Print Friendly and PDF

“HASTALIK İYİLEŞMEYE GİDEN YOLDUR” Kitabından Sizin İçin Seçtiklerim

Bunlarada Bakarsınız




Hastalıkların Yorumları ve Anlamları

[Tüm hastalık belirtilerinin, yaşantımız için, göründü­ğünden çok daha defin bir anlamı vardır: Onlar bize ruhsal dünyamızdan çok değerli mesajlar iletirler. Psikolog Thorwald Dethlefsen ve tıp doktoru Ruedige Dahike hastalığın anlamını kavramamıza yardımcı olu­yorlar. Enfeksiyonun, baş ağrılarının, kazaların, kalp ve mide rahatsızlıklarının, ayrıca kanser ve aids gibi hâla tabu olarak görülen büyük acıların bizlere ne anlatmak istediğini gösteriyorlar.
Kendi hastalıklarını anlayabi­len bir insan, "kendi"ne giden yeni ve daha iyi bir yol bulmuş demektir.]


[“Tüm kâinat senin içindedir ve sende olan her şey kâinatta da vardır. Senle, çok yakınında olan bir nesne arasında hiçbir sınır yoktur; tıpkı, senle, çok uzağındaki nesneler arasında hiçbir mesafe olmadığı gibi. Her şey, en küçüğünden en büyüğüne, en alttakinden en üsttekine kadar senle aynı değerde senin içinde vardır. Tek bir atom bile, yeryüzündeki tüm elementleri içerir. Aklın tek bir hareketi, yaşamın tüm kanunlarını içerir. İnsan tek bir su damlasında sonsuz okyanusun sırrını bulur. Senin tek bir görün­tün, yaşamın tüm görüntülerini içinde taşır.”] (Halil Cibran) sh.45

[Eski Ahit'te yer alan İlk Günah tasviri, bu problemi anlamak açı­sından oldukça uygundur. İkinci Yaratılış hikayesinde, ilk -androjen- (çift cinsiyetli, hem erkek hem dişi ç.n.) insan olan Âdem’in cennet bahçesine nasıl indirildiğim hatırlayalım. Âdem bu bahçede, zengin bir doğanın yanı sıra, iki tane özel ağaç bu­lur; "yaşam ağacı" ve "iyi ile kötüyü ayrıştırma ağacı". Bundan sonrası için, Âdem’in bir erkek değil, androjen olduğunun bilin­mesi önemlidir, Âdem, bütün bir insandır, henüz kutuplaşmaya bağımlı değildir ve zıt kutuplara bölünmemiştir. Hâlâ, her şeyle "bir"dir - bu kozmik bilinç durumu, cennet görüntüsü ile tasvir edilir. Ancak, Âdem bilincin "bir” liğinde yaşarken bile, kutup­laşma konusu, iki ağaç olgusuyla ortaya konmuştur.
Bölünme, Yaratılış hikâyesinin en başından itibaren yer alır. Yaratılışın zaten kendisi bir bölünme ve ikiye ayrılma ile ger­çekleşir. İlk Yaratılış hikâyesinde de, hep kutuplaşmadan söz edilir:
Işık-karanlık, su-kara, güneş-ay vs. Sadece insan "hem erkek hem kadın" olarak bütün yaratılmıştır. Tabii hikâyenin devamında kutuplaşma daha da yoğunlaşır. Sonunda Âdem bir dilekte bulunur, varlığının bir bölümünü dışarı çıkarmak ve biçimsel olarak bağımsız olmasını sağlamaktır dileği. Böy­le bir adım mecburen bir bilinçlilik kaybı anlamına gelir. Bu durum Âdem’in uykuya dalması ile anlatılır. Tanrı, bütün ve iyi insan olan Âdem’in bir tarafını alır ve bunu bağımsız kılar.
Luther'in Âdem’in "kaburga"sı olarak tercüme ettiği kelime, orjinal İbranice metinde tselah = yan, taraf olarak geçer ve bu kelime, tsel = gölge kelimesi ile akrabadır. "Bütün ve iyi insan" parçalanır, erkek ve kadın olarak adlandırılan, biçimde farklı iki ayrı görüntüye bölünür. Ancak, bu iki insan birbirlerinin fark­larını tanımadıkları için, bölünme henüz tamamen insan bilin­cine ulaşmamış olur. Bunlar cennetin bütünlüğünde yaşama­ya devam ederler. Biçimsel bölünme aynı zamanda yılanın ha­rekete geçmesinin de ön koşuludur. Ön koşul gerçekleşince, yılan, insanın hassas yarısı olan dişiye, "ayrıştırma ağacın­dan” tattığı takdirde, iyi ile kötüyü ayrıştırma yeteneği kaza­nacağına dair söz vererek onu kandırır.
Yılan sözünü tutar. İnsanlar kutuplaşmayı görmeye başlar ve iyi ile kötüyü, erkek ile dişiyi ayırt ederler. Böylece birliği (kozmik bilinci) kaybederler ve kutuplaşmayı (ayrıştırma ye­teneğini) kazanırlar. Mecburen cenneti, "birliğin bahçesi"ni terk etmek zorunda kalırlar ve maddesel varlıkların kutupsal dünyasına düşerler. İlk günahın hikâyesi bu şekildedir. Bu "düşüş"te insan birlik­ten kutuplaşmaya iner. Tüm halkların ve zamanların mitoloji­leri insan varoluşunun bu temel konusunu bilirler ve benzer resimlere oturturlar. İnsanın günahı birlikten ayrılmasından iba­rettir. Günah ve ayrılma kelimeleri dil bakımından akrabadır. Yunanca'da günah kelimesinin gerçek anlamı daha açık görü­lür: Hamartama "günah" demektir ve bunun karşılığı olan fiil hamartanein , "noktayı kaçırmak", "hedefi vuramamak", "gü­nah işlemek" anlamındadır. Yani günah, "nokta"yı bulmakta­ki yeteneksizliktir. "Nokta" ise, insan için ulaşılamaz ve hayal edilemez gibi gözüken "bir"liğin sembolüdür, çünkü noktanın alanı ve hacmi yoktur. Kutupsal bir bilinç, noktayı yani "bir"liği bulamaz; işte günah budur. Günahkâr, kutuplaşmış demektir.]sh. 54-56

[İNSAN ZATEN HASTADIR
“Bir keşiş, mağarada meditasyon yapıyordu. O sırada içeri bir fare girdi ve sandaletini kemirmeye başladı. Keşiş kızgınlıkla gözlerini açtı:
"Neden dua ederken beni rahatsız ediyorsun?"
"Açım" dedi fare.
"Git buradan, ahmak fare", diye uyardı keşiş,
"Ben Tanrı'yla Birliği arıyorum, beni nasıl rahatsız edersin?" Fare o zaman sordu:
"Daha benimle "bir" olamazsan, Tanrı'yla nasıl "bir" olmayı istersin?"] sh. 65

[Hasta, aynı bedenin içindeki suçlu ve kurbandır, hep kendi bi­linçsizliğinin sıkıntısını çeker. Bu saptama bir yargılama değildir, çünkü sadece "aydınlanan" kişinin artık gölgesi yoktur. Ancak hasta, kendini herhangi bir dış etkenin kurbanı olarak görme yanılgısından kurtulmalıdır, kurtulamazsa, kendini de­ğişme olanağından mahrum etmiş olur. Ne bakteriler, ne de ışınlar hastalığa neden olmazlar, sadece insan onları, hastalığı­nı gerçekleştirmede araç olarak kullanır. Tüm bu söylenenler­den sonra, hastalığı oluşturan etkenlerin yorumlanmasındaki ilk önemli kuralı uygulayabiliriz:
1. Kural: Hastalık belirtilerini yorumlarken, işlevsel açıdan gö­rünürdeki nedenlerle bağlantı kurmaktan vazgeçin. Bu tür bağlantılar her zaman bulunabilir ve varlıkları inkâr edilemez. Ama her belirtiyi, kendi nitelik ve özellikleri içerisinde yo­rumlamak gerekir. Belirtinin yorumu bakımından, bu belirti­nin gerçekleşmesi için hangi fizyolojik, biçimsel, kimyasal, si­nirsel veya diğer nedensel zincirlerin kullanıldığı önemli de­ğildir. İçerikleri tanıyabilmek için, sadece bir şeyin olduğu ve nasıl olduğu önemlidir, neden olduğu değil.

Belirtilerin Zaman Niteliği
Sorularımız bakımından, zamansal geçmiş ne kadar ilgisizse, bir hastalık belirtisinin ortaya çıktığı andaki şartlar da o dere­ce ilginç ve anlamlıdır. Belirtinin tam olarak ortaya çıktığı an, kendini belirtide ifade eden problemler hakkında önemli bil­giler verebilir. Belirti ile eşzamanlı olarak gelişen olaylar, belir­tiler öğretisinin çerçevesini oluşturur ve onunla birlikte değer­lendirilmelidir.
Sadece dış olayları incelemek yeterli değildir, her şeyden önce iç oluşumların anlaşılması gerekir. Belirti görüldüğünde, kişi hangi düşünce, konu ve hayallerle iç içeydi?
Nasıl bir ruh ha­li vardı?
Yaşamında herhangi bir yeni haber veya değişiklik var mıydı? Sık sık anlamsız ve önemsiz gibi görünen olayları gerçekte çok Önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Belirtide, bastırı­lan bir alan kendini ifade ettiği için, belirti yorumlanırken hasta, bu alanla bağlantılı tüm olayları yok etmeye çalışır, bu ne­denle olanları olduğundan daha değersizmiş gibi yorumlar.
Genelde, bunlar, yaşamdaki büyük olaylar değildir, çünkü ki­şi bilinciyle kendini bu tür olaylardan uzak tutar. Bastırılan problemli konulan harekete geçiren çoğunlukla günlük hayat­taki küçük zararsız olaylardır.
Üşütme, mide bulantısı, ishal, mide yanması, baş ağrısı, yaralanmalar ve benzeri ani ve şid­detli belirtiler zamanlama olarak çok doğru bilgiler verir. Bu­rada şu soruyu sormaya gerçekten değer:
Kişi tam hastalan­dığı anda ne yapıyordu, ne düşünüyordu veya ne hayal edi­yordu? Kişi kendine, bağlantılarla ilgili sora sorduğunda, ilk anda kendiliğinden aklına gelen düşünceyi iyice incelemek ve çabucak önemsiz görüp yok saymamak çok önemlidir. Tüm bunlar, belli bir alıştırma ve yüksek oranda kendine dü­rüstlük veya - daha doğrusu - kendine karşı şüphe ve güven­sizlik gerektirir. Eğer kişi kendim çok iyi tanıdığı noktasından hareket eder ve bu yüzden, neyin doğru neyin yanlış olduğu­nu ilk hamlede görebildiğini iddia ederse, kendini tanıma yo­lunda hiçbir zaman başarı kaydedemez. Doğru yolda olan ki­şi ise, sokaktaki bir hayvanın bile onu, kendisinden daha iyi tahmin edebileceği noktasından hareket eder.
2. Kural: Bir hastalık belirtisinin ortaya çıktığı zamanı iyi ana­liz edin. Belirtinin zaman dilimine giren yaşam şartlarını, dü­şünceleri, hayalleri, rüyaları, olayları ve haberleri soruşturun.] sh:84-86

[Konuşmanın psikosomatik çift tabanlılığını dinlemeyi öğrenirsek, hastanın, bedenindeki hasta­lık belirtileri hakkında konuşurken, genellikle hep ruhsal prob­lemini de bununla birlikte anlattığını hayretle fark ederiz: Kimi­nin gözleri o kadar kötü görüyordur ki, etrafındakileri net ola­rak ayırt edemez. Bir diğeri üşütmüştür ve burnu tıkalıdır. Ki­mi, kaskatı kesilir ve eğilip, bükülemez. Kimi hiçbir şey yuta-maz. Başka biri artık hiçbir şey hatırlayamaz olur. Bazısının ku­lakları duymaz ve bazısı da kaşıntıdan derisinin içinden yani ka­buğundan çıkmak ister. Burada yorumlanacak çok fazla bir şey yoktur. Hasta, ruhsal problemlerini zaten aynı kelimelerle bede­nine yansıtmaktadır. Bu söylenenleri dinleyen biri, kafasını sal­layıp, şu sonuca varabilir: "Hastalık kişiyi dürüst hale getirir."]
(Bu arada tıp, Latince hastalık isimlerini kullanarak, konuşma­nın içindeki içeriklerin anlaşılmaz hale gelmesi için itinayla uğraşmaktadır!)] sh: 88

[Teorinin Özeti
1.  İnsan bilinci kutupsaldır. Bu, bir taraftan farkındalığı arttı­rırken, diğer taraftan bizi sağlıksız ve eksik hale getirir.
2.  İnsan zaten hastadır. Hastalık onun eksikliklerinin ifadesi­dir ve bir kutuplaşma içinde olduğumuz sürece hastalıktan kaçmak mümkün değildir.
3.  İnsanın hasta olması kendini hastalık belirtilerinde dışa vu­rur. Belirtiler bilincimizin maddesel boyuta giren gölgeleri­dir.
4.  İnsan, küçük evren olarak, bilincinde büyük evrenin tüm prensiplerini kapalı olarak taşır; ancak karar verme yetene­ğine sahip olması nedeniyle kendini hep evrensel prensiple­rin sadece bir yarısıyla özdeşleştirir; böylece diğer yan göl­gede kalır ve insanın bilinçdışma itilir.
5.  Bilinçte yaşanmayan bir prensip, bedensel hastalık belirtile­ri yoluyla kendi varoluş ve yaşama hakkını zorla elde eder. Hastalık belirtisinde kişi, daima, aslında yaşamak isteme­diklerini yaşar ve gerçekleştirir. Böylece hastalık belirtileri tüm tekyönlülüklerimizi zıt kutuplarıyla dengeler.
6.    Hastalık belirtisi insanı dürüstleştirir!
İnsanın bilincinde eksik olan şeyler ona hastalık belirtisi ola­rak gelir!
7. İyileşme, sadece insanın hastalık belirtisinde saklı olan göl­gesini bilincine yükseltip, onunla bütünleşmesiyle müm­kün olur. İnsan kendisinde eksik olanı bulduğu zaman be­lirti zaten gereksiz hale gelir.
8. İyileşmenin hedefi bütünleşmek ve "bir" olmaktır. İnsan eğer "gerçek kendi"ni bulmuşsa ve "olan" her şeyle bir ol­muşsa, iyileşmiş demektir.
10.  Hastalık, insanı birliğe giden yolu terk etmemeye zorlar. Bu nedenle; HASTALIK BÜTÜNLÜĞE GİDEN BİR YOLDUR. ] sh:102-103
[Dedin ki:
"Ey Derviş, yolu nasıl bulurum? İşareti nedir?"
"Beni dinle, dinlerken de düşün! Senin için işaret şudur: Hep ileri doğru gitmene rağmen mahrumiyetinin arttığını görürsün. " Ferideddin Attar] sh: 104

[Eskiden anne babalar, çocukların atlattıkları her hastalıktan sonra bir olgunlaşma ve gelişme evresi geçirdiklerini bilirlerdi (tüm çocuk hastalıkları enfeksiyon rahatsızlıklarıdır).
Sadece çocuklar değil, yetişkinler de her hastalıktan daha olgunlaş­mış olarak çıkarlar. Bütün büyük kültürler de büyük mücade­leler sonucu oluşmuşlardır. Darwin de türlerin gelişimini çev­re şartlarıyla mücadeleyi kazanma yeteneğine bağlamıştır.
Heraklit'in "Savaş her şeyin babasıdır" sözü, bu ifadenin en temel bilgeliklerden biridir. Savaş, çatışma ve zıt kutupların gerilimi, yaşam enerjisi sağlarken, ilerleme ile gelişimin ga­rantisini oluştururlar. Maalesef kurtların kuzu postuna büründüğü ve bu kostümleriyle bastırılmış saldırganlıklarını barış sevgisi gibi sunmaya çalıştıkları bir zamanda, bu tür yorumlar tehlikeli ve yanlış anlaşılmaya müsait olabilmektedir.] sh: 111-112

[Astımlı temiz hava arayışı içindedir ve dağların tepesinde ya­şamayı ister (bu dileği iklim değişikliği terapisi ile yerine geti­rilir). Yüksek dağlarda üstünlük iddiası bakımından da kendi­ni iyi hisseder: Yukarıda durmakta ve aşağıdaki derin vadinin karanlık olaylarına güvenli bir yükseklikten bakmaktadır. Bu­lunduğu noktada "hava hâlâ temizdir", yaşantısı derinliğin dürtüleri ve doğurganlığından çok yükseklerdedir ve dünye­vi olandan uzak olmanın berraklığını korumaktadır. Astımlı­lara önerilen diğer bir seçenek ise tuzlu deniz havasıdır. Bura­da da aynı semboller yer alır: Tuz, inzivanın ve yaşamdan uzak olmanın sembolüdür. Astımlının istediği de budur, çün­kü yaşama ait olandan korkmaktadır.
Astımlı, sevgi özlemi çeken bir insandır; sevgi istediği için bu O kadar fazla havayı içine çeker. Ama sevgi veremez - nefes ver­mekte zorlanır.
Ona ne yardımcı olabilir? Tüm hastalık belirtilerinde olduğu gibi, tek bir reçete vardır: Bilinçlenme ve kendine karşı insaf­sız bir dürüstlük! Eğer insan korkularını bir kez kabul ederse, korku yaratan alanlardan artık kaçmaz; tersine, bunları seve­ne ve bunlarla bütünleşinceye kadar bu alanlarla yüz yüze ya­şamaya başlar. Bu gerekli süreç, tıpta pek bilinmeyen ancak doğal tedavi biliminde astım ve alerjiye karşı en iyi tedbir olarak tanınan bir tedavide çok güzel bir biçimde temsil edilir:
İdrar tedavisi. Bu tedavide hastaya, kendi idrarı, kaslarının arasından enjekte edilir. Bunu sembolik bir bakış açısıyla ince­lersek, bu tedavinin hastayı, terk ettiği bir şeye zorladığını gö­rürüz: Kendi pislik ve kirini tekrar almaya, onunla yeniden uzlaşmaya ve bütünleşmeye. Bu da onu iyileştirir!] sh: 131

[Astımı olan bir kişi kendine şu sorulan sormalıdır:
1.Hangi alanlarda vermeden almak istiyorum?
2.   Saldırganlıklarımı bilinçli olarak kendime itiraf edebiliyor muyum ve bunları dışarı vurmak için hangi olanaklara sa­hibim?
3.   "Büyüklük/küçüklük" çatışması bakımından ne durumda­yım?
4.    Hangi yaşamsal konulara değer veriyorum ve savunuyorum? Değerlendirme sistemimin arkasında gizlenen korkuyu hissedebiliyor muyum?
Hangi yaşamsal konulardan kaçmaya çalışıyorum, hangileri­nin kirli, adi ve kaba olduğunu düşünüyorum?
Unutmayalım: Ne zaman daralma hissedilirse, korku var de­mektir! Korkuya karşı tek çare, açılmaktır. Açılmak, sakındıklarımızı içeri almakla gerçekleşir!] sh: 132

SOĞUK ALGINLIĞI VE GRİP

[Solunumu bitirmeden önce, en çok solunum organları üzerin­de etkili olan soğuk algınlığı belirtilerini kısaca incelemek isti­yoruz. Hem soğuk algınlığı hem de grip, geçici iltihabi süreç­lerdir ve bir çatışmanın dışavurumu olduklarını önceki konu­lardan biliyoruz. Geriye sadece bu iltihaplanmaların oluştukları yerlere ve alanlara yakından bakmak kalıyor. Soğuk algın­lığı her zaman, kişinin "burnuna kadar gelen" kriz durumlarında ortaya çıkar. Bu krizler ağır yaşam bunalımları değildir. Bunlar, daha çok günlük hayatta sık sık rastlanan, heyecan uyandırıcı olmayan ama yine de ruhsal olarak önem taşıyan birtakım olaylardır. Bu olaylar bizde aşın yüklenme yaratır ve kendimizi biraz geri çekebilmek için yasal bir zemin aramaya başlarız, çünkü içinde bulunduğumuz durum bizden çok faz­la şey talep etmektedir. Küçük günlük olayların bu taleplerini ve bunlardan kaçma arzumuzu bilincimizle kabul etmeye ha­zır olmadığımız için, bedensel rahatsızlık ortaya çıkar; dolu bir burnun ve nezlenin tadım çıkartırız, çünkü hastalanarak, bilinçsiz bir yolla da olsa istediğimizi elde ederiz. Hatta bilinç­li bir çatışma çözümlemesinde yaşayamayacağımız bir kazan­cımız bile vardır: Herkesin durumumuza büyük bir anlayış göstermesi. Soğuk algınlığı, aşırı yüklenme hissettiğimiz du­rumlardan biraz geri çekilmeye ve tekrar kendimize dönmeye olanak sağlar. Şimdi duyarlılığımızı bedensel boyutta doya doya yaşayabiliriz.
Başımız ağrır (bu şartlarda kimse bizden bilinçli bir bütünleş­me bekleyemez), gözlerimiz yaşarır, her şey ağrı verici ve sinir bozucudur. Kimse bize yaklaşmamalıdır, kimse bize dokun-mamalıdır. Burun nezle olmuştur ve tüm iletişim (temas ola­rak nefes) kesilmiştir. "Üşütmüşüm, bana yaklaşma!" tehdi­diyle herkesi kendimizden uzak tutmayı başarırız.] sh: 135

BAŞ AĞRISI (MİGREN)

[Gerilimle ilgili baş ağrısı için anlattıklarımız, migren hastası için de geçerlidir, sadece bir noktada değişiklik gözlenir. İlk gruptaki hastalar, başı bedenden ayırarak yaşamaya çalışır­ken, migren hastaları, bedene ait olan cinsellik konusunu başa kaydırarak, bu konuyu başın içinde yaşamaya çalışırlar. Mig­ren, başa doğru itilen cinselliktir. Bu konuda baş, bedenin alt bölümünün işlevini görür. Bu yer değiştirme hiç de anormal karşılanmamalıdır, çünkü cinsel bölge ile baş arasında ortak bir özellik vardır: İnsan bedeninde, dışarıya açılımların tama­mı bu iki bölümde bulunur.
Bedenin dışarıya açılım noktaları, cinsellikte çok önemli bir role sahiptir, (sevgi = içeri almak - bu eylemi, insan bedeninde sadece bedenin kendim dışarıya açtığı yerlerde gerçekleştire­biliriz!)
Halk dilinde, eskiden beri, kadının ağzı, kadınlık uz­vu ile, erkeğin burnu da, erkek cinsel organı ile ilişkilendirilir. Bedenin alt kısmı ve baş, zıt kutuplardır ve zıtlıklarının arka­sında "bir"likleri yatar - aşağıdaki, yukarıdaki gibidir. Başın, nasıl alt bedenin yerine kullanıldığını, yüz kızarmasından ra­hatlıkla anlayabiliriz. Cinsel nedenlerden kaynaklanan sıkıntı­lı durumlarda, kan beynimize çıkar ve hemen yüzümüz kıza­rır. Yukarıda olanlar, aslında aşağıda olması gereken şeylerdir, çünkü cinsel heyecan duyduğumuzda, normalde kan, cinsel bölgeye hücum eder, cinsel organlar şişer ve kızarır. Aynı ben­zeşmeyi, iktidarsızlık durumunda da görebiliriz. Bir erkek, cinsel ilişki sırasında, kafasında bir şeyler düşünüyor ve kuru­yorsa, alt bedende gücünde eksilme olur, bu da vahim sonuç­lar doğurur. Aynı şekilde, cinsel açıdan tatmin olmayan insan­lar, bunun yerine sürekli yemek yerler. Çoğu insan, sevgi açlığını ağızları ile yatıştırmaya çalışırlar ve hiç doymazlar. Mig­ren hastasının da cinsellikle ilgili problemleri vardır.
Daha önceki konularla bağlantılı olarak birçok kez belirttiği­miz gibi, bir problemle uğraşmanın iki yolu vardır: Ya prob­lemli alanları kendimizden uzaklaştırır ve bastırırız veya mey­dan okuyarak problemi telafi etmeye çalışırız. Örneğin korku içinde olan biri, korkudan olduğu yerde titreyebilir ya da vah­şice tepinip dövünebilir - her ikisi de zayıflık göstergesidir.
Migren hastalan içinde de iki tür insan vardır: Yaşantılarından cinselliği tamamen uzaklaştırmış olanlar ("böyle bir şeyle asla ilgim olamaz") ve "cinsellikte ne kadar çapkın olduğunu" ser­gilemeye çalışanlar. İkisinin de ortak noktası cinsellikleriyle il­gili bir problemleri olmasıdır.
Bu problemin oluşma nedeni, bi­rinci tip hastada cinselliğini tamamen bastırmış olmasıdır.
İkin­ci tip hasta ise, cinselliğini bastırmamış ya da bu konuda hiçbir problemi yokmuş gibi görünmekle birlikte, bilinciyle fark ede­mediği bir cinsellik sorunu vardır ve bunun bedeninde ortaya çıkmasına izin vermediği için, sorununu başa yönlendirir. Bu durumda problemin ruhsal boyutta incelenmesi gerekir.
Ruhsal boyutta ele alırsak, migren nöbeti, başta yaşanan bir orgazmdır. Aşamalar aynıdır, sadece yeri değişiktir. Migrende de, tıpkı cinsel uyarılmada olduğu gibi, kan beyne gider, bir basınç hissedilir, gerilim artar ve gerilim en yüksek noktaya ulaştığında gevşeme gerçekleşir (damarların genişlemesi). Her çeşit uyarı migren nöbeti başlatabilir; ışık, gürültü, fırtına, heyecan vs. Migrenin tipik bir özelliği de, hastanın nöbetten sonra, bariz bir rahatlama duygusu yaşamasıdır. Hasta, nöbe­tin en şiddetli anında, en çok, karanlık bir odada ve yatakta ol­mayı ister - ama tek başına.
Görüldüğü gibi, migrende hasta, bedeninin alt kısmını kapatır (migrenli hastalarda, sindirim bozuklukları ve peklik sorunu da olduğunu hatırlayalım). Bu kişi, bilinçdışı birtakım konuları görmek istemez ve kendini bedenin alt bölümünden üst bölü­müne, yani bilinçli düşüncelerine geri çeker. Hatta, eşler, migre­ni, cinsel ilişkiden kaçınmak için bahane olarak kullanırlar.
Özetlersek, migrende, dürtüler ile düşünceler, aşağısı ile yuka­rısı, alt beden ile baş arasında bir çatışma söz konusudur. Bu ça­tışma, hastanın, aslında başka bir boyutta (alt beden, seks, sal­dırganlık) ifade edip çözmek durumunda olduğu problemleri, başında çözmeye ve rahatlatmaya çalışmasından kaynaklanır. "Düşünmek", bu insanlara, "yapmak"tan daha tehlikesiz ve daha az bağlayıcı görünür. Oysa, düşünce, eylemin yerine geç­memelidir. Beden enerjisi, ancak, eylemin gerçekleştirilmesiyle akmaya devam eder. Anlama ve kavrama yeteneğinin kökleri, bedenin kullanılmasında yatar. Bu bağlantı koparsa, bedensel enerji gittikçe daha fazla tıkanır ve farklı hastalık belirtileriyle kendini ifade eder. Bü tıkanıklığı şöyle Özetleyebiliriz:
Engellenen enerjinin artış kademeleri:
1. Etkinliği (seks ve saldırganlığı), düşüncede engellemek, baş ağrısına yol açar.
2. Etkinliği, özerk sinir sistemi, yani bedensel refleksler aşa­masında engellemek, yüksek tansiyona ve sinir sisteminde dengesizliğe yol açar.
3. Etkinliği, merkezi sinir sisteminde engellemek, multiple skleroz[1] gibi hastalıklara yol açar.
4. Etkinliği, kaslarda engellemek, hareket sisteminde romatiz­ma gibi hastalıklara yol açar.
Bu kademeler, insanın bir etkinliği gerçekleştirmek için geçti­ği aşamalara uğun olarak devam eder. İster bir yumruk darbe­si, ister bir cinsel ilişki olsun, her etkinlik, önce düşünce evre­siyle başlar. Kişi, etkinliği zihinsel olarak hazırlar (1.). Bu dü­şünce, bedensel reflekslerde bir tepkiye yol açar. Etkinlik için gerekli organlara kan akışı hızlanır, nabız yükselir vs. (2.). So­nuçta, etkinlikle ilgili yaratılan düşünce, merkezi sinir sistemi aracılığıyla (3.) kaslara iletilerek eyleme dönüşür (4.). Eğer bir düşünce eyleme dönüştürülemezse, enerji, zorunlu olarak, bu dört kademeden birinde tıkanır ve zamanla tıkandığı noktaya ilişkin hastalıklara neden olur.
Migren hastası, bu kademelerin başlangıcında yer alır - o, cin­selliğini, düşünce aşamasında engellemektedir. Oysa bu kişi, problemini gerçekten ait olduğu yerde teşhis etmeyi öğrenme­li ve başına doğru yönlendirdiği şeyi, ait olduğu yere, yani aşağıya geri döndürebilmelidir. Gelişme daima aşağıdan baş­lar. Yukarı çıkan bu yolda dürüstlükle ilerlediğimiz zaman, yolun ne kadar uzun ve yorucu olduğunu görürüz.

BAŞ AĞRISI

Baş ağrısı veya migreni olan bir kişi, kendine şu soruları sor­malıdır:
1.  Zihnimi kurcalayan nedir?
2.  Aşağısı (beden) ile yukarısı (baş), bende etkileşim halinde­ler mi?
3.  Yukarıya çıkmak için çok mu fazla çabalıyorum (hırs) ?
4.  Dik kafalı mıyım? Her zaman başımın dikine mi gidiyo­rum?
5.  Düşünceyi eylemin yerine geçirmeye çalışıyor muyum?
6.  Cinsel problemlerime dürüstlükle yaklaşıyor muyum?
7.  Neden orgazmı cinsellik bölgesi yerine başta yaşamaya ça­lışıyorum?] sh:170-173

Sivilceler
[Kişi, çatışmanın ortasında kalır. Yeninin yarattığı korku ile ge­tirdiği uyarılma hissi, kişiyi eşit güçlerle kendine doğru çeker. Her çatışma temel modele uygun olarak gelişir, değişen sade­ce konulardır. Ergenlikte konumuz, cinsellik, sevgi, beraber­liktir. Zıt kutbumuz olan "sen" e karşı duyulan özlem uyanır. İnsan, kendinde eksik olanla temas etmek ister, ama kendine güvenemez. Cinsel fantaziler su yüzüne çıkar ve insan bunlar­dan utanç duyar. Deri, "ben"in sınırıdır, bu sınırı aşmadan "sen"e kavuşamaz. Aynı zamanda, deri, bir başkasına doku­nup, okşayarak temas kurduğumuz organımızdır. Tüm bu sı­cak konular bir araya gelince, ergenlik çağındaki insanın deri­si iltihaplanır. Bu bize, hem bir şeylerin bugüne kadarki sınır­larından dışarı çıkmak istediğini, hem de yeni uyanan dürtü­den duyulan korkuyu gösterir. Sivilceler, her görüşmeyi zorlaştırarak, cinselliğe engel oluşturduğu için, bizi korumuş olurlar. Böylece bir kısır döngü başlar. Yaşanmayan cinsellik, deride sivilce olarak kendini gösterirken, aynı sivilce sekse en­gel olur. Seks ile sivilcelerin ne kadar yakından bağlantılı ol­dukları, sivilcelerin çıkrıkları noktalardan anlaşılır. Sivilce, sadece yüzde ve genç kızlarda buna ilaveten boyunda, bazen de sırt bölgesinde çıkar. Vücudun diğer bölgeleri amaca uy­gun olmayacağından, buralarda sivilce çıkmaz. Çünkü sivilce, insanın kendi cinselliğinden duyduğu utancı dışarı vurur. Ki­şinin cinsellikten duyduğu utanç, sivilceden duyduğu utanca dönüşür. Eğer sivilce vücudun görülmeyen yerlerinde çıkıyor olsaydı, kimse onları görmeyeceği için bu utancı ifade etme olanağı da kalmazdı.
Sivilceler, güneş ve deniz ortamında azalır, beden örtülüp giz­lendikçe de artar. Giysiler, ikinci derimizdir, sınırları ve doku­nulmazlığı vurgularlar. Bu nedenle soyunmak, kendini açma­nın ilk adımıdır. Güneş, tehlikesiz bir biçimde, başka bir bede­nin özlenen ve aynı zamanda korkulan sıcaklığının yerini alır. Sivilceye karşı en iyi ilacın, cinselliği yaşamak olduğu ise her­kes tarafından bilinmektedir.
Ergenlik sivilcesi için söylediklerimiz, hemen hemen bütün deri egzamaları için büyük ölçüde geçerlidir. Egzama, o zama­na kadar içimizde kalan, bastırılan bir şeylerin, görülebilir (=bilinçli) hale gelmek amacıyla, sınırdan dışarı çıkmak istedi­ğini gösterir. Kızamık, kızıl, kızamıkçık gibi çocuk hastalıkla­rının birçoğunun neden kendini deride dışa vurduğunu bura­dan anlayabiliriz. Her çocuk hastalığında, çocuğun yaşamında bir yenilik ortaya çıkar, bu nedenle her hastalık, güçlü bir ge­lişimi de beraberinde getirir. Derideki leke, sivilce veya çiçek gibi görüntüler ne kadar fazlaysa, hastalığın akışı da o kadar hızlı olur - sınırlar aşılmıştır. Bebeklerde görülen konak da, duygusal temas bekleyen bebeğin, kendisine az dokunan an­neye verdiği cevaptır. Bazı anneler de, çocuklarına karşı koy­mak istedikleri mesafeyi haklı göstermek için, sık sık egzama geliştirerek, bunu çocuktan uzak durmanın bir bahanesi ola­rak kullanırlar.
En sık rastlanan cilt hastalıklarından biri de, sedef hastalığıdır (psoriasis). Bu hastalıkta deride, gümüş beyazı pullarla kaplı, hatları belirgin lekeler oluşur. Üstderide aşırı miktarda keratin proteini üretilir. Bu, ciltte kuvvetli bir zırh oluşturmaya ben­zer. Kişi, her yönde, sınırlarını güçlendirir, hiçbir şeyin içeri girmesini ya da dışarı çıkmasını arzulamaz. Reich, ruhsal ko­runma ve kabuğuna çekilme sonucunda ortaya çıkan durumu "karakter zırhı" olarak adlandırmıştır.] sh:178-179
[Tırnak Yeme
Tırnak yemek, aslında hareketsel bir bozukluk olmamakla bir­likte, dışarıdan bu gruba olan benzerliği açısından burada ele almak istiyoruz. Tırnak yemek de, kişinin kendi ellerinin gü­cünü bastırma amacıyla uyguladığı bir kontroldür. Bu belirti, daha çok çocuklar ve gençlerde ortaya çıkmakla birlikte, bazı yetişkinler de on yıllar boyunca tedavisi gerçekten zor olan bu belirti ile uğraşmak zorunda kalırlar. Tırnak yemenin arkasın­da yatan ruhsal nedenler gayet açıktır ve bu bağlantıyı bilmek, çocuklarında bu belirtiye rastlayan anne babalara oldukça fay­dalı olabilir. Çünkü bu durumda, yasaklamak, tehdit etmek ve­ya cezalandırmak çocuğa karşı verilecek en yanlış tepkilerdir.
İnsanlardaki "tırnak" hayvanlardaki "pençe"nin karşılığıdır. Pençeler, öncelikli savunma ve saldın aletleridir, saldırganlı­ğın silahlandır. "Pençelerini göstermek", "dişlerini göstermek" ile aynı anlamda kullanılır. Birçok yırtıcı hayvan hem pençesini, hem dişlerini silah olarak kullanır. Tırnak yemenin anlamı ise, kendi saldırganlığını iğdiş etmektir! Tırnaklarını yiyen kişi kendi saldırganlığından korkar ve bu nedenle sembolik an­lamda silahlarım zararsız hale getirir. Kişi, tırnağım yiyerek, saldırganlığını bir ölçüde tüketmiş olsa da, önemli olan, sal­dırganlığım sadece kendisine yöneltmiş olmasıdır: Kişi kendi saldırganlığım yemektedir!
Tırnak yeme hastalığı olan kadınlar, bu yüzden çok üzülür ve sıkıntı duyarlar, çünkü diğer kadınların uzun ve kırmızı ojeli tırnaklarına büyük bir hayranlıkla bakarlar. Oysa uzun ve kır­mızı ojeli tırnaklar, saldırganlığın çok açık bir göstergesi ve sembolüdür. Bu tırnaklara sahip bir kadın, saldırganlığını açıkça göstermekten çekinmemektedir. Ancak, bu tırnakları kıskanmak ya da böyle tırnaklara sahip olmayı istemek de, bu kadar açık bir biçimde saldırgan olabilmeye duyulan arzuyu ifade eder.
Bir çocuk tırnaklarını yiyorsa, içindeki saldırganlığı dışarıya vurmak konusunda kendine güvensizlik duyduğu bir dönem geçiriyor demektir. Bu noktada, anne babaların, yetiştirme bi­çimlerinde ve kendi davranışlarında saldırganlığı ne kadar bastırdıklarını düşünmeleri gerekir. Çözüm olarak, aile, çocu­ğa, saldırganlık hislerini suçluluk duymaksızın dönüştürme cesareti vermeli ve bu olanağı bulabileceği bir yaşam alanı sağlamalıdır. Aslında çocuk tırnağını yiyorsa, çocuğun ailesi­nin de saldırganlıkla ilgili problemi var demektir. Bu nedenle, yukarıda anlatılan tedbirler, bu tür ailelerde korku uyandırır.] sh:230-231

KANSER

[Kanserin yenilmesi gerekmiyor - kendimizi anlamayı öğren­mek için kanseri anlamamız yeterli. İnsanlar, kanser oluyorlar, çünkü insan kanserin kendisidir.
Kanser, hatalarımızı keşfetmek için en büyük şansımızdır. Bu nedenle kanserle ortak olarak kullandığımız kavramların za­yıf yönlerini keşfetmek zorundayız. Kanser "ben veya toplu­luk" kutuplaşmasında başarısız kalmıştır. Onda daha büyük ve kapsamlı birliğin bilinci yoktur, birliği sadece kendi sınırla­rı içinde algılar. Birlik konusundaki bu yanlış anlama insanda da aynıdır.- Oysa, "birlik" ancak "ben"in kurban edilmesiyle elde edilir.
Bir "ben" olduğu sürece, bir de "sen" olmak zorundadır ve kutuplaşma devam eder. "Ruhta yeniden doğmak" her zaman bir ölümü gerektirir ve bu da "ben"in ölümüdür. İslami mistik Mevlana Celaleddin  Rumi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, bu konuyu şu kısa hikâyede çok güzel Özetler:
"Bir adam, sevgilisinin kapısına gelir ve kapıyı çalar. Bir ses sorar:
"Kim var orada?"
"Benim" der adam. İçerideki ses de­vam eder:
"Burada benim ve senin için yeterince yer yok. " Ve kapı kapalı kalır. Bir senelik bir yalnızlık ve hasretten sonra, adam tekrar gelir ve kapıyı çalar. İçeriden bir ses sorar:
"Kim var orada?"
- "sen", der adam. Ve bu kez kapı açılır. "

Kanserli hücrenin, vücut hücresinden farkı, egosuna aşın değer vermesidir. Hücre çekirdeği, hücrenin beynidir. Kanserli hücre­de, çekirdek sürekli önem kazanır, bu nedenle büyür (kanser, hücre çekirdeğindeki şekilsel değişiklikten de teşhis edilir). Çe­kirdekteki bu değişim, ben-merkezci zihinsel düşünceyi temsil eder. Yaşadığımız zamana şekil veren de bu düşüncedir. Oysa burada içerik ve şekil birbirine karıştırılmaktadır; şeklin çoğal­masıyla aranılan içeriğin de elde edileceği sanılmaktadır. Eskiden beri bütün aydınlanma okulları, yukarıdaki düşünce­nin tersi olan yolu öğretirler:
"İçeriği elde etmek için, şekilsel görüntüyü kurban etmelisin" veya başka bir deyişle: "Kendin­de" yeniden doğabilmen için, "Ben"i öldürmek zorundasın. Buradaki "kendi", kendimiz değildir, her yerde olan orta nok­tadır. "Kendi" için başkaları yoktur, onda her şey birdir. Tabu böyle bir hedef, "ben" için oldukça tehlikelidir. Oysa kendi­mizi bütünün bir parçası olarak yaşamak ve bütün adına so­rumluluk almak için, adım adım "ben"in katılığını aşmalı, sı­nırlarını sorgulamalı ve kendimizi açmalıyız. O zaman, bütü­nün iyiliği ile bizim iyiliğimizin aynı şey olduğunu anlayabi­liriz. Her hücre, organizmanın bütün genetik bilgisini zaten içinde taşımaktadır - tek yapması gereken, kendisinin gerçek­ten "bütün"ün parçası olduğunu kavramasıdır!
Hermetik felsefe "Mikrokozmos (küçük evren) = Makrokoz-mos (büyük evren)" olduğunu öğretir. Gerçekte, "ben" ile "sen"in, "parça" ile "bütün"ün kaderi birbirinden ayrılamaz.
Kanser hücresinin organizmada yol açtığı ölüm, aynı zaman­da kanser hücresinin kendi ölümüdür. Tıpkı insan eliyle Öldü­rülen çevreyle birlikte, insanın da ölmesi gibi. Kanser hücresi, kendisinden ayrı bir "dışarısı" olabileceğine inanır, tıpkı in­sanlar gibi. İşte bu inanç öldürücüdür. İlacı ise sevgidir. Sevgi, sınırlan açarak "dışarıdakini" içer alır ve onunla "bir" olur, bu nedenle iyileştirir. Seven insan, kendi "ben"ini ilk sıraya yer­leştirmez, çok daha büyük bir "bir"liği yaşar. Seven insan, sev­diği insanı kendisiymiş gibi algılar. Bu sadece insanlar için ge­çerli değildir. Bir hayvanı seven bir insan, onu ekonomik bir bakışla yiyecek maddesi olarak göremez. Çünkü tüm "Olanla­rın" bütünlüğünü hisseder. Kanser, yaşanan sevgi değil, yo­lundan saptırılan sevgidir:
Sevgi, bütün sınırları ve engelleri aşar.
Sevgide bütün zıtlıklar birleşir ve kaynaşır.
Sevgi, her şeyle "bir" olmaktır, sevgi her şeye yayılır ve hiçbir şeyin önünde durmaz.
Sevgi, ölümden korkmaz, çünkü sevgi yaşamdır.
Bu sevgiyi bilinçlerinde yaşayamayan insanlarda, sevgi be­densel boyuta iner ve burada kendi kanunlarını kanser biçi­minde gerçekleştirmeye çalışır:
Kanser hücresi de sınır ve engel tanımaz. Kanser de organla­rın bütün kişiselliğini ortadan kaldırır.
Kanser de her şeye yayılır ve hiçbir şeyin önünde durmaz.
Kanser hücresi de ölümden korkmaz.
Kanser, yanlış alanda yaşanan sevgidir. Mükemmellik ve bir­leşme, maddede değil ancak bilinçlerde gerçekleşebilir. Mad­de ise bilincin gölgesidir. İnsan, şekillerin geçici dünyasında, geçici olmayan bir şeyi yerine getiremez. Dünyayı iyileştirme­ye çalışanların bütün çabalarına rağmen, çatışmasız ve prob­lemsiz, kavgasız ve sürtüşmesiz, "iyi"leşmiş bir dünya asla ol­mayacaktır. Hastalıksız ve ölümsüz sağlıklı bir insan asla ol­mayacaktır. Her şeyi kapsayan bir sevgi asla olmayacaktır. Çünkü şekiller dünyası sınırlarla yaşar.
Eğer şekilleri anlayarak onları aşabilirsek, bilincimizde özgür oluruz ve işte o zaman, bütün hederleri gerçekleştiririz. Ku­tuplaşmış bir dünyada, sevgi hapsolur - Bütünleşmiş bir dün­yada ise sevgi, çağlaya çağlaya akar.
Kanser, Yanlış Anlaşılmış Sevginin Belirtisidir. Kanser, Sadece Gerçek Sevgiye Saygı Du­yar. Gerçek Sevginin Sembolü Kalptir.
Ve Kalp, Kansere Yakalanması Mümkün Olmayan Tek Organdır!] sh: 258-261


Kaynakça

Thorwald Dethlefsen- Ruediger Dahlke Trc: Berrin Bilgin Haznedar Hastalık İyileşmeye Giden Yoldur [Kitap]. - İstanbul : Kanaat Basımevi- Mozaik, 2002.


[1] Multiple Skleroz (MS), merkezi sinir sistemi hastalıklarındandır. Kol ve bacakta uyuşukluk, görüş bozuklukları, yürüyüşte denge­sizlik gibi belirtileri vardır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar