HAPİSHANENİN DOĞUŞU- Michel Foucault
Hapishane, onu doğuran tarih olarak yeni
Kanunlar gösterildiğinde söylenildiğinden çok daha eskidir. Biçim-hapishane,
ceza yasalarındaki sistematik kullanımdan daha önce var olmuştur. Bireyleri
dağıtıma tabi tutmak, onları sabitleştirmek ve mekân içinde paylaştırmak,
tasnif etmek, onlardan en fazla zaman ve en fazla gücü çekip almak, sürekli
hareketlerini kodlamak, onları hiçbir boşluğu olmayan bir görünürlük içinde
tutmak, onların etrafında koskoca bir gözlem, kayıt ve notlandırma aygıtı
oluşturmak, onlara ilişkin olarak biriken ve merkezileşen bir bilgi meydana
getirmek üzere, toplumsal bünyenin tümü itibariyle usuller yoğrulduğunda,
hapishane adli aygıtın dışında oluşmuştur. Bireyleri, bedenleri üzerindeki
belirgin bir çalışmayla, itaatkâr ve yararlı kılmak üzere oluşturulan bir
aletler bütününün genel biçimi, yasanın onu en mükemmel ceza olarak
tanımlamasından önce kurum- hapishaneyi resmetmiştir.
……..
“Hapsetmeyi, bizim
bugünkü ceza skalamızın temeli ve adeta tüm yapısı haline getirenler raslantı
veya yasa koyucunun kaprisi değildir: bunun böyle olmasını fikirlerin gelişmesi
ve adetlerin yumuşaması sağlamıştır”
. Ve biryüzyılı aşan bir süre içinde aşikârlık iklimi dönüştüyse de,
kaybolmamıştır. Hapishanenin bütün sakıncaları ve yararsız olmadığı zaman
tehlikeli olduğu bilinmektedir. Fakat onun yerine neyin konulacağı da “görülememektedir”.
Hapishane tasarruf edilmesi olanaksız, nefret verici çözümdür.
Hapishanenin çok yetersiz bir şekilde açığa
çıkartabildiğimiz bu “aşikârlığı” öncelikle basit “özgürlükten yoksun
bırakma” biçiminin üzerinde temellenmektedir. Hapishane nasıl olur da,
özgürlüğün herkese aynı şekilde ait olduğu ve herkesin o an “evrensel ve
sabit” bir duyguyla bağlı bulunduğu bir toplumda en mükemmel ceza olmaz?
Demek ki kaybedilmesi herkes için aynı bedele mal olacaktır; para cezasından
daha iyi bir şekilde “eşitlikçi” cezadır. (s.289-290)
Günümüz hukukçularından Sulhi Dönmezer ve
Sahir Erman hapis cezalarının tarihi hakkında şu bilgiyi vermektedirler:
“Hapis cezâlarının tarihi nisbeten yenidir. Roma
hukukunda, ceza anlamında hapis cezâsı yoktur; cezâ evleri suçlunun
yargılanması sırasında el altında tutulması ve hakkında, hükmedilecek cezanın
infaz edilebilmesi için alıkonulduğu yerlerdir.
17. yüzyıldan itibaren, Kanonik hukuk, hapsi
bir cezâ olarak benimsemiştir. Çağdaş anlamda, suçluyu alıkoymak amacı ile
olduğu kadar, onu uslandırıcı bir vasıta sıfatıyla cezaevinin kullanılmasının
16. yüzyılda başladığı ve fakat bu şerefin ilk olarak hangi ülkeye âit olduğu
konusunun tartışmalı bulunduğu beyan edilmiştir. Bu bilimsel tartışmanın
cevabi ne olursa olsun 1596 yılında Amsterdam'da cezaevi olarak bir binanın
Hollanda tarafından inşa edilmiş bulunduğu kesindir. Hollanda'nın bu konuda
açtığı çığır diğer Avrupa ülkelerinde de yayılmış ve 1667'de Filippo Franci
adındaki bir İtalyan rahibi Floransa'da küçükler için bir müessese kurmuş,
1703 yılında Papa II. Clément birçok ıslahevi,
XII. Clément bir kadın cezaevi
inşa ettirmişlerdir. 1772 yılında ünlü Gand cezâevi inşa edilmiş ve bu cezâ
evinde gece tam ayrılma, gündüzün bir arada çalışma sistemi uygulanmıştır. Bu
cezâ evinin hapis cezâları tarihinde önemli rolü olduğu kaydedilir...
17. yüzyıldan itibaren hapis cezâsının
tarihçesini her ülke için ayrı ayrı izlemek ve incelemek gerekir... Amerika, hapis cezası bakımından
değişik infaz rejimlerini, birbirini izleyerek uygulaması bakımından, bu
cezanın tarihçesi itibariyle, ayrıca gözden geçirilmesi gereken
bir ülkedir...”
( Sulhi Dönmezer: Nazarî
ve Tatbiki Cezâ Hukuku, İstanbul 1974 c. 2, s. 678)
1. Islah ilkesi:
Cezai tutuklamanın esas işlevi, bireyin
tutumunu dönüştürmek olmalıdır: “cezanın başlıca hedefi olarak mahkûmun ıslah
edilmesi, bilim alanında ve özellikle de yasama alanında biçimsel olarak ortaya
çıkışı çok yeni olan kutsal bir ilkedir (Brüksel Ceza Evleri Kongresi, 1847).
Ve Amor Komisyonu Mayıs 1945‘te sadık bir şekilde şöyle tekrarlamaktadır:
'özgürlükten mahrum bırakma cezasının esas amacı mahkûmun ıslahı ve toplumsal
olarak yeniden sınıflandırılmasıdır”
2. Sınıflandırma ilkesi:
Mahkûmlar eylemlerinin cezai ağırlığına,
ama esas olarak yaşlarına, yatkınlıklarına, onlara uygulanması düşünülen ıslah
tekniklerine, dönüşümlerinin safhalarına göre soyutlanmalı veya en azından
dağıtıma tabi tutulmalıdırlar. “Dönüşümü sağlayan araçların kullanımında,
mahkûmlar topluluğunun içinde varolan büyük fizik ve ahlâki farklılıklar,
onların yozlaşma dereceleri, sunabilecekleri farklı ıslah olma şansları hesaba
katılmalıdır''
3. Cezaların çeşitlendirilmesi ilkesi:
Cereyan edişi mahkûmların bireyselliklerine
göre değişme durumunda olan cezalar, elde edilen sonuçlar, ilerlemeler veya
geriye dönüşler. “Cezanın başlıca hedefi suçlunun ıslahı olduğu için, ahlâk
olarak yeniden doğuşu yeteri kadar güvenilir olduğunda her mahkûmu salıvermek
arzuya şayandır” (Ch. Lucas, 1836). 1945:
4. Zorunlu ve hak ilkesi olarak çalışma:
Çalışma mahkûmların tedrici olarak
dönüştürülmelerinin ve toplumsallaştırmalarının esas parçalarından biri
olmaktadır. Cezai çalıştırma “cezanın bir eklentisi veya deyim yerindeyse,
bir ağırlaştırılma olarak değil de, mahrum kalmanın mümkün olamayacağı bir ceza
yumuşaması olarak kabul edilmelidir”. Bu çalışma mahkûmun bir meslek
öğrenmesini ve uygulamasını, ailesi ve kendi için gelir elde etmesini
sağlamalıdır (Ducpetiaux, 1857). 1945: “Her kamu hukuku hükümlüsü çalışmak
zorundadır... Kimse işsiz bırakılamaz”
5. Cezaevi eğitiminin ilkesi:
Mahkûmun eğitimi hem toplumun çıkarına olan
zorunlu bir önlem, hem de mahkûma karşı bir yükümlülük olarak, kamusal gücün
bir parçasıdır. “Eğitim tek başına ıslah aracı olabilir. Islaha yönelik
hapsetme bir eğitim sorunudur” (Ch. Lucas, 1838). 1945: “mahkûma her türlü
yozlaştırıcı izdihamın dışında uygulanacak muamele... esas olarak onun genel ve
mesleki eğitimine ve iyileştirilmesine yönelik olmalıdır”
6. Tutukluluğun teknik denetimi ilkesi:
Hapishane rejimi en azından bir kısmı
itibariyle, bireylerin iyi yetiştirilmelerine özen gösterebilecek ahlâki ve
teknik donanıma sahip, uzman bir personel tarafından yüklenilmelidir. Femıs
1850'de hapishane hekimine ilişkin olarak şöyle demiştir: “Bütün hapsetme
biçimlerinde onun işbirliği yararlıdır. ...hiç kimse bir hekimden daha içten
bir şekilde mahkûmların güvenine sahip olamaz, onların karakterini daha iyi
tanıyamaz, onların duygulan üzerinde daha etkili olamaz, onların fizik acılarını
gideremez ve bu yol sayesinde onlara sert sözleri söyleyemez veya yararlı
teşviklerde bulunamaz”. 1945: “Bütün ceza evi kurumlarında bir sosyal ve
tıbbi-psikolojik servis çalışmaktadır”
7. Ek kurumlar ilkesi:
Hapsetme, eski mahkûmun tam olarak uyum sağlamasına
kadar sürecek denetim ve yardım önlemleri tarafından izlenmelidir. Mahkûmu
hapishaneden çıkınca gözetim altında tutmak yetmez, “ona destek ve yardım” da
sağlamak gerekir (Boulet Benquot, Paris Meclisi). 1945: 'Mahkûmların uyum
sağlamalarını kolaylaştırmak üzere, onlara ceza sırasında ve sonrasında yardım
sağlanır” (s.341-44)
……………..
İşte, XIX. yüzyılın ortasında bile bedene
yönelik müdahale olan hapis cezasının mahiyeti tamamen çözülmüş değildir. Ceza
kuşkusuz bir acı çektirme tekniği olarak artık eza üzerinde
merkezlenmemektedir; esas nesnesi bir mala veya bir hakka yönelik hale
gelmiştir. Fakat zorunlu çalışma veya hatta hapis -tam bir özgürlükten
mahrumiyet- gibi bir ceza, hiçbir zaman bizzat bedenin kendini hedefleyen ek
bir ceza olmadan uygulanmamıştır: gıda tayınlaması, cinsel yoksunluk, dayak,
hücre.
Acaba bu,
kapatmanın istenmeyen, ama kaçınılamayan sonucu mudur?
Hapishane fiili durumda en açık düzenleri
itibariyle, her zaman belli bir fizik acıya yer vermiştir. XIX. yüzyılın ilk
yansında ceza sistemine sıklıkla yöneltilen eleştiri (hapishane yeteri kadar
cezalandırmamaktadır: tutuktular daha az aç kalır, daha az üşürler, sonuç
olarak fakirlerin veya işçilerin çoğundan daha az yoksunluk çekerler), aslında
hiçbir zaman yok edilemeyen bir postülayı işaret etmektedir: bir mahkûmun diğer
insanlardan daha fazla acı çekmesi adildir. Ceza ek bir fizik acıdan
ayrılamamaktadır. Bedene ulaşmayan bir ceza nedir ki?
Demek ki modem ceza adaleti
mekanizmalarının “azaba yönelik” bir dip tarafı varlığını sürdürmektedir
-bu dip tarafa tamamen egemen olunamamıştır, ama bedene yönelik olmayan bir
cezalandırma anlayışı tarafından giderek daha geniş ölçüde olmak üzere üstü
örtülmektedir-. (s.18)
Geçici tabut gibi olan kapalı hücrenin
içinde, hortlama efsaneleri kolaylıkla bedene bürünmektedirler. Geceden ve
sessizlikten sonra, beden yeniden hayat bulmaktadır.
…..
“Hücrenizde yalnızca korkunç bir tabut
görüyorum, bu tabutun içinde kurtların yerine pişmanlıklar ve umutsuzluk, sizi
kemirmek ve hayatınızı öne alınmış bir cehenneme çevirmek için ilerliyorlar.
Fakat ... dinsiz bir mahkûm için bir mezardan, itici bir tabuttan ibaret olan
şey, samimi bir Hristiyan için, bizatihi çok mutlu ölümsüzlüğün beşiği haline
gelmektedir” (s.301)
Ceza evi tekniği failin ilişkisine değil
de, suçlunun suçuna yatkınlığına yöneliktir. Bütüncül bir suçluluk olgusunun
tekil dışavurumu olan suçlu, her biri kendi belirgin karakterine sahip olan ve
kendine özgü bir muamele gerektiren, adeta doğal nitelikte dört sınıfa
bölünmektedir Marquct-Wasselot 1841 tarihli Hapishanelerin Etnografyası adlı
eserinde bu konuda şöyle söylemektedir: “Mahkûmlar aynı halkın içinde başka
bir halktırlar: bunların kendi adetleri, kendi içgüdüleri, kendi ayrı örfleri
vardır”. Burada henüz kötüler dünyasının “resimsel” tasvirlerine çok
yakınız çok gerilere giden ve XIX. yüzyılın ilk yarısında, başka bir hayat
biçimi algılamasının başa bir sınıfınkiyle ve başka bir insan cinsininkiyle
bütünleştiği sırada yeniden güç kazanan eski gelenek. Toplumsal alt-türlerin
bir zoolojisi, kendi ayinleri ve kendi dilleri olan kötüler uygarlığının bir
etnolojisi, parodik bir biçimde çizilmektedir. Fakat gene de, suçlunun hem
doğal, hem de sapkın bir tipolojiye veya büyük canavarlık biçimleri olarak
çözümlenebilir. Ferrus'nün tasviriyle birlikte herhalde, eski suç “etnografyasının
suçluların sistematik bir tipolojisine dönüştürülmesinin ilk örneğine sahip
olunmuştur. Çözümleme hiç kuşkusuz derinlikten yoksundur, fakat suçluluğun ya
sanınkinden çok kuralın işlevinde özelleşmek zorunda olduğu ilkesinin yer
aldığı açıkça görülmektedir.
Üç
mahkûm tipi:
Birinci
tipi; “saptadığımız zekâ ortalamasının üzerinde entelektüel
kaynaklara sahip olan”, ama “örgütlemelerinin eğilimleri” ve “doğrudan buna yönelik”
olmaları yüzünden veya “zararlı bir mantık”, ya da “çok haksız bir ahlâk”
yoluyla yozlaşmış olanları vardır. Bu
gibilerin gece ve gündüz soyutlanmaları, gezintiye tek başlarına çıkartılmaları
gerekir ve bunları başkalarıyla temasa geçirmek zorunda kalındığında “taş
yontucuların veya eskrim yapanların kullandıkları türden, madeni, hafif bir
maske” takmaları gerekir.
İkinci
mahkûm kategorisi “ahlâksız, dar kafalı, alık veya pasif olup da, suça iyilik
veya utanç karşısındaki kayıtsızlıktan, hainlikten, eğer deyim yerindeyse
tembellikten ve kötü eğilimlere direnç olmadığından sürüklenmişlerdir”; bunlara uygun düşen
rejim baskıdan çok eğitim ve eğer mümkünse yardımlaşmalı eğitimdir: geceleri
soyutlama, gündüzleri birlikte çalışma, yüksek sesle olmalan koşuluyla konuşma
izni, ortaklaşa okumalar, bunların arkasından karşılıklı sorular ve bunlara
ödül verilmesi.
Son olarak
da “beceriksiz veya yeteneksiz” mahkûmlar vardır; bunlar “yetersiz
bir örgütleme tarafından, düşünerek çaba sarfedilmesi ve buna bağlı olarak
irade gerektiren hiçbir işe yatkın olmayan bir hale getirilmişlerdir, bu durumda akıllı
işçilerle iş konusunda rekabet etmeleri olanaksızdır ve toplumsal ödevleri
bilecek kadar eğitim almadıkları ve kişisel içgüdülerini anlayacak ve bunlarla
mücadele edecek kadar zekâya sahip olmadıktan için, kötülüğe bizatihi bu
yetersizliklerinden ötürü sürüklenmektedirler. Bu gibiler için yalnızlık sadece
ataletlerini artıracaktır; öyleyse bunların bir arada yaşamaları gerekir, fakat
bu ortaklaşa hayat çok kalabalık olmayan, her zaman ortaklaşa çalışmalarla teşvik
edilen ve katı bir gözetime tabi kılınan gruplar halinde olmalıdır” . Böylece
suçlulara ve bunların koşullarının hukuki nitelendirilmesinden çok farklı olan
türlerine ilişkin “pozitif bir bilgi tedricen yerleşik hale gelmektedir; bu
bilgi aynı zamanda, bireyin deliliğinin değerlendirilmesine ve buna bağlı
olarak eylemin suç karakterini kaldırmaya olanak veren tıbbi bilgiden de
farklıdır. Ferrus ilkeyi açıkça ortaya koymaktadır:
“Kitlesi itibariyle
suçluların delilerle hiçbir benzerlikleri yoktur; bu sonuncuları bilinçli bir
şekilde kötülük yapanlarla karıştırmak gayri-adil olacaktır”. Bu yeni bilgide söz
konusu olan, eylemi suç olarak ve özellikle de bireyi suçlu olarak, “bilimsel
bir şeklide” nitelemektir. Bir suç biliminin kurulması olanağı ortaya çıkmıştır.
Ceza adaletinin bağlantılısı hiç kuşkusuz
yasayı ihlal eden kişidir, fakat ceza evi aygıtının bağlantılısı başka bir
kişidir; bu biyografik birim, “tehlikelilik” çekirdeği, bir anormallik
tipinin temsilcisi olan suçludur. Ve hukukun tanımlamış olduğu, özgürlükten
yoksun bırakıcı tutukluluğa hapishanenin bir ceza çektirici “ilâve” eklediği
doğruysa da, bu “ilâve” kendi hesabına, yasanın mahkûm ettiğiyle, bu yasanın
infaz ettiği arasına fazladan bir kişi katmıştır. Azap çektirilen kişinin
damgalanan, parçalanan, yakılan, yok edilen bedeninin ortadan kaybolduğu yerde,
“suçlu”nun kimliğiyle, bizzat cezalandırma aygıtının cezalandırma iktidarının
uygulama noktası olarak ve bugün hâlâ ceza evi bilimi denilen şeyin nesnesi
gibi olan suçlunun küçük ruhuyla ikiye katlanan mahpusun bedeni ortaya
çıkmıştır.
Hapishanenin
suçlu imal ettiği söylenmektedir; ona emanet edilenleri adeta kaçınılmaz olarak
yeniden mahkemelere yönelttiği doğrudur. Fakat onları, yasa ve
ihlal, yargıç ve yasayı ihlal eden kişi, mahkûm ve cellat oyununa, bunları
birbirlerine bağlayan ve bir buçuk yüzyıldan beri hepsini aynı tuzağın içine
iten suçluluğun bedensel olmayan gerçeğini kattığından ötürü, başka bir yönde
yapmaktadır.
Ceza evi
tekniği ve suçlu insan bir bakıma ikiz kardeşlerdir. Eski hapishanelerde ceza
evi tekniklerinin inceltilmesini davet edenin, suçlunun bilimsel bir
rasyonellik ile keşfedilmesi olduğuna inanmamak. Ceza evinin İç yöntemlerinin
yoğrulmasının sonucunda, adli soyutlama ve katılığın fark etmelerine olanak
olmayan bir suçluluğun “nesnel” varlığını aydınlattığına inanmamak. Bunların
her ikisi de birlikte ve birbirlerinin devamında, araçlarını uygulayabildiği
nesneyi biçimlendiren ve parçalara ayıran teknolojik bir bütün olarak ortaya
çıkmıştır.
Ve işte
adli aygıtın bodrum katlarında, mahkûm ettiklerine ceza vermekten ötürü duyduğu
utanç nedeniyle görmezden geldiği şu “aşağılık işler” düzeyinde oluşan
suçluluk, şimdi serinkanlı mahkemelerin ve yasaların yüceliğinin yakasını
bırakmamaktadır; bilinmesi, değerlendirilmesi, ölçülmesi, teşhis konulması,
kararlara konu olduğunda muameleye tabi tutulması gereken odur; şimdi hesaba
katılması gereken bu anormallik, bu sapkınlık, bu sağır tehlike, bu hastalık,
bu yaşama biçimidir. SUÇLULUK, HAPİSHANENİN ADALETTEN ALDIĞI İNTİKAMDIR. Yargıcı
çaresiz bırakacak kadar korkutucu bir rövanştır. Bu durumda suçbilimcilerin ses
tonu yükselmektedir.
Fakat, bütün
disiplinlerin yoğun ve kah biçimi olan hapishanenin, XVIII. yüzyıl ile XIX.
yüzyılın dönemecinde tanımlanmış haliyle, ceza sistemine içkin bir unsur
olmadığını akılda tutmak gerekir. “İdeolojik” ceza yasalarının -Beccaria veya
Bentham tarzında- izledikleri cezaladırıcı bir toplum veya genel bir
semio-teknik teması, hapishanenin evrensel kullanımını gerektirmiyordu. Bu hapishane başka bir
yerden -disiplinse! bir iktidara özgü mekanizmalardan gelmektedir. Öte
yandan, bu türdeş olmama durumuna rağmen, hapishanenin mekanizmalar ve etkileri
modem ceza adaletinin bütünü boyunca yayılmışlardır; suçluluk ve suçlular onu
bütünü itibariyle parazit olarak taşımışlardır. Hapishanenin bu ürkütücü “etkinliği'nin
nedenlerini araştırmak gerekecektir. Fakat daha şimdiden bir şeyi kaydetmek
mümkündür:
XVIII. yüzyılda
ıslahatçılar tarafından tanımlanmış olan ceza adaleti, suçlunun mümkün iki
nesnelleştirilme hattını çizmekteydi, ama bunlar birbirlerinden uzaklaşan
nitelikteydiler: bunlardan biri toplumsal anlaşmanın dışına düşmüş olan ahlâki
veya siyasal “canavarların dizişiydi; diğeri de ceza tarafından yeniden
nitelenen hukuki Öznenin hatlıydı. Oysa “suçlu” tam da bu iki hattın
birleştirilmesine ve ihlal eden kişi ile bilgince bir teknolojinin nesnesi olan
bir bireyin tıbbın, psikolojisinin veya kriminolojinin güvencesi altında
çakışmalarında -hemen hemen- olanak vermektedir. Hapishanenin ceza sistemine yaptığı
aşının, şiddetli bir red tepkisine yol açmamış olmasının kuşkusuz birçok nedeni
vardır. Bunlardan biri, suçluluğu imal ederken ceza adaletine “bilimler”
tarafından onaylanan ve böylece ona genel bir “gerçeklik” ufku üzerinde işleme
olanağı veren bütüncül bir nesneler alanı sağlamış olmasıdır.
Adalet aygıtının
içindeki en karanlık bölge olan hapishane, artık yüzünü göstererek
etki etmeye cüret edemeyen cezalandırma iktidarının, cezanın gün
ışığında bir tedavi yöntemi olarak iş görebileceği ve mahkeme kararının da
bilgi söylemleri arasında yer alabileceği bir nesnellik alanını sessizce
örgütlemektedir. Adaletin aslında kendi düşüncelerinin ürünü olmayan bir
hapishaneyi bu kadar kolayca benimsemiş olması anlaşılmaktadır. Söyleşine bir tanımayı
ona borçluydu. (s.318-324)
Hapis cezası, yasalara uyan disiplinli bir
hayatın amacı bağımlı ve idmanlı bedenler, “itaatkâr” bedenler imal
etmektir. Ancak disiplin bedenin güçlerini artırmakta (faydanın ekonomik
terimleriyle) ve aynı güçleri azaltmaktadır (itaatin siyasal terimleriyle).
Tek kelimeyle: bedenin iktidarını çözmektedir; onu bir yandan artırmak
istediği bir “yatkınlık”, bir “kapasite” haline getirmekte; öte yandan da
bunların sonucu olarak ortaya çıkabilecek enerjiyi, gücü tersine döndürmekte ve
onu katı bir bağımlılık ilişkisinin içine sokmaktadır. (s.171)
Sosyal hayatın içinde mahkûm olan insanlar “küçük
şeyler” gibi görülebilir. Ancak bu “küçük şeyler”e ve onların ebedi
önemlerine yönelik olmak üzere, Jean-Baptiste de La Salle tarafından Traité
sur les obligations des frères des Ecoles chrétiennes adlı eserinde
terennüm edilen bu övgü karakteristiktir. Gündelik olanın mistiği burada
miniğin disipliniyle birleşmektedir.
“Küçük şeyleri ihmal etmek ne kadar
tehlikelidir. Benimki gibi büyük eylemlere pek yatkın olmayan bir ruh için,
küçük şeylere gösterilecek sadakatin, hissedilmeyen bir gelişmeyle bizi en yüce
kutsallığa çıkartabileceği çok teselli edici bir düşüncedir; çünkü küçük şeyler
büyüklerini hazırlarlar...
Küçük
şeyler denilecektir, heyhat, Allah’ım, biz zayıf ve özürlü yaratıklar, sizin
için büyük olan ne yapabiliriz ki?
Küçük
şeyler; eğer büyükler kendilerini sunarlarsa, onları kullanabilecek miyiz?
Onların
bizim gücümüzün üzerinde olduklarını düşünmeyecek miyiz?
Küçük
şeyler ve ya Tanrı onları büyük sayıyor ve öyle kabul etmek istiyorsa?
Küçük
şeyler; böyle mi hissedildiler?
Küçük
şeyler; onlara böyle bakarak, bunu reddedersek suçlu mu oluruz?
Küçük şeyler; ama uzun dönemde büyük
azizleri bunlar meydana getirdiler! Evet küçük şeyler; ama büyük nedenler,
büyük duygular, büyük çoşkular, büyük ateşler ve bunun sonucu olarak büyük
liyakatler, büyük hazineler, büyük ödüller” .
…….
İnsanların denetlenmeleri ve kullanılmaları
için ayrıntının titiz bir şekilde gözleme alınması ve aynı anda bu küçük şeylerin
siyasal olarak hesaba katılmaları, kendileriyle birlikte bir teknikler
bütününü; koskoca bir usuller ve bilgi, tasvir, reçete ve veri corpus’unu
taşıyarak, klasik dönem boyunca yükselmişlerdir. Ve modem hümanizmanın
insanı hiç kuşkusuz, bu önemsiz şeylerden doğmuştur. (s.173-74)
Hapishanelerin suçlu
için getirisi var mıdır?
Suçlu yasa ihlalinden, hayatının onu
karakterize etme konusunda eyleminden daha uygun olması olgusundan ötürü
farklılaşmaktadır. Cezalandırma işlevi eğer gerçekten bir yeniden eğitme
olmak istiyorsa, suçlunun hayatını bütün olarak ele almak, hapishaneyi onun bu
hayatını baştan aşağı yeniden ele alacak olan bir cins yapay ve baskıcı tiyatro
haline çevirmek zorundadır.
Yasal ceza bir eyleme yöneliktir;
cezalandırma tekniği ise bir hayata yöneliktir; buna bağlı olarak en önemsizi
ve en kötüyü bir bilgi halinde yeniden oluşturmak; zorlayıcı bir uygulamayla
etkileri değiştirmek ve boşlukları doldurmak işi ona düşmektedir. Hayat
hikâyesinin bilinmesi ve düzeltilen hayat tekniği. Suçlunun gözlemi “yalnızca
suçun işlendiği koşullara değil, aynı zamanda nedenlere de inmeli; bunları onun
hayat hikâyesi içinde, örgütlenme, toplumsal konum ve eğitim gibi üçlü bir
bakış açısı içinde ve birincisinin tehlikeli eğilimlerini, İkincisinin can
sıkıcı yönelimlerini ve üçüncünün kötü sonuçlarını bilmek ve fark etmek Üzere
araştırmalıdır. Bu hayat hikâyesi araştırması ahlâki durumların tasnifi için
ceza evi sisteminin bir koşulu olmadan önce, cezaların tasnifi için adli
soruşturmanın esas bir parçasıdır. Bu soruşturma mahkûma, mahkemeden
hapishaneye kadar eşlik etmelidir; hapishane müdürünün görevi yalnızca onu
içeri almak olmayıp, aynı zamanda bu soruşturma unsurlarını tutukluluk süresi
içinde tamamlamak, denetlemek ve düzeltmektir” , Olguların araştırılmasının
bir suçun sorumluluğunu atfedebileceği bir yasa ihlalcisinin arkasında,
hayatına ilişkin bir araştırmanın yavaş yavaş nasıl oluştuğunu gösterdiği suçlu
karakterin profili çizilmektedir.
“Hayat hikâyesi” araştırmasının işe
dâhil edilmesi cezalandırma tarihi içinde önemli bir yer tutmaktadır. Ve ancak
buradan yola çıkabilen psikolojik bir nedensellik, sorumluluğun hukuki olarak
yüklenişini çifte hale getirerek, sonuçları karıştıracaktır. Artık, bugün
çıkılmış olmanın uzağında bulunulan “kriminolojik” labirente
girilmektedir: ancak sorumluluğu azaltan, belirleyici yanı bulunan her neden,
ihlali gerçekleştiren faili daha korkutucu bir suçlulukla damgalamakta ve bu
suçluluk daha da katı cezalandırma önlemleri gerektirmektedir.
Suçu tanımak söz konusu
olduğunda, suçlunun hayat hikâyesinin cezalandırma uygulaması içinde koşulların
çözümlenmesini ikiye katladığında, cezai söylem ile psikiyatrik söylemin
sınırlarının birbirlerine karıştıkları görülmektedir ve işte burada, yani
onların bitişme noktasında, tam bir hayat hikâyesi ölçeğinde bir nedensellikler
ağı kurmaya ve bir cezalandırma-ıslah etme kararı çıkartmaya olanak veren şu “tehlikeli”
birey kavramı oluşmaktadır. (s.318-320)
Kaynak:
Michel
Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Fransızca Aslından Çeviren: Mehmet Ali KILIÇBAY,
İmge Kitabevi Yayınları: 50,
Temmuz-1992, İstanbul
Picco’yu seyredince hapishanelerin çokta
çözüm ve ıslah yeri olmadığını ve zulümden başka bir vasfı olmadığını içiniz
burkula burkula seyredeceksiniz. Sebepler insanı hangi bir şekilde hapishaneye
düşürse de, mahkumî hayatın tek bir cephesi vardır. O da “Vahim” dir.
Sonuçta mahkûm olmuş insan, özürlü olarak girdiği hapisten, yaralı ve ezik
olarak serbest olmaktadır. Dışarıdan
dört duvar arasında sadece yattıklarını (!) zannettiğiniz mahkûmların içeride
hangi kurtlarla boğuştuğunu bilemeyeceğimizi unutmayalım.
Sonuç olarak mahkûmiyet cenderesinden
kurtuluşta çözüm, hapishaneye düşmeye sebep olan kanalları kapatmaktır.
İnsanların hapishaneler sayesinde ıslah olabileceği veya faydalı bir ekonomi
modeli olacağı gibi bir olumlu getirisi yoktur. Sosyal bir ihtiyaç kabul edilen
hapishanelerin mekân olarak “korkunçluğunu ve vefasızlığını” insanlık tarihi
ile sürdüreceğini görmekteyiz.
Hapishane’nin insan için ceza ve faydayı cazip olmadığı kesin olarak
anlaşılmalıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar