HAZ DENEYİ VE BİLGELİK HAZZI
Haz deneyi duyumla
ilgilidir, dış duyumla ya da iç duyumla. Kendi kendinin hazzı olmaz, haz
herhangi bir şeyin hazzıdır. Esenlik duygusu başka haz duygusu başkadır. Esenlik duygusu kendi'nin duygusudur. Kendi
kendinin acısı da kendi kendinin hazzı da yoktur. Bir şeyden haz duyarız ya da
bir şeyden acı duyarız. Kendimden acı duyuyorum demez kişi de
enayiliğimden acı duyuyorum ya da annemi yitirdiğimden acı duyuyorum der.
Nasıl bilinç herhangi bir şeyin bilinciyse haz da acı da herhangi bir şeyin
hazzı ya da acısıdır. Haz nesnesi de acı nesnesi de genelde tam olarak
belirgindir ya da en azından büyük ölçüde belirgindir. Belirsiz bir şeyin
hazzını yaşamadığımız gibi belirsiz bir şeyin acısını da çekmeyiz. Ancak haz da
acı da ben’den ya da merkezden başlayarak evrensel bir genişlikte kendini
ortaya koyar diyebiliriz. Bilinç kendini evrensel bir bilincin özgün bir
parçası olarak duyar. O evrensel bilincin ortasında yer alır. Öyleyse haz da
acı da her zaman benim varlığımla ya da ben’in varlığıyla sınırlı bir alanın
konusu ya da ürünü değildir. Haz ve acı böylece benden başlayarak dalga
dalga evrene kadar uzanır. Kabaca söylersek, insan yalnız kendi acılarını değil
başkalarının acılarını da çeker, yalnız kendiyle ilgili olanın hazzını değil
başkalarıyla ilgili olanın hazzını da yaşar. Şöyle diyordu Nietzsche: “Bence siz henüz yeterince acı çekmiyorsunuz! Çünkü siz
kendi acınızı çekiyorsunuz, insanın acısını çekmiyorsunuz. Tersini söylerseniz
yalan söylemiş olursunuz. Siz hiçbiriniz benim acı çektiğim şeyden acı
çekmiyorsunuz. ” Gerçek anlamda yetkin bilinçler insan olmakla
ilgili hazları ve acıları yaşarlar. Kebap yemeye oturmuş bir kişinin hazzı tek
kişiliktir. Savaşları düşünen bir insanın acısı tek kişilik değildir.
Ben’in bittiği ve başkası’nın ya da
dünyanın başladığı belli bir sınırdan, belirgin bir çizgiden sözedemeyiz. Ben
ve dünya içiçe girmişlerdir. Dünyadan baktığınız zaman ben’i, ben’den
baktığınız zaman dünyayı görürsünüz. İç duyum dış duyuma, dış duyum iç duyuma
zorunludur. İçimizde de dışımızda da ben’in sınırlarını çok aşan koskocaman bir
dünya vardır. Dış dünya da vardır iç dünya da vardır, ancak her ikisi bir bütün
oluştururlar. Bir başka deyişle salt iç duyum ya da salt dış duyum olmadığı
gibi yalıtık bir iç dünya ve tam tamına nesnel bir dış dünya da yoktur. Bütün
bir dünya ben’de içselleşir. Duyum bizi acıya ve hazza bağlar. Haz ve acı
sorununu salt algı düzeyine indirgemek ya da algıyla sınırlamak doğru olmaz.
Acı ve haz insanda duyum basamağından duygu basamağına, oradan da düşünce katma
kadar açılır, yani o tüm ruhsallıkla ilgilidir. Acı da haz da bütün bilinci
kaplar, ona kendi renklerini verir, onu kendi özellikleriyle donatır, bunu
yaparken geçici olmasına karşın dönüştürücüdür. Olumsuz bir yaşantıyı ya da
fikri algıladığımızda da olumsuz bir nesneyi algıladığımızda da acı duyarız.
Olumlu bir yaşantı ya da fikir ve olumlu bir nesne bize haz verecektir. Onların
olumlu ya da olumsuz oluşları kendileriyle ilgili değil bizde yarattıkları
etkiyle ya da yaşamsal sonuçla ilgilidir. Haz nesnesi bizimle haz nesnesidir,
acı nesnesi de bizimle acı nesnesidir. “Önem baktığın şeyde olsun bakılan
şeyde değil” der André Gide.
Bir süre henüz oluşmamış bir bilinçle
varlığımı sürdürmüş olsam da ya da daha başlangıçta ben bu dünyanın bir
yabancısı olarak yaşamış olsam da artık bilinçli bir kişi olarak bu
yetersizliği ya da bu yabancılığı çoktan aşmışımdır. Artık iyi kötü bilinçli
kişiyimdir. İç dünya nasıl benimse dış dünya da benimdir. Dış dünyaya
yöneldikçe iç dünyamı zenginleştirmekteyimdir, iç dünyamı zenginleştirdikçe dış
dünyaya daha da sağlam yerleşmekteyimdir. Çeşitli yabancılıklarım ya da
yabancılaşmışlıklarım olsa da iç dünyama da dış dünyama da yabancı değilimdir.
Dış dünyada algıladığım her yeni şey daha önceki deneylerim nedeniyle ussal
kökleri bilincimde zaten bulunan şeydir. Hiçbir şey boşa yaşanmamıştır, deney
oluşturmak açısından her yaşantı altın değerindedir. Gerçekte hiçbir deney
mutlak biçimde yeni değildir. Bir kuş cinsi benim için yeni olabilir ama kuş
benim için yeni değildir. İlk olarak gördüğüm ve buna göre biçimiyle ve
renkleriyle ilk olarak karşılaştığım bir kuş bu yüzden beni hem şaşırtır hem
şaşırtmaz. Buna göre olağanüstü hazlar ve olağanüstü acılar yoktur, ancak
büyük hazlar ve büyük acılar vardır. Ölümün ne olduğunu bilirim ama bir annenin
ölümünün ne anlama geldiğini annem ölünce anlarım. Demek ki her yeni benim
için hem yenidir hem yeni değildir. Hiç yeni olmayan bir şey haz vermez acı da
vermez. Hazzı ve acıyı alışkanlıklar küllendirir. Demek ki dış dünyamda ve iç
dünyamda algıladığım bir şey bana büsbütün yabancı bir şey değildir: bilincimde
onun varlığına gerekçe sağlayan öğeler zaten vardır. Daha önce hiç görmediğim
bir meyvayı görüp tanıdığımda onu meyva kavramının altına yeni bir kavram
olarak yerleştiririm, o da elmanın, armutun ve öbürlerinin yanında yerini alır.
Gene de bir yakınlıklar ve yabancılıklar
tablosu düşünmem doğru olur. Bu tablo hazlar ve acılar ya da daha genel anlamda
olumlu duygular ve olumsuz duygular yelpazesinin koşullarını belirler. Ayrıca
hazlar ve acılar açısından kendi bilinç koşullarım çerçevesinde dünyanın
çeşitli nesneleri karşısında önyargılı olmam doğaldır. Bu önyargılar çok özel
durumlarda ortadan kalkabilir. Bir çiyan gördüğümde irkilirim. Bir akrebin
görüntüsü beni havaya sıçratır. Ancak akrebi avucunda hoplatanlar ya da yılanı
boynuna dolayanlar da vardır. Bilinç koşullarıma ters düşmeyen bir nesne
gördüğümde duygularım dengede kalır. Kahvede oturuyorum, önümden bir otomobil
geçiyor. Bu otomobil kendisiyle özel bir ilişkim yoksa bana ne haz ne de acı
verecektir. Bilinç koşullarıma uygun bir nesneyi örneğin bir uçuç böceğini
gördüğümde sevinç duyarım, hatta duygu dünyamın özelliklerine göre çocuksu bir
heyecana bile kapılabilirim. Onu dalgınlıkla ayağımın altında ezmiş olmak bana
acı verecektir. Bütün bunlar algılama olgusunun basit bir olgu olmadığını,
özellikle duygusallık açısından son derece karmaşık bir olgu olduğunu
gösterecektir. Bu yüzden algı'yı üstalgı 'dan ayırmanın bir zorunluluk olduğunu
söyleyebiliriz. Leibniz’den bu yana bu ayrımı rahatça yapabiliyoruz. Algı daha
çok fizyolojik bir işlevi, üstalgı özellikle bilinçsel bir işlevi
belirleyecektir. Buna göre algının üstalgıya dönüşümünden sözedebiliriz. Algı
yalın da olsa üstalgı karmaşıktır. Biz her algıladığımız şeyi genel bilinç
koşulları içinde yani geniş çerçevede anlamlandırırız. Kulağıma bir çocuk sesi
geldiğinde onu çocuk sesi diye belirleyip çıkmayı düşünmem. Şöyle düşünürüm:
beş yaşlarında bir çocuk sesi... bir erkek çocuğunun sesi... öfkeli bir ses...
Bu belirlemelere birçok önceki deneyimim yardım eder. Buna göre en kaba hazlar
bile bilincin çokyapılı koşullarında azçok karmaşık anlamlar kazanırlar.
Bilinç yalnız alıcı değil aynı zamanda
kurucudur. Bilincin yönelgenliği yani etkinliği onun kuruculuğunun temel
koşulunu oluşturur. Bilinç nesnel düşünce bileşimleri oluşturduğu gibi haz ve
acı öğeleri de kurar. Yetkin bir bilinç kendi için haz öğeleri oluştururken acı
öğeleri kurmamaya özen gösterecektir. Hazza yönelinir, acıdan kaçılır. Ancak
yaşamın koşulları ve ona bağlı olarak bilinç durumları hazza tam yönelişin ve
acıdan tam kaçışın koşullarını oluşturmaya uygun değildir. Acıdan kaçmak her
bilincin temel eğilimidir. Ne var ki bilincin kendiyle ve dış dünyayla her
çeşit ilişkisi hazzı getirdiği gibi acıyı da getirecektir. Oysa insan olmanın
zorunlu koşulları içinde önemli olan hazzı ve acıyı ölçülü yaşamaktır, yaşayabilmektir.
Yetkin bilinç acıyı ve hazzı belli bir ölçülülükte yaşar. O yüzden bilge
kişiler dıştan bakıldığında haz duymayan ve acı çekmeyen kişiler gibi
görülürler. Kendini bilen kişi acıyı yaşamak adına kendini yerden yere
atmayacaktır. Bilge için sevinci yaşamak hiçbir zaman zil takıp oynamak
anlamına gelmez. Acıyı yüreğine gömmek dediğimiz şey bilgelere özgüdür. Bilinç
hazlar oluşturmak adına eylem koşulları yaratır. Hazzın temel formülünü Gide şu
sözlerle duyurur bize: “Eylem iyi mi kötü mü diye düşünmeden eylemde
bulunmak. Bu iyi mi kötü mü diye kaygı duymadan sevmek. ” Buna göre hazza
yöneliş belli bir atılganlığı gerektirir.
Sıradan bilinçler için belli sevinç ya da
acı biçimleri vardır. Onlar elde edince sevinmek ve yitirince acı çekmek gibi
kalıplı bir yönelimi benimserler. Evet, onlar sevinçlerini ve acılarını
bireyselliğin dar koşulları içinde yaşarlar. Başkaları için sevinmek ve
başkaları için acı çekmek yetkin bilinçlere ya da bilgelere özgüdür. Bilge kişi
sıradan kişiye acı çekmesi gerektiği yerde acı çekmeyen, acı çekmemesi
gerektiği yerde acı çeken garip bir varlık olarak görünür. O bir delidir belki
de. O aykırı kişidir, uyarsız kişidir, hatta tutarsız kişidir, bozguncu bile
olabilir. Aklını başkalarıyla bozmuş bir dedikoducu olabilir mi o? Sıradan
bilinç bencil, yetkin bilinç özgecidir. Bilge kişi başkalarında başkalarıyla
yaşar. Buna ben ’in öldürülmüş olması demek istemiyorsak ben’in eğitilmiş
olması diyebiliriz. Bilgelikte haz ve acı yoğun biçimde evrensele yönelir,
bütün sınırları aşarak dünyaya kavuşur. Bu yüzden bilgelik ahlakı zorunlu
olarak gerçek aydın ahlakıdır. Bilge kişi yalnızlıkta ya da tek kişi olmada
bütün bir dünyayı kucaklar. Bilgeleşmek basit hazlardan ve basit acılardan
yalın hazlara ve yalın acılara geçmek anlamına gelir. Basit hazlar bilge için
gündelik şeylerdir, olsa da olur olmasa da olur şeylerdir. Büyük hazlara
ulaşacak gücü olmayanlar küçük hazlarla yetinmek zorundadırlar. Büyüklüğün bir
tavanı olsa da küçüklüğün bir tabanı yok gibidir, çok büyük ölçülerde büyükleşemese
de çok büyük ölçülerde küçülebilir insan.
Bu çerçevede bir hazlar basamağından,
hatta bir acılar ve hazlar basamağından sözetmek olası mıdır? Elbette olasıdır.
Ama bu konuda bir şema çizmeye kalkmak yanlışa düşmek olur. Böyle bir tutum işi
iyice karıştırmak anlamına gelir, hele hazların ve acıların duygularla ilişkili
olduğunu ve duygu dünyamızın son derece kaygan ya da hatta kaypak olduğunu
düşününce. Maddi hazlar ve manevi hazlar ya da maddi acılar ve manevi acılar
ayrımı da yanlış, yanlış olmasa bile kaba bir ayrım olacaktır. İnsanın maddi
dünyadan ayrı bir manevi yaşamı olamayacağına göre bu bağlamda bir hazlar ve
acılar sınıflaması yapmak tam tamına metafizikte boğulmayı getirebilir. Bu
ayrım olsa olsa ahlaki açıdan sözkonusu olabilir: aşağı düzeyde hazlar ve üst
düzeyde hazlar ayrımı ahlakın zorunlu kıldığı bir ayrım olacaktır. Dinci
filozof Malebranche Tanrı'ya yönelen hazzın bütün hazlardan üstün oIduğunu
söylüyordu. Montesquieu de “Aşkın sefahate üstünlüğü hazların çokluğuyla
ilgilidir” der. Kimse tecavüz etme hazzının bir buluşu gerçekleştirme
hazzıyla aynı anlama geldiğini söyleyemez. Gene de ahlaki açıdan da olsa bir
hazlar ayrımına yönelmek tehlikeli olabilir. Ancak herkesin hayır diyemeyeceği
bir gerçek vardır, bu da hazda ölçülülüğün önemli olduğu, aşırı hazların acıyı
çağrıladığı gerçeğidir.
Kaba bilinçler içgüdülerinin
belirleyiciliğinde kaba hazlara yönelirler, bu yönelimlerinde bir yandan kaba
hazları yaşarken bir yandan da kaba acılara düşerler. Yetersiz bilinç en yüce
diye belirlediği bir değeri bile kabasaba ölçüler içinde yaşayacaktır. Kaba
hazlar her zaman kaba acıları doğururlar. Kaba hazların hiçbir acı doğurmadığı
durumlar bireyin kendi bilinç koşulları içinde hiçbir değere yer vermediği
durumlardır. Sıradan bilinç genelde uyumsuz ve acılı bilinçtir, yaşama gerçek
anlamda uyarlanma koşullarından uzaktır. Yemek yemek, cinsel ilişkide bulunmak,
yalan söyleyip çıkar elde etmek, bayağı işlerle oyalanmak... onun işidir. O
kurnazdır, hırsızlıklarına ikiyüzlülüklerine ve dolandırıcılıklarına bile bir
ahlak örtüsü örtmeyi iyi bilir. Yetkinleşmemiş bilinçler düzayak heyecanlarla
oyalanırlar. Alt düzeydeki bilinç tüm önemsiz şeyleri yaşama temel anlamlarını
kazandıran vazgeçilmez kaynaklar olarak değerlendirir. Tennessee
Williams’ın Kızgın damdaki kedi’sinde Büyükbaba oğlu Brick’e şöyle der: “Evet
oğlum, insan denen hayvan ölümlüdür, pekiyi ne yapıyor buna karşı? Ben sana
söyleyeyim, eline üç kuruş geçti mi satın alıyor, satın alıyor, satın
alıyor...Neden? diyeceksin. Çünkü bu satın aldığı dağ gibi şeylerin arasında
ölümsüz yaşamın varolduğunu düşünüyor... ” Büyükbaba haklıdır: “İnsan
öleceğini bilen tek hayvandır, ama bu onu daha yumuşak ve daha acınası
kılmıyor... ”
Bilge kişinin yaşamı dıştan bakıldığında
çok renksizdir: o gerçek bir edilginlikte yaşamakta gibidir. Gerçekte bu bir
yanılgıdır, bilgenin yaşamı dıştan öyle görünmese de etkin bir yaşamdır. Bilge
kişi hep bir şeylerin peşindedir. Zaten gerçekte mutlak ölçülerde bilge olmak
diye bir şey yoktur, bilgelik yolunda olmak diye bir şey vardır. Dıştan
bakıldığında donuk bir kişidir o: yaşamdan vazgeçmiş gibidir. Bilgenin acı
tepkileri gibi haz tepkileri de siliktir. Belki de yaşamdan hiç tad almayan,
yaşam dışında anlaşılmaz ya da anlamsız bir şeyleri yaşayan kişidir o. Genelde
böyle düşünülür. Oysa yaşamdan başka bir yaşam yoktur. Her kişi, bilge kişi de,
yaşamını yaşamın varolan koşulları içinde sürdürür. Özellikli yaşamlar tedirgin
edicidir. Bilge, dıştan bakıldığında, beyazları ve karaları olmayan bir
dünyada, kül rengi bir dünyada yaşamaktadır. Oysa her yaşam en yoğun duygulara
açıktır. Ne var ki bilge kişi her şeyi belli bir olgunlukta yaşar. O büyük
acıları ve büyük sevinçleri yaşamayan kişi değildir, bunları dinginlikle ve
anlayışla karşılayan kişidir, büyük sıkıntılardan felaketler yaratmayan, büyük
sevinçleri çılgınca karşılamayan kişidir. Bilinç ne ölçüde gelişmişse o ölçüde
duygu ve düşünce zenginliği yaşar. Bilgenin dünyası ayrıcalıkları olan bir
dünya değildir ama apayrı özellikleri olan bir dünyadır. Bu dünya hazların
dünyası olduğu kadar acıların da dünyasıdır.
Gerçek haz bilincin alıcı gücünde değil
kurucu gücünde kendini gösterir. Kaba bilinç yalnızca görür ya da edinir,
alabildiği ya da edinebildiği ölçüde. Kaba bilincin güçlü bir alıcı olduğunu
söylemek de güçtür. Bu yüzden basit bilinçler basit hazları ve basit acıları
yaşarlar. Evet, kaba bilinç yalnızca görür, oysa bakmayı bilmek gerekir.
Tutkuyla yönelmeyi bilmek gerekir. “Her yetkin eylem şehvetle birlikte olur”
der Gide. Önemli olan görünmeyeni görebilmektir. Kurmak dediğimiz budur işte.
Yetkin bilinç özgünün kaynağıdır. Bileştirici bir güç vardır onda. Yanyana
gelmezmiş gibi duran şeyleri bir araya getirir, onlardan yepyeni bir bütün
kurar. Güçlü bilinç özellikle yaratıcıdır. O aralarında hiçbir ilişki yokmuş
gibi görünen şeyler arasındaki ilintiyi bulup çıkarmaya çalışır. Bu özellikle
sanatta karşımıza çıkan olandaki olmayanı görmek yetkinliğidir. Yetkin bilinç
aralarında hiçbir gerçeklik ilişkisi yokmuş gibi duran şeyler arasındaki kolay
sezilemez bağlantıyı ortaya çıkarır. Kurmak yaratmaktır, aynı zamanda hazzı
yaratmaktır. Bilgelik üretken ya da yaratıcıdır. Kısır bilgelik yoktur. Derin
düşünür gibi yapıp hiçbir şey yaratmayan kişiler bilgeliği oynamaktadırlar.
Yetkin bilinç üst düzeyde yönelgendir. O hem kendine hem kendi olmayana
yönelir. O hep üst düzeyde bir şeylerin peşindedir. Bu yüzden gözlerini
özellikle çoklarını korkutan şeye, geleceğe dikmiştir. Gide der ki: “Geçmişin
sularını yeniden tatmayı hiçbir zaman isteme Nathanaël. Nathanaël, gelecekte
geçmişi bulmayı hiç düşünme. ” Bilge kişi en büyük hazzı yenide arayan
kişidir. '‘Ruhun en büyük yetkinliği onun hazlara yatkın olmasıdır. ”
Böyle der Vauvenargues.
Bilge kişinin ahlakı öncelikle ödev
ahlakıdır, onun duyduğu en yoğun haz elbette adanmışlıkla ilgilidir. Ödev hazzı
dışlamaz, tersine ödevin sağladığı hazlar güçlü hazlardır. Bilge kişi elbette
ödevin sağladığı hazlarla yetinecek değildir. Onun da sıradan hazları ya da
gündelik hazları olacaktır. Ayrıca bilge kişi dıştan benimsetilmiş bir ödevin
değil kendi bilinç koşulları içinde yükümlendiği ödevin ya da ödevlerin
sorumlusudur. Özgür bilinç dıştan yükümlenmeye elverişli değildir, o kendini
tam bir özgürlük içinde yükümler hatta güdümler. Güdümlenme sözü özgürlük
koşullarında gerçekleştiği sürece bizi korkutmamak dır. Güdümlenmek kendi
özgürlük koşullarına tam bir titizlikle uymaktır, tam bir özenle bağlanmaktır.
Adına ister yükümlenme ister güdümlenme diyelim, bilincin kendi koşullarında
kendini ödevli kılması bir zorunluluktur. Her yetkin bilinç özgürdür, her özgür
bilinç kendine evrensel insan için amaçlar koyar. Bu bütün bir insanlığı,
bugünün yaşam koşullarında, gelecek yaşam düzeni adına dönüştürme çabasını
belirler. Bir yarın olacaksa bu bütün bir insanlığın yaşamıyla ilgili
olacaktır. Kant’ın da belirttiği gibi, yaşamayacağı gelecek zamanlar adına
düşünen ve eylemde bulunan tek tür insan türüdür. Geleceğin insanı için yaşamak
diyebiliriz buna. Bu yönelim bilgenin yönelimidir ve ona haz verir. En büyük
haz bütün insana yönelmenin hazzıdır.
Alt düzeydeki yaşam üst düzeydeki yaşama
her zaman engel çıkarır, her şeyden önce onu doğru dürüst kavrayamadığından.
Alt düzeyden üst düzeye geçmek kendini baştanbaşa yeniden kurmakla olasıdır.
Alt düzeyden bakıldığında üst düzey karanlık ve karmaşık görünür, hatta tehlikeli
ve anlamsız görünür. Alt düzeyden bakıldığında üst düzey bir boğuntu ortamıdır,
orada hazlar ölü kalıplar olarak kendilerini gösterirler. Üst düzeyden alt
düzeye bakıldığında göze çarpan şeyler bir kaos’un bileşimlerinden başka bir
şey değillerdir. Kaos bilinçsel yetersizliğin zorunlu bir şemasıdır. Bu şemada
donuk kalıplar vardır ama öngörü yoktur. Oysa bilge olmak öngörülü olmaktır.
Öngörülü olmak başlıbaşına bir haz kaynağıdır. Öngörülü olmak demek geleceği
okumak demek değildir, geleceği okuma işini ancak falcılar becerirler ya da
becerdiklerini söylerler. Bilgenin öngörüsü olası yaşam koşullarıyla yani
gerçekliğin ta kendisiyle ilgilidir. Bilgelik bir etiket değil yetkin insan
olmanın bir özelliğidir, buna göre bir insanlık durumudur. Yoksa, Boileau’nun da dediği gibi “En bilge kişi bilge
olmayı düşünmeyen kişidir" Bilge bilgeliğini bir bilgelik olarak değil
bir sıradanlık olarak yaşar.
Haz acının ikiz kardeşidir. Hazları
acılar, acıları hazlar izler. Bu daha çok alt düzey hazları için geçerlidir. Bilgenin
hazzı acıyı kolayca çağrılayan hazlardan değildir. Daha ötede, sıradan hazları
acılar, sıradan acıları hazlar doğurur ve korur. Acılar hazza yönelme isteğini
kamçılarlar. Hazlar bazen yavaşça ya da sessizce bazen de gürültüyle acılara
dönüşürler. Acıların tabanında hazzı düşündüren bir şeyler olduğu gibi hazların
derininde bizi acılara düşürmeye hazır bir şeyler var gibidir. Bilge kişi
hazların altına da acıların altına da çekinmeden imzayı atmış kişidir. Ama yüce
hazlar çerçevesinde bilge kişi acılardan, hiç değilse kaba acılardan iyiden
iyiye korunmuştur. İnsanlığın acısını çekmek dediğimiz şey bilgeye haz
verecektir. En yüce acılar karşısında bilge kişi adanmışlığın hazzını yaşar.
Malebranche der ki: “Şeyleri olduğu gibi değerlendirmek gerekir: haz her
zaman iyidir, acı her zaman kötüdür; ancak haz duymak her zaman yararlı
değildir; bazen acı çekmek daha yararlı olabilir ” Ne olursa olsun hazları
olan bir dünyada olmak acıları da olan bir dünyada olmaktır. Bu ikili koşuldan
kaçmaya kalkan kişi kendini gülünç eder. Bu kaçış bencilliğin kanatları altında
ancak bir ölçüde gerçekleştirilebilir. Evet ama kaçtığımız acılar daha başka
acılara dönüşerek bir başka biçimde karşımıza çıkmazlar mı? Ölümden
kaçamadığımız gibi acıdan da kaçamayız. Bilge kişi hazlarını da acılarını da
yönetmeyi öğrenmiş kişidir. Hazcılığın babası Epikuros şöyle diyordu: ‘‘Haz
kendinde kötü olan bir şey değildir, ama bazı hazlar hazdan çok acı getirirler
"
Buna göre kolay hazlar ya da gündelik
hazlar birer acı kaynağından başka bir şey değillerdir. Kaba ilişkiler
düzeyinde her haz bir acıyla ödenir. Alt düzeyde haz doymak bilmez bir kendinin
kılma eğiliminde kendini gösteren kaba bir heyecandan başka bir şey değildir.
Alt düzey hazları doygunluğa ulaştıkları anda doyumsuzlukları getirirler.
Doyumsuzluklar da değişik biçimlerde acıları getirecektir. Oysa bilgelik hazzı
doyum hazzıdır, kalıcı ya da süreklidir: çeşitli süreçlerde dönüşür ama temel
duygusal özelliğini yitirmeden sürer. Bilgelik hazzı istemeyen ama kuran
hazdır, en üst noktasında ölümsüzlük hazzıdır. Böyle bir hazzı bir ceket satın
alırken ya da iskambil oynarken duyamayız. Çarpışan otomobillere bindiğimizde
ya da bir güzel kadınla birlikte olduğumuzda da duyamayız. Duyum hazları bilge
kişi için de geçerlidir, ancak bilge kişi böylesi bir hazzı geldigeçti bir
hoşluk olarak yaşar. Bilgelik her durumda yukarıya doğru yükselişi gerektirir.
Bu yükseliş biraz da çılgınca bir yükseliştir. Bu yükseliş ün, unvan, zenginlik
yükselişi değildir. Bilge kişi kendine alarak değil kendinden vererek
hafifler. Yükseliş için belli bir hafiflik zorunludur. Shakespeare’in dediği
gibi “Deli kendini bilge sanır, bilge de deli olduğunu bilir".
Delinin deliliği ortalığı karıştıran, düzeni dağıtan deliliktir, bilgenin
deliliği düzenleyen, çözümleyen deliliktir.
Acıların yararı
sorunuyla acılardan kaçma sorunu insan yaşamında ahlak açısından ve ruhsal
açıdan yaman bir çelişki oluşturur. Bu çelişki gerçekte bilge kişinin yaşamında
da belirleyicidir. Bilge kişi ki temel özelliği katlanmayı ve hoşgörülü olmayı
bilmektir hiçbir zaman acıların yararını yadsımayacak ama acıları da hiçbir
zaman hazlar olarak yaşamayı düşünmeyecektir. Öyle ya acılar hazlarsa hazlar
nedir?
Acıyı bal eylemek gibilerden arabesk
özentileri bir yana bırakırsak acının kaçılası bir şey olduğunu sağlam bir
biçimde görürüz. Öte yandan acıların insanı olgunlaştırdığı yani ona yaşamın
gerçeklerini bütün çıplaklığıyla öğrettiği doğrudur, buna göre acıların insanı
insan yaptığı doğrudur. Öfke’ nin Jimmy Porter’ı
karısına “Sen hiç ölmekte olan adam gördün mü? ” diye sorar. Acı gene de
istenilir şey değildir. Bazı kültür değerlerinin de belirleyiciliğinde her
zaman bir acı goygoyculuğu yapma eğilimiyle karşılaşabiliriz. Böylesi bir
ruhsallığın çok zaman gerçek anlamda acı çekmeyle bir ilgisi yoktur. Bu
bir övünme alışkanlığıdır, sorun önünde sonunda şuraya dayanır: benim kadar acı
çekmiş biri var mıdır? Acı çekme üstülüğü ilkelliğin bir görünümü olmalıdır.
Meyva yemek yerine vitamin hapı almak gibi
mi?
Bilge kişi için bu bir bakıma olasıdır.
Bilmek için deney her zaman gerekli midir, öğrenmenin daha kolay yolu yok
mudur?
Yaşamadan öğrenmek de olasıdır. Ama
yaşayarak öğrenmek daha iyi öğrenmektir. Zaten acılardan kim kaçabilmiş ki?
Bugün bir yolunu bulup acılardan kaçmışsak
yarın da aynı şeyi yapabilecek miyiz?
İnsanın trajik yaşamı yani ölüme mahkum
yaşamı acıyı kaçınılmaz kılar. Ne olursa olsun, acıyı yaşamakla acıyı sezmek
aynı anlama gelmeyecektir. Kopmalar, ayrılıklar, çaresizlikler,
anlayışsızlıklar... bütün bunlar acı kaynağıdırlar, ama en büyük acı kaynağı
dönüşsüz ayrılıktır yani ölümdür. Bilgelik ölüm acısını hafifletmez mi?
Hafıfletse de gidermez: bilgelik de bir tür çaresizliktir, bununla birlikte
sayısız çaresizlik içinde tek çaredir. Hazzın peşinde olmak: işte insan olmanın
zorunlu koşulu. Hazzı hor görmek insan olma koşulunu zedeler. Bilgeliğe giden
yollar haz duraklarından geçer. Olabildiğince haz ve enaz ölçülerde acı:
yaşamın temel formülü bu olmalıdır. Acıyı yenebilmek ve yüce hazları bulabilmek
için daha da insanlaşmak yani bilgeleşmek gerekir.
Sh: 139-151
Kaynak: Afşar TİMUÇİN, Ölesiye Sevmek, Bulut
Yayınları, 2009, İstanbul
Kendini koruma ve etkin kılma içgüdüsü her
yerde insanı, özellikle belli bir bilinç yetkinliğine ulaşamamış insanı güç
kazanmaya ve iktidar olmaya itiyor. İnsan için en iyi korunma biçimi iktidar
olmakla belirgindir. İktidarın iktidarsızlığı sorununun kökenini burada aramak
doğru olur. Korunma ya da kendini koruma içgüdüsü, her anlamda yaralanabilir
bir varlık olan insanın kendini çeşitli tehlikelere karşı şu ya da bu biçimde
yalıtması olarak düşünülebilir ya da düşünülüyor. Ancak bu içgüdünün oyunlarını
daha yakından izlediğimizde onun yalnızca korunmayla değil aynı zamanda ya da
gerektiğinde saldırganlıkla ve yıkıcılıkla ilgili olduğunu görürüz. İnsan
yıkılacağını anladığı anda tam tamına yıkıcı duruma girer. Çünkü insan için
gerçek anlamda korunma saklanmakla ya da kaçmakla olduğu kadar üstüne gitmekle
yani saldırıyla ilgilidir. Tek başına çok güçsüz bir varlık olan, ancak
toplumsallıkta gerçek etkinliğini ortaya koyabilen insan bireyi özellikle
kendini koruyabilme adına durmadan toplumsal güç oluşturma tasarıları
geliştirir. Bu da bitmez tükenmez bir iktidar arayışı demektir. Bu durum bize
korunmanın etkin ve edilgin olmak üzere birbirini tümleyen iki yüzü olduğunu
gösteriyor. Her iktidar arayışının temelinde bir korku etkeninin varolduğunu
kolayca görebiliriz. Güçsüzlüğünden korkan insan ya da güçsüzlüğü nedeniyle
pekçok dış etkenden korkan insan güç oluşturmak için ince hesaplar yapar.
Sonsuza kadar korkuyla yaşamak olası mıdır?
Korku her zaman her şeyden önce bir kaçıp
kurtulma duygusunu çağrılar. Korkuya verilecek ilk tepki kaçmaktır. Daha basit
bir deyişle korkanın kaçmaktan başka yapacak işi yoktur. Ancak korkutucu etken
çok güçlüyse, ayrıca iyi düzenlenmiş ve süreğense kaçış ancak geçici bir önlem
olabilir. Herhangi bir etken süreğen olabilir ama hiçbir duygu kalıcı değildir.
Korku da dikkat gibidir, ne olsa uzun süre aynı yoğunlukta kalamaz, bir süre
sonra dağılır, söner gider. Dağılır ve yerini son derece karmaşık başka
duygulara, özellikle çok yoğun kaygılara bırakır. Gene de phobos belki de
heyecanların en yoğunu en sarsıcısıdır. Korkuyu yaratan tehlike birden ortaya
çıkar, zaten yavaş yavaş ortaya çıkan şey korkutucu değildir. Evet, korku yaratan
tehlike birdenbire ortaya çıkar ve korku birdenbire başlar. Korku birden oluşur
ve bütün bilinci kendi renklerine boyayarak onu iyiden iyiye bulandırır.
Korkunun yükseliş eğrisi dik düşüş eğrisi yatıktır. Etken ortadan kalkınca
korku birden silinir. Üstünüze saldıran köpeği sahibi yakaladıysa siz daha
neden korkacaksınız? Korkunun düşüş göstermesi iki nedenle olur: ya korkutucu
etkene azçok alışırız ya da korkutucu etkeni şöyle ya da böyle
bilinçlendiririz. Zaten, az önce dediğimiz gibi, korku uzun süre yürürlükte
kalamaz, bir süre sonra yerini başka duygulara, özellikle daha az yoğun bir
duygu olan kaygıya bırakır. İdamı sık sık ertelenen adam kaygılı bir
bekleyiş içindedir. Cellatların ayak seslerini duyduğunda yeniden korkuya
kapılacaktır.
İnsan belli bir sorun çerçevesinde ardarda
korku bunalımları yaşayabilir. Direngen korku etkenleri bize köklü çözümleri
düşündürür. Köklü çözümler toplumsal yaşamın konulmuş kurallarında hem vardır
hem de yoktur. Hukukun varlığı korkunun yokluğu anlamına gelmez. Hele siz hukuk
dışı bir konumdaysanız. Evet, ne olursa olsun çözüm gelmeden korku bitmez.
Çözüm korkuyu kökten giderecektir. Kesin olmayan çözüm korkuyu azaltacak
kaygıyı artıracaktır. Korku kötüdür, bilinci bulandırır ve çözüme güçlük
çıkarır, çözümü en azından bir süre için olanaksız kılar ya da çözüm adına
sayısız açmazlar getirir: kendisini kovalayan silahlı adamdan kaçan kişi
kurtulmak adına bir çıkmaz sokağa dalabilir. Korkuyla çözüm çelişkilidir. Ama
korku uzun süre aynı yoğunlukta süremez ki. Korkunun şiddeti geçince ussal olan
ya da olmayan, gerçekle uyuşan ya da uyuşmayan, ahlaka uygun olan ya da olmayan
bir takım çözüm yolları belirir. Ortada bir takım olasılıklar vardır. Korku
etkeni kalıcıysa ya da gidip gidip geliciyse çözüm iyiden iyiye gerekli olur.
Korku işte bu ağır görünümüyle korkulasıdır. Filozofların hiçbir şeyden
korkmayın yalnız korkmaktan korkun önerisi bu anlamda çok önemlidir. Ancak
korku istemle baskı altında tutulabilse de ve ahlak değerleriyle
evcilleştirilebilse de tümüyle giderilebilecek bir duygu değildir. O özellikle
sıradan bir bilincin neredeyse varoluş koşuludur. Yetkin bilinç korkuyu
ussallaştırır, onu tümüyle gideremese de yıkıcı dağıtıcı bir etken olmaktan
çıkarır. Yetkin bilinç her şey gibi korkuyu da olması gereken yere yerleştirir.
Korku bir şiire hızla yoğunlaşan bir duygu olduğu için ne yapıp yapıp onu usun
düzenleyici kanallarından geçirmek gerekir. Korkunun ya da korkusuzluğun
filozofu Montaigne bize korkudan kurtulmanın tek yolu olarak kendine egemen
olmayı göstermişti. Kendine egemen olmaktan daha kolay bir şey vardır bu
yolda: iktidar olmak. Ancak Montaigne daha çok ölüm korkusundan sözediyordu. Kendine
egemen olmak ölüm korkusunu dindirse de öbür korkuları gidermez. Öbür
korkular için iktidar olmak gibi bir gereklilik vardır.
İnsan istemli yanıyla ya da kendine söz
geçirebilen yanıyla bir direnç varlığıdır. Descartes bunu bize pek güzel
göstermişti: us hem yargılar hem ister. Korkuda istemin iyiden iyiye
sakatlandığı ya da geriye çekildiği görülür. Duygularımız düşüncelerimizden çok
da ayrı şeyler değillerdir, gene de duygunun düşünceyi bir toz bulutuyla
kapladığı, onu kapattığı, temelden sarstığı, işlemez duruma getirdiği çok olur.
Ya da soruna bir başka yönden bakarak şöyle diyebiliriz: korku istemin boş bıraktığı
yere dalar hatta istemi yerinden eder. İstem her zaman egemen görünümler
altında varlığını sürdürür. Biz istemden çok duygularla ya da onların aşırı
biçimleri olan tutkularla iş görürüz. İstem gene de ussallığın etkin gücü
olarak her zaman vardır. İstem bizi zorunluluklara bağlar, o yüzden bize hem
özgürlüğü sözverir hem de kendine bağımlılanmışlığı duyurur. Hepsi bir yana,
istem doğal olarak ussallıkta temel anlamını bulur. Korku ussallığın geriye
çekildiği yerde egemendir. Korku düşünmez, onun işi kaçmaktır. Korku düşündüğü
yerde ya da düşünüldüğü yerde korku olmaktan çıkacaktır. Korkunun bir yüzü
bozgunsa bir başka yüzü saldırganlıktır: köşeye sıkıştırılan kedi üstünüze
atlar.
Korkudan
kurtulmanın sağlam yollarını bulmak gerekir. Bunun için de güç oluşturmak bir zorunluluk olur. Evet,
korkunun bir tepkisi de saldırganlıktır ve her korkulu bilinç esenliğe
çıkabilmek için iktidar olmanın ya da bir iktidara bağlanmanın yollarını arar.
Ona güvenli koşullar gerekir. Ona bir sağlam sığınak, iyi bir zırh, esaslı bir
kalkan olabilecek koşulları oluşturmak gerekir. Zayıf ruh her zaman sığınakları
kollar. Zayıf ruh bir dış güçten yararlanmak, bir dış güce sığınmak, bir dış
güçten güç almak ister. Korkağın aşkınlık düşleri de çete ya da şebeke
oluşturmak eğilimi de buradan gelir, bu zayıflık noktasından kaynaklanır ya da
beslenir. Siyasal örgütlenmelerin çoğunda işte bu gerçek anlamda
yetkinleşememiş olma koşulu belirgindir. Oysa insanın güçlü bir birey olarak
toplumsal bir varlık olması başkadır güçsüz bir birey olarak bir başkası
olmadan olamaması başkadır. İnsanın, gerçek insanın bir tanımını da şöyle
yapabiliriz: insan ayaklan üzerinde durmasını bilen varlıktır. Ya da kendim
olabiliyorum öyleyse varım diyebilen varlıktır. Gerçek insan her zaman
kendini başkalarının bir parçası olarak duyar, kocaman bir dünyada anlamlı bir
bütün, bir küçük-evren olarak algılar. O hiçbir biçimde açgözlü değildir,
daha çoğunu isteyen değildir. Başkaları onun için çok önemlidir: başkaları
tarihtir, başkaları insan kaynağıdır, başkaları hatta tam tamına zorunluluktur,
ama başkaları zorunlu efendilik ya da vazgeçilmezlik değildir. Kişiliklerimizin
üzerine başkalarının gölgeleri düşmemelidir. Ancak zayıflıkta bütün bu
nitelikler gerçekleşmez. Zayıflık zorunlu bağımlılık koşuludur. Bağlanmak
başkadır bağımlılanmak başkadır. Bir başka deyişle, yükümlenmek başkadır
yüklenmek başkadır. Zayıf insan bağımlılanan
insandır, topluca iktidar oluşturmak isteyen insandır, iktidara doymayan
insandır. Montesquieu’nün belirttiği gibi insanoğlu iktidar elde
ettikçe daha da açgözlü olur, çoğunu elde ettiğinde tümünü ister.
Böylece zayıflıklarımız bizi bir toplu
korunma ve bir toplu saldırganlık istemine yöneltir: her yerde saldırganlar
vardır, onlardan korunabilmek için saldırganlık eğilimlerimizi işe yaratmamız
gerekir. Böylece korunma şiddete bürünür ve karşılıklı şiddet eylemlerini
doğurur. Şiddetin şiddeti doğurması bir insan yasasıdır. Bu yüzden her şiddet
bir haksızlık üretme durumudur, haklı şiddet diye bir şey yoktur. Şiddet her
zaman koşut aynalarda yansır ve sonsuza doğru uzar, bir durumdan bir duruma
geçer, bir yapıdan kurtulup bir başka yapıya bürünür. Gene de kendini korumak
bir haktır. Buna göre korunmanın yaratacağı şiddet bir zorunlulukla
belirgindir. En saldırgan insanlar en korkak, en zavallı insanlardır.
Bilinçleri tek kişilik bir yaşamı ayakta tutabilecek güçte ya da ağırlıkta
değildir. Korkak saldırgandır, bir süre kaçar sonra saldırır. Çünkü kaçış
sonsuza kadar süremeyecektir. Kovalayanın güçlü olduğunu sezdiğinde ya da
sandığında ancak belli bir yere kadar kaçabileceğini düşünerek bir karşı
devinim oluşturmak zorunda olduğunu düşünür insan. En iyi savunma saldırıdır
sözü bu bakımdan çok anlamlıdır. Saldırının yasaları kaçışın yasalarıyla
elbette aynı değildir. Kaçışta paniğe kapılan bilinç saldırıda azçok kendine
güvenir durumdadır, saldırı için sağlam gerekçeler oluşturmuştur, saldırının
sonuçları çok iyi olacak diye düşünür. Bu bize şu temel gerçeği kesin bir
biçimde duyurur: korkak saldırgandır ve saldırgan korkaktır. Korkudan kurtulmanın
tek yolu binleriyle bir araya gelerek güç oluşturmak ve hatta daha ileriye
giderek bir iktidar zemini hazırlamaktır. Bu arada birileri bize saldırganın
hiç de korkak olmadığını, onun gerçek anlamda yürekli olduğunu söyleyerek karşı
çıkabilir. En küçük bir gözlem saldırganın yürekli değil yalnızca gözüpek
olduğunu bize gösterecektir.
Korku kişiyi suça eğilimli kılar.
Korkaklardan korkunç cinayet şebekeleri kurabilirsiniz. Korkak kişi
bütünleştiği topluluk içinde gözüpektir. İnsanların pekçoğu ruhsal açıdan
güçsüzdür, çünkü bireysel gücü sağlayacak belli bir bilinç yetkinliğine
ulaşamamıştır. Onlar daha çok şu duyguyu durup durup yaşarlar ve ondan
kopamazlar: ya korkusuz bir yaşam için iktidar olmak ya da yaşamı gözden
çıkarmak. Burada yetkin bilinç ve yetersiz bilinç ayrımıyla birlikte kendine
yeten güç ve iktidar olmak isteyen güç ayrımını koymak gerekecektir. Yetkin
bilinç korku nedenlerini ussallaştırmış bilinçtir, en azından kaçınılmazdan
korkmamak gerektiğini aşılmaz bir gerçeklik olarak yaşayan bilinçtir, yürekli
bilinçtir. Yetkin bilinç bu yüzden korkuyu aşmış bilinçtir, her türlü
saldırganlığın ve iktidar isteminin uzağında bulunur. Belki de asıl iktidarda
olması gereken güç iktidar istemini kendinde bir zorunluluk olarak yaşamayan
güçtür. Platon’un Devlet ’inde Sokrates, Trasymakhos’un sözlerine karşılık
verirken, iktidarla ilgili belirlemelerde bulunur, iyi yöneticiyi tanrılara
benzeyen kimse olarak tanımlar. Sokrates'e göre iyi yöneticinin yönetime
katılmasının nedeni iktidar istemi değildir, tersine o bu işe yönetmeyi
bilmeyenlerce kötü yönetilmek gibi bir cezaya uğramamak adına kalkar. Yoksa o
yönetmeye meraklı değildir. Devlet ’de Sokrates’in ağzından duyduğumuz şu görüş
çok önemlidir: zorba düzenlerin dışında, hiçbir devlet düzeninde kendini bilen
bir kişi isteyerek yönetici olmaz.
Tarih boyunca
pekçok kişi iktidar olmuştur ya da iktidara katılmıştır, bu kişilerin kaç
tanesi kendini bilir dediğimiz cinstendi bilemeyiz. Kendini bilir yönetici dediğimiz zaman
belki de usumuza yalnızca Marcus Aurelius’un adı gelecektir. Birbiriyle çelişir
görünen “filozof’ ve “yönetici” kavramlarını bu kadar güzel bağdaştırmış bir
ikinci kişinin varlığını düşünmek çok zor. Bu yüzden tüm iktidarlar korkunun
iktidarı ya da kendini bilmezliğin iktidarı olarak büyük baskı güçleri
oluşturmuşlardır. Bu durum fılozoflarca bile olağan görülmüştür. Örneğin
Montesquieu bu konuda bize şunları söyleyecektir: “İktidar hiçbir zaman
halkla prens arasında eşit olarak paylaştırılamaz, korunması çok zor bir
dengedir bu. İktidar bir yerde artarken öbür yerde azalmalıdır, ama ağırlık her
zaman ordunun başında bulunan prensten yanadır. ” Hatta kimileri iktidar
dediklerinde tam anlamında bir baskı düzeni tasarlarlar. Balzac der ki: “İktidar
bir eylemdir, seçim ilkesi tartışmadır. Sürekli tartışmayla varolacak bir
siyaset yoktur. ” İktidardakiler bazen tartışılmaz olma hakkını elde
ettiklerini düşünürler. General Charles de Gaulle şöyle diyordu: “İktidar
sorununa gelince, ne olursa olsun bir şeyler beni bırakmadan ben bir şeyleri
bırakacak değilim. ” Atasözünde pek güzel belirtildiği gibi iktidar bize
her zaman tartışılmaz olanı düşündürür: “Soğuk ateşe ne yapar, gece güneşe
ne yapar, karanlık aya ne yapar? ”
Yetkin olmayan bilinç korkak bilinçtir,
korkularından arta kalan zamanlarında iktidara yürüme tasarıları geliştirir.
İktidara yürüme yalnızca devleti ele geçirme anlamı taşımaz elbet. Toplumlarda
çeşitli iktidar düzenekleri vardır. Herkes kendine göre bir iktidar biçimi
tasarlar ve buna göre bir iktidar odağı oluşturmaya ya da bulmaya girişir.
Kendinden değil de dıştan güç elde etme istemiyle her yetersiz bilinç iktidar
katlarından birini kendine uygun görecektir: bu bir devlet katı da olabilir
spor kulübü yöneticiliği katı da apartman yöneticiliği katı da olabilir.
İnsanlar bir takım düşünce ve eylem kalıpları çerçevesinde bir araya gelerek
iktidar kümeleri oluştururlar. Bu düşünce ve eylem kalıpları gerçekte hiç kuşku
yok korkunun kalıplarıdır. Toplumun en korkağı stadyumda bir kahramandır.
İktidar odaklarına insanlar görünür görünmez bir takım sözleşmelerle
bağlanırlar. Sonra bu düşünce ve eylem kalıpları gerçekte korkunun kalıpları
olsalar da iyiliğin, özverinin, adanmışlığın kalıpları gibi görünürler.
Kısacası yetersiz bilinçler güç oluşturmak için bir araya gelmeyi, bir araya
gelip yumak olmayı yeğlerler.
Sayıca artış genel kavrayış içinde güç
artışı gibi düşünülür. Kaba güç oluşturmak açısından bu elbette böyledir,
insani etki oluşturmak açısından bunun gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. İki
yüz kiloluk bir balyayı üç kişi iki kişiden daha kolay kaldırır. Ama bir toplum
sorununu çözmekte sayı artışı hiçbir anlama gelmez. Üç akılsızla beş akılsızı
toplarsanız iki ya da sekiz akıllı etmez, sekiz akılsız eder. Elli yetersiz
bilinç bir araya gelerek on yeterli bilinç oluşturma şansını elde eder mi?
Keşke etseydi. Etmez. Birinin açığını öbürü kapar, böylece topluca belli bir
yetkinliğe ulaşmak olası olabilir duygusu zayıf bilinçlerin avuntusudur.
Bilinçlerin işbirliği körle topalın işbirliğine benzemez. Gerçekte bilinç
yetkinliği sorunu tek kişilik bir sorundur: toplumsal bilinç diye somut bir
bilinç sözkonusu olamayacağına göre ve toplumsal bilinç bir toplumda genel
kavrayışı ortaya koyan bir deyim olduğuna göre bilinç yetkinliği sorununun tek
bir bilinçle ilgili olduğu rahatça söylenilebilir. Yani zayıflar bir araya
gelip güçlüyü oluşturamazlar ama iktidar olabilirler. İktidar olabilmek için
bir güç oluşturabilirler ama güçlüyü oluşturamazlar. Güçlü bize her zaman
bilinçliyi düşündürecektir. Güçlülerin birliği gerçek birliktir, böyle bir
birlik iktidar için değil insani yetkinlik için vardır. Zayıfların birliği
kargaşık bir birliktir, sayı arttıkça kargaşa azalmaz artar. Zayıfların
sayısı arttıkça kargaşa da artacaktır. Şairin şu sözleri zayıfların
birliğini pek güzel tanımlar: “Ördeklerden bir filo bir de kazdan amiral. ”
Dünyamız otuz delinin iki akıllı ettiği bir dünya olabilseydi kalabalıklaşma
kurtuluşun bir başka adı olacaktı.
Bu yüzden iktidar sorunu her zaman bize
kargaşık bir ilişkiler ağım duyurur. İktidar insanı ya da iktidardaki insan tüm
toplumsal yaşamı bir biçim kılmaya adanmış gibidir. Savlı ve saldırgandır,
çünkü yetersiz bilinç koşulları içinde benzerleriyle bir araya gelip en doğru
yolu bulmuş olduğuna inanır. İktidar katında yeri ne olursa olsun, o kendini
tüm iktidar ortaklarından çok daha güçlü sayacaktır. Öngörüleri çok yerde
gerçekliğin koşullarına uyar öngörüler olmasa da o kendini geleceği en iyi
gören göz olarak algılayacaktır. İşlerin bir türlü iyi gitmemesine gelince,
burada bir takım şanssızlıkların ve kötü etkilerin payını unutmamak gerekir.
İktidardaki kişiler ya da muhalefet iktidarı oluşturan kişiler (gerçekte
muhalifler de iktidardadır) sanıldığının tersine yaşam üzerinde etkin olan
kişiler değillerdir: yaşamı belirler gibi yaptıkları yerde (bir takım kararlar
alıyor olmaları onlara yaşamı kökten dönüştürdükleri duygusunu verir) işleri
geçen tirene düdük çalmaktan başka bir anlama gelmez. İktidar denilen şey
insan için değerler oluşturmak açısından kökten bir yanılsamadır, her iktidar
gerçekliğin içinde erir, hiçbir iktidar gerçekliğin üzerinde dönüştürücü bir
etki gücü oluşturmaz.
Bilinçli kişinin tek korkusu iktidar olma
korkusudur. Bilinçli yönetici iktidar olma koşullarını gerçekleştirmeden
yönetecektir. Kendi kendine gidebilen bir dünyada gerçekte yöneticilere pek yer
yoktur. Yönetici bir simgedir her şeyden önce. Dünya kendi kendine gider,
birileri de bir şeyleri yönettiklerini sanırlar. Yönetmek sağlıklı bir biçimde
ortaklaşmaktır, işi bölüşmektir. Bir uygunsuzlar topluluğunu yönetemezsiniz, ne
ölçüde bilinçli de olsanız yönetemezsiniz. Gerçek güç bireyin en yüksek
düzeydeki toplumsallıkta anlatımını bulan kurma ve geliştirme yatkınlığıdır. Bu
durumda pekçok "yönetici'nin durumu tartışma götürür. Öyleyse gerçek güç
felsefede, bilimde ve sanattadır, onlarla yetkinleşen bilinçlerdedir. O
bilinçler de hiçbir zaman iktidar olmayı istemeyeceklerdir. Birilerinde
nasıl yoğun iktidar olma istemi varsa birilerinde de kesin bir iktidar olma
korkusu vardır. Ancak dünya iktidardakilerin dünyasıdır. Dünyayı yönetmek adına
her zaman her yerde bir şeylerin önüne taş koyan ya da tekerleklere çomak sokan
bir takım iktidar insanları vardır. Çok az insan yaşama kendi olarak katılır,
kendi gücüyle tek kişilik yerini doldurur. Yaşamı dönüştüren insanlar bu
insanlardır.
İktidar olma koşulu toplumsal sözleşmeyi
zedeler, onu etkisiz bir güç, bir gizleyici örtü durumuna getirir. Toplumsal
sözleşme gerçekte her yerde biçimsel olarak bütünü temsil eder, ne var ki
iktidar bütünün iktidarı değildir. Toplumsal sözleşme bu durumda gerçek amacını
yerine getiremez, yalnızca iktidarı koruyan ve yasallaştıran bir güç, bir
dayanak olur. Toplumsal sözleşme iktidarın yönelimlerini belirleyecek yerde
iktidar toplumsal sözleşmeyi kendine göre biçimlendirir ve ona bir
dokunulmazlık hırkası giydirir. Günümüzde bu hırkanın en geçerli markası
“demokrasidir. İktidarlar öngördükleri tüm iyilik Teri demokrasinin ilkeleri
çerçevesinde yaşama geçirdikleri savını bazen açık bazen örtülü biçimde
yinelerler. Böylece demokrasi denilen şey de bir anlayış ya da bir uygulama
biçimi olmaktan çıkarılıp kutsallaştırılır ve el değmeyecek bir yere konulur. İnsan
değerleri adına tapınmacılık özellikle günümüz iktidarlarının değişmez bir
alışkanlığıdır. Dıştan benimsetilmek istenilen bu sözde demokrasi inancı
kitleler için hem bir umut hem bir tehdit kaynağıdır. Gerçekte kurulu
düzenlerde her şey, başta felsefe olmak üzere her şey bu çerçevede
koşullandırılmış ve dondurulmuştur. Ölmüş gitmiş filozofların tahtına
oturmuş olan felsefe simsarları iktidarların sürüp gitmesi adına bilinç
bulandırma görevini büyük bir tutarlılıkla yerine getirirler. Gerçekte bilim de
sanat da bu çerçevede koşullandırılmıştır. Bir iktidarın temelinde ne ölçüde
korku varsa o iktidar o ölçüde dayanışık bir yapı ortaya koyar. Eski İsparta’da
devlet çok güçlüydü, toplum tüm parçalılığı içinde neredeyse bölünmez bir yapı
ortaya koyuyordu. Çünkü korku dağları bekliyordu. Bugünkü iktidarlar da son
derece dayanışık bir yapı ortaya koyarlar.
Bütün bu söylediklerimiz bizi siyasal
iktidarların gerekli mi gereksiz mi olduğu sorusuna ulaştırmayacak mı? Bugünün
yaşam koşulları içinde iktidarların olmadığı bir toplum tasarısı, iktidarların
olmadığı bir siyasal yaşam tasarısı ancak ütopya oluşturmaya yatkın bir zihnin
ürünü olmayacak mı? Bugün en kargaşacı bir zihin bile iktidarları olmayan bir
toplum düşü görmeyi kolay kolay beceremeyecektir. Bugünkü dünyada her toplum
önünde sonunda bir iktidarın ya da bir iktidarlar ortaklığının (birbiriyle
karşıtlaşır görünen iktidarlar toplamının) toplumu değil midir? Gerçekte iktidarlar
toplumların ileriye doğru atılımlarını sağlayacak tüm dinamikleri sonuna kadar
emip bitirmeye eğilimli canavarlardır. Tarihöncesi’nden bu yana iktidarların
toplumsal dönüşümlerde ya da daha açık bir deyişle insanlığın düşünsel ve
yaşamsal evriminde ciddi ölçülerde etkin yapıcı bir rol oynadığı görülmemiştir.
İktidar sözü bize her zaman güçlü bir kurucu ve yapıcı etkenden çok tam tamına
bir sonucu ya da edilginliğin en kaba biçimini düşündürür. İktidarlar
toplumların en verimsiz öğelerinden süzülerek yaşama geçirilmiş yaşarlıksız
varlıklardır. Siyasal iktidarlar içiçe geçmiş küçük iktidar odakları temelinde
kendini vareden geniş çerçeveli baskı güçleridirler, bunlar savaş açmak gibi,
vergi toplamak gibi, "asayiş”i sağlamak gibi ve bu arada temsil ettikleri
kesimin çıkarlarını özel olarak kollamak gibi görevleri ve öngörüleri olan
güçlerdir. Bunların zaman zaman gerçek insan değerleriyle ilgilenir gibi
görünmesi bir takım kişisel heveslerin basit bir yansısı olmaktan öteye bir
anlam taşımaz: Karl V’in ya da François I’in kültüre olan katkıları onların
kendi hevesleriyle ilgilidir.
İktidar bir tutuculuk düzeneğidir.
Gelişimleri titizlikle önler. Çünkü yaşamı tek bir kesimin yararına düzenlemek
gibi bir güdümlülüğü vardır. Ne var ki kitlesel olarak aydınlanma düşünü henüz
gerçekleştirememiş olan günümüz toplumlarında, iktidarlardan daha çoğunu
beklemek ya da daha ileriye giderek iktidarların artık yerlerini düzenleyici
yönetimlere bırakmasını beklemek bir düşten başka bir şey olmayacaktır. Bir
iktidar gelir, kendisini bir yaşamsal zorunluluk olarak öne sürer, ben olmasam
her şey yokolur formülünü benimsetmeye çalışır, bir zaman sonra yerini benzeri
bir başka iktidara bırakır ve bu böylece sürer gider. Dipte o korkulu ruhsallık
varoldukça iktidarlar dayanışık yapılarıyla varlıklarını pek güzel
sürdüreceklerdir. Tüm toplumların tepeden tırnağa bilgeleşeceği bir dünyada
iktidarlar olmayacaktır, bir takım toplumsal görevler olacaktır. İnsan olmak
yarı yolda olmaktır diyorsak ülkülerimizin çok uzun zamanlar sonra gerçekleşebilecek
düşlerden başka bir şey olmadıklarını da benimsememiz gerekir. Düşler
böyledirler, bize her zaman çok uzakların varlığını duyururlar. Gerçek
düşler bir kişilik değildir, bütün bir insanlık adına görülen düşler gerçek
düşlerdir. Düşlerin duyurduğu gerçeklik, bilim alıp satanların, sanatı
yararlı bir oyun durumuna getirmiş olanların, karanlıkta iş görmeyi alışkanlık
edinmiş felsefe simsarlarının omuz başlarından ilerilere baktığımızda
gözlerimizi alan o düz alanda şimdilik bir serap gibi görünüyor. Ne var ki
insanı düşlerini gerçekleştiren varlık diye tanımlamamızı sağlayan şey bizi her
zaman gelecekle her anlamda sıkı bağlar kurmaya yöneltecektir. İnsanoğlu bir
gün korkuların değil de yüce amaçların bir araya getirdiği, çok daha geniş
çerçevede bir araya getirdiği toplulukların öngörülerinden yararlanarak yeni
bir tür oluştururcasına yeni bir yaşam kuracaktır. O zamana kadar korkularımıza
ve korkaklarımıza alışmak zorundayız, onlarla savaşmayı elden bırakmayarak.
Sh: 91-103
İnsanlığın tarihi
korkunun tarihidir. Gene de insanlığın gelişimini korku sağlamıştır
diyemiyoruz. İnsanoğlu gelişimini korkuyla, korka korka gerçekleştirdi. İnsanın
gelişimi korkuyla yoğrulmuştur. Çünkü insanoğlu gelişiminin koşullarını
çekişmelerle, kavgalarla, savaşlarla elde etmiştir. O yalnızca bireyselliğin
koşullarında değil toplumsal düzeyde de bencil olabilmektedir. Savaşan bencildir. Savaşların arkasında
kişisel bencillikler kadar toplu bencillikler etkilidir. İnsanoğlu türdeşinin
ağzından avı kapabilmek için her türlü kötülüğü göze alabilen bir varlık
olmuştur. Bu yüzden insan yaşamında korku kurumlaşmıştır ve korku dünyamızın
vazgeçilmez bir koşulu, giderilemez bir koşulu durumuna gelmiştir. Buna göre
insanlık tarihinin harcında korkunun da bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.
Tarih sahnesi bize egemen toplumlarla egemen olunan toplumlar arasındaki acılı
ilişkiyi gösterir. Her toplu egemenlik girişimi bir acı ve korku kaynağıdır.
Daha sonra ulusal birliklerin kurulması da bu gerçeği değiştirmemiş, tersine
güçlendirmiştir. “Ulusal onur” bundan böyle savaşların başlıca gerekçelerinden
biri durumuna gelmiştir. Savaşı gerekçelendiren bir temel etken her zaman
varolmuştur. Tarih korkuyu korku diye yazmaz ama onun sayfalarında korku
kendini gösterir.
Sparta’da soylular helot’lardan yani
hiçbir hakkı olmayan yoksul insanlardan korkarlardı. Sparta’da bütün bir soylu
sınıfının kendini neredeyse bütün bir ömür boyu askerliğe adaması bu korkunun
ürünüdür. Bu tarım kentinde soylular korktuklarına uğramadılar ama korkuyla
yaşadılar, bekledikleri öldürücü vuruş içeriden değil dışarıdan geldi. İonia’da
köklü bir pers korkusu vardı, bu korku bütün Yunanistan’a kadar yayılıyordu.
İonia’lılar Perslerin eline düşmüşlerdi. Korkuyu sonuna kadar yaşayamazlardı.
Bu yüzden ayaklandılar. Sonuç kötü oldu: Persler İonia’lıları başka topraklara
sürdüler. Ortaçağ’da da hıristiyanların tabandaki insanlardan korktuğunu
biliyoruz. Hıristiyanın gözleri doğaüstüne, öbür dünyaya çevrilmişti. O kendi
dünyasında kendi önyargılarıyla mutluydu. Ama tabandaki insanlar hıristiyan
inancından uzak o eski pagan geleneğini sürdürüyorlardı, hıristiyan inancından
kendi inanç dünyalarına bazı öğeler almış da olsalar o eski dünyanın
alışkanlıklarından kopmayı düşünmüyorlardı. Bu dogmacı ve din-merkezli dönemde
toplum yalnız iktisadi ve toplumsal açıdan değil inanç açısından da iki parçalı
bir yapı ortaya koyuyordu. Din adamlarının ve senyörlerin dünyası tabandaki
insanın dünyasından ayrıydı. Hıristiyan bir gün paganlığın yeniden yaşama
geçeceği korkusuyla yaşadı ve Rönesans’da korktuğuna uğradı, pagan
eğilimlerinin gerçek anlamda tanrıtanımaz yönelimleri oluşturduğunu gördü:
onlar artık inanç dünyasına tam tamına egemen değillerdi, pagan inancı tabandan
yukarıya doğru yürümüş, neredeyse yeni yükselen sınıfın, burjuva sınıfının
resmi olmayan inancı durumuna gelmişti.
Koca insanlık tarihi birbirinden korkan
toplumların acılı öyküleriyle doludur. İlk uygarlıklar döneminde göçküncü
toplumların yerleşik toplumları nasıl sıkı sıkıya toprağa bağlayıp köleleştirdiğini
biliyoruz. Geçmiş zamanlar büyük bir hızla doğan ve birden gelişen askeri
imparatorlukların görkemli egemenlikleriyle belirgindir. Pers yayılması,
Aleksandros III’ün zaferleri, Roma-Kartaca kavgası insanlık tarihinde bitmez
tükenmez bir çekişmenin korkulu romanları gibidir. Yakın tarihte sermayeci
düzenin feodal düzene egemen oluş serüveni de korku dolu zamanların yaşanmasına
yol açmıştır. Bu korku yalnızca savaş korkusu değil aynı zamanda enaz
koşullarda yaşamı sürdürme olanaklarını bile elden kaçırma korkusuydu: yaşamı
üreten insanlar domuzların bile yemek istemeyeceği kadar kötü patateslerle
besleniyorlardı. Burada bu dönüşümün acılı ya da acıklı öyküsünü sayfa sayfa
anlatmak elbette gerekmez. Sorun elbette insanın insanı ezmekten zevk alması
sorunu değildir. Sorun dönüşüm sorunudur, bir yaşam biçiminden bir başka yaşam
biçimine geçme sorunudur. İnsan yaşamında büyük değişimler acılı tablolar
oluşturarak gerçekleşir.
Sermayeciliğe geçiş koşulları bilindiği
gibi XI. yüzyılla birlikte ortaya çıkar. Bu yeni düzen kendini ancak katı bir
gücün, bir baskıcı yönetimin, bir toparlayıcı yönetimin belirleyiciliğinde
ortaya koyacaktır. Feodal yaşam düzeninin atomlaşmış yapısını, uçurumlarla
birbirinden ayrılan toplum sınıflarının bir bütünde toplanmasını demir eller
sağlayabilecektir. Neyle? Her şeyden önce korku salarak. XV. yüzyılda
mutlak-yönetim feodal yaşam düzeniyle sağlam bir hesaplaşmaya girer. Konuya
yakından bakan Montesquieu sorunu inceliğin bitip kabalığın başlayışıyla
açıklamak isteyecektir: “Charles Vll'nin ölümü fransız özgürlüğünün de
sonunu getirdi. Bir anda bir başka kral, bir başka halk, bir başka siyaset, bir
başka sabır kendini gösterdi. Özgürlükten köleliğe geçiş öylesine büyük,
öylesine kesin, öylesine çabuk oldu ki, bunun gerçekleşme biçimi de özgür bir
toplum için öylesine yabancı, öylesine pis oldu ki, sanırsınız krallığın
üzerine bir taş düştü. ” Böylece Montesquieu, soruna bizler gibi uzaktan
bakamadığı için, feodal düzenden sermayeci düzene geçişin koşullarını yanlış
değerlendirir. Ona göre Charles VII döneminden Louis XI dönemine geçiş
özgürlükten köleliğe geçiş anlamı taşımaktadır. Oysa sorun bir dönüşümün
gerçekleşmesi sorunudur. Biz, Düşünce tarihi adlı kitabımızın birinci cildinde
bu sorunu şöyle değerlendirmiştik: “Korkak, ikiyüzlü, bencil bilinen ve Jeanne
d'Arc’a yaptığı nankörlükle tanınan Charles VII’nin yerine kurnaz ve becerikli
Louis XI kral olunca (1461) yönetimin havası değişti. Yeni kral ilk iş
vergileri artırarak büyük tepki çekti. Ağır vergiler altında inlemekte olan halk
yeni vergilere dayanabilecek gibi değildi. Louis XI bilim adamlarına siyaseti
yasak ederek üniversite ortamını kızdırdı, avı yasak ederek soyluların
düşmanlığını kazandı, aldığı çeşitli kararlarla din adamlarını öfkelendirdi. Bütün
krallık kralın karşısındaydı" (s.398). Bütün krallık kralın
karşısındaydı ama tarihsel koşullar kralın yanındaydı. Bu durum yoğun
muhalefete karşın kralın başarılı olmasına yol açtı.
Toplumların yaşamında yalnız savaşlar
değil ayaklanmalar da korku kaynağıdır. İngiltere’de yaşanan 1381 ayaklanması
insanlık tarihinin en büyük ayaklanmalarından biridir. Wat Tyler ve John
Ball’in öncülüğünde köylü ayaklanmacılar her adımda yeni katılımlarla
güçlenerek başkente doğru yürüyüşe geçtiler. Essex köylüleri kuzeyden, Kent
köylüleri güneyden başkente girdiler ve kentin tüm önemli noktalarını ele
geçirdiler. Korku büyük boyutlara ulaştı: kır kente egemen oluyor gibiydi.
Ayaklanmacılar hapisane kapılarını açtılar, kenti yağmaladılar. Yönetimi ele
geçirmeleri işten bile değildi. Ne var ki haklarını elde edebilmek için yollara
düşmüş olan bu kitleler kralsız bir ülke düşünemediklerinden kralla pazarlığa
girdiler. On beş yaşındaki Richard II ayaklanmacıların isteklerine kafa
salladı. Annesinin ve çevresinin elinde oyuncak olmuş olan bu yeni yetme
delikanlının kafa sallamaktan başka yapacak şeyi de yoktu. Ayaklanmacılar genç
kralın karşısında diz çöktüler. Belli ki yetkeden korkuyorlardı. yetke de
onlardan korkuyordu. Ayaklanmacılar kenti yağmalamayı sürdürünce Wat Tyler
öldürüldü. Ayaklanma halk yararına büyük sonuçlar getirmeden sona ermiş oldu.
Bütün bunlar birer belirleyici örnektir ki
tarihsel gelişimin korkularla gerçekleştiğini gösterir. Uygarlığın ilk
zamanlarında gezici toplumlar yerleşik toplundan ele geçirerek yeni toplumsal
düzenler, hatta yeni yaşam biçimleri oluştururken, bu çerçevede yerleşik
insanları köleleştirirken elbette korkuyu biraz da silah olarak
kullanıyorlardı. Çünkü hepimiz biliriz ki korkunun olduğu yerde, korkunun
yerleştiği yerde zafer bir düş bile değildir. Korkunun kapısından zafere değil
bozguna çıkılır. Bu yalnız toplum yaşamında değil bireylerin yaşamında da
böyledir. Bu yalnızca eskinin insanı için geçerli değildi, bugünün insanı için
de geçerlidir. Savaşlar silahlardan korku üreten ruhsal etkenlerle
kazanılmıştır. Egemen olmak istiyorsanız korku salacaksınız. Korku üretmeden
egemen olmak olası değildir. Bu yüzden içte ve dışta savaşanlar savaşın ruhsal
yönüne maddi yönünden daha çok ağırlık verirler. Bir toplumu ele geçirmek
isteyenlerin yapacağı şey korku üretmektir. Gözüpek kahramanların birdenbire
korkuya kapılmaları onları tümüyle savaş dışı bırakacaktır. Savaşların başarılı
kişileri ruhsal açıdan sağlam kalabilen kişilerdir. Korkuyu içeri aldınız mı
yenilgiyi onaylamışsınız demektir.
* * *
Korku tehlikeyi sezmekle başlar. Sezgi dar
ya da kısadır, korkuya ilgili kavrama süreci bir anlıktır. Korku uzun uzun
düşünmekle elde edilmiş bir ruh durumu değildir. Düşünce korkuyu dindirir.
Korku yoğun bir heyecan olarak bir çırpıda kendini gösterir, bir çırpıda
bilinci kaplar ve bir çırpıda bedeni içten sarar. O daha çok yakın bir
tehlikenin, iyiden iyiye yaklaşmış bir tehlikenin getirdiği heyecandır. Uzaktaki
bir tehlike bizi korkutmaz, derin derin düşündürür: henüz vakit vardır, onu
gidermek için bir şeyler yapmak gerekir ya da bir şeyler yapılabilir. Uzun
erimli sorunlar en azından yoğun korkular getirmezler. Korkuda zaman
alabildiğine kısalmıştır. Korku birdenbire bir yükseliş eğirisi çizer, çabucak
belli bir tepe noktasına ulaşır ve ağır bir düşüş çizgisi çizer. Buna göre
korku tehlike bildiren bir uyarana ben’in verdiği istemdışı tepkidir.
İstemdışı oluşu onun bir bilinç bulanıklığında gerçekleşmiş oluşunun kanıtıdır.
Tehlike birden ortaya çıkmış ve ilk iş bilinci bulandırmıştır. Tehlikeye
verilen tepki büyük ölçüde kendiliğinden tepkidir ya da düşünülmemiş tepkidir.
Gene de bu tepkide belli bir ussallığın varolduğunu söylemek yanlış olmaz.
Çocuk köpeği görür ve köpeğe doğru değil, tam tersi yönde koşmaya başlar.
Tehlike bilinci tam olarak bulandırsaydı çocuk köpekten kaçmak adına köpeğe
doğru koşabilirdi. Ancak us o koşulda gene de bulanıktır. Çocuk köpeğe doğru
koşmaz ama uçuruma doğru koşabilir.
Korkuya temel olan tehlikeden kaçarken bir
başka tehlikeyle yüzyüze gelebiliriz. Korku bir tehlikenin korkusudur ama aynı
zamanda tehlikelidir. Evet, korku tehlikelidir: bizi güç bir durumdan bir başka
güç duruma yöneltebilir. Ancak korkan kişinin bulanık bilinçle kendi için en
iyi kurtuluş yolunu bulması da olasıdır. Birdenbire köpekle yüzyüze gelen çocuk
annesine doğru ya da az ilerideki çocuklar topluluğuna doğru koşabilir.
Kısacası bilincin apaçık olma koşullarında korku gerçekleşmez ya da korkunun
geldiği yerde bilinç apaçık kalamaz. Korku bir tehlike karşısındaki ya da iki
tehlike arasındaki bozgundur. Korkunun ya bir ucu tehlikelidir ya da iki ucu
tehlikelidir. Korkunun niteliği ve oluşturduğu tepkiler elbette kişiye göre
değişecektir. Korkak diye belirlediğimiz korkuya yatkın güvensiz kişilikler sık
sık bir tehlike karşısında olma duygusuna düşebilirler. Burada tehlike gerçek
olabildiği gibi düşsel de olabilir. Korkaklar tehlike sezmekte sıradan kişilere
göre usta da olsalar tehlikeyi geçiştirmekte çok usta değillerdir, çünkü
bilinçleri her an bir tehlikeyi yaşama ürkekliği içinde bulanmaya eğilimlidir.
Buna göre kimileri tehlike karşısında
korkuya kapılırlar kimileri tehlikeden önce korkuya kapılırlar ya da daha
doğrusu henüz olmayan tehlikenin korkağı olurlar. Tehlike karşısında korkuya
kapılanı sağlıklı, tehlikeden önce korkuya kapılanı hastalıklı diye
belirleyebiliriz. Ancak korku bir hastalık belirtisi değildir, tersine bir
sağlıklılık belirtisidir. Tehlikeyi algılamayan ve tehlikeyi algılasa da ona
karşı hiçbir tepki oluşturmayan bilinç de hastalıklı bilinçtir. Çeşitli ruhsal
hastalıkları iyileştiren etkenler hastalıklı korkuya şu ya da bu biçimde çare
olsalar da genel anlamda korkuyu gideremezler. Buna göre rahatça bütün insanlar
korkaktır ya da en azından her insan belli koşullarda korkuya kapılır
diyebiliriz. Kimileri korkmamakta değil de korkuyu gizlemekte ustadırlar. O
durumda korku onurun altına gizlenmiştir. Onların bu tutumu korku etkeninin
gücünü kırabilir. Çocuk kendisini kovalayan arkadaşından kaçtığı ölçüde dayak
yeme olasılığını artırmış olur. Bu yüzden en iyi savunmanın saldırı olduğu
inancı yaygındır.
Biz korkuyu belli etmek istemesek de korku
kendini belli eder. Korku bedende yayılır ve dışlaşır. O hemen hemen her
organda dışarıya ben varım işaretini verir. Bir de bakarsınız ki biri korkudan
titriyor ve korkmadığını söylüyor. Korkmadığını söyleyen birine şöyle
sorabiliriz: “Korkmadın da saçların neden kirpi oku gibi dikildi'?”
Bütün organlarda kendini belli eden korku en çok gözlerde dışlaşır. Gözler
ruhsallığımızı dışa vurmada öbür organlarımızdan daha beceriklidirler ya da
ruhsallığımızı gizlemekte her organdan daha beceriksizdirler. Evet, korku tüm
organlarda etkisini gösterir ama en çok gözlerde yoğunlaşır. “Korkunun büyük
gözleri var’’ der Cervantes. Korkulu bakış bakışların en korkuncudur. Orada
çaresizliğin ve kapıya dayanmış bir yenikliğin karanlık ateşi parlar. Korku
bilincin bütününü tutar ve onu bir anlamda felç eder. Bu durum korku etkenini
olduğundan büyük görmemize yol açar. Çocuk kendisini kovalayan ufacık köpeğin
çok büyük bir tehlike oluşturmadığını görmek istemez. Köpekten öyle bir kaçar
ki sanki kendisini bir defada yutuverecek bir canavardan kaçmaktadır.
Korktuğumuz şey belki de o kadar korkulası değildir. Biz genelde bize korku
verebilecek etkenler karşısında önceden bazı uyanıklıklarla önlemler almayı
uygun görürüz. Böylece korku etkenini kurnazca gidermek olası olacaktır. Bu
çerçevede korku ahlak sorunları yaratabilecek özellikler gösterir. Korkaklıktan
ahlaksızlığa giden yol kısadır. Örneğin patronunun kendisini yakında işten
atabileceğini düşünen memur patronuna sevimli görünmenin yollarını arar, bu
durum onu ahlakdışı bir konuma itebilir. Bir sabah patronu ondan şu sözleri
işitebilir: “Efendim, benden duymuş olmayın ama arkadaşlarımızdan Necabettin
bey sağda solda sizi küçük düşürücü sözler ediyor, geçenlerde... ”
Korkunun kendini her zaman bir bozgunda
ortaya koyacağını düşünmek doğru olmaz. Daha sessiz, daha sinsi, daha derin
korkular vardır ki bu korkuları daha çok kaygı diye adlandırmamız gerekir.
Kaygıda bozgun yoktur, bu yüzden o kendini sıradan bir korku gibi bedenin
apaçık dilinde dışlaştırmaz. Korkuyu doğrudan sezebiliriz ama kaygıyı sezmek
olası değildir. Bir kişi patronunun kendisini işten çıkaracağı kaygısını
taşıyabilir. Kaygı az gerilimli korku olmakla benzer ahlak sorunları
yaratabilecektir. Kişi ikide bir şu soruyu sorabilir kendine: “Patronumu hoşnut
edebiliyor muyum? ” Korkuyla kaygı aynı anneden olmuş gibi dururlar ama onlar
gene de birbirlerine çok benzemezler. Korkuda karar oluşturmak zordur: kaçma
duygusu karar oluşturma istemini kökten sakatlar. Oysa kaygıda karar oluşturma
rahatlığı ya da olasılığı vardır. “Patronumun benden hoşnut olmasını
sağlamam gerekiyor, bunun için bugün ona bir demet çiçek götürmeliyim ”
diyen kişi böyle bir kararlılık içindedir. La
Fontaine gibi biz de “Korku kendini düzeltebilir mi?” sorusunu sorduğumuzda
bunu hayır diye yanıtlamak durumunda kalırız. Korku kendini düzeltemez ama
kaygı kendini düzeltebilir. Korku yönlendirilemez ya da korku kendini
yönlendiremez. Öyle olsaydı o zaten korku olmazdı. Gene de korkuyla kaygı
arasında çok büyük bir uzaklık olduğunu düşünmemiz doğru olmaz. Kaygının az
ilerisindeki sokaktan korkuya çıkılır.
Korku yaşamımızın vazgeçilmez duygusudur.
Korku gereklidir, o bizim kendimizi savunmamız ve kendimizi tehlikelerden
korumamız için gereklidir. Korku diye bir şey olmasaydı insan dünyası çok
önemli bir dayanağından yoksun kalacaktı. Sağlıklı insan korkmayı bilen
insandır. Ancak sağlıklı insan korkak değildir. Korku gereklidir. Gene de
olumsuz bir duygu olmakla korku giderilmesi gereken bir duygu olarak
belirlenir. Öteden beri filozoflar bize korkuyu yenmemiz için önerilerde ya da
öngörülerde bulunmuşlardır. Özellikle Montaigne en önemli korkuyu, ölüm
korkusunu yenmemiz gerektiğini, bunu da felsefe yaparak sağlayabileceğimizi
düşünüyordu. Filozoflar bize hiçbir şeyden korkmamayı, yalnız korkmaktan
korkmayı öğretmeye çalıştılar. Ama gene de biz bunu çok iyi öğrenebilmiş
değiliz. Gene de bizler başta ölüm olmak üzere pekçok şeyden korkuya
kapılıyoruz. Bugünkü dünyada korkusuz olabilmek olası görünmüyor bize. Çok
somut, çok belirgin, çok haklı korkularımız var. Bunların başında elbette savaş
korkusu geliyor. Daha başka korkularımız da var: öğretmenimizden korkuyoruz,
devlet dairelerinden korkuyoruz, işsizlikten korkuyoruz, haksızlıktan
korkuyoruz, müdürümüzden korkuyoruz, karakollardan korkuyoruz, bankalardan
korkuyoruz, sevgilimizden korkuyoruz, parasızlıktan korkuyoruz, hastanelerden
korkuyoruz...
Korkularımıza karşı yüreklilikler
oluşturuyoruz. Yüreklilikler ya da korkusuzluklar korkunun varlığını
gidermiyor, bizi korku karşısında tutarlı ya da hazırlıklı olmak durumunda
bırakıyor. Korkularımız olmasaydı yürekliliklerimiz de olmayacaktı. Yüreklilik
korku kadar kökel değildir: tam tamına insan gerçeğine bağlı olan, sıkı sıkıya
varlığımızın koşulu olarak duyduğumuz şeyler arasında yüreklilik yoktur ama
korku vardır. Korku doğal yüreklilik yapaydır. Yüreklilik bizim buluşumuzdur,
korkuya karşı oluşturduğumuz bir dayanaktır, bir korunma, bir savunma
koşuludur. Buna göre korku yüreklilikten daha karmaşık bir duygudur. Yüreklilik
düşünülmüş ya da düşünülebilen bir şey olmakla yalındır, korku düşünceyi aşar
ve alabildiğine karmaşıktır. Bu elbette bizim yürekliliği önemsemememiz
gerektiği anlamına gelmez. Yüreklilik iyidir. Yüreklilik korkuya karşı ahlakın
güvencesidir. Korku karmaşıktır, karmaşık olduğu için de tehlikelidir.
Korkuttuğumuz insan belki de bizi yoketme tasarıları geliştirecektir. Ruhsal ya
da fiziksel açıdan güçsüzlüğümüz ölçüsünde korkak oluruz, korkak olduğumuz
ölçüde tehlikeli oluruz. Korku tehlike yaratır çünkü kimse onu sürekli
yaşayamaz, onu bir yerde bitirmek gerekir. Çünkü korku önünde sonunda
giderilmesi gereken bir duygudur. Korkuda karar oluşturulmaz ama korku önünde
sonunda bizim ussal olan ya da olmayan bir karar oluşturmamızı gerektirecektir.
Bu karar da korkunun şiddetine göre ağır
bir karar olabilir. Bu yüzden gerçekten korkulması gereken tek varlık korkak
insandır. Başka türlerin bireyleri korktukları zaman içgüdüsel düzeyde çeşitli
tepkiler oluşturabilirler. Bunu biz doğada rahatça gözlemleyebiliriz. Ama
insanın korktuğu zaman ne yapacağı belli değildir. İnsan korktuğu zaman
tehlikeli olur. Nasıl şiddet şiddeti yaratırsa korku da korkuyu getirir: ne
kadar korku ekersek o kadar korku biçeriz. Kısacası, korku insan yaşamının
vazgeçilmez bir yönüdür. İnsan korkar, çünkü yaralanabilir bir varlıktır. Öbür
türlerin bireyleri de yaralanabilir oldukları için korkarlar. İnsanın korkulan
geniş çerçevelidir. İnsan çünkü çok geniş çerçevede yaralanabilir.
Böylece tarihimiz korkuların tarihi,
yaşamımız korkuların yaşamıdır. İnsanlık geleceğe doğru korkularla ya da korka
korka ilerler. İnsanoğlu zedelene zedelene geleceğe açar kendini. Gelişimin
vazgeçilmez koşuludur bu. Ancak korkunun bugün vazgeçilmez olması onun
vazgeçilmeyecek olması anlamına gelmez. Hepimiz korkusuz bir dünya
kurabilmenin koşullarını yaratmak için çaba göstermeliyiz. İnsanı korkutan
insan yarınki insanlığın doğal bir üyesi olmamalıdır. Bir gün bilinç kendini
tam bir evrensellikte kurabilecek ve o zaman insan belki yalnızca ölümden
korkan, ondan da korkmaması gerektiğini azçok bilen bir varlık olacaktır. Ama
bugün korkularımız var. Bugün kişisel ve toplumsal çıkarlar adına da, şu ya da
bu biçimde egemen olmak adına da, güçlü insan görünümleri ortaya koymak adına
da birbirimizi zedeliyoruz. Yarının insanı korkaklığı da korkutucu olmayı da
kendine yakıştırmayacak. Önemli olan yürekli olmak değil yürekliliği
gerektirmeyecek bir yaşam koşulunu insan için geçerli kılabilmektir.
Sh: 105-115
Kaynak: Afşar TİMUÇİN, Ölesiye Sevmek, Bulut
Yayınları, 2009, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar