Print Friendly and PDF

HACI BEKTÂŞ VELİ VİLAYETNAMESİ' NDE HACI BEKTÂŞ VELİ VE AHMED YESEVİ



Hazırlayan: Abdulbakiy Gölpınarlı
O gece Sultan İbrahim, Hâtem Hatun'a yaklaştı. Tanrı kudreti, Hâtem Hatun gebe kaldı. Müddeti tamam olunca dünyaya bir oğlan geldi ki yüzü, ayın ondördüne benziyordu. Pek sevindiler, mübarek adını "Bektâş" koydular. Bu doğum hakkında rivayet çoktur. Derler ki: Gebelik müddeti bitince Hâtem Hatun, döşeğinde yatarken rüyasında, kolayca bir oğlan doğurduğunu gördü. Uyanınca baktı ki gerçekten de bir çocuk doğurmuş. Fakat ne ağrısı var, ne acısı, ne de bir damlacık kan. Sultan İbrahim de uyandı, nur topu gibi bir oğlu olduğunu gördü.
Zeyneb Hatun, memesinin Bektâş'ın ağzına verdiyse de çocuk bir türlü almadı. Altı ay geçince şahadet parmağını kaldırdı: "Eşhedü en lâ ilâhe illâllahu vahdehu lâ şerike lek ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulûhu ve eşhedü enne Aliyyeh veliyullah" dedi; Hünkâr'ın dilinden çıkan ilk söz, buydu (s. 4)
Hacı Bektâş Hünkâr bütün ömrü boyunca bir kerecik olsun, nefsinin muradım vermedi. Hiç kimsenin ayıbım görüp yüzlemedi. Abdestsiz bir an bile yere basmadı. Bir an bile ibadetten ayrılmadı (s.4).
Sultan İbrahim-al-Sânî, Hacı Bektâş'ı tahsil ettirmek istedi, bilgin bir adam aradı. Bu şehirde dediler, bilgin, üstün, keramet sahibi bir adam vardır; Türkistan’ın doksandokuzbin pirinin piri Hâce Ahmed Yesevi'nin halifelerindendir; adına Şeyh Lokmân-ı Perende derler: Bektâş'a, ancak o, hocalık edebilir, onu hoca tayin ederseniz en doğru iştir bu, Sultan İbrahim, Bektâş-ı Horasani'ye Şeyh Lokmân-ı Perende'yı hoca tayin etti. Şeyh Lokmân, Hacı Bektâş'a, bilginin evveline ait söz söylerken Hacı Bektâş, sonundan haber vermedeydi.
Bir gün, Lokmân-ı Perende, mektebe gelince gördü ki iki er gelmiş, biri, Bektâş'ın sağında oturmada, öbürü solunda; ona Kur’an öğretiyorlar. Mektep, yüzlerinin nuruyla nurlanmış. Lokmân, içeriye girer girmez bunlar, kayboluverdiler. Lokmân, bu hale şaşıp kaldı; kendi kendine acaba bunlar kimdir diyordu. Hacı Bektâş, mübarek ağzını açıp hoca dedi, biliyor musun, o iki nurlu zat kimler?
Lokmân, ama dedi, bildir, kimlerdir?
Bektâş sağımda oturan iki cihan güneşi ceddim Muhammed Mustafa idi, solumda oturan, Tanrı arslanı, inananların Emiri Murteza Ali. Biri, gelip zâhir bilgisinden, öbürü bâtın bilgisinden bahsederler. Kur'anı belletirler bana. Lokmân-ı Perende, Bektâş'ın bu sözlerini duyunca pek sevindi, gidip babası Sultan İbrahim'e anlattı. Sultan İbrahim, işitince neşelendi, tanrıya şükürler etti.
Lokmân-ı Perende, Türkistan'ın, doksandokuz bin pirlerinin pini Sultan Hâce Ahmed Yesevi'nin halifesiydi, perendelik hizmetini, ona, Muhammed-i Hanefi oğlu Ahmed Yesevi vermişti.
Lokmân-ı Perende, bir zaman, cezbeye tutulmuştu, dağlarda gezerdi. İmam Ca'fer-al-Sadık, hırkasını, Bayezid-i Bıstami’ye vermiş, Lokmân'a göndermişti. Bayezid, araya araya onu, bir dağ başında buldu, hırkayı verdi, İmam'ın selamım söyledi ve hırkayı, Lokmân'a giydirdi. Lokmân, cezbelendi, kalkıp namaza başladı, bir rik'at namazı, tamam öndört yılda kıldı; Beyazid de öndört yıl, ayakta durdu. Lokmân’ın ikinci rik’ate kalktığını görünce dayanamadı, yürüyüp gitti, İmam Ca'fer'e vardı, Lokmân'ın halini anlattı. İmam, Lokmân, ikinci rik'atı kılıp bitirinceye dek dursaydın dedi, sen de nasibini alırdın.
Lokmân-ı Perende, birgün Bektâş'a bilgi öğretirken Bektâş dedi, dışarıya çık bir ibrik su getir, abdest alayım. Bektâş, hocam dedi, bir nazar etseniz de mektebin içinden bir su çıkıp aksa, biz de dışarıdan su getirmiye muhtaç olmasak. Lokmân, bizim buna gücümüz yetmez dedi. Bektâş, el kaldırıp dua etti, Lokmân'ı Perende âmin dedi. Bektâş, elini yüzüne sürüp secdeye kapandı. Hemen mektebin ortasından güzelim bir pınar çıktı, kapıya doğru akmaya başladı. Lokmân’ı Perende, Hacı Bektâş'ın bu kerametini görünce sevinçle ya Hünkâr dedi. Bu suretle Bektâş-ı Veli’nin adı Bektâş Hünkâr kaldı. Bektâş, secdeden kalkınca, gördü ki mektebin ortasından güzelim bir pınar coşup akmada pınarın başında da susamlar bitmiş, latif çiçekler açmış. Bunu görünce tekrar secdeye vardı. Hünkâr'ın kerametini Sultan İbrahim-al-Sani'ye haber verdiler. O da neş'elendi, Tanrıya binlerce şükürler etti.
Lokmân’ı Perende, hacca gitmişti. Tavaf etti, hac törenlerini yerine getirdi, Arafat'a çıkıp vakfeye durdu. Yanındaki arkadaşlarına, bu gün arife günü, şimdi bizim evimizde bişi pişirirler dedi. Lokmân'ın bu sözü, Hünkâr'a malum oldu. Evde de gerçekten bişi pişirmedeydiler. Lokmân’ın karısına, bir tepsiye bir kaç bişi koyun da verin bana dedi. Bir tepsiye birkaç bişi koydular. Bektâş'a verdiler.
Bektâş, tepsiyi aldı, göz yumup açıncayadek Şeyh Lokmân’i Perende'ye götürüp sundu. Şeyh Lokman, bunu görünce hikmetini anladı. Arkadaşlarıyla bişiyi yedi, tepsiyi gizledi. Hac törenini bitirip Hicaz'dan döndü. Horasan'a yakın gelince bütün Nişabur halkı, Lokmân-ı perende'ye karşı çıktılar, haccın kutlu olsun dediler, mübarek ellerini öptülar. Lokmân, Hacı dedi, Bektâş'dır, gidip Bektâş'ın elini öptü, kerametlerini bir bir haber verdi. Halk da bunu duyunca Bektâş'a baş eğdi, böylece adı, Hünkâr Hacı Bektâş-al-Horasani oldu, (s.5-6)
Lokmân-ı Perende, hacdan dönünce Horasan erenleri, bir araya gelip Lokmân'a hac kutlamaya geldiler. Mektebin ortasından akan pınarı görünce biz dediler, daima buraya gelir giderdik, bu pınar yoktu. Lokmân-ı Perende, Hacı Bektâş Hünkâr'ın kerametidir bu dedi. Hacı Bektâş Hünkâr kimdir dediler. Lokmân-ı Peredne, Hacı Bektâş Hünkâr, bu azizdir dedi, Bektâş'ı gösterdi. Erenler, bu, henüz çocuk, ne münasebetle ve naşı hacı oldu dediler. Lokmân-ı Perende, Hacı Bektâş'ın kerametlerini birer birer anlattı, Kâbe'de namaz kılarken dedi, Bektâş da daima benimle namaz kılardı. Namaz bitince kaybolurdu. Erenler, bu daha küçücük çocuk, bu kerameti nereden bulmuş dediler. Hacı Bektâş Hünkâr, mübarek ağzım açıp ben dedi, Kevser sâkisi, âlemlerin rabbi Tanrının arslanı, vilâyet padişahı, mü'minler emîri Hazreti Ali'nin sırrıyım. Bizim aslanımız, neslimiz odur, bu çeşit kerametler, bize mirastır. Bizden bunun gibi kerametlerin zuhuruna şaşılmaz, çünkü Tanrı nasibidir bu.
Horasan erenleri, eğer dediler, gerçekten Şâh'in sırrıysanız onun nişanlan vardır, gösterin de görelim, tasdik edelim, inanalım. Hazreti Ali'nin bir nişanı buydu; mübarek avucunun ortasında güzel, yeşil bir beni vardı. Hazreti Hünkâr Bektâş-ı Veli, mübarek elini açıp gösterdi, baktılar ki avucunun ortasında güzelim bir yeşil ben var. Mü’minler emiri Ali'nin, mübarek alnında da güzel, yeşil bir ben vardır dediler. Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, mübarek alnını açıp gösterdi, alnında da yeşil, nurani bir ben gördüler. Hepsi de, derviş-î dervişan, eksiklik ettik diye özür dilediler, keramet da ancak böyle olur dediler, teslim oldular (s. 7)
Ahmed-i Yesevi, Horasan halkının feryadını duyunca pek sıkıldı. Bir taraftan oğlu, kâfirler elinde mahpustu, bir taraftan halk kendisine baş vurmadaydı, bir taraftan da kâfir askeri boyuna Müslümanların mallarım, mülklerini yağma etmede, canlarını yakmadaydı. Kendisi de ihtiyarlamıştı; ata binemiyordu. Askerine başbuğ yapacak birisini de bulamıyordu. Ey herkesin sırrını bilen Tanrı dedi, Adem'den Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin, hakkında "Hel etâ" sûresi inen, şanında "Lâ fetâ" denen Murtaza Ali'nin hakkıyçin, Ehl-i Beytin hürmetiyçin bana bir kulunu gönder de Müslümanlara yardım etsin.
Ahmed-i Yesevi'nin bu münacatı üzerine, Tanrı, bu hali, Hacı BektâşVeli’ye ilham etti. Hacı Bektâş, derhal Türkistan’a yürüdü. Ahmed-i Yesevi'nin dergahına vardı, eşiğine yüz sürdü, kapıda, peymançeye durdu. Şeyh de Hacı Bektâş'ı görünce mülk ıssı geldi diye pek sevindi. İçeriye alıp ağırladı. Beraberce oturdular. Bir kaç dervişle yemek yediler, tekbir edip şükreylediler. Ahmed’i Yesevi, ya Hacı Bektâş Hünkâr dedi, Tanrı, seni mülke sahip etti. Önce Bedahşan ilini fethet, kafirin kanını yere saç. Arslan gibi bir nefes oğlum var, adı Kutbeddin Hayder. Kendisine tuğ, alem verdim, kılıç kuşattım, altıbin erle Bedahşan'a gönderdim. Kâfirler, Müslümanları kırdılar, oğlumu esir ettiler, yedi yıldır hapiste. Bedahşan iline akın et, Horasan halkının öcünü al, oğlumu kurtar.
Hacı Bektâş, bu emri duyunca yeri öptü, peki dedi, ben de Behahşan iline gitmedikçe, Hayder’i âzad etmedikçe ekmek yemiyeyim, su içmiyeyim, orucumu bozmıyayım, andolsun. Ulu Tanrı yardım ederse önce Bedahşan ilini alırım, bütün kâfirleri Müslüman ederim. Bu sözleri söyleyip izin aldı, Hâce Ahmed-i Yesevi'nin elini öptü, kapıdan çıkta, gözden kayboldu. Derhal silkindi, şahin şekline girdi, kanad açıp Bedahşan iline uçtu. Tekke halkı, Hacı Bektâş'ı göremediler, nereye gittiğinden haberleri bile olmadı. Elli altmış yıldır, genç, ihtiyar, her birimiz er hizmetindeyiz, bu himmeti elde edemedik. Çorolçıplak bir abdal geldi, Şeyhimiz, hiçbirimize itibar etmedi, ona mülk ıssı dedi, oğlunu kurtarma işini bile ona verdi dediler ve Şeyh'i saymaz oldular. A kutlu bahtı olan kişi, haset, pek müşkül bir işdir; hasetten kimseye bir fayda gelmez Şeyh Ahmed'se bunlara hiç aldırış etmedi, kimseye ses çıkarmadı. Gönlünden herkes, eri bilebilir mi hiç dedi.
Hacı Bektâş, şahin şekline girip Bedahşan'a gitti. Uça uça her yanı dolaşü, gördü, gözetti. Sonucunda Kutbeddin Hayder'in nerede olduğunu anladı. Hayder bir mağarada mahpustu. Süzülüp mağaranın üstüne indi, deliğinden girip yanına gitti ve silkinip insan şekline girdi. Ağzımn yârından bir parmak aldı, Hayder'in başına sürdü, kelliği iyi oldu, saçları bitti. Zincirlerini çözdü, ona selâm verdi. Hayder, hastalığının geçtiğini, saçlarının bittiğini gücünün kuvvetinin yerine geldiğini anlayınca bu gelen kişinin er olduğunu bildi. Hemen yerinden kalkıp karşısına durdu, Hacı Bektâş, ona, gaipten kırk hurma verdi. Hayder, hurmaları yedi, terledi. Hacı Bektâş'ın selamını alıp Hızır misin sen dedi, yoksa İlyas mı? Burada kâfir korkusundan kuş uçmuyor, kolan sürünmüyor. Öyle olduğu halde sen geldin, zincirlerimi çözdün, tanrı için olsun, söyle, kimsin sen? Hacı Bektâş, adım dedi, Hacı Bektâş Hünkâr’dır. Baban Hâce Ahmed gönderdi beni. Kalk ayağa. Hayder, ya Hünkâr dedi, ayağa kalkmaya gücüm, kuvvetim yok. Yaya gidemem, yürük at gerek bana, yahut da kuş olmalıyım da uçmalıyım. Hacı Bektâş, Bismillâh deyip Hayder'i kucağına aldı, kıbleye döndü, yum gözünü dedi. Hayder, gözünü yumdu, açınca kendisini Hâce Ahmedi Yesevi'nin tekkesinde buldu.
Ahmed-i Yesevi, oğlunu görünce gözlerini öptü, yüzünü yüzüne sürdü. Hayder de babasının elini öptü. Sonra tekkenin eşiği yanına varıp peymançeye durdu, özür diledi, halini anlattı. Dervişler de, Hacı Bektâş'ın erliğini anladılar, Hacı Bektâş'a, candan muhib oldular (s. 10-11).
Hacı Bektâş-ı Velinin, Ahmed-i Yesevi'den
fahir cihazını alıp Rum ülkesine gelmesi
Doksandokuz bin Türkistan pirinin ulusu Ahmed-i Yesevi, Muhammed Hanefi soyandandır ve seyyiddik Sekizinci İmâm Aliyy-ibn-i Mûsâ-ı-Rızâ'dan icazet almıştı. Türkistan ülkesine gidip orada, Yezu şehrinde yerleşmişti. Doksandokuzbin halifesi vardı. Bu yüzden, kendisine, doksandokuzbin Türkistan pirinin ulusu derlerdi. Bilgin bir zattı ve kimse, karşısına çıkıp onunla bahse girişmezdi. Bâtın bilgisinde de ileriydi. O kadar zâhitti ki bir an bile ibâdetten geri kalmazdı. Nezir olarak ne gelirse fıkara mutfağında pişirilirdi, gelen, giden, yer içerdi. Kendisi de kaşık ve keşkül yapardı. Bir öküzü vardı, onun sırtına heybeyi koyup pazara yollardı. Bunların değerini herkes bilirdi. Kendisine lâzım olanı alan, parasını heybeğe koyardı. Birşey alıp parasını vermeyen olursa öküz, bu adamın peşini bırakmazdı. Bunu görenler, adamın aldığına karşılık para vermediğini anlarlar, adamdan alıp heybeğe korlardı. Öküz Tekkeye dönünce Şeyh, parayı alır, onunla, ne lâzımsa aldırırdı. Kerametleri pek çoktur, anlatmakla bitmez, yazmakla tükenmez, fakat biz, birazını söyliyelim:
Birgün, bazı kimseler, Ahmed-i Yesevi'ye iftira etmek, halk içinde onu utandırmak istediler. Gece yarısı, şehrin dışından bir öküz boğazladılar, sakatını, başım, ayaklarını orada bıraktılar, etini götürdüler, Tekkenin mutfağına astılar.
Sabahleyin kalkıp aramaya koyuldular. Kestikleri yere gelip işte dediler, öküzümüzü kestikleri yer. Derken bütün şehri araştırdılar, Ahmed-i Yesevi’nin Tekkesine geldiler, orayı da aramak istediler. Şeyh izin verdi, mutfağa girdiler. Baktılar ki öküz, mutfakta asılı. Tam bu sırada Hâce Ahmed-i Yesevi, tanrıya niyaz etti, Tanrı, onları köpek şekline soktu. Ete saldırdılar, bitirinceye dek yediler, ondan sonra birbirlerini paralayıp öldürdüler. Şehir halkı, bunu duyup anladılar,
Şeyh'e inançları arttı, o çeşit iftiralardan çekinmeye başladılar.
Horasan erenleri, bir toplantı yapmak, Ahmed-i Yesevi'yi de dâvet etmek istediler. Yedi er gönderdiler. Bu yedi er, turna şekline girip Türkistan’a uçtu.
Su hal. Şeyh'e malum oldu, halifelerine, Horasan erenleri dedi, bir topluluk yapacaklar; bizi dâvet için yedi er gönderdiler. Bunlar, turna şekline girdiler, tez durun onlar gelmeden biz karşı varalım. Hemen bunlar da turna şekline girdiler, Türkistan'dan kalkıp Semerkand sınırına Amû denen taşkın akarsuyun üstünde Horasan erenleriye buluştular. Horasan erenleri, Şeyh'in ayağına baş koyup siz erenlere ne malûm değil dediler, dâvete geliyoruz. Tam bu sırada Ahmed-i Yesevi, aşağıya, suya baktı. Gördü ki bir tâcir, Semerkand tarafından, bunca kumaş ve davarla gelirken Horasan tarafına geçmek için Amû suyuna girmiş. Ortasına gelince, su bunları almış, götürüyor, tacir de atından düşmüş, ey iklim erenleri ve ey ülke erleri, bizi bu sıkıntıdan kurtarın, yarısı size adak olsun diyor. Ahmed-i Yesevi, derhal havadan, vilâyet elini uzatıp o tacirin bütün malım Horasan tarafına çıkardı. Sonra erenlerle yeryüzüne inip insan şekline girdiler.
Tâcir, erenleri görünce hemen vardı, Ahmed-i Yesevi'nin ayaklarına kapandı. Bütün malını ikiye böldü, yarışım erenlere bağışladı. Hayır duasını ve himmetini alıp yola revan oldu. Şeyh o malı alıp Horasan'a vardı. Horasan erenleri de karşı çıkıp izzet ikram ettiler. Ahmed-i Yesevi'nin emriyle o mal, mecliste harcedildi. Bir zaman sohbet ve mahabet ettiler. Sonra veda edip gene Türkistan ülkesine, Tekkesine vardı. Onun bu çeşit kerametleri pek çoktur, istelen Menakıb'ında okur.
Ahmed-i Yesevi'nîn başında, bir zirâ uzunluğunda bir elif taç vardı. Bu tâç, hırka, çer ağ, sofra, âlem ve seccadeyle, Tanrı'dan Muhammed peygambere gelmişti. O da, onları erkânla Murtaza Ali'ye vermişti. İmâm Ali, İmâm Hasan'a sunmuştu, ondan İmâm Huseyn'e değmişti. İmâm Huseyn, onları Zeyn-al Abidin'e vermişti, o, oğlu İmâm Muhammed'e, o, oğlu, İmâm Ca'fer-al-Sâdık'a, o, oğlu İmâm Mûsâ-1Kâzım'a, o da oğlu, İmâm Aliyy-al-Rızâ'ya tapşırmıştı. İmâm Rızâ, onları doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu, Hâce Ahmed-i Yesevi'ye sunmuştu. Hepsi de, Şeyh'in Tekkesinde dururdu, onları, halifelerinden hiç kimseye vermemişti. Soran olursa, sahibi vardır, gelir derdi. Birisi gelip Şeyh'ten kisve giymek isterse, o varsa onu giydirirdi. Hattâ bir talip, kurban getirecek olursa onun postundan bir külah yaparlardı, onu verirdi.
Bir gün halifeler, hep toplanalım da dediler, Şeyh'ten, onları isteyelim, birimizden birisine versin. Sabah çağı, doksandokuz bin halife, sabah namazını kıldılar. Hâcenin avlusu pek genişti. Hepsi Seccade salıp yerli yerine oturdu. Ortaya da büyük bir ateş yakmışlardı. Duadan sonra Şeyh, halifelerin yüzlerine baktı, gönüllerindekini anladı. Gönlünüzde ne varsa dile getirin, söyleyin dedi. Halifeler, dileklerini söylediler. O sıralarda sadık bir muhib, darı getirmişti. Darı, meydanın bir tarafına yığılmıştı. Şeyh, kim dedi, bu darı çeçinin üstüne seccade salar, iki rik'at namaz kılar, hiç bir darı yerinden kımıldamazsa o emanetler, o adamın hakkıdır; elifi taç, kendiliğinden uçar, başına konar, hırka, eğnine gelir, çırağ uyanıp önüne dikilir, sofra, varır, yayılır, alem başının üstünde durur, seccade, altına döşenir. Zahmet çekmeyin, sahibi var onların, çıkar gelir şimdi.
Halifeler bu sözleri duyunca utançlarından, başlarını yere eğdiler, şaşırıp kaldılar. Derken bir de baktılar ki birisi, selâm verip "sabâh-el-aşk" deyip geldi, oturanları aralayıp bir yere oturdu. Bu gelen er, Hünkâr Hâcı Bektâş-ı Veli'ydi. Halifelerin, o dört alâmeti, o dört fahri, Hâce'den istedikleri, Türkistan'a, Hâce'nen tekkesine gelmişti. Hâce, Hünkâr’ın selâmım, ayağa kalkıp aldı. Onun kalktığını gören halifeler de ayağa kalktılar. Hâce, Hünkâr'ı yanına aldı ve halifelere dönüp işte dedi, emanetlerin sahibi geldi. Sonra ey Horasanlı Bektâş dedi, Hacı Bektâş'ı huzuruna çağırdı. Hünkâr, ayağa kalktı, seccadeyi eline aldı, darı çeçinin yanına vardı, Bismillâh ve billâh deyip seccadeyi yaydı, üstüne çıkıp iki rik'at namaz kıldı, bir tek darı tanesi bile yerinden kımıldamadı.
Namazı kıldıktan sonra geçti, yerine oturdu. Elifî taç, yerinden kalktı, uçarak geldi, Bektâş'ın başına geçti. Bunu gören halifeler, birden salavat getirdiler. Hırka da havalanıp sırtına kondu. Çırağ, durduğu yerden kalkıp uyandı, önünde durdu. Peygamber'in sancağı da durduğu yerden kopup Hünkâr'ın başı ucuna dikildi, seccade kalkıp altına döşendi. Halifeler bu halleri görünce eyvah dediler, bu çeşit kuvvetli er, burada kalırsa demimiz oynamaz artık. Ahmed-i Yesevi, hatırlarından geçeni anladı.
Hacı Bektâş, o emanetleri, Ahmed-i Yesevi'ye sundu. Hâce, erkâna uygun olarak Hünkâr'ı teraş etti, emanetleri verdi, icazetini teslim etti, ya Bektâş dedi, tam olarak nasibini aldın. Müjde olsun ki kutb-al aktâblık, şenindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiyedek bizimdi, bundan sonra senindir. Biz, bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, âhirete gideriz. Var, sen
Rûm'a saldık, Sulucakarahöyük'ü sana yurt verdik, Rûm abdallarına seni baş yaptık. Rûm'da gerçekler, budalalar, serhoşlar çoktur, artık hiç bir yerde eğlenme, hemen yürü.
Hacı Bektâş-ı Veli, ertesi gün, gün doğarken Hâce Ahmedi Yesevi'den izin alıp yola düştü. Orada bulunan erenlerden biri, ortada yanan ateşten bir odun alıp Rûm ülkesine doğru attı, Rûm’daki erenler ve gerçeklerden biri, bu odunu tutsun, Türkistan erenlereninin, Rûm'a er gönderdikleri, erenlere malûm olsun dedi. O odun, dut ağacıydı, Konya'da, Emir Cem Sultan'ın hâlifesi Hak Ahmet Sultan, dutu, Hacı Bektâş Tekkesinin önüne dikti. O ağaç hâlâ durur, yukarı ucu, yanıktır.
Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, Türkistan'dan Rûm ülkesine hareket edince önce hacca niyet etti. Yolda çöl içinde tenhaca giderken, arslanların sığındıkları bir yere vardı. Oraya korkudan insanlar, adım basamazlardı. Hünkâr oraya varınca iki arslan, Hünkâr’a doğru saldırdı. Yakınına geldikleri vakit Hünkâr, başlarından kuyruklarına kadar, iki eliyle ikisini de sağızladı, ikisi de taş oldu.
Öbür arslanlar, bunu görünce yüzlerini yere sürüp yalanmıya başladılar. O iki arslanın taş olduğu yer Kürdistan'a yakındır, oralardan geçenler görürler.
Hünkâr, Kürdistan'da bir kavmin içinde bir müddet eğleşti. Orada, bir bacının, doğan oğlanım oğul edindi. O ilde, birçok kerametler gösterdi. Anlatılsa söz uzar (s. 14-67)
Sh:201-212
Kaynak: Dr.  Ömer ULUÇAY, HOCA AHMED YESEVİ, 1. Baskı: Kasım 1995, Adana

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar