HANNAH ARENDT (2012)
Yönetmen: Margarethe von Trotta
Senaryo: Pam Katz, Margarethe von Trotta
Ülke: Almanya,
Lüksemburg, Fransa, İsrail
Tür: Biyografi, Dram
Vizyon Tarihi:11 Eylül 2012
(Kanada)
Dil: Almanca, İngilizce, Fransızca, İbranice, Latin
Müzik: André Mergenthaler
Çekim Yeri: Israel
Oyuncular: Barbara Sukowa, Janet McTeer, Julia Jentsch, Axel
Milberg, Timothy Lone
Hzl: KENAN TEKEŞ
Margaretge Von Trotta’nın
yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi, Holokost’u daha önce kimsenin
yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösteren kadın düşünürü anlatıyor.
Yıl 1962… Güneşli, güzel mart sabahlarından biridir… Bir
kadın taksiye biner… Kadını taşıyan taksi Central Park'a doğru gider… Şoför
arabanın hızı artırır… Ve bir süre sonra taksi çok sert bir şekilde karşıdan
gelen kamyonla çarpışır… Olay yerine çok sonra bir ambulans gelir… Kadın
gözlerini ambulansta açar… Önce kollarını ve bacaklarını hareket ettirir… Sonra
gözlerini açar… Hafızasının yerinde olup olmadığını görmek için tarihleri, şiir
mısralarını ve telefon numaralarını sayar… Hafızası yerindedir kadının.
Kadın çok sonraları yaşadığı bu olayla ilgili
arkadaşı Mary McCarthy'ye, "Kısa bir süreliğine yaşam ya da
ölüm kararının bana bağlı olduğunu düşündüm" der… Ve "hayatın epey
güzel olduğunu ve onu çok sevdiğini" söyler.
Hayatın epey güzel olduğunu ve onu çok sevdiğini,
söyleyen kadın yüzyılın dahi kadınlarından Hannah Arendt’tir.
Arendt, 1906 yılının 14 Ekim'inde Hannover’de bir Yahudi
mühendisin tek çoçuğu olarak dünyaya gelir... Berlin'de büyür… 18 yaşında
Marburg’da Martin Heidegger’den felsefe eğitimi almaya başlar...
Heidegger ile düşünsel ve tutkusal bir aşka tutulur... Bu aşka tutuluş onun
düşünce dünyasını alabildiğince genişletecektir. (Heidegger diz çöküp ona “aşka
en büyük davet karşındakinin senden önce aşık olmasıdır” der.)
Marburg ve Freiburg’da üniversite eğitimini tamamlar ve
Heidelberg’e giderek Karl Jaspers’in yanında doktorasını
tamamlar… Doktorasını tamamladığında henüz yirmi iki yaşındadır.
1924-1929 yılları arasında dönemin ünlü düşünürleri ile
tanışır, eğitim alır, etkiler, etkilenir, aşık olur, aşık ettirir.
Marburg’da Martin Heidegger ve Rudolf Bultmann’dan, Freiburg’da Edmund Husserl’den, Heidelberg’de Karl Jaspers’in
öğrencisi olarak felsefe, ilahiyat ve Yunanca eğitimi görür.
1933 yılında Hitler'in iktidara gelmesi üzerine
Almanya’dan ayrılarak Fransa’ya geçer. Paris'e kaçmak zorunda kalan Arendt
orada Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.
Paris’te Yahudi göçmen hareketi içerisinde aktif olarak
yer alır. Fransa'nın II. Dünya Savaşı sırasında Alman askeri kuvvetlerinin
Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi sonucunda Yahudilerin toplama
kamplarına gönderilmesinden ötürü Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır.
1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir.
1941’de eşi ile birlikte ABD’ye gider, oraya yerleşir ve
ABD vatandaşı olur. ABD’deki ilk yıllarında akademik bir iş bulmakta epey
zorlanır.
1953’te Princeton’da Christian Gauss konferanslarına
çağrılır. 1959’da tam kadrolu ilk kadın profesör olur.
Böylece Arendt, California, Chicago, Columbia,
Northwestern, Cornell gibi üniversitelerde verdiği derslerle seçkin bir
akademik kariyere sahip olur.
1975 yılında 69 yaşındayken öldüğünde New York’taki New
School for Social Research’de felsefe profesörüydü.
Hannah Arendt, gerek siyasi gerekse duygusal birikime
sahip olup kendine özgü düşünce çizgisi içinde, şiddet, iktidar, devrim,
totalitarizm, eşitlik-eşitsizlik, özgürlük, siyaset, felsefe, insan, eylem,
düşünce, hakikat, ahlak, retorik, ideoloji, kültür, demokrasi, milliyetçilik,
ırkçılık, devlet, parti, rejim, insan hakları, antisemitizm, emperyalizm,
sanat, kamusal alan üzerinde çalışmalar yaptı.
Arendt özellikle de şiddet ve şiddetin kaynağı üzerinde
durur. Şiddeti, sayılara ya da görüşlere değil, kullanılan araçlara dayandırır.
Ona göre şiddet her zaman araçlara muhtaçtır ve içerisinde her zaman bir
keyfilik unsuru taşımaktadır. Ve devlet de, en güçlü şiddet araçlarını elinde
bulunduran merkezi bir otoritedir.
Arendt kimi zaman şiddetin gereksiz olmadığını ve onu bir
insanlık durumu olarak gördüğünü açıklar:
“Kimse meşru müdafaa amacıyla gerçekleştirildiğinde
şiddeti sorgulamaz. Çünkü şiddet yalnızca açık değil, aynı zamanda mevcuttur ve
aracı haklı kılan amaç hemen orada durmaktadır.” Ve ekler “Bir Yahudi, Yahudi
olarak şiddet görüyorsa kendini savunmalıdır.”
Arendt’in bütün dünyada tartışılmasını sağlayan gelişme
ise Gestapo şefi Heydrich’in emri altında Yahudi sorununu çözmekle özel olarak
görevlendirilen Adolf Eichmann’ın yargılandığı
davada kaleme aldığı düşünceleridir.
30 Mart’ta başlayan ve 14 Nisan’da sona erecek olan 32.
İstanbul Film Festivali’nde feminist yönetmen Margaretge Von Trotta’nın
yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi izleyiciyle buluştu.
Film, bir düşünür, aynı zamanda sert bir kadın olan ve
sigaraları uç uca içen, "kötülüğün sıradanlığı" düşüncesiyle hem
kendi halkını hem dünyayı karşısına alan Hannah Arendt’in 1960-1964 yılları
arasındaki zaman dilimine odaklanır.
Senaryosunun da Von Trotta’nın
yazdığı filmde Barbara Sukowa (Hannah
Arendt), Axel Milberg (Heinrich
Blückher), Ulrich Noethen (Hans Jonas),Michael Degen (Kurt Blumenfeld), Klaus Pohl (Martin Heidegger),Friederike Becht (Küçük Hannah
Arendt), Victoria Trauttmansdoff(Charlotte
Beradt) oynuyor.
Film düz bir zaman çizgisinde ilerlemez. Sıçramalı zaman
ile geçmişe de döner. Bu geçmişe dönüş Arendt ile hocası olan Martin Heidegger
ile olan düşünsel ve tutku düzeyindeki ilişkileri anlatılır. Bu aşk Arendt’e
düşünce ve tutku üzerine düşünmesini sağlayacaktır.
Film genel olarak 1960-1964 yılları arasındaki zaman
dilimine odaklanır. Nazi Adolf Eichmann’ın (ya da Eichmann tiyniyetli
insanların), 1960 yılında Mossad ajanları tarafından Arjantin’de yakalanıp
İsrail’'e götürülmesiyle başlar. Eichmann’ın yakalanması hem İsrail’de hem de
dünyada yankılanır.
Çünkü Eichmann önemli bir isimdir. Gestapo şefi
Heydrich’in emri altında Yahudi sorununu çözmekle özel olarak görevlendirilen
kişidir.
Filmin bundan sonrasında da Hannah Arendt’in Eichmann’ın
yargılandığı dava için Kudüs’e gitmesi, mahkemede Eichmann’da gördükleri
(mahkeme görüntüleri gerçek görüntülerdir), düşündükleri, bu düşündükleri
karşısında İsrail/Yahudi toplumunun gösterdiği tepkiler ve bu tepkiler
karşısında Arendt’in yaşadıklarını ve Martin Heidegger ile olan aşkını izleriz.
Hannah Arendt, Eichman’ın yargılanacağı mahkemede görmek
ve New Yorker gazetesine yazmak için 1961 yılında Kudüs’e gider. O’nun bu
gidişi başlangıçta “adalet aramak” içindir. Ancak dava sırasında
Eichman’ın tavırları Arendt’te faklı düşünceler yaratır. Bu düşüncelerini “Eichmann Kudüs’te: Şeytaniliğin Basitliği
Üzerine Bir Rapor” adlı kitapta dile getirir. Kitapta savunduğu bu
düşünceler bugün dahi tartışılmaktadır.
Hannah Arendt düşünme yetisinden yoksun olmuş bireylerin
verilen eylemi sorgusuz sualsiz gerçekleştirdiğine inanır. Eichman’ın da bu
düşünme eyleminin yoksunluğundan dolayı iktidarın verdiği eylemi yerine
getirdiğini düşünür.
Yine Arendt Yahudi soykırımı sırasında yaşananlarda
Yahudi liderlerinin rolü olduğunu da söyler. Ona göre, onların muhalefet
etmeyip işbirliği yapmalarının bunda etkisi olduğunu savunur.
İşte Arendt’in bu “acı”masız sözleri soykırım yaşamış
Yahudi halkının yüreğini “acı”tır. Arkadaşlarının çoğu onu şiddetle
eleştirir. Yahudi Konseyleri onu Alman makamları ile işbirliği ile
suçlar. Kimisi bu düşüncelerine katılırken kimisi de onu ölümle tehdit
eder. Tehdit mektupları alır. Filmde Mossad tarafından tehdit edildiğini
de görürüz. Üniversitedeki işinden olur.
Ancak Arendt kendi düşüncesinden bir adım geri atmaz ve
düşüncesini tutarlı bir şekilde savunmaya devam eder. O Eichman’ı ve soykırımı
gerçekleştirenleri anlamanın onu ve onları affetmek anlamına gelmediğini
düşünerek “anlamak asla affetmek anlamına gelmez” der.
Arendt kötülüğün temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe
sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da
eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat
etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusuna cevap arar.
“Düşünmenin tezahür rüzgarı doğruyu yanlıştan,
güzeli çirkinden ayırabilir. Yeter ki insan düşünme eylemliliği içinde olsun.”
Arendt hem düşünme hem de tutku açıdan gerçekleştirdiği eylem ile bilinçli
insanın yüreği beyninde atar, sözünü doğrular.
Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt”
filmi sinemasal olarak görmeye yetenekli gözlere pek bir şey sunmasa da
Holokost’u daha önce kimsenin yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösteren ve
“ölüm ve yaşam kararının bana bağlı olduğunu” düşünen kadını bir de sinemada
görmek açısından izlemek gerekir. (KT/AS)
* Hannah Arendt’in “Eichmann in Jerusalem” ile “Şiddet Üzerine” adlı
kitaplarından yararlanılmıştır.
Erişim:
http://bianet.org/biamag/siyaset/145645-dusunen-kadin-hannah-arendt
Bugünlerde onun söylediklerine nasıl inanıyorsun anlam
veremiyorum. Sen ona, 15 yıl evli kalacak kadar güvenmiştin.
Ona hiç güvenmedim.
**
Bak Mary, ya diğerleri gibi kendine birini bulacaksın ya da
yalnız yaşayacaksın.
- Jim'i
değiştiremezsin de.
- Jim'i değiştirmek
istemiyorum. O mükemmel biri.
Mükemmel mi?
Romanlarına giren bir
adam mükemmel değildir.
Neden daha iyi birisini beklemiyorsun?
**
AJANLAR KATİL NAZİ'Yİ YURT DIŞINDA YAKALAYIP İSRAİL'E
GETİRDİ.
Gazeteyi okumadın mı?
Başından sonuna kadar
okudum, Profesör Hanım.
- Kudüs'te yargılanmasını
istiyorlar!
- Mossad başka niye kaçırsın ki zaten?
Sence bunlar doğru
mu?
Buenos Aires'te hemen
işini bitirmeleri gerekirdi.
- Ama öte yandan...
- Selam vermeyi
unuttun. Selam.
Adolf Eichmann'ın
Almanya'dan Güney Amerika'ya kaçış olayının soruşturmasında Vatikan'ın Adolf
Eichmann'a Kızılhaç pasaportu verdiği ortaya çıktı.
Olamaz!
Görürsünüz. İade edilmesi için uğraşmayacaklar. Eski SS
subayı casuslarca gizli hat olarak bilinen rota boyunca takip edildi. Eichmann
sahte kimlik ve pasaportla ilk olarak Genoa'ya ardından da bir İtalyan gemisi
ile Buenos Aires'e geçmiş. Eichmann'ın duruşmasına neden katılmak istediğimi
umarım anlarsınız. Almanya'dan 1933 senesinde ayrıldım, Nuremberg burnumda
tütüyor.
**
Frances, o Totaliterizmin Kökenleri'ni yazdı. Ne başlık ama.
20. yüzyılın en önemli kitaplarından biridir. Oku bir. Şu Avrupalı
filozoflardan biri değil ya?
Batı uygarlığı
kapsamında Nazi Almanyası'nı kaleme alan ilk kişi. Çok muhteşemdi, ama soyuttu
da. Neden gitmek istediğini anladım. Filozoflarda teslim tarihi diye bir şey
yoktur. Ara hemen.
Bunu gerçekten yapmak zorunda mısın?
Avrupa'dan gelen kötü
haberleri duyduğumuzda nasıl şok olmuştuk hatırla. Nasıl da harap olmuştun?
Bu fırsatı kaçırırsam
kendimi asla affetmem. Gurs'taki zeki ve cesurca kaçışımı millete nasıl da
anlatmıştın.
**
Öyleydin, sevgilim.
Kadınların çoğu kaçarlarsa kocaları onları bulamaz diye
geride kalmışlardı. Nerede olursan ol seni bulurdum. Belki de bulmazdın. Yazın
sıcağı ılık ılık vururken tüm yaşananların yakında sona ermesini ümit ederdik.
Sonra... Bekleyiş başladı. Kadınların hemen hemen hepsi kendini bıraktı.
Saçlarını taramayı yıkanmayı bile bıraktılar. Samandan yatakların üzerlerine
seriliyorlardı sadece. Onları cesaretlendirmeye çalıştım. Bazen otoriter, bazen
de arkadaşça davrandım. Derken, yağmurlu bir günün akşamında tüm saman yataklar
mahvolmuştu. Birden cesaretimi yitirdim. Bitap düşmüştüm.
O kadar yorulmuştum ki yaşamaktan zevk aldığım dünyadan
kopmak istemiştim.
İşte tam o anda gözümün önünde belirdin. Beni deli gibi
arıyordun ama bir türlü bulamıyordun.
Neden gitmeni istemediğimi şimdi anladın mı?
**
Nixon normalde
uslanmaz bir köpek gibidir ama kayışı kopardı iyice. İlgi görmeyi bekleyen
utangaç bir ilkokul öğrencisine döndü. Kennedy'nin onayıyla iş yapacak utanmasa.
Nixon yalancının teki. Stratejisi böyle. Tek düşündüğü şey kendi kariyeri.
- Bundan dolayı kazanacak.
- Hayır, Nixon çok
detaycı. Öte yandan Kennedy genç, yakışıklı ve yaratıcı biri. Gritik zamanlarda
da önemli olan budur. Kritik olacak Hannah. Gritik değil.
**
Kelimeler kifayetsiz Hannah. Bizden birisin ve bu büyük
duruşma için orada olacaksın.
Büyük duruşma falan değil, yasa dışı bir şey bu.
İsrail gizli servisinin adam kaçırması yasal bir şey
değildir!
Yahudilere karşı suç işlemiş bir Nazi'yi yargılamak
İsrail'in en mukaddes hakkı. Mukaddes mi?
Hans, aklını
kaçırmışsın.
- Sağ kalan birçok
insan orada yaşıyor.
- Kesinlikle.
Suçluyla yüz yüze hesaplaşmak istiyorlar.
- Yüz yüze mi?
- Pardon.
- Hepsi mahkemelerde
sürünecek.
- Şahit olacaklar.
Duruşma yıllar sürer.
**
Milletlerarası bir mahkeme tarafından yargılanmalı o yüzden.
- Yok öyle şey.
- Aynen. Eğer dava
senin tahmin ettiğin gibi ilerlerse;
Berlin'deki hırslı eski komünistlerden biri işte.
- Yahudi mi?
- Hayır. Sonuna kadar
Rosa Luxemburg'un ideallerini savunur ama. Doktora yapmaktan daha iyi
hakikaten.
Mahkemeye geçmişi/tarihi karıştıramazsın. Tek kişinin suçunu
yargılayabilirsin sadece.
Evet, işlediği cinayetler için tek kişi yargılanacak zaten.
**
Hannah! Hannah'cığım! - Kudüs, biricik aşkın.
- Kesinlikle.
- Heinrich nasıl?
Aranız iyi mi?
- Evet. Bazen aşırı
iyi. Onunla tartışmayı özlüyorum.
Modern hayat labirentinin içinde yolumu göremiyorum artık.
Bu yolculuk yüzünden, bana bayağı çıkıştı. Tekrar eski kötü
günlere döneceğimden korkuyor. Bu duruşma hepimiz için önem arz ediyor. Ama sen
güçlü birisin Hannah. Her zaman öyleydin.
- Ayrıca cesur. Hem
de çok cesur.
**
Herkes ayağa!
Yüce İsrail yargıçlarının önünde durup Adolf Eichmann
hakkında suçlamalarda bulunurken tek bir kişiyi temsil etmiyorum.
Benimle aynı düşünceleri paylaşan 6 milyon kişi var.
Kendileri, bu şahıs sanık sandalyesinde otururken parmaklarıyla onu
gösteremezler. Buraya gelip, ağlayarak "Suçlu bu!" diyemezler.
Külleri Auschwitz tepelerine, Treblinka'nın topraklarına dağıtılanlar Polonya
nehirlerine dökülenler adına konuşuyorum. Şöyle dönüp bir baktığımızda, bütün
Avrupa bu vatandaşlarımızın mezarı sayılacaktır. Kan ağlayan feryatları cennete
ulaşsa da biz duyamayacağız.
**
Hausner ise ortada gösterişli bir şekilde dolanıp sanki
Eichmann ile rol kapma yarışına girmiş gibi davranıyordu. Açılış konuşması
etkileyici olmalıydı. Ben-Gurion'un gözüne girmek için mi?
Bütün bunların
arkasında o var, değil mi?
İsrail, bunun bir
gösteriş duruşması haline gelmemesi için çok dikkatli olmalı.
Benim tanıdığım Hannah bu işte! Biraz bekle ve gör.
Bu süre zarfında da Ben-Gurion'u anlamaya çalış. Genç
insanlarımız, senin kötü günler dediğin şeyle yine yüzleşmek istemiyor. Ya
kendilerini korumayan veya onlar için savaşmayan ailelerinden utanıyorlar ya da
onursuzca davrandıkları için onları suçluyorlar. Sadece suçluların ve
fahişelerin o kamplardan kurtulduğunu düşünüyorlar. Peki sen Hausner'ın, anne
babaların çektiği acıların anlaşılmasını sağlayacağına inanıyor musun?
**
Evet, nakil sırasında 15 insanın öldüğünü okudum burada. Ama
şunu söyleyebilirim ki bu kayıtlar 4B-4 biriminin sorumluluğunda değildi. Kendi
esaslarına göre, bunu yapanlar yerel yetkililerdendir. Burada yazılanlara göre, emir Reichsführer
tarafından verilmiş.
Şimdi söyle bana, neden nakil emrini yerine getiren sensin?
Neden Eichmann
yapıyor bu işi?
Reichsführer,
Eichmann'dan başka kimseye ulaşamamış mı?
Belgeler, yerel
polisin veya karargahın bu hususta 4B-4 biriminden talepte bulunduğu hakkında bilgi
veriyor. Ve ben de durumu sürekli bir işleyişi olduğu için orta dereceli bir
mesele olarak ele aldım. Bunları yapmam emredilmişti.
Emirleri yerine getirmek zorundaydım. Ama vagonlara ne kadar insan bindirileceğine
karar veren sendin, değil mi?
Trenler hareket edene kadar yapılması gereken bölümler de
başka birimler tarafından gerçekleştiriliyordu.
**
Nihayet canavarı duydun.
- İyi misin?
- Evet, iyiyim. Peki
o zaman. Güzel.
- Ee?
Garson! Sanırım şu an biftek istemiyorsundur. Keyfimi yerine
getirmeye mi çalışıyorsun?
"Biri niyetini
belli ederse rahatsız edici olur."
"Biri niyetini hissederse rahatsız edici olur."
"Memnun olduklarınız, kabul ettiklerinizdir."
- Yine Tasso'dan.
- "Size
yaraşanlar, kabul ettiklerinizdir." "Birine yaraşanın ne olduğunu
öğrenmek istiyorsanız yapmanız gereken tek şey, asil bir hanımefendiye
sormak."
Babam, Berlin'de bir terziydi. Tıraş olurken sürekli
Faust'tan alıntı yapardı. Mefisto favorisiydi.
"Kan, çok özel bir sıvıdır." Eichmann.
Eichmann, Mefisto değil.
**
**
Polis tarafından sorgulandığında demişsin ki Führer, sana
babanın hain olduğunu söylese gidip onu kendin vururmuşsun.
- Bir hain
olsaydı, evet.
- Hayır, Führer sana
böyle deseydi. Kendi babanı vurur muydun?
Yahudilerin katledilmesi gerektiği sana kanıtlandı mı?
Hiç görevinle vicdanın arasında çatışmaya düştüğünü
hissettin mi?
Buna bölünme durumu
denebilir.
- Bölünme mi?
- Evet. Bilinçli bir
bölünme durumu. Kişinin bir tarafı terk edip, diğerine geçmesi diyebiliriz.
- Vicdanını terk
mi ettin?
- Pardon?
- Şahsi vicdanını
terk mi ettin?
- Öyle de
diyebiliriz. Daha fazla sivil direniş olsaydı, olaylar farklı olabilirdi.
- Haksız mıyım?
Cevap verin.
- Eğer sivil direniş
hiyerarşik düzende organize olsaydı, kesinlikle evet. Öyleyse bu bir yazgı
değildi.
Kaçınılmaz bir durum yoktu.
- İnsanların davranış
seçimleriydi sebep.
- Evet, insanların
davranış seçimleriydi. Ve tabii ki harp zamanı olduğundan kargaşa ortamında
herkes direnmenin bir faydası olmadığını düşündü.
- Evet.
- Amaçtan, başarıdan,
kayıptan ve her şeyden uzak olan sıcak bir taşta buharlaşan su damlası
gibiydi tıpkı. Zamana bağlıydı sanırım bu. Zamana, çocukların nasıl
yetiştirildiğine, ideolojik eğitime sıkı disipline, bu tarz şeylere.
**
Eichmann, bir Yahudi düşmanı değil mi?
Zırvalık bu! Onu
duydun. Yasaya uyuyordu. Önüne ne yasa konsa uyardı. Hadi ya! Partideki hiç
kimse SS'e aşırı Yahudi düşmanlığı yüzünden karışmadı.
Kendisi asla bir Yahudi’ye zarar vermediğine yemin ediyor.
Böyle iddia ediyor yani!
Ölüm saçan bir sistemin her istediğini yapmış
üstelik de işinin en ince ayrıntılarını vermekte hevesli gözüken bu adamın
Yahudilere karşı kişisel bir garezi olmadığını söylemesi ilginç değil mi?
- Yalan söylüyor!
- Hayır, söylemiyor. Buna kanıyor musun?
Trenlerin nereye
gittiğini bilmediğini iddia ediyor.
- Buna da mı
inanıyorsun?
Evet, işte o böyle
görüyor.
O bir bürokrat.
Gerçeği arayışın iyi güzel ama bu sefer çok uçtun!
Ama Kurt, tarif edilemez korkunç eylemlerle bir adamın
sıradanlığı arasındaki devasa farkı reddedemezsin.
Merak etme, Rahel. Hannah ile hep böyle tartışırdık. Birçok
insanı kızdırmasından korkuyorum sadece. Doğası böyle, değişemez ki.
- Ama düellolarımızı
bitirdikten sonra...
- Hep barışmanın bir
yolunu bulmuşuzdur.
**
- Profesör Hanım.
- Benim ofisimi de
kullanabilirsin.
- Çok naziksiniz,
beyefendi. Pipoluğumu masadan alman yeter. Doktorun bundan hoşlanacaktır. Tencere
dibin kara demişler. Bana sarılmadan ve öpücük vermeden nasıl
gidebiliyorsun?
Bir filozof
düşünürken asla rahatsız etme demişler.
Ama öpücük olmadan düşünemiyorum. Buraya bırakabilirsin.
- Teşekkürler,
Freddy.
**
Yanımda senin gibi biri olduğu için çok şanslıyım, Lotte.
Kendi kızımla bile bu kadar iyi arkadaş olamazdım.
Babam her zaman, ailemizi Tanrı'nın belirlediğini söyler.
Ama çok şükür ki arkadaşlarımızı kendimiz seçebiliyoruz.
Güzel, ilginç bir yaklaşımmış/teori.
- Charlotte'u da ben
mi seçmişimdir sence?
- Unutmuşum.
Sabah aramıştı. Heinrich'in Bard'taki yeni numarasını
istedi.
- Verdin mi?
- Maalesef,
bulamadım. Dikkatli ol, Lotte. Kendisi psikanalisttir ve zihnini okuyabilir.
**
**
Ne zaman seks sahnesi yazacak olsam, aklıma sen geliyorsun
kolumu çekiştirip, "Dur." diyorsun.
- Seks ile ilgili
sorunum yok.
- Beni teşhirci
sanacağından korkuyorum. Öylesin ama. İlk kitabını anılarından bir şey katmadan
yazmıştın. Tamamen kurgusaldı, değil mi?
- Bu bir iltifat mı
yoksa dosdoğru bir eleştiri mi?
- Hayır! Bence
kelimeleri yerinde kullanmayı iyi beceriyorsun ve bu da bazen işe çok iyi renk
katıyor. Hiç bu kadar olumlu konuşmamıştın. Diğer kitaplarımdan da nefret
ediyor musun?
Mary! İltifattan
anlamıyorsun.
- Hayır.
- Hannah!
Kahramanımsın! Teşekkür ederim.
**
Saat kaç oldu?
İkinci saatimiz
başlamış. Bunun anlamını biliyorsunuz. Teşekkür ederim.
- Teşekkür ederim.
- Size kişisel bir
soru sorabilir miyim?
Deneyebilirsin.
Toplama kampında mıydınız?
Gurs adında bir
Fransız toplama kampında bir süre kalma durumum oldu.
Ama Fransızlar sizin tarafınızda değil miydi?
Başlangıçta. Bizi
götürdüler. Ama Almanlar 10 Mayıs 1940'da Fransa'yı işgal edince Fransız
arkadaşlarımız bizleri toplama kamplarına koydular. Yeni bir insan türü haline
geldik. Düşmanlarımız tarafından toplama kamplarına koyulduk ve bizi oraya
koyanlar müttefiklerimizdi. Nasıl kaçtınız?
Kocamla ben
şanslıydık, Amerika için vize aldık. Vize. Pasaport yoktu. 18 yıl vatansızdık.
Peki, Amerika'da ilk izleniminiz neydi?
Cennet. Anladınız
mı?
**
- Evet. Eichmann'ı idam ediyorlar.
- Zaten etmeliler.
-
Etmeliler. Fakat bu adalet değil.
Ceza yeterli değil mi?
Artık karar açıklandığına göre New Yorker'dakilerden kaçmaya
son verebilirsin. Sen iyileşene kadar olmaz. Hafifçe yere yığılmamdan beri tek
bir satır yazmadın. Yanılıyorsun. Bazı notlar aldım. Beyin anevrizması hafifçe
yere yığılma değildir. Ölebilirdin.
Fakat Eichmann bir canavar. Ve canavar derken, şeytanı
kastetmiyorum. Canavarmış gibi davranmak için akıllı veya güçlü olmaya gerek
yok.
Çok basit davranıyorsun.
- Heidegger, senin
arkadaşındı.
- Hans! Bizi hayal
kırıklığına uğratan bir tek o değildi. New Yorker için böyle yazamazsın,
Hannah.
- Yapamazsın!
- Hans, cam kapı!
Hepsi çok soyut. Ve kafa karıştırıcı. İnsanlar felsefe dersi
almak istemez. Nazi Eichmann'ın neler yaptığını bilmek zorundalar. Hemingway bir
ambulans şoförüydü, Thomas. Bir yazar olarak, 20. yüzyılın erken boşalmasından
başka bir şey değildi. Gerçek bir erkek gibi yazdığı için ondan nefret
ediyorsun.
- Onu affetmemi mi
istiyorsun?
- Saçmalama. İdam
edileceği için mutluyum. Heinrich'in sağlığına kadeh kaldıralım.
- Peki, haydi.
- Evet. Heinrich'e.
- Sağlığına.
Sağlığına içelim.
- Buraya gel lütfen.
- Çok iyi bir fikir.
- Buyur Hans.
Heinrich'e. Şerefe. Stups, sana kaldırıyoruz. Artık ben hariç kimseyle öpüşmek
yok. Hans neden bana bu kadar kızgın?
Öğrencilik
yıllarından beri sana âşık. Saçmalık. Heidegger'den partiye katılmasından
çok senin kalbini çaldı diye nefret ediyor. Öyleyse senden daha çok nefret
etmeli. Belki ediyordur. Sağlığımı kutlamak çok yorucuymuş. Ben yatağa
gidiyorum.
- Affedersiniz.
- Hayır. Hannah.
**
Eichmann, sen normal bir emir eri olmadığını iddia
ediyorsun. Yaptığın şeyler hakkında kafa
yoruyordun. Bunu söylemedin mi?
- Sanmıyorum. Hayır.
- Kafa yormadın yani?
- Pardon.
- Kafa yormadın mı?
Beynin çalışıyor
muydu?
- Hiç mi kafa
yormadın?
- Kafa yormak mı?
Evet. - Elbette ne yaptığımı düşündüm.
- Beynin çalışıyordu
o zaman.
**
**
"Önemsiz ve boş bir hayata sahip Adolf Eichmann'ı
rüzgâr, tarihin sayfalarına kattı."
Etkileyici bir seçim.
Çok şairane başlıyor. Biraz aşırıya kaçmış.
"Zaman
rüzgârının kopardığı bir yaprak gibi 1000 yıllık bir imparatorluğun askeri
kuvvetlerinde buldu kendini."
İki kere üst üste rüzgârlı metafor mu?
Ama şunu dinle.
Çok orijinal. Bu da oldukça orijinal. Bunun için
asılabiliriz.
"Yahudiler nerede yaşadıysa orada meşhur Yahudi
liderler vardı. Ve bu liderlik neredeyse istisnasız öyle veya böyle, bir sebep
için ya da değil Naziler ile iş birliği yaptı. Asıl gerçek ise eğer Yahudiler
önceden örgütlenmemiş ve lidersiz olsalardı ortama kaos ve ızdırap hâkim
olacaktı. Ama kurbanların toplam sayısı dört buçuk ile altı milyon arasında
olmayacaktı."
Yahudi liderler duruşmada tanıklık etti. Lafı geçmiş olmalı.
- Kurbanları
suçluyor.
- Bu doğru değil
Fran. Kurbanların güçsüzlüğü ve bazı liderlerin şüpheli seçimleri arasında
bariz bir ayrım yapıyor. Bariz mi?
Abartma istersen.
**
300 sayfaya yakın bütünün, 10 sayfalık bir kısmı sadece bu.
Tartışma çıkaracak cümleler bunlar, Bill. Kadının olayları düzgün anladığından
emin ol. Yoksa korumalara ihtiyacımız olacak. Hem onun için hem de bizim için.
Olayların üzerinde aceleci karar verecek biri gibi gelmedi bana. Ama dil
bilgisine gelince; Yazdığınız şey tek
kelimeyle muhteşem. Beş kısma ayırmayı öneririm.
- Beş mi?
- Beş kısma göre yer
verirsem çok az değişiklik gerekecek. Editörünüzle konuştum, kitabın daha sonra
yayımlanacağını söyledi.
- Tebrikler.
- Teşekkür ederim.
- Başlayalım mı?
- Tabii. Bu Yunanca,
değil mi?
"Einai."
"Olmak" demek, varoluş anlamında.
Ama fark etmişsinizdir, çoğu okuyucumuz Yunanca anlamıyor.
Öğrenmeliler. Kafa kurcalayan tek bir bölüm var. O, şey bizi biraz
endişelendiriyor.
Bugün "ben" değil "biz" mi diyorsunuz?
Ordunuzdan yardım mı
istediniz, Bay Shawn?
Evet. İstemiş
olabilirim. Yahudi liderlerin betimleme kısmı bu. Eichmann'ın birimiyle
ilişkileri çok önemliydi.
- Sanırım gayet açık
yazdım da.
- Evet, tabii. Ama
bir tür yorumunuzu sunuyorsunuz ve bu da biraz rahatsız edici olabilir.
- Bu doğru değil.
İstesem onların davranışlarını çok da güzel analiz eder veya açıklardım.
"Bir Yahudi için kendi halkının yok olmasındaki Yahudi
liderlerin rolü hiç kuşkusuz tüm karanlık hikâyenin en karanlık bölümü."
Artık bu bir tür yorum olarak sayılabilir herhâlde. Gerçek
olan bu ama.
**
- Alo, Stups. Bu konu için vaktimizi harcamayalım. New
York'taki hayatta kalanlarla konuşmak için İsrailli bir savcı buraya geliyor.
Daily News manşetini dinle:
- Ön sayfada!
- Bunlar sadece bir kaşık suda fırtına koparma. Fırtına
falan değil bildiğin kasırga bu, Hannah.
**
İğnelemelerinin onu koruyacağını sanıyor. Banaysa sadece
savunmasızmış gibi geliyor. Kendisini hikâyeden ayırmaya çalışıyor ama bunu
yaparken, daha da yakınlaşıyor. Yanlış, tamamen yanlış. Bu onunla ilgili değil.
Peki o Nazi ve suçları hakkındaki kitabı nerede yazıyor şimdi?
Acı çekmeye ve
bunu göstermeye hakkı var.
Bu edepsizlik olur. Hannah'nın karakterine de uymaz. Aklında
bulunsun, bu kadar acıyı içine atıyorsa sonunda kahrolur. Ve sen de tabii.
**
Profesör Heidegger sizi görmeye geldi. Teşekkür ederim.
Orada güzel
elbisenle durduğunu gördüğümde bunun bizim için yeni bir şeylerin başlangıcı
olduğunu anladım.
Lütfen dur biraz.
Gelebileceğimden emin değildim. Bir kez sevmekten daha
davetkâr bir şey yoktur aşka. "Nulla est enim maior ad amorem invitatio
quam prevenire amando." Aziz Augustine. Son mektubun beni çok üzdü.
O iftiralara nasıl inanabiliyorsun?
İlk rektörlük konuşmanı okuduktan sonra midem bulandı. Akıl
hocamın bir aptal gibi davrandığına inanamadım.
Biliyorum senin için sefalet, sıkıntı ve çaresizlik dolu
üzücü yıllardı. Ama benim için de kolay değildi.
Martin, buraya geldim çünkü anlamak istiyorum.
Hannah. Hayaller kuran ve ne yaptığını bilmeyen bir
delikanlı gibiyim. Siyasete dair ne bir yeteneğim ne de tecrübem var ama şimdi
öğrendim ve gelecekte daha da fazla öğrenmek istiyorum.
O vakit, buna bir son verip kendini herkesin önünde
anlatmamak niye?
**
Bütün şehir seni konuşuyor. Mary. Merhaba. Aman Tanrım, seni
görmek ne güzel. Bunlar sana.
- Çok güzeller.
- Jim gönderdi.
Sevgisini sunduğuna göre seninle tanışmak için sabırsızlanıyor.
- Onunla ne zaman
tanışacağım?
- Bir şeyler
ayarlarız.
- Yolculuk nasıldı?
- Harikaydı ama
açlıktan ölüyorum. Konferansa gelmelisin. Onu yapamazsın.
- Kurallara uyman
gerekiyor.
- Nedenmiş?
Kimsenin uyduğu yok.
Neyi tartışmamı istiyorsun?
Aslen yazdığım şeyin
tek bir eleştirisi bile olmadı. Nasıl tepkiler yağacağını hiç düşünmedin mi?
Hannah. Azıcık bile
düşünmedin mi?
Çok belirgin bir
üslup kullanmışsın, her zamanki gibi değil. Doğru değil. Bana göre üslup gayet
normaldi. Sana göre öyle, ama hiç kimse olay hakkında en ufak bir alay dahi
edemedi.
- Dikkatimi dağıtmaya
çalışıyorsun.
- Asla. Gördün mü?
İnan bana hiçbir
faydası yok. Eminim yarısı kitabı okumamıştır bile. Kesinlikle. Bu yüzden
herkesin önünde konuşmalısın.
- Hayır.
- Evet.
Riyakârlıklarını ortaya çıkar.
- Onları gerçek bir
tartışmaya it.
- Çok iyi bir hafızan
var.
- Evet. Aksan berbat
ama. Kazanırsam, çok özel bir soruya cevap vermeye söz veriyor musun?
Sana bir söz vermesem
kazanmazsın zaten. Evet. Hayatının en büyük aşkı o muydu?
- Kim?
- Biliyorsun işte.
Senin gizli fikir kralın. Hayır. Değildi. En büyük aşkım Heinrich. Tamam, o
zaman. Boşluğu doldur. "Heidegger tüm hayatımdaki en harika nokta nokta
idi." Hadi ama. Kimseye söylemeyeceğim. Bazı şeyler vardır ki tek bir
insandan daha güçlüdür.
**
- Kitabı okudun mı?
- Sen okudun mu?
- İnanamıyorum.
Eminim gelmeyecektir.
- En fena hatası
soykırımcının teki sanık sandalyesinde otururken Yahudileri eleştirmekti.
Evet, ve de bu katili bir soytarı olarak tarif etmesi yok
mu. Kendine ait bir beyni olmayan Hitler'in küçük aptal uşağı. Yine de onun
normal biri olduğunu söylüyor.
Hannah Arendt bu işte. Müthiş zekâ ve sıfır his. Makalendeki
o satırı çok beğendim, Norman. Umarım hepiniz Norman'ın usta işi reddiyesini
okumuşsunuzdur.
- Adı neydi?
-
"Mükemmelliğin Sapıklığı". "Mükemmeliğin Sapıklığı".
Senden daha fazla insaf beklemeye hakkı olamazdı. Şu anda,
tabii ki şoktadır. Saçma. Bu gibi entelektüel sansasyonlar için yaşıyor. Ve
Yahudi liderlerine saldırmakla çıkaracağı skandalı fark edecek kadar zeki biri.
- Kesinlikle. En son
buluşmamızda, senin bölümünde ders vermesi için ona yalvarıyordun. Bu hataya
tekrar düşmeyeceğim.
Hannah Arendt'e saygın bir siyasi düşünür değil de
mahkemedeki bir şüpheliymiş gibi davranıyorsunuz.
Lütfen, Bill. Kimse Hannah Eichmann'ın karakterine laf
etmedi. Hannah'nın kitabına yaptığın inceleme, tek bir tutarlı cümle
yazamayacak kadar histerik olduğunu gösteriyor. Ve o sevimli dil sürçmesi,
Lionel'in konuşma yeteneğini kaybettiğini de gösteriyor. Arendt'in Avrupa tarzı
savlarından çok etkilenmişsin.
Himmler'in şahsına savunma yapsa ona da laf etmezdin
herhâlde.
Ağzını kapat, Norman. Salyaların akıyor. Neredeyse buradaki
hiç kimse makaleleri okumadı bile. Bazılarımız denedi ama devam etmeye
katlanamadı. Tabii ki katlanamazsınız. Hannah, pembe dizi yazmıyor. Sayın
Arendt'ten Eichmann'ın duruşması hakkında gerçekçi bir rapor hazırlamasını
beklemek fazla olurdu tabii. Bundan daha ilginç bir şey bulması gerekirdi. Onun
kim olduğu sanıyor acaba?
Aristo mu?
Hepinizin aksine,
Hannah basbayağı sürgüne zorlandı. Vahşi bir toplama kampında tutuldu. Böyle
bir konuyu dövünmeden tartışabilen tek kişinin o olması takdire değer değil mi?
Neden öyle olduğunu
düşünüyorsun?
Hisleri olan
insanlardan daha zeki biri olduğu için mi?
Sana göre Norman,
herkesten zeki olmak çok kolay. Ama o senden daha cesaretli.
**
Sayın Arendt?
Siegfried!
- Beni hatırladınız mı?
- Tabii
ki. Berlin'de Kurt Blumenfeld'in siyonist grubundaydın. Bir zamanlar siyonist
olmanıza inanmak çok güç. İsrail gizli servisi seni gençlik budalalığımı
tartışmak için göndermemiştir.
Adolf Eichmann hakkındaki kitabın basımını
durdurmanızı rica etmek için geldim.
İsrail bunu söylettirmek için dört uçak bileti
mi aldı?
Galiba
böyle şeylere çarçur etmeye çok paranız var. Bir Yahudi olarak halkınıza böyle
yalanlar söylemenizi anlamak mümkün değil. Hayatımda yazmadığım bir kitabı
tarif ediyorsun.
İsrail'de asla izin verilmeyecek bir kitap. Birazcık
ahlak duygunuz kaldıysa başka yerlerde de yayımlanmaz.
Kitap yasaklıyorsunuz ve kalkmış bir de bana
ahlak dersi veriyorsun!
- Sizi uyarıyorum.
-
Hayır, tehdit ediyorsun. Kurt Blumenfeld'den sizi ikna etmesini rica edecektik
ama doktoru ölmek üzere olduğu söyledi. Ve o kadar acımasız olmak istemedik.
Bildiğinizi sanıyordum.
**
Rivka, neden bana daha erken haber vermedin?
Kurt istemedi. Kurt.
**
Bunlar makalelerinizin olağanüstü olduğunu
düşünüyor.
Bunlar kesinlikle yanlış olduğunu ve tek bir
kelime yazmamanız gerektiğini düşünüyor. Tanıdığım birileri var mı?
Evet.
Birkaç arkadaşınız var.
Ve bunlar ölmenizi istiyor.
**
Mektup
"Fotoğraftaki yüzünüz sert bir kayaya ve Kuzey
Kutbu'ndaki soğuk bir buzula benziyor. Dudaklarda aşağılama hazır bekliyor ve gözlerde
güçlü bir vahşilik görülüyor. Resminizin basılı olduğu sayfanın inceleme
yazısını tamamen kirlettiğini hissettim. O sayfaya çıplak elimi sürmemin
tiksindirici olduğunu düşündüğümden eldiven taktım. İnceleme yazısından resmi
yırtıp yakma şerefine de nail ettirmek istemediğim için çöp kutusuna attım. Ben
kalbimde nefret taşımam intikamdan haz da almam ama şunu bilirim: Saygısızlık
ettiğin altı milyon şehidimizin ruhu gece gündüz başına üşüşecek. Sana hiç
huzur vermeyecekler. Aksi hali de olamaz zaten."
**
- Mektupları ne yapacaksın?
- Cevap yazacağım.
Hayır, yapmayacaksın. Bunu başlatırsan sonu hiç gelmez. Bu
insanları çok fena incittim. Olayı ciddiye almam gerekiyor. 20 yıl burada
durduktan sonra tekrar valizimi toplayacak değilim. Birkaç makale yüzünden seni
kapı dışarı etmezler.
Bundan o kadar emin misin?
10. kattaki ihtiyar
beyefendi bunu hemen size vermemi söyledi. Teşekkür ederim, Freddy. CEHENNEME
GİT, NAZİ FAHİŞESİ
**
Uzun uzadıya tartıştık ve bir mutabakata
vardık. Ders verme yükümlülüklerinizi bırakmanızı tavsiye ediyoruz.
Her ne koşulda olursa olsun derslerimi
bırakmayacağım.
Sizden ders almaya istekli yeteri kadar öğrenci
çıkmayabilir. Kendi öğrencilerinizle iletişiminiz kopuk olabilir ama şu anda
benim öğrenci kotam tamamen dolmuş vaziyette. Öğrencilerin olağanüstü desteği
sebebiyle isteklerini kabul etmeye karar verdim ve yazıma gelen histerik
tepkiler hakkında herkesin önünde konuşacağım.
İşte Hannah Arendt bu, kibir dolu ve tamamen
duygusuz.
**
SAVUNMA
Sadece bugünlük hemen sigara içmeye başlamama izniniz vardır
herhâlde. New Yorker Adolf Eichmann'ın duruşmasıyla ilgili rapor hazırlamak
için beni gönderdiğinde sandım ki mahkeme salonunun ilgilendiği tek bir şey
vardı. Adaletin taleplerini yerine getirmek. Bu basit bir görev değildi zira
Eichmann'ı yargılayan mahkeme hukuk kitaplarında bulunamayacak bir suçla
karşılaştı. Ve suçlu da Nuremberg yargılamalarından önce hiçbir mahkemede
benzerine rastlanmamış biriydi. Ne var ki, mahkeme Eichmann'ı eylemleri
yüzünden yargılanan bir adam olarak tanımlamak zorundaydı. Duruşmada bir
sistem yoktu. Geçmiş de yoktu, herhangi bir akım da. Anti semitizm bile yoktu.
Ortada tek bir kişi vardı sadece. Eichmann gibi bir Nazi suçlusuyla alakalı
sorun cezalandırılacak veya affedilecek hiç kimse kalmamışçasına tüm özlük
haklarından feragat etme konusunda ısrar etmesiydi. Defalarca karşı çıktığı şey
iddia makamının savlarının aksine kendi inisiyatifiyle hiçbir şey yapmadığıydı.
Tek yaptığı, iyi veya kötü niyet barındırmaksızın verilen emirlere harfiyen itaat
etmekti. Bu tipik Nazi mazereti dünyada işlenmiş en büyük kötülüklerin önemsiz
insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Herhangi bir
gayesi bulunmayan fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri veya şeytani iradeleri
olmayan insanlar. Birey olmayı reddeden insanlar. Ve ben bu olguya kötülüğün
sıradanlığı diyorum.
Bayan Arendt. Tartışmanın en önemli kısmını görmezden
geliyorsunuz. Liderlerin iş birliği olmasaydı daha az insan ölürdü demiştiniz.
Bu mesele duruşmada gündeme geldi. Bunu rapor etmiştim ve
Eichmann'ın faaliyetlerine doğrudan katılan Yahudi liderlerinin rolünü açıklığa
kavuşturmak zorundaydım.
Başlarına gelen felaket için Yahudi halkını suçluyorsunuz.
Ben Yahudi halkını asla suçlamam! Direniş imkansızdı. Ama
belki de direnç ve iş birliği arasında bir şey vardır. Ve bu doğrultuda
söyleyebileceğim tek şey belki de Yahudi liderlerin bazıları farklı davranmış
olabilir. Bu soruları sormak çok büyük bir önem arz ediyor. Çünkü Yahudi
liderlerin rolü saygın Avrupa toplumunda Nazilerin neden olduğu ahlaki çöküşün
bütününe dair en çarpıcı fikirleri veriyor bize. Sadece Almanya'da da değil,
hemen hemen tüm ülkelerde. Yalnızca zalimler arasında değil aynı zamanda
kurbanlar arasında da.
Evet?
Edilen zulümler
Yahudiler için amaçlanmıştı. Neden Eichmann'ın hareketlerini insanlık suçu
olarak tanımlıyorsunuz?
Çünkü Yahudiler de
insandır. Naziler onları ne kadar inkâr etmeye çalıştıysa da öyle. Onlara karşı
işlenmiş bir suç da insanlığa karşı işlenmiş sayılır. Elbette, bildiğiniz gibi
ben de Yahudi'yim. Yahudiliğinden utanan ve Nazileri savunup kendi insanlarını
küçümseyen biri olduğum düşünüldüğünden hakarete uğradım. Bu bir argüman olamaz
ama. Bu düpedüz bir karakter suikastidir. Eichmann'ı savunan hiçbir şey
yazmadım. Ama adamın şaşırtıcı sıradanlığıyla sarsıcı eylemleri arasında bir
bağ kurmayı denedim. Anlamaya çalışmak bağışlamakla aynı şey değildir. Onu
anlamayı bir sorumluluk olarak görüyorum. Bu konu hakkında bir şeyler yazan
herkesin sorumluğudur bu. Sokrates ve Platon'dan bu yana genellikle düşünmeye "Benlikle
olan sessiz diyaloğa kendini kaptırmak" diyoruz. Bir birey olmayı reddederek, Eichmann o tek ve en
belirleyici insani özellikten vazgeçmişti. Düşünebilme yetisinden yani. Sonuç
olarak da ahlaki kararlar alma yeteneğine sahip değildi. Bu düşünme
yetersizliği bir sürü sıradan adamın dev bir ölçekte ve daha önce görülmemiş
bir biçimde kötülükler işlemeleri için imkân yarattı. Doğrudur. Bu meseleleri
felsefi bir şekilde düşündüm. Düşünce rüzgârının tezahürü gerçeklik değil
doğruyu yanlıştan ayırma becerisidir. Güzeli çirkinden ayırt etmektir. Ve
umuyorum ki düşünmek insanlara o bir anlık beliren kritik zamanlarda
felaketleri önleme gücü verir.
Teşekkür ederim.
**
Bayan Arendt. Müsaitseniz;
Hans, burada olduğunu bilseydim...
Delice bir umutla
aklını başına toplamışsındır belki diye geldim. Ama asla değişmeyeceksin.
Hannah, kibrinin ve cehaletinin arasında kalan Yahudi iç işleri hakkındaki
umutsuz takıntın bir felsefe dersini bir duruşmaya çevirdi.
Hans, şimdi olmaz. Çok yoruldum.
Biz Yahudileri küçük gören asil Alman entelektüelleri gibi
davranıyorsun. Ve bizleri soykırımın suç ortakları olmakla suçluyorsun.
Almanların sana utanç verici biçimde ihanet ettiğini hiç kabul edemedin. Seni
kovdular ve fırsatını bulsalar öldürürlerdi de. Gurs'tan gelen nakliyelerin
sorumlusu dostun Eichmann'dı. Zamanında kaçacak kadar şanslı olmasaydın kalan
kadınlarla aynı kaderi paylaşırdın.
Dur!
Hepsi sürgün edildi. Hepsinin gittiği yer;
Kes şunu, Hans.
Bugün itibarıyla Heidegger'in en sevdiği öğrencisi benim
için bitmiştir.
**
Ne olacağını bilseydin duruşma hakkında yazar mıydın?
Evet. Yazardım.
Belki de gerçek dostlarımın kim olduklarını anlamalıydım.
Kurt senin dostundu. Hâlâ da öyle. Kurt benim ailemdi.
Tarih: 09 Şubat 2009
Şiddet üzerine yürütülecek tartışmanın tarafları, sürekli
yer değiştiren, bağlamsal olarak tutarlılık yakalama kaygısı ile bedensel ve
tinsel ayrımlara giden ve işin içinden hiç çıkılamayacak olan bir tartışma
sürecinin “kurbanları” olabilmektedirler. Şiddete yönelik savların ya da
savsaklamaların merkezinde yer alan iktidar olma, erk, güç, gibi eril
kavramların, toplumsal cinsiyet bağlamındaki “kadına yönelik şiddet”in yaygın,
yerleşik ve köklü geleneğini politik alandan almasını söylemek yeni bir şey
değildir. Makalede şiddetin hangi dayanaklar ya da dayanıksızlıklar üzerinden
ele alınacağına yer verilecektir.
Arendt’in siyaset kuramına yönelişi 1930’lar
Almanya’sında Nazi rejiminin iktidara gelişi ve Yahudi düşmanlığının Almanya ve
Avrupa’da yükselişine rastlamaktadır. O zamana değin siyasal herhangi bir
düşünce veya örgütle bağlantısı olmadığına, Yahudi kökeninden ziyade Alman
kimliği ile kendisini tanımlayan genç bir felsefeci olan Hannah Arendt’in kısa
süre içinde Almanya’dan ayrılmak zorunda kalması hayatındaki dönüşümleri de
getirecektir. Önce Fransa’da Nazi rejiminden kaçmaya çalışan diğer Yahudilere
yardım edeceği organizasyonlarda çalışır. Daha sonra on sekiz yıl mülteci
olarak yaşadığı Amerika’da çeşitli gazetelerde İkinci Dünya Savaşı, Nazi
Almanya’sı gibi konularda yazılar yazmaya başlar. Bu döneme ait deneyimleri,
düşünceleri, felsefe geleneğini siyasal kurama yakınlaştırması ile siyasal
düşünce alanına birçok tartışma taşımasına neden olmuştur.
Makalede ele alınacak sorunsallardan biri şiddet kavramın
eril argümanlarla işlenme biçiminin uzun yıllar göçmen olarak yaşamak zorunda kalan
bir kadın olarak Hannah Arendt’in dilinden tahayyülünden, kaygılarından
birikimsel olarak oluşan, yapılanan bir inşanın, söylemin, eleştirisini
anlamaya çalışmaktır. Diğeri ise Hannah Arendt’in, şiddet üzerine kaleme aldığı
kitabında iktidar-şiddet ilişkilerinin sınıf, etnisite, cinsiyet gibi
değişkenlerden bağımsız bir çerçevede ele alma gayretinin feminist literatür ya
da pratik açısından nasıl açılımlar yaratabileceğidir?
Politikanın ilk tanımlandığı yerde antik Yunan’da site
şiddete değil, iknaya, diyaloga dayanır. Şiddet ve savaş meşrulaştırma alanın
dışında kalmaktadır. Antik Yunan’ın felsefe ile olan bağını Arendt, sözün
etkinliğinde kuracaktır. Şiddet felsefenin temel konularından biri olmayı
hiçbir koşulda hak etmemiştir. Felsefe ile hakikat arasındaki ilişkinin doğası
“söz”le ifade edilebilecektir. Dolayısı ile hakikatte sözle anlaşılır
olacaktır. Felsefenin, Batı kültür sahnesine çıkmasında şiddete göre
“alternatif bir etkinlik” olarak diyalog, ikna belirleyici ve bildiricidir.
Sokrates’le birlikte şiddetin nadiren konu edilmesi söz dışında olan bir şeye
mesafedir. Şiddetin, savaşın söz dışı alanlar olması; hakikatten uzaklaşmak
kadar, politik alanın dışına çıkmak da demektir.
Arendt, 20.yy’ın bir devrimler ve savaşlar yüzyılı
olduğuna ve bunların her ikisinin de ortak böleni şiddet olduğu için bu
yüzyılın aynı zamanda bir şiddet yüzyılı olduğuna işaret ederek, yüzyılımıza
damgasını vuran olgu olduğu için şiddeti konu edindiğini söyler.
Arendt’e göre şiddet savaşın bir öğesi olması ve politik
alanın dışında olmasına rağmen politik bir fenomen olarak kendini dayatmasının
koşullarını savaş ve devrim ilişkisinde görmektedir. Fransız Devrimi ile
birlikte politik alanın içine çekilen şiddetin, iki farklı fenomenin birlikteliği
ile -politika ve şiddet- başka farklı iki fenomenin bir aradalığı ortaya
çıkmıştır. Devrimlerin hedefinin her zaman “özgürlük olmasına karşın;
savaşların hedefinin nadiren olan özgürlüğünün birlikteliği Arendt için
siyaset-şiddet(savaş)-devrim üçlemesine dikkati çekmektedir.
Şiddet, meşruluk arayışlarını politik süreçlerde
gerçekleştirmektedir. Arendt’in şiddeti politik alan dışında tuttuğu uzamın
20.yy’ın dünyası olmasının nedenleri önem taşımaktadır. Arendt, şiddetin
anlaşılmasını sağlamak için tanımlayıcı tartışmalar yapmanın dışında şiddetin
reddini teorik kınama düzeyine getirerek, şiddetin insani olayların fenomeni
olamayacağını belirtmektedir. Arendt’e göre, şiddetin keyfiliğindeki
kayıtsızlık ve körlük, yer aldığı mücadelede önceden belirlenemez bir
esnekliğin geleceği olarak olumsuzlanmalıdır.
Arendt göre şiddetin ilk temellendiği yerin Roma
İmparatorluğu olması, iktidarın insanların üzerinde yönetme aygıtı olarak
kullanılması ile tanımlanabilir. Arendt, devletsiz bir toplum ve iktidarsız yaşama
biçimi önermez. Ancak yönetme anlayışındaki iktidar olma hali, birinin halkın
geri kalanını yönetmediği, halk kendi kendisini yönettiği için iktidar ve
şiddet ilişkisi söz konusu değildir. Arendt’in iktidarın insanların rasyonel
rızaları ya da iradeleri üzerinden birlikte oluşturulmasına yönelik kanaati
kamusal bir bağlam taşımaktadır. Arendt’in kamusal alanı tarif etmeye çalıştığı
tahayyülü iktidarı site cumhuriyetleri, anayasal cumhuriyetlerden kalma
“yönetme kapasitesine” karşılık gelen Habermas’a göre, onun iktidarı bir
başkasının iradesinin araçsallaşması olarak değil, anlaşmaya götüren bir
iletişimdeki ortak iradenin biçimlenişi olarak görmesidir. Ortak irade;
uzlaşım, diyalog ve iletişimsel bir etkinlik içinde hem politikayı hem de
yönetme kapasitesi oluşturulacaktır.
Arendt’e göre, iktidarın sadece yönetmek olmayan işlevi
kolektif irade ya da iletişimsellik ile meşruiyetini edinecektir. Şiddetin
politik dışılığı tam da bu meşruiyeti hiç üretemeyecek olacağındandır.
Kolektif, ortak bir rızadan geçemeyecek, üzerinden herkesin uzlaşımsal ve
iletişimsel bir etkinliğinin olamayacağı “şiddet” dışarıda kalmak durumundadır.
Şiddet, araçsal olarak kullanılması ile Arendt’in
politik, kamusal tahayyülünü oluşturan hiçbir bileşen araçsal olmadığı için
ancak iktidarın yerini aldığında; iktidarı yerinden ettiğinde varlık
kazanabilecektir. Şiddetin araçsallığı, kişiselleştirilebilir doğası Arendt’in
iktidar anlayışının kişiselleşemez, araçsallaşamaz “çokluk” anlayışı ile
uyuşmazlığını göstermektedir.
Arendt’e göre, politik bir sorunsal olarak kendini
dayatan şiddet, insansal bir tepkinin sonucu olan bireysel şiddet değil,
iktidarın kullandığı ya da iktidara ulaşmak için kullanılan örgütlü şiddettir.
İnsansal tepki üzerine ne bir olumsuzlama ne de bir olumlama vardır. Sadece
politik eylemin içinde taşıdığı değerin olumlaması söz konusudur. Politik
eyleme içkin olan değerin ne kadar şiddet kullanma “zorunluluğu”, “haklılığı”
gibi meşruluk arayışları olsa da Arendt için bu kabul edilemezdir. Politik
değer taşıyan eylem, amacına ulaşmadan önce şiddetin meşruluğunu kabul
etmemesiyle “değer”lidir.
Arendt şiddeti ne irrasyonel ne de hayvansal bulmaktadır.
Şiddetin insanca bir tepki olmasının, onun insanca bir yaşamın temel
karakteristiği olarak tanımlanması anlamını taşımayacağını belirtmektedir.
Uygar durumda şiddetin yerine hukukun geçtiğini, bu nedenle şiddetin politika
öncesi dolayısı ile politika dışı bir kavram olduğunu düşünür. .Uygarlık ve
“uygar durum” arasındaki fark yine Arendt’in tahayyülünü biçimlendiren öğelerin
farklı bağlamlarını ortaya koymaktadır.
Arendt, kamusal alanı iletişim, diyalog, söz ve eylem
alanı olarak anlamlandırmaktadır. İnsanın kamusal alandaki konumunu politik
kılan şeyin “eyleme yetisi” olduğunu ve eyleyic
iliğin kurucu, oluşturucu gücünü ve değerini politik
kılanın da insan olduğunu belirtmektedir. Siyasal düşünce geleneğinin ve
siyasal eylemin krizini Arendt, politik kılan eyleme yetisinin yerini savaş ve
devrimin birlikteliğinin aracı olan şiddetin aldığını dolayısı ile politikayı
konuşmanın ve şiddeti dışlamanın kuruculuğunu yapmayı amaçlamaktadır.
Arendt’in kamusal alanda, politik bir eyleyicilik olarak
şiddeti tartıştığı eseri, tarih boyunca şiddetin -antik dönemlerden; yirminci
yüzyıla- siyasal ideolojiler tarafından reddedilme, benimsenme problematiği
üzerinden ele alınmaktadır. Arendt, kamusal alanın “iyiliği”, “erdemi” gibi bir
ahlakçılık üzerinden olmasa da kamusal alanın neyi “politik eylem” olarak
değerli ve anlamlı göreceğini kamusal alanda yer alacak, rıza gösterecek,
kolektif düşünme sürecine katılacak insanlardan alacağı üzerinde önemle
durmaktadır.
Arendt’e göre eylem sırasında bireyler sözleri ve
davranışları ile bireyselliklerini sergiler ve farklılıklarını ortaya koyarlar.
Böylece farklı görüşler ve eylemler kamusal alanda çarpışır ve paylaşılır.
Arendt’e göre eylemi araçsal kategori içinde ele almak söz konusu değildir.
Çünkü eylem, hedefi dahi olsa buna ulaşamama olasılığını içinde barındırır.
Arendt, eylemi araçsal kılmadığı gibi, varılacak son nokta olarak tabir ettiği
bir yere de işaret etmemektedir. Ulaşamama olasılığının hep var olması,
iktidarın siyasal kurumlar üzerinden maddileşmesini de engellemektedir. Arendt,
eylemde bulunmayı, felsefi açıdan bir başlangıcı ifade eden “doğumluluk hali”
ile tanımlamaktadır. Doğum, Arendt için sadece bir metafor olmanın dışında,
insan ve eylem yetisinin kamusal-politik alanda “oluşturan,” “katan,” niteliği
ile siyasal üst yapıların dışında bir ilişkisellikten, bağdan bahsetmektedir.
Arendt, “vita activa” terimiyle nitelediği üç temel ve
asli insani etkinliği-emek (labor), iş (work) ve eylem (action)- Emek hayati
zorunluluklara bağlı, insan bedeninin yaşam sürecine karşılık gelen bir
etkinliktir. İnsanın çalışma, emek harcama durumu hayatın kendisidir. İş
etkinlği, “insani varoluşun türün sürekli yinelenen hayat döngüsüne takılmamış,
ölümlülüğü bu döngüyle telafi edilemeyen doğa dışı oluşuna karşılık gelen bir
etkinliktir.” Eylem ise, “şeylerin ve maddenin aracılığı olmadan doğrudan
insanlar arasında geçen yegâne etkinliktir. İnsanın çoğulluk durumuna karşılık
gelir.” şeklinde ele alır. İnsanı, sosyal teoride modernizmin, liberal
demokrasinin zaaf ve krizlerinin tartışıldığı bir zeminde ele almaktadır.
Arendt, toplumsalın yükselişi ve kolektif kamu alanının çöküşü ile siyaset,
kolektif bir eylem alanı olmaktan çıkarak çıkar çatışmaları ve emek ve iş
etkinliklerinden doğan çatışmaların giderilmesine odaklanan bir etkinlik haline
geldiğini belirtmektedir. İçinde özgürleşmenin gerçekleşeceği bir kamusal tahayyül
olarak siyaseti ve siyasal anlayışı insanın sosyal doğası olarak değil;
varlığını daha anlamlı kıldığını düşündüğü kamusal doğası ile
ilişkilendirmektedir.
Arendt’e göre siyaset, farklı ilgi ve çıkarların
uzlaştırılması, toplumsal düzenin sağlanması için bir araç değildir. Siyaset
raison d’etre’si insana zevkli, mutlu, anlamlı barış dolu anlar ve hisler
sağlamak olan bir yaşam biçimidir. Siyaset insanın var oluşsal olarak ihtiyaç
duyduğu bu hislerin karşılanması için gereklidir.
Konuşma ve örgütlenme özgürlüğünün verildiği çağdaş
müreffeh toplumlarda bürokratik mekanizmanın getirdiği kıskaç, Pareto’nun
“özgür ve demokratik denen ülkelerde özgürlük yani eylemde bulunma kudreti,
suçlular hariç herkes için günden güne azalıyor” ifadesiyle de daralmaktadır. Hükmetmenin
idarileşmesi, cumhuriyetin bürokratikleşmesi ile beklenen demokrasi anlayışı
oluşamamaktadır.
Siyasal düşünce geleneklerimizde yer alan mutlak,
monarşik, oligarşik yönetim biçimlerinin yerini alan bürokrasinin; yetkin olan
ancak sorumluluk alma bilincinden yoksunluğu, Arendt’in bürokrasiyi “hiç
kimsenin tiranlığı” olarak nitelemesi ile açıklık kazanmaktadır.
Tüm bunların ışığında Arendt’in ısrarla sorumlu gördüğü
teknolojik ilerlemenin ideolojilerin temel normlarından uzaklaşmalarını
sağlarken “Atom bombasının gölgesinde büyüyen ilk kuşakların” askeri-sınaî-emek
kompleksi ile kıstırılmış hayatlarına barışı getirmeleri siyasal özgürlükle
kamunun yaratılması ve korunmasından geçmektedir. Arendt’e göre, politikanın
varlık nedeni özgürlüktür, deneyim alanı da eylemdir ve insanlar eylemde
bulunduğu sürece özgürdür.
Ayrımcılık, dengesiz iktidar ve yasa ilişkileriyle
örülmüş toplumsal alanda ayrımlarla; siyasi alanda eşitlikle görülebilecek
ancak toplumsal konumlanmalarla ortaya çıkabilecek belirsiz bir kavramdır.
Arendt “çoğulluk” terimini temel bir durumu belirtmek üzere kullanır. Onun
görüşüne göre insanlar ancak çoğulluk içinde var olabilirler. Scott’un ifade
ettiği gibi farklılık, eşitliğe alternatif bir şey değildir. Tarih, farklı
olarak sonsuz çeşitlemeler sunan ilişkiler ve bağlamlar sunmaktadır.
Farklılıkların değişmez, normatif tanımlanması ile oluşabilecek eşitsiz ilişki
ve uygulamalar ayrımcılığı harekete geçirebilecektir. Arendt’in, kimliklerin,
farklılıklarının sabit, değişmez apriori olarak kabulü söz konusu değildir.
Kişilerin etnik dini, cinsel kimlikleri Arendt’e göre siyasal örgütlenmeye
temel teşkil etmemektedir. Dolayısı ile kişisel olan Arendt için siyasal
değildir.
Arendt tüm örgütlenmelerde grupların kendi güvenliği
adına “her bireyin geri dönüşü olamayan bir eyleme girişmesini ister.”
İfadesiyle grup bağının bencilliğini ileri sürmektedir. Politik alanda
iletişimselliği, diyalogu gölgeleyecek yapılanmaların, değerler sistemini
dönüştüren, vicdanın herkeste farklı olan özgün gücünü etkisizleştiren bir
mekanizmalar olduğunu ileri sürmektedir. Arendt, suçun kendisi ile politik
olarak yüzleşmek ile kişisel olarak yüzleşmek arasındaki farkı derinleştiren
bir tartışma ile kimlik, benlik tartışmalarını ilerletmektedir. Kolektif suç
diye bir şey olmadığı gibi, kolektif suçsuzluğun da olmadığını; suç kavramı
sadece kişilere indirgendiği zaman anlam kazanacağını belirterek; “Ahlaki
olarak bakıldığında somut bir şeyler yapmadan kendimizi suçlu hissetmek, gerçekten
bir cürümün sorumlusu olduğumuz halde suçluluk duymamak gibi yanlıştır.”
demektedir. Olayların gelişme biçiminden bağımsız, kendi benliğimizle birlikte
yaşamak zorunda olmanın bilinci ile tavır alabilmenin önemi üzerinde
durmaktadır.
P.J. Proudhon’un ifadesiyle “mükemmelleşebilir canlılar
olarak doğduk ve asla mükemmel olamayacağız” Hannah Arendt’in, kamusal-politik
alanda eyleyici olmanın bireysel çıkarların dışında kamusal çıkarların harekete
geçirildiği dolayısı ile çıkar çatışmalarının, rekabetin hiçbir anlam ifade
etmeyeceği bir politik alanda gerçekleşmesi, “sorumlu olma ve sorumluluk duyma”
ile gerçekleşecektir. Herkesin suçluluğunun hiç kimsenin suçluluğuna denk
düşmesi Arendt’in politik tahayyülünü karşılamamaktadır. Arendt için söylediklerimiz,
tartıştıklarımız, yargılarımız bizim kim olduğumuzu açıklamaktadır. Kimlik,
bizim kamu alanında başkalarıyla ilişki/diyalog içindeyken edindiğimiz şeydir.
Özel alanda yapıp edilenler kamu alanına taşınarak kimliğimizi oluşturmazlar.
Feministler Arendt’i okuduklarında birbirinden farklı
açılımlarla tartışma noktaları belirleyebilmişle
rdir. Arendt üzerinde birçok feminist yazar, tarihçi
kamusal alan, emek ve eylem ilişkisindeki kadının konumu ve toplumsal cinsiyet
bağlamında Arendt’i anlamaya değer yüklemişlerdir. Julia Kristeva, Arendt’in
yaşam deneyimlerine yaşadığı toplumsal ve siyasal olaylara öncelikle bir
“kadın” olarak tepki vermiştir; yani O’nun öncelikle bir kadın olduğunu ileri
sürerek Arendt’i yaşadıkları ve etkilendiği gerçeklikler üzerinden anlamaya
çalışmıştır. Arendt, kadındır ve hiç doğum yapmamıştır. Oysaki yazılarında
“yeni başlangıç”, “doğum”, “yaşam” kavramlarını sıkça kullanmakta, eylem
teorisini oluştururken “doğum” metaforuna başvurmaktadır. Arendt, insana
yönelik “kendisi bir başlangıç olduğu için, insan başlangıç yapabilir; insan
olmak ve özgür olmak bir ve aynı şeydir.” İfadesine yer vermiştir. Kristeva,
Arendt’in kimliği politika dışı olarak konumlandırmasına neden olan
görüşlerinin kendisinin bir Yahudi olarak yaşadığı dönemde gündemde olan
anti-semitizm hareketleriyle ilgili olduğunu belirtmektedir. Heidegger,
Jaspers, Kant, St. Augustine, Platon ve Aristoteles’in Arendt üzerindeki
etkilerini Kristeva yeri geldikçe tartışmaktadır. Arendt’in emek, iş ve eylem
ayrımı geliştirmesinde Aristoteles’in üretim ve eylem aktivitesi ayrımının
etkili olabileceğini; aynı zamanda Aristo gibi Arendt de siyasetin dışında
yaşam olmadığını ileri sürmesi gibi özdeşlikler, devamlılıklar
görülebilmektedir.
Adrianna Rich ve Mary O’Brien’ın Hannah Arendt’e
eleştirel yaklaşımlarıyla karşılaşırız. Arendt’in hayranlık duyduğu ve daha
değerli gördüğü eylem etkinliğinin en iyi gösterimde olduğu yer Klasik Yunan
polisindeki kamu alanıdır. Bu alanda kadına yer yoktur. Gündelik yaşamın
gerekleriyle ilgilenmek zorunda kalmayan az sayıdaki erkek kişinin politika
yapmak için zaman bulmasını ileri sürerek; erkeklerin etkinliklerine hayranlık
duyan, özel alanda kadınların yaptığı üretici emeğin değerini gör(e)meyen,
kadınlara özgü deneyimlerin -anneliği, yeniden üretimin- özgürleştirici
potansiyelini kavrayamayan dolayısıyla erkek egemenliğinin normalliğini hatta
gerekliliğini kabul eden kadın felsefeci olduğunu ileri sürerler. Bir başka
eleştirel yaklaşan feminist Hanna Fenichel Pitkin’dir. Arendt’in neyin
toplumsalı oluşturduğu konusunu eksik bıraktığını söyler ve kendisi ekler;
Arendt’in “toplumsal” dediği alan pek çok durumda kadınların etkinliklerinin
egemen olduğu bir alandır. Bu alanda yaşama dair değerler üretilir, yeniden
üretilir ve ilişkilerin temelini oluşturur. Pitkin sadece Arendt’e bir kişisel
olan ya da ev ile ilgili olana adanmış yaşamın fakirleşmiş bir yaşam olduğu
yaklaşımını kabul eder. Fakat her iki alanında birbiri ile ilişkili olduğunu,
birindeki oluşumların diğeri üzerinde etkili olduğunu tartışır. Toplumsalı
değersizleştirerek değil fakat toplumu da anlayarak ve çözümleyerek yola
koyulmanın Arendt’in bahsettiği anlamda özgürleştirici bir kamu modeli
yaratımında önemli olduğunu hatırlatmaktadır. Arendt, özgürlük terimini,
politik özgürlük anlamında kullanır ve bu terim için İngilizce de seçtiği
sözcük ‘freedom’dır. O’na göre serbestlik (liberty) ve özgürlük (freedom)
farklı şeylerdir. Serbestlik her şey için kullanılabilir ama özgürlüğün
içeriği, kamusal olaylara katılımla belirlenir, doğrudan politik bir yaşam
biçimine gönderir. Pitkin’e göre bu iki terimi ayıran tek düşünür olan
Arendt’in bu ısrarı önemlidir. Çünkü onun politika öğretisi tam da bu ayrımda
temellenir.
Susan M.Okin kadınlar ve erkekler arasındaki cinsiyete
bağlı rol dağılımının ve bunu yansımasıyla kurulan cinsiyet ilişkilerinin
çözülüp yerine cinsiyetin önemli olmadığı ilişki ağlarının kurulmasının
gerekliliğini vurgulamaktadır. Arendt, kendi iktidar tanımında power ower’dan
değil “bir şeyi yapabilme gücü” power to anlamında iktidardan hareket eder.
Örneğin bazı feminist kuramlarda aynı tanımı temel alır. Lukes, bu iktidar
tanımının bir ilişkiye değil, bir kapasiteye işaret ettiğini belirterek,
buradan hareketle iktidar ilişkilerinin açıklanamayacağı gerekçesiyle Arendt’i
eleştirir. Ancak Arendt için önemli olan belki de iktidarın bir kapasiteye
işaret etmesidir. Arendt’in iktidar kapasitesini oluşturacak olanın
ilişkisellikle kurulacak olması mümkündür. Çünkü politik alan insanın kapasitelerinin
gerçekleştiği alandır. İnsanın en önemli politik kapasitesi, iktidarı kurma
kapasitesidir. Feminist kuramlarda bu kapasitede yeni bir iktidar ilişkisinin
imkânını bulurlar. İktidarın bir arada eylemde bulunma ile oluşturulacak olması
olumlu ve yapıcı bir iktidar tanımı ile kapasite de, kabiliyet de olumsaldır.
Mary Dietz öz eleştirel bir yaklaşımla feministler
cinsiyetçi bakış açısını eleştirseler de zaman zaman kendileri de bu bakış
açısının tuzağına düşebildiklerini ileri sürer. Arendt’in cinsiyete tabi olan
iki alanı, kamusal – özel alan ayrımı değil; animal laborans (feminen) ve homo
faber (maskulin) ayrımıdır. Arendt’in feminist literatürde algılandığı
biçimiyle kamusal
(erkeklerin alanı, özgürlük, siyasetin alanı) özel alan
(kadınların alanı, döngüsel işlerin, mahremiyetin hâkim olduğu alan) ayrımını
yapmadığını belirtir. Dietz’e göre emek animal laborans; iş homo faberin
etkinliği eylem ise cinsiyetler üstü bir etkinlik alanıdır. Feministlerin ikili
karşıtlıklardan vazgeçerek, cinsiyetsizleştirilmiş kavramlarla tahlil
yapmalarını önermektedir. Dietz, eylem alanın cinsiyetler üstü olduğuna dikkati
çekerken; emek ve iş ayrımının tahlili Arendt’de olduğu gibi Dietz içinde
ikincil bırakılmıştır.
Bonnie Honig, Arendt’i dekonstrüktif feminizm uğrağından
okumaktadır. Honig, kimliklerin sabit, değişmez değil, etnisiteye, cinsel
tercihe, mezhebe sürekli inşa edilen edinimler oldukları üzerinde durur.
Sabitlenmiş kimlikler üzeriden siyaset anlayışını eleştirir. Arendt’de
sabitlenmiş kimliklere referansla yürütülen bir siyaset anlayışı öngörmez.
Honig, Arendt’in kamusal alanını “agonistik kamusal alan” olarak değerlendirir.
Farklı olanların bir arada eylemde bulunmaları söz konusudur. Uzlaşma değil,
farklılıkların sergilenmesi Honig’in önerdiği kamu modelinin temelini
oluşturmaktadır. Benzer bir değerlendirmeyi Amy Allen feminist dayanışma
üzerinden yapmaktadır. Allen, feminist dayanışmanın kimlik siyasetine
başvurmadan oluşturulmasında Arendt’in olanak sunduğunu ileri sürmektedir.
Farklılık feminizminin, kadınları kimlik siyasetine başvurarak sabitlenmiş
kategorilere hapsederek birleştirmeye çalışmasını eleştirir. Arendt’e göre
farklılığın korunmasının önemliliği aşırı kimlik vurgusu için değil, insanlık
durumunun korunması içindir. Allen, Arendt’i kimlik siyaseti ya da kimliksizlik
penceresinden değil onun siyaset tartışmalarındaki dayanışma ekseninden
okumamızı salık vermektedir. Hannah Arendt için kimlik, performatif bir olgu
olarak dolayısı ile gerek iktidarın gerekse iktidarla ilişkilenme biçiminin
şiddetten bağımsız işleyen edimselliği ile sürekli oluşmakta ya da yerini başka
bir şeye bırakmaktadır.
Bu makalede iktidar ile şiddet arasındaki ilişkinin
doğrudan erkek iktidarına gönderme yapması ile Arendt’in bir dizi şeye cevap
üretememesi üzerinden bir yazı kaleme alınabilirdi. Ancak Arendt’in,
kimliklerden bağımsız bir politik alana çağrısını, olumsuzlamadığı iktidarı
paylaşmayı, performatif bir şekilde iletişimsel bir alan açma çabasını anlamak
Arendt üzerinde düşünüyorsak daha anlamlı gibi görünmektedir.
Arendt, 20.yy’ın savaşlar, devrimler yüzyılı olmasında
politikaya dâhil olan şiddetin, u
ygarlık kavramı olarak ortaya çıkmasına “ussal” bir
eleştiri getirmiştir. Çünkü Arendt’in olumladığı iktidarla, politika dışı, söz
dışı bıraktığı şiddetle yüzleşmek, şiddet üzerine yazmak; şiddeti konuşmak
sorumluluğunu getirmiştir. Her şeyi mantıksal olarak açıklanmasını, bağlama
yerleştirilmesinin istemek, sorumluluk duymak usun zorlayıcı mantığıyla sistem
tarafından içerilmeyi getirecektir. Horkheimer ve Adorno usun karşıtlıklarını
sürekli yenik duruma düşüren başarımsal mantığına vurgu yaparlar. Çünkü mitos
veya din kanıtlama ihtiyacı duydukları andan itibaren usun buyruğunun altına
girerler. Arendt, şiddeti anlamayı reddeden filozofların “politik doğruculuk”larından
“şiddet üzerine” yazması ile yazmaya gerek duyması ile çoktan uzaklaşmıştır.
Kamusal alanı, en asli insani etkinlik olan “eylem”in
gerçekleştirildiği bir yer olarak modernist söylemin sınırlarının dışına
çıkabilmiştir. Kolektif kimlik ile kişisel ve politik sorumluluk, vicdan gibi
moral değerleri ahlakçılık ile değil estetize edilmiş özgürleşme anlayışı ile
açıklık getirmeye çalışmıştır.
Arendt, yurttaşların, yönetime katılma, belirleyici olma
ve genel çıkarların işleyişindeki etik tartışmaları verebilmesine karşın;
kamunun ve siyasetin yapılanmasını toplumdan (emekten); ekonomiden (işten)
bağımsız nasıl konumlandıracağı belirsizdir? Politik alanda yurttaş olarak
özgürleşmenin emareleri mutlu olmayı; siyaset yapmayı seven insanlar olmanın ve
diyalogla, iletişimsellikle alternatif perspektifler oluşturabilmenin dışında
teorik olarak açıklık getirememiştir. Akla şöyle bir soru hızlıca
gelebilmektedir; Arendt’in amacı tamamlanmış bir teori mi inşa etmektir? Böyle
de olabilir tersi de ya da arafta kaldığı da söylenebilir. Ancak Arendt, bir
çizgiyi ciddi anlamda aşmıştır; hatta kendisi çizginin diğer tarafına geçmeden;
Arendt’de 20.yy gerçekliğinde yaşayan; o yüzyılda aşık olan o yüzyılda göçmen
olan o yüzyılda kadın olan o yüzyılda siyasetle özgürleşmek isteyen
“biri”-Arendt böyle denilmesini isterdi herhalde- olarak şiddeti politikaya
içkin olmayan; söz varsa şiddetin olamayacağına inanan ve savunucusu olan hiç
kimse inanmıyorsa da kendisi buna inanan bir “kadın” olmasıdır.
Dipnot
1- Gülbanu Altunok, “Şiddetin Eleştirisi Olarak İktidar:
Arendt ve Foucault,” Doğu Batı, Sayı: 43, Kasım -Aralık – Ocak 2007- 08, s.
53.
2-Nilgün Toker, “Şiddete Karşı Politika: Hannah Arendt’in
Şiddet Analizi,” Birikim, Sayı: 41, Eylül 1992, s. 61.
3- Toker, a.g.m., s.. 66.
4- a.g.m., s. 67.
5- a.g.m., s. 68.
6-Altunok, a.g.m., s. 62.
7-Neşe Öztimur, “Hannah Arendt ve Kadınlık Durumu,”
Birikim, sayı: 168, Nisan 2003, s. 38.
8-Taylor Diana, “Hannah Arendt on Judgement :Thinking for
Politics,” International Journal of Philosophical Studies, c. 10, no. 2, 2002,
pp. 151-169; akt. Öztimur, a.g.m., s. 40.
9-Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003, s. 99.
10- Hannah Arendt, a.g.e., s. 21.
11-Fatmagül Berktay, “Heidegger ve Arendt’te Özgürlük:
Bir Kesişme Noktası”, Tarihin Cinsiyeti, İstanbul: Metis Yayınları, 2006, s.
187.
12-Thomas Geisen, “Kimlik ve tanınma söylemi: Ayrımcılık
söyleminde yeni terminolojiler”, Felsefelogos, Sayı: 29, Nisan 2006, İstanbul,
s. 40-1.
13-Gülbanu Altunok, a.g.e., s. 60.
Pareto’nun işçilerin burjuvalaşması olarak ifade ettiği
kendi değerlerine yabancı, toplumsal ve siyasal düzene kolaylıkla entegre
olunan sınıf farklılıklarının belirsizleştiği bir gidişat işçilerin görece
iyileşen koşullarda kendi sınıflarına ilişkin belleklerin bulanmasına hatta
proletarya olmayı reddetmeye kadar gelen başka bir şeye dönüşmüştür. Arendt’in
bir diğer örneği öğrenci hareketini homojen değerlendirmez öyle ki çoğu
hareketin kitleselleşebilme sorunu yaşadığını özellikle beyaz ve siyah öğrenci
hareketi ile örneklendirmiştir. Batı ülkelerinde öğrenci hareketi üniversite
dışında halk desteğinden yoksun kalırken siyah öğrencilerin sözlü ya da fiili
şiddetini destekleyen geniş bir siyah azınlığın olmasıdır.
14-Hannah Arendt, a.g.e., s. 82.
15-Hannah Arendt, “Diktatörlük Döneminde Kişisel
Sorumluluk,” Birikim, Sayı: 65, Eylül, 1994, s. 53.
16-Arendt, Şiddet Üzerine, s. 37.
17-Öztimur, a.g.m., s. 39.
18-Berktay, a.g.e., s. 190.
19-Öztimur, a.g.m., s. 42.
20-Öztimur, a.g.m., s. 42.
21-Toker, a.g.m., s. 69.
22-a.g.m., s. 69-70.
23-Mary Dietz, Turning Operation, Feminism, Arendt, and
Politics, New York &Londra:Rotledge, 2002; akt. Öztimur, a.g.m., s.
44.
24-Amy Allen, “Power subjectivity, and Agency:Between
Arendt and Foucault,”İnternational Journal of Phlosophical Studies , c. 10, no.
2, 2002, pp. 131-149; akt., a.g.m., s. 44.
25-Alex Demirovic, “Us ve Dışlanmanın Mantığı,”
Felsefelogos, Sayı: 29, Nisan 2006, İstanbul, s. 18.
Kaynakça
Altunok, Gülbanu, “Şiddetin Eleştirisi Olarak İktidar:
Arendt ve Foucault,” Doğu Batı, İstanbul, Sayı: 43, Kasım-Aralık-Ocak 2007-8,
ss. 51-74.
Arendt, Hannah, “Diktatörlük Döneminde Kişisel
Sorumluluk,”Birikim, İstanbul, Sayı: 65, Eylül 1994, ss. 53-59.
Arendt, Hannah, Şiddet Üzerine, İstanbul, İletişim Yayınları,
2003.
Berktay, Fatmagül, “Heidegger ve Arendt’te Özgürlük: Bir
Kesişme Noktası,” Tarihin Cinsiyeti, İstanbul, Metis Yayınları 2006, ss.
178-191.
Demirovic, Alex, “Us ve Dışlanmanın Mantığı,”
Felsefelogos, İstanbul, Sayı: 29, Nisan 2006, ss. 17-24.
Geisen, Thomas, “Kimlik ve tanınma söylemi: Ayrımcılık
söyleminde yeni terminolojiler,” Felsefelogos, İstanbul, Sayı: 29, Nisan 2006,
ss.39-53.
Öztimur, Neşe, “Hannah Arendt ve Kadınlık Durumu,”
Birikim, Sayı: 168, Nisan 2003, ss. 37-47.
Toker, Nilgün, “Şiddete Karşı Politika: Hannah Arendt’in
Şiddet Analizi,”Birikim, Sayı: 41, Eylül 1992, ss. 60-70.
Erişim:
http://sendika10.org/2009/02/hannah-arendt-siddetten-soz-etti-yonca-gunes-yucel/
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar