HARİRİZADE MUHAMMED KEMALEDDİN
XIX. asırda İstanbul’da yaşamış
ve “Tibyanü Vesaili’l-Hakaik fi Beyani Selasili’t-Taraik” adlı
meşhur eseriyle tanınan mutasavvıf müellif.
Meşhur eser Tıbyânu Vesail’in
müellifi Harîrîzade, XIX. asrın ikinci yarısında yaşamış
mutasavvıflardandır. Cemaziyelâhir 1267/Mart 1850 tarihinde İstanbul’da dünyaya
gelmiştir. Bildirdiğine göre, babasının Kemâleddin Muhammet adını
verdiği Harîrîzâde’nin tam künyesi, Kemâleddin Muhammed Harîrîzâde b. Seyyid
Şeyh Abdurrahman b. Seyyid İbrâhim el-Halebî’dir. Daha çok Harîrîzâde ve
Harîrîzâde Kemâleddin adını kullandığı gibi, ondan bahseden kaynaklarda da adı
bu şekilde geçmektedir
Halep’te bulunan ve Harîrîzadeler
diye mâruf sülâleden olup, soyu, Rifaiyye tarikatının piri Şeyh Ahmed
er-Rifâî (v.578/1182)’in torunlarından ve bu tarikatın Haririryye kolunun
kurucusu Ebu’l-Hasan Ali el-Hariri’ye (v.645/1248) ulaşır.
Bu sülâlenin, Harîrî
lakabıyla anılması, Şeyh Ahmed er-Rıfâî’nin torunu ve onun sohbetinde bulunan Şeyh
Seyyid Burhaneddin Ebu’l-Hasan Ali (v. 645/1247) ile başlar. Onun bu
lakabla anılması hususunda bir kaç rivayet bulunmaktadır(Bak. Tibyanü
vesail,I,289a).
Müellifin, amcazâdesi Şeyh
Ahmed el-Harîrî’den aldığı bir icâzetnâmede nesep ve tarîkat silsileleri
verilmektedir.(Tibyanü vesail, I,292b)
Harîrîzâde’nin babası Şeyh
Seyyid Abdurrahman el-Hariri de, meşâyıhen bir zât idi. Oğlu Harîrîzâde’ye Rifa’iyye’den
Harîriyye ve Halvetiyye’den Bekriyye tarîkatlarının hırkasını
giydirmiştir.
1284/1867’de babası öldüğü
zaman, henüz on yedi yaşlarında bulunan Harîrîzâde, onun vefatını müteakib bir
müddet ticaretle uğraştı ise de, tekrar ilme yönelmiştir.(Tibyanü vesail,
III,304b) Babasının vefatı, onun ilim tahsîline devamını ve çok sayıda eser
verme azmini engellememişti.
Harîrîzâde’nin bir takım
seyâhatları da olmuştur. Kısa süreli olan bu seyâhatlarını, tasavvuf ve dinî
bilgisini artırmak ve bazı meşâyıhle görüşmek için yapmıştır. Nitekim aldığı
tarîkatlerin bir kısmını bu esnada almış veya hırkalarını giymiştir.
Receb 1286/1869 tarihinde
akrabalarını ziyaret için Haleb’e gitmiş, orada dört ay kadar kaldıktan sonra
İstanbul’a dönmüştür. (Tibyanü vesail,III,304a; Kibar-i Meşayih, s,52;
Melamilik ve Melamiler,s, 326; Tomar-i turuk,s,86.)
1289/1872’de İstanbul’da
görüştüğü Şeyh Seyyid Muhammed Nûru’l-’Arabî el-Hüseynî’yi ziyaret için,
bir yıl sonra 1290/1873’de Üsküb’e gitmiştir. Bu yolculuğu esnasında Selânik’e
uğrayarak, orada bulunan Şeyh Ali Rızâ Efendi ve Şeyh Edîb Sâlih
Lütfî Efendilerle görüşmüştür.
Aradan bir yıl geçtikten sonra,
evliyâyı ziyaret için 1291/1874 tarihinde Mısır’a, ertesi sene de aynı maksadla
1292/1875’de Edirne’ye gitmiştir.
Otuz iki yıllık kısa ömrünü,
seyahatları hariç tutulursa, İstanbul’da geçirdiğini söyleyebiliriz.
Harîrîzâde’nin tahsil hayatı da İstanbul’da geçmiştir.
Beş yaşına gelince, Hâfız Osman Efendi’den bir müddet Kur’an-ı Kerim
okuduktan sonra rüşdiyeye devam etmiştir. Sonra özel olarak sarf, nahiv, mantık
ve âdâb gibi mukaddemât ilimlerini, iki kardeş olan Ali ve Mevlâ Emîn
Ankaravî Efendiler’den okumuştur.
Daha sonra Hadîs alimlerinden Allâme
Şakir Efendi’nin Sahîh-i Buhârî derslerine devam etmiş ve 1286/1869’da
Halep yolculuğundan Şeyh Abdüllatîf el-Buhârî ile İstanbul’a avdet
ettikten sonra ondan, evinde misafir kaldığı sürece Hanefî Fıkhı’na dair bazı
metinler ve müselsel hadîsler okumuştur.
Şeyh Kâsım el-Mağribî (v.1298/1880)’nin Câmi’u’s-Sahîh
derslerine devam ederek, ondan, Allâme İbn ‘Akile el-Mekkî’nin Müselselât’ını
okumuştur (Tibyan,I,81a). Haririzade’nin, derinleşip meşhur olduğu saha her ne
kadar tasavvuf ise de, fıkıh, tefsir ve hadîs ilimlerini de tahsil ettiğini
görüyoruz.
Fıkıh ilmini, Allâme Kâdı
Fehhâme Şeyh Abdullatîf Ömer el-Buhârî el-Halebî el-Hanefî el-Ezherî’den tahsil
etti. Başta kütübü’s-sitte olmak üzere hadîs de okumutur ( Tibyan,I,83b-86b)
İlim tahsiliyle meşgul olduğu
sırada, Rifâ’iyye ve Halvetiyye tarikatlarını almış, ayrıca Hizbu’l-bahr’ı
serhetmiş ve ona Ziyâu’l-bedr ismini vermiştir (Tibyan,II,217a). Babası
vefat ettiğinde on yedi yaşında olduğuna göre, adı geçen şerhi yazdığında ve
tarikatları aldığında ancak on beş yaşlarında bulunuyordu demektir.
Tasavvuf ilmini kendisinden
tahsil ettiği Şeyh Seyyid Muhammed Nuru’l-’Arabî ile karşılaşmasını,
Allah’ın bir lütfu olarak nitelendiren Harîrîzâde, Nûru’l-’Arabî
1289/1872’de İstanbul’a geldiğinde, onu Boyacıköyü’ndeki yalısında misafir ederek
ona biat etmiştir. Ondan, İbn Fâriz, (v.576/1180)’in Kasîdetü’t-Tâiyye’sini,
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin b. ‘Arabi (v.638/1240)’nin Risâletü’l-ehadiyye’sini
ve Fususu’l-hikem’ini okumuş ve kendisinden melâmî hilâfetnâmesi
almıştır.
1290/1873 tarihinde, Üsküb’de
bulunan Şeyh Muhammed Nûru’l ‘Arabî’yi ziyaretten dönerken Selânik şehrinde
Şeyh Ali Rıza Efendi (v.1295/1878)’den Ramazanıyye ve Şeyh Edîb Lütfi
Efendi’den de Sinâniyye hilâfeti almıştır.
Haririrzade’nin hocası olan
Muhammed Nuru’l-Arabi, 1220/1805’de doğmuş ve küçük yaştan itibaren Ezher’de
ilim tahsiline başlamıştır.
Mekke’de mucâvir olarak ikamet
ederken Şeyh Ömer Abudurresûl’den hadis ilmi okumuş ve Şeyh İbrahim
el-Halevetî’den de Halvetiyye tarîkatını almıştır.
Nûru’l-’Arabî’nin rüyasında Resûlullah’tan,
tevhîd-i ef’al, tevhîd-i sıfat ve Tevhîd-i zât
telkinlerini aldığı rivâyet edilmektedir.
1259/1843’de tekrar hacca
giderek Mekke’de Şeyh Abdülhâlık Efendi’nin halîfelerinden Şeyh Mustafa b.
Mahmûd Tırabzonî’den tekmîl-i tarîkatla teslîk ve irşâd
icâzetnâmesi almıştır.
Nuru’l-Arabi, ehl-i şuhûd
zevkine binâen vahdet-i vucûda kâil olan ilk mutasavvıf olup, bu hâlde
şer’î merâtib muhafaza edilir.
Şeyh Muhammed Nûru’l-’Arabî,
çoğunluğu Türkçe olan otuzdan fazla eser telif etmiştir. 1305/1887 tarihinde
seksen beş yaşında olduğu halde Makedonya’nın Ustrumca şehrinde irtihal
etmiş ve vefat eylediği odada defnolunarak orası türbe şekline ifrağ
edilmiştir.
Harîrîzâde’nin tasavvufî hayatı hem bilgi
ve hem de yaşayış bakımından pek zengindir. Ana tarîkatler ve onların
kollarından iki yüze yakın tarîkata intisab etmiştir. Tibyân’ın
önsözünde şöyle der: “Seyyidu’l-Mürselîne ittibâ ve kemâle ermiş vârislerine
iktidâ etmek üzere, çeşitli ezkâr, değerli âsâr ve müşâhede edilen envâr
telkinleriyle bir çok tarîkat ehlinden "teslik" ve "tahkîk"
aldım. Muhtelif sohbetlerde birçok defa fahrî ve fakrî hırkalar giydim. Meşâyıh
benden kadîm ve cedîd işler hususunda hususî ve umumî ahidler aldılar. Onların
nûr silsilelerine muttasıl oldum. Marifet pınarlarından en tatlı şerbetleri
içtim. İslâm memleketlerinde tanınan büyük meşâyihe mensûp, yüz yetmişi aşkın
tarîkata onların vasıtasıyla muttasıl oldum.”
Gerçekten otuz iki yıl gibi kısa
bir ömürde, bu kadar tarîkatla ilgi kurmak, büyük çoğunluğu Arapça, Farsça
ve Türkçe olan dört yüzü aşkın ana kaynağın incelenmesinden sonra telîf
edilen Tibyân ve sayıları kırka ulaşan büyük küçük risalenin telîfine muvaffak
olmak büyük bir başarıdır. Şu beyit onun hakkında söylenmiştir:
Şâb iken ahz-ı
hilâfetle olup şeyh-i tarîk
İlmi tahsil ile de
serâb oldu eclâ.
Harîrîzâde, bazı tarîkatlardan
icâzet alıp hırka giymiş, bir kısmını da rivâyet etmiştir.
Küçük yaşlarda tasavvuf hayatına
başlayan Harîrîzâde, şöyle demektedir: Bu tarîkat (Hefneviyye’nin ikinci
şûbesi) aldığım ilk tarîkattır. Bu tarîkatta pederim Seyyid Şeyh Abdurrahman
el-Harîrî el-Halvetî’den biat, zikir telkini, ahid alma, hırka giyme ve hilâfet
konularında umûmî icâzet aldım.
Celvetiyye tarîkatını aldığını şöyle
anlatmaktadır: “Celvetiyye tarîkatını şeyhimiz âlim ve feyz sahibi Şeyh
Ebu’l-Feyz Hüseyin Feyzuddin’den aldım. Bu vesîle ile bana şu icâzet mektubunu
yazmıştır: “Ben abd-i fakîr Hüseyin Feyzî el-Mısrî, yanıma Seyid Muhammed
Kemâleddin el-Harirî el-Halvetî geldi. Aramızda tarîkatlar hakkında müzâkere
oldu. Daha ziyâde Celvetiyye tarîkatı, onun esrâr ve ma’rifetlerinden
bahsettik. Bu esnada Harîrîzâde, benden Celvetiyye’nin izin ve hırkasını taleb
etti. İstihâreye yattıktan sonra, ona ism-i evvel olan kelime-i tayyibeyi
telkîn ettim. Sonra usûlden olan esmâ-i seb’ayı telkin ettim. Onlar; Allah,
Huve, Hakk, Hayy, Kayyûm ve Kahhâr’dır.
Sonra furu’dan olan esma-i hamseyi telkin ettim. Onlar da; Ehad, Vâhid,
Fettâh, Vehhâb, Samed’dir. Ona tâç giydirdim. Dilediği
kimseye giydirmesine de izin verdim. Hırka giydirdim ve giydirmesinde de onu
mezûn kıldım. Onu seccâdeye oturttum ve istediği kimseyi oturtmasına, ahid
almada, derviş edinmede, nakîb ve halîfe bırakmada, zikir meclisleri açmakta,
istediği yerde ahzâb ve evrâd tilâvetinde, Şerîata uygun olan her şeyde ona
mutlak icâzet ve umûmî izin verdim. Söz ve fiillerimde onu kendime halîfe tayin
ettim”.
Haririyye tarikatını babasından 1282’de,
henüz on beş yaşlarında iken alan Harîrîzade, aynı tarikatı Seyyid Şeyh
Ahmed b. Ömer el-Hariri’den de almıştır. Rebîulevvel 1289/1872’de, Hema’da
bulunduğu esnada, Şeyh Ahmed b. Ömer’in kendisine yazdığı icazet
mektubunun bir bölümünde şunlar yer alır: “Evladımız Seyyid Şeyh Muhammed
Haririzade’nin şeyhi Ahmed er-Rifâ’î’nin tarîkatında bir kademenin olmasını
isterim. Onu hayrın ve saadetin icrâsına ehil, ilim ve seccâde vermede
kâbiliyetli görünce, şeyhi ve ceddi olan Şeyh Ahmed er-Rifâ’î’nin tarîkatında
ona kısa bir zamanda seyr ü sülûk verdim. Gerekli ezkâre devam etmiş, fakr
sahiblerine ve ihvana hizmette bulunmuştur. Bunun üzerine ona, burada (Hema’da)
ki zâviyelerde ve diğer yerlerde seyr ü sülûk vermede, zikir ikâmesinde,
müridlerinden ahid alma, tâliblerden liyâkatlı olanlara Rifâ’iyye hırkasını
giydirmede umûmi izin verdim.
Harîrîzade, Kâdiriyye’nin
beşinci şûbesini Şeyh Abdullatîf b. Ömer el-Buhârî el-Halebî’den, 18
Receb 1287’de sabah namazından hemen sonra almıştır. Kendisine yazdığı icazet
mektubunda şöyle denmektedir: “Bu icâzet mektubuyla, bana nisbet edilen,
Kâdiriyye’nin Nûrâniyye şûbesinde hırka, postnişinlik, zikir başlatma ve mu’teber
şartlarına uygun olarak sona erdirme izinlerini Harîrîzade’ye verdim.”
Aynı mektubun diğer bir yerinde ise: “Evladımız Seyyid Şeyh Muhammed
Harîrîzâde’ye, Kâdiriyye sâdâtı tarîkında icâzet verdim. Ona zikir telkin
ettim. Kendisini halife ve ehl-i fakr ve meşâyıh sûfilere şeyh olarak bıraktım.
Verdiğim icâzetle, ehil olanlardan dilediğine icâzet vermede onu izinli kıldım.
Ona Kâdiriyye’nin hırkasını giydirdim.”
Harîrîzâde, Gülşeniyye’nin
ikinci şubesini Şeyh Şerefeddin el-Edirnevî’den almıştır.
Haririrzade, "Şeyhim
Muhammed Nûru’l-’Arabî, rûhaniyet yoluyla ve Hz. Ali’nin delâletiyle Hacı
Bektaş-i Veli’den Bektaşiyye tarîkatını almış; ben de şeyhim
vasıtasıyla aynı tarîkata intisap ettim," diyerek rûhaniyet yoluyla da
intisabı olduğuna işaret etmektedir.
Haririzade daima itidal yolunu
tercih ediyordu. Bazı görüşlerinden dolayı Şeyhu’l-Ekber’i sert bir
dille tenkit sadedince Şeyh Muhammed b. Abdurresûl el-Berzencî on risale
telif etmiş; buna karşı Şeyh Muhammed el-Hindî, ‘Atıyyetu’l-Vehhâb
isminde bir risâle yazarak tenkidlerin yersizliğini anlatmaya çalışmıştır. Konu ile ilgili olarak
Harîrîzâde, şunları söyler: "Bu hususta konuşmamak en uygun olandır. Akl-i
selîm sahibi olanlar için Şerîatın tesbit ettiği çizgide durmak en sâlim
yoldur. Şeyh Muhyiddin makbul şeyhlerden biridir. İlimlerinin çoğunun
hak ehline muhâlif olması, hatalı olduklarını ortaya koyar. Fıkıhta ictihadî
meselelerdeki hatalar gibi, o da bu hatalarında mazurdur, kınanamaz. Şeyh
hakkında arzettiğim hususlar benim kanaatlarımdır. O, makbul meşâyihtendir.
Şerîata ters düşen sözleri hatadır. Bazıları onun bütün ilimlerini ta’netmek
için uğraşmış, diğer bazıları ise bütün sözlerinin hatasız olduklarını isbata
çalışmışlardır. Bu iki gurup ifrat veya tefrît yolundadır,
itidalden uzaklaşmışlardır. Oysa ki mezkur şeyh, makbul evliyâdandır; hatası
sebebiyle nasıl merdûd sayılır? Diğer taraftan hak ehline muhâlif düşen sözleri
nasıl hatasız görülebilir? Doğru olan orta yoldur." (Tibyan,III,99a).
Bursalı Mehmed Tâhir, Şeyhi
Haririzade ile ilk görüşmesini şöyle anlatmaktadır: "Bir Cuma günü Hırka-ı
Şerif’de eski Ali Paşa Camiinde mevlid-i şerîf cemiyetine gittim. Orada
mihrabın yanında şeker rengindeki sarığı, edîb ve sade duruş ve kisvesiyle
oturan bir Hoca efendiyi gördüm. İlk görüşte o, öteden beri arayıp bulamadığım
mürebbi ve mürşid olarak bu zatı mürşid olarak içimden kabul ettim." Cuma
gün ve geceleri, bütün tatil zamanlarını Tâhir Bey, hep bu güzîde mürşidinin
huzurunda geçirmeye gayret göstermiştir.
Harîrîzâde’nin, mühim eserleri
tedkik maksadıyla bir aralık İstanbul Fatih Câmii dahilinde olan kütüphanenin
hâfız-ı kütüplüğündeki vazifesi hariç tutulursa, resmî bir görevi olmadığını,
kısa ömrü boyunca tahsil-i ilim ve te’lif ile meşgul olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim hayatını anlatırken kullandığı; Bu kitap (Tibyân) kırkbirinci
eserimdir. Şimdi İstanbul’da bulunmakta, ilim tahsili, tasavvufî eserler
müzakeresi ve lâyık olmadığım halde tarîkat vermekle meşgul olmaktayım. Aynı
zamanda maîşet teminiyle de iştigal ediyorum. Bedenî bazı rahatsızlıklarla
mübtelâyım gibi ifadeler resmî görevinin olmadığını, geçimini memuriyet
dışı işlerle temin ettiğini göstermektedir.
“Zâhir ve bâtın ulemasına hizmet
etmeyi bana nasib kılan yüce Allah, bununla bana nimetini ihsan buyurmuştur,” diyerek istifâde ve istifâze
edilen ulema ve meşâyih arasında bulunmanın değerine işaret eden Harîrîzade,
hayır ile yâdedilmesine vesîle olan Tıbyân’ın önsözünde, Zâhir ve
bâtın ilimlerinde icâzet aldım. İlim meclislerinde yetiştim. Temiz sûfîlerin
feyizleriyle gerçek diriliği buldum, demiştir.
Hırka-ı Şerîf civârındaki hâne-i
âlilerinde mutalaa ve telîf ile meşgul oldukları gibi, müracaât eden tâlib-i
râh-i irfânı dahi Rabbânî ma’rifetlerden mahrûm bırakmazlardı.
2 Zilka’de Cuma günü 1299/15
Eylül 1882 tarihinde dâr-i fânîden dâr-i cemâle gitmiştir. Nâş-i şerîfleri
ihtifâlât-ı lâyika ile kaldırılarak İstabul Eyüb’de bulunan Şeyh Hasib
Efendi dergâhına nakl ile, burada makbere-i mahsûsasına vedî’a-i Rahmân
kılındı. Kabr-i şerîflerinin üzeri açıktır. Gâyet mükellef mezar taşı vardır.
Seng-i mezarında şu kitâbe yazılıdır:
Ni’met-i uhrâ için bu kâinât
Âlem-i ervâha olmuş şâh-râh
Âdem oldur ki bekâ-yı nâm elde
Ömrünü bî-fâide kılmaz tebâh
Şeyh Kemâleddîn Efendi genç iken
Hâsıl etmişti nice feyz-i ilâh
Halvetî vü Celvetîden feyz alıp
Sâha-i ukbâyı kıldı hânkâh
İlm u fazlı rüşdi tâ yevmu’l-kıyâm
Yâd ola devreyledikçe mihr ü mâh
Geldi üçler söyledi târihini
Şeyh Kemâleddîn Efendi göçti vâh.
2 Zilka’de 1299
ESERLERİ
Otuz iki yaşında vefat eden
Haririzâde Muhammed Kemaleddin, Arapça ve Türkçe kırk kadar eser telif
etmiştir.
A) Arapça Eserleri:
1. تبيان وسائل الحقائق في بيان سلاسل الطرائق Tibyânü vesâili’l-hakâik fî
beyâni selâsilit’-tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrâhim Ef. 430-432, Arşiv
numarası 61, fotokopi No: 119. Üç büyük ciltten meydana gelmektedir. Tarikatlar
Ansiklopedisi durumunda olan bu eser, konusunda tek ve pek kıymetlidir. Yakup
Çiçek tarafından tahriç ve tahkik edilerek neşre hazırlanmıştır. Her cildi
ortalama 565 sayfa olup, yedi cilt halindedir. Her cildin sonuna; ayetler,
hadisler, tarikatlar, şahıslar, yer ve beldeler ve diğer bilgiler başlıkları
altında indeksleri konulmuştur.
2. Cevâhiru mülûki’l-aliyye
fî bevâhiri sülûk’s-şâzeliyye. Süleymaniye, ktp., Şâzeli tekyesi No: 57’de
kayıtlı olup, 66 yaprak, güzel mukavva ciltli ve müellif hattıdır. "22
Cemâziyelevvel 1290 Perşembe gecesi telif edilmiştir Yâkûtiyye duası,
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin hayatı ve Şâzeliyye’nin mebnâsına dairdir.
3. Esrâru’l-ma’în fî şerhi
esmâi’l-erba’în. Süleymaniye, ktp., H. Mahmûd Ef., No: 3034. Müellif hattı
olup yazılış tarihi, 11 Şaban 1285/1868’dir. Kırk esmâ-i hüsnâyı açıklar.
4. Feyzu’l-muğnî min hadîs-i
men talebenî. Süleymaniye, ktp., Tırnovalı No: 898. Telif tarihi 9
Cemâziyelâhır 1289/1872’dir. Müellif hattı olup aşk, muhabbetullah gibi
konularda güzel malûmatı hâvidir. Bir nüshası Üsküdar Selimağa ktp., Hudâî Ef.,
588, bir nushası da Süleymaniye., ktp., Şâzeli 27/1’de bulunmaktadır.
5. el-Mevridü’l-hâss
bi’l-havass fî tefsîri sûreti’l-ihlâs. Süleymaniye ktp., H. Mahmûd Ef.,
293. Pazar gecesi Rebîussânî 1289/1872’de tamamlanmıştır. Yakup Çiçek
tarafımdan tahkik ve tahriç edilerek Marmara Üniversitsi İlahiyat Fakültesi
Vakfı trafından basılmıştır. İstanbul, 1996.
6. Rasahâtü’l-esnâ alâ
teveccühâti’l-esmâ, Süleymaniye ktp., H. Mahmûd Ef., 290. Seyrü sülûk,
halvetîlik ve kelime-i tevhîd zikri hakkında pek güzel bilgi verir. Seb’u
teveccühât ve cem’u tevessülât’ ın şerhidir. Mısır’da, 9 Ramazan
1291/1874’de yazılmıştır.
7. Salâtü’l-ithâf bi-şerhi
salâti’s-sakkâf, Süleymaniye ktp., Tırnovalı 940. müellif hattıdır, telif
tarihi, 3 Zilhicce 1289/1872’dir. Şeyh İbn Ebi’l-Hasan es-Sakkâf’ın, akşam ve
sabah onbirer defa okuduğu bir slatın Harîrîzâde tarafından yapılan şerhidir.
8. Seyru’l-esmâ ve
sırru’l-müsemmâ. Süleymaniye. ktp., Tırnovalı, 898/1. Rifâ’iyye sûfileri
arasında yedi esmayı fenâiyye ve beş esmayı bekâiyye demekle marûf on iki
esmânın şerhidir Telif tarihi, Çarşamba günü 15 Receb 1289/1872’dir.
Bu risâlenin bir nüshası da,
Üsküdar Selîmağa ktp., Hüdâî Ef. 584/2dir.
9. Şerhü beyt-i Mevlânâ Câmî.
Süleymaniye ktp., Tırnovalı 898/4 Şeyh Abdurrahman Mevlâ Câmî’nin,
"Kâinatta olan her şey vehim veya hayal, veya aynadaki akisler veya
gölgelerdir", manasındaki Arapça beytinin, Müellif tarafından yapılmış
tasavvufî şerhinden ibarettir Seyyid Mi’râcî b. Ali tarafından istinsah edilen
bir nüshası, Üsküdar Selîmağa ktp., Hüdâî Kf. 584/5’de bulunmaktadır.
10. Salâtü meşîşiyye.
Üniversite ktp., Türkçe yazmalar, 263, Harîrîzâe mecmûası, 92-93. Arapça olan
salât metni verilmiş, şerh vb. bir bilgi verilmemiştir.
11. Teveccühâtü’l-esmâ ve
tevessülâtü’l-uzmâ. Üniversite ktp., Türkçe yazmalar, 263/5, Harîrîzâde
mecmûası, 90-93. Arapça olup, teveccühteki esmâ verilir.
12. Dürretü’l-envâr alâ
salati cevherati’l-esrâr. Arapçadır.
13. ed-Dürreteyni fî şerhi’l-beyteyn.
Arapçadır. 3. Fevâyihu ezhâri’l-hakaik ve levâyihu envâri’t-tarâik.
Arapça olup, on iki risâleden meydana gelir.
14. Sırru’t-tavassul
fî’z-zikri ve’t-tebettül. Arapçadır.
15. Ravzatu’l-âliyye fî
tarîki’ş-Şâzeliyye. Arapçadır.
B) Türkçe Eserleri:
1. Fecru’l-esmâ ve
subhu’l-müsemmâ. Süleymaniye ktp., H. Mahmûd Ef., No: 3159. Halvetiyye,
Şa’bâniyye, Bekriyye sülûkünde olan esmâ-ı seb’ânın şerhidir. 1289/1872 senesi
Rebiulevvel ayının yirmi beşinci gecesi Âsitâne-i Âliyye’de Hırka-ı Şerîf Camii
yakınında olan dervişhânemizde itmâm edilmiştir.
2. Fashu dürri’l-ağlâ şerhu
devri’l-a’lâ. Süleymaniye ktp., Tırnovalı No: 964. 38 yaprak, Osmanlıcadır.
Muhyiddin b. Arabî’nin Dürrü’l-ağlâ devru’l-a’li adındaki hizbinin
şerhidir. Müellif hattıdır.
3. Hakîkatü’t-Tarîkat.
Süleymaniye ktp., Tırnovalı 898/4. "Şeyh Abdulganî en-Nablüsî cenablarının
Vesailü tahkîk ve Resâilü tevfîk nâm cem eylediği mektubâtının
tercemesidir.
Bir nüshası da Üsküdar Selimağa
Ktp., Hudâî Ef., 584/6.
4. Hadîkatü’l-hakîkat.
Süleymaniye ktp., Tırnovalı 898/2. Bu risâlenin "Mürşid-i’uşşâk ve sâkî-i
müştâk Fahreddin İbrâhim el-İrakî (v. 688/1289) ve esmâlinin işbu Fârîsi
risâle-i latîfe ve makâle-i şerîfenin tercemesidir.
Bir nüshası da Üsküdar Selîmağa
ktp., Hüdâî Ef., 584/3 . 3 Muharrem 1300/1882’de Receb Gelibolî tarafından,
rik’a bir yazı ile istinsah edilmiştir.
5. İmdâd fî’l-mebde’
ve’l-ma’âd. Süleymaniye ktp., H. Mahmûd Ef. No: 2906. Şeyh Hasan Efendi’nin
mebde’ ve ma’âdla alkalı sözlerinin şerhidir.
6. İrfânü’l-âşikîn ‘alâ burhâni’s-sâlikîn.
Süleymaniye ktp., H. Mahmûd Ef., 2706. 29 yapraktan meydana gelen bu risâle,
Şeyh Muhammed Nuru’l-Arabî’nin Nazaru’t-Tâlibîn burhânü’s-sâlikîn adlı
Arapça eserinin tercümesidir. Hattı müellifindir.
Bir nüshası da Üniversite ktp.,
Türkçe Yazmalar 263, "Harîrîzâde mecmûası"nda bulunmaktadır
7. Kenzü’l-feyz. Sül.,
ktp., H. Mahmûd Ef., 2631. 104 yapraktan meydana gelen bu kitabın hattı, rika
olup müellifinindir. Bu risâlesinde önce itikâdî konularda, daha sonra Şerîat
ve tasavvuf hakkında bilgi verir.
8. Medâr-i vâhidiyyet ve
merkez-i ehadiyyet. Süleymaniye ktp., Tırnovalı 898/6.
9. Rebiulâhir Pazartesi günü
1290/1873’de İştîb’e yakın Gab köyünde bulunduğunda onu telif etmiştir.
10. Mededü’l-bekrî min
seyyidî’l-Bekrî. Süleymançye ktp., H. Mahmûd Ef., 4680,. Şeyh Mustafa
Şemseddîn el-Bekrî’nin menâkıbı ve ahvali anlatılır. İki ayrı kitapçıktan
meydana gelir.
11. Rûşen-i dinevâz.
Süleymaniye ktp., H. Mahmûd Ef., 2753. Şeyh Mahmûd et-Tebrizî’nin, Farsça olan
Gülşen-i râz isimli eserinin, aynı kitaba Şeyh Muhammed b. Yahyâ en-Nûrbahşî
tarafından yazılan şerhten de istifade edilerek Harîrîzâde’nin mürîdanın
talebine icabetle yaptığı Türkçe şerhidir.
12. Şerhü evrâdi’l-üsbû’iyye.
Üniversite ktp., Türkçe yazmalar, 263/1. Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn b. Arabî’nin
olan evrâd metni, Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından Arapça olarak
şerhedilmiş, o şerhini Harîrîzâde Türkçeye tercüme ederek bu eserini meydana
getirmiştir
13. Şerhü virdi’s-settâr
(Fethü’l-esrâr şerhü virdi’s-settâr). Harîrîzâde’nin matbu olan bir
eseridir. Âmire matbaasında 15 Zilkâde 1287/1870’de tabedilmiştir. Türkçe olup,
207 sayfadır
14. Tarfetü’l-müştersile
ala’t-tühfeti’l-mürsele. Süleymaniye ktp., Düğümlü Baba, 317. Seyyid
Muhammed b. Fazlullah el-Hindî’nin et-Tühfetü’l-mürsele adlı eseri,
Harîrîzâde tarafından Türkçeye tercüme ve şerh edilip Tarfetü’l-müstersile...
nâmıyla tesmiye edilmiştir.
15. Ziyâü’l-bedr şerhü
hizbi’l-bahr. Sül.eymaniye ktp., Fatih 2662. vakıf Ebu’l-Hasan Ali b.
Abdullah (eş-Şâzelî diye bilinir)’ın Hizbü’l-bahr diye isimlendirilen
hizbinin şerhidir.
16. Futûhâtu ilâhiyye şerhu
vâridâti ilâhiyye.
17. el-Kavlu’l-mübîn fî
ahvâli’ş-Şeyh Nûreddîn el-Cerrâhî el-Halvetî. Türkçedir..
18. Kemâl-nâme-i Âli abâ.
Türkçedir. Matbudur..
19. Mirâtü’l-hakikat.
Türkçedir. Bk. O.M., I, s. 156; B.M.T., s. 24.
20. Raşfu’l-ğâdir Şerhu
hizbi’l-kebîr li’ş-Şâzelî. Türkçe’dir. 10. Sırru’l-esrâr ve nûru’l-envâr.
Türkçedir..
21. Şerhu Gazaliyat-i Niyâzî.
Türkçedir. 13. Şerhu mürşidi’l-uşşâk. Şeyh Seyyid Muhammed
Nûru’l-Arabî’nin Mürşidü’l-uşşâk adındaki eserinin Türkçe şerhidir.
22. Şerhu salâti’l-enveriyye
fî şerhi salâti’l-ekberiyye. Türkçedir. 15. Tahkîku’t-tarîk.
Türkçedir.
23. Tercemetü emri’l-merbût.
Türkçedir.
BİBLİYOGRAFYA
Attar, Feriduddin, Tezkiretu’l-Evliyâ, Leiden 1907.
Bosnevî, Abdullah (Sarı), Semerâtu’l-Fuâd fi’l-Mebde’
ve’l-Meâd, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1288.
Brockelman, Carl, Geschichte der Arabischen Litteratur
Supplement Band, Leiden 1937-1947 (GAL-Suppl.).
Bursalı, Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul
1933.
Çiçek, Yakup, Harîrîzâde Kemaleddin Efendi Hayatı,
Eserleri ve Tibyanu Vesail Muhtevası, Kaynakları, (Doktora tezi), İstanbul
1983.
Ebû Nuaym Ahmed İbn Abdillah el-İsfehânî,
Hilyetü’l-Evliyâ, Mısır 1933.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul
1981.
Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul
1984.
Gölpınarlı, Abdulbaki, Melamilik ve Melamiler,
İstanbul 1931.
Harîrhizâde Muhammed Kemâleddin, Tibyânu
Vesâili’l-Hakâyık fî Beyâni Selhasili’t-Tarâyık, Süleymaniye Kütüphanesi,
İbrahim Efendi Bölümü, No. 430-432, I,vr 81,290a,292b,293a, 299a; II,vr. 129a,
III, vr.304a.
İbnu’n-Nedîm, Ebu’l-Ferec Muhammed ibn İshak,
el-Fihrist, Beyrut 1964.
İslâm Ansiklopedisi, Çeşitli maddeler.
İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul 1969.
Kehhâle, ömer Rızâ, Mu’cemu’l-Muellifîn, Dımaşk 1961.
Katip Çelebi, Mustafa İbn Abdillah Hacı Halife,
Keşfu’z-Zunûn, nşr. Şerafeddin Yaltkaya, Kilisli Rifat Bilge, İstanbul 1972.
Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara 1976.
Lâmii, Nefehâtu’l-Üns Tercemesi, Matbaa-i Âmire, 1270
(Tefricu’l-Kulûb).
Mecdi Efendi, Şekayık-ı Nu’maniyye Tercemesi, İstanbul
1269.
Sadık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Âliyye, istanbul 1338.
Subkî, Abdulvahhab İbn Takiyyuddin,
et-Tabakâtu’ş-Şâfiyyeti’l-Kübrâ, Mısır 1324.
Sülemî, Ebu Abdirrahman Muhammed İbn el-Hüseyin İbn
Muhammed el-Ezdî en-Nîsâbûrî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, Mısır 1953.
Suhreverdî, Ebû Hafs Şihabuddin Ömer İbn Muhammed,
Avârifu’l-Meârif, Mısır 1968.
Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, Süleymaniye
Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, No. 2308.
Yakup Çiçek, Haririzade Muhammed
Kemaleddin Efendi, Marmara Üniv.,İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy,7-10,
1995,s.407-484.
Yakup Çiçek, el-Mevridü’l-Hass
bi’l-Havass fi Tefsiri Sureti’l-İhlas, İstanbul,1996.
***
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Zâtının ehadiyyetinde ‚Ehad, esmâ ve
sıfâtının vâhidiyyetinde‚Vâhid‛ olan; nîmet ve fazîlet bahşetmesiyle yüceliğini
ortaya koyan; tâliblere fiilleriyle,
âriflere sıfatlarıyla, âşıklara da zâtıyla tecellî eden Allâh’a hamd
olsun.
Mutlak Gayb‛ hazinesinin anahtarı ve
âlemin gizli sırlarının keşfi olan
Efendimiz Muhammed-i Muhtâr sallallâhü aleyhi ve sellem ile, O’nun âilesi ve hayırlı ashâbına da salât ü
selâm olsun.
İmdi, Ganî (zengin) ve Kebîr (büyük) olan
Allâh’a muhtâç durumdaki Muhammed Kemâleddîn b. Es-Seyyid eş-Şeyh
el-Hâc Abdurrahmân el-Harîrî el-Halvetî el-Melâmî (Allah ona doğru
yolu hidayet etsin ve hakîkate ermenin zevkini tattırsın) der ki; bu
risâle, Allah (celle celâluhû ve amme
nevâluhû)’ya nisbet edilen ve O’nun peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’e vahyettiği ve ona lafzıyla açıkladığı şu kudsî
hadîsin, ibâresi latîf ve işâreti açık
bir şerhidir:
<<Men
talebenî vecedenî ve men vecedenî arafenî ve men arafenî aşaganî ve men
aşaganî kateltühû ve men kateltühû
fealeyye diyetühû ve men aleyye diyetühû
fe ene diyetühû ve men ene diyetühû felâ ferka
beynî ve beynehû>>
<<Beni talep eden beni bulur; beni
bulan beni bilir; beni bilen bana âşık olur; bana âşık olanı ben katlederim;
benim katlettiğim kimsenin diyeti benim üzerimedir; diyeti benim üzerime olan
kimsenin diyeti ben olurum, diyeti ben olduğum kimse ile de benim aramda hiçbir
fark yoktur. >>
Bu konuda kalbime ne doğduysa, gönlüme ve özüme (lübb) ne ilkâ edildiyse onu
yazdım. Bu risâlede, her sâdık
mürîde, seyyidler ve melikler-den oluşan
‚muhakkık‛ların tarîkı üzere sülûkte lâzım olacak şekilde, hakîkat-i ilâhiyye ehlinin yolunu (tarîk)
îzâh ettim ve onların mertebesini bu İslâm milletinin avâmının mertebelerinden
ayırt ettim. Bunu da, Allah’ın
izniyle, Seyyîdü’l-Mürselîn’in
hicretinin 1289. senesi Cemâziye’l-Âhir ayının Salı gününe rastlayan bir tek
günde, iki oturuşta gerçekleştirdim ve
bu risâleye ‚ “Feyzü’l-Muğnî Min Sırri Hadîsi Men Talebenî ” adını verdim.
Cenâb-ı Allah’tan kabûl buyurmasını niyâz ederim.
Men talebenî: “Kim beni”, gerçekte‚şerîat‛ın‚ayn’ı
olan‚hakîkat yoluna sülûk etmek sûretiyle‚talep ederse demektir. Zîrâ‚
hakîkat‚şerîat’la mukayyed (kayıtlı); şerîat’ ise‚hakîkat’ ile müeyyed (te’yîd
edilmiş) dir.
O
halde, her yönden ‚şerîat‛ın tamâmı‚
hakîkat’ ve hakîkat’ın tamâmı da şerîat‛tır. Aksi takdirde‚şerîat’sız hakîkat zındıklık olur. Nitekim efendim
Abdülkâdir-i Geylânî (r. a. ) şöyle demiştir:
<<Şerîatsız her hakîkat zındıklıktır; zâhire ters düşen her bâtın
da bâtıldır>>. İmâm-ı Kuşeyrî (r. a. ) da demiştir ki:
<<Şerîat ubûdiyyete (kulluğa) sarılmak; hakîkat ise rubûbiyyeti
müşâhede etmektir. >>O halde, hakîkat‛la te’yîd edilmeyen
her‚şerîat‛ makbûl olmadığı gibi; şerîat‛la kayıtlı olmayan her‚ hakîkat’da hâsıl
olmaz. Şerîat Hakk’ın emriyle gelmiş‚hakîkat ise Hakk’ın tasarrufuyla hâsıl
olmuştur.
Şu halde, şerîat O’na kulluk etmen; hakîkat ise O’nu
müşâhede etmendir. Şerîat O’nun emrini yerine getirmen; hakîkat ise kazâ ve
kadere taallûk eden şeylerle, gizlediği ve açığa vurduğu şeyleri müşâhede
etmendir. Üstâd Ebû Ali ed-Dakkâk (kaddesellâhü sırrahu’l âlî )’nin şöyle
dediğini işittim:
<<İyyâke na’büdû>>‚şerîat‛ı
muhâfaza etmek; <<ve iyyâke nestaîn>>ise, hakîkat‛i ikrâr etmektir.
Şeyh,
ârif-i billâh Seyyîd Muhammed Nûr (ticareti daima olsun ‚len tebûr‛)
(el-Arabî) de şöyle dedi:
<<iyyâke na’büdû>>‚şerîat‛ın
muhâfazasıdır. Çünkü bu âyet ‚ “kesb”in sübûtunu ifâde eder.
<<ve iyyâke nestaîn>>ise
‚hakîkat’ın ikrârıdır. Çünkü o da güç ve kuvvetin (kuldan) nefyini ifâde eder.
Efendimiz Kutbeddîn Mustafa b. Kemâleddîn el-Bekrî (k. s. a) da, ‚Süyûfü’l-Haddâd‛da demiştir ki: Ben,
bize nasîb olan hikmetler hakkında dedim ki; şerîat‛ ‚hakîkat‛ın
elbisesidir. Kim bu ikisinden biriyle kanâat ederse, dalâlete düşer; kim de her ikisine yapışırsa
yüce mertebelere ulaşır. Şeyh Ahmed b. Iyâd eş-Şâzilî (k. sa. ) da el-Mefâhru’l-Aliyye’de
şöyle demiştir: Bil ki, hakîkat, Allah
(azze ve celle)’nin yaratmasında gerçek tasarruf sahibi olduğunu; hidâyete
erdirenin ve saptıranın, azîz ve zelîl kılanın,
başarıya ulaştıranın ve rezîl edenin,
makam sâhibi yapanın ve azledenin ancak Allah olduğunu; dolayısıyla hayr
ve şer, fayda ve zarâr, îmân ve inkâr, kurtuluş ve hüsrân, ziyâde ve
noksân, tâat ve isyân, bütün bunların
O’nun kazâsı, kaderi, hükmü ve
dilemesiyle gerçekleştiğini; O’nun dilediği her şeyin olup, dilemediğinin ise
olmadığını; bir anlık bakışın ve kalbe gelen bir anlık duygunun bile O’nun
dilemesinin dışında kalmadığını; hükmüne hiç kimsenin engel olamadığını, kazâ
ve kaderini hiç kimsenin değiştiremediğini; kulu için günaha sapmaktan
kurtuluşun, ancak O’nun muvaffak kılması ve rahmetiyle gerçekleştiğini; O’na
itâat husûsunda da yine O’nun irâdesi, yardımı ve muhabbeti dışında, kulun hiçbir gücünün bulunmadığını görmendir.
Şu halde, kazâ ve kaderle ortaya çıkan bütün bu sıfâtların‚hakîkat olduğunu;
yine Allah (tebâreke ve teâlâ)’nın kuluna‚kesb (kazanma) ve‚ihtiyâr’ı (tercih
etme) bahşettiğini ve kullarını cansız varlıklar ve hayvanlardan bu özelliğiyle
ayırt ettiğini; sonra da kulu, kötülük ve hatâlardan uzak durmak için bir
şeyler yapmaya kâdir kıldığını;
yine, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberler gönderip, kitaplar indirdiğini, îman ve itâatla emredip, küfür ve isyândan
sakındırdığını; kullarının ahvâli hakkında bildiklerini ve onların fiillerinden
neyi irâde ettiğini onlardan gizlemiş olduğunu; dolayısıyla O’nun kadîm ilminde
ve önceki dilemesinde sa’îd‛ olan kimseye itâati kolaylaştırdığını, ilm-i
kadîminde ve önceki dilemesinde‚şakî olan kimseye de itâati zorlaştırdığını,
i’tibârın ise aslında ilk olan sona olduğunu; apaçık delîlin (huccet-i bâliğa)
O’na âid olduğunu; bâtıl için kahrının gerçekleşeceğini; yaptıklarından dolayı
aslâ sorguya çekilmeyeceğini; kulların ise yaptıklarından sorguya
çekileceklerini anlamış olduk.
Ey tâlib,
ayrıca şunu da bil ki, bu
risalede senin için açıklandığı gibi,
bütün bunları iyi kavraman için,
yedi makamdan müteşekkil bir ‚sülûk‛ (yol) vardır.
Vecedenî: ‚Tevhîd-i ef’âl’ ile‚beni bulur. Tevhîd-i
ef’âl, Hakk (sübhânehû ve teâlâ)’nın
bütün varlık âleminde yegâne gerçek‚fâil‛ olduğunu düşünmen; güç ve kuvvetin
ancak ve ancak Allah ile gerçekleştiğini bilmen; birinci aşamada kulların
fiillerini Hakk’ın fiilinde fânî’ kılman, ardından ikinci aşamada fiiller
aynasında Hazret-i Ma’şûk’u müşâhede etmendir. Bu makama‚fenâ-i ef‘âl,
tecellî-i ef‘âl ve cennet-i ef‘âl‛ da denilir. Bu makam, hakîkat‛a sülûk makamlarının birincisi olup,
ona ulaşmak, evvelâ sözde ve fiilde, zâhiren ve bâtınen Hz.
Peygamber (sav)’e tâbi’ olmak; sonra da, abdestli olma şartı aranmaksızın - abdestli
olunursa daha iyidir - , özel bir vakit
gözetmeksizin, her hâle giriş ve çıkışta
nefsi düşünmeksizin, ayaktayken, otururken,
yatıp uzanıkken, hareket
halindeyken ve hareketsiz dururken, yerken ve içerken, Kelime-i Tevhîd zikrinde ‚tevhîd-i ef’âl‛i
murâkabe etmekle gerçekleşir. Aynı şekilde,
diğer ileriki makamlarda da,
öncelikle Hz. Peygamber’e tâbi’ olmak,
sonra da o makama mahsûs isimle o makamı murâkabe etmek gerekir. Çünkü
Halvetiyye sâdâtı (Allah temiz sırlarını takdîs etsin), mürîde, her bir makamda bir isim olmak
üzere, sırasıyla yedi isim telkîn
ederler.
Bunlar da,
Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm ve Kahhâr isimleridir. Nakşbendiyye sâdâtı
(Allah sırlarını takdîs etsin) ise,
mürîde bütün makam-larda Zât ismini ( Allah) telkîn ederler. Allah en
iyi bilendir.
Ve
men vecedeni arafenî: Beni bulan‚tevhîd-i sıfât’la‚beni bilir.
Tevhîd-i sıfât, evvelâ Allah’tan başka
gerçek anlamda Hayy (hayât sâhibi), Âlim, Kâdir, Mürîd (dileyen), Semî’ (işiten), Basîr
(gören) ve Mütekellim (konuşan) kimse olmadığını bilip düşünmen ve mümkinâtın
sıfâtlarını Vâcib Te’âlâ’nın sıfâtlarında fânî’ kılman; sonra da Hazret-i
Ma’şûk’u sıfâtlar aynasında müşâhede etmendir. Bu makam için de‚ fenâ-i
sıfât‛, tecellî-i sıfât‛ ve cennet-i sıfât‛ denilir.
Ey ârif, yine şunu bil ki, Seyyidü’l-Beşer
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’den nakledilen bir haberde şöyle vârid
olmuştur:
<<Men arefe nefsehû fekad
arefe Rabbehû>> Bunun manâsı hakkında denilmiştir ki;
nefsini câhil bilen, Rabbi’ni âlim bilir; nefsini âciz bilen, Rabbi’ni kâdir
bilir; nefsini zayıf bilen, Rabbi’ni güçlü bilir; nefsini fânî bilen, Rabbi’ni
bâkî bilir. Bütün sıfâtlarda bu böyledir. Bil ki, şüphesiz, Allah C. C. Hazretleri mahlûkâtı kendisinin
bilinmesi için yaratmıştır. Nitekim kudsî hadîste şöyle buyurmuştur:
<<Küntü kenzen mahfîyyen fe ahbebtü an û’refe fe halaktül halka , fe
tearreftü ileyhim fe biye arefûnî>>
Efendim Mustafa el-Bekrî (ks) ‚Tesliyetü’l-Ahzân‛da
şöyle demiştir: ‚Bu hadîsi
inceleyenlerden bazısı;
<<fe biye>> sözünün,
sayı değeri itibariyle Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) ismine
denk düştüğü, dolayısıyla‚Muhammed’le(sallallâhü aleyhi ve sellem) beni
bildiler demek olduğu
sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü Hz. Muhammed(sallallâhü aleyhi ve
sellem), mürîde mutlaka gerekli olan vâsıtadır. Zîrâ, O olmasaydı mevcûdâtın
hiçbiri var olmazdı ve varlık da bilinmezdi. Şu halde O (sallallâhü aleyhi ve
sellem), ma’rifet‛ cennetine girenlerin girdiği kapı; ve şerefli makamlara çıkanların
çıktığı vâsıtadır. O makamda onların kalbine nice ismin hakîkati ve nice
sıfâtın ince manâsı bahşedilmiştir. Yine,
zuhûra gelen her şey O’nun nûruyla zâhir olmuştur. Zira zuhûra gelip
ortaya çıkan ilk nûr O’nun nûrudur. Ayrıca,
felekler O’nunla çoğalmış,
mülkler O’nu tesbîh etmişlerdir. Nitekim;
<<Levlâke levlâk lema halaktü’l eflâk>> hadîs-i kudsîsi de
buna işaret eder.
ve
men arafenî aşaganî: Beni bilen, tevhîd-i zât‛la‚bana âşık olur.
Tevhîd-i zât, Cenâb-ı Hakk’ı kemâl-i ‚Ehadiyyet‛i ile düşünüp hakîkatine
ulaşman; O’ndan her türlü izâfeti yok etmen; Hak Teâlâ’nın :
<<Küllü men aleyhâ fânin ve yebkâ vechü Rabbike zül celâli ve’l
ikrâm>> (Ramân:
26-27) ‚(Yer yüzünde bulunan her canlı fânîdir; ancak azamet ve ikrâm sâhibi olan
Rabbin’in zâtı bâkî kalacaktır. )
sözünün hakîkatini müşâhede etmen; Cenâb-ı
Hakk’ın ;
<<Küllü şeyin hâlikûn illâ vechehû lehül hükmü ve ileyhî
türceûn>> (Kasas: 88) ‚(O’nun zâtından başka her şey helâk
olucudur. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürülüp götürüleceksiniz. )
sözünün sırrınca, Vech-i Bâkî’yi müşâhede
etmek sûretiyle, gözlerini‚vech-i fânî‛ye kapatman; mevcûdâta ait zâtları Hakk
(Sübhânehû ve Teâlâ)’nın zâtında fânî kılman; ve zât aynasından Hazret-i
Ma’şûk’u müşâhede etmendir. Bu makama, fenâ-i zât, tecellî-i zât ve cennet-i
zât da denilir. Beyit:
“ Fe yef’nî, sümme yef’nî, sümme yef’nî
Fe kâne fenâühû aynü’l bekâi ”
(Fânî olur, sonra yine fânî olur, sonra yine fânî olur;
Nihâyet onun‚fenâ‛sı, bakâ‛nın ta
kendisi olur. )
Efendim Muhyiddîn (İbn Arabî) (k. s. a. )
demiştir ki: Kim mahlûkâtın fiili
olmadığına şahitlik ederse kurtuluşa erer; kim mahlûkâtın hayât sâhibi
olmadığına şâhitlik ederse makamları aşar; kim de onların gerçekte yok
olduklarına şâhitlik ederse vuslata erer. Nitekim bu manâda şu şiiri inşâd
etmişlerdir:
“ Men’ ebsâra’l halka kesserâb,
Fekad terakkîye ani’l hicâb .
İlâ vücûdin yerâhû retkan,
Bilâ ibtiğâin velâktirâbin.
Ve lem, yüşâhid bihî sivâhû,
Hünekâ yehdîy ilâssevâb.
Felâ hitâbe bihî ileyhî,
Ve lâ müşyîre ilel hitâb. ”
(Kim halkı serâp gibi görürse, muhakkak perdeyi açıp, istemeksizin ve yaklaşmaksızın, bitişik gördüğü bir vücûda ulaşır ve orada
O’ndan başkasını müşâhede etmez. Böylece o makamda doğruyu bulur. Artık o
makamda ona kendisiyle hiçbir hitâb olmadığı gibi, o hitâba işâret edecek kimse
de yoktur. )
Şeyhimiz ârif-i billâh, efendim Seyyîd
Şeyh Muhammed Nûr el-Arabî (Allah ömrünü uzun etsin ve füyûzâtını üzerimize
bahşetsin), “Seyru’t-Tevhîd” risâlesinde şöyle demiştir: Daha sonra,
şeyh mürîde “Hû” ismiyle‚tevhîd-i zât‛ı telkîn eder. Çünkü “Hû” Zât-ı
Mutlak’tır. Artık mürîd “Hû” ile zikrettiği Zât’a râbıta yaparak, diğer zâtları
o Zât’ta fânî kılmak suretiyle, “Hû” ismini zikreder. Böylece bu makamda zâkir
ile Mezkûr bir olur ve yapılan zikir de Vâhid Teâlâ’nın zikridir. Böylece üç
‚sekr makamı tamamlanmış olur ki, bundan
sonra‚sülûk yoktur. Çünkü‚Zât’ın ötesinde ulaşılacak yer yoktur. Daha sonra
geri döner ve tedellî’ eder. Bu manâda şu şiiri inşâd etmişlerdir:
“ Lekâd küntü dehren kalbe en
ekşîfe’l îtâ,
Âhen leke inniy zâkirün leke
şâkirün.
Fe lemmâ edâelleylü asbihtü
şâhiden,
Bi-enneke mezkûrün ve zikrün ve
zâkirün ”
(Ben bir zamân, perdeyi açmadan önce,
senin dostun olan, seni zikreden ve sana şükreden biri idim. Ne vakit ki, gece
aydınlandı, zikredilenin de, zikrin de,
zikredenin de sen olduğunu müşâhede ettim. )
Bu üç makama ‚ayne’l-yakîn denilir. Bu
ise, müşâhede, keşf ve iyânın sâlike kazandırmış olduğu bir husûsiyyettir. Bil
ki, Rasûlullâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’in;
<<Men ârefe nefsehû fekad ârefe Rabbehû>> sözünde bu makama
da işâret vardır. Nitekim, değerli şeyhimiz Seyyîd Muhammed Nûr (el-Arabî) bu
hadîsi şöyle izâh etmiştir: Nefsinin
müstakil hiçbir varlığı olmadığını, bilakis onun varlığının Hakk’ın varlığı
olduğunu bilen kimse, Rabbi’ni, yâni kendisiyle tasarrufta bulunanı da bilir.
Yine bil ki, “aşk”‚muhabbet‛in aşırı derecesidir ki, bu da bütünüyle Allah’a yönelme muhabbetidir.
Zâtın biri demiştir ki: Muhabbetin ta’rîfi
mümkün değildir. O ne ta’rîf edilebilir, ne de resmedilebilir. Onu ancak tadan
bilir. Mâlik b. Dînâr (r. a. ) da şöyle demiştir: Muhabbetullâhın alâmeti, O’nu dâima
zikretmektir. Çünkü bir şeyi seven bir kimse, onu çokça zikreder. Yine
denilmiştir ki: Allâh’ı sevmenin
alâmeti, Dünyâ sevgisinin yok olmasıdır. Çünkü bir kalbde bu iki sevgi bir
arada bulunmaz. Nitekim Hakk Teâlâ hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
<Ahrec hûbbeddünyâ min kalbike fe innî lâ ecmeü beyne hûbbî ve hûbbe>
(Kalbinden Dünyâ sevgisini çıkar. Çünkü
ben bir kalbde benim sevgimle Dünyâ sevgisini ebediyyen bir arada bulundurmam.
)
Efendim Mustafa el-Bekrî (k. s. a. )de
şöyle demiştir: Sevgi, âsârı yok
eden, ağyârı yakan, vehim ve efkâr
perdesini yırtan; safâ bahşedip kederleri gideren, kalplerin yüzünden örtü ve
peçeleri kaldıran ve orada Sevgili’yi tecellî ettiren bir ateştir. O tecellîyi
de, baş gözleri değil, kalb gözleri (basîret) müşâhede eder.
Dolayısıyla bu sevgi ateşi, elçiyi mest eder; işâret ve fehîmler ona mânevî
koku verir; ve seven kişi kendisinin var olduğunu zanneder, halbuki o yok
(ma’dûm) olmuştur. Ve orada Melik ve Cebbâr olan Allah izzet ve istikbâr
(büyüklük) lisânıyla,
<<Limeni’l mülkü’l yevm>>
(Mü’min: 16) diye nidâ eder.
Tabiî hiçbir cevap veren olmaz. Çünkü ancak ve ancak Karîb (yakın) ve Mücîb
(cevap veren, duâlara icâbet eden) olan
Allah’ın varlığı söz konusudur. Dolayısıyla yine O kendi kendine cevap verir ve
şöyle der:
<<Lillâhî vâhidi’l Kahhâr>>
(Mü’min: 16)
ve
men aşaganî kateltühû: Bana âşık olanı‚ “Cem” ile‚katlederim.
“Cem”, halk(mahlûkât) olmaksızın Hakk’ı
Hakk ile müşâhede etmektir. Bu makamda sâdece Allah vardır, O’ndan başka hiçbir
şey yoktur. Orada, vahdet‛ zâhir olur ve
kesret bâtın hale gelir; ne ağyâr kalır,
ne de ikilik. Bu makamın sâhibi, vahdet perdesiyle‚kesret‛ten örtülmüş
ve bu makama ulaşmakla vesveselerden kurtulmuştur. Bu kimseye‚ “zü’l-ayn” (göz
sahibi) denir. Seyyîd (Şerîf-i Cürcânî) (k. s. a. ) Ta’rîfât‛ında
demiştir ki: “Zü’l-‘ayn” o kimsedir ki,
Hakk’ı zâhir, halkı ise bâtın görür; böylece onun yanında, halk,
Hakk’ın kendinde zuhûr ettiği ayna olur. O makamda halkın
gizlenmesi, görüntünün aynayı gizlemesinden
ibarettir.
Bu makam için ‚kurb-u ferâiz‛ mertebesi
denmiştir ki, onun hakkında Hakk Teâlâ
kudsî hadîste şöyle buyurmuştur:
<< Ve mâ tekarrebe illâ abdiy bi-şeyin ehâbbe ileyye mimmefteradtühû
>>
( Ve kulum bana, kendisine farz
kıldığım şeyden bana daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşmaz. Sahîh-i Buhârî, 5,
2384; Tirmizî,
Sevâbü’l-Kur’ân, 17; Ahmed b.
Hanbel, 5, 268; 6,
256; İmâm-ı Beyhakî, Sünenü
Beyhakıyy’l-Kübrâ, Tahkîk: Muhammed Abdülkâdir Atâ, Mekke-i Mükerreme, 1414/1994,
c. 3, s. 346; c. 10, s. 219; Ebû Nuaym el-Isafahânî, Hılyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Asfiyâ’, Dârü’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut,
1405, c. 10, s. 99; )
Bu makam, kulun bütün mevcûdâtın varlığını
hissetmekten külliyen fânî olmasıdır. Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)
şu sözüyle buna işaret etmiştir:
<<İnnallâhe yekûlü alâ lisâni
abdihî semiAllâhü limen hâmideh >>
(Şüphesiz Allah kulunun
lisanı üzere der ki: “Allah kendisine
hamd edeni işitti. ”)
Yine Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’indeki
:
<<Sümme denâ>> (Sonra yaklaştı)- Necm: 8
sözüyle bu makama işaret etmiştir. Seyyîd
(Şerîf-i Cürcânî) (k. s. a. )demiştir ki:
“Tedânî”, mukarreb‛lerin mi’râcıdır. Onların fânî mi’râcı da verâseten
değil, asâleten olup,
<<Ev ednâ>>-Necm: 9
(‚Yahut daha da yakın oldu. )
hazretine ulaşır ki, bu hazret (makam)‚ “tedellî” ânının
başlangıcıdır.
Allah seni ve bizi muvaffak kılsın, ey
âşık, bil ki bu makam, “cezbe” makamlarının birincisidir. Onun
hakkında Habîb-i Rabbü’l-İzzet (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
<<Cezbetün min cezebetirrahmâni tüâzî amelessakaleyn>>
( Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe,
insânların ve cinlerin ameline denktir. )
(Abdürrezzâk) Kâşânî (k. s. )‚Istılâhâtü’s-Sûfiyye‛sinde
demiştir ki: Cezbe, kulun, menziller kat etmede ihtiyâç duyduğu
her şeyi ona hazırlayan ulûhiyyetin gereği olarak, külfetsizce ve bir çaba sarf
etmeksizin Hakk’a yaklaştırılmasıdır. Yine O (k. s. ) demiştir ki: Meczûb, Hakk Teâlâ’nın kendisi için seçtiği
kimsedir. Onu kendi yüce makamı için seçmiş ve kendi kudsîyyet suyuyla
yıkamıştır. Bil ki, “aşk”ın evveli‚
“hubb”(sevgi)dir. Hubb‛un evveli ise,
ârif bir zatın dediği gibi,
“sekam”(dert)tir. Aşk‛ın sonu ise‚ “katl”dir. O halde, “sekam” talebin eseridir; “katl” ise
ihtiyâcın doğurduğu ölümdür. Efendim Ömer ibnü’l-Fârız (k. s. ) şöyle demiştir: Beyit:
“Felem tehü’nî mâlem tekün fîyye fâniyyen,
Ve lem tefün’ mâlem tectelî fîke
sûretî. ”
(Bende fânî olmadıkça beni (tam manâsıyla)
yüceltmiş olamazsın. Benim sûretim sende yücelmedikçe de fânî olamazsın. )
“Ve cânib cenâbel vaslî heyhâte
lemtekün,
Ve hâ ente hayyün in tekün sâdıkan
müt’. ”
(Vuslat cenâbına yaklaş, ne yazık ki sen
vuslata ermemişsin. Bak sen yaşıyorsun; eğer(davânda) sâdık isen, öl ! )
Efendim Mustafa el-Bekrî de ‚Tesliyetü’l-Ahzân
ve Tasliyetü’l-Eşcân‛da demiştir ki:
Şiir:
“ Felem kıylemlî yâ men yerümü visâle hâ,
Ve kad kütia enfâsü fi’l hasretî.
İzâ menehtükel vasle mâ ente
tâlibûn,
Ekülü memâtî ve hüve aynü hayâti. ”
( Bana, “Ey O’nun hasretiyle nefesler kesildiği halde
O’na kavuşmayı isteyen kimse! Ben sana vuslatı bahşettiğim halde sen ona tâlib
değilsin!” denilirse; ben derim ki,
“Benim ölümüm hayâtımın ta kendisidir. ”)
Tecellî anında ne işitme vardır, ne de görme. Hâdis (sonradan yaratıl-mış)
olan Kadîm’e yaklaştığında, ondan hiçbir
eser kalmaz.
Hakîkî sevgide ‚sebât‛ yoktur; mecazî
sevgide ise vardır. O halde tecellîde,
sebât yoktur. Fakat tecellînin hâsıl olması ve müşâhede‛nin
gerçekleşmesinden sonra ise, vird(zikir)in vücûdu (yapılması), “tedânî”(yaklaşma)nin zuhûru, nihân (gizlilik)
aylarının doğması, likâ (kavuşma)
rüzgârının esmesi, şifâ tohumlarının çatlaması, ayn‛ın müşâhedesi, Vâhid’in
bakâsı ve ikiliğin yok olmasıyla‚sebât hâsıl olur. Çünkü, sebât, ancak Zât ile Zât’ın isbâtından
ibarettir.
Bu makam ‚hakka’l-yakîn‛ makamlarının
ilkidir ki, o da, kulun ilim,
şuhûd ve hâl bakımından Hak’ta fânî olup, O’nunla bâkî olmasından ibaret-tir. Buradaki;
Kateltühû: “O’nu katlederim” sözü, “nefsini fânî kılarım da, ancak sırrı bâkî
kalır” demektir ki, o sır da gerçekte Allah Teâlâ’nın sırrıdır. Nitekim hadîs-i
kudsîde şöyle buyurulmuştur:
<< El insânü sırriy ve ene sırrûhü >>
( İnsân benim sırrımdır, ben de onun sırrıyım. )
ve
men kateltühû fealeyye diyetühû: Ben kimi katledersem, onun diyeti,
“hazretü’l-cem” ile‚benim üzerimedir. “Hazretü’l-cem”, halkı Hakk ile
müşâhede etmektir. Âşık bu makamda sıfâtların çokluğuna‚ “tedellî” ve
“tenezzül” eder ve böylece esmâ ve sıfâtı zâhir, Zât’ı da bâtın olarak müşâhede
eder. Bu mertebeye de ‚kurb-u nevâfil‛ denir. Bu mertebede sâlikte beşerî
sıfatlar yok olur ve Hakk’ın sıfâtları zuhûr eder. Cenâb-ı Hakk şu kudsî
hadîste bu mertebeye işâret buyurmuştur:
<< Ve lâ yezâlü’l abdü yetekarrebü ileyye binnevâfîli hattâ ühibbehû
fe izâ ahbebtühû küntü sem’ahülleziy, yes’meû bihi ve basarahû ellezî yübsîrü
bihi ve lisânehûllezî yentıkû bihi ve yedehûlletîy, yebtişü bihâ ve riclehülletî yemşiy bihâ
>>
( Kul nâfilelerle de bana yaklaşmaya devâm
eder; tâ ki ben onu severim. Ben onu sevince de, onun işiten kulağı, gören
gözü, konuşan dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. )
Onun diğer uzuvları için de aynı şey
geçerlidir. Bu makamın sâhibine‚
“zü’l-‘akl” (akıl sahibi) denir. Seyyîd (Şerîf-i Cürcânî) (k. s. )‚Ta’rîfât‛ında
şöyle demiştir: “ Zü’l-akl ” (akıl
sahibi), halkı zâhir, Hakk’ı da bâtın gören kimsedir. Onun yanında Hakk halkın
aynası olur. Zîra aynada zuhûr eden sûretler aynayı perdeler. Cenâb-ı Hakk da
Necm sûresindeki;
<< Fe tedellâ
>>-Necm: 8 (Derken aşağı sarktı )
sözüyle bu makama işâret etmiştir. Bu söz,
Hakk’tan halka dönmek sûretiyle insânlık cihetine meyletti. Anlamında olup,
fenâ’dan sonraki‚bakâ hâlini ifâde eder. Bu makamda sâlike hibe edilmiş olan
hakkânî vücûd, onun katledilmiş olan vücûdunun diyetidir. Seyyîd (Şerîf-i
Cürcânî) (k. s. ) demiştir ki:
“Tedellî”, mukarreblerin, yollarının son
mertebesine yükseldikten sonra, yüce,
“sahv” vücûduyla inişleridir. Bu mertebeye, aynı zamanda,
“tedennî” anındaki isti’dâdlarının genişliğine ve darlığına göre,
Allah’tan başkasının (mâsivâ) isti’dâd ayağının basmadığı kudsî Zât
mertebesinden‚halk seviyesine inmek de denir.
ve
men aleyye diyetühû fe ene diyetühû: Diyeti benim üzerime olan
kimsenin‚“cem’u’l-cem” ile‚diyeti ben olurum‚ “cem’u’l-cem”, halkı Hakk ile
kâim, Hakk’ı da halkın yardımcısı olarak müşâhede etmektir. Bu makama fark “ba’de’il-cem” ve “ fark-ı sânî’ ” adları da verilir. Bu
makamda fiiller ve eserler‚ “tedellî” ve “tenezzül” eder ve kesrette vahdet ve
vahdatte kesret müşâhede edilir. Bu makamın sahibine de‚ “zü’l-‘ayni ve’l-akl”
(göz ve akıl sahibi) denir. Bu kimse için, Hakk il halkın biri diğerine perde
olmaz; bilakis o , Vücûd-ı Vâhid’i gözüyle (ayn‛ıyla) bir cihetten Hakk, bir
diğer cihetten de halk olarak görür. Dolayısıyla, bir yerde birçok aynanın
bulunmasının, aynaya bakanın bir tek
kişi görmesine engel olması tarzında, kesret âlemi onun Hakk’ı tek (Ehad)
olarak görmesine mâni olmadığı gibi; o kimse halk âlemine ait kesreti (çokluğu)
müşâhede etmekte de zorluk çekmez. Aynı şekilde, kesret aynasının çokluğu
da, o kimsenin, o aynalarda tecellî eden Zât’ın birliğini
(Ehadiyyet) müşâhedesine engel teşkil etmez. Şeyh Muhyiddîn (İbn) Arabî (k. s.
) da şu şiirinde bu mertebelere işâret etmiştir:
“Fe fil halkı aynü’l Hakk in künte zel aynin,
Ve fil Hakka aynü’l halkı in künte zel aklin.
Ve in künte zel aklin ve aynin fe mâ terâ,
Sivâ ayni şeyin vâhidin fîhi bişşekli. ”
( Eğer‚göz sahibi isen, halkta
Hakk’ın‚ayn’ı vardır. Ve eğer‚akıl sahibi isen,
Hakk’ta halkın‚ayn’ı vardır. Ve eğer‚göz ve akıl sahibi isen, kendisinde
şekil olan bir tek şeyin‚ayn’ından başka bir şey görmezsin. )
Cenâb-ı Hakk da;
<<Fe kâne kabe kavseyn
>> (Böylece o, Peygamber’e) iki
yay kadar (yakın) oldu. )-Necm: 9
âyetiyle bu makama işâret etmiştir. İmâm
(Abdürrezzâk) Kâşânî (k. s. ), Te’vîlât‛ında
bu âyet-i kerîme hakkında demiştir ki:
Yâni,
Nebî(sallallâhü aleyhi ve sellem),
ortasından hayalî bir çizgi ile ayrılarak, biri Hakk’ı,
diğeri de halkı oluşturan iki yarım dâireden müteşekkil varlık dâiresini
oluşturmaktaydı. O, “bidâyet” ve
“tedânî” itibâriyle, mahlûkâtın ve sûretlerinin gözünde Hüviyyet’i perdeleyen
birinci yarım dâireden oluşan ‚halk ve
imkân; “nihâyet” ve “tedellî” itibâriyle de, her şeyin yavaş yavaş Hakk’a
yaklaşıp O’nda mahv ve fânî olduğu ikinci yarım dâireden oluşan‚ “Hakk” ve
“Vücûb” olur. Buna göre, “Vücûb”, kendi hâli üzere ezelî ve ebedî olarak sâbit
olan ilk yarım dâire; “halk” ise, fenâ’ dan sonra kendisine hîbe edilen yeni
bir vücûdla ortaya çıkan son yarım dâiredir. Ben derim ki: <<Maktûlün vücûdunun diyeti, onun Hakkânî hale gelmesidir. >>
Tevhîd-i zât mertebesiyle‚sülûk makamları
tamamlandığı gibi, bu mertebe ile
de‚cezbe makamları tamamlanır. Şu halde, sâliklerin son mertebesi (nihâyeti)
meczûbların ilk mertebesi (bidâyeti); meczûbların son mertebesi (nihayeti) ise
sâliklerin ilk mertebesi (bidâyet) dir (dâire tamamlanmış olmaktadır). Fakat
bu, bunların aynı olduğu anlamına
gelmez. Bâzen bunlar, “tedennî”
(yaklaşma) ve “terakkî” (yükseliş) esnâsında yolda birbirleriyle karşılaşırlar.
Meczûb için ise bu durum‚ “tedellî” (iniş) dir.
ve
men ene diyetühû felâ ferka beynî ve
beynehû: Diyeti ben olduğum kimse ile benim
aramda, “Ehadiyyetü’l-Cem”
bakımından‚hiçbir fark yoktur. “Ehadiyyetü’l-Cem”, “Vâhidiyyet” hazretinin nisbetinin kendisinde
toplanmış olması bakımından, ne iskât,
ne de isbât olmaksızın, kesretin‚kesret olması i’tibâriyle o makam
sâhibini perdelememesi anlamındadır.
Hz. Muhammed(sallallâhü aleyhi ve
sellem)’e mahsûs olan bu makama, asâleten O’ndan başka kimse ulaşamaz;
ancak, bir ayak geriden O’nun peşinden
giderek, O’nun kademlerine (ayak izlerine) tâbî olmak sûretiyle, O’na verâseten
ulaşabilir.
Hak Teâlâ Kur’ân’da Necm sûresinde bu
makamı;
<<Ev ednâ>> (Yahut (iki
yay miktarından) daha da yakın (oldu). >>Necm: 9
diye tâbir etmiştir. Çünkü bu makamda, dâireyi
hayalî olarak ortadan ayıran “ikilik”,
iki yarım dâirenin birbirine bitişmesiyle ortadan kalkmış; orada, kesret‛in yok olup, dâirenin ikiye
ayrılmaksızın‚hakîkat’le zât ve sıfât birliği hâlinde bâkî kalması i’tibâriyle,
kesret‛in gözünde (ayn’ında)‚ “vahdet” tahakkûk etmiştir. Nitekim İmâm
(Abdürrezzâk) Kâşânî (k. s. ) Te’vîlât’ta der ki: Bu makama‚ “sahv-ı tâm” ve “makâm-ı temkîn”
denilir. Bu makamda bütün zerreler Hakk’ın‚ayn’ı olur ve orada, müteâddid
aynalara baktığında görüntüler çoğalmaz ve orada görünen şey tektir. Şeyh
Abdü’l-Ğanî en-Nablusî (k. s. ) da‚ “Virdü’l-Vürûdi fî Kavlihî Te‘âlâ
fî’l-Vird ”‛de şunları söyler:
<<Ev ednâ>> : Veyâ bundan da yakın. Çünkü, Hakk Teâlâ’yı görünen şeylerle ve kevnî
sûretlerle görmeye ‚şuhûd adı verilir. Bu ise,
Cenâb-ı Hakk’ı sıfâtlarla mevsûf ve isimlerle isimlenmiş olarak
görmektir. Fakat‚zât makamına gelince, işte o bu şuhûd makamından daha yücedir.
Zât makamında, ne gören, ne görülen; ne müşâhede eden, ne müşâhede edilen, hiçbir şey yoktur. O ‚ “Gayb-ı mutlak”‛tır. Bu
makamı, sâdece bir tek kişiye lâyık olan‚ “Makâm-ı Mahmûd” ’un sâhibinden başka
kimse elde edemez. Nitekim Rasûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
<<Ve ercü eneküne zâlikerracülü ene ve küllü veliyi mükarrabîn ve
nebiyyen ve rasûlin yercü en yeküne hüve zâlikerracülü emrün zevkiyyün
vicdâniyyün inkatâa indehûl kelâmü ventavet sühûfü ver tefeat el aklâmü fe men
âmene bihi ve sadaka alâ gaybihi kemüle iymânühü ve sadüka iz’ânühü ve kâne
minel âminiyn >>
(Ben şu adam olmak isterim ki, ben, bütün mukarreb velîler, nebîler ve rasûller o olmak isterler. O
adam, zevkî ve vicdanî bir iş (durum)
olup, onun yanında söz bitmiş, sahîfeler
dürülmüş, kalemler kaldırılmıştır. Kim
ona îman eder ve gıyâbında onu tasdîk ederse, îmânı kemâle erer, iz’ânı sâdık
olur ve emniyette olan kimselerden olur. )
Hakîkati Allah söyler ve hidâyete O
eriştirir. Bu risâlede yazdıklarım, az bir zamânda Allah Teâlâ’nın ızhâr ettiği
kadardır. Allah’ın salâtı, kıyâmete
kadar, başlangıçta ve sonda dolunay mesâbesinde olan,
Efendimiz Muhammed(sallallâhü aleyhi ve
sellem) ile, O’nun âlinin, ashâbının, ezvâcının, evlâdının ve ahbâbının üzerine olsun. Hamd,
âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsûstur. Âmîn !
Bu risâleyi, şeyhimiz Muhammed Nûr
(ticareti dâima olsun‚len tebûr‛)’un huzûrunda okudum; o da tashîh etti ve bana, <<Ey oğlum, Allah senin üzerine fetih ihsân
etsin!>> diye duâ etti. Sonra başımı okşadı ve Türk lisânıyla‚ <<Aslah risâle olmuşdur. >> dedi. Allah onun
berekâtıyla bizi fayda-landırsın ve füyûzâtını üzerimize saçsın. Âmîn yâ
Rabbe’l-Âlemîn!
Sene: 1289,
23 Ramazan ( 5 Kasım 1873. )
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar