Print Friendly and PDF

HAYATIMIZDAN

Bunlarada Bakarsınız


SİYASETİN DİNİLEŞMESİ


İslam’da devlet ve siyaset anlayışı, adaletin tesisi, zulmün kaldırılıp, yetkisini halktan alan hukûki bir düzenlemedir. Ancak, yıllardır müslümanlar siyaseti hukuki olmaktan ziyade itikâdi manada değerlendirmiş, hukuka dayalı bir devlet ve siyaset anlayışını tam olarak geliştirememiş, dinî-siyâsi bir doktrine dönüştürmüştür.
Müslümanlar siyasetlerinde, dinî naslarda yönetim uygulamaları olmadığı halde, onlarca delil üretince de tıkanıp kalmışlardır. Dinî bir kurum haline dönüştürülen kurumsal siyaset, yeniden eski hüviyetine kavuşturulmak istenmişse de, başarı sağlanamadığı da görülmektedir.
İslam, siyâsi hâkimiyetin kaynağını, teoride, halka dayandırmasına rağmen, uygulamada bunu gerçekleştirememiş olması doğu milletleri yapısının kültür ürünü olabilir. Aslında İslâm batı dinidir. Yine kişilerin şahsiyeti ve uygulamalarındaki aykırılıklar, İslam’ın kısa zaman içerisinde büyük toprak hâkimiyeti, ticarî merkezlerin yer değişmesi, halkın ve yöneticilerin dinî olgunlaşma dönemini tamamlayamamaları ile sorun üstüne sorunlar getirmiştir.
İlk siyâsi çatlama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyayı terk ettiğinde insanların onun koymuş olduğu ilkeleri birden unutkanlaşıp tekrar cahiliye dönemini hatırlatan adetleri hayata geçirmeleridir. Bu bir yönden dinin içtimâi plandaki yönetim serbestiyetin varlığını gösterebilir. Ancak ilk halife seçiminde meydana gelen boşluğun bugüne kadar bıraktığı izleri bulunmaktadır. Bu şekilde başlayan yönetim şekli ile sarsıntıya uğrayan yönetimler istikrar gösterememiştir. Raşid Halifelerden sonra İslâmî devlet uygulaması Emeviler ile tamamen halkdan kopmuş, saltanata dönüşmüş yıllar yılı bu yönetim şekli değişmemiştir.
Burada şu soru akla gelirse İslâm hala yeryüzünde hâkimiyetini nasıl devam ettiriyor? Bunun cevabı dinin koruyucusu Allah Teâlâ olduğu içindir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen
 “Şüphe yok o zikri biz indirdik biz, her halde biz onu muhafaza da edeceğiz.” [1] ayeti ile din Allah Teâlâ’nın koruması altındadır. Din mükemmelliği ile dimdik durmaktadır. Ancak Allah Teâlâ İslâmî hayat nizamı olarak uygulamayı insanlara bırakmıştır.
“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir.” [2] ayetinde geçen iman edenlerden maksat inancına sadık olanlardır, Müslümanlar değildir. Yoksa bugünkü müslümanların bu zilleti olmazdı.
İslâm siyasetinin başarısız olduğunu düşünmek lüzumsuz olabilir. Ancak ideal İslam devleti anlayışında mükemmel şekilde oturtulamamasının sebebi olarak kişilerin karizmaları ile inanışların hep bir kefeye konulması, devlet yönetiminin dinî ve sosyal yönü uyuşmamış olmasıdır. İslâm tarihine baktığımızda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyayı terk etmesiyle başlayan olaylarda Ehl-i Beyt’in başına gelen sıkıntılarda Hz. Ali kerremallâhü vechenin yapıcı roller üstlenmesi karizmatik şahıs fonksiyonunu bir tarafa bırakıp devlet-millet olmanın gereklerini göstermesidir. Hz. Hasan aleyhisselâmın halifeliği terk etmesi ve Hz. Hüseyin aleyhimesselamın devlete karşı gelmeleri riyaset için olmayıp, devletin içtimai uygulamada halktan koparılıp saltanata dönüştürülmesine itirazdır. Çünkü her saltanat bir zulmün uygulayıcısı olmaktan kendini kurtaramamıştır.
Neticede, ŞEYTAN VE YANDAŞLARI, HİLELERİNİ İNSANLARIN ZAAFLARI ÜZERİNE DÜZER. SAĞLAYICILAR OLARAK TESPİT ETTİĞİ UNSURLARI DA BAZEN DİNİ YÖNDEN, BAZEN DE DÜNYEVÎ YÖNÜNDEN HAREKETE GEÇİRİR. BU DÜZENLERİN İÇİNDEN KURTULMAK ÇOK ZOR OLDUĞUNDAN KARGAŞA ORTAMI HİÇBİR ZAMAN EKSİK OLMAZ.
 “Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir.” [3]
Bu ayetin batınî manası Ey insanlar, bir işaret zuhur ettiğinde kendinizi dünyevî şartlardan uzaklaştırarak hak olan Allah Teâlâ’nın emirlerine uyun, acele ederek batılın prangalarını boyuna geçirerek köleleşmeyin, demektir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki DÜNYA BEKÂR BİR KOCAKARIDIR. HERKESLE NİŞANLANIR FAKAT GERDEĞE GİRDİĞİ KİMSESİ HİÇ OLMAMIŞTIR.
“Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” [4]


MÜSLÜMANLARIN BİTİRİLMESİ GEREKEN ÇİLESİ


Her zaman duyduğum ve işittiğim, yeri geldiği zaman benim dahi dayanamadığım bir hususu paylaşmak istiyorum. Bir arkadaşım geldi ve dedi ki;
“Ben imansız birimiyim? Her camiye girdiğimde bir an önce çıkmak için can atıyorum?”
“Bizim mahallenin hocası kürsüye çıktığında sürekli camideki cemaati tenkit ediyor. Sanki camiye gelenler ne ise…
Her vaazın sonunda muhakkak sezon gereği ya hacca veya umreye gitmenin reklamını yapıyor.
Bir seminer veya toplantı varsa buna muhakkak iştirak edeceksiniz, bu sizin imanınızın işaretidir, diye baskı yapıyor.
Birde o da yetmez gibi vaazı uzatıyor, arkasından ‘vaktinizi aldım helal edin’ diyor.
Daha bunun gibi çok şeyler var…” Ben de
“Hayır, bunlara karşı tepki göstermen senin imanî konuda eksikliğini göstermez. Yalnız o görevli kişinin sosyal ilişkilerde yapılması gerekenleri yeterli olarak tam bilmediği ve insan psikolojisini etkileyen nedenlere vakıf olamadığını” söyledim.
Bu anlatılan hadise bana gençliğimde camide imamlık yaparken sayfa sayfa Kur’ân-ı Kerim’i namazda okurken cemaate neler çektirdiğimi hatırlatınca, içim yandı. Onun için bu şikayetleri duyunca, Allah Teâlâ’ya beni affetmesi için dualar ettim. Fakat biliyorum ki, bu yalnız sevap olsun diye yaptığım günahlardan sadece birisidir. Allah Teâlâ beni affetsin.
İman etmek bir husussa onu korumak ve kollamak binlerce hususu içinde barındırmaktadır. Öyleyse bir başkasının inancını sarsacak derecede bir hata yapmak, telafisi mümkün olmayan hastalıktır.
Zamanımızda dini tenkit edenlere bakınca İslâm’ı değil, onu yaşamaya çalışanların yaptıkları hareketleri hakkında olduğunu göreceksiniz. Yanıma gelip dert yanan arkadaşım da aynı şeyi yaptı. Dini tenkit etmiyor, yapılan hareketlerin kendi açısından verdiği sıkıntıdan bahsediyordu. O zaman, biz bu tenkitten nasıl kurtulacağız?
Kurtuluş reçetesini bildiren ve uygulayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olduğuna göre, aşağıda zikredeceğimiz hadisler bazında kendimizce birer yorum yaparak, dini yaşantımıza bir yeni bakış açısı getirmenin uygun olduğunu söyleyebiliriz.
·         Bir şahsın, Muâz b. Cebel’in kıraati uzun tutması sebebiyle namaza gitmek istemediğini söylemesi üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, daha önce hiç görülmemiş şekilde öfkelenmiş ve Muâz’a
“Sen fitneci misin?” diye sitemde bulunmuş, bunu üç defa tekrarlamış ve ardından şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Sizler (insanları dinden) nefret ettiriyorsunuz. Kim namaz kıldırırsa, namazı hafif tutsun; çünkü cemaat arasında hasta, güçsüz ve iş-güç sahibi olanlar vardır.”[5]
·         Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Osman b. Ebi’lÂs’a, zamm-ı sûre konusunda cemaatin en zayıf olanlarına göre bir ayarlamada bulunmasını tavsiye etmiştir.[6]

·         Nitekim Rasûlüllah bizzat kendisinin, namazı uzun tutmak istediğini, fakat ağlayan bir çocuk sesi duyması üzerine annesini sıkıntıya sokmamak için kısa kestiğini beyan etmiştir.[7]
   
·         Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Şüphesiz bu din kolaylıktır. Dini aşmak isteyen kimse, mutlaka ona yenik düşer. O halde, orta yolu tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, sevinçli ve ümitli olunuz; günün başlangıcından, sonundan ve bir miktar da geceden faydalanınız.” [8] 

·         Amr b. el-Âs anlatıyor:
“Zâtu’s-Selâsil[9] gazvesinde, soğuk bir gecede ihtilam oldum. Yıkandığımda ölmekten korktum ve teyemmüm alıp arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Arkadaşlarım bu hali Rasûlüllah ’a anlattılar. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bana
“Cünüp olduğun halde arkadaşlarına namaz mı kıldırdın?” diye sordu. Ben de, yıkanmak suretiyle boy abdesti almayışımın gerekçesini anlattım ve
“...Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir” [10] âyetini hatırladığımı söyledim. Bunun üzerine Rasûlüllah güldü ve bir şey demedi.”[11]

·         Bu hususu teyit eden diğer bir hadiseyi Câbir b. Abdillah şöyle anlatıyor:
“Bir sefere çıkmıştık, içimizden bir arkadaşımızın başına taş isabet etti ve başı yarıldı. Sonra da bu kişi ihtilam oldu. Beraberindekilere teyemmüm etme hususunda kendisi için ruhsat olup olmadığını sordu, onlar da bunu uygun bulmadıklarını söylediler. Bunun üzerine söz konusu şahıs gusül abdesti aldı ve bunun neticesinde öldü. Rasûlüllah ’ın huzuruna vardığımızda durum kendisine haber verilince şöyle buyurdu:
“O adamı öldürdüler, Allah da onları öldürsün. Dikkat ediniz ve bilmediğiniz şeyi de sorunuz. Zira bilgisizliğin şifası sormaktır. O şahsın yarasını bir bezle sarıp üzerini mesh etmesi, vücudunun kalan kısmını da yıkaması yeterli olurdu.”[12]   

·         İbn Abbas’ın nakline göre Vedâ Haccında Rasûlüllah Mina’da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunları cevaplandırmıştır. Bu cümleden olarak birisi;
“kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?” diye sormuş,
“şimdi kes, zararı yok” cevabını vermişler, bir ikincisi gelerek
“şeytan taşlamadan önce Kâbe’yi tavaf ettim, ne yapayım?” diye sormuş,
“zararı yok, şimdi şeytanı taşla” buyurmuşlar; bir üçüncüsü gelerek
“şeytan taşlamadan önce kurban kestim” demiş,
“zararı yok, şimdi yap” buyurmuşlar, hâsılı bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların önce ya da sonra yaptıkları her iş için “zararı yok” cevabını vermişlerdir.[13]
 
·         Ebû Hureyre’den şöyle nakledilmiştir: Bizler Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yanında otururken ona bir kimse geldi de:
- Ya Rasûlüllah helak oldum! dedi. Rasûlüllah ona :
- Sana ne oldu ki? diye sordu. O kimse:
- Oruçlu olduğum halde eşimle cinsi münasebette bulundum, dedi. Rasûlüllah :
- Hürriyete kavuşturacağın bir köle bulabilir misin? diye sordu. O zat:
- Hayır bulamam, dedi. Rasûlüllah :
- Öyle ise iki ay peşpeşe oruç tutmaya gücün yeter mi? diye sordu. O kimse:
- Hayır, buna gücüm yetmez, dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
- Altmış yoksulu doyurabilir misin? buyurdu. Adam:
- Hayır doyuramam, dedi. Rasûlüllah bir süre bekledi. Bizler de bu bekleyiş içindeyken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, içinde hurma dolu olan bir sepet getirildi. Rasûlüllah :
- O mesele soran kimse nerededir? buyurdu. O zat ayağa kalktı ve
“Buradayım” dedi. Rasûlüllah:
- Bu hurmayı al da fakirlere sadaka olarak dağıt, buyurdu. Adam:
- Benden daha fakir olana mı vereceğim ya Rasûlüllah? Allah’a yemin ederim ki, Medine’nin iki kara taşlığı arasında benim ev halkımdan daha fakir hiç kimse yoktur, dedi. Bu sözü üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, yandaki dişleri görününceye kadar güldü. Sonra da şöyle buyurdu:
- Haydi bu hurmayı al da ailenle birlikte ye![14] (Ne güzelsin, merhametin bugün bile bizi ağlatıyor. Şefaatine kıyamet günü kavuşacağımıza o kadar içten inanıyoruz ki, tarif edilemez)

·         Ensardan vücut yapısı noksan ve hasta bir adam, ensardan başka birinin câriyesiyle zina etti. Kavminden bazı adamlar ziyaret için yanına girdiklerinde olup biteni onlara anlattı ve
“Benim için Rasûlüllah ’a bunun hükmünü sorun” dedi. Sahâbiler bunu Rasûlüllah’a haber verdiler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onlara,
“Ona yüz sopa atınız” buyurdu. Sahabîler,
“Ey Allah’ın Resûlü, adam bu cezaya dayanamayacak derecede zayıftır, ona yüz sopa atarsak ölür” dediler. Bunun üzerine, Rasûlüllah;
“O halde yüz salkımlı bir hurma dalını alın ve ona o dal ile bir defa vurun” buyurdu.[15] 
Anlatılan olaylarda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tavrından şu sonuç çıkıyor.
Din yaşanılmalı fakat insanlar yaşarken nefret ettirilmemelidir.
Eğer biz bunu başaramazsak İstanbul Fethinde Hıristiyanların kiliseden ettikleri şikâyeti gibi bir gün bu müslümanlarda aynısını yapacaktır. O gün Bizans haçlı dünyasından yardım istiyordu. Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal Külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız" diyorlardı. Bu sebeple Müslümanlar dini, yaşamak isterken kendince bulduğu ve kabul gördüğü doğruları tartmalıdır. Yoksa zayi edilen insanların vebali nasıl ödenebilir, bilemiyorum.
Sonuç olarak, bizim için örnek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Onun olaylar karşısında takındığı tavırları yeniden analiz ederek kendimize çekidüzen vermeliyiz.
·         Umâre b. Huzeyme ashabtan olan amcasından naklen anlatıyor:
Rasûlüllah bir bedevîden bir at satın aldı. Bedevî sattığı atın parasını almak için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin peşinden gidiyordu. Rasûlüllah ilerlemiş, o ise geride kalmıştı. Bazı kimseler ata müşteri oldular. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aldığını bilmiyorlardı. Hatta bazısı daha fazla para verdi. Bunun üzerine bedevî Rasûlüllah’a seslenerek
“Atı alacaksan al, yoksa onu satıyorum” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem adamın bu sözünü duyunca
“Onu senden almadım mı?” diye sordu. Bedevi
“Hayır vallahi onu sana satmadım” dedi. Rasûlüllah da;
“Onu senden satın aldım” dedi. Bu münakaşanın üzerine halk toplandı. Bedevî
“Atı sana sattığıma dair şahidin var mı?” deyince, orada hazır bulunan Huzeyme b. Sâbit
“Ona sattığına ben şahitlik ederim” dedi. Rasûlüllah Huzeyme’ye dönerek
“Nasıl şahitlik edersin, bana sattığını görmedin” dedi. Huzeyme de
“Senin doğru söylediğine şahitlik ederim ya Rasûlüllah ” cevabını verdi. Rasûlüllah onun şahitliğini iki kişinin şehadet yerine kabul etti.[16]
Ya Rasûlüllah! Sen her şeyi ne güzel yaşadın. Allah Teâlâ yaşadığın dini anlamayı ve yaşatmayı bize nasip kılsın.[17]

SUFÎLERİN FARKLI İNANÇLARA BAKIŞINDAKİ UNUTTURULAN İNCE MESELE


Tasavvufun ana kaynaklarından Kuşeyrî Risalesinde Hz, İbrâhîm aleyhisselâm hakkında zikredilen şu anekdot, aslında, sofilerin diğer din mensuplarına bakışı ve aynı zamanda onların bu davranışlarının maksadını sanırız net bir şekilde yansıtmak­ta ve özetlemektedir;
“Hz. İbrâhîm aleyhisselâma bir yolcu gelir. Kendisini misafir etmesini ister. Hz. İbra­him aleyhisselâm ona:
“-Dinini değiştirip, tevhidi kabul edersen seni misafir ederim” der. Yol­cu teklifi kabul etmez, gider. Bunun üzerine Hz. İbrahim aleyhisselâma şöyle bir hitap gelir: “Biz onu, kâfir olduğu hâlde, yetmiş yıldır beslemekteyiz. Sen, bir gececik, onu inancına bakmadan besleseydin ne olurdu?!..” [18]
Diğer taraftan, bilhassa İbrâhîm b. Edhem aleyhisselâmın (hyt. 161/779) bir Hıristiyan rahi­bi kendisine arkadaş edinmesi ve ondan zühdün inceliklerini öğrenmesi sûfîlerin diğer din mensuplarına ve Özellikle de Ehl-i Kitâb'a bakışları konusunda kay­da değer bir örnektir.
Yukarıda en son zikrettiğimiz şiirin ilk beyitleri Hallâc-ı Mansûr'a da (idâmı 309/921) nisbet edilir. “ Hallâc'ın buna benzer başka ifadeleri de vardır.” Hallaç, bir Yahûdîye “köpek” diye hitap etmesinden dolayı kızdığı kişinin kendisinden özür dilemesi ve gönlünü almaya çalışması üzerine o şahsa şöyle nasihat eder:
“Yavrucuğum! Dinlerin tümü Allah Teâlâ'nındır, Her din ile bir kitleyi meşgul ediyor. Her kitle kendisi için seçilmiş olan dini izliyor; kendi iradeleriyle seçtikleri dini değil. Bir insanın bir başkasını, izlediği din yüzünden İtham edebilmesi için, o dinin o kişi tarafından özgür irâdeyle seçilmiş olması gerekir. Şunu bil ki, Yahudilik, Hı­ristiyanlık, Müslümanlık ve öteki dinler değişik unvanlar, değişik adlardır; ama hepsinin ortak amacı birdir, değişmez.”  [19]
“Küfür ve îman isim yönünden farklı­dırlar, ama hakîkat yönünden aralarında fark yoktur.” [20]
İlâhî aşkı zirvelerde yaşayan sûfîlerden Mevlânâ (hyt. 672/1273) da diğer insan­lara sonsuz bir rahmet gözüyle bakmıştır, insanlar arasında muhabbete dayalı bir birlikteliğin olabileceğini defalarca vurgulamıştır. O bütün dinleri ve mezheple­ri insanî olgunluğa erişmede bir vasıta olarak görür.  Ona göre yaratıcıyı arayan her düşünce, aynı yere çıkan, aynı hakîkate ulaştıran gizli birer merdivendir:
“Cihanda gizli merdivenler var; basamak basamak, tâ göklere dek. Her bölüğün bir başka merdiveni var; her yürüyüşün başka bir göğü...
Her biri öbürünün hâlinden habersiz.
Bir mülk ki, geniş mi geniş; ne başı var, ne sonu [21]
“Her nebinin bir yolu, her velînin bir meşrebi vardır. Değil mi ki, hepsi de halkı Hakk'a ulaştırıyor; öyleyse hepsi de birdir.
Dinler arasındaki ihtilâf, gidiş tarzında ve görünüştedir; yolun hakikatinde ise ayrılık yoktur.” [22]
Ne var ki, dinlerin hakikatlerinin birliğini, insanların inançlarının hakikatini anlayabilmek için belli bir fikir ve gönül tekâmülüne ulaşmış olmak gerekir;
“Sır gözü ile gönül gözü ile mü'mine de, kâfire de bir bak;
Hiçbirinde, Yâ Rab! Sesinden. Yâ Hay! Sedasından başka bir şey yok.”[23]
Bu bakış tarzı aşk yoludur. “Birdir nazar-ı Hak'ta mecûs ile müselmân” diyen Ziya Paşa'nın tabiriyle Hakk'ın nazarıyla bakabilmektir. Bu bakış açısından ba­kıldığında ise küfür, îmân gibi şeyler görünmez. Zîrâ aşk mezhebinde küfür ve îman yoktur; tıpkı âşıkta tenin, aklın, canın ve gönlün olmadığı gibi. Mevlânâ'ya göre, bu hakikati kavrayamayanlar, herkesin çeşitli dillerde Hakk'a yalvardığını göremeyenler gerçek Müslümanlığa ulaşamamışlar demektir, [24] Mevlânâ bu fikrini bir başka şiirinde de şu şekilde ifade eder:

“Bâzan gizlenen, bâzan aşikâr olan biziz,
 Bâzan mü'min, bâzan Musevî, bâzan da Hıristiyanız.
 Bu gönlümüz örneği olmak için her gönlün
Görünür bir başka surette her gün...” [25]

Aşk kavramının Mevlânâ düşüncesinde müstesna bir yeri vardır. “Dinî anlam­da aşk mevcut yetmiş iki fırkadan daha güçlüdür. Dahası, putperestlikten de, dinden de üstündür; şüphenin de, gerçeğin de ötesindedir. O ayrılığı azaltan bir dindir. İnsanlar arasında birlik oluşturur. Çünkü bütün dinlerin kaynağı ilâhî sev­gidir, ilâhî aşktır, ya da sevgiden kaynaklanan korkudur. Eflâkî, bu konuyla il­gili şöyle bir rivayet nakleder;
“Bir gün bir Rum usta Hüdâvendigâr'ın evinde ocak yapıyordu. Dostlar şaka yoluyla ona; “Niçin Müslüman olmuyorsun? Dinlerin en iyisi İslâm'dır” dediler. O: “Elli seneye yakındır ki, İsâ dinindeyim. Dinimi terk etmek hususunda ondan korkar ve utanırım” dedi. Birdenbire Mevlânâ hazretleri içeri girdi ve şöyle dedi:
“İmânın sırrı korkudur. Her kim Tanrı'dan korkarsa, o Hıristiyan da olsa din sa­hibidir, dinsiz değildir.” [26]
Mevlânâ'nın diğer dinlere bakışı ile ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür. An­cak bu bahsi şu değerlendirme ile bitirmek istiyoruz: Ona göre başkalarına hakir bir gözle bakmak, başkalarına kâfir deyip, kendisini kâfir olarak yaratmadığı için Allah Teâlâ'ya hamd etmek, sapıklıktan ve halkı saptırmaktan başka bir şey değildir. Böy­lesi bir davranışın nebilerin ve evliyaların terazisinde yeri yoktur. [27]
Mevlânâ'nın çeşitli dinler ve inançlar ile ilgili görüşlerini dört ana başlık altın­da toplamak mümkündür:
1. Ona göre, dinlerin yolları, yöntemleri ayrı ise de, ga­yeleri birdir ve yola değil, maksada bakmak gerekir.
2. Çeşitli inançların farklı gö­rünmesinin ve algılanmasının asıl sebebini, görünüşteki farklılıkların özdeki ben­zerliği gölgeleyecek derecede asıl görülmesinde ve abartılmasında aramak gere­kir.
3- Yolların ayrılığının bir başka nedeni, yetmiş iki milletin birbirini tanımama­sı, aralarında diyalog olmaması ve birinin ötekinden şüphe içerisinde olmasıdır.
4- Farklı inanç sahipleri arasındaki kavgaların bir diğer sebebi de, ötekinin dilini anlayamamak, onun düşünce ve duygu Dünyası hakkında bilgisiz olmaktır.[28]
İnsanları sevmeyi ilâhî aşkın ve gerçek âşık olabilmenin şartlarından sayan Yûnus Emre (hyt. 721/1321), bu konuyu şiirlerinde en güzel İşleyen sûfîlerdendir.
“Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, halka müderris olsa da hakikatte kâfir­dir” diyen bu ünlü şâir sûfîmiz, böylesi kimseleri “şer'in evliyası, hakîkatin kâfi­ri” şeklinde tanımlar.[29] Çünkü Yûnus'un din anlayışına göre, Allah Teâlâ'yı gerçekten sevenler onun en mükemmel eseri ve halîfesi olan “insan”ı da sevmek zorunda­dır.[30]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Müslümanlar birbirlerini sevmede, birbirilerine merhamet etme ve şefkat göstermede bir vücut gibidir. Vücuttan bir organ şikâyet ederse, vücudun diğer organları uykusuzluk ve humma ile ona katılırlar.”[31]
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” [32]
“Kardeşinin başına gelen musibete sevinme. Olabilir ki, Allah ona merhamet eder de seni hastalığa dûçâr eder.” [33]   

“Hakk'ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir.
***
Maşuk neyi severse lâzımdır sevmek onu;
Dostumuzun dostuna yâd endîşe ne lâyık?!
 Sen gerçek âşık isen dost'un dostuna dost ol;
Ger böyle olmaz isen, dostum demegil bayık.
***
Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen,
Tâ âşıklar safında imam  olasın sâdık..
***
Yetmiş iki millete suçum budur “Hakk” dedim,
Korku hıyanetedir, ya ben niçin kızaram!?..
Hâss u âm, mutî, âsî dost kuludur cümlesi.”

Burada bahsedilenlerden dinlerin diyalog veya başka bir şekilde karmaşık bir şekilde birleştirilmesi anlamına gelmemelidir. Çünkü son ve hak dininin İslâmiyet olduğu da hatırdan çıkarılmayıp diğer insanlarında dinî yönlerinden dolayı icbar veya tehdit altında bırakmamaktır. Ancak İslâmiyetin özüne bir sıkıntı gelecekse tercih edilecek olan Allah Teâlâ’nın isteği olan tarafı tercih etmelidir. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile yeni bir dinin gönderilme espirisini nasıl anlayacağız.

Muhyiddin ibn'ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Fütûhât’ta hıristiyanlığın büyük bir tehdidi altında bulunan İslam âleminin siyaseten daha müteyakkız olmasını, bu îtibârla da hıristiyanlara karşı tavizkâr gördüğü Selçuklu Sultânı İzzeddin Keykâvus’tan, [34] mevcut kritik durum, buhran, kriz gereği daha dikkatli davranmasını sağlamak istemiştir. İbn’ül Arabî, Hıristiyanların yerli ahali arasındaki dindaşlarının da desteğiyle İslam âlemine daha fazla zarar vermeleri yönündeki endişesini dile getirmekte ve buna karşı Sultanı uyarmaktadır. Diğer taraftan onun bu yaklaşımı, olaylara bâtınen ne kadar yüksek bir bakış açısıyla baksa da zâhiren şeriatın gereklerine derinden bağlı olduğunu ve mânevî siyasetin yanı sıra, dünyevî siyasetin gereklerini ihmal etmediğini de göstermektedir. İşte bu vukûfiyeti sayesinde o, hıristiyanların hükümranlığı altında olduğu sürece Kudüs’e gitme, ya da oralarda oturmanın müslümanlara haram olduğunu söyleyerek İslam coğrafyasını tehdit eden unsurlara karşı ortak bir şuur oluşturmaya gayret etmiştir. İbn’ül Arabî bu tavsiyelerinde Keykâvus’tan, müslümanlar ile ehl-i kitap arasındaki ilişkilerin geleneksel kurallara, yâni şeriate göre düzenlenmesini ister, Halife Ömer radiyallâhü anh tarafından konulmuş olan geleneksel zımmî hukukunu ona hatırlatır:
“...şehirde ya da havalisinde yeni bir kilise ya da manastır inşa edilmemesi, harap olanlarının onarılmaması..., hıristiyanların hiçbir casusa yataklık yapmaması ve müslümanlara karşı düşmanlarıyla işbirliğine yeltenmemesi...” [35]


[1] Hicr, 9
[2] Mü’minûn, 1
[3] Cum’a,  9
[4] Nahl, 93
[5] Buhârî, Ezan 60-65; Edeb 75, İlim 29; Müslim, Salât 182-185; İbn Mâce, İkâmet 48; Ebû Dâvud, Salât 124; Nesâî, İmâmet 35;
[6] Müslim, Salât 186.
[7] Buhârî, Ezan 65; İbn Mâce, İkâmet 49; Ebû Dâvud, Salât 123.
[8] Buhârî, Îman 29, Rikâk 18; Müslim, Birr 52; İbn Mâce, Zühd 20; Nesâî, Îman 28.
[9] Zâtu’s-Selâsil, hicretin sekizinci yılında Cuzâm kabilesiyle yapılan küçük gazvenin ismidir. Bu gazve Amr b. el-Âs komutasında, Şam topraklarındaki Selsel ya da Sulsul denilen mevkîde cereyan etmiştir. Bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, IV, 370.
[10] en-Nisâ 4/29.
[11] Buhârî, Teyemmüm 6; Ebû Dâvud, Tahâret 124.
[12] İbn Mâce, Tahâret 93; Ebû Dâvud, Tahâret 125.
[13] Dârimî, Menâsik 65; Buhârî, İlim 24, 47; Hac 126, 131, 132, Eymân ve’n-nuzûr 15; Müslim Hac 327- 333; İbn Mâce, Menâsik 74; Ebû Dâvud, Menâsik 78, 87; Tirmizî, Hac 54, 76; Nesâî, Menâsik 224.
[14] Abdurrezzak, Musannef, IV, 194; İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 348; III, 110; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, VII, 118, 475; Dârimî, Savm 19; Buhârî; Savm 30, 31, Hibe 18, Nafakât 12, Edeb 68, 95, Keffârâtü’l-eymân 1, 2, Muhâribîn 11; Müslim, Sıyâm 81; İbn Mâce, Sıyâm 14; Ebû Dâvud, Sıyâm 37; Tirmizî, Savm 28; İbn Hibbân, Sahih, VIII, 293-295, 298-299; Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsat, III, 128; Dârekutnî, Sünen, II, 209-210; Beyhakî, Sünen, IV, 221-222, 224. Bu hadis, Hz. Âişe (İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 348; III, 111; Dârimî, Savm 19; Buhârî, Savm 29, Muhâribîn 11; Müslim, Sıyâm 85, 87; Ebû Dâvud, Sıyâm 37; İbn Hibbân, Sahih, VIII, 297; Beyhakî, Sünen, IV, 223, 224) ve Saîd b. Müseyyeb’den (Ebû Yusuf, Kitabu’l-âsâr, s. 175; Abdurrezzak, Musannef, IV, 195-196; İbn Ebî Şeybe, Musannef, III, 110; Beyhakî, Sünen, IV, 225, 227, VII, 393) de rivâyet edilmiştir.
[15] Bu hadis, Muhammed b. Abdurrahman (Abdurrezzak, Musannef, VIII, 520), Saîd b. Sa’d b. Ubâde (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XVI, 141; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, VI, 63-64; Beyhakî, Sünen, VIII, 230), Ebû Ümame b. Sehl b. Huneyf (Dârekutnî, Sünen, III, 100; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 311-313; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, VI, 77, 84; Beyhakî, Sünen, VIII, 230, X, 64) ve Sehl b.Sa’d (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 311; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, VI, 152; Beyhakî, Sünen, VIII, 230) tarafından nakledilmiştir. 
[16] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, 379; Abdurrezzak, Musannef, VIII, 367; Ahmed b. Hanbel, Müsned, XVI, 123-124; Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, III, 205-206; Ebû Dâvud, Akdiye 20; Nesâî, Buyû‘ 81; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 48; Hâkim, Müstedrek, II, 17-18; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, XXII, 379; Beyhakî, Sünen, X, 146; Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, IV, 146; Hattâbî, Meâlimu’s-sünen, IV, 160. Bu hadis, muhtasar olarak Âmir (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, 380; İbn Ebî Şeybe, Musannef, IV, 538) ve Dahhâk’tan (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, 380), mürsel olarak İbn Cüreyc (Abdurrezzak, Musannef, VIII, 366) ve Katâde’den (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, 380) de nakledilmiştir.
[17] Bu konuda yapılmış olan bu tezi okumanızı tavsiye ederim.
(YILMAZ Fatma Peygamberimiz’in Şahıslara Özel Uygulamaları [Kitap]. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi 209961, 2006.)

[18] el-Kuşeyrî, Abdülkerîm, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tah. Abdülhalîm Mahmud-Mahmûd b. eş-Şerîf, Kahire 1966, ss. 154, 227.
[19] Öztürk, Y. Nuri, Hallâc-ı Mansûr ve Eseri, İstanbul 1996, s. 401 (Massignon-Paul Kraus, Ahbâru'l-Hallâc, ? 1936, s. 69'dan naklen).
[20] age., s. 399 (Ahbâru'l-Hallâc, s. 53'ten naklen). Hallâc'ın görüşleri için ayrıca bk. Uludağ, Süleyman, “Hallâc-ı Mansûr” DİA, İstanbul 1997, c. XV, s. 379.
[21] Mevlânâ, Celâleddîn-i Rûmî. Mesnevi, Ankara 1993, tıpkı basım,c. V, s. 244, b.; 2557-2559.
[22] Aynı eser, c. I, s. 14 (504. beyitin konu başlığı). (Yorumu için bk. Can, Şefik, “Mevlânâ'yı Göre; Bin, îmân ve Küfür” 5. Milli Mevlânâ Kongresi Tebliğleri, Konya 1992, & 19-27.)
[23] Can, Şefik, Mevlânâ, Hayatı, Şahsiyeti, Fikirleri, İstanbul 1995, s. 147 Mevlana, Dîvân-ı Kebîr, c. V, nr. 2578'den naklen).
[24] Can, Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti, Fikirleri, s. 149.
[25] Mevlâna, Celâleddîn-i Rûmî, Hz. Mevlânâ'nın Rubaileri, trc. Şefik Can, Ankara 2001, rubâî nr. 1527.
[26] Eflâkî, Ahmed, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989, c. 11, s 517.
[27] Can, Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti, Fikirleri, s. 145.
[28] Fazla bilgi İçin bk. Yârân, Sâdık, “İbn Arabî, Mevlânâ ve Yûnus Emre'ye Göre “Öteki”nin Durumu”, İslâm ve öteki içerisinde, editör; C. Sâdık Yârân, İstanbul 2001, ss. 326-332.
[29] Yûnus Emre, Yûnus Emre Dîvânı, hzl. Faruk Kadri Timurtaş, İstanbul trs., s. 55.
[30] (Dil)
[31] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66; Ahmed, Müsned, IV, 270; Taberânî, el-Mu'cemü's-sağîr, Beyrut, 1983,I, 137; a. mlf. er-Ravdu'd-dânî ile'l- Mu'cemis'-sağîr li't-Taberânî, I, 230 (382); Beyhakî, Şu'abü'lîmân,VI, 481 (8985), a. mlf, es-Sünenü'l-kübrâ, III, 353 (6223); Kudâ'î, Müsnedü'ş-şihâb, II, 283 (1366, 1367). Mesel için bkz. Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’l-Emsâl, s. 52; Râmhurmüzî, Kitâbü emsâli'l-hadîs, s. 81, 82 (40); Ebu'ş-Şeyh, Kitâbü’l-emsâl, s. 237 (350). (UYSAL, 23 Bahar 2007 )
[32] Buhârî, Edeb, 18, 27; Müslim, Fedâil, 65, 66; Ebû Dâvûd, Edeb, 145; Tirmizî, Birr, 12. (UYSAL, 23 Bahar 2007 )
[33] Tirmizî, Kıyâme, 54; İbn Hıbbân, el-Mecrûhîn, thk. Mahmûd İbrahim Zâyed, Dâru'l-va'y, Haleb, ty. I, 355 (465); Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, XXII, 53 (127), a. mlf, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, I, 214 (384), IV, 305 (3379); Ebu'ş-Şeyh, el-Emsâl fi'l-hadîs, s.121 (202); Kudâ'î, Müsnedü’ş-şihâb, II,77 (592, 917), 78 (919) (UYSAL, 23 Bahar 2007 ) 
[34] Tarihçiler Sultan I. İzzettin Keykâvus’un annesinin aslen Konya’lı bir Hıristiyan kızı olduğunu ve yine Hıristiyan olan dayılarının da bir hayli siyâsî faaliyetlerde bulunduklarını rivayet ederler. (Turan, Orhan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s. 458)
[35] İbnü’l-Arabi, Fütûhât (byr.), c. VIII, s. 380; ÇAKMAKLIOĞLU, M. M. (2005). Muhyiddin İbnü’l-Arabi’ye Göre Dil-Hakikat İlişkisi Marifetin İfadesi Sorunu. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri (Tasavvuf) Anabilim Dalı. , s. 31


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar