Print Friendly and PDF

HANCI

Bunlarada Bakarsınız




Fikir ve îman hayâtımıza müstesnâ eserler kazan­dırmış olan Muhterem Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin gönül coşkunluğunu ve iç dünyâsının zenginliğini büyük bir şiiriyetle dile getiren bu kitap, onun 1938 senesinde başlayan yazı hayâtının cemiyete, fikrî meselelere ve Türk târihine vukufla eğildiği devrele­rindeki eserlerinden ziyâde îmânını bir duygu meşheri hâlinde büyük bir şevkle dile getirdiği ilk eserlerinin bir halkası gibidir.
Müslüman Türk olmanın verdiği mesûliyetle ömrü boyunca bir cihat şuuru içinde fasılasız otuzu aşkın eser veren, hizmeti dağlar misâli olan Ayverdi “Hancı” ile bizi yolun başındaki Sâmiha Ayverdi’ye götürmek­te, sanki: “Elime verilen kalemle elimden geleni yap­tım; ama işte ben gene buyum, gene aşkı ve şevki taptâze olanım” demektedir.
Yazdığı her kelime için pâyansız minnet ve şükran...
Ilhan AYVERDİ
Sayfa altındaki herhangi bir sayıyı tefe’ül ederek tıklayın. Muhakkak gönlünüze işaret ve ilham eden bir ışık bulacaksınız. (hzl)
-----------------
Handır bu gönlüm, yâ misâfirhâne...
Dert konuklar, derman konuklar, hayal konuklar, melâl konuklar; mümkün konuklar; muhal konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan.
Handır bu gönlüm, yıkık, dökük...
Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, câhil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan..
**
Bu salıncakta kolan vurmaktan vazgeçelim mi?
 diyorsun. İstersen geçelim.
Başım mı döndü?
 Dizlerim mi yoruldu?
 Kollarım mı kesildi?
 Dermansız, tâkatsiz, halsiz mi düştüm?
Hayır hiçbiri değil. Seninle hayat salıncağında uçarcasına sallanmayı göze almanın heyecânı, ıztırâbı, korkusu o mertebe büyüktür ki ölümle ikizdir, beraberdir.
İşte ben de bu hayat kavsini, ölümle dirim arasın­da bir uçtan bir uca uçarken, başım birinin zirvesin­den ötekinin şâhikasına değer durur.
Hayat hızla sürünüp geçerken bir ses:
öl, der. Çabuk öl!
Ölümün kucağına atıldığım zaman ise gene, o ses, hem de telâşlı, hem de sanki bir daha dirilmeyecekmiş gibi, korkulu ve üzgün, tâ cân evime bâsübâdelmevt kadehini dayar.
**
Kimsin?
 diye sordular.
Bu dünyâda işi bitenim!
 dedim.
Öyle de neden sefere çıkmazsın?
 dediler.
İşi bitmemiş olanlara yoldaşlık etmem murattır, dedim.
Senin için mürit diyenler de, murat diyenler de var, hangi sisin sen?
 dediler.
İşte buna gülesim geldi Yesriblim!
 Kâh mürîdin, kâh murâdın olduğumu onlara söyler miyim hiç?

**
Sen ateşperestsin, dediler
Belî. Semenderle yek-murâdım, dedim.
Sen Mecûsîsin, dediler.
Belî. Gönlümdeki ateşe taparım, dedim.
Seninçün putperesttir diyenler de var, dediler.
inkâra sebep ne?
 îmânım sana gönül verip ben­den kaçalı kâfirim artık, dedim.
Sen Mezâmir okuyup ağlarmışsın, dediler.
Ah, ağlarım elbet. Dâvud da bir vakitler benim için göz yaşı dökmüştü, dedim.
Duyduk ki, hep Mûsâ’dan yana çıkarmışsın, dedi­ler.
Nasıl çıkmam?
 Fir’avn’a karşı koyarken benimle meşveret etmişti, dedim.
Hilâf değil bu söz...
 sen tersâsın, dediler.
Belî, belî. Mesîhâ ile ilişiğim ezelîdir, dedim.
Seni müselman tutanlar da eksik değil...
 dediler.
Hem de ne doğru. Muvahhidim ben. Bu cihanda seni birlemekten gayri ne kârım var Allah’ım, dedim.
**
Muratsız değilim, müritlerdenim Vermezsen dileğim, göz yum çalayım. Dediğim dediktir, ister de isterim Bırak da yolunda harâmî olayım,
İzimi bulamaz yâr da ağyar da Kellesi koltuğunda şehitlerdenim.
**
Onu ne zaman tanıdın?
 dediler. Dünyâya gelme den çok evvel, dünya henüz şekillenip sûret bağlamadan, dedim.
**
Ne mutlu sana ki Kadir Gecesi dünyâya gelmiş­sin, diyorlar.
Onlara nasıl söyleyebilirim ki, seni ilk gördüğüm gün benim için Kadir Gecesi olduğunu...
Evet, o gün bu gün, seninle geçen her günüm, her saat Kadir nurları ile ışıklıdır. Bunu da bilen bilir, ammâ bilen de âşikâr etmez, sâdece yaşar vesselâm...

**
Kapını aç, kapını aç.. Sana geldim, kapını aç...
Bu dünyâdan o dünyâdan, aldım boyum ölçüsü­nü...
Ezel ebed arasında, nice eyyam gezip tozdum...
Sığamadım dü âleme, sana geldim, kapını aç...
Yoldaşım var, çift kişiyim, günah benden hiç ay­rılmaz...
Tek değilsem n’olur sanki?
 Yer gök sığmış o kapı­ya...
Bizi de al, kapını aç, kapını aç, kapını aç...

**
Bir an oldu gene de gittin. Amma o zaman, bu zaman, hayâlin bende rehindir. Sen gelinceye kadar, yemîn ettim bırakmam.
Kande isen tez gel...
 gel de hayâline izin verip, seni onun yerine oturtayım. Oturtayım da gene başı­ma geleceklere râzı, sen söyle ben dinleyeyim.
Söyle fermanlım, söyle...
 bana gene, duymak is­tediklerimi de, istemediklerimi de, dudaklarını kulağı­ma yaklaştırıp bir bir söyle, bekliyorum.
**
Bir daha bana: Ne yârdan ne serden...
 deme. Yârim de sensin, serim de öyle...

**
Alın yazım, alın yazım!
 Yeşim yeşim yeşerip de çemen olsan, gene seni tanırım.
Alın yazım, alın yazım!
 Tâne tâne yağmur olup döküisen de gene seni tanırım.
Alın yazım, alın yazım!
 Saklansan da gizlensen de, renk renk kaftan, boy boy hil’at giyinsen de, vallah billâh gene seni, ben tanırım, ben tanırım!
Alın yazım, alın yazım!
 Yaylalarda yaylasan da, cihan cihan dolansan da, elbet seni ben tanırım, ben tanırım!
Kâh kitapsın meşk eylenen. Kâh insansın aşk bekleyen. Kâhi zaman bir tas zehir, kâhi sagîr, kâhi kebîr.
Kâh yürekte bir kanlı ok. Kâh cefâya bir gözü tok. Kâh perende, kâhi tuzak...
 Kâh muhteşem, kâh unufak. Memnû meyve, zâf-ı derûn.
Alın yazım, alın yazım!
 Kâh sevilen, kâhi seven. Kâh öldüren, kâhi ölen. Kâh yakılan, kâhi yanan, her ne olsan ben tanırım, ben tanırım!

**
Ben devletten ayrıldım...
 Ben izzetten ayrıldım; yer gök ağlamış çok mu?
 Devletlimden ayrıldım.
Zaman zaman içindeydi, ben zaman m içinde, ye­rin göğün bilmediği devran benim içimde.
O devrandan ayrıldım. O zamandan ayrıldım; yansa cihan ateşe, ben cihandan ayrıldım.
Gönül gönül içindeydi, ben gönülün içinde, ins ü cinnin bilmediği hicran benim içimde.
Ben yerimden ayrıldım, ben yurdumdan ayrıldım. Yansa cihan ateşe, uş, ben senden ayrıldım.
**
Kâh meltemlerle harelenen sular gibi ürperip, du­dak değdirecek kıyı ararım.
Kâh fırtınalarla yeri göğü koparan dalga olup, di­dikleyecek sâhil ararım.
Kâh ocağından kaçan kıvılcım olur, ateşleyecek zemin ararım.
Kâh bağrı deşilmiş yanardağlara döner, kol ata­cak yıldız ararım.
Bâzen gizliden gizli olur, bâzen âşikârdan âşikâre çıkarım.
Yüzünü gözünü yerlere süren sular gibi yeksân olsam da, gökleri e i ele dolaşan bulutlar gibi kat kat, boy boy yükselsem de, her zaman vurgun, her zaman başı dumanlı olduğumu nasıl inkâr edeyim?

**
Ey yaran!
 Biliniz ki kâh şehir olurum. Kâh harâbe. Kâh hazîne olurum. Kâh vîrâne.
Ben Nuh’un gemisine de bindim. Ben Süleyma­n’ın tahtına da çıktım. ÂsaFla cinlerin, Hâman’la, Âsiye’nin yollarında durdum. Züleyhâ ile Yûsuf’un muâşakalarını gördüm. Belki hem Yûsuf hem Züleyhâ oldum.
Kâh yanan, kâh yakılan; kâh asılan, kâh kesilen; kâh sevilip, kâh tekmelenen neden ben olmayayım?
 Tahtım var, askerim var. Bir kurulmuş devletim var...
 Ama, geceleri sur kapısından çıkıp dilenen neden ben olmayayım?
Kâh dopdolu bir kadeh, kâh kadehleriyle sabahla­yan bir sarhoş, kâh ümmî, kâh âlim, kâh kuzgun, kâh şâhin...
 Hem kılıç hem kalkan, hem Dârâ hem İsken­der, hem zillet hem saltanat, hem şâhika hem uçu­rum, neden ben olmayayım?
Acep ben, ezel denizinde kâh kabaran kâh yatı­şan bir dalga mıyım ki, asırdan aşıra yuvarlana yuvarlana bugüne geldim. Bugünden de yarına doğru geçip gitmekteyim?
Yolun neresindeyim, demiyorum. Başlamamış ve bitmeyecek olan bir yolun her noktası bir baş ve son değil de nedir?


**
Ey tövbesini bozan, yemînini unutan, mezhebin­den dönen, geçmişini silen, geleceğine baş çeviren adam. Yoksa, senin de adımların onun yoluna mı düştü?
Ey adını unutan, bildiğini şaşan, dili tutulan, canı hulkûma gelen adam!
 Yoksa, gözüne görünmüş olan­la, sen de mi yüz yüze geldin?
Ey yolunu şaşıran, evini unutan, yaşını başını bil­meyen, sayıyı hesâbı, mîzânı yekûnu yağmaya veren mecnun adam!
Acaba sen de mi zamânın katiline rastladın, sen de mi iki cihânı kalbinden vuran o insafsızın eline dü­şüp böyle mekânsız, duraksız, kararsız oldun?
Şayet öyle ise İtiraf et de, seninle haldaş, sırdaş, yoldaş olalım.
**
Fecrin dudağı, yıldızları üfleyi üfleyi söndürse, zamânın ayağı, yılları çiğneyi çiğneyi geçip yürüse, say­van sayvan bulutlar kat kat olup dürülse, bükülse, göz göz olmuş yürekler çileyi çileyi sızlayıp inlese...
 De­nizler tutuşup odlara yansa, dağlar ters dönüp taklalar atsa, cennetle cehennem sulh etse barışsa...
Yazılmaz bozulmaz derdimden, kim ne bilir, ne söylerse esselâ!

**
Akşam oldu. Yüreğim, varını yoğunu müsrifçe harcayan bir bahar kadar gamsız, seni bekliyor. Nerde kaldın?
 Nerdesin, ey gönüller fırtınası?
Yaz meltemleriyle tatlı tatlı çırpınan bir perde gibi, yüreğimin açık duran penceresinde, halecan ve ümit­le kabarıp taşarak seni bekliyorum. Nerde kaldın, ner­desin?
 Es!
.. Gizlendiğin yerden çık artık, ey gönüller fırtınası!
Evvelce nasıl, ne diye geldin?
 Geldin de azamet ve haşmetinle uğuldar olup, bu câhil yüreği, gömülü olduğu alaca karanlıktan çıkardın, göz kamaştırıcı sırlarınla yüz yüze getirdin, sonra da kaçtın, günlerin gecelerin ardına saklandın, ey zâlim rüzgâr, ey gönül­ler fırtınası!
Akşam basıyor. Karanlıktan da aydınlıktan da uzak olan bu kişmîrî gök, bir siyâhî köle ile, bir sarışın câriyeden doğmuş, çalık renkli melez edâsıyle kar­şımda boy göstermekte. Benden ne istiyor?
 Dilini di­leğini anlamıyorum ki...
 Gel, gel de sen sor...
 sen anla ey koca saltanatlım, ey gönül fırtınası!
Senin için cihet zaman ne ola?
 Doğudan es, batı­dan es, yerden es, gökten es...
 ister öldür, ister dirilt, ey gönül fırtınası!
Seni kim istemezse istemesin. Heybetinden deh­şetinden kim korkarsa korksun, kim kaçarsa kaçsın. İstemeyeni sen de isteme, kaçandan sen de kaç. Ammâ o meçhul inzivândan benim için çık. Es, uğulda; ey gönül fırtınası!

**
Bir gün şu hayat harmanından, senin bir savruntunla uçup gideceğim. Ama kâh sen benim peşimde, kâh ben senin izinde, kim bilir hangi diyârın hangi kö­şesinde gene senin elinle dikilip, senin nefeslerinle filizleneceğim, ey gönül fırtınası!
Vergi mi istiyorsun?
 Bac mı lâzım?
 istediğin bun­lar ise vereyim. Dedim ya, müsrifim. Elimde avucum­da nem varsa al, senin olsun. Yeter ki sen gel, gel de etrâfımda uğulda, gürle, ey gönüller fırtınası!
Bastığı yerlere şallar döşenen, geçtiği yollara kumlar serpilen, her nefesine kurbanlar kesilen, taht­ları, sarayları inci ve cevahirle işlenen bir hükümdar, senin yanında n’ola?
 Zaman, akıl ermez cilve ve sil­lelerle onun mülkünü de devletini de yağmalarken, ey gönüllerin tek tâcdârı!
Gel, bir zamanlar geldiğin gibi, gene gel...
 Kar­şımda bütün dehşetinle savrul. Şiirden es, besteden es, renkten es, kokudan es, suretten es, sîretten es, hikmetten es, irfandan es, safâdan es, cefâdan es, îmandan es, inkârdan es, zevkten es, vecdden es, sars, savur, yerden yere vur, ey gönül fırtınası!
Baht mısın, tâlih misin?
 Kâr mısın, zarar mısın?
 Çile misin, safâ mısın?
 Nîmet misin, mihnet misin?
 Av mısın, tuzak mısın?
 Şirk misin, îman mısın?
 Çarp, yık...
 sür götür, ey gönüller fırtınası!

**
Nişangâhım, ben nişangâh...
 Gelen vurur, geçen vurur; nâdan vurur, dânâ vurur; yâr vurur, ağyar vu­rur. Neme lâzım, vuran vursun...
 Ah o okçu, ah o ok­çu...
 Deler kanmaz, deşer kanmaz.
Nişangâhım, ben nişangâh...
 Hancı vurur, yolcu vurur; yahşi vurur, yaman vurur; bahtlı vurur, bahtsız vurur. Kul cefâsı cefâ değil...
 Çalap germiş kemânını, çeker vurur, vurur kanmaz.
**
Müşkülüm var, müşkülüm var. Ey yârânım, müş­külüm var.
Ben aklımı şaşmadan, dü âlemi aşmadan, dertle­re sataşmadan bir kaybım var bulur muyum?
 Deyin bana bulur muyum, ne dersiniz, bulur muyum?
Bir kaybım var, bir kaybım var...
 Ey dostlarım, bir kaybım var.
Cihan cihan dolaşmadan, yıldız yıldız tırmaşmadan, ölüm ile sarmaşmadan ben kaybımı bulur mu­yum?
 Deyin bana bulur muyum?
 Ne dersiniz, bulur muyum?

**
Ben geceyim, gün isterim. Ben ateşim, kül isterim. Ben şiirim vezn isterim.
Ben dertliyim, şifâmı ver. Parça değil tam isterim. Tükenmişim, çâremi bul. Bütünlenmiş can isterim.
Dağılmışım, topla beni. Pâre pâre kılma beni...
 Gövdem başım nerde bilmem...
 Merkez mihver baş isterim.
Ecel yakın, destur gerek...
 Destur deyip yol isterim.
**
Seni ölü sananlar var.
Ölü mü?
 Tövbeler tövbesi.
Dirilerden hiç kimse, şu kadına söz geçiremedi ama, o dik kafalı inatçı, bir tek işâretinle el pençe emrindedir, ey toprak altında yatan, ey ebedî hay olan...

**
Isrâfil sûrunu vakitsiz çalsa, âb-ı hayat yol bulup yoluma aksa...
 Ömürler; ömrüme asırlar katsa...
 Şu ölmüş gönül dirilir mi dersin?

**
qqq
Sustur beni, kes şu lisânı...
Bir âhenk olayım, cihânın sığdığı titreyiş olayım...
 Elsiz ayaksız, isimsiz sıfatsız, kayıtsız vâdesiz köpü­rüp taşayım.
Yetişmiyor bu lisan, sığmıyorum dünyâya...
 Sığ­mıyorum kendime. Aç şu kapıları, çöz şu zincirleri...
 Bırak da cihâna çıkışlar yapayım. Bırak da gönülden hamleler kılayım.
Gitmek istiyorum. Ayak değmedik, kuş uçmadık, sel geçmedik, yel esmedik dünyâlara gitmek istiyo­rum.
Zâhidâne cümbüşler burda kalsın. Şekiller, sûretler sîzlerin olsun. Bırakın gideyim. Merâmın kelâmın el pençe durduğu, sevdânın biricik ibâdet olduğu dün­yâlara gideyim. Bir titreyiş olayım, bir âhenk olayım. İsimsiz sıfatsız, renksiz şekilsiz tek soluk olayım. Ola­yım Allah’ım!
 Senin olayım!

**
Yoluma devam ederim. Ederken de kimsenin şaşamayacağı kadar kendime şaşarım: İki yüzlü!
 Hem ona dört elle sarılan, hem de ondan kurtulma hevesi­ne düşensin öyle mi?
 derim.
Hâşâ, hâşâ...
 senden âzâd olmak isteyen ben de­ğilim ey cânıma işlemiş gönül yanığı!
Soğuklar, yağmurlar karlar fırtınalar altında, doğa­cak baharın sancısını çekerken feryâd eden tabiat gi­bi, vakit vakit inleyip sayıklar olurum. Ama sen ki hâlâşinâsın; bunları bir çaresizin nâçarlığı kabul etmez misin?
 Tâ ezel gününden başlamış şu dünya muhârebesine, celâdet ve kudretinle katılırken, beni vur­mak için gönüllü yazıldığını bilmez miyim?
 Ey efen­dim, gönül yanığı!
İstersen havasız, istersen susuz, istersen azıksız kalayım. Yeter ki bir lahza dahi benden ırak olma, ey şevketlim, ey gönül yanığı!
Gece, içimin tuğyânından yorgun düştü. Gülsem de küssem de gitmeye hazırlanıyor. Onu perişan eden ben değilim, sensin; evet sensin. Ama gör ki intikamını gene benden alıyor. Peki gitsin...
 Gün de gece de dünya da ukbâ da sel gibi akıp gitsin...
 Sen kal, sen var ol, ey ulvî nasip...
 Ey cihanlara bedel olan gönül yanığı!

**
Ey benim eşsiz kahramânım!
 Gün geldi, senin yo­lunda sabır taşı bile çatladı. Gerçi insan oğlunun taş­tan daha katı olduğu anları varsa da, sırasında sudan bile yeksân olduğunu da bilirsin. Ya böyle bir dem, böyle bir zaaf ve tâkatsizlik baş kaldırıp elimi kolumu büker, kararlarımı, öfkelerimi yağmaya verirse, o za­man, taksirin kimde olduğunu kulağıma fısıldar, beni döneklikle suçlandırmadığını söyler misin?

**
Eridim diyorsun, ama su kesilmemişsin.
Yandım diyorsun, ama ne ateşten ne külden bir haber var.
Yaralıyım diyorsun, kan damlaları hani?
Şâhâne müjdelerle geldim, diyorsun, bu ekşi yüzde beşâret ne arar?
 Hastayım, diyorsun iniltiden, figandan bir haber yok.
Sarhoşum, diyorsun, ayık bakış, dolaşıksız dil, seni yalanlıyor.
öldüm diyorsun, âh hani o günler, hani o mevta itaati, o ebedî rızâ?

**
Güneş bulutların kalbini delik deşik edip karanlığı yutmak istiyor da, sen arzu istek nedir bilmeyecek misin?
Yorgun gün, bir aşk telâşı ile son ışıklarından so­yunup başını yastığa bırakmak istiyor da, sen daha, dilek ümit nedir bilmeyecek misin?
Toprak, içinde tuttuğu nefesini üfleyince, yerden çiçek, çemen bitiyor da, sen, sırlarını dökmek için hiç mi telâş etmeyecek, insaf nedir bilmeyecek misin?

**
Cennet neresi?
 dediler. Senin olduğun yerdir...
 dedim.
Cehennem neresi?
 dediler. Senin olmadığın yer­dir...
 diyecektim, ama diyemedim. Senin olmadığın yer yok ki...
 Âh, vali ah da yok, billâh da yok Allah’ım...

**
Biz insanlar, durmadan güzel bir manzara gördük mü, ne âlâ, tıpkı cennet deriz. Hoşumuza gitmeyen acı ve nâhoş bir hal içine düştük mü, sanki cehennem demekten kurtulamayız. Halbuki senin olduğun yerin cennet, seni tanımayan, senden koku almamış her yerin cehennem olduğunu bilmem neden bilemeyiz!
..
**
ödenmez borcum var bu âlem halkına: Verdikçe, daha ver, daha ver!
 diyorlar.
Sorarsan borcumu bu cihan halkına: Yavuzu yah­şiyi sevmektir!
 diyorlar.
**
Tundan tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, sen­den değil derlerse, ya ben kimden öğrendim?
Yetmiş iki milletle, yetmiş türlü mezheple, izzet zillet mihnetle, vahdet kesret hicretle, hasret hasret hasretle haşır neşir olmayı, senden değil derlerse, ya ben kimden öğrendim?

**
Bu karanlık gece, bana bir çift siyah gözü hatırlatı­yor.
Bahçenin yâseminlerle sevişen havası, içimi ko­paran bir kokuyu hatırlatıyor.
Gökyüzünün kara tahtasındaki yıldız yıldız yazı­lar, sökülüp okunmaz olmuş bir destânı hatırlatıyor.
Gökteki ayı, içine düşürecekmiş gibi gerilmiş bu­lutlar, gönlüme çelme takmış çok eski günleri hatır­latıyor.
Yüreğim yumuşayıp su kesildikçe, taş kalpli za­manı, inâdı tutmuş bir alınganı, bir insafsızı hatırlatı­yor.
Gelmişi ile geleceği ile bu uyku sersemi mahmur gece, kâh gecelerin kâh gündüzlerin eteğine saklanan bir garibi, ben derkenârı hatırlatıyor.
**
Çocuktum, ufacıktım, ama yüreğimde koca bir dert, koca bir acı, koca bir ateş vardı. Hüzün müydü, melâl miydi, istek miydi, hasret miydi, neydi ki?
Ben büyüdüm o büyüdü. Yel esti eyyam geçti...
 Günler günleri, geceler geceleri, aylar ayları, yıllar yıl­ları kovaladı durdu. Artık onu içime sığdıramaz oldum.
Bu, ne hüzündü, ne kederdi, ne sevinçti, ne istek­ti, ne de melâl...
 Meğer bu, senden bir haberci, bir sözcü, bir müjdeciymiş, ne bilirdim ben?

**
Gülene ağlayana, sevene dövene, aldanana al­datana, ekene toplayana herkese hak veriyorum. Her el açana istihkakını dağıtan sen olduğun için, ey hesâbı kitabı şaşmaz mîzancı!

**
Hesâba kitaba aklım ermiyorsa, ne gam?
 Seni hesapla kitapla mı buldum Allah’ım?
Hîleye hud’aya zihnim yatmıyorsa, ne zarar?
 Seni tuzakla kementle mi yakaladım Allah’ım?

**
Allah’ı sevip şeytanı düşman tutar mısın?
 Allah’ı severim, fakat şeytanı düşman tutmam. Zîra muhabbet-i İlâhî gönlüme dolmuştur; Şeytanın düşmanlığına yer yoktur.
**
Bir terkipten görünmüştün...
 Benzeri yok bir su­retten: Güzel gözler, güzel kaşlar, yasemin el, bir servi boy...
Yâsemin el ve servi boy, güzel kaşlar, güzel göz­ler...
 Veresiye bir terkipti. Geçmez olmaz, geldi geçti.
Günü geldi, güzel yüze servi boya, ada sana: Ve­da!
 dedin.
Zâten o ad bir libastı. Bir el çekip soyuverdi.
Soyuverdi. Ama n’oldu?
 Sen hep osun. Ebed sensin, ezel de sen. Gelsen de sen, gitsen de sen...
 Men­zil menzil, devir devir...
 Kâh i Arap, kah ise Türk...
Boş komadın bu dünyâyı...
 Ne ki dünya kemlik etti.
Ölüm, hayat oyuncağın...
 Kâh bununla kâh onun­la, hem oynarsın, hem oynatır...
Gene bir boy oyun ettin. Ettin ama câna değdi.
**
Ağaçlar uyuyor, dağlar uyuyor, çimen çayır uyu­yup kalıyor da, neden ben uyanığım?
Güneş uyuyor, ay yıldız uyuyor, yer gök uyuyor da neden benim gözlerim açık?
Hicran uyuyor, hüzün uyuyor, acı, keder, yatışıp uyuyor da gamlı gönlüm neden bîdar?
Kelâm uyuyor, merâm uyuyor, ses soluk âhenk uyuşup kalıyor da, neden yüreğimde bu derin ezgi, bu bitmez heyecan, ey hicrânına pâyan olmayan Dev­letli?

**
Şu etrâfın güzelliğine bak...
 dedim. Gözüm sen­den gayriyi görmüyor, dedi.
Hele şu yürek ezici kaval sesini dinle...
 dedim.
Kulaklarıma senin kelâmından gayrisi haramdır...
 dedi.
Ya şu, havaya asılmış güzel kokuları içine çek­mez misin?
 dedim.
Senin, canımı tutmuş kokun, cihânın ıtrini bastır­mış, duyamıyorum ki...
 dedi.
Bir türkü söyle de dinleyeyim öyleyse, dedim.
Senin methinden gayrisine dudaklarım bağlı oldu­ğunu daha öğrenmedin mi?
 der gibi sitemlerin en acı­sıyla yüzüme bakıp başını yana çevirdi...

**
Ün mü diledim, sevap mı istedim, şan mı bekle­dim?
Ayıbım çok...
 Günah tepemden aşkın. Kulum ben. Kul çulhası eğri gerek.
Dillere düşenim, kemlikte sürçenim, haram sudan içenim.
Velî değil, deliyim ben.
Del’olana zincir gerek.
Zin­cir zindan, tımar gerek...
                                                                                               '
**
Fakîr oldum, avucuma para koydurdun; sultan ol­dum, başıma tâc oturttun.
Kâh iki taş arasında ezilip un-ufak oldum, tozları­mı yele verdin. Kâh cihanla birleşip kabıma sığmaz oldum; dünyâlardan öte âlemler açtın.
Asgardan asgar oldum. Daha küçül!
 dedin. Âzamdan âzam oldum; yetmez, daha büyü!
 dedin. Dirildim; öl!
 dedin. Öldüm; dirilmemi istedin.
Büyücü değilsin. Hâşâ sihirbazlık da kapından uzak. Anlamıyorum, nedir öyle ise bu göz bağcılık, bu şaşırtmaca, bu oyun?

**
Bulutlar, vefâsız sevgililer gibi arkalarına bakma­dan kaçıp gitti. Aldatmayı bilirsin ama, aldanmayı bilir misin sen?
Seher vakti, ellerini gecenin koynuna sokup göm­leğini yırttı. Didik didik etmek hünerindir ama, bu acıyı hiç çektin mi sen?
Birden, mâzînin sağır ve dilsiz derisi yırtıldı. Bir geçmiş zaman, oluk oluk gönlüme akmaya başladı. Adını bir boy duymuşsan da, gönül nedir bilir misin sen?
Güneş, ilk aşk heyecânı çeken bir kız kadar ür­kek, meçhul sevgilisinin kapısından süzülüp gitti. Kaç­mayı bildiğin, mâlûm. Israr, özleyiş, hele tâkip nedir, bilir misin sen?
Uyku, gene tadını gözlerimden esirgeyip, boş ka­lan yerini yaşlarla doldurdu. Bir gözüm olduğunu bilir­sin ama, yeşil olduğunu bilir misin sen?

**
Batan gün, çiçeklerin kâsesini altınla doldurdu. Dayanamadım. Gönlümü uzatıp: Bana da!
 dedim.
Kaşlarını çattı. Peki ama ödünçtür, az sonra geri alacağım, râzı mısın?
 dedi ve demesiyle de ufukta, bir tâvus kuşuymuş gibi, elvan elvan yelpâzelenen kuyruğunu bırakıp kayıplara karıştı.
Ah bu gelmeleriyle gitmeleri bir olanlara ne diye iltifat ederiz bilmem ki?

**
Bir dâne var gönlümde: Yağmur istemez, güneş istemez, hava istemez, toprak istemez...
 Sürmez ser­pilmez, sen olmayınca, sen olmayınca...
Bir sır var gönlümde nâm istemez, şân istemez, söz istemez, saz istemez, açılmaz saçılmaz sen ol­mayınca, sen olmayınca...

**
Fakîr oldum, avucuma para koydurdun; sultan ol­dum, başıma tâc oturttun.
Kâh iki taş arasında ezilip un-ufak oldum, tozları­mı yele verdin. Kâh cihanla birleşip kabıma sığmaz oldum; dünyâlardan öte âlemler açtın.
Asgardan asgar oldum. Daha küçül!
 dedin. Âzamdan âzam oldum; yetmez, daha büyü!
 dedin. Dirildim; öl!
 dedin. Öldüm; dirilmemi istedin.
Büyücü değilsin. Hâşâ sihirbazlık da kapından uzak. Anlamıyorum, nedir öyle ise bu göz bağcılık, bu şaşırtmaca, bu oyun?

**
Bulutlar, vefâsız sevgililer gibi arkalarına bakma­dan kaçıp gitti. Aldatmayı bilirsin ama, aldanmayı bilir misin sen?
Seher vakti, ellerini gecenin koynuna sokup göm­leğini yırttı. Didik didik etmek hünerindir ama, bu acıyı hiç çektin mi sen?
Birden, mâzînin sağır ve dilsiz derisi yırtıldı. Bir geçmiş zaman, oluk oluk gönlüme akmaya başladı. Adını bir boy duymuşsan da, gönül nedir bilir misin sen?
Güneş, ilk aşk heyecânı çeken bir kız kadar ür­kek, meçhul sevgilisinin kapısından süzülüp gitti. Kaç­mayı bildiğin, mâlûm. Israr, özleyiş, hele tâkip nedir, bilir misin sen?
Uyku, gene tadını gözlerimden esirgeyip, boş ka­lan yerini yaşlarla doldurdu. Bir gözüm olduğunu bilir­sin ama, yeşil olduğunu bitirmişin sen?

**
Batan gün, çiçeklerin kâsesini altınla doldurdu. Dayanamadım. Gönlümü uzatıp: Bana da!
 dedim.
Kaşlarını çattı. Peki ama ödünçtür, az sonra geri alacağım, râzı mısın?
 dedi ve demesiyle de ufukta, bir tâvus kuşuymuş gibi, elvan elvan yelpâzelenen kuyruğunu bırakıp kayıplara karıştı.
Ah bu gelmeleriyle gitmeleri bir olanlara ne diye iltifat ederiz bilmem ki?

**
Bir dâne var gönlümde: Yağmur istemez, güneş istemez, hava istemez, toprak istemez...
 Sürmez ser­pilmez, sen olmayınca, sen olmayınca...
Bir sır var gönlümde nâm istemez, şân istemez, söz istemez, saz istemez, açılmaz saçılmaz sen ol­mayınca, sen olmayınca...

**
Elimde mehek taşı...
 Her neyi denesem, kalp çı­kıyor. Bu da geçmez, bu da kalp, diyor.
Sefâyı denedim, cefâyı denedim, ikbâli denedim, idbârı denedim, her neyi sınadıysam, esah çıkmadı.
Elimde mehek taşı...
 Dünyâyı denedim, ukbâyı denedim, acıyı denedim, tatlıyı denedim, her neye baktıysam esah çıkmadı.
Elimde mehek taşı...
 Diyor ki ey kadın, artık dene­me...
 Baksana sağına; baksana soluna...
 Hepsi de kalp, hepsi de yalan...
Esah olan ise, o ulu Allah...

**
İzinden, gözünden, sözünden, özünden Allah ayırmasın. Ey Hakk’ı bildiren, ona götüren, perdeyi kaldırıp onu gösteren...
 Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görü­len olduğunu bildiren!
Bu dünyâda, o dünyâda, Allah senden ayırmasın...

**
Gökyüzünün sayısız dünyâlarından tâ bizim dün­yâmıza düşmüş taş parçasına “Hacer-i Esved” diye­rek yüzlerimizi sürüyoruz.
Bizim dünyâmızın balçığından yoğrularak şekille­nip, adına da Âdem dediğimiz insana neden yüzümü­zü gözümüzü sürmekten çekiniyoruz?

**
Aşk etti revan, seller olup Kaftan aştı,
Kaf’lar ne ki?
 Vechindi murat, gül yüzünün rengini açtı.
Mislin göremem hem bulamam hem aramam ey tek olan sen!
Şirktir dilemek, yâ aramak mâdemki yüzün gül olup açtı.
**
Senin ordun var. Ordunda da askerlerin var. Kimi çavuş, kimi onbaşı, kimi yüzbaşı hattâ paşa. Bunların hiçbirinde gözüm yok. Bana: Emirberim...
 de, yeter. İster barışa yolla, ister savaşa...

**
Akşam oldu. Bulutlar, zengin ama cimri bir adam gibi, yağmuru tek tek, damla damla dökmeye başlar­ken, vazgeçip rüzgârla yer değiştirdi.
Bir zaman da bu oynak esinti, geçişleri görülme­yen perilerin ayak sesleriymişçesine kâh telâşlandı, kâh parmak uçlarına basa basa hafifleyerek geceyi eteğinden yakaladı.
Gece, gündüz neme benim?
 Seni eteğinden ya­kalayacak zorbâzû bir kahraman olmadıktan sonra leyi ü nehar, isteyenin olsun Allah’ım...

**
Ben Şarklıyım. Güneşin doğduğu taraftanım. Bu­luta sözüm geçmez ama, güneşin memleketlisi oldu­ğum için, hatır gönül, naz niyaz yolunda karşılıklı cilveleştiğimiz çok olur.
Gece dünyânın üstüne basılmış efsânevî bir mü­hür gibi, girift yazısını tabiata nakşetmiş. Sanki bir görünmez dudak da, bu zor hecelenir yazıyı sökmek için kendi kendine mırıldanıp duruyor.
Güneşe haber yolladım. Geciksin, doğmasın di­ye...
 O da bana, müjdelerle yüklü bir haberci gibi ko­şarak ve gülümseyerek gelen rüzgârla cevap gönder­di. Ne fayda ki, tuzak olup av olmayan bir sevgili mi­sâli, çabuk kaçtı; ne dediğini anlayamadım.
Zâten bu gece hiçbir ses, kulaklarımın eşiğini at­lamıyor. Zîra yüreğimdeki mihmânın nefeslerinden gayri, duyulmuşlar da, duyulacaklar da karşımda boş kadehler gibi kuru ve mânâsız.
Acabâ güneş, sözümü dinleyecek ve doğmayacak mı dersiniz?
Rüzgâr da kaçıp nerelere saklandı bilmem ki?
 Nasıl edip de tekrar bulup sormalı?
Yok, yok istemez. O güneş ki hemşehrimdir, ben istemedikçe ışığını dünyâya salıp da, çatısını duvarını karanlıklardan ördüğüm kalemi yıkar mı hiç?

**
Gece, acep kimlere hoş görünmek için, bu akşam kadife elbisesini giymiş...
 Mihmânım da diyor ki:
-                   Hayır, senin gözlerin keskin değildir. İyi bak, sır­tında canfes libâsı var.
-                    Ama elime geçirdiğim eteği kaygan ve yumu­şak...
-                     diyorum.
O gene:
-                    Hayır...
-                     bu elbise hışırtılı bir kumaştan dikilmiş. Kımıldadıkça, dere kenarındaki sazlar gibi mırıldanı­yor.
Evet, ben de bir ses işitiyorum. Acabâ mihmânım, bunun, tekrar güneşten müjdeler getiren rüzgârın sesi olduğunu neden bilmek istemiyor?

**
İsmini sorarlarsa söylemem. Sen de benimkini sakla. Bu dünyâya lâzım olan, nam nişan değildir, in­san oğlu, güneşe bir ad takmamış olsaydı da o gene seher vakti gerine gerine doğmakta, akşam vakti de kirpiklerinden yorgunluk akarak batmakta devam ede­cekti.
Varsın âlem halkı, bizim de kim olduğumuzu araş­tırmakta kalsın. Kalsın da, yalnız seyrânımızın gözcü­sü olsun. Hoş o meraklıların suallerini cevaplandır­mak istesem de, üstesinden gelemeyeceğimi biliyo­rum. Zîra şu anda seni kendimden ayırt edebiliyor muyum sanki?
 Seni ararken kendimle buluşuyor, ken­dimi bulmak isterken seninle yüz yüze geliyorum. Bel­ki gene şu anda, yeni doğmuş bir çocuksun da dese­ler inanacağım, bir ihtiyarsın da deseler, evet diye­ceğim.
Ey cihânım, kâinâtım, derdim, devâm olan sen!
 Bu gece uyku, parmaklarını gözlerime bastırmadı. Benden hayır olmadığını anlayan gece ise, her za­manki gibi, tabiatın gözlerini öperek uyuttu. Daha gün doğmadan da, yüzüne gül suyu serpilerek uyandırılan genç bir sultan gibi, mışıl mışıl uyuyan, yeri göğü bon­cuk boncuk çiğ tâneleri ile ıslatarak uyandırmaya uğraşıyor.
**
Haydi, sudan yeni çıkmış tâze bir kıza benzeyen bu nemli ve tarâvetli sabah saatinde bir boy dolaşa­lım.
Bahçede, sabaha kadar tembel tembel uyuyan gül fidanı, görünmez bir hayat hamlesiyle nasıl gon­casını açarsa, ben de bu cihan ortasında, gelecek zamanlara armağan hazırlamak istiyorum.
**
Râzı mısın, bana mecnun desinler?
 Senden uzaklara düşeli, günüm gecem hep yolculukla geçi­yor. Dağ demiyor, tepe demiyor, yürüyor, yürüyorum. Sırtımda ne de çok ağırlığım varmış. Hepsinden evvel kunduralarımı atayım dedim. O zaman da ayaklarımı taşlar kesti. Ama ziyânı yok...
 bu acı, içimdekini ya­vaşlatıyor.
**
Muhacir kuşlar bile yıldan yıla göçecekleri memle­keti tanıyıp şaşırmazken, ey cânı cânımdan ayrı dü­şen!
 Söylesem de, sussam da, gece gün, akşam sa­bah demeyip sana hicret etmekte, yerimi yuvamı arar olmakta, bir kanatlı mahlûktan daha mı az ferâset göstermeliyim?
Ey cânı cânımı çağıran!
 Ko, diyen istediğini desin. Senin ezelden dâvetlin olup yollara düştüğümü, dü­şüp de bir mevzide, bir menzilde karar edemediğimi dünyâ ne bilir, ne anlar Allah’ım?
Ya, seni bu cihâna bağlayan yüz ipliğin doksan sekizi, o dâvetlinin ellerine kollarına dolanmış oldu­ğunu söyleyenin de sen olduğunu, gene kendi başı­nın havasına düşmüş dünyâya kim anlatır Rabbim?

**
Bilirsin, daha kendimi mânâ âleminin emekleyen bir çocuğu bulmaya başlarken, dilimin döndüğü, gü­cümün yettiği kadar, seninle bu cihan ortasında ara­cılık etmeyi, önüne geçilmez bir heyecanla yaşar ol­dum. Çok defâ susayım artık susayım...
 bir daha hiç ağzımı açmayayım...
 dediğim de oldu. Ama çeşmenin suyunu elinin ayası ile tıkamak gafletinde bulunan ço­cuk, bu karşı koyuşa isyan eden sularla nasıl tepeden tırnağa ıslanırsa ben de ne zaman kendi kendimi sus­turmak istediysem o söz geçmez coşkunluğun sitemi tûfânına uğradım.
Devletlim!
 Âfâk içinde, mâverâ içinde neyim ben?
 Ezelden ebede savrulan zaman harmanı içinde, bir burçak...
 Kâh ekilen, kâh biçilen, kâh yeşerip, kâh dişlenen bir dâne...
Bu dâne, evvelce seni bilmeye özenir, bileceğini sanırdı. Zamanlar geçtikçe hiçbir şey bilmeyeceğini, bu dünyâya, sâde hayran olmak için gelindiğini öğ­rendi. Bilmenin âlâ derecesi bilmemek, ilmin gayesi de ilimsizlikmiş. Buna, biz îman etmeyiz de kim eder?
 Söyle, kim eder?

**
Diyorlar ki: Nereye gitsen dünyânı da berâber gö­türüyorsun. Yüzümü yenimle örtüp gülümsüyorum.
Dünyâmı mı götürüyorum, öyle mi?
 Ne fâhiş hatâ!
 Kimse bilmiyor ki, varımla yoğumla sana göç etmişim. Sevincimle, kederimle, geçmişimle, geleceğimle, ümi­dimle, hayâlimle sana taşınmışım. Senin dünyâna göçmüşüm. Senden gayri dünyam mı var ki onu sır­tımda taşıyayım Allah’ım!

**
Söyledin. Yıllar ve yıllardır, neler neler söyledin. Her biri çağladı, yaprak yaprak döküldü, birikip hazî­nelerim oldu. Kıyametler gelip geçse, bunlar eksil­mez, tükenmez, ey varlığının hırsızı olduğum Devlet­li...
 eskimez, tükenmez.
Şimdi susuyorsun. Fakat karanlıkları boydan boya kesen şimşek gibi, sükûtundaki o heybetli esrârın di­linde, gene gökten sahîfe sahîfe inen bir semâvî kita­bın belâgati var. Kanlı bir meydana dönmüş yüreği­min üstüne yemîn ederim ki, bu sükûtun, sanki bin­lerce dudak kesilip gene veriyor, veriyor.
Bundan sonra ister söyle, ister sus, istersen sâde­ce dinle. Ama cümle âlem şuna inansın ki, evvelce söylemediklerin de, bugün sükûtunun kuytuluklarında konuşuyor.
**
Ben, ustamın hazînesinde bir kara mangırım. Ama o, bu kara, bu kırık mangırcığı, kor gibi altınlar arasından çekip, pey sürerek hazînesinde yer verdi. Üstelik: Seni kendim için, beni âleme söyleyip bildir­men için seçip aldım, dedi.
**
Od muyum, ocak mıyım?
 Damla mıyım, deniz miyim?
 Dâne miyim, tuzak mıyım?
 Av mıyım, avcı mıyım?
 Bilmem ki ben neyim?
Zaman olur köle, esîr; zaman olur sultan, emîr...
Esah mı, öyle mi, öyle miyim ben?

**
Duâ edecektim, içimden bir ateş yükseldi, kelâmımı, merâmımı yakıp kül etti.
Bir ses duydum. Sen mi idin, yoksa ben mi?
Bir ses duydum: Allah!
 diye feryâd etti.
Bilmiyorum. Sen mi idin, yoksa ben mi?
Bir ses duydum: Lebbeyk!
 diye cevap verdi. Lebbeyk, lebbeyk!
.. diyen sen mi idin, yoksa ben mi?

**
Ey yalnızlığımın kapısını çalan!
 Acımın içinden sesin geliyor. Biraz memnun, biraz mahzûn, sıcak, mahrem sesin geliyor.
Ey yüreğimin eşiğini atlayan!
 Derdimin içinden devân geliyor. Biraz acı, biraz tatlı, hem şifâlı, hem sefâlı, kâh sitemkâr, kâhi şâdân, sesin geliyor, sesin geliyor.
**
Taş, seni bilemediği için taştır. Demir, seninle ısınmadığı için soğuktur. Seninle olup da senden olmayanlar da öyle, ah öyle.
Sensiz olan zaman, bir bakar kör değil de ya nedir Allah’ım?

**
Yollar gidiyor varmak için bilmem nereye?
 Yollar yürüyor varmak için bir son hedefe. Meçhulse hedef, gittiği yol yolcuya nâgâh İblis dahi der, gafletine bir kuru eyvah!
.
**
Yıllarla yarış etmede gönlüm sana varmak telâşından Bil aczini, vazgeç diyorum, kuş gibi uçmak savaşından Koşsan da koparsan da, kıyâmet bulamazsın onu dışta Aç gönlünü gelsin de tanırsın varışından, revişinden.[ Gidiş, hal, tavır. * Tutum, yol.]
**
Lisan tutmayan, renk de koku da tutmayan fakat seni tutan o âlem nerede?
 Ben hep buradayım. Fakat o nerede?
Gönül kervanı yürür, fakat görülmez. Şimdi o ker­van nerede?
 Yoksa, ben de onun içinde miyim?
 Bil­miyorum. Hem bilsem de söyleyemem.
Senin kulağınla işittik de, kendi dilimle nasıl söyle­yebilirim?
 Söylemem. Ama, yüz Nasuh tövbesi boz­duran bir ses: Söyle, söyle...
 diyor.
Ne yapsam?
 Nasuh da değilim. Söylesem mi acep?

**
Göz alabildiğine uzayıp giden ormanları yetiştiren, sulayıp büyüten hep sensin.
Ben ise, sâdece oralarda avlanıyorum. Elimde de, torbamda da ne azık varsa, hepsi, ama hepsi de mül­künün bereketleridir.
**
Ağlasam, ah ağlayabilsem...
 ama ne mümkün!
Sanki bir muharebe sonu, bir mütâreke günü yor­gunluğu içindeyim. Fakat ben, iğreti barış değil, mut­lak sulh isterim. Hedef bu: Zafer ve barış.
Yâ Rabbî, imdat yolla. Beni mağlûp etme!
Mâdemki elime tevhit bayrağını verdin, bunu yere düşürtüp nefsim düşmanına çiğnetme!

**
Dümenim sensin. Ne tarafa döndürürsen oraya giderim.
Kâh emîr olur, buyruk dinlemem. Kâh esîr olur, gülmem söylemem...
ölüm nedir?
 derlerse, onu da söylemem, hiç mi hiç söylemem...
 Sensizliktir, demem. Vallahi demem, billâhi demem Allah’ım...

**
Bir ses: Ben neyim?
 dedi. Sen, sensin, sensin, sensin!
 dedim.
Ne yapayım...
 Senden daha güzel bir şey yok ki seni ona benzeteyim Allah’ım!

**
Beni bu dünya tuzağına kim düşürdü?
 Sana rastlamak, seninle karşılaşmak için mi ayaklarım bir gizli ağa takılıp şu cihâna yuvarlandım?
Bana bu çalkantılı yüreği kim verdi?
 Suların bile uyuduğu bu dünyâda, gece gün demeden sana ak­mak için mi, durulup yatışmaz oldum Allah’ım?
Ne zaman doğdum, ne zaman büyüdüm?
 Doğ­maya da ölmeye de inanmadığımı açığa vursam ne olur?
 Söyle...
 Dünyânın beşiğini sallayan ilâhî âhenkten payıma, senin sesini kim duyurur oldu?
Şunu da söyle...
 beni bu dünya çarkına kaptıran da kimdir?
 Kendi eskisini yeni yapan sağdan aldığını sola veren, kendi harcı, kendi hamuruyla olup biten dünya için, biliyorum ki çürüyen de doğan kadar bu dâimî devrin hizmetkârı. Yoksa bu mahkûmiyette, irâdenin irâdesini görmek için mi, hayretleri hikmetleri az bulur oldum?
Beni bu dünyânın bayağı ve süflî çileleri arasına kim arkamdan itti?
 Suçlara, günahlara ikrah ve nefret­le bakıp, imtihanda sıfır almam için midir bu oyun?

**
Eflâk mi şaşıracakmış?
 Şaşırsın.
Şems manzumesi mi dağılacakmış?
 Dağılsın.
Cihan altüst mü olacakmış?
 Olsun. Hangi semâvî inkıraz, hangi kıyâmet, senin hasretinden daha kor­kunçtur.
Ne yapayım, özleyiş, kıyâmet perdelerini kaldırın­ca, zincir ehline yakışır sözler söylüyorum. Suçlarımı bağışlamak için benzerim olmaya ne hâcet?
 Diyorlar ki, kulun günâhına Allah’ın affı âşıkmış. Nerde bir taksir görürse oraya koşan bu affa da, görüyorsun ki işte kulların âşık Allah’ım!

**
Ocağa, nefsinin iştihâlarını sür, yansın...
 bu, çer­çöp yapılı arzuları odun misâli ateşe atarsan, çömle­ğin içindeki aş da o kadar tez kaynar.
Mecnûn’a da evvelce Kay s derlerdi. Ama yanıp pişmeklik onun adını Mecnûn’a çevirdi.
**
Sakın ipek kurduna, kozasının içinde mahpus ol­duğu için acıyıp hâne sini vîrân etme...
 Bil ki o, bu tenhâlıkta hoş ve sarhoştur.
Ey benim Allah’ım, emret ki, sana sığınmış olan gönlü de, kimse hücresinden çıkarmaya kalkışmasın..
**
Bacadaki duman, ocaktaki ateşin habercisidir.
Allah’ım, ya benim için için yanıp tütüşüm, gözüne hiç ilişmedi mi?
Bana tahammül ver Allah’ım...
 Çünkü tahammü­lüm de, bu ocakta yanıp kül oldu.
Daha fazla yakma...
 Korkarım, bu ateş etrafa sıçrarda cümle âlemi tutuşturuverir...

**
Sordular, nasıl bir îmânın tâlibisin?
 dediler. Hz. Muhammed: Yâ Ebû Bekir, bana bir melek göründü, sen Allah’ın resûlüsün dedi, deyince; tasdik ettim, sen Peygambersin, diyen Ebû Bekir’inki gibi îman isterim.
Resûlullah, peki ama sen benden hiçbir delil ve işâret görmeden sözümü nasıl kabul ettin?
 deyince Bu yüz yalan söylemez!
 diye Allah’ın resûlünü kabûl eden Ebû Bekir’inki gibi îman isterim.
Gerçeklerin üstüne ışık tutacağını zannettiğimiz aklımız türlü araştırmalarla hakîkati didik didik etme­den inananların îmânını isterim.
Varını yoğunu, tanıyıp inandığı peygamberi yoluna sebil eden büyük kadın Hatîce’ninki gibi ve henüz çocuk denecek yaşta o nebî ile kanı canı ve rûhu ile yoğrulan Aliyyü’l-Murtazâ’nınki gibi bir îman isterim.
Yoksa akılla didiklenerek lîme lîme edilmiş bir îmandan takdîr-i İlâhî bizi ırak tutar inşallah...

**
Hayâtın ve ölümün gizli ve âşikâr imtihanlarından sana sığınırım yâ Rabbim...

**
Allah’ım, dünya dünya olalı beri seni binlerce ağız târif etmeye uğraşmış, binlerce kalem yazmış, sahifeler, kitaplar dolup taşmış.
Bilen de söylemiş, bilmeyen de. Bilen muammâdan gitmiş, kimse anlamamış. Bilmeyenin dili dolaş­mış çapraz söylemiş gene kimse anlamamış.
Allah’ım...
 Sen müşkülden müşkülsün...
 gönlünde, şevk ve muhabbetten bir anahtarı olmayan, o derûn râzını nasıl açıp çözebilir?

**
Gönlüme: Ağla...
 eliyorum, ağia...
 Ama kimseler görmesin. Zira göz yaşı çabuk hasede uğrar.
Ağla...
 ağla ki temizlensin bu yürek...
 Yoksa, kuru­muş çeşmelerin yalağı, süprüntülük olur.
**
Bir ses duyuyorum. Kurt kuş onu dinliyor. Çayır çimen de öyle. Cennet cehennem, yer gök, günler ay­lar hep ona kulak kesilmiş. Tek nabız gibi çarpan kâi­nat da o sese müştak.
İnsan var, onu dinlerken ne dünyâsı kalıyor ne ukbâsı...
 Ama insan var, onu ne duyuyor ne de anlı­yor. Ah, en acısı, ne de îman edip inanıyor.
**
İsterim ki, bin sene, binlerce sene sonra da benim için gülesin, benim için ağlayasın. Her bir zerrenle be­nim için olasın.
Bin sene, binlerce sene mi dedim?
 Hayır. Bütün bir ebediyet...
Senden ayrı olsam da beraberim. Ama beraber olduğumu bilmemekten korkuyorum.
Ebediyet de ne demek?
 Ölçülere, endazelere sığmayan bir devr-i dâim içinde, seninle yaşamak, seninle ölmek istiyorum.
**
Kurdu kuşu sindirip yola getiren insanoğlu, neden seni ehlileştirememiş ey gönüller aslanı!
Havada uçan, denizde yüzen, dağları aşan âdemoğlu her tuttuğunu koparmış da, neden sana diş geçirememiş ey gönlümün tek sultânı.
**
Mektubumu elim yazmadı. Yok, yok benim yazı­cım gönlümdür.
Hayır, eksik söyledim...
 Ne elim var ne de gön­lüm...
 Çenk de sen, mızrap da.
Ama bilmem ki ne zaman, sen ben, demekten kurtulacağım?

**
Şaşarım hâlâ, ne seçtin beni?
 Ne seçtin beni bu âlem içinden.
Salım mı var, saltanatım mı?
 Uşaklarım mı var, halayıklarım mı?
Hanlarım mı var, külhanlarım mı?
Hem eğ irenim, hem dokuyan...
 Hem dikenim, hem yamayan...
 Hem ekenim, hem toplayan...
 Hem biçenim, hem de yırtan...
Ne ağzım duâlı, ne gönlüm safâlı...
 Yüze çıkar, göze çarpar günahlarım baştan aşkın.
Yolcu olsam, durak bilmem. Avcı olsam, ırak görmem...
Şaşarım, şaşarım ne seçtin beni?
 Ne seçtin, nice seçtin bu garîbi cihan içinden?

**
Kör de olsam seni göreyim, sağır da olsam seni duyayım...
 Ermez elle, yetmez güçle gene sana eri­şeyim, ey cihânın efendisi!
Ocağın olsam odsuz tüteyim...
 Odun olsam ocak­sız yanayım...
 Gizlin olayım, gizlenmezin olayım, gel­mişin olayım, geleceğin olayım. Tuzağın olayım, avın olayım. Bağın olayım, gülün olayım. Gamın olayım, neş’en olayım. Varın olayım, yokun olayım...
 Şevkin olayım, aşkın olayım.
Âh olayım, olayım...
 Nâz olayım, niyâz olayım...
 Derd-i dilinle zâr olayım, ey cihânın efendisi!

**
Bir kuyudur kova değmez, muammâdır akıl er­mez, sağ keçeden sol keçeden dolaşılmaz, erişilmez.
Burcu burcu sevdâ tüter, yanar döner, yakar gi­der. Kâh gün olur, kâh gecedir. Adı sanı çift hecedir. Bilmeceden bilmecedir. Ah bu gönlüm, ah bu gönlüm!

**
Ne gelen umûrumda, ne giden umurumda...
 Gelip gidici sen olmayalı beri ne gözlerim yolda, ne gözleri yolda olanlar umûrumda.
Kandil mi istedim, çerağ mı yak dedim?
 Gecem­den günümden hayır kalmayalı beri, ne zaman umû­rumda, ne zamandan mekândan ümit tutanlar umû­rumda...

**
Günler geçer, aylar geçer, yıllar çağlar, akıp ge­çer, geçmez olan yâre bile, teni atlar câna geçer.
Ya sen benim tanışığım, ya sen benim bitişiğim!
 Nerde kaldın, nerdesin sen?
Korkar mısın, çekinir mi?
 Nişlersin de geçmezsin sen?
Yolum yolun çaprazlamaz, ayrı düştük, bilmez misin?
Sarp da olsa, kayalık da, mahşer sırat her ne ol­sa, geç yolumdan geç Devletlim. Yolun izin, gönlüm gerek...

**
Rahmet olsam serpilsem, filâna, ibn-i filâna...
 Yet­miş iki millete, gök ehline, cihân içre cihâna...
Zulmet zulmet dolaşsam, şûle olup saçılsam, bed huyluya, kem gözlüye, âsî, cânî, mücrime, zamân içre zamâna.
Rızık olsam dağıIsam, sefîl, zelîl, nâçâre, devrân içre devrâne...

**
Niyetlerden evvel davranayım, fikirlerden evvel yollanayım, izini kollayım, hayâlin kovalayım, sağa çarpayım, sola vurayım. Yolum yoluna düşer mi dersin?
Olmazları olur kılayım. Kaf dağına çeri salayım. Anka ile dost olayım, seni ona aratayım, yalvarayım, yakarayım, yolum yoluna düşer mi dersin?
İsrâfil’den sûr kapayım, bilir bilmez ben çalayım, kıyâmeti koparayım, haşır mîzan ettireyim, yolum yoluna düşer mi dersin?

**
Taştan yastık kodun, katı gelmedi. Yedi iklim do­landım zorlu gelmedi. Tek sana rastlayım rastlayım diye...
Sağa çarptım, sola vurdum, zelîl oldum, aziz ol­dum, ömür ömür gezdim durdum, güç gelmedi, hayf gelmedi; tek sana varayım, varayım diye...
Sazda eğlendim, sözde eğlendim, dağda bayırda dur durak bilmedim, tek izine rastlayım diye...
Yel gibi uçtun, sel gibi geçtin, göz açıp kapayınca, gözden silindin...
Yaralandım, berelendim, paralandım, acım acı gelmedi; tek seni göreyim, göreyim diye...
Hasretin zâlimden zâlimmiş meğer...
 Dil döktüm, yakamı bıraksın diye...
 Yalvardım, yakardım yola gelmedi...
Gelmedi, gelmedi, inşâ fa gelmedi...

**
Yıldızlar el ele tutuşup karşıma gelse, seni ben­den dilese...
Melekler cem olup saf saf dizilse, ille onu ver bi­ze...
 dese...
Yerler gökler dize gelse, yalvarı yaivarı kaddin dilese...
Zaman kol kol akıp yolumu kesse, seni elimden almak istese...
Cihânın kılıcı bağrımı delse, kanımı canımı sebîl eylese...
Azrail ölüme ferman getirse, ruhumu kabzedip alsa götürse...
Değil gülünü, dikenini vermem.
**
Ne uyurken ninni istediğin, ne uyanıkken türkü söylettiğin var. Ne kırlarda çiçek topluyor, ne toplan­mış çiçekleri kokluyorsun.
Huyun mu değişti, keyfin mi kaçtı, küstün, gücen­din mi yoksa?
Ne zamâna iltifâtın, ne devrâna ihtiyâcın kaldı. Ne bir zevke el ettiğin, ne kimseyi özlediğin var.
Ah haklısın, haklısın, hem de ne haklı...
 Huyunu çevirdik, keyfini bozduk, küstürdük, gücendirdik, ka­çırdık elden.
Ne hazin ki senden sonra, dünya düzenini boz­madı. Gene güldü, gene söyledi, gene çaldı, gene ça­ğırdı. Ama bir garip var ki, onun dünyâsı feleklerden silindi. Ne yer denecek yeri, ne gök denecek göğü kaldı. Kabûl olmuş bir duâ gibi sâde çağırışlarını duy­du, sâde ona icâbet eder oldu.
**
Sen, her devri ile kıvılcım saçan bir bileyi taşı gibi, bin bir acı bin bir ıztırap püsküren aşk çarkında han­çerini bileyen ve onu rastgele, ah rastgele kullanan­sın.
Ama gene sen, doğruya doğru demeyi de bilen, hakikatle mağlûp olmakta hoşluk bulansın. Yalvarı­rım; bir an, bilmezliği, anlamazlığı ko da beni dinle.
Sanki bütün bir ömür seni görmemiş gibiyim. Bu­nu bildiğini biliyorsam da tekrârımı hoş gör. Dileğimin yerine gelmeyeceğini de bildiğim halde, ne yapayım, gene de hararetten yanan bir hasta gibi: Su, su!
 diye inliyorum.
Biliyorsun değil mi?
 Şu sensiz günlerin ne kadar, âh, ne kadar uzadığını biliyorsun değil mi?
 Sabah ol­sa da ya sen bana gelsen, ya da ben sana gitsem...
 Eğer güneş, hasretimi bilse, yemîn ederim ki vakitsiz doğar.
Allah’ım!
 Dayanamayacağım, dayanamayacağım artık...
 Sabaha yıllar var. Beni güneş etmez misin ki şu gecenin içinden, beklenmedik bir saatte doğayım?
 Doğayım da aramıza gerilen o simsiyah geceyi parça parça edeyim.
**
Affet beni, ey uğrunda ölümlere kanamadığım, affet!
 Seni artık bir dîvâne, bir çılgın gibi çağırmaya­cağım. Gelmediğin zamanları hesap edip, adetlerin korkunç boğultusuna gömülmeyeceğim, ¡ster gel, is­ter gelme. Gelsen de, gelmesen de olan olmuş bana.
Kıyabilsem, billâh seni suçlardım. Ne diye şu ga­rip dünyâya gelip sükûnumu bozdun?
 inkâr edemem. Aldınsa da verdin. Keyfimi rahatımı altüst ettinse de bir sihirli taht düzüp, bu şenindir, diyerek kolumdan çekip üstüne oturttun. Ne ki ıztırâbı da taç yapıp, ge­ne kendi elinle başıma koyan sen oldun. Saltanatım, hükümranlığım eşsiz de olsa, bilmez misin ki, buyru­ğu da, devleti de koyup bu cihânın dışına yol bulmak tek kârımdır benim.
**
Yanan mumun alevi içinde bir siyah nokta vardır. O nur, bu küçücük zulmet köşesinden doğar. Biliyo­rum. Biliyorum ki benim aydınlığım da karanlığım da bunun gibi can cana, iç içe berâber yanar durur. Ben, bütün azamet ve ihtişâmı ile parlayan bu şavkın zul­metinden kaçan değilim. Ama zaman zaman dayana­maz olur da, hırçınlık edersem darılmak neden?
 Nihâyet alnıma beşeriyet damgasını vuran, sırtıma şu vü­cut kaftanını giydiren kimdir Allah’ım?

**
Kime gideyim, kime gideyim, bir çift sözüm var kime ideyim?
Sen gidicek kimsesizim; bu dünyâda ben nideyim, ben nideyim, ben nideyim?
Kimim, kimsem?
 Söyle bana, kime gideyim?
 Ben nideyim, ben nideyim?
 Derd-i d âğı m kime diyeyim?
Sensiz kalmış cihân içre, ömrü günü ben nideyim, ben nideyim, ben nideyim?

**
Kuş olsam uçar mıyım?
 Kervan olsam geçer mi­yim, dost ilinden, ilinden?
Yel olsam eser miyim, sel olsam akar mıyım, yâr ilinden, ilinden?
Kul olsam, kulak olsam, el pençe durak olsam...
 Boyun büksem, can oynasam, bir kelâmcık duyar mı­yım, yâr dilinden, dilinden?
Hey zemâne zemâne!
.. Su gibi akışım yok, gün gibi yakışım yok.
Can versem aşar mıyım, dost ilin­den, ilinden?

**
Çin’deyim, Hint’teyim, her yerdeyim ben. Ölenle ölürüm, kalanla kalır. Ağlayana yüzüm yok, gülenle­yim ben. Darağacında katilleyim. Mahkemede müc­rimle. Kendim de şaşarım, kaç parçayım ben?
Şahbaz gibi bulut deler, kötürümle sürünürüm. Bir âşıkın göz yaşında, yanındayım ben.
Şebnem şebnem asılırım günlere gecelere...
 İplik iplik dolanırım seslere hecelere...
Zaman içre durağım yok, mekânsızım ben.
Hod müşkülüm. Kadîm’denim, bilmeceyim ben. Melek, şeytan, âciz kalmış, bilememiş, çözülmedik bilinmedik muammayım ben...

**
His şekillenip kelâm olsun. Arzu çâk olup merâm olsun. Hasret dile gelsin, figân olsun. Yâr süngü ta­kınsın, kan kıtâl olsun.
Gönlümden acep neyi anlatır?
Zaafım şahlansın, misilsiz güç olsun. Kudretim kükresin, bir âfet olsun. Yüreğim yarılsın, sırları fâş olsun.
Gönlümden acep neyi anlatır?
..
**
Kan kırmızı sehere yüz vermedim. Sırma renkli güneşe: Gel evime!
 demedim. Saz benizli mehtâba hiç de gönül çekmedim. Seni gördüm, seni sevdim, sana taptım ey gönlümün perisi!
Doldum ama taşmadım, taşdımsa da coşmadım, cilve işve kör düğümmüş, sıkıştırdım açmadım.
Zemin âşık, zaman âşık, ben âşık...
 Yola düştüm yaralandım. Sana vardım, sende kaldım, ey gönlü­mün perisi!

**
Yarım kaldı, yarım kaldı...
 Gene destan yarım kaldı...
Dünya dünya olacaktan, sen söyledin, ben din­ledim; ben söyledim, sen dinledin, biter sandım, bitir­medin, yeter sandım, yetirmedin. Kâh söyledin, kâhi sustun. Ne yaptıysan bitirmedin.
Kasdın buydu tâ ezelden...
 ey destancı, yarım kaldı, gene destan yarım kaldı.
**
Hüzün kapımı çaldı. Vuruşundan tanıdım. Kim o, demeye kalmadan itip içeri girdi.
Kızdım. Nedir bu destursuz geliş?
 dedim. Kahka­halarla gülmeye başladı.
Hakkı da var ya...
 Kendi çatısı altına izinle gireni de kim görmüş?

**
Bir konuğum var: Adı ruh. Sıkıldı artık bu evden. Geldiği yere gitmek istiyor. Neden izin vermiyorsun?
 Mekânını özledi diyorum sana...
Yolcu yolunda gerek. Bırak, bırak ki gitsin artık...

**
Buçuk gün gelir; ahvâlim sorar, hâlim arar, dermânım olurdun.
Nittim sana ki, kaçtın bu ilden?
..
Zaman tezgâhında berâberce bez çözer; elvan el­van, top top canfes, dîbâ dokurduk. Ömrünün bütün yükünü ömrümün sırtına koyup: Vedâ!
 diyeli beri, dâne misâli ezilip un-ufak oldum.
Acep gene, bir gün gelir, ahvâlim sorup hâlim arar, dermânım olur musun?
Ne günâh ettim ki bilmem, kaçtın bu ilden?
Tezgâhını boş komak, koyup da utandırmak ne haddim?
 İşte, bıraktığın yerdeyim; eğiriyor, büküyor, çözüp dokuyorum. Âlem halkı, gene önümde kelep kelep iplik görmede. Gene elim oynuyor. Bindallılar, mor atlaslar da eksik değil...
                                                                           .
Ama bir çıkrığım daha var ki gizlice zâmânı sarı­yor, tez bitsin, tez tükensin, göçmeklik günü tez gelsin diye durmadan çeviriyor, çeviriyorum. Olur da buçuk gün ben sana koşar, ahvâlim anlatır, hâlim söyler, derman dilerim diye...
Ey benim ustam, ey hünerlim!
 Yoksa tezgâh ba­şında sıktım mı seni?
 Eğri mi dokudum, yanlış mı büktüm, kemlik mi ettim?
 Nittim \ neyledim ki kaçtın bu ilden?

**
Kuş cıvıltısından, nalın şakırtısından, bilezik çın­gırtısından, yaprak hışırtısından sesler topladım; bir kız onları iplik iplik tarayıp eğirecek, sonra da senin güzel boynuna şal dokuyacak.
Ak sümbülden, gök lâleden, yâseminden, menek­şeden kokular topladım; bir kız onları kat kat dürüp, güzel başına yastık yapacak.
Ağaçlardan çayırlardan, tepelerden bayırlardan renkler topladım; başka bir kız da onları kesecek, bi­çecek, o eşsiz vücûduna libas dikecek.
Ey varımı yoğumu paylaşmaya doyamadığtm!
 Da­hası var; gözlerden gönüllerden, visallerden firaklerden, yığın yığın sevdâ topladım; bir kız da onları karıp karıştıracak ve sana görülmedik duyulmadık bir taht düzecek...

**
Neden geceleri gelirsin?
 dediler.
Tenhâlığa fırsat bulmak için, peşimden ayrılma­yan gölgemden dahi ırak olmak için...
 dedim.
Neden bir haldaşın yok; neden kimseleri istemez­sin?
 dediler.
Yüreğimdeki dertle baş başa kalmak için...
 Belki, dertten de özge bir dert ile halvet olmak için...
 dedim.
Neden hikâyeni parmağına dolayan dünyâya kızıp küsmezsin?
 dediler.
Beni bırakıp sergüzeştimin eteğine asılsınlar, de­dikodu çalılığının dikenlerine takılıp da beni unutsun­lar için...
 dedim.
Neden, küheylân çatlatan sipâhîler gibi koşar du­rursun?
 dediler.
Gönlüm ezelle yaşıttır. Ondan geri kalmamak için.
O zaman bu zaman, tozu dumana katarak peşim sıra koşanı, yalnız bırakmamak için...
 dedim.
**
Gün çıkrıktan sağılır gibi açılıp uzasın da, zihnime dolan mânâlar yumak yumak çözülüp dünyâya akma­sın olur mu?
Sabah rüzgârı, gözlerini ovuşturan uyku sersemi kırları sarsıp kendine getirsin de, içimde esen fırtına­lar, dalımı budağımı kırıp koparmasın olur mu?
Fecrin parmağı ufuklarda meşalesini yaksın da, gönlümde söken şafak, gizlimi âşikârımı ele güne fâşetmesin olur mu?

**
Hem Çinliyim, hem Hintliyim; Türk elinden, Acem’denim...
Rûmî demiş zaman bana, Frengistan memleke­tim. Aşîreti, göçebeyi nice eyyam gezen benim.
Yedi iklîme serpilmişim. îsâ, Mûsâ kadîm dostum. Müslümânım tevhittenim.
**
Hasret bir han; ben hancıyım. Hasret bir yol; ben yolcuyum. Hasret kalem; bense yazı. Hasret mizan; bense mahşer.
Hasret bir saz; ben bin nağme. Hasret çile; bense derviş. Hasret çarmıh; ben bir mahkûm. Hasret kılıç, bense şehit.
Hasret deryâ, ben bin dalga...
 Yüzer yüzer yüzü­cüyüm. Hasret sırat, ben bir yolcu. Geçer, geçer, ge­çiciyim.
**
Bir canımı bin parçaya doğrayan, bir parçamla bin bir tezgâh dokuyan yanıma geldi; yanıma geldi.
Selâm verdim, selâm aldı; yer gösterdim, duymazlandı. Adım adım yanıma geldi. Gelme...
 dedim; gene geldi.
Sorup suâl eylemedim; kasdı nedir bilemedim; dileğini sezemedim; yanıma geldi; yanıma geldi.
Kurbânınım, söyle...
 dedim. Gülümsedi, baş çe­virdi. Biraz daha yanıma geldi.
Niçin gelir bu tasasız?
 Öldüre mi, ya güldüre?
 İki­si bir zâti...
 dedim.
Fikri zikri taşra sürdüm. Düşünceyi saldım yele...
 Azcık daha yanıma geldi. Yanıma derken canıma geldi.
**
Bir sel var içimde, ona yatak istiyorum.
Bir ankâ var içimde, ona kanat istiyorum.
Bir mahşer var içimde, ona mîzan istiyorum.
Bir dünya var içimde, ona nizam istiyorum.
Bir kavga var içimde, ona karar istiyorum.
Bir mecnun var içimde, ona zincir istiyorum.
Bir mîras var içimde, ona vâris istiyorum.
Bilmiyorum ne var içimde?
 Sel gelir sel alır, yel gelir yel alır, el gelir el alır. Sağarlar açarlar, çalarlar, kaçarlar. Gene de dolar, gene de taşar.
Bir defîne var içimde, ona yağma istiyorum.
**
Seferim var, seferim var...
 Dıştan içe seferim var.
Bir eyyam gideyim, cihandan göçeyim, candan geçeyim...
 Seferim var, seferim var...
Yanıma yanaşma, derdime sataşma; sorma hâlimi, bilen bir Allah...
 Seferim var, seferim var...
Bırak gideyim, gideyim, kendimi geçeyim; tâ yanı­na varınca, kapına ulaşınca...
 Seferim var, seferim var...
Dur deme duramaz oldum; dünyâya sığamaz ol­dum. Yıldız yıldız atlayım, yeri göğü aşayım, sen önü­me düşeli, önü ardı olmayan, seferim var, seferim
**
Kaybım var Hak dostları, kaybım var.
Akçe mi, mücevher mi?
 Senet sepet, hazîne mi?
 Sırça saray, defîne mi?
Kaybım var Hak dostları, kaybım var.
Kimyâ, simyâ, sihir bilmem. Bilmediğim daha ne­ler...
 Adak, nezir, duâm da yok.
Çaresizim. Siz arayın, siz yalvarın, siz dileyin. Avuç açın, boyun bükün.
Kaybım var Hak dostları, kaybım var. Ben kendimi kaybeyledim. Gezin tozun soruşturun. Dağı taşı arşın­layın, yeri göğü karışlayın.
Beni bulun, beni bulun...
 Beni bana kavuşturun.
**
Nedir bu titreyiş, bu ihtizaz, bu çırpınış?
 Şevk ola­sı mı, aşk olası mı?
 Bilmiyorum nedir bu?
 Yüze çıkası değil...
Veled-i kalb diyorlar; esah mı acep?
 Rast mı, doğru mu?
Aşksa da, şevkse de, veled-i kalbse de, taşsın gönlümden, dolsun dünyâya.
Bu arzu, bu ezgi, bu hicran, ihtizaz, sûret bağla­sın, şekle bürünsün, göç etsin benden, aksın cihâna.
Bilmiyorum nedir, nedir bu ihtizaz?
 Şevk olası mı, aşk olası mı?
 Veled-i kalb diyorlar, desinler elhak. Günlerden bir gün de, taşıp doğası mı?
 Doğup da söz olası, saz olası mı?

**
Derdim var Allah’ım, derdim var. Nideyim, nişle­yim bu derdi?
Suya verdim, su almadı, göğe verdim, gök alma­dı. Yere verdim, yer almadı. Ele verdim, sele verdim...
 Pulluk pulluk, döküm saçım...
 Dağ almadı, taş almadı.
Akıtmalı ata binsem, cihanları gezip dönsem...
 Yele, sele selâm versem, yılan kaymaz, kervan aş­maz bayır çayır koşup geçsem...
 Kanatlansam göğe çıksam, bulut bulut boyun büksem, yıldız yıldız yüzüm sürsem, alın!
 desem, bir el atıp alırlar mı?
 Bakın!
 de­sem, bir göz atıp bakarlar mı?

**
Canım cihâna serpildi, topla beni kıvam gerek...
 Ben esîrim baştan beru, âza t değil, zindan gerek...
Günahkârım, rahmet nerde?
 Rahmet bana yüzün gerek. Ben deliyim, deli deli, zincir gerek, zincir ge­rek...
Ben coşmuşum sel misâli, misal bana yüzün ge­rek...
 Ben suretim, mânâ hani?
 Ben mânâyım sûret gerek...
Vakit geldi, vakit geldi, bu dünyâdan geçmek gel­di...
 Fermanı yaz, güzel ellim, geri dönmez izin ge­rek!
..
**
İliğine kadar titreyen gecenin kulağına eğildim:
Korkar mısın, üşür müsün, kaçan ne ürperirsin?
 de­dim.
Sustu...
Yapraklarda yumak yumak yuvarlanan güneşin kulağına eğildim:
Ne bu telâş, bu saklanış?
 Bir özge tasan mı var?
 dedim.
O da sustu.
Murâkabeye varmış, soluğu kesilmiş denizin kula­ğına yanaştım.
Daha sormadan baş çevirdi, dudak bağladı, sükût etti.
Ayıplanmaz korkarlar elbet. Korku ne çok bu dün­yâda:
Ateş âfet, çile mihnet, dağ dağ olmuş...
 Küme küme, öbek öbek...
Korkanlardan bir korkan da benim işte. Korkuyo­rum: Anlamazdan, hasret, hicran tanımazdan, omuz silken, dudak büken, gülüp geçen, aşk çekmemiş bî­çâreden, zâri zâri korkmaktayım, korkuyorum.
**
Münâdî bağırttım, cihânı çağırttım, arattım, tarat­tım, yalvarttım, yakarttım, gelmedi, gelmedi, giden gelmedi.
Savulun savulun, bir de ben arayım...
 Günahtan gideyim, sevaptan gideyim, îmandan gideyim, inkâr­dan gideyim...
 Göğü eğeyim, yeri deleyim...
 desturlu gideyim, destursuz gideyim, gideyim, gideyim, ona gideyim.
Yerlerin altında Kaf’ların ardında, zeminde za­manda, şu koca devranda savulun savulun kendim arayım.
Kendim arayım, kendim bulayım...
 Otlağı olayım, durağı olayım, uğrağı olayım, konağı olayım...
 Hiçbiri olmazsam yalvarın dostlar, yalvarın, yalvarın, kurbânı olayım.
Kaynak: Sâmiha AYVERDİ, Hancı, Kubbealtı, 4. Baskı 2011, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar