Print Friendly and PDF

Güzel Konular


Çay dünyada sudan sonra en çok tüketilen sıvı. Türkiye'de ise milli içeceğimiz diyebiliriz. En koyu sohbetlere, en hüzünlü anlara hep ortak o dur. Fakirinde, zengininde içeceğidir. "Çaykolik" tabirini sık sık kullanırız, yada duyarız etrafımızda. İçince başımızın ağrısı geçer, mutluluğumuz çoğalır, dertlerimiz azalır. Bir yiyeceğin, içeceğin keşfi hep merak konusudur. Peki çayı kim, nasıl keşfetmiş? İşte sizler için derlediğimiz çay haberimiz...
Çin efsanesine göre: Çin İmparatoru Shen Nong, bir ilkbahar günü sarayın bahçesinde bir ağacın altında otururken içtiği sıcak suyun içine bir yaprak düşer, yaprağın suyun rengini ve tadını değiştirmesi Nong’un hoşuna gider ve bir imparator çayı keşfetmiş olur.
Bir diğer efsaneye de göre de, bir Budist rahip olan Hint mihracesinin oğlu, Tanrı’ya ulaşmak için dünya zevklerinden arınmaya karar verir. Yalnız yaprak yiyerek beslenir. Uyumaz. Ancak bir gün uykusuzluğa yenilir. Uyanınca o kadar büyük pişmanlık duyar ki göz kapaklarını keser atar. Göz kapaklarını ve kirpiklerini attığı yerde bir bitki biter. O bitkinin yapraklarını gözlerinin üzerine koyunca göz kapakları tekrar eski haline gelir. Tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi bu bitki çaydır.
Tarih kitaplarında Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da çayla tanıştıkları yazıyor.
11. yüzyıl sonunda Asya’daki Türk toplulukları arasında yayılmasıyla ilgili. Hoca Ahmet Yesevi uzun bir yolculuk sırasında yorulup Türkistan köylerinden birinde mola verir. Konuk olduğu ailenin hanımı çocuk doğurmak üzeredir. Hocanın duasını isterler. Eşinin kurtulmasına sevinen köylü saygın konuğuna sıcak çay ikram eder. Hoca Yesevi sıcak çayı içince terler ve tüm yorgunluğu geçer.
“Bundan böyle hastalarınıza bu ottan içirin ne şifalı şeymiş”der.
Efsaneye göre çay Orta Asya Türkleri arasında o zamandan beri kullanılır ve şifa verdiği kabul edilir.
http://www.ulke.com.tr/yasam/haber/513692-cayi-icen-ilk-turk-kim
Her insana hayatında Hızır aleyhisselâm bir kere uğrar demişler. Ancak gelenin Hızır olduğunu bilmek veya nasiplenmek ise biraz kaderî şansa bağlıdır. Hızır, gelir ve gider. Bize de bir nesim ile geldi gitti dese insan yalanı olmaz. Hani bir duruşun vardır, hafifçe yüzünü okşayan rüzgara dayandığın biraz fazla eğilsen düşeceğin. O nesim gelmiş ve seni baktığın umduğun yönden başka tarafa seni bir an içinde çevirmiştir. O vakit bulunduğun huzur veya tedirginlik, her şeyiyle seni alıp götürmüş, durduğun yoldan seni alıkoymuştur. Yolun eğride olsa seni alıkoymuş, doğru da olsa. İşte o an sende bir şey değişmiş/değiştirilmiştir. Değişiklikler benlik dehlizlerinin en derinine kadar varmıştır. Sonra dönüşmüşsün ve o nesimin gidişine bakakalmışsındır. Durgun havada nerden çıktı bu ruh yeli.
Bir daha yok, bir daha gelmez ki.
İşte o saniyeler içinde kaderin bütün çizgileri değişmiş, beklenmeyen düşünülmeyen umut edilmeyen tarafa doğru akmaya başlamıştır. Çarkların siteminde en büyük çark azcık oynamış ona bağlı olan nihai en küçük çark nasıl fırıl fırıl dönmeye başlamıştır.
O an düşüncelerde kaybolan izler tekrar canlanmış, unutulmaya yüz tutmuş hatıralar hayale hücum etmiş, bir sancı ile unutmak istediğin şeylerle  bir daha ile karşılaşılmıştır.
Umutlar sönmüş olsa da bir canlılık yerine kavuşmuş, uyuşukluk bertaraf olmuştur. Bu nesim senin hızırın değil de ne idi?
Her gördüğün hızır
Hızır dedikleri şekillenmiş bir imge değildir. Salt insan için söylenmişte değildir, bu bazen bir “taş”ta olabilir, bir ufacık kuşta.
Gelmeler ve gitmelerle  biten bu hayatın kıyamet gününde rabbi ile kul konuşurlar. Aralarında çok çetin tartışmalar yaşanır. Kul “benimle ilgilenmedin” diyecek kadar, serzenişte bulunur. Allah Teâlâ suçlu imiş gibi, kuluna karşı ezile büzüle, o kadar ince zarifâne bir yaklaşımı vardır ki, kul her itirazında bir daha hüsran ve mahcuplukla kendi nefsine döner. Hayalindeki celâl sahibi ilâh gitmiş, cemâlin en son zirvesi. Allah Teâlâ,  “ben rabbliğimin gereği senin için en olması gereken şekli ile ifâ ettim.  Fakat sen bir şekilde kabullenmek istemedin. Dünyada her zaman bir kere uğrasın dediğin Hızır’ımı ben her an gönderdim. Anın içinde anınla beraber. Fakat sen hep başka bir şekilde düşünmeye ısrar ettin. Benim senden uzaklığım hiçbir vakit olmadı ki.  Beraberliğimizi ayrı düşünmekte ısrarın değil mi ki, bu ayrılığını ikimize yazdı. Eğer ben seninle olan ilişkimi bitirmek istemiş olsaydım, karşıma alıp konuşur muydum, hesap sorar gibi durur muydum. Kararı sen ver, haklı olan kim?
Derin bir sukut ile geçen bir zaman sonra kulun yüzüne bir nesim daha dokunur. Fakat bu nesim onun Hakk katından ayrıldığını tekrar tekrar yaşadığı dünya içindeki yerine savurmuştur. Kul der ki, ben ölmüş değil miydim? Bu dönüş neden, yoksa herşey bir hayal mi?
-Her şey bir hayal. Sende hayalin hayalisin. Oldu bitti değin şeylerin hepsi bir nefhanın esintisi idi. Şimdi o gitti. Peşinden gider misin gitmez misin?
Olurda bir nesim yüzünüze vurursa, yüzünü ona dayamayın, açın ciğerinizi soluklanın. Bir daha o ab-ı hayat gelmeyecek.
Geldi ve geçti,
Duygusuz anlayamaz ki, espriye gülsün.
Gülse de ancak gülene güler.
Kervancı istirahat için develeri ıhdırmıştı. İstirahatleri uzun sürmedi. kervanı kaldırdı. Devenin birisi kalkmıyor"
Çok uğraştı, kaldıramadı. Çünkü deve ölmüştü. Deveciye ölümün ne olduğu öğretilmemişti. Zuhura her an görülen fizîkî vakıa öğretilmişti. Amma hakikat zuhuru olan metefizik garibi idi, deveci. Yaratanını  bilmeye dahi ihtiyaç duymamıştı.
Deveci. Hayretle dostlarını çağırdı. “Bilenler söylesin " diye feryat etti de şunu düşündü : "Deve! İşte burada. Yükü de sırtında. Hepsi tamam. Fakat deveyi götüren nerede?!.."
**
Nasreddin Hoca’ya karısı sordu :
"-Yarın nereye gideceksin?"
Hoca cevaben :
"--Yağmur yağarsa ormana, yağmaz ise tarlaya gideceğim."
Karısı :
"-Efendi, "inşâAllah" demedin."
Hoca hiddetle :
"-Bu işin inşâAllah’ı kaldı mı hanım?!.. Yağmur yağacak veya yağmayacak. Ukalalık etme! "İnşâAllah" denilecek yeri ben senden iyi bilirim."
Sabah baktı, yağmur yağıyor. Ormana gidiyordu. Yolda eşkıyalar hocayı yakalayıp :
“Bizi filan köye götür" diye tehdit ettiler.
Dağ, tepe dolaşarak, İster istemez eşkıyaya kılavuzluk eden Hoca (rahmetullahi aleyh) bitkin halde sabah evine dönünce kapıya vurdu. İçeriden karısı :
"--Kim o?" deyince,
"-İnşallah benim, aç kapıyı!“
Hoca inşâAllah’ı çok okumuştu. Biliyordu. Biliyordu da, şimdi daha iyi anlamıştı. İnşâAllah’ın inşâAllahı vardı...
***************

------
9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum. 10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim.”
11 Musa, “Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?” diye karşılık verdi.
12 Tanrı, “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım” dedi, “Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız.”
13 Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler'e gidip, ‘Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi’ dersem, ‘Adı nedir?’ diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
14 Tanrı, “Ben Ben'im” dedi, “İsrailliler'e de ki, ‘Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.’
Mısır'dan Çıkış 3

On altıncı yüzyılın sonundan başlayarak "kitap basanlar okuryazar dünyasını yönlendirmeyi bırakıp, satışı garanti kitapları basma işine yöneldiler," denebilir. Zengin olanlar mal varlıklarını hazır pazarda yaptılar: Eski kitapların yeniden basımları, geleneksel dini kitaplar ve her şeyin üstünde de Kilise Babaları tarafından kaleme alınmış kitaplar."
Kimileri de okul kitapları pazarına yönelip, ders notları, dilbilgisi elkitapları ve alfabe sayfaları ürettiler. Sh:168
Kaynak: Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, Özgün adı: A History o f Reading, İngilizceden çeviren: Füsun Elioğlu 5. Baskı, Ocak 2010, İstanbul
"Her şeye göz kulak olan zaman, sana rağmen çözümünü getirdi." SOFOKLES
**
“Artık yürümeyi biliyorum: bir daha asla öğrenemem.” WALTER BENJAMIN
**
“Uluyup durmak yerine kitap yazıyorum.” ROMAIN GARY
**
Romaın Gary “Uluyup durmak yerine kitap yazıyor, bende okuyorum.”
İhramcızâde
Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) Efendimizin haber buyurduğu bu salavat ile zamanın sahibinden ve Gavsından himmet talebinde bulunabiliriz. Himmet ve istiâne yolunun usûlene göre zamanın sahibinden himmet talep etmek demek, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ruhaniyetinden istemek ve bir ileri makamda Allah Teâlâ’dan istimdat niyaz etmektir. 
 (Kaddesa’llâhu esrârahum ve rahîmehum ve nefaanâ bi-ulûmihim ve şeffi’hüm fînâ. Âmin. Allâhümma’hşürnâ bihim ve bi-âlihim. Âmin.)
Kaynak: Mecmuâtü’l Ahzâb

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Halil Cibran


https://encrypted-tbn0.gstatic.com/images?q=tbn:ANd9GcTVqXPzTl_9jq3WXsmEASqNOyATJmCK0FuX8n54ZG5r-PI1P3tU


Nasıl Yar Diyeyim Ben Böyle Yare
Mecnun Edip Çöle Saldıktan Sonra
Alemin Bağına Bülbüller Konmuş
Nidem Benim Gülüm Solduktan Sonra

Karadır Kaşların Keman İstemem
Şu Gönlümden Özge Mihman İstemem
Ölsem De Derdime Derman İstemem
Ok Vurup Sinemi Deldikten Sonra

Coşkun Çaylar Gibi Çağlamayan Yar
Gönlünü Gönlüme Bağlamayan Yar
Benim Bu Halime Ağlamayan Yar
Daha Ağlamasın Öldükten Sonra

Pir Sultan Abdal'ım Sürem Bu Yolu
İnsanı Kamilin Olmuşam Kulu
İster Yağmur Yağsın İsterse Dolu
Nidem Ben Ummana Daldıktan Sonra 
Dinde reform yapmak.
Böyle delice, Serserice harekete kalkışılacak olursa bunu kim yapacak?
Önüne gelen her serseri, her aklından zoru olan kimse, eline kudret geçen her zorba kendinde bu selâhiyeti görecek, türlü türlü maskaralıklar meydana çıkacak. Söz ayağa düşecek. Bizansın son zamanlarında olduğu gibi devir değiştikçe yeni bir mezhep ortaya çıkacak…
Hülâsa dinde değişiklik yapmaya kalkmak, her zaman tehlikeli bir iştir. Böyle bir şey yapmağa hiç bir zaman zaruret de yoktur. Bizde bunu yapmaya kalkışanların herhalde ya akıllarında noksanlık vardır, ya suikasd sahibidirler, yahut misyonerler, siyonistler, masonlar, komünistler gibi bozguncu, millî varlığı yıkıcı ve İslâm düşmanı bir takım teşekküllerin âletleridirler.
***

Çünkü bunun delice bir teşebbüs olduğunu, azim bir fitneye müncer olacağını biliyorlar. Mâlûm olduğu üzere, Yahudilerin dinî kanunlarında tadilât yapabilecek (yetmişler meclisi) nâmında büyük bir dinî müesseseleri vardır. Usulü dairesinde teşekkül edecek bu yetmişler meclisinin her kararı bir din hükmünü ifade eder. Fakat yahudiler ikibin senedenberi bu yetmişler meclisini toplamaktan içtinab etmişlerdir ve etmektedirler. Bizim cahil reformcular bundan ibret almıyorlar mı?
Meselâ hırsızın eli kesilmezdi. Meyhanelere ve sâireye resmen müsaade edilirdi. Fakat hükümet bunu yaparken bu husustaki ahkâmı diniyeyi değiştirin, dinde reform yapın da bu yaptıklarımızı tecviz edin, demezdi. Dinin ahkâm ve esası olduğu gibi yerinde durur, hükümet de istediği gibi işini yürütürdü,
Meşhurdur: Heyeti vükelâda böyle nâzik meseleler müzakere edildiği sırada Sadrazam paşa, Şeyhülİslâm Arif Hikmet Bey’den:«Siz ne buyuruyorsunuz?» diye sorarmış. Şeyhülislâm efendi de dâima şu cevabı verirmiş: «Efendim, bize sormayınız,, sorarsanız, bizim bir ölçümüz vardır. Ancak o ölçüye göre size, cevap verebiliriz. Olur ki bu işinize gelmez. O vakit müşkül mevkide kalırsınız.»
Şeyhülislâm efendinin bu arifane ve basiretli cevabı vükelâyı kiramın pek hoşlarına gittiği için ikide bir Şeyhülislam efendiye sual tevcih ederler, o da aynı cevabı tekrar edermiş.
Şimdi ne o Sadrıâzamlar, ne o heyeti vükelâ, ne o Şeyhülislâmlar, ne de o Osmanlı İmparatorluğu kaldı. Hepsi çöküp gitti. Amma Kelâmullahın bir âyeti, bir kelimesi, bir harfi bile değişmedi. O, nazil olduğu gibi; dimdik, sapasağlam duruyor. «Küllü men aleyha fanin ve yebka vechü rabbike zülcelali vel ikram.»
* * *
İşte sözün doğrusu, Şeyhülislâm efendinin cevabıdır. Dini zorlamamalı, çünkü o, arzu ve hevese göre eğilir bükülüp beşerî bir müessese değil, bir vazi İlâhîdir. Peygamber bile onu tebliğ ile mükelleftir. Hiç kimse dinde tasarruf edemez. Din de insanları kendine mütabaat edip etmemekte serbest bırakır, «lâ ikrâhe fiddini» dinde cebir olmaz, diyor. «Leste aleyhim bimusaydır». Müslümanlıkta Sultai diniye yoktur. İsteyen fertler, isteyen cemiyetler, isteyen milletler ona mütabaat eder. İstemeyenler küfür ve dalâlette kalır. Fakat kabul ettikten sonra artık bir kül olarak ona mütabaat iktiza eder. Bir kısmını beğenip bir kısmını beğenmemek olmaz. Fatin Hoca Merhumun dediği gibi, din ya sıfırdır, ya vahid. Kesri yoktur. Böyle olunca artık onda reform ve devrimcilik yürümez.

Hzl: Doç. Dr. Talât KOÇYİĞİT
Delillerin münakaşası göstermiştir ki, ehli sünnet yönünden ru’yetu’llah, kıyamet Günü mü’minler için mümkün ve Allah Teâlâ üzerine câiz olan bir şeydir. Kur’ânı Kerîmde vârid olan âyetler ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîsler, buna delâlet ederler. Kur’ânı Kerîm insanlara, anlayıp kendisiyle amel etmeleri için gönderilmiş, Hazreti Peygamber de onu hem teblîğ, hem de, ihtiyaç hasıl olan yerlerde tebyîn ve tafsil ile görevlendirilmiştir. Ru’yete taalluk eden âyetler, anlaştışları itibariyle ru’yetin mümkün ve Allah üzerine câiz olduğuna ve KıyamaV Günü mü’minler için gerçekleşeceğine delâlet ettiklerine göre, müslümanların bu âyetleri anlayışlarında her hangi bir hata mevcut değildir. Anlayıştan mütevellid bir hata bulunsaydı hile, bunun, Hazreti Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem tarafından düzeltilmemiş olması kabil değildir. Oysa ki Hazreti Peygamberden gelen, haberler, müslümanların bu âyetleri anlayışlarında her hangi bir hata bulunmadığım göstermekte ve hattâ onları teyîd ve takviye etmektedirler. Bununla beraber, âyetleri anlayışta bir hata varsa, bu, ru’yetin gayri mümkin ve Allah üzerine gayri câiz olduğunu iddia edenlerin aniayışlarındadır. Bu hatanın büyüklüğü o kadar açık ve o kadar kesindir ki, onun içine düşenlerin, ru’yetle ilgili âyetleri, anlaşılan, manâlarından saptırmaktan ve onlara, tevil adım verdikleri bir metodla, kendi anlayışlarına uygun, manâlar vermekten kurtulamamaları, bunun başlıca delilini teşkil eder. Bu bakımdan hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, ru’yetle ilgili âyetler, önce, hem muvafık hem muhalif, yani hem ehli sünnet hem mutezile olmak üzere, bütün miislümanlar tarafından aynı manâda anlaşılmışlardır ve aralarında biç bir ihtilâf yoktur. Fakat sonradan mutezile, bu âyetler haklımdaki anlayış, yahut âyetlerin manâsı hoşlarına gitmediği veya gerçek düşüncelerine uymadığı için, onları tevil etmişler, ve lâfızlara, delâlet ettikleri manâya ters düşen manâlar vermişlerdir. Bu, onların anlayışlarındaki hatanın ve ehli sünnet anlayışındaki isabetin en şaşmaz ölçüsüdür.
Mutezile yönünden ise, Allah Teâlânın Kıyamet Günü görülmesi mümkün değildir; çünkü görme fiili, görülecek şeyin belirli bir cihette ve belirli bir mekânda bulunmasıyla gerçekleşir; bu ise onun cisim olmasıyla mümkündür; Allah Teâlâ cisim değildir; dolayısıyla görülmesi de mümkün değildir.
Görüldüğü gibi, mutezile nazarında ru’yetin ademi cevazını isbat için nakli delile ihtiyaç yoktur; akıl, bu meselenin çözümlenmesinde yeterlidir. Bununla beraber, aklı teyîd ve takviye eden nakli bir delil varsa fe-ni 'mel- matlûb... Fakat bu nakli delili aklın hükmüne aykırı düşerse, o zaman delili tevil etmekten ve akla uydurmaktan başka çare yoktur; bu zahmete de ancak Kur’ân âyetleri için katlanılabilir; hadîsler için, değmez.
Ru’yet hakkında söylenebilecek son söz kanaatımızca bu mesele, hem bir inanç, hem de bir başka dünya ile ilgili olması dolayısıyle, aklın dar çerçevesi içinde halledilebilecek bir mesele değildir. Biz Kıyamet ahvalini, ister Kur’ândan ister hadîsten, ancak sahih haberler vasıtasıyle öğrenebiliyoruz. Burada mühim olan husus, bu haberlerin, sâhiplerinin kasdettikleri manâya uygun bir şekilde değerlendirilmeleridir ve aklın rolü de bu değerlendirmede bahis konusu olabilir. Aksi halde, ulaşılan netice, keyfî bazı tahminlerden başka bir manâ ifade etmez.
“Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası”
 Ergun GÖZE
Nazımın Komünistliği iyice deşildiği sıralardaydı, Haşim, onun hakkında çok ağır konuşuyor ve bu vatan haininin mutlaka en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyordu. Falih Rıfkı hem onu teskin hem de zaten yakın olmadığı -hele o zamanlar-antikomünizmi biraz frenlemek için.
       Eh canım uzatmayın, ne olur bir tanecikte komünist şairimiz olsa, deyince Haşim o zeki, o acı nükteli yüz işmizazıyla cevap verdi.
       Beyefendi, beyefendi, başınızda bir bit olsa, siz eh bir tanedir ne çıkar diye aldırış etmezmisiniz ?
Haşim’in bu espirisi aslında Türk Münevverinin bir kısmının gafletlerini tescilinden ibarettir.
Evet, şimdi Haşim mezarından doğrulup ta,
     Ben size demedim mi? Bit bittir. Bir tane de olsa yine bittir. Bakın sizin gafletiniz yüzünden bana Fransız emperyalizminin Hacı ayvazı diye hücum etmeye sıkılmayan Nazım Hikmet isimli bitin memleketteki sürfeleri, Moskova’da Kızıl emperyalizmin azat kabul etmez köleliliğine kendisini adayan üstadlarının Türkiyede hâlâ ve bütün bunlardan sonra ve bizlere kargı, müdafasını yapıyorlar. Biti müsamaha ile karşıladınız, katlanın şimdi sürfelerine dese haksız mı olur acaba?
Evet, Nazım Hikmet hicviyenin tadına alışmıştı. Üstelik, bu tarz, yıkmaktan ibaret olan komünist taktikasının başlangıcı için en güzel aletti. Her şeyi ama her şeyi yıkmak. Söverek, küfrederek küçük düşürerek. Vurmak, kırmak, yıkmak, Nazım bu hevesle üçüncü hicviyesini Hamdullah Suphi Tanrıöver için yazdı.
Sh:127-128
Kaynak: Ergun Göze, Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası, Yağmur Yayınevi, 1969, İstanbul

Şeyhlerden ya da dervişlerden biri Cüneyd'e sormuş:
"Müridler üzerinde hikayelerin (kıssaların) tesiri nedir?"
Cüneyd şu karşılığı vermiş: "Hikayeler, müminlerin kalplerini güçlendiren İlâhî askerlerdir." Kendisine "bu konuda delilin var mı" diye sorulunca da "evet" deyip şu ayet-i kerîmeyi okumuş:
"Peygamberlerin haberlerinden senin gönlünü teskin edeceğimiz her haberi (kıssayı) sana anlatıyoruz. Hûd/12, 120.
es-Serrâc, Luma, s. 210. ().
Kaynak: BEYHAKİ ,KİTÂBÜ'Z-ZÜHD, (Kulluğu Unutmadan Yaşama Sanatı) , Çeviri: Enbiya Yıldırım, Hacegân, Mayıs-2000, İstanbul Dipnot:429 sh: 131
Başarısız olduğum apaçık ortada. Kalp ve ruh kelimeleriyle oldukça dalga geçmiş olmalıyım ki bir sabah solgunlukla onların bende kalmadığını fark ettim! Kendim kadar soğuk bir şey hayal edemiyorum.
Hiç kimseye ve hiçbir şeye değer vermiyorum.
Hiçbir şey beklemiyorum.
Kahkaha attığımı hatırlıyorum.
Aşktan yandığımı hatırlıyorum.
İçimde yaşam kalmadı.
İçimdeki sıkıntı da olmasa benden geriye ne kalır.
Yaşam büyük bir darbe! Ama yaşamaya devam ediyoruz. Dünyada çekilmeyen tek şey var: kendi zavallılığını hissetmek.
Jacques Rigaut
"Şekilsiz Sözler"




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar