Print Friendly and PDF

HAKİKAT İKLİMİNDEN




İslâmî dönemlerde dinler arasında en köklü ve aynı zamanda en yumuşak manevî birlik kuruldu. Hakikatin nesnelerde (a’yân), çeşitli bedenlerde (kâlıb) ve değişik örneklerde tecellisinin külliyetiyle ilgili kavramlar, bu toprakların arifleri ve tarikat şeyhleri tarafından açıklandı. Nitekim bunların en büyüklerinden biri olan Hâfız şöyle buyurmaktadır:
İrfanın efendisi ve Farsça Kur’an’ın şairi Mevlânâ da şöyle demektedir:
Sh: 149
**
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala da kendisini göğün ve yerin ‘nur’u olarak isimlendirmektedir. Bütün âlem, Allah’ın nurunun tecellisidir. Nihayet âlemin zuhur etmesi, O’nun nurundan başka bir şey değildir. Şeyh Mahmud Şebisterî, bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Âlem, Hakk’ın, kendi nuru vasıtasıyla kendisine tecelli etmesinden başka bir şey değildir. Kâinatın güzelliği de işte ilahı nurun bu tecellisinin sonucudur:
Sh:150
**
Bu, büyük ariflerin en güzel izahlarla sözünü ettikleri ‘suret’ ile ‘mânâ’ arasındaki farklılıktır. Bu hakikat, insanların günlük hayatında ve birbirleriyle ilişki tarzlarında tezahür etmektedir. Sözkonusu âlemin gerçeklikleri, görünümleriyle sınırlı nesneler ve o gerçekliklerin sureti değildir sadece. Her suretin bir mânâsı; her ’dış’ın bir ‘iç’i; her tecelli yerinin de bir menşei ve
zuhur edeni vardır. Suret, zuhurun zorunlu sonucu olmakla birlikte, her şeyin hakikati, onun mânâsını kavramanın gereğidir. Marifetin ve saadete ulaşmanın gereği, suretten mânâya seyirdir:
Nitekim Mevlânâ şöyle buyurmuştur:
Bu, zahir ile bâtını birbirinden ayırmaktır. Her gerçekliğin bir zâhiri, bir de bâtını vardır ve sırf zâhiri bilmekle hakikatin tamamı anlaşılamaz. Mutlak hakikat, zuhur eden bâtındır. Fakat ehl-i basiret açısından zuhur, bâtının dışında bir şey değildir ve hem zâhir, hem de bâtın âlemini kapsayan geniş bir gerçek varlıktır.
..
İslam inancının temeli olan tevhid ilkesi, büyük şahsiyetler tarafından şöyle ifade edilmiştir:
Sh:151-152
**
Genel olarak, uyanık bir göze görünen tabiatın tecelli yerleri, onları Yaratanı, yani Allah’ın celal ve cemalini hatırlatmaktadır. Nitekim Sa’dî de şöyle buyurmuştur:
Bütün bunlar, varlığın kapısı ve duvarı üzerindeki şaşırtıcı nakıştır, Kim Seni düşünmezse duvar üzerindeki nakış gibidir, silinir gider. Dağ, deniz ve ağaçlar; hepsi teşbih halindedir,
**
Sh: 154
**
**
Bütün bunlar, âlem-i kuds’ün kuşu olan insan ruhunu maddî dünyanın darlığında hapse atmakta ve zincire vurmaktadır. İnsanın yapısında ilâhî nurdan bir kıvılcım gizlidir. Bu nedenle görevi, varlığının üzerindeki nefsanî katmanın külünü temizlemek, bir kenara çekmek ve o kıvılcımın yardımıyla bütün varlığım tutuşturmaktır. Böylelikle onun ışığında özgürleşebilecek ve âdeta bir mesih gibi, başkalarının gizli ruhunu da canlandırıp uyandırabilecektir:
Sh:157
**
Nitekim hüsn-i İlahî ekolünün büyüklerinden biri olan Rûzbihân-ı Baklî Şîrâzî şöyle buyurmaktadır:
“Vücudu daha latîf, cismi daha zarif, canı daha şerif ve nefsi daha nefîs olan kimsenin, cevherinden doğan görünüşünde o madenin nuru (Peygamberî Cemal) daha zahirdir. Beğenilen herşeyde o hüsn’ün tesiri vardır. Çünkü kâinatın her bir zerresi, Hakk’ın fiilinden kaynaklanan bir cana sahiptir. Onda, mahsusen beğenilen şeylerdeki tecelli-i Zât ve sıfatlar nimetine mübaşir olan bir taraf ve Hakk’tan başkasını görmeyen bir göz vardır. Cemal madenine ne kadar yaklaşırsa aşk ahdine de o kadar yakınlaşmış olur. Akıl cennetinin çayırındaki aslan ve fazilet dağındaki avcının -salavatların en faziletlisi ve tahiyyatların en kâmili onun üzerine olsun-, aşkın tazeliğinden dolayı, Ma’şûkun nezdindeki bahçelere ne kadar yeni gelmiş olursa olsun, onu süratle öptüğünü ve alnına koyduğunu görmezsin. Onu öpmek, aşkın şehvetinden kaynaklanan kadim bir fiilin ruhla mübaşereti; alna koymak ise yakının da yakınını istemek anlamına gelmektedir. Gözün, gözden başka hazzı yoktur. Çünkü gözle, o kaynaktan o gözü görür. Zira göze, canın penceresi olma vazifesi yüklenmiştir. Ruh, bu pencereden mülk âlemini seyreder.”
Sh: 158-159
Kaynak: Seyyid Hüseyin Nasr, Makaleler, Türkçesi: Şahabeddin Yalçın Şubat -1995, İstanbul


Vesvese: şüphe, tereddüt, kuruntu, vehim, aslı olmayan ihtimaller.
Vesvesenin artışa neden olan hususlarla ilgili olarak insanın bilgi artımı yanında elde ettiği kemalin zayıflığından çıkan çatlaklar üzerinde durmaya çalışacağız.
Bir kişi ahlakî açıdan kendinde kemal derece oluşturamamışsa, bilgi düzeyinde kazandığı/artırdığı bilginin kaprisi/egosu, onu bir yâra ötelemeye başlarken yanında bulundurduğu diğer değerlerini de kaybetmemek için, sürekli kendini yalnızlığa iterek savunmasız bırakır. [intihar vakalarının çıktığı nokta]
Yalnızlık ileri dereceye ulaşınca, oluşturduğu dünyasında, hareketlerinde, korkunun verdiği tedirginlik ve kaybetme ile olan üzüntü karşısında, son veremeyeceği hafakanlar rahatsız etmeye başlar. Şeytan, uzmanlaşıp meleklere üstad olduğu halde, kapıldığı itibarsızlık korkusu ve yaptığı önermeler, onu vesvese girdabına düşürmüş, ikincil olmayı kabullenmekte zorlanmıştır. Eğer kendi açısından kolay olan bir hareketi secde ile neticelendirse idi, bugünkü ortamların oluşmasına da engel olurdu. [Takdiri Hudâ, yardım gelmemiştir] Bu durum için takdir veya kader denilse de olayın gizemli tarafında vesevese protokolleri oluşmuş ve yönlendirme ile yeni bir hayat başlamış, devamında çokça bulunması gereken etkenlerden biri olmuştur.
Vesvese rüzgârlarına kapılmadığını iddia eden kişi yalan söylüyor denilebilir. Bu halden korunmak, Kurân-ı Kerim’in son iki süresinde emir olarak Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize verilmişse, ümmeti merhumenin de bu olgudan azâde olması düşünülemez.
Vesvesenin, bilginin varlığında bir payı oluşu ve âlim sıfatına haiz olanlarda daha fazla olması yanında ilimleri sayesinde bunu atlattıklarını bilmeniz gerekir. Bilgi bazen vesvesenin kendisidir denilecek görünüm arzedebilir. Eğer bilgide bir karşılık bulunmasaydı, vesvese de kendini palazlandıramazdı.
Vesvesenin etkisinden kurtuluş diye bir husus yoktur. Vesvese herkeste vardır. Tekrarlanır. Dindar veya dinsiz, zengin veya fakir ayrımı ile bu konu geçiştirilemez. Belki zayıflık gösteren hususlara sahip olanlar daha az vesveseye sebep olurken, artı değerlerin vesveseyi çeken durumları vardır. [Zayıfın kaybedeceği sayı olarak azdır.]
Bilginin vesveseyi nasıl artırdığına bir örnek verelim.
Adamın biri hocaya gider, kendisine bir korku muskası yaptırır. Hoca ona “bunu ağaç altına gömeceksin fakat, kara tavuk aklına gelmeyecek” der. Adam bir türlü karatavuk aklına gelmeden gömme işini başaramaz. Döner hocaya gelir, der ki: “kara tavuk aklıma gelmeyecekti neden söyledin” Burada ki durum, yapılacak ritüelin kolay olarak elde edilememesi veya olmaması gerektiği yönünde bir meyil ile kolay işi zora çevirmektir. [Yapılması istenilmemektedir.]  Bazı dinsizler bu düşünceden çıkarak derler ki, Allah Teâlâ haramları belirlemeseydi, biz daha rahat olmaz mı idik. Haramlar bizim tarafımızdan tesbit edilseydi, sorumluk bizde bize kalır daha mutlu olurduk. Sınırlanmak bizi yoruyor, huzursuz oluyoruz.
Bilginin artışı, vesveseyi panikleterek insanı huzursuz edişi bu yöndedir. Tecrübeli kişilerin veya kemâl ehlinin kat ettiği yüksek mertebeler ile kazandığı birçok meziyet aslında vesvese karşısında kazandığı kuvvet iledir. Vesvese onu sürekli yıpratırken onlar bir adım ötesine doğru düşerek/düşünerek kendini koruma altına almıştır. Neden niçin nasıl demek ile bulduğu karşılıkları yine kendi varlığının “yokluk/hiçlik” ile sonlandırarak, vesveseyi oluştuğu yerde boğmuş bir ileri seviyeye geçmiştir. Sonuçta vesvese anında, kendi içerisinde çözülmelidir.
Düşünceden fiile geçmeyen her hususta insanlar sorumlu tutulmadığına göre kendini sorumlu tutarak vicdan azabı yapmanın durumu ise, güven merkezli inanç şablonunu/elbisesini kendimize uyduramadığımızdan veya öğretilmediğimizden midir? Bir çocuk eğer sade sevgi ile yetiştirilirse veya tersi şiddet ile kimlik yapısında noksanlık oluşmasına benzer bir noksanlık hayat boyu geri dönülmez hasar oluşturmaktadır. Korku ve ümit arasında olmanın sözde anlatımı kolaydır. Fakat zamanımızda, tedavi edici  düzeyde bir fiiliyat oluşturulamamaktadır.
Mesela: tevbe mevzusunda sürekli yapılan hatalarımız vardır. Tevbe etmenin çıkmaz sokağa çıkışı, birde pişmanlık ezginliği. Günahkar olmuş ve karşılığında had gereken hususta bedelini ödemiş birisinin, geri dönüşümünde engelleri kaldırmamakta ısrarcı olan bir ahlak yapısı günümüzde hala bulunmaktadır.
Düşüncemizde temel esas şu değil midir?
Allah Teâlâ büyüktür, kul ise adı anılmayacak kadar küçüktür.
Namaz kılmayan biri, bir zaman sonra tevbe ediyor, ve namaza başlıyor. Etrafındakiler, “kaza namazlarını kılıyor musun” “onlardan da hesap vereceksin”, diyorlar.  Namaza yeni başlamış bu kişiyi bir vesvese alıyor, ne yapmalı, geride kalanları nasıl halletmeli?. Aslında tevbe eden birinin kazası diye bir şey yoktur. [Namaz kazası, kıyas hükümleri ile çıkarılmış hüküm] Yeter ki ölüm yaklaşmadan bir şekilde Allah Teâlâ’yı kalben kabullenip tevbeye kavuşmuş olmaktır. Bu fırsatı bulmanın/ihsanın karşısında, Allah Teâlâ büyüklüğünü nasıl göstermesi beklenir ki?
Affedici olarak bulmak değil mi?
[Allah Teâlâ,  kul hakları hususunda, iki kulun arasına girmez. Bir alışverişleri varsa kendilerinin çözmesini esas kılmıştır. Kıyamette mağdur olan kuluna dilerse yardım eder, dilerse etmez.]
Bu vesvese paniğine düşmüş kişiye yapılan kötülükler, bilgisi fazla olan kişilerin baskıcı talepleridir. Dün geldi, bizim seviyemize kavuştu, olmaz/olamaz.  Bunun sebebi yetişmeye bağlıdır. Etrafınıza bakarsanız şunu da çok iyi müşahede edersiniz. Baskı ile çocuklarına din eğitimi veren kesim, genellikle bilgi ve kültür seviyesi alt tabakadır. Seviye arttıkça bu durumda bir azalma kendiliğinden oluşur.  Çünkü Allah Teâlâ’yı tanıyan bilgi arttıkça ve ona yaklaştıkça bu baskı ister istemez azalır. Azalma sebebi vesvese artışındaki durulma ile de alakalıdır. Vesvese azalması ile korkuda düşme başlar. Daha yumuşak ve mutedil düşünceler artar. Yerleşim yerlerindeki, varoşlardan ve dışarı semtlerden içeri doğru bir yumuşama görülmesi bu seviye ile alakalıdır. Ancak zamanla dıştan içe doğru azalmadaki bu değişimdeki bir başka sorun hissin artışına sebep olur. Bu ise insanın sonsuz isteklerindeki kavuşma arzusunun kilitlenme noktasıdır. Beklentilerin bitiği yer, içler olurken, dış tarafta kalanların ulaşması gereken birçok meseleleri vardır. İçeride oluşan tatminsizliğin kaosu ise içte çürüme yıkım olarak geri döner. Dışın baskısı ve azmiyle, zenginleşmeye başlayan dış kültür iç tarafı yıkmaya içi dışa çevirmeye başlar. Devran dönüşür, insanların ikileme dönen dünyevi hayatları düzeltmekten çıkıp yıkılmaya başlar.
Sözün buraya ötelenişindeki hadise vesvesenin temelindeki atılan harcın kalitesindeki karışımdır. İnsanın unutkan oluşu bir kaide olsa da, bu kastî olarak görmemezlikle alakalıdır. Hangi birimiz, en iyi ve en kötü hatıraları silmekte başarılı olabildik ki. Kısır döngü içerisinde tekrarladığımız binlerce hadise arada bir filizlenip tekrar ağaç olmak için yarışıyor.
Çözüm için ne yapmalıyız.
Vesveseyi yenemeyen birçok insanın kurtuluş için iki çaresi oluşur. Ya ilaca mahkum olacak, ya da karşısına onun bildiği/bilmediğini bilen bir kâmil insana kavuşacaktır. Eğer bu buluşma [her iki yönden biri olarak]  gerçekleşmez ise vesvese insanı yıkıp bitirecek veya huzursuz ederek ölüme yönelecektir. Eğer ilk vahiy gelişinde Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, sevgili hanımı Hz. Hatice radıya'llâhu anh annemiz olmasa idi,  vehmin girdabında yaralanıp uzun bir süre kalacağı kesin gibiydi. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme doğru ve hakikat olan bir bilgi geldiği halde kendini ancak dışarıdan gelen bir destek ile kısa zamanda kurtarabilmiştir. Bu bir kaçınılmaz olgudur. Bunun izahı, insan ne kadar bilgili olursa olsun, enaniyete düşmemeli ve nefsine kadem basıp içini ufalayan, kendini rahatsız eden husus hakkında bir dosta dayanıp çare aramalıdır.
Dost bulmak meselesi
Burada asıl olan sıkıntımızı hiçbir zaman kendi cinsimiz ile tam çözemeyişimizdir. Bir erkeğin, [Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz dahi muhtaç olduğu husus] gibi iyi bir eş bulursa, dost bulma işinde büyük mesafe almış demektir. Kadın ise bu konuda aynı şansa sahiptir. Fakat günümüz itibarıyla uyumlu eşe sahip olmayan kadınlar sayısı artmaktadır.
O zaman kadınlarımız için en akılcı çözümü kendilerini yetiştirmeleri ve  kültür seviyelerini artırmalarıdır. Bu yetersiz kalırsa, his dünyasının verilerine tabi olup, bir mürşid-i dânâ’ya kavuşmasıdır ki, burada şansın rolü çok büyüktür.
Tanınmış ruh hekimlerinden Prof. Dr. Ayhan Songar’ın bir tespitini burada hatırlayalım.
[Bir mezuniyet gününde öğrencilerine yaptığı bir sohbette şunları söylüyor:
“Birbirine gerçek dost iki kadın gördünüz mü?
Ben görmedim. Her kadın bütün diğer kadınları kendine rakip görür ve (bilerek veya bilmeyerek) hepsinden nefret eder.
Bu, kadınlığın tabiatında vardır.
Erkeklerde ise, bu rekabet hissi, daha çok meslektaşlar çevresine inhisar etmektedir. Daima kendi yapamadığımızı yapana hasetle bakar, ondan nefret eder, onu küçültmek isteriz.”] [1]
“ Bir kadın kadınlardan çektiğini erkeklerden hiçbir zaman çekmemiştir”
[Pakize Suda [2] kadınlar yani hemcinsleri üzerine yaptığı tespitlerde şunları söyler:
“Bütün kadınlar birbirlerini rakip olarak görürler.
Birbirlerini kıskanmaları için aynı meslekten olmalarıyla da menfaatlerinin çatışması falan şart değildir.
Ortalıkta kendilerinden başka kadınların da dolaşıyor olması, kıskanmaları için yeterli bir sebeptir.
Yolu kadınların görev yaptığı bir yere, örneğin bir banka şubesine düşen bir kadın, gördüğü muameleden bunu şıp diye anlayabilir.”
“Bütün kadınların mutlaka koşulacak şartları vardır. “Seninle evlenirim ama…”, “dediğini yaparım ama…” [3]
Sonuç olarak; vesvese konusu düşünceyi, fiiliyatı her şeyi etkileyerek hayatımızı sürekli değiştiren özelliği ile bir doping malzemesi olduğu gibi yıkım sebebi de olabilmektedir.
Tavsiyemiz içinizi meşgul eden hususları uygun kişilerle paylaşmak kendiniz için bir zaman kaybını önlemektir. Eğer bu konuda geç kalıp çözümünü kendimiz bulmaya çalıştığımız müddetçe çok başarılı olacağımız kesin görünmüyor.
Allah Teâlâ Kurân-ı Kerim’de bu mevzuya dikkat çeker.
“Mü'minlerin, şehirlerini, yurtlarını tamamen terk etmeleri, düzenlerini bozup dağılmaları, topyekün savaşa gitmeleri doğru değildir. Ülkelerinde devam ettirdikleri eğitimin yanında, mü'minlerin her kesiminden bir grup, dinde, ilimde ve teknikte, geniş ve derin bilgi elde etmek, anlayışlarını geliştirmek, kendi toplumlarına döndüklerinde, onları bilgilendirmek, uyarmak niyetiyle ilim tahsil etmek ve ilmî toplantılara katılmak için yeryüzündeki gelişmiş ilim merkezlerine gitmelidirler. Umulur ki, uyanık ve dikkatli davranarak kendilerini koruma imkânı kazanırlar.” (Tevbe,122- Ahmet Tekin Meali)
Ey Allah Teâlâ’m yalnız kalan kullarına acımanı onlara bilmedikleri yerden yardımlar göndermeni niyaz ederiz.

--------------
[1] ÇOŞKUN, Ahmet, Sohbetler, Hatıralar, İst, 1982, s. 61
[2] Pakize Suda (d. 1952 İzmir), Türk köşe yazarıdır.
[3] [Kadın, bir erkekle evlilik yaptığı zaman bazı meşru şartlar koşabilir. Eğer bu şartları koca kabul ederek evlenmişse, bunlara riayet etmek zorundadır. Bazı erkekler “Bunu şimdi kabul edeyim, sonra benim dediğim olur” düşüncesi ile daha önceden kabul ettikleri şartları hiçe saymak istemişlerdir. Hz. Ömer radiyallâhü anh devrinde bir kadın, evlenirken evinden çıkmama şartını erkeğe koşar. O da bunu kabul ederek evlenir. Sonra bu şartı ihlal etmek isteyince Hz. Ömer “Şart kadının hakkıdır” diyerek kadının haklı olduğunu belirtir.” ] (SAVAŞ, 1996), s.136 Havva’nın Kızları-İhramcizade

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar