Güzel Konular
Çay dünyada sudan sonra en çok
tüketilen sıvı. Türkiye'de ise milli içeceğimiz diyebiliriz. En koyu
sohbetlere, en hüzünlü anlara hep ortak o dur. Fakirinde, zengininde
içeceğidir. "Çaykolik" tabirini sık sık kullanırız, yada duyarız
etrafımızda. İçince başımızın ağrısı geçer, mutluluğumuz çoğalır, dertlerimiz
azalır. Bir yiyeceğin, içeceğin keşfi hep merak konusudur. Peki çayı kim, nasıl
keşfetmiş? İşte sizler için derlediğimiz çay haberimiz...
Çin efsanesine göre: Çin İmparatoru
Shen Nong, bir ilkbahar günü sarayın bahçesinde bir ağacın altında otururken
içtiği sıcak suyun içine bir yaprak düşer, yaprağın suyun rengini ve tadını
değiştirmesi Nong’un hoşuna gider ve bir imparator çayı keşfetmiş olur.
Bir diğer efsaneye de göre de, bir
Budist rahip olan Hint mihracesinin oğlu, Tanrı’ya ulaşmak için dünya
zevklerinden arınmaya karar verir. Yalnız yaprak yiyerek beslenir. Uyumaz.
Ancak bir gün uykusuzluğa yenilir. Uyanınca o kadar büyük pişmanlık duyar ki
göz kapaklarını keser atar. Göz kapaklarını ve kirpiklerini attığı yerde bir
bitki biter. O bitkinin yapraklarını gözlerinin üzerine koyunca göz kapakları
tekrar eski haline gelir. Tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi bu bitki çaydır.
Tarih kitaplarında Türklerin,
Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da çayla tanıştıkları yazıyor.
11. yüzyıl sonunda Asya’daki Türk
toplulukları arasında yayılmasıyla ilgili. Hoca Ahmet Yesevi uzun bir yolculuk
sırasında yorulup Türkistan köylerinden birinde mola verir. Konuk olduğu
ailenin hanımı çocuk doğurmak üzeredir. Hocanın duasını isterler. Eşinin
kurtulmasına sevinen köylü saygın konuğuna sıcak çay ikram eder. Hoca Yesevi
sıcak çayı içince terler ve tüm yorgunluğu geçer.
“Bundan böyle hastalarınıza bu ottan içirin ne şifalı
şeymiş”der.
Efsaneye göre çay Orta Asya
Türkleri arasında o zamandan beri kullanılır ve şifa verdiği kabul edilir.
http://www.ulke.com.tr/yasam/haber/513692-cayi-icen-ilk-turk-kim
Her insana hayatında Hızır
aleyhisselâm bir kere uğrar demişler. Ancak gelenin Hızır olduğunu bilmek veya
nasiplenmek ise biraz kaderî şansa bağlıdır. Hızır, gelir ve gider. Bize de bir
nesim ile geldi gitti dese insan yalanı olmaz. Hani bir duruşun vardır, hafifçe
yüzünü okşayan rüzgara dayandığın biraz fazla eğilsen düşeceğin. O nesim gelmiş
ve seni baktığın umduğun yönden başka tarafa seni bir an içinde çevirmiştir. O
vakit bulunduğun huzur veya tedirginlik, her şeyiyle seni alıp götürmüş,
durduğun yoldan seni alıkoymuştur. Yolun eğride olsa seni alıkoymuş, doğru da
olsa. İşte o an sende bir şey değişmiş/değiştirilmiştir. Değişiklikler benlik
dehlizlerinin en derinine kadar varmıştır. Sonra dönüşmüşsün ve o nesimin
gidişine bakakalmışsındır. Durgun havada nerden çıktı bu ruh yeli.
Bir daha yok, bir daha gelmez ki.
İşte o saniyeler içinde kaderin
bütün çizgileri değişmiş, beklenmeyen düşünülmeyen umut edilmeyen tarafa doğru
akmaya başlamıştır. Çarkların siteminde en büyük çark azcık oynamış ona bağlı
olan nihai en küçük çark nasıl fırıl fırıl dönmeye başlamıştır.
O an düşüncelerde kaybolan izler
tekrar canlanmış, unutulmaya yüz tutmuş hatıralar hayale hücum etmiş, bir sancı
ile unutmak istediğin şeylerle bir daha
ile karşılaşılmıştır.
Umutlar sönmüş olsa da bir canlılık
yerine kavuşmuş, uyuşukluk bertaraf olmuştur. Bu nesim senin hızırın değil de
ne idi?
Her gördüğün hızır
Hızır dedikleri şekillenmiş bir
imge değildir. Salt insan için söylenmişte değildir, bu bazen bir “taş”ta
olabilir, bir ufacık kuşta.
Gelmeler ve gitmelerle biten bu hayatın kıyamet gününde rabbi ile
kul konuşurlar. Aralarında çok çetin tartışmalar yaşanır. Kul “benimle
ilgilenmedin” diyecek kadar, serzenişte bulunur. Allah Teâlâ suçlu imiş gibi, kuluna
karşı ezile büzüle, o kadar ince zarifâne bir yaklaşımı vardır ki, kul her
itirazında bir daha hüsran ve mahcuplukla kendi nefsine döner. Hayalindeki
celâl sahibi ilâh gitmiş, cemâlin en son zirvesi. Allah Teâlâ, “ben rabbliğimin gereği senin için en olması
gereken şekli ile ifâ ettim. Fakat sen
bir şekilde kabullenmek istemedin. Dünyada her zaman bir kere uğrasın dediğin
Hızır’ımı ben her an gönderdim. Anın içinde anınla beraber. Fakat sen hep başka
bir şekilde düşünmeye ısrar ettin. Benim senden uzaklığım hiçbir vakit olmadı
ki. Beraberliğimizi ayrı düşünmekte
ısrarın değil mi ki, bu ayrılığını ikimize yazdı. Eğer ben seninle olan
ilişkimi bitirmek istemiş olsaydım, karşıma alıp konuşur muydum, hesap sorar
gibi durur muydum. Kararı sen ver, haklı olan kim?
Derin bir sukut ile geçen bir zaman
sonra kulun yüzüne bir nesim daha dokunur. Fakat bu nesim onun Hakk katından
ayrıldığını tekrar tekrar yaşadığı dünya içindeki yerine savurmuştur. Kul der
ki, ben ölmüş değil miydim? Bu dönüş neden, yoksa herşey bir hayal mi?
-Her şey bir hayal. Sende hayalin
hayalisin. Oldu bitti değin şeylerin hepsi bir nefhanın esintisi idi. Şimdi o
gitti. Peşinden gider misin gitmez misin?
Olurda bir nesim yüzünüze vurursa,
yüzünü ona dayamayın, açın ciğerinizi soluklanın. Bir daha o ab-ı hayat
gelmeyecek.
Geldi ve geçti,
Duygusuz anlayamaz ki, espriye gülsün.
Gülse de ancak gülene güler.
Gülse de ancak gülene güler.
Kervancı
istirahat için develeri ıhdırmıştı. İstirahatleri uzun sürmedi. kervanı kaldırdı.
Devenin birisi kalkmıyor"
Çok
uğraştı, kaldıramadı. Çünkü deve ölmüştü. Deveciye ölümün ne olduğu
öğretilmemişti. Zuhura her an görülen fizîkî vakıa öğretilmişti. Amma hakikat
zuhuru olan metefizik garibi idi, deveci. Yaratanını bilmeye dahi ihtiyaç duymamıştı.
Deveci.
Hayretle dostlarını çağırdı. “Bilenler söylesin " diye feryat etti de şunu
düşündü : "Deve! İşte burada. Yükü de sırtında. Hepsi tamam. Fakat deveyi
götüren nerede?!.."
**
Nasreddin
Hoca’ya karısı sordu :
"-Yarın
nereye gideceksin?"
Hoca
cevaben :
"--Yağmur
yağarsa ormana, yağmaz ise tarlaya gideceğim."
Karısı
:
"-Efendi,
"inşâAllah" demedin."
Hoca
hiddetle :
"-Bu işin inşâAllah’ı kaldı mı hanım?!.. Yağmur
yağacak veya yağmayacak. Ukalalık etme! "İnşâAllah" denilecek yeri
ben senden iyi bilirim."
Sabah
baktı, yağmur yağıyor. Ormana gidiyordu. Yolda eşkıyalar hocayı yakalayıp :
“Bizi
filan köye götür" diye tehdit ettiler.
Dağ,
tepe dolaşarak, İster istemez eşkıyaya kılavuzluk eden Hoca (rahmetullahi
aleyh) bitkin halde sabah evine dönünce kapıya vurdu. İçeriden karısı :
"--Kim
o?" deyince,
"-İnşallah benim, aç kapıyı!“
Hoca
inşâAllah’ı çok okumuştu. Biliyordu. Biliyordu da, şimdi daha iyi anlamıştı.
İnşâAllah’ın inşâAllahı vardı...
***************
------
9
İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu
baskıyı görüyorum. 10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni
firavuna göndereyim.”
11
Musa, “Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?” diye
karşılık verdi.
12
Tanrı, “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım” dedi, “Seni benim gönderdiğimin
kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana
tapınacaksınız.”
13
Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler'e gidip, ‘Beni size atalarınızın
Tanrısı gönderdi’ dersem, ‘Adı nedir?’ diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?”
14
Tanrı, “Ben Ben'im” dedi, “İsrailliler'e de ki, ‘Beni size Ben Ben'im diyen
gönderdi.’
Mısır'dan
Çıkış 3
On
altıncı yüzyılın sonundan başlayarak "kitap
basanlar okuryazar dünyasını yönlendirmeyi bırakıp, satışı garanti kitapları
basma işine yöneldiler," denebilir.
Zengin olanlar mal varlıklarını hazır pazarda yaptılar: Eski kitapların yeniden
basımları, geleneksel dini kitaplar ve her şeyin üstünde de Kilise Babaları
tarafından kaleme alınmış kitaplar."
Kimileri
de okul kitapları pazarına yönelip, ders notları, dilbilgisi elkitapları ve
alfabe sayfaları ürettiler. Sh:168
Kaynak: Alberto Manguel, Okumanın
Tarihi, Özgün adı: A History o f Reading, İngilizceden çeviren: Füsun Elioğlu
5. Baskı, Ocak 2010, İstanbul
"Her
şeye göz kulak olan zaman, sana rağmen çözümünü getirdi." SOFOKLES
**
“Artık
yürümeyi biliyorum: bir daha asla öğrenemem.” WALTER BENJAMIN
**
“Uluyup
durmak yerine kitap yazıyorum.” ROMAIN GARY
**
Romaın Gary “Uluyup
durmak yerine kitap yazıyor, bende okuyorum.”
İhramcızâde
İhramcızâde
Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî
(kuddise sırruhu'l-celî) Efendimizin haber buyurduğu bu salavat ile zamanın
sahibinden ve Gavsından himmet talebinde bulunabiliriz. Himmet ve istiâne
yolunun usûlene göre zamanın sahibinden himmet talep etmek demek, Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ruhaniyetinden istemek ve bir ileri
makamda Allah Teâlâ’dan istimdat niyaz etmektir.
(Kaddesa’llâhu esrârahum ve rahîmehum ve
nefaanâ bi-ulûmihim ve şeffi’hüm fînâ. Âmin. Allâhümma’hşürnâ bihim ve
bi-âlihim. Âmin.)
Kaynak: Mecmuâtü’l Ahzâb
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Nasıl
Yar Diyeyim Ben Böyle Yare
Mecnun
Edip Çöle Saldıktan Sonra
Alemin
Bağına Bülbüller Konmuş
Nidem
Benim Gülüm Solduktan Sonra
Karadır
Kaşların Keman İstemem
Şu
Gönlümden Özge Mihman İstemem
Ölsem
De Derdime Derman İstemem
Ok
Vurup Sinemi Deldikten Sonra
Coşkun
Çaylar Gibi Çağlamayan Yar
Gönlünü
Gönlüme Bağlamayan Yar
Benim
Bu Halime Ağlamayan Yar
Daha
Ağlamasın Öldükten Sonra
Pir
Sultan Abdal'ım Sürem Bu Yolu
İnsanı
Kamilin Olmuşam Kulu
İster
Yağmur Yağsın İsterse Dolu
Nidem
Ben Ummana Daldıktan Sonra
Dinde
reform yapmak.
Böyle
delice, Serserice harekete kalkışılacak olursa bunu kim yapacak?
Önüne
gelen her serseri, her aklından zoru olan kimse, eline kudret geçen her zorba
kendinde bu selâhiyeti görecek, türlü türlü maskaralıklar meydana
çıkacak. Söz ayağa düşecek. Bizansın son zamanlarında olduğu gibi devir değiştikçe
yeni bir mezhep ortaya çıkacak…
Hülâsa dinde değişiklik yapmaya kalkmak, her zaman tehlikeli bir iştir. Böyle bir şey yapmağa hiç bir zaman zaruret de yoktur. Bizde bunu
yapmaya kalkışanların herhalde ya akıllarında noksanlık vardır, ya suikasd
sahibidirler, yahut misyonerler, siyonistler, masonlar, komünistler gibi
bozguncu, millî varlığı yıkıcı ve İslâm düşmanı bir takım teşekküllerin
âletleridirler.
***
Çünkü bunun delice bir
teşebbüs olduğunu, azim bir fitneye müncer olacağını biliyorlar. Mâlûm olduğu
üzere, Yahudilerin dinî kanunlarında tadilât yapabilecek (yetmişler meclisi)
nâmında büyük bir dinî müesseseleri vardır. Usulü dairesinde teşekkül
edecek bu yetmişler meclisinin her kararı bir din hükmünü ifade eder. Fakat
yahudiler ikibin senedenberi bu yetmişler meclisini toplamaktan içtinab
etmişlerdir ve etmektedirler. Bizim cahil reformcular bundan ibret
almıyorlar mı?
Meselâ
hırsızın eli kesilmezdi. Meyhanelere ve sâireye resmen müsaade edilirdi. Fakat
hükümet bunu yaparken bu husustaki ahkâmı diniyeyi değiştirin, dinde reform
yapın da bu yaptıklarımızı tecviz edin, demezdi. Dinin ahkâm ve esası olduğu
gibi yerinde durur, hükümet de istediği gibi işini yürütürdü,
Meşhurdur:
Heyeti vükelâda böyle nâzik meseleler müzakere edildiği sırada Sadrazam paşa,
Şeyhülİslâm Arif Hikmet Bey’den:«Siz ne buyuruyorsunuz?» diye
sorarmış. Şeyhülislâm efendi de dâima şu cevabı verirmiş: «Efendim,
bize sormayınız,, sorarsanız, bizim bir ölçümüz vardır. Ancak o ölçüye göre
size, cevap verebiliriz. Olur ki bu işinize gelmez. O vakit müşkül mevkide
kalırsınız.»
Şeyhülislâm
efendinin bu arifane ve basiretli cevabı vükelâyı kiramın pek hoşlarına gittiği
için ikide bir Şeyhülislam efendiye sual tevcih ederler, o da aynı cevabı
tekrar edermiş.
Şimdi
ne o Sadrıâzamlar, ne o heyeti vükelâ, ne o Şeyhülislâmlar, ne de o Osmanlı
İmparatorluğu kaldı. Hepsi çöküp gitti. Amma Kelâmullahın bir âyeti, bir
kelimesi, bir harfi bile değişmedi. O, nazil olduğu gibi; dimdik, sapasağlam
duruyor. «Küllü men aleyha fanin ve yebka vechü rabbike zülcelali vel
ikram.»
* * *
İşte
sözün doğrusu, Şeyhülislâm efendinin cevabıdır. Dini zorlamamalı, çünkü o, arzu
ve hevese göre eğilir bükülüp beşerî bir müessese değil, bir vazi İlâhîdir.
Peygamber bile onu tebliğ ile mükelleftir. Hiç kimse dinde tasarruf edemez. Din
de insanları kendine mütabaat edip etmemekte serbest bırakır, «lâ ikrâhe
fiddini» dinde cebir olmaz, diyor. «Leste aleyhim bimusaydır».
Müslümanlıkta Sultai diniye yoktur. İsteyen fertler, isteyen cemiyetler,
isteyen milletler ona mütabaat eder. İstemeyenler küfür ve dalâlette kalır.
Fakat kabul ettikten sonra artık bir kül olarak ona mütabaat iktiza eder. Bir
kısmını beğenip bir kısmını beğenmemek olmaz. Fatin
Hoca Merhumun dediği gibi, din ya sıfırdır, ya vahid. Kesri yoktur. Böyle
olunca artık onda reform ve devrimcilik yürümez.
Hzl: Doç. Dr. Talât KOÇYİĞİT
Delillerin münakaşası göstermiştir
ki, ehli sünnet yönünden ru’yetu’llah, kıyamet Günü mü’minler için mümkün ve
Allah Teâlâ üzerine câiz olan bir şeydir. Kur’ânı Kerîmde vârid olan âyetler ve
Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîsler, buna delâlet ederler. Kur’ânı
Kerîm insanlara, anlayıp kendisiyle amel etmeleri için gönderilmiş, Hazreti
Peygamber de onu hem teblîğ, hem de, ihtiyaç hasıl olan yerlerde tebyîn ve
tafsil ile görevlendirilmiştir. Ru’yete taalluk eden âyetler, anlaştışları itibariyle
ru’yetin mümkün ve Allah üzerine câiz olduğuna ve KıyamaV Günü mü’minler için
gerçekleşeceğine delâlet ettiklerine göre, müslümanların bu âyetleri
anlayışlarında her hangi bir hata mevcut değildir. Anlayıştan mütevellid bir
hata bulunsaydı hile, bunun, Hazreti Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem
tarafından düzeltilmemiş olması kabil değildir. Oysa ki Hazreti Peygamberden
gelen, haberler, müslümanların bu âyetleri anlayışlarında her hangi bir hata
bulunmadığım göstermekte ve hattâ onları teyîd ve takviye etmektedirler.
Bununla beraber, âyetleri anlayışta bir hata varsa, bu, ru’yetin gayri mümkin
ve Allah üzerine gayri câiz olduğunu iddia edenlerin aniayışlarındadır. Bu
hatanın büyüklüğü o kadar açık ve o kadar kesindir ki, onun içine düşenlerin,
ru’yetle ilgili âyetleri, anlaşılan, manâlarından saptırmaktan ve onlara, tevil
adım verdikleri bir metodla, kendi anlayışlarına uygun, manâlar vermekten
kurtulamamaları, bunun başlıca delilini teşkil eder. Bu bakımdan hiç tereddüt
etmeden denilebilir ki, ru’yetle ilgili âyetler, önce, hem muvafık hem muhalif,
yani hem ehli sünnet hem mutezile olmak üzere, bütün miislümanlar tarafından
aynı manâda anlaşılmışlardır ve aralarında biç bir ihtilâf yoktur. Fakat
sonradan mutezile, bu âyetler haklımdaki anlayış, yahut âyetlerin manâsı
hoşlarına gitmediği veya gerçek düşüncelerine uymadığı için, onları tevil
etmişler, ve lâfızlara, delâlet ettikleri manâya ters düşen manâlar
vermişlerdir. Bu, onların anlayışlarındaki hatanın ve ehli sünnet
anlayışındaki isabetin en şaşmaz ölçüsüdür.
Mutezile yönünden ise, Allah
Teâlânın Kıyamet Günü görülmesi mümkün değildir; çünkü görme fiili, görülecek
şeyin belirli bir cihette ve belirli bir mekânda bulunmasıyla gerçekleşir; bu
ise onun cisim olmasıyla mümkündür; Allah Teâlâ cisim değildir; dolayısıyla
görülmesi de mümkün değildir.
Görüldüğü gibi, mutezile nazarında
ru’yetin ademi cevazını isbat için nakli delile ihtiyaç yoktur; akıl, bu
meselenin çözümlenmesinde yeterlidir. Bununla beraber, aklı teyîd ve takviye
eden nakli bir delil varsa fe-ni 'mel- matlûb... Fakat bu nakli delili aklın
hükmüne aykırı düşerse, o zaman delili tevil etmekten ve akla uydurmaktan başka
çare yoktur; bu zahmete de ancak Kur’ân âyetleri için katlanılabilir; hadîsler
için, değmez.
Ru’yet hakkında söylenebilecek son söz kanaatımızca bu
mesele, hem bir inanç, hem de bir başka dünya ile ilgili olması dolayısıyle,
aklın dar çerçevesi içinde halledilebilecek bir mesele değildir. Biz Kıyamet ahvalini, ister Kur’ândan ister hadîsten,
ancak sahih haberler vasıtasıyle öğrenebiliyoruz. Burada mühim olan husus, bu
haberlerin, sâhiplerinin kasdettikleri manâya uygun bir şekilde
değerlendirilmeleridir ve aklın rolü de bu değerlendirmede bahis konusu
olabilir. Aksi halde, ulaşılan netice, keyfî bazı tahminlerden başka bir manâ
ifade etmez.
“Peyami
Safa-Nazım Hikmet Kavgası”
Ergun GÖZE
Ergun GÖZE
Nazımın Komünistliği iyice
deşildiği sıralardaydı, Haşim, onun hakkında çok ağır konuşuyor ve bu
vatan haininin mutlaka en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyordu. Falih
Rıfkı hem onu teskin hem de zaten yakın olmadığı -hele o
zamanlar-antikomünizmi biraz frenlemek için.
— Eh
canım uzatmayın, ne olur bir tanecikte komünist şairimiz olsa, deyince
Haşim o zeki, o acı nükteli yüz işmizazıyla cevap verdi.
— Beyefendi,
beyefendi, başınızda bir bit olsa, siz eh bir tanedir ne çıkar diye aldırış
etmezmisiniz ?
Haşim’in bu espirisi aslında Türk
Münevverinin bir kısmının gafletlerini tescilinden ibarettir.
Evet, şimdi Haşim mezarından
doğrulup ta,
— Ben
size demedim mi? Bit bittir. Bir tane de olsa yine bittir. Bakın sizin
gafletiniz yüzünden bana Fransız emperyalizminin Hacı ayvazı diye hücum etmeye
sıkılmayan Nazım Hikmet isimli bitin memleketteki sürfeleri, Moskova’da Kızıl
emperyalizmin azat kabul etmez köleliliğine kendisini adayan üstadlarının
Türkiyede hâlâ ve bütün bunlardan sonra ve bizlere kargı, müdafasını
yapıyorlar. Biti müsamaha ile karşıladınız, katlanın şimdi sürfelerine dese
haksız mı olur acaba?
Evet, Nazım Hikmet hicviyenin
tadına alışmıştı. Üstelik, bu tarz, yıkmaktan ibaret olan komünist taktikasının
başlangıcı için en güzel aletti. Her şeyi ama her şeyi yıkmak. Söverek,
küfrederek küçük düşürerek. Vurmak, kırmak, yıkmak, Nazım bu hevesle üçüncü
hicviyesini Hamdullah Suphi Tanrıöver için yazdı.
Sh:127-128
Kaynak: Ergun Göze, Peyami
Safa-Nazım Hikmet Kavgası, Yağmur Yayınevi, 1969, İstanbul
Şeyhlerden ya da dervişlerden biri Cüneyd'e
sormuş:
"Müridler üzerinde hikayelerin
(kıssaların) tesiri nedir?"
Cüneyd şu karşılığı vermiş: "Hikayeler,
müminlerin kalplerini güçlendiren İlâhî askerlerdir." Kendisine "bu
konuda delilin var mı" diye sorulunca da "evet" deyip
şu ayet-i kerîmeyi okumuş:
"Peygamberlerin haberlerinden
senin gönlünü teskin edeceğimiz her haberi (kıssayı) sana anlatıyoruz. Hûd/12,
120.
es-Serrâc, Luma, s. 210. ().
Kaynak: BEYHAKİ ,KİTÂBÜ'Z-ZÜHD,
(Kulluğu Unutmadan Yaşama Sanatı) , Çeviri: Enbiya Yıldırım, Hacegân,
Mayıs-2000, İstanbul Dipnot:429 sh: 131
Başarısız olduğum apaçık ortada.
Kalp ve ruh kelimeleriyle oldukça dalga geçmiş olmalıyım ki bir sabah
solgunlukla onların bende kalmadığını fark ettim! Kendim kadar soğuk bir şey
hayal edemiyorum.
Hiç kimseye ve hiçbir şeye değer
vermiyorum.
Hiçbir şey beklemiyorum.
Kahkaha attığımı hatırlıyorum.
Aşktan yandığımı hatırlıyorum.
İçimde yaşam kalmadı.
İçimdeki sıkıntı da olmasa benden
geriye ne kalır.
Yaşam büyük bir darbe! Ama
yaşamaya devam ediyoruz. Dünyada çekilmeyen tek şey var: kendi zavallılığını
hissetmek.
Jacques
Rigaut
"Şekilsiz Sözler"
"Şekilsiz Sözler"
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar