Print Friendly and PDF

HAZRETİ MUHAMMED SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN EVİ BÖYLEYDİ

Bunlarada Bakarsınız



“Ah min el- aşkı ve hâlatihi
Ahraka kalbî bi hararatihi
Ma-nazara aynî ilâ gayrikum
Uskimu billahi ve ayatihi”
  [1]
Vücudum mübtelâyı derdi hicran oldu ser-tâ-pâ
Bana ağlayın ki, yarin asistanından cüdâyım ben
Acep mi gelse çeşmimden sirişkim böyle mahzundur
Ciğerde onulmaz bir derde mübtelâyım ben.[2]
Leylâ Hanım
 
“Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi.”                       (Tirmizî)
Allah (celle celâlühû)´ın en sevmediği şey “bulunduğu hale razı olmamak” tır. Bize örnek olması açısından O´nun bu hali gözümüzün önünden hiç kaybolmamalıdır.
Hz. Ömer (radiyallâhü anh) insanların nail oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki:
“Gerçekten ben Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile bulamadığını gördüm.”                                                        (Müslim)
Yine, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin evininin, başını dayandığı içerisi lifle doldurulmuş bir yastık, vücudunun ancak bir kısmına kifayet eden hurma yaprağından örülmüş bir hasır, tepesinin üzerinde ası duran işlenmemiş bir kaç deri ve bir miktarda deri işlemede kullanılan ağaç yaprağından olduğundan bahseder.
Hasırın örgülerinin, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) vücudunun açık yerlerinde izler yapmış olduğunu gören Hz. Ömer (radiyallahü anh) manzaradan müteessir olarak ağlamaya başlar. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ) niçin ağladığını sorunca:
“Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücudunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser nehirler, meyveler içerisinde altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar üzerinde olsunlar, Sen ise Allah (celle celâlühû)´ın Resulü ol da böyle yokluk çek, sana da yatak yapsak olmaz mı? Der.
Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
“Onların nimeti dünyada peşin verilmiştir.” “Benim dünya ile ne alâkam var, ben dünyada kendimi bir ağacın altında gölgelenip, sonra bırakıp giden yolcu gibi görüyorum” cevabını vermiştir.
Bizlerin nankörlüğü çok olmasına rağmen Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in fedakârlığı Allah (celle celâlühû)´ın bize rahmetini çekerek yerden ve gökten gelecek azaplara keffâret olmuştur.[3] Uhud dağını altın olarak teklif eden Rabb´ine sabırla yardım istemesi biz Ümmeti için olmuştur.
O´nun bu hali o hale varmıştı ki; tarifi mümkün olmaz bir hal almıştı.
Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (radiyallahü anh) namazdan sonra sordu:
“Ya Rasûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi:
 “Ya Ebâ Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”
Ebû Hüreyre (radiyallahü anh) diyor ki, bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Resulü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu:
“Ağlama Ya Ebâ Hüreyre! Burada çekilen açlık, insanı ahiret azabından kurtarır.”                   (Kenzu´l-Ummâl)
Çekilen bu sıkıntı Şefaat makamında olanın, Rabb´ine karşı sermayesidir. Bize düşen O´na layık ümmet olmaktır.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin şu halini gözümüzde bir canlandıralım.
“Gecenin yarısıydı. Açlık Allah (celle celâlühû) Resulü´nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ıstırabından geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O´nu terk edeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi; tanımıştı... Bu, hayatının hiçbir anında O´ndan ayrılmayan insandı. Hayatı boyunca hep Onunla beraber olmuştu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine´nin bu tenha köşesinde randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir (radiyallahü anh)´dı ve Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ona selâm verdi. Ardından da sordu:
“Ya Ebâ Bekir! Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?”
Ebû Bekir (radiyallahü anh), Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi görünce derdini unutuvermişti. Zaten o, hep öyle idi.
Hani Mekke´de Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş, bir gün baygın kalmış ve gözlerini ilk açtığında “Allah (celle celâlühû) Resulü´ne ne oldu?” diye sormuştu. Anası Ümmi Ümâre kızmış: “Ölüyorsun; fakat hâlâ O´nu düşünüyorsun” demişti.
Annesi bilmiyordu ki, Ebû Bekir (radiyallahü anh), O´nu düşünmediği zaman ölürdü. Çünkü Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O´ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in sorusuna “Açlık” diye cevap veriyordu. “Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya çıktım.”
Hemen ardından ekledi: “Anam babam Sana feda olsun Ya Rasûlallah, Sen niye çıktın?”
Cevap aynıydı. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) da açlıktan dolayı çıkmıştı. Tam bu esnada bir karartı daha belirdi. Belli ki bu uzun boylu, görkemli insan Hz. Ömer (radiyallahü anh)´di. Zaten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) sağ tarafına Hz. Ebû Bekir (radiyallahü anh)´i almıştı. Gelen Hz. Ömer (radiyallahü anh)´di. Karşısında bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı alındı. Kâinatın Sultanı (sallallâhü aleyhi ve sellem), Ömer (radiyallahü anh)´a de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi:
“Açlık, Ey Allah´ın Resulü, açlık beni dışarıya çıkardı” dedi.
Efendimizin hatırına Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin Ebu´l-Heysem´e gidelim” dedi.
Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh)´ın evine vardılar. Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh) ve hanımı, uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya altıydı.
Önce kapıyı Hz. Ömer (radiyallahü anh) çaldı. O gür sesiyle “Ya Ebe´l-Heysem!” diye seslendi. Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh) de hanımı da sesi duymadı. Fakat yatağında mışıl, mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından fırladı, “Baba! Kalk Ömer geldi” dedi.
Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh), çocuğunu rüya görüyor sandı. “Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer´in işi ne?” Çocuk yattı.
Kapı açılmayınca, bu defa da o narin sesli Ebû Bekir (radiyallahü anh), gelip seslendi: “Ya Ebe´l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba! Ebû Bekir geldi” diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı.
Fakat son gelen, sesi soluğu cenazeleri dahi canlandıran Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) di. O, Ya Ebe´l-Heysem!” diye seslenince, çocuk, artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de
“Baba kalk, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) geldi!” diyordu.
Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh), neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin bu saatinde, hanesine, Sultanlar Sultanı nüzul etmişti. Hemen onları içeri aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip olurdu. Hayatının en mutlu anını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı. Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti. Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin gözleri dolu dolu oldu. Dudaklarından şu sözler döküldü:
“Allah´a kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.”                                  (Müslim)                Ardından da şu ayeti okudu:
“O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz”                                    (Tekâsür 8)
“Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde, evinde rafta bir parça arpadan başka bir şey bırakmamıştır.” “Yalnız silahını, katırını ve bir de vakfettiği bir toprak bırakmıştır.”                              (Buhari)
Ya Rabb´i sevgilinin halini kazanamayız. Lakin bu sevgi uğruna bizi onun tattığı elemlerden de mahrum etme.
Şah-ı Nakşibent (k.s) bu sırra binaen “Allah (celle celâlühû)´ım ihvanıma zekât verecek kadar çok mal, zekât alacak kadar fakirlik verme” diye dua ederlerdi. Bunun hikmeti ile ihvan-ı kiramda fazla bir zenginlik zuhur etmedi.
Zenginliğin artmasını malda değil kanaatte arayınız. Her kolaylığın arkası bir zorluk, her zorluğun arkası da bir kolaylıktır.
“Fakirlik neredeyse küfür olacaktı” sırrını da unutmamak lazımdır. Fakat fakirlikteki sabır yine zenginlikten daha emniyetlidir.
 “Kim Allah (celle celâlühû) için olursa, Allah (celle celâlühû)´ta onun için olur”
Hadîsi şerifince, kim kendi nefsinden boşalsa, Hakk onu kendi ile doldurur. Fâniliğini alır, bakiliği bedel verir.
“Seni fakir bulup zengin etmedi mi?”           (Duha, 8)
Hakiki fakirlik varlığı boşaltmaktır. Âdem´in kelime manası “yokluk” demektir. Eğer bu yokluk kabiliyeti insanda olmasaydı halife olamazdı.          
Fakirlik “yokluk” mertebesine ulaşmayan üstün özelliklere kavuşamaz. “Fakirlik övüncüm”dür demesi “bütün tecelliyatlara mazharım” demektir. Dolu olana Hakk yüz göstermez.
Fakir hiçbir şeyi olmayan değil, manada her dediği olandır. Manada her dediği olan demek, istek sahibi olmaktan azade (hür) olmak demektir. 
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in“Allah (celle celâlühû)´ım Sana (iftikâr ile) muhtaç olmak ile beni zenginleştir, Sen´den müstağni (zenginleşmek) olmak suretiyle beni fakirleştirme” buyurmasına buna delildir.
Fakirlik makamına erişen “Kün” yani “ol” emrinin himmetine kavuşmuştur. Bu makamın sahibi ise Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
“Fakirlik tamam olduğunda; O, Allah (celle celâlühû)´tır” sözü ile Allah (celle celâlühû)´a kavuşmadan bahsedilmiştir.
------------------------
 [1]—Ah! Aşk ve hallerinden çektiklerime
Kalbim hararetleri ile yandı
Allah Teâlâ’ya ve O’nun ayetlerine yemin ederim ki,
Gözüm senden başkasına bakmadı.
[2]—Vücudum mübtelâyı derdi hicran oldu baştan ayağa
Bana ağlayın ki, yârin kapsından ayrı düştüm
Acep mi dökülse gözümden gözyaşım, böyle mahzundur
Ciğerde onulmaz bir derde mübtelâyım ben.
[3]— Hz. Ebu Hureyre (radiyallahü anh) anlatıyor: Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Irak'a ölçeği ve dirhemi verilmeyecek. Şam'a da ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Mısır'a ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Başladığınız yere döneceksiniz" buyurdu ve üç kere tekrar etti. Buna Ebu Hureyre'nin eti ve kanı şahit oldu.” (Müslim)

Ahir zamanda olacak bazı hadiselerden bizleri emniyette bırakacak olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
Hicaz, Mekke, Yemen hastalıktan,
Medine kızıllıktan,
Mısır ve Fas zelzeleden,
Anadolu ve Avrupa kuraklık ve kıtlıktan,
Taberistan, İran´da belalardan,
Irak Beni Süfyan (zalim kâfir hükümdar)
Bağdat Musul Diyarbakır suya gark olarak,
Horasan Tatar Kafkasya bulaşıcı hastalıklardan,
Semerkant´ı Tataristan harap olur.
Kaşkar Hatayî, Keşmir, Kabil Hindistan kâfirleri tarafından; harap olur.

Kaynak:
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ,
Sevgili Efendimize Muhammedî Dua, Buhara Yayınevi - İstanbul 

1400 yıl önce Hazreti Peygamber'in yaşadığı ev hadisler ışığında uzmanlar tarafından birebir yeniden yapıldı.

RESİMLER


[1]—Ah! Aşk ve hallerinden çektiklerime
         Kalbim hararetleri ile yandı
         Allah Teâlâ’ya ve O’nun ayetlerine yemin ederim ki,
         Gözüm senden başkasına bakmadı.  
[2]—Vücudum mübtelâyı derdi hicran oldu baştan ayağa
         Bana ağlayın ki, yârin kapsından ayrı düştüm
         Acep mi dökülse gözümden gözyaşım, böyle mahzundur
         Ciğerde onulmaz bir derde mübtelâyım ben.
[3]— Hz. Ebu Hureyre (radiyallahü anh) anlatıyor: Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Irak'a ölçeği ve dirhemi verilmeyecek. Şam'a da ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Mısır'a ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Başladığınız yere döneceksiniz" buyurdu ve üç kere tekrar etti. Buna Ebu Hureyre'nin eti ve kanı şahit oldu.” (Müslim)
        Ahir zamanda olacak bazı hadiselerden bizleri emniyette bırakacak olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
Hicaz, Mekke, Yemen hastalıktan,
Medine kızıllıktan,
Mısır ve Fas zelzeleden,
Anadolu ve Avrupa kuraklık ve kıtlıktan,
Taberistan, İran´da belalardan,
Irak Beni Süfyan (zalim kâfir hükümdar)
Bağdat Musul Diyarbakır suya gark olarak,
Horasan Tatar Kafkasya bulaşıcı hastalıklardan,
Semerkant´ı Tataristan harap olur.
Kaşkar Hatayî, Keşmir, Kabil Hindistan kâfirleri tarafından; harap olur.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar