikle, yerleşti­rilen alandaki DNA’da bozulma yaşanır ve genel itiba­riyle genin işleyişi etkilenir; keza yerleştirme alanının yakınlarındaki genetik kod silinir, karıştırılır veya yeri değiştirilir. Bir GDO’lu bitki yaratma süreci, bilimadamiarının ilk aşamada bir doku kültürü süreci kullan­mak suretiyle laboratuvarda bitki hücrelerini uzaklaş­tırmak ve büyümesini gerektirir. Sorun; bunu gerçekleştirdiklerinde genom boyunca yüzlerce ve binlerce DNA mütasyonu yaratabilmeleridir. Tek bir baz çiftini değiştirmek zararlı olabilir. Bununla birlikte, yaygın genom değişimleri, potansiyel sorunu birçok açıdan şiddetlendirir.
GDO’lu ürünlerin içerisinde, yabancı geni devreye sokmak üzere aktifleştiriciler kullanılır. Bu gerçekleşti­ğinde, süreç, tesadüfen, kalıcı olarak diğer doğal bitki genlerini devreye sokabilir. Bunun sonucunda, alerji yapan bir madde, toksin, kanserojen, antibesin, hor­mon üretimini harekete geçiren veya engelleyen enz­imlerden ve genleri susturan RNA'lardan aşırı üretim veya cenin gelişimini etkileyen değişimler yaşanabilir. Bu durum, aynı zamanda, diğer genleri engelleyen dü­zenleyiciler de üretebilir ve/veya büyük bir zarar do­ğurabilecek türden gizli virüsleri devreye sokabilir. Buna ek olarak, eldeki kanıtlar gösteriyor ki, aktifleş­tiriciler, genetik istikrarsızlık ve mütasyonlar yaratabi­lir ve bu durum gen ardışıklığında kopuşlara ve yeni­den birleşimlere neden olabilir.
Bitkiler, doğal olarak, hastalıklara karşı korumak ve sağlığı güçlendirmek üzere binlerce kimyasal üretir. Bununla birlikte, bitki proteinini değiştirmek, bu kim­yasalları değiştirebilir, bitki toksinlerini artırabilir, ve/veya bitkisel gıdaları azaltabilir. Örneğin GDO'lu soya filizleri, kanserle mücadelede kullanılan izoflavonlardan daha az üretir. Genel itibariyle, araştırmalar şunu gösterir: genetik modifikasyon, besin maddele­rinde, toksinlerde, alerjenlerde ve küçük molekül me­tabolizma ürünlerinde beklenmedik değişimlere se­bep olur. Daha bütünsel bir protein dengesiyle GDO’lu bir soya filizi üretmek için, Pioneer HiBred, bir Brezilya fındık geni yerleştirmişti. Bu esnada, alerji yaratan bir protein. Brezilya fındığına alerjisi olan insanları etkilemek için eklendi. Testler sonucu bu durum ortaya çıktığında proje iptal edildi. Mısır ve papaya gibi diğer mahsullerdeki GDO’lu proteinler de alerji yaratabilir. Aynı durum, Bt mısırı gibi diğer mah­suller için de geçerlidir; ve kanıtlar gösteriyor ki GDO’lu mahsullerin kullanılmaya başlanmasından beri alerjilerde çok hızlı bir artış yaşandı.
Monsanto’nun yüksek lisinli mısırına dair bir diğer araştırma ise, içerisinde toksin ve diğer potansiyel olarak tehlikeli maddeleri içerdiğini göstermektedir ve bu maddelerin özelliği de, gelişimi geciktirici olabil­meleridir. Eğer yüksek miktarlarda tüketilirlerse, in­san sağlığını olumsuz yönde etkileyebilirler. Buna ek olarak, bu ürün yemek olarak pişirildiğinde, Alzheimer’la, diyabetle, alerjilerle, böbrek hastalıklarıyla, kanserle ve yaşlanma semptomlarıyla bağlantılı toksin­ler doğurabilir. Kabak, balkabağı ve Hawai papayası gi­bi hastalıklara dirençli ürünler, insan virüslerini ve di­ğer hastalıkları güçlendirebilir; ve bu ürünleri yemek, vücudun viral enfeksiyonlara karşı doğal savunmasını olumsuz yönde etkileyebilir.
GDO’lu mahsullerin protein yapısal boyutları, öngörülemeyen şekillerde değiştirilebilir. Yanlış bir şekil­de devreye sokulabilirler veya ilave moleküllere sahip olabilirler. Devreye sokulmaları süresince, transgenlerin tepesi kesilebilir, yeniden düzenlenebilirler veya zararlı etkileri bilinmeyen diğer DNA parçalarının arasına serpiştirilebilirler. Transgenler, aynı zamanda, istikrarsız olabilirler ve zaman içerisinde spontane bi­çimde yeniden düzenlenebilirler ve bu durum öngörülemeyen sonuçlar doğurur. Buna ek olarak, “alternatif zincirleme” adı verilen bir süreçten birden fazla pro­tein üretebilirler. Çevresel etmenler, hava, doğal ve insan eliyle üretilen maddeler ve bir bitkinin genetik düzeni, işleri daha da karmaşıklaştırmama ve riskler doğurmaktadır. Genetik mühendislik, karmaşık DNA ilişkilerini bozmaktadır.
Endüstrinin iddialarının aksine, araştırmalar gösteri­yor ki transgenler insanların veya hayvanların sindirim sistemlerinde yok edilmiyorlar. Yabancı DNA’lar, başı­boş dolaşabilirler, midebağırsak güzergahı içerisinde uzun süre yaşayabilirler ve iç organlara kan yoluyla ta­şınabilirler. Bu durum, transgenlerin gut bakterilerine aktarılma, zaman içerisinde yaygınlaşma ve hücre DNA’sına karışma, kronik hastalıklara sebep olma ris­kini artırır, insanların beslenmesine dair yapılan bir araştırma şunu göstermiştir ki, genler, aslında, teste tabi tutulan yedi bünyeden üçünde GDO’lu soyalar­dan DNA gut bakterisi içine taşınmıştır.
Antibiyotik Direnç Simgesi (ARM) genleri, yerleşti­rilmelerinden önce transgenlere ilişiktir ve hücrelerin antibiyotik uygulamalarından sağ kurtulmalarını sağlar. Eğer ARM genleri patojenik gut veya ağız bakterileri­ne taşınırsa, potansiyel olarak antibiyotiğe dirençli sü­per hastalıklara da sebep olabilirler. GDO mahsulleri­nin yaygınlaşması, bu olasılığı artırmaktadır. Neredeyse tüm GDO'larda bulunan CaMV aktifleştiricisi de sıra­dan genlere veya toksin, alerjen veya kanserojen mad­de üreten ve genetik istikrarsızlık yaratan virüslere de aktarabilir ve bu virüsleri devreye sokabilir.
GDO mahsulleri, ortamlarıyla etkileşim içerisinde­dir ve gıdalarımızı içeren karmaşık bir ekosistemin parçasıdır. Bu mahsuller, gıda zinciri boyunca akümüle olabilen çevresel ve diğer toksinleri artırabilir. Glufosinat (herbisit) dirençli olması için genetik olarak tasarla­nan mahsuller ise, bilinen toksik etkilere sahip bağırsak lıerbisitleri doğurabilir. Eğer gut bakterisine nakil ger­çekleşirse, daha büyük sorunlar ortaya çıkabilir. Mon­santo’nun Roundup Ready soyafilizleri gibi tohumların sürekli kullanımı, mücadele etmek üzere daha güçlü ve daha fazla miktarda herbisit gerektiren yeni ve zararlı süperotlar yaratılmasıyla sonuçlandı. Bunların toksik kalıntıları ise, daha sonra hayvanların ve insanların ye­dikleri mahsullerde kalmaya devam ediyor. Bu toksin­lerden küçük miktarlarda olması bile, insanların üreme özelliklerini olumsuz yönde etkileyen endokrin bozucu­lar olabilir. Eldeki kanıtlar gösteriyor ki, GDO’lu mah­suller toksinleri biriktiriyor veya onları GDO’lu yemler­le beslenen hayvanlarda veya sütte yoğunlaştırıyor. Hastalıklara dirençli mahsuller, aynı zamanda, insanları etkileyen yeni bitki virüsleri de üretebilir.
Tüm GDO’lu gıda türleri sadece mahsuller değilbu riskleri taşımaktadır. Örneğin, Monsanto’nun sığır büyüme hormonu rbGH enjekte edilen ineklerden el­de edilen sütün içerisinde, göğüs, prostat, kolon, akci­ğer ve diğer kanser risklerini doğuran IGFI hormo­nundan yüksek düzeylerde bulunmaktadır. Bu süt, ayrıca, daha düşük miktarda besin değerine sahiptir. GDO’lu gıda katkı maddeleri, aynı zamanda sağlık risk­leri doğurur ve bunların kullanımı, proses ürünlerde yaygınlaşmıştır. Yetişkinlere yönelik potansiyel tehlike, mevzu bahis çocuklar olduğunda daha da artmaktadır. Bir diğer endişe kaynağı ise, GDO’lu gıdaları yiyen ha­mile kadınların bu şekilde normal cenin gelişimine zarar vermeleri ve sonraki kuşaklara geçen gen ifadelerini değiştirmeleridir. Çocuklar, yetişkinlerle kıyaslandığında tehlikelere daha çok açıktır özellikle de içerisinde ciddi miktarlarda rbGHişlenmiş süt içenler...
Yukarıda verilen bilgiler, büyük ölçüde, Smith’in Ge­netik Rulet başlıklı kitabından alıntılandırılmıştır. Veri­ler çok şaşırtıcıdır ve net bir sonuca varılmasını da kolaylaştırmaktadır. Test edilmemiş ve herhangi bir düzenlemeye tabi tutulmayan GDO’lu gıdaların on yıl boyunca yaygınlaşması, güvenilir bilim olmaktan ziya­de bir inanç sıçramasıdır, insanların adeta gözünü ka­rartmasıdır. Mikrobiyoloji uzmanı Richard Lacey, bu riski şu şekilde aktarmaktadır: “Gıda zincirine girdi­ğinde GDO’lu gıdaların sağlık etkilerini değerlendir­mek için derhal bir teste tabi tutmak neredeyse imkânsızdır; ayrıca bu gıdaların gıda zincirine sokulmasının ardında herhangi bir geçerli besinsel ve­ya kamu çıkarı bulunmamaktadır.” Dünya çapında di­ğer bilimadamları da, GDO’lu gıdaların, güvenlikleri ve faydalarının bilim tarafından değerlendirilmesinden çok önce piyasaya girdiklerini kabul etmektedirler. Gerçekleri görmemiz için onlarca yıl kapsamlı araştır­malar ve testleri gerektiren bu tehlikeli deneyin dur­durulmasını istemektedirler.
Kontrol edilmeyen ve düzenlenmeyen bu ürünler karşısında insan sağlığı ve güvenliği risk altındadır çün­kü GDO’lar bir kez gıda zincirine girdi mi artık cin şi­şeden çıkmış demektir. Ne mutlu ki, bu konudaki di­renç dünya çapında artıyor; milyonlarca insan bu duruma karşı çıkıyor ama bu gidişatı tersine çevirmek de pek kolay olmayacak. Washington ve Ag biyoteknoloji, büyük ve ifade edilmeyen hedefler karşısında şanslı bir dönemlerindeler: tüm gıdalarımızı tamamen kontrol altında tutuyorlar, bunları tamamen genetik mühendislik ürünü haline getiriyorlar ve düşmanlarını cezalandırmak, dostlarını da ödüllendirmek için bunu bir silah olarak kullanıyorlar.
Smith, aynı zamanda, karlılık karşısında insanların yaşamlarına daha çok önem verileceği yönünde umut­lu. Umarız bu umudunda haklı çıkar çünkü insan sağlı­ğı ve güvenliği hiçbir zaman tehlikeye atılmamalıdır. Bu konuda gösterilen direnç, daha şimdiden, yeni mahsul çeşitliliğinin askıya alınmasını sağladı, ve Smith şuna inanıyor ki yeterli bir ivme kazanılırsa mevcut mahsul­ler de en nihayetinde piyasadan çekilecek. 2007 yılın­da “ABD’de GDO’lu gıdalardan kopuş” olarak adlan­dırılan bir şeyden bahsediyor. Buna öncülük eden ise, geçen bahar döneminde başlatılan bir girişimdi ve amacı; GDO’lu bileşenleri tüm doğal gıda sektörün­den çıkarmaktı. Girişimin liderliğini ise, doğal gıda ürü­nü üreticileri, distribütörleri ve perakendecilerin yanı sıra Sorumlu Teknoloji enstitüsü IRT’nin oluşturduğu bir koalisyon çekiyordu, ismi, “Amerika’da Daha Sağlıklı Beslenme Kampanyası”ydı ve amaçları oldukça büyük­tü: tüketicileri GDO'lu gıdaların riskleri konusunda eğitmek ve alışverişe yönelik kılavuz ilkeler yoluyla sağ­lıklı alternatifleri teşvik etmek.
Pew’in bir araştırmasına göre, Amerikalıların %29’u yani 87 milyon kişi demek bu gıdalara var güçleriyle karşı çıkıyorlar ve bunların güvenilir olmadıklarına ina­nıyorlar. Eğer, bunları engellemek için çabalar da orta­ya konarsa, bu saygın bir başlangıç anlamına gelir.
Jeffrey Smith, 2003 yılında IRT’yi kurarken amacı, “teknolojinin sorumlu bir şekilde kullanımını teşvik etmek ve hem halk temelli hem de ulusal stratejiler yoluyla GDO’lu gıdaları ve mahsulleri durdurmak” olarak belirlemişti. Güvenilir alternatifler arıyordu ve “gıda tedarikimizin genetik mühendisliğe maruz kal­masını yasaklamak ve en azından bu ürünlerin güveni­lir olduğu konusunda bağımsız ve güvenilir veriler te­melinde bir bilimsel görüş gelene kadar GDO organizmalarının yayılmasını önlemek” gibi bir hedefi vardı. IRT, tüketicilerin riskler konusunda daha eğitim­li olmaları konusunda onları teşvik ediyor, onları hare­kete geçiriyor ve ortak çıkar doğrultusunda hareket etmelerini sağlıyor. Böyle bir şey gerçekleşecek ve Smith’in kanısına göre, eğer halk bunu talep ederse, “gıda üreticilerinin yakın gelecekte GDO’lu gıdalardan vazgeçmeleri için mükemmel bir şans var”.
Kitabını ise şu cümlelerle sonlandırıyor: “Her ne kadar GDO’lar en büyük tehlikelerden birini oluştur­sa da, aslında, bilgilendirilmiş, motivasyonlu halklar sayesinde küresel çapta çözülmesi en kolay sorun­lardan biridir.” Umarız haklı çıkar. (Globalresearch)

20 Mart 2014  Turquie Diplomatique

***
Yahudilerin dünyada tek sığınacakları ülke olanTürkiye’nin,  “Güdümlü Kaos” tan çıkışı için gerekli siyasi yardımın Yahudiler tarafından gerekli olduğu  niyetiyle bu yazıyı siteye ekledim.
DMITRY SHUMSKY

İsrail ile Türkiye arasında şekillenen uzlaşma, Türk ve Yahudi uluslarının tarih sahnesindeki karşılaşmalarıyla ilgili İsrail toplumunun belleğindeki boşlukları kapatmak için iyi bir fırsat... Ze’ev Jabotinsky, Odessa News’ta 14 Şubat 1909 tarihli “Türkiye’deki Yahudiler” başlıklı yazısında, Osmanlı Türkiye'sinin yüzyıllar boyunca Yahudi tebaası için ne anlama geldiğini tarif ediyor: “Diğer tüm ülkeleri cehennem olarak gören kavmin tek vahası.”
Türk gemisi Mavi Marmara’nın filonun bir parçası olarak Gazze’ye doğru yo­la çıkmasının ardından İsrail’in Türkiye düşmanlığının düzeyi, Türkler ve Yahudi­lerin ortak geçmişiyle alakalı her şeyin inkârıyla benzer düzeydeydi. Bu sebeple Jabotinsky’nin sözleri, muhtemelen şüpheyle şaşkınlık arasında bir hissiyata se­bep olacaktır. Sonuç olarak Türklerin bir zamanlar İsrail ülkesini yönettiği ve onu Herzl'e devretmeyi reddetme cesaretini gösterdiği gerçeğinden başka Türkler ve Yahudiler hakkında ne biliyoruz?
 İsrail ile Türkiye arasında şekillenen uzlaşma, Türk ve Yahudi uluslarının tarih sahnesindeki karşılaşmalarıyla ilgili İsrail toplumunun belleğindeki boşlukları kapatmak için iyi bir fırsat. Görünen o ki buradaki halk, İspanya’dan sürgün edilişlerini çok iyi hatırlıyor ancak sürgü­nün olduğu 1492 yılında İspanya’dan sürülenlere kapılarını açan ülkenin Osmanlı Türkiye'si olduğunu hatırlamıyor.
O tarihten itibaren 400 yıldan fazla bir süre Osmanlı imparatorluğu Hristiyan Avrupa’dan gelen Yahudi mülteciler için güvenli bir bölge oldu, imparatorluk 1541 ’de, Bohemya ve Moravya’dan sürgün edilenleri kabul etti.
1555’te İtalya’yı terk eden İtalyan Yahudileri kabul etti.
19 ve 20’inci yüzyıl boyunca Yunanistan, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan gibi kuruluşları zulümler, baskınlar, etnik te­mizliklerle bir arada gerçekleşen yeni Hristiyan ülkelerden birçok Yahudi'yi ka­bul etti.
1881, 1884, 1892 ve 1903 yıllarında Çarlık Rusya'sındaki kıyımdan top­luca İstanbul’a kaçan Yahudileri kabul etti.
Hepsi bu da değil. 19. yüzyılın ortasında çoğu Hristiyan Avrupa ülkesi, Yahudi halkına henüz eşit vatandaşlık hakları vermemişken (emansipasyon) Osmanlı imparatorluğu'ndaki Yahudiler neredeyse eşit haklara sahipti ve hatta bir kısıtlama olmadan kamu hizmetinde çalışmalarına izin veriliyordu. Ayrıca Yahudi emansipasyonunun ayrı bir grup kimliği hakkından feragat şartına bağlı olduğu Avrupa’dan farklı olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudilerin bireysel haklarını oluşturma süreci, Yahudilerin koiektif özerkliğinin yeniden tesis edilmesine dâhil olan Müslüman tebaayla eşitti. “Türkiye ve Siyonizm” meselesine ne demeli?
 İsrail eğitim sisteminden mezun olanlar, Sultan Abdülhamit’in siyonist yapılanmaya yönelik muhalefetiyle ilgili her şeyi biliyorlar. Bilmedikleri şey, siyonist hareketin ilk zamanlarında, arzu ettiği ulu­sal vatanının Osmanlı Türklerinin yönetimi altında olmasının ne kadar önemli bir şans olduğu. (İsrail'de yayınlanan Haaretz gazetesi 20 Şubat 2014, özet çeviridir)

Kaynak:
20 Mart 2014  Turquie Diplomatique

**

Jeanette SEIFFERT
Her gün internet sayfasının adres çubuğuna yazdığımız www'nun ne .anlama geldiğini hiç düşününüz mü?

www, "world wide web", yani dünya çapında sınırsız ağ anlamına geliyor. Sınır tanımayan internetin kontrolü ise şu sıra­larda Avrupalı siyasetçilerin başlıca gün­dem maddelerinden biri. ABD'nin istihba­rat servisi Ulusal Güvenlik Kurumu NSA'in internet üzerinden casusluk faali­yetleri yaptığının ortaya çıkması, Avru­pa'da dijital verilerin ulusal bir internet bandına çekilmesi fikrini gündeme getir­di. Almanya Başbakanı Angela Merkel de bu konuda somut planları olduğunu kısa bir süre önce doğruladı.
Merkezi Bonn kentinde bulunan, Avru­pa'nın en büyük telekomünikasyon şirket­lerinden biri olan Deutsche Telekom, bir Avrupa veri ağı oluşturulmasını tartışma­ya açtı. Bu öneriye göre, Avrupa'da ser­best dolaşımı sağlayan Schengen Bölgesi'ne benzer "Schengen Routing" adıyla bir sistem oluşturulacak. Schengen Bölge­si, Avrupa Birliği ülkelerinin tümünü kap­samıyor. Dolayısıyla Schengen Antlaşma­sına taraf olmayan İngiltere, "Schengen Routing" önerisine destek vermezse sis­tem dışında kalabilecek.
Peki sanal sınırlar çekerek internetin Avrupalılaştırılmasını öngören bu fikre uzmanlar ne diyor?
 Vestfalya Yüksekokulu'na bağlı İnternet Güvenliği Enstitü­sünden Dominique Petersen'in bu konuda şüpheleri var. İnternet ağının devlet tara­fından oluşturulmadığını belirten Petersen, bunun küresel bir yapı olduğu değer­lendirmesini yapıyor. Web sunucularının çoğunlukla yurtdışında olduğunu ve ser­vis sağlayıcıların da verileri farklı ülkeler üzerinden gönderdiğini belirten Petersen şu bilgileri verdi:
"Amaçlanan şey, Avrupa içindeki veri trafiğinin Avrupa'da kalması. Ancak bu internet trafiğinin küçük bir parçası. Örneğin Facebook'ta gezinirken ya da Amazon'dan alışveriş yaparken ve ya başka bir büyük portalda dolaşıyorsam, o zaman veriler zaten Almanya ya da Av­rupa sınırlarının dışına çıkıyor. Çünkü bu web sunucuları yurtdışında."
Deutsche Telekom'da İnternet ve Veri Güvenliği Bölümü'nden sorumlu Philipp Blank ise "Schengen Routing" önerisine yöneltilen eleştirileri kabul etmiyor. İnter­net trafiğini ülke sınırları içinde sıkıştır­manın söz konusu olmadığını söyleyen Blank almak istedikleri önlemleri şöyle anlattı.
"Sadece şunu soruyoruz: Bonn'­dan Berlin'e gönderilen bir eposta neden New York, oradan da Londra üzerinden giden kişiye ulaşsın?
 ABD ulusal internet trafiğini çok önceden hayata geçirdi. Yani ABD'deki alıcı ve gönderici yurtdışına yönlendirilmiyor."
"Daha fazla güvenlik getirmez"
Ancak Avrupa'da oluşturulacak bir tele­komünikasyon ağının daha fazla veri gü­venliği sağlamayacağı tahmininde bulu­nan Dominique Petersen, Amerikan ve İngiliz gizli servislerinin sahip olduğu teknik donanıma dikkat çekerek "Örneğin NSA için Avrupa'da ya da Almanya'da herhangi bir dinleme istasyonu kurmak kesinlikle sorun olmaz. İnternet trafiğini oradan da takip edebilirler" dedi.
Petersen, Schengen Routing'in işe yaramamasınm yanı sıra maliyetinin de yük­sek olacağını vurguluyor. İnternetin artık sadece hızlı olmasının değil, aynı zamanda ucuz olmasının da önem taşıdığını belirten Petersen, internet kullanıcılarının Avrupa içinde kalması zorlanması durumunda internette sörf yapmanın kullanıcılar için pa­halı hale geleceğini belirtiyor. Schengen Routing'in kazananının Telekom olacağı tahmininde bulunan bilişim uzmanı Dominique Petersen, Avrupalı internet firmaları­nın böylece Amerikalı rakipleri karşısında bir şans yakalayacağını söyîüyor.
Avrupa'dan Bir Çağrı Daha
Facebook'un Whatsapp'i satın alması, Almanya ve Avrupa'da rekabet kuralları açısından endişe yarattı. Siyasiler, kullanı­cılara Whatsapp'i boykot ederek, Avrupa menşeli uygulamaları kullanma çağrısı yaptı. Dünyanın en yaygın sosyal medya platformu Facebook'un 19 milyar dolara, en sıkı rakiplerinden Whatsapp'i satın al­dığını açıklaması büyük ses getirdi. Veri güvenliği uzmanları ve Avrupalı siyaset­çiler ise bu satışta kullanıcıların değil, Fa­cebook'un kârlı çıktığını savunuyor.
Almanya Schleswig Holstein Eyaleti Veri Güvenliği sorumlusu Thilo Weichert, kullanıcıları bu iki hizmeti kullanma ko­nusunda uyararak, Almanya ya da Avrupa kaynaklı muadillerinin kullanılması çağrısı yaptı. Weichert, Handelsblatt gazetesine yaptığı açıklamada, iletişim verilerinin güvenliğini düşünenlerin, güvenilir hizmetler kullanması gerektiğine dikkat çekti.
 'Veriler belli amaçlar için kullanılıyor'
Weichert, Whatsapp uygulamasının, teknik anlamda olgun hale gelmemiş bir hizmet olduğunu ifade ederek, Facebook ve Whatsapp'in verileri belirli amaçlar doğrultusunda kullandığını savundu. Uz­man, Facebook'un bu hamleyle rakiplerini devre dışı bıraktığını vurguladı. Benzer açıklamaları, Yeşiller Avrupa Parlamente­ri Jan Philipp Albrecht de yaptı. Albrecht, Avrupa Komisyonu'nun satışın rekabet hukukuna aykırı olup olmadığını denetle­mesi gerektiğini ifade etti. Avrupa Parla­menteri Facebook'un Whatsapp'i almasıy­la, pazarda baskın hale gelerek, Avrupa'da monopol oluşturduğuna dikkat çekti.
Albrecht, satış sonucu rekabet piyasa­sında bozulma olduğunu ifade ederek, Avrupa Komisyonu'nun karar vermesi ge­rektiğini kaydetti. Albrecht de, "Verileri­nin şüpheli bir uygulamada kaybolmasını istemeyenler daha güvenli uygulamaları tercih etmelidirler" diyerek, kullanıcılara dolaylı da olsa Facebook ve Whatsapp'i boykot etme çağrısı yaptı.
Yeni teknolojiler, akıllı telefonları bir­çok saldırıya açık hale getiriyor. Uzman­lar, özellikle ücretsiz uygulamalar konu­sunda uyarıyor. Facebook ve WhatsApp, akıllı telefon kullanıcılarının en çok sev­diği uygulamaların başında geliyor. An­cak veri koruma uzmanları, kullanıcıları özellikle iletişim uygulamaları konusunda daha dikkatli davranmaya çağırıyor. Computerbild dergisinden Dirk Kuchel, birçok kullanıcının gözardı ettiği noktaya işaret ediyor: "Dünyanın en büyük telefon reh­beri muhtemelen WhatsApp'dir. WhatsApp, nerede ve kim olduğunuzu ve arka­daşlarınızı biliyor."
Dirk Kuchel, WhatsApp uygulamasının kullanıcının kişisel telefon rehberinin ta­mamını sunucularına aktardığına dikkat çekiyor: "Kimse şu soruyu sormuyor: Whats App nereden para kazanıyor?
 Uzun süre bedava olan uygulamanın ücreti çok düşük. Bu ücretle yaptıkları işin maliyeti­ni karşılamaları mümkün değil. O nedenle topladıkları kullanıcı bilgilerinden gelir elde ediyor olmalılar. Muhtemelen bu ver­iler üçüncü kişilere satılıyor."
Şirketlerin kişisel verilere ilişkin politi­kalarının yanı sıra mobil cihazların gide­rek artan oranda hacker saldırılarına hedef olması da uzmanları kaygılandırıyor. Bilgi­sayar korsanları ele geçirdikleri mobil cihaz üzerinden para kazanma yollarını buldular. Bunun için ya cihazın işlem gücünden ya­rarlanıyor ya da hassas verilere erişiyorlar. Bilişim uzmanı Robin Cumpl, kişisel veri­lerinin saklanmasına gereken özeni göster­meyen birçok kullanıcının siber suçluların işini kolaylaştırdığını vurguluyor: "Bu biraz da emniyet kemerinin ilk dönemlerine ben­ziyor. Yaşlılardan duyuyorum, kemer tak­mak istemeyenler, 'Özgürlüğümü kimse elimden alamaz' diyerek kemer mecburiye­tine karşı çıkmışlar. Bilinç o zamanlar henüz yerleşmemişti, takmadılar. Oysa emni­yet kemeriyle yetişmiş kuşaklarda bunun sorgulandığını hiç işitmedim."
Angry Birds oyununu kullanmışlar
Kullanıcıların akıllı telefonları yalnızca bilgisayar korsanlarının hedefi olmuyor. Resmi istihbarat kurumlarının da akıllı te­lefonlara yönelik operasyonları ortaya çı­kıyor. New York Times ve Guardian gaze­telerinin haberine göre, Amerikan Ulusal Güvenlik Kurumu NSA ile İngiliz istihba­rat servisi GCHQ, birçok kullanıcının ko­num bilgisi, yaş, cinsiyet ya da siyasi mensubiyet gibi kişisel verilerine akıllı te­lefon uygulamaları üzerinden ulaştı. Bu uygulamalar arasında en çok sevilen oyunlardan Angry Birds de bulunuyor.
Computerbild dergisinden Dirk Kuchel, kullanıcıları özellikle ücretsiz uygulama­lar konusunda dikkatli olmaya çağırıyor: "Günümüzün asıl değerini para değil veri oluşturuyor. Ödemeyi kişisel bilgilerinizle yapıyorsunuz. Bu, genel olarak bütün üc­retsiz uygulamalar için geçerli. O yüzden bir uygulamayı yüklemeden önce kendize hep şu soruyu sormalısınız: Geliştirici şir­ketin bu işten çıkarı ne?
"
Facebook’un gerçek amacı ne?

Facebook’un Whatsapp’i satın alması daha fazla veri toplayabileceği endişesine yol açtı. Ancak analistler bundan daha faz­lasının da söz konusu olduğu uyarısında bulunuyor. Facebook kurucusu Mark Zuckerberg Whasapp’in satın alınmasına ilişkin açıklamasında, "Whatsapp ve Facebook ay­nı misyonu, dünyayı daha iyi birbirine bağ­lama misyonunu paylaşıyor dedi. Zuckerberg sözlerini, “ Whatsapp yakında 1 milyar kullanıcıya sahip olacak. Bu kilo­metre taşına ulaşan her internet uygulaması inanılmaz değerlidir şeklinde sürdürdü.
Whatsapp beş yıl önce kullanıma su­nulduğundan bu yana inanılmaz ölçüde büyüdü. Ayda 450 milyon kişi uygulama­yı kişisel ya da grup konuşmaları için kul­lanıyor. Bir günde 1 milyon kullanıcının mesaj, fotoğraf ya da video ve audio veri­leri göndermek için kullandığı tahmin edi­liyor Dijital hakları savunan HollandalI "Bits of Freedom" adlı girişimden Janneke Sloetjes'e göre ise bu satın alımın dün­ya piyasalarına erişimle bir ilgisi yok.
Whatsapp, ABD'de çok popüler değil. Ancak Avrupa ile Hindistan ve Brezilya gibi gelişen piyasalarda, gençler arasında mesajlaşmanın yaygın olduğu ülkelerde Whatsapp baş aktörlerden biri konumun­da. Facebook'un Whatsapp yardımıyla son zamanlarda sosyal medyadan ayrılan genç kullanıcıları yeniden kazanabileceği belirtiliyor. Altimeter danışma şirketinden analist Rebecca Lieb, Wall Street Journal'a verdiği röportajda, Whatsapp kulla­nıcılarının demografik bileşiminin Face­book'un uygulamayı satın almasında kesinlikle önemli bir etken olduğunu dile getirdi. Lieb, “Bu şekilde artık kısa mesaj göndermeden yaşayamayan gençleri ka­zanmak istiyorlar dedi.
Hedef verilere ulaşmak mı?

Ancak uzmanlar 19 milyar dolarlık (yaklaşık 13,8 milyar euro) satış fiyatı ışı­ğında, bunun sadece genç kesimi kazan­mak için yapıldığından şüphe ediyor. So­nuçta Whatsapp‘ta reklam yok ve çok az kazanç sağlıyor. Kullanıcılar yılda 1 dolar ödüyor. İlk yıl kullanımı ise ücretsiz. Analistler asıl amacın verilere ulaşım ol­duğu kanısında.
Access adlı dijital haklar savunucusu örgütten Raegan MacDonald, DW'ye ver­diği röportajda, "Bu alım Facebook'un ve­ri havuzunu büyütecek. Firma verilerin toplanması ve değerlendirilmesiyle para kazanıyor diyor. MacDonald, bu muaz­zam satış fiyatının da kişisel bilgilerin ne kadar değerli olduğunu ortaya koyduğunu savunuyor. Facebook'un patronu Zuckerberg, güvenlik konusunda ne tür planları olduğu hakkında açıklama yapmadı. Whatsapp kurucusu Jan Koum ise firmasının ay­rı bir kullanım olarak kalacağını belirtti.
Ancak Janneke Slöetjes "Whatsapp su­nucuları gelecekte Facebook sunucuları olacak ve bu durum, Facebook'u bu yeni verileri kullanmaktan alıkoyamayacaktır şeklinde uyarıda bulunuyor.
Whatsapp geçmişte, sürekli kullanıcıla­rın özel yaşamına ne kadar dikkat ettiğini dile getirmişti. Bunun, Ukrayna'da dünya­ya gelip daha sonra Kaliforniya'ya yerle­şen kurucu Koum için ne kadar önemli ol­duğu belirtiliyor. Öte yandan Whatsapp, kullanıcıların akıllı telefonlarındaki adres defterinde yer alan telefon numaralarını kaydettiği için eleştiriliyor. Ancak Whatsapp ile gönderilen verilerin hemen sunu­culardan silindiği belirtiliyor.
Slöetjes, özle yaşama dikkat etseler de kullanım sıklığı ya da fotoğraf oranlarını analiz edebileceklerini kaydediyor. Sloetjes, “Belki mesajları kaydetmiyorlar an­cak iletişim şeklinden de pek çok şey öğ­renilebilir. Facebook, birinin nasıl iletişim kurduğu, nelerden hoşlandığı hakkında çok fazla bilgi edinecek. Bu Facebook'a büyük avantaj sağlayacaktır. Senin hak­kında bildiklerini bilmediğin pek çok şey biliyorlar diyor.
‘Firmaların ürünü haline gelmekten kaçının'
Şimdi Whatsapp’ı, 2012 yılında da Instagram'ı satın alan Facebook'un ana ticari işlevi sosyal medya aracı olarak kalmak­tan ziyade bir uygulamalar ailesi kurmaya karar verdiği ifade ediliyor. Böylece Google, Googleİ ve Picasa gibi önemli rakip­lerine karşı atağa geçmiş oluyor. Veri hak­ları uzmanı Slöetjes, "Bu gruplar, özel yaşam, yarı özel yaşam ve kamu hayatının büyük bölümünü kontrol ediyor. Bu geliş­me de endişeye yol açıyor diyor. Mac­Donald ise günümüzde sosyal ağlardan uzak durmanın zorluğuna dikkat çekiyor: "Sosyal olarak aktif olduğumuzda sosyal ağlar da hayatımıza giriyor. Ancak tüketici neleri ortaya serdiğine dikkat etmeli. An­cak o zaman Facebook gibi firmaların bir ürünü haline gelmekten kurtulabilirler.”
MacDonald, özel hayatı koruyacak kapsamlı yasaların gerektiğini vurguluyor. Avrupa Birliği, şu anda özel hayata ilişkin bir yönetmelik üzerinde çalışıyor ve veri korumada ortak bir yasal çerçeve belirle­meyi amaçlıyor. Bu dünyanın diğer bölge­leri için de bir örnek teşkil edebilir. (dw)

Kaynak:
20 Mart 2014 
Turquie Diplomatique

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar