HERŞEYİ YAZAMADIM
Ahmet ÇINAR
AHMET ÇINAR 1966 yılında
Kahramanmaraş'ın Göksun ilçesine bağlı Kireç Köyünde doğdu.1983 yılında
Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesi"nden ve 1987 yılında İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Sırasıyla: İbradı,
Dargeçit, Sultandağı, Silvan Kaymakamlığı ve Siirt Vali Yardımcılığı
görevlerinde bulundu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi"nde sırasıyla Kontrol
ve Kültür ve Turizm Daire Başkanlığı görevlerinde bulundu. Şu an Ekonomiden
Sorumlu Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in Özel Kalem Müdürlüğü görevini
yürütmektedir.
DAĞLAR YÜREĞİMDİR
HER ŞEYİ YAZAMADIM
SURHAY
İsmiyle yayınlanan 3 kitabı bulunmaktadır.
HERŞEYİ YAZAMADIM
Etkin/Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2007
Bu kitapta neler anlatılıyor?
Yazarımızın müthiş bir anlatım tarzıyla,
çocukluk yıllarından 1980 ihtilaline, üniversite hayatından gümrük memurluğuna,
kaymakam adaylığından İngiltere maceralarına, ilk kaymakamlığından askerlik
serüvenine, Dağıstan seyahatinden Şeyh Şamilin köyüne kadar ilginç bölümler
mevcuttur. Bu bölüme kadar kâh gülecek, kâh eğlenecek, kâh sinirleneceksiniz.
Ancak; bundan sonraki bölümlerde, Türkiye gerçeklerini bir kaymakamın
kaleminden okurken gözyaşlarınıza hâkim olamayacaksınız. Dargeçit-Mardin: Yıl
1996 kaymakam Mardin’in Dargeçit ilçesine atanır.
Yol yok, su yok, elektrik yok. Hemen hemen
her gece şehire ve hükümet konağına planlı saldırılar olur, öldürülen
vatandaşların yanı sıra şehit edilen güvenlik güçleri de vardır. Kısacası;
TERÖR-SALDIRI-ÇATIŞMA’dan başka bir şey yok. İşte böyle bir durumda cesur bir kaymakam devreye girer, halk ile vatandaşı uzlaştırır ve o kâbus dolu günlerde gerek vatandaşın gerek basının övgüsünü alır. Ancak, bırak övgüyü nasıl becerdin demek nezaketinde bulunmayan kişilerde olacaktır. Bundan sonra kısa bir dönem AFYON-Sultandağı’na tayin olur. Kaymakam burada da sıkıntılar yaşayacaktır. Çünkü görevde olduğu zaman Sultandağı’nda büyük bir deprem olacak ve ayrı bir serüven başlayacaktır...Hele SİİRT vali yardımcısı olduktan sonra başka âlemin içinde bulur kendini. Orası bambaşka bir âlem ve bu âlemde bambaşka kişiler hüküm sürmektedir. Kaymakam burada da maceralar yaşamaktadır...
Görev biter ve kaymakam DİYARBAKIR-SİLVAN’a atanır..."Dert bir değil elvan elvan" nağmeleri sanki Silvan için yazılmış da "Dert bir değil Silvan Silvan" olmuştur...Son bölümlerde ilginç tespitlerde bulunarak yorumlar yapar, böylece Türkiye gerçeklerine parmak basarak kimler kimlerin görevlerini üstlendiklerini, kimlerinde görevden kaçtıklarını, kimler de görevleri olmadığı halde kendine görev çıkardığını ibretle okuyacaksınız.
Kitabın en sonundaki yorumu okuyunca VAY BE bu kitap neymiş böyle, VAY BE bu kaymakam kimmiş diyecek, okuduğunuz kitabın etkisinden kurtulamayacak, herkese anlatmak zorunda hissedeceksiniz.
TERÖR-SALDIRI-ÇATIŞMA’dan başka bir şey yok. İşte böyle bir durumda cesur bir kaymakam devreye girer, halk ile vatandaşı uzlaştırır ve o kâbus dolu günlerde gerek vatandaşın gerek basının övgüsünü alır. Ancak, bırak övgüyü nasıl becerdin demek nezaketinde bulunmayan kişilerde olacaktır. Bundan sonra kısa bir dönem AFYON-Sultandağı’na tayin olur. Kaymakam burada da sıkıntılar yaşayacaktır. Çünkü görevde olduğu zaman Sultandağı’nda büyük bir deprem olacak ve ayrı bir serüven başlayacaktır...Hele SİİRT vali yardımcısı olduktan sonra başka âlemin içinde bulur kendini. Orası bambaşka bir âlem ve bu âlemde bambaşka kişiler hüküm sürmektedir. Kaymakam burada da maceralar yaşamaktadır...
Görev biter ve kaymakam DİYARBAKIR-SİLVAN’a atanır..."Dert bir değil elvan elvan" nağmeleri sanki Silvan için yazılmış da "Dert bir değil Silvan Silvan" olmuştur...Son bölümlerde ilginç tespitlerde bulunarak yorumlar yapar, böylece Türkiye gerçeklerine parmak basarak kimler kimlerin görevlerini üstlendiklerini, kimlerinde görevden kaçtıklarını, kimler de görevleri olmadığı halde kendine görev çıkardığını ibretle okuyacaksınız.
Kitabın en sonundaki yorumu okuyunca VAY BE bu kitap neymiş böyle, VAY BE bu kaymakam kimmiş diyecek, okuduğunuz kitabın etkisinden kurtulamayacak, herkese anlatmak zorunda hissedeceksiniz.
KİTAPTAN SİZİN İÇİN SEÇTİĞİM BÖLÜMLER
Kitap okunması gereken Harika bölümlerle
dolu, ben küçük bir kısmını sizinle paylaştım. Okumanızı isterim samimiyetle
yazılmış. Bu kişiler bulunduğu müddetçe yurdumuzun ilelebet payidar olacağını
bilmenizi isterim. Genellikle son bölümü size seçmem kitabın özeti durumunu
arzettiğindendir.
Çirkin Cinayet
Bir köyde görev yapan Trakyalı bir ebe,
yalnız kalmakta olduğu sağlık ocağı lojmanında gece vakti banyosunu yaparken
çatıdan içeriye giren iki tane ırz düşmanının tecavüzüne uğramış ve sonra da
öldürülmüştü. Ebenin fakir anne ve babası tarlada çalışmaktan çamurlu lastik
ayakkabılarıyla kızlarının cenazesini almak için gelmişler ilçeye. Bütün
ilçenin o anne ve babaya acıdığını, onlar için ağladığını anlatıyordu herkes.
Bu
köye ceza olsun diye ebe verilmiyordu. Ebenin katillerinin açık cezaevinde
kaldıkları ve şartlı olarak dışarıda gezdikleri söyleniyordu. Ebeye yedi kat
yabancı insanların bundan dolayı vicdanen rahatsız oldukları görülüyordu.
Bunun üzerine Hâkim Bey bir olay anlatmıştı:
Tecavüze uğrayan genç bir kızın mahkemesinde mağdur kız ağlayarak,
"Hakim amca, onları cezalandır ne
olur!" diye yalvarmış. Kıza acıyan hâkim,
"Sen hiç merak etme kızım, ben gerekeni
yapacağım." diye cevaplamış onu. Hâkim, mahkumiyetlerine
karar vermiş ırz düşmanlarının. Aradan bir müddet geçtikten sonra mağdur olan
kız, tecavüzcülerin salıverildiklerini öğrenmiş. Koşarak hâkime gitmiş,
"Hâkim amca, hani söz vermiştin bana,
onları hapse atacaktın." Çaresiz hakim derin bir iç çekerek,
"Ben sözümü tuttum, hapsettim onları;
ama devlet af çıkarıp salıverdi."
"Yaa! Demiş kızcağız ağlamaklı; ama,
hakim amca, onlar bana tecavüz ettiler, devlete değil. Bana tecavüz edenleri
devlet ne hakla af eder." Sh, 33
----
Cuma Günleri Hasta Olmak Yasak
İlçede amirler ve memurlar arasında
Antalya'nın ilçelerinden olanlar çoktu. İlçede göreve başladıktan sonra cuma
günleri hasta şevki almaya gelenlerin sayısında büyük artış olduğunu fark
ettim. Bunlar da çoğunlukla o çevrenin ilçelerinden amir ve memurlardı. Olayı
anlamak o kadar zor değildi; bu kişiler hastaneye sevk yaptırmak suretiyle
cuma günlerini de çalarak hafta sonu tatillerini üç güne çıkarıyorlar,
gittikleri Alanya, Manavgat hastanelerinde hiç tedavi olmadan hastaneye giriş
çıkış yaptırıp evraklarını mühürletiyorlar ve yaptıkları tatilin yol
masraflarını da bu şevklerden çıkarıyorlardı. Üstelik şevklerine refakatli,
araçlı da yazdırıyorlardı. İşin garibi bunu alışkanlık haline getiren birkaç
daire müdürü her fırsatta dini, kitabı, vatanı, milliyetçiliği kimseye
bırakmayan tiplerdi.
Hemen
bir toplantı yaptım. Bu şevklerin sahte! olduğunu açık açık söyledim ve noktayı
koydum:
-Şimdi sonuç olarak, bir daha hiç kimse cuma
günü hasta olmayacak!
-Gerçekten hasta olanlar olursa...? diye sordu
Doktor Hanım.
-Geberseler hasta olmak yasak...
dedim. Sonra da, "Doktor Hanım gerçekten ihtiyacı olan olursa sevk
edebilirsiniz. Ama o kişinin kim olduğunu bana söyleyeceksiniz ve ben de onu
mutlaka göreceğim."
Bir daha hiç kimse cuma günleri hasta olmadı.
Sh; 80
----
Şeyh Halil
Şeyh Halil, Sümer kasabasında yaşayan 75
yaşında bir İslam âlimiydi. Türkiye'mizde dini istismar eden çok sayıda hoca,
şeyh kılıklılar bulunduğu için bu şahıs hakkında görüp tanışmadan bir karar
vermeyecektim. Bölgede etkili, saygı duyulan bir insan olan Şeyh Halil'i
ziyarete gittim bir gün. Daha ilk görüşte ak sakallı, mavi gözlü bu insanın
gerçek bir âlim olduğu anlaşılıyordu. Tavırları ancak bilge bir insanın sergileyebileceği türden-
"Hoş geldiniz, göreviniz hayırlı olsun;
ama, beni çok mahcup ettiniz. Halbuki bizim size gelmemiz, 'Hoş geldiniz'
dememiz gerekirdi." dedi. Halbuki çok yaşlıydı, rahatsızdı, gelemezdi.
Bazı sorular sordum:
-Bölgeye PKK belası neden musallat oldu
sizce?
-Bundan hem siz, hem de biz sorumluyuz. Toplumdaki her türlü gelişmelerden amirler ve
âlimler sorumludur. Demek ki ne siz amirler görevinizi düzgün yaptınız, ne de
biz âlimler...
-Tarikatlarda yaygın bir ibadet şekli olan
zikirlerde, çok hareketli, tabiri caizse çılgınca tepinme ve bağırmalar var.
Sizce Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hiç bu tarzda zikir yaptı mı?
-Hayır, yapmadı.
-Peki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
bu tarzda zikir çekmediğine göre, tarikatların bu tarz zikir çekmeleri doğru
mudur?
-Hayır, doğru değildir. Bu tarz bir zikir,
şeriata aykırıdır.
"Yöremizde gelenek halinde işlenen
günahlar var. Bunlardan en önemlisi sakat yapılan evliliklerdir. Başlık,
berdel, kızın rızasını almamak hepsi haramdır. Ayrıca kızla erkeğin birbirine
her açıdan denk olması lazım, halbuki yöremizde gencecik kızlar yaşlı
erkeklerle evlendiriliyorlar. Bu yüzden ben yıllardır hiç kimsenin nikahını
kıymıyorum...
Kızlara mirastan pay verilmiyor; bu da büyük
günahtır. Mücadelemiz yetersiz kaldı sanırım. Bu yanlış gelenekleri yıkamadık
bir türlü...
Cenab-ı Allah Hz. Musa'ya sordu: -Benim için
ne yaptın?
-Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç
tuttum, ibadet ettim...
-Ya Musa! Sen onların hepsini kendin için
yaptın; cehennemden korunmak, cennete gitmek için yaptın.
-Ya Rabbi! Senin için ne yapmalıyım?
-Ya Musa! Benim için bir şey yapmak
istiyorsan iyi insanları sev, kötü insanları sevme.
Cenab-ı Allah kendisi için bir şey yapmak
için, "İnsanı sev" diyor kullarına... sh,
229-230
Tabela Var Banka Yok
İlçe nüfusu yirmi bin civarında olmasına ve
yeterli parasal işlem potansiyelinin bulunmasına rağmen ilçede bir tek banka
şubesi yoktu. Esnaf, memur, halk yani herkes perişandı. En ufak bir işlem için
Midyat'a gitmek zorundaydı herkes. Kime, nereye başvursak da bir sonuç
alamadık. Son çare olarak on bin imza topladık, ama, o da ancak bir tabelanın
asılmasına yaradı. Tabela asıldı ancak banka şubesi açılmadı.
Veda
Ayrılıklar zordur... Dargeçit'ten ayrılma
vakti gelmişti. Karşılaştığım herkes, "Gitme Kaymakam Bey! Bütün ilçe
imza toplayalım..." diyorlardı. Bu tür sözler bazen yağcılık olsun diye
de söylenir, ama, Dargeçit'te bunu herkes söylüyordu. Bu halkla, ciddi
dostluğum vardı. Onlar beni seviyorlardı, ben de onları seviyordum doğrusu.
Bazı aklı başında insanlar da, "Gitme Kaymakam Bey! Azıcık huzur
bulmuştuk... Azıcık nefes alabiliyorduk... Şimdi gidersen düzen eskiye dönerse
ne yaparız biz?" diyorlardı. Geçmişin cehennem hayatına dönmekten korkuyorlardı.
Son günümdü Dargeçit'te. Allah'ım neler de
yaşamıştım öyle? Nasıl bir boğuşmaydı o, nasıl bir yoğunluk, ne müthiş bir
tempo? Tam iki yıl. Gece yok, gündüz yok; fırtınalara, kasırgalara,
sabotajlara rağmen ipince bir ip üzerinde cambazlıktı benimkisi. Şimdi
ayrılıyordum Dargeçit'ten. Her şeyinden sorumlu olduğum bu şehirden
ayrılıyordum. Şehrin sokaklarından, evimden, kedimden; düşmana pusu olmuş,
onları korumuş bağ duvarlarından, engebeli araziden, kurşunlardan, roketlerden
ayrılıyordum. Bir çölü andıran hükümet konağının etrafına ektirdiğim
ağaçlardan, yol boyu yaprak açmış küçük akasyalardan; en zoru da dostlarımdan
ayrılıyordum. Yani bana ait bir dünyayı, her şeyiyle olduğu yerde, bir daha
belki de hiç görmemecesine bırakıp ayrılıyordum. Bir şeyler kopuyordu
yüreğimden, acı veriyordu bu bana. Duygusallığım işimi zorlaştırıyordu. Kendimi
tutmaya, sıkı durmaya çalışıyordum.] sh, 231
-----
Devlet Geri Gider mi?
Vali Bey'in korumaları anlattılar. "Vali
Bey, benzinlikten çıkarken ihtiyaca binaen makam aracını birazcık geri çeken
şoförüne,
'Ne yapıyorsun lan! Devlet geri gider mi, serseri?' diye fırça attı..." sh, 256
-----
Bunlarda mı Şehit?
Cumhuriyet törenlerini izliyorduk. Sırayla
okullar geçiyorlardı. ... "Şehit İsmail Çelik İlköğretim Okulu",
"Şehit Polis Hayrettin Şişman İlköğretim Okulu" Ancak, bir şey hemen
dikkatimi çekti. Peş peşe giden iki okula ismi verilen kişilerin soy isimleri
aynıydı. "Bunlarda mı Şehit?'' diye kızarak sordum yanı arkadaşa.
Kahkahayla gülerek, "Hayır, eski valimiz ve eşinin isimleri onlar."
diye cevapladı arkadaş. "Kaynana ve baldız eksik kalmış" dedim...
Milli eğitim müdürü Kerevan Bey, "Vali,
zorla verdirdi bu isimleri. 'Siz ilde görev yaparken isminizin verilmesi doğru
olmaz Sayın Valim!' desem de zorla verdirdi. O yetmedi aynı şeyi eşi için de
istedi. Yine itiraz ettim, yine emretti. O da yetmedi, benim de olduğum bir
ortamda kendisine yönelecek eleştirileri defetmek için vali yardımcılarının
yanında, 'Ben size ismimi vermeyin demedim mi?' diye numaradan fırça da attı
bana. Ben de ona, 'Dürüst ol Sayın Valim!' diye bağırdım." diye üzülerek
olayı anlattı Kerevan Bey.
Atilla Koç
Siirt'te adı saygıyla anılan, "Allah
razı olsun, hizmet etti." denilen tek vali ismi Atilla Koç idi. Eskileri
bilemem, ama, son dönem valiler için tek bir güzel söz duymadım halktan. Atilla
Koç'un halk tarafından sevilen bir başka özelliği de dobra dobr oluşu ve
yerinde küfürler (!) edişiydi.
Atilla Koç, bayındırlık müdürlüğündeki
berbere gider. Berber kekemedir, bu yüzden derin bir sessizlik hakimdir berber
salonunda. Traş biter. Berber zorla, "Çok yakışıklı oldunuz Sayın
Valim!" der. Yağcılıktan ve laubalilikten hiç hoşlanmayan Vali Bey, belki
kendisini yakışıklı da bulmadığı için kızarak, "Yalancının
anasını!..." diye dümdüz küfür eder. Bir anda panikleyen berber,
"He... Hem... Hem de bin kere!" diye cevaplar Vali Bey'i.
------
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
sh,229-324
TÜRKİYEM! CANIM BENİM
Vah Türkiye
Doğal olarak, Türkiye'nin kötü halinden
dolayı hep politikacılar suçlandı; ama bürokratların önemli bir kısmı
-üniformalı ve üniformasız- çok daha pis çıktılar ortaya. Vatandaşlar da -bir kısmı-
onlardan daha iyi değiller. Memleketi yağmalayanlara küfür ederlerken; aslında
dürüstlüklerinden değil, ama, kıskançlıklarından küfür ediyorlar. Aynı fırsat
kendilerine sağlansa, beterini yapacaklar. Her şeye rağmen, yanlışları
düzeltmek en başta politikacıların işidir. Halkın Büyük Kesimi Ortadadır, Hangi Eğilim
Güçlüyse, Onun Safına Geçer.
Yiyin Ağalar
Yiyin ağalar, herkesin hakkını yiyin;
yetiminkini, mazlumun-kini, körünkini, topalınkini, hatta helal olsun BENİMKİNİ
de yiyin!
Türkiye yağmalanıyor; ahmakça, ahlaksızca,
alçakça yağmalanıyor:
-Kökü dünyanın merkezine kadar derin inmiş
dev bir ulu çınarın, aç ağaç kurtlarınca kıdım kıdım bitiriİişine benziyor Türkiye'nin
hali.
- Yüzlerce sırtlanın saldırdığı çaresiz,
yaralı bir aslana benziyor Türkiye.
|
|
-Irz düşmanlarının alaylı, kahkahalı tacizlerine uğramış, orası burası parmaklanan; rencide olmuş gururuyla kendisine uzanan pis mücadeleden; çaresiz, dünya güzeli, iffetli bir kadına benziyor Türkiye.. Yağmanın binlerce çeşidinden sadece bazılarını, daha çok ilçelerde şahit olduklarımı yazacağım:
Yıllardır bir kez bile aramayan bir kaymakam
arkadaş arıyordu. "Aloo! Ahmetçiğim nasılsın?" Adamın samimiyetinden
rahatsız oldum o an. "Hayırdır İnşallah!" demekten alamadım kendimi.
"Ahmetçiğim, sen Göksunlusun. Mutlaka Mehmet Sağlamla (Milli Eğitim
Bakanı) muhabbetin vardır. Beni Göksün kaymakamlığına aldır. Bakana, benim
kendi partisine çalışacağımı da söyleyebilirsin. Şu an yanımda DYP ilçe
başkanımız da var, o da yardımcı olacak bana..." Adam daha mesleğin
başında taklalara başlamıştı...
Yine hiç aramayan bir ses, "Ahmetçiğim,
seni ziyaret edeceğim, ilçene girmek üzereyim; ama sen benzini hangi petrolden
alıyorsun? Yol üzerindeyse arabaya benzin alacağım, geri dönmeyelim
tekrar." "Resmi araç mı?" diye sormaya utandım; çünkü, bazen
resmi görevle seyahat eden kaymakamlar olabiliyor; ancak geldiğinde baktım ki
araç sivildi, kendi cebimden ödedim benzini..
Adam vali olamamaktan şikâyetçiydi. "Bu
ülkede bir şey olabilmek için ya Çerkez, ya Gürcü, ya da bir şey olmak lazım
kardeşim!" diye hayıflanıyordu.
"Bizim grupta sadece iki tane Çerkez
varız.; ben Dargeçit'e, arkasından da Siirt vali yardımcılığına atandım; diğer
arkadaş da Kars vali yardımcılığına atandı. Neden böyle yanlış şeyler düşünüyorsun?" dedim. Bu insanın vali olma şansı yüksek...
Atamalar
(Bazı) İktidar partisi milletvekilleri ve
il-ilçe parti teşkilatları, müstahdem atamalarına kadar burunlarını sokuyor;
hiçbir liyakat, adalet şartı gözetmeksizin adamı olanları, bazıları da en az
" X. 000 dolar" parayı bastıranları alıyorlar işe, ya da terfi ettiriyorlar.
Bu da devlet kadrolarına yeteneksiz, bilgisiz, daha işe girerken rüşvet verdikleri için
dürüst olmayan insanların yerleşmesine neden oluyor. Layık olmadığı halde amir olan insanlar,
kendilerinden çok daha bilgili ve yetenekli astlarını kıskanıp ezmeye
çalışıyor ya da bu kişiler amirleriyle ters düşüyorlar. Dolayısıyla yetenekli
ve bilgili insanlar pasif duruma düşürülüyorlar. Milli eğitim, sağlık vs.
teşkilatlarda il müdürleri bir günde memur (doktor-öğretmen), bir
öğretmen-doktor da bir günde il müdürü olabiliyorlar. Bu da koltuğunu bir anda
kaybetmek istemeyen (bazı) il müdürlerini siyasilere uşak yapıyor.
Adaletsiz yapılan tayinler, görevlilerin
küsmesine neden oluyor ve hiç kimse gönülden çalışmak istemiyor. Adamı olan en
küçük memur bile amirlerini iplemiyor, çalışma disiplinini bozuyor, verimi
düşürüyor. Bütün bunlar bozulan düzen, halkta uyandırdığı adaletsizlik hissi,
insanların küsmesi ve tembelleşmesi; yetenekli, bilgili, tecrübeli insanların
atıl kalması gibi üre-tim-verim açısından oluşan en büyük yağmalardan
birisidir.
Atamalarda en dürüst davranmaya çalışan
iktidarlar da yanlış atama yapıyorlar. Çok dürüst, namazlı niyazlı diye atadıkları
adamların birçoğu işinin ehli değil. Bırakın kocaman kurumları idare etmeyi
adamcağızların dünyadan haberleri yok. İyilik dürüstlük iyi bir kriterdir ama,
iyiler ve dürüstlerin arasından ehil olanı seçmiyoruz çoğu zaman. Hem Kur'an-ı
Kerim’de "İşi ehline veriniz" demiyor mu. Bu ehil kişiler
karşı düşüncelerden olsalar bile.
Bir de devlet idarelerinde yetkili kişiler
için, "Çok dürüsttür, çok iyi adamdır..." lafları çok dolaşır. Adam
dürüst ama yönetimi altındaki işler kötü gidiyor ve dönen dolaplardan haberi
yok veya engelleme kabiliyeti yok. Ne anladım ki böyle dürüstlükten.
Dürüstlüğün ölçüsü sorumlu ve yetkili olduğu alandaki bütün işlerin doğru
yapılması ve yanlışlara engel olmak olmalıdır.
Belediyeler
Türkiye'de 2000 nüfusu bulmayan belki
binlerce belediye var. En küçük belediyenin başkanı, bir hâkim ya da
kaymakamdan fazla maaş alır; ancak hizmet vermeleri de mümkün değil. En
küçük kasabanın belediye başkanı bile resmi araçla, yılda en az birçok kez
Ankara'ya gitmektedir. Bahaneleri de iş takibidir. Gitmeyenler de, halk
tarafından "Neden yatıyorsun, Ankara'da iş takip etmiyorsun?" diye
zorla gönderiliyorlar. Çok yazık; sırf siyasi menfaat kastıyla ve nüfusları da
suç işlemek suretiyle abartılarak, kanuni şartlara uymadan kurulan belediyeler
bunlar. Sosyal ve kültürel açıdan da hiçbir faydası olmayan bilakis rant
kavgasına, belde sakinleri arasında husumetlere neden olan kurumlar. Aynı
masraflar köy statüsünde kalmak kaydıyla yapılsaydı, yüz kat daha iyi ve fazla
hizmet görecekti bu bölgeler. Devletin kesin bir kararla bu konuyu halletmesi,
yolsuzluklarla mücadelede ve kaynak yaratmada öncelikli konulardan olması
gereklidir.
Teşvikler
Türkiye'nin teşvik enkazlarıyla dolu olduğu
bilinen bir gerçek.
Teşviki verenlerin, alanların ve kontrol
edenlerin suiistimali, ülkemizi çok büyük zarara uğratmakta, herkesin hakkının
birkaç kişiye peşkeş çekilmesi sonucunu doğurmaktadır. Diyarbakır-Silvan
yolunda, sadece yol üzerinde görülen alanda bu enkazlardan dokuz tane var.
İhâleler
Devleti, bankaları vs. dolandıran büyük
ihalelerden hiç bahsetmeyeceğim. İnşaat sektöründe, müteahhitlere fahiş karlar
bırakan ihaleleri nedense hep ildeki iktidar partisinin milletvekili ve il
teşkilatına yakın olan müteahhitler kazanırlar. Tuvalet ihalesine kadar
burnunu sokan bazı malum siyasiler, her müteahhitten % pay alırlar. Gıda
alımlarında, mefruşat alımlarında, parça alımlarında akla gelebilecek her türlü
ihalelerde durum aynıdır. Alınan malzemelerin yapılan işlerin hiç birisi de
standart-lara-şartnamelere uygun olmaz.
Bir müteahhit, Dargeçit'in Kılavuz
kasabasındaki çatısız bir okul için çatı onarımıyla ilgili bir hakediş
düzenleyerek imzaya geldi. İmzalamadım. Vali, yardımcısına telefon ettirerek,
hakedişi imzalamamı istiyordu. Çatısız okula çatı onarımıyla ilgili dosya
tanzim eden görevlilerle ilgili suç duyurusunda bulundum; ayrıca bundan sonraki
ihaleleri yapma yetkisinin kaymakamlıklara verilmesini sağladım.
Fazla İstihdam
Örneğin köy hizmetleri teşkilatında, bütün
illerde ihtiyaç duyulandan on kat daha fazla işçi çalıştırılır. Birçok işçi
kendi özel işleriyle meşgul olur ve her ay maaşını alır. Maaştan daha çok
sigorta, tedavi giderleri olur. İşin garibi en çok "Allah-Hak" diyen
bir partinin genel başkanı seçim propagandasında bu torpille mevsimlik işçi
statüsü verilip çalışmadan haram para alan bu işçi kesimini mağdur edilen
mazlumlar sınıfında tanımlayıp onlara kadro verme sözleri vermişti.
Nevşehir'de: İhtiyaç - 70, mevcut - 650
(1992)
Antalya'da: İhtiyaç - 200, mevcut - 900
(1995)
Siirt'te: İhtiyaç - 80, mevcut - 790 (1999)
Bu iller görev yaptığım iller olduğu için
bizzat il müdürlerinden çalışmış olduğum dönemlerde aldığım rakamlardır. Bazı
belediyeler seçimi kazananların yedi sülalesine ekmek kapısı olur. Belediye
bütçeleri ancak personelin maaş ve tedavi giderlerine yeter. Hiçbir hizmet
yapılmaz. Araçlar şahısların hizmetinde çalışırlar. Bir kısım belediye
başkanları ve personel, paraları büyük şehirlerin otellerinde yerler ve
harcadıkları paraları akaryakıt, ısınma gideri, araç parçası vs. faturalarla
kapatırlar. Bazı iktidar partisi milletvekilleri belediyelere para çıkarır, bu
paradan da yüzdesini alırlar.
Sağlık
Bazı hastanelerde belli doktorlar, para
karşılığında rapor verirler. Raporların gün sayısına göre rayici vardır.
Özellikle hastaneye yatacak, ameliyat olacak hastalar, önce doktorların muayenehanesine
uğramak zorundadırlar. Her ameliyattan, "Bıçak parası(!)" alır
doktorlar. Hâlbuki doktorlar daha işe başlarken, aynı hizmetleri maaş
karşılığında yapmak şartını kabul ederler. Maaşların az olduğu konusu herkes
için geçerlidir. Dolayısıyla bıçak parasıyla rüşvet, eş anlamlıdır.
Hasta şevkleri araçlı, refakatli, uçaklı
yapılır ve yol masrafları çıkar. Tatile, düğüne, taziyeye; uçaklı, refakatli
giden yüzlerce sahtekâr memur var. Kaplıcalara tatile amaçlı yirmi-otuz gün
karı-koca refakatli tedavi şevklerine şahit oldum...
Eczane
Türkiye'de en yaygın yolsuzluk çeşitlerinden
birisidir ilaç yolsuzluğu: Memur ve işçi-doktor-eczane üçgeninde inanılmaz
yolsuzluklar yapılıyor.
Küçücük ilçelerde karşılaştığım
sahtekârlıklar o kadar çoktu ki, bütün bunları ülke genelinde hiç bilmediğim ve
karşılaşmadığım alanları da hesaba katınca, ne korkunç boyutlarda olduğunu
düşünmek dahi bunaltıyor insanı.
Dargeçit kaymakamıydım. Belediye personelinin
reçete sahtekârlığı yaptığını haber aldım. Eczacılar, doktor imzasını taklit
edip reçete doldurmuşlardı. Telefon ettim muhasebe müdürüne. "Yerinde
yok" dediler.
-Beş dakikaya kadar telefonuma çıksın.
Yoksa!... dedim. Çıktı telefonuma.
-Hemen reçeteleri al gel!
-Yırttım attım efendim!
-Beş dakika müsaade sana, yırttıklarını al
gel!
-Aldı geldi. Yırtmamıştı. Yalancı çıkmamak
için avuçlarında buruşturmuştu.
Konuyu savcılığa intikal ettirdim. Eczaneyi
kapattırdım.
Şanlı Urfa'ya görevli gitmiştim. Yolda resmi
aracımızın benzinini almak için özel idareden aldığımız Petrol Ofisi'nin
çekleri vardı elimizde. Kurşunsuz benzin bulamadığımız için, dört ayrı petrol
istasyonuna uğradık. İstisnasız hepsi de, "Abi fazlamız var. Fatura
keseyim parayı kırışalım." teklifinde bulundular koruma polisime. İlk defa
karşılaştığım bu olay şok etti beni. Bütün istasyonların aynı sahtekârlığı
teklif etmiş olması, Türkiye'de resmi araçların yakıt alımlarındaki
sahtekarlığın boyutunu göstermek açısından çok çarpıcı.
Türkiye çok güçlü bir ülke hakikaten. Göz
boyamalık dökülen asfaltlar, ihtiyaç yokken yapılan resmi binalar, yağmanın
israf kısmını oluşturuyor. (Afyon'da toplam 360 sağlık evinden sadece 162'sinde
ebe vardı. Kapalı binalara da sürekli onarım için masraflar yapılır.)
Batılılaşma
Türkiye Cumhuriyeti'nin hedefinin, Batılılaşma diye adlandırılması isabetli mi? Böyle bir
hedef olabilir mi? Bugün itibariyle batının gelmiş olduğu nokta her yönüyle
mükemmel bile olsa, sonsuza dek inkişafa mahkûm olan insanlığın ve tabi ki Türk
milletinin de kendisini Batılılaşma hedefiyle sınırlaması doğru mudur? Tarihte,
Mısır devletinde olduğu gibi, Doğu'da bir çıkış yaparak Batı'yı geçen ülkeler
olursa, pardon(l)
deyip
Doğu'ya mı yöneleceğiz? O zaman da hedefimizin adı. Doğululaşma mı olacak? Hedeflerimizin
ilmi-milli-evrensel ölçülerde olması gerekir.
Şükrü Hanioğlu hocamız, fakültede öğrenci iken derste anlatmıştı:
"İttihatçı Abdullah Cevdet ve arkadaşları çok zeki üniversite
öğrencilerine zorla Darwin teorisini ezberletiyor ve Allahsızlığı
öğretiyorlardı.
"Türklerin yaradılıştan bilim ve idareye
kafaları çalışmaz. Dolayısıyla Avrupa'dan damızlık erkek getirip karılarımızı
ettirerek(!) üreyen yeni neslin tamamını ülkenin idarecisi yapalım." görüşünü savunuyorlardı yaşayan
bir başka ülke var mı bilmem. Bizim Atatürkçülüğümüz biraz böyleI. Abdülhamit
Han, "Allah'ın düşmanı" anlamına gelen, "Adüvullah
Cevret" adını kullanıyordu onun için. Tam isabet. Türkiye Cumhuriyeti'nde
her zaman ihanetinin farkında olmayan, ancak birtakım kulüp bağlantıları olan
hep hain bir kesim var olmuştur.
Necip Fazıl Üstad, batılılaşmayı, "Batılılaşma = Yunan Felsefesi + Roma Düzeni + Hıristiyan
Ahlakı" diye özetliyor. Ve abartılan Batılılaşma çabalarına da, "Biz
güneşi ceketimizin astarında kaybettik!" diyor.
Merhum Cemil Meriç de, "Zavallı Türk
aydını, Batılı dostlar alınmasınlar diye hazinesini gizlemeye çalışır. Sonra
unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını
benimser. Dev papağanlasın..
Batının bütün eserlerinde kölelerin hakkı,
ödenmeyen alın terleri vardır; ama Osmanlı'nın bütün eserlerinde, çalışan herkesin
hakkı son kuruşuna kadar ödenmiştir... (Ümrandan Uygarlığa)" diyor.
Batılılaşma deyimi, daha hayatının başından
itibaren neslimizin Batılıya hayranlık duyup, kendisinin aşağılık kompleksine
girmesine neden oluyor.
Atatürkçülük
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu;
karizmasıyla, yetenekleriyle dünya çapında bir lider. O da herkes gibi eksileri
ve artıları olabilecek bir insan.
Tarihin her döneminde, her millet zor
anlarında kendi kurtarıcı liderlerini ortaya çıkarır ve onu sever, biz de
öyle... Dünyada bir lideri bizim kadar abartılı seven, bizim kadar sloganla
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesinde, İnkılâp Tarihi dersimize Tayfun Akgüner geliyordu. Üç yüz kişilik
sınıfta hocanın dersini dinleyen sadece üç kişi vardı. Aynı hoca İdare Hukuku
dersinde İnkılâp Tarihi derlerine katılmayan öğrencileri yoklama yapmakla
tehdit ediyordu. Yine de ortalama üç kişiye ders vermek zorunda kaldı. Daha
sonra hoca değişti ye aynı derse okulumuzun eski dekanı Prof. Vakur Versan
gelmeye başladı. Hoca o birikimiyle muhteşem şeyler anlatıyordu. Aynı derse
300 kişilik sınıfımızın tamamının yanında komşu fakültelerden öğrenciler de
geliyor, pencere ve duvar diplerinde ayakta dinliyorlardı dersi. Hoca farkı bu
olmalıydı. Prof. Vakur Versan, artık yaşlanmıştı. Her nasılsa son zamanlarda
Osmanlı hayranlığı başlamıştı hocada. Osmanlı'ya haksızlık yapıldığı kanısı ve
pişmanlığı vardı. II. Abdülhamit'i tahttan indirmeye gelen dört kişiden
ikisinin Ermeni, birinin Yahudi ve birinin de Arnavut olduğunu, aralarında bir
tane bile Türk asıllı insanın bulunmamasının padişahı derinden üzdüğünü,
Abdülhamit'ten altı ay sonra ise, Balkanlar'ın elden çıktığını anlattı. Ah
çekişleri derindendi hakikaten...
Nedense Türk aydınlarında, Atatürkçü ve
Cumhuriyetçi olabilmek için Osmanlı'ya düşman olmak gerektiği düşüncesi hakim;
anlamsız ve tehlikeli... Neslimize padişahlarımız Firavunlar ve Kazıklı Voyvoda
gibi anlatılıyor; zevkine düşkün ve zorba... Cumhuriyet düşmanı gibi lanse
ediliyorlar. Ne komik! O zamanlar cumhuriyet diye bir şey söz konusu bile
değildi dünyada. Hangi imparator, henüz hiç denenmemiş bir rejime geçmek için
tahtını bırakabilir. Nefsinden geçtik, Osmanlı padişahı milletinin bekası için
bile böyle bir değişime cesaret edemez. Hata yapmışlardır; ancak ihanet
kasıtları asla olmamıştır.
Fakültede, Siyasal Düşünceler Tarihi
dersimize giren, İ.Ü. Hukuk Fakültesi eski Dekanı İlhan Akın, bir öğrencinin
sorusu üzerine: "Evladım, Atatürk'ü Samsun'a gönderen kesinlikle
Vahdettin'dir..." demişti. Bu gerçek ortadayken Vahdettin'e hangi vicdanla
hain diyebiliriz. Son hükümdara hazineleri kaçırdığı iftirası bile yapıldı.
Kadın-kumar-içki gibi hiçbir eğlence alışkanlığı olmayan bir padişahın
cenazesine alacaklılarınca el konuluyor ve cenaze bir yardım cemiyetince
kaldırılıyor. Nerede hazine? Bu kepazelik tarih sayfalarına bizim ayıbımız
olarak yansıyacaktır.
Çek Cumhuriyeti'nin kaplıcalarıyla ünlü
turistik kasabası Carlavy Vary'de Atatürk'ün kaldığı termal oteli ziyaret ettik.
Vahdettin, Avusturya gezisinde yanında bulunan Atatürk'ün böbreklerinin
sancılanması üzerine, özel yaverini Atatürk'ün yanına vererek tedavi için
buraya göndermiş. Bir padişah için ne kadar ince bir davranış. Yıl 1918'dir ve
ne gariptir ki bir yıl sonra yolları ayrılmıştır. Atatürk bu otelin bir
benzerini Yalova'ya yaptırmış daha sonra. Bu gün Atatürk Çiçeği dediğimiz
çiçeğin tohumlarını da bu seyahatinde alıp getirmiş Türkiye'ye.
Atatürkçülük konusunda bile anlaşabilmiş
değiliz. Değişik isimlerde Atatürkçülük ile ilgili kurulan dernekler ve
cemiyetler var ve hiçbiri diğerini beğenmiyor. Bir de Atatürkçülük maskesiyle
ortalıkta çok dolaşan İnönücüleri de göz ardı etmemek gerekir. Bu da
birbirinden hayli farklı iki fraksiyon. İş-hizmet-başarı ile Atatürkçülük
yapmıyoruz. İllaki laf!... İllaki slogan!... Şimdi herkes Atatürkçü oldu,
Atatürk düşmanları da buna dahil; hatta hortumcular, namussuzlar da dahil.
Terör
Ülkemiz diğer az gelişmiş ülkelerde olduğu
gibi ideolojik çatışmaların yoğun yaşandığı bir yer; ancak milli ruhu bozulan,
gelir dağılımında ve hizmetlerde adaletsizliğe maruz kalan, kaoslar yaşayan
ülkemizde, insanlar iyice bağnazlaştı. Kimsenin karşı fikre tahammülü yok.
Değerlerimizi, daha da tehlikelisi onu neslimize kazandıran kurumlarımızı
kaybettik.
Silahlı-silahsız yüz çeşit terör hareketi
var.
Din, ideoloji, ırk kökenli gruplar ve örgütler var. Bu durum tabi ki ülkemize
büyük zarar veriyor; ama sadece onlara kızmak, hainler demek, genç
Cumhuriyet'e yönelik terör eylemlerini duygusallaşarak lanetlemek yeterli midir
bir devlet için? Neden hatayı biraz da kendimizde aramıyoruz? Neden,
insanlarımızın bu kadar çok ayrılıkçı ve tehlikeli örgütlenmelere gitme
nedenlerini düşünmüyoruz? Kim hayatını güzel yaşamak dururken, kendisini
tehlikelere atmak ister? Vatandaşlarımızı mutlu edebilseydik, bu hastalıklar
olacak mıydı? Yoksa kötü mü yönetildik hep?
PKK
1400 yıldır devam eden Haç-Hilal savaşı
döneme göre şekil değiştirerek devam ediyor. Müslüman-Türklerin,
Hıristiyanlığın belli merkezleri olan Kudüs, İstanbul, Şam gibi yerler başta olmak
üzere, dünyanın neredeyse yarısına hükmetmeleri, kilise önderliğinde Haç'ın
Hilal düşmanlığını sürekli besledi.
ABD başta olmak üzere dünyanın güçlü
ülkelerinde kurdukları güçlü lobilerle etkili olan Ermeniler, Anadolu'ya
kavuşmanın dayanılmaz hasretini çekiyorlar. Osmanlı İmparatorluğumun büyük gücü
karşısında çaresiz kalan Hıristiyan âleminde, bir Türk-Müslüman düşmanlığı
bilinçaltına yerleşti. Aleyhimize olan her şeye koşulsuz evet diyorlar. Bütün
Hıristiyan alemi en ince ayrıntısına kadar Türkiye ve Müslüman alemi için uzun
dönemli hain planlar yapıyor ve de ustalıkla ve sabırla uyguluyor.
Oyun çok net: Bölgemiz ülkeleri birbirlerine düşman edilerek
birlikte güç oluşturmaları ve birlikte hareket etmeleri engelleniyor.
İran-Irak savaşı, Irak-Kuveyt savaşı ortada. Dünyada hangi İslam diyarının
başına bir hal gelse gözler umutla Türkiye'ye çevriliyor. Türkiye; nüfusu,
ekonomik potansiyeli ve askeri gücü ile Orta Asya'daki Türk nüfusundan dolayı
da bütün İslam âleminin liderliğine ehil tek ülke. İmparatorluktan miras kalan,
taşımak zorunda olduğu bir misyonu var. Bunu çok iyi bilen ve acı tecrübeleri
olan Hıristiyan âlemi, bu gelişmeleri engellemek, oynadığı oyunlarla nihai
hedefe ulaşmak için Kürt devletini kurmayı planlamaktadır. Irak Savaşı'nın
temelinde de bu amaç var.
Böylece Ortadoğu'ya askeri gücünü de
yerleştirerek önemli bir adım atmış oluyor. ABD'nin Talabani ile Barzani'yi
hararetle barıştırma çabalarının temelinde yatan da bu. Yoksa bütün dünyayı
sömürmüş ve sömürmeye devam eden bir zihniyetin Kürtleri, ya da Kuveyt'i
düşünmesi ihtimal dışıdır. Ayrıca ABD ve İngiltere'nin bölgede çıkarılan
petrole sahip olma isteği de herkesin malumu...
Plan, bilimin desteğiyle ve gizli servis
uzmanlarınca başarılı bir şekilde uygulanmaya devam etmektedir. Daha
Cumhuriyetin ilk yıllarında, bütün Güneydoğu'da cirit atan yabancı elçilik mensuplarının,
arkeolog, sosyolog gibi sıfatlarla çalışma yapan çok sayıda ajanın varlığı çok
çarpıcı.
Ortadoğu Cephesi: Bize Demokrasi-Rejim-İnsan Hakları
suçlamalarıyla yüklenen ABD ve Avrupa, her nedense krallıkla yönetilen Arap
ülkelerinin demokrasiye geçmesinden endişe etmektedir. Amerika ve Avrupa'ya
uşaklık yapan Arap alemi de, Osmanlı-Türk kompleksinden kaynaklanan marazi bir
hissiyatla ülkemize karşı düşmanlık duygulan beslemekteler. Suriye'nin ise
mezhepçilik, su ve Hatay sorunundan kaynaklanan bir düşmanlığı mevcut. (Yeni
dönemde gerçeklerin daha netleşmesi ve nihayet uyanmaya başlayan yeni yönetim
anlayışından kaynaklanan gelişmeler olumlu.) PKK'ya ev sahipliği yapmasının
nedeni de bu. İran, tarihten bu yana hep bencil ve ırkçı tavırlarına devam
etmiş, mezhep bağnazlığından dolayı ve bölgedeki hakim güç olma yarışında
kendisine tek rakip gördüğü Türkiye'yi zayıflatmak için, düşmanlık yapmakta,
dolayısıyla PKK'ya destek vermektedir.
Rusya, yıllar süren savaşlardan dolayı, Orta
Asya ve Kafkasya'nın bağımsızlık hareketlerinden endişeli olduğu için onlara
liderlik yapabilecek tek ülke Türkiye'yi parçalamak için PKK'ya çok büyük
destek vermektedir.
Fransa, bildik haçlı zihniyetinin ötesinde,
Ermeni lobisi etkisiyle Doğu Anadolu'da kurulacak, "Büyük
Ermenistan" ideali doğrultusunda planda birinci aşama olan PKK'yı
destekleyerek
PKK terör örgütünün varlığı ve büyümesine neden
olan haçlı zihniyetinin doğrudan ve dolaylı birleştiği hedef, bayrağında Ağrı
(Ararat) Dağı'nı sembol etmiş Ermenistan'ı genişleterek Anadolu'muzu da içine
alan Büyük Ermenistan'ı kurma idealidir. Bunun için de Kuzey Irak'ta bir Kürt
Devleti kurmayı, çevresindeki güçlü devletlerden toprak aldığı için kendisine
düşman olan bu devletler arasında sıkışan Kürt devletini koruma bahanesiyle de
bölgeye yerleşip hedeflerine ulaşmayı planlamaktadır.
Kötü Yönetim: Bölgenin hassasiyetine rağmen, bölge ile ilgili
uzun dönemli planlar hazırlanmamış ve var olanlar da gereği gibi
uygulanamamıştır. Düşman güçlerin hazırladıkları planlara karşı tedbirler
alınamamıştır. Bölge insanı farklı bir dil ve kültüre sahip olmasına rağmen,
onların Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak milli kültürle bütünleşmeleri
sağlanamamıştır. Bölgeye misyoner ruh ve yeteneğinde amir, memur ve özellikle
de öğretmen gönderilmemiştir.
Bölge insanının kültürel haklarına saygı
duyulmamış, yasaklar konulmuştur. Bu da bilinçaltında bölge halkında bir
ayrımcılık hissinin uyanmasına neden olmuştur. Örneğin Türkçe bilmeyen
milyonlarca insanın Kürtçe konuşmasının yasaklanması kadar abes ve haksız bir
yasa olamaz.
-Bölge sürgün yeri olarak görülmüş, bölgeye
-bazı- çok sayıda ayyaş, hırsız, namussuz, yeteneksiz, kalitesiz ve de kimsesiz
amir ve memurlar gönderilmiştir. Bu da devleti temsil eden memurlar nedeniyle
vatandaşın devleti hırsız, namussuz, ayyaş vs. görmesine, dolayısıyla da
devletin saygınlığının yok olmasına neden olmuştur.
-Bölgedeki feodal yapı, ciddi sınıf
ayrılıklarına neden olmuştur. Ağalık, şıhlık ve seyitlikten kaynaklanan lider
sınıf, paket oyları olduğu için siyasi partilerin gözdesi olmuş ve halk, devlet
yerine ağa, şıh ve seyyitlerin kendilerine hizmet ettiği kanısıyla devleti yok
saymışlardır. Ayrıca bölgede görev yapan idareciler zengin ağa, şıh, vs. üst
sınıfla muhabbete girmiş ve halkı unutmuştur.
-Güneydoğu'da Marksist görüşlü öğretmenler,
bütün bölgeyi fikren zehirlemişlerdir. Dargeçit'te, camide komünizm propagandası
yapan ve bu yüzden kendisine tepki gösteren cemaati silahıyla önüne katan
imama şahit oldum. Kürt örgütlerin faaliyetleri çok eskilere dayanmaktadır.
-Ülkede yaşanan yolsuzluklar, antidemokratik
tavır ve uygulamalar, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, siyasetin yarattığı
adaletsizlik, dini hayata olan haksız müdahaleler de bölge halkının PKK
propagandasıyla başka umutlara yönelmelerine neden olmaktadır.
-Cehalet-sefalet kısır döngüsü; önemli olma
tutkusuyla yanan insanların bir anda devlet kurma, tarih yaratma, dünya
çapında tanınma ve desteklenme gibi cazibelerle silaha sarılmasına neden
olmaktadır.
-Bölgelerarası büyük gelişmişlik farkı,
hizmet dağılımındaki adaletsizlikler de terörü arttırmıştır.
-Terör eylemlerinin başlamasından sonra -az
da olsa- vatandaşın maruz kaldığı tavırlar, sorgu-işkence-hakaret-taciz vs.
bazen bütün sülalenin dağa çıkmasına neden olmuştur.
Son Durum: PKK uluslararası bir örgüt sıfatını kazanmak,
dolayısıyla bir devlet gibi uluslararası alanda temsil edilmek istiyordu. Bunun
için de örgütün: 1. Silahla dolaşabilmesi. 2. Kendilerine has resmi
kıyafetlerinin olması. 3. Kurtarılmış bir toprak parçalarının olması
gerekiyordu. PKK ilk ikisini elde etti; ancak kurtarılmış bir bölgesi olamadı.
Dolayısıyla, 1997'de kurmayı planladığı devleti kurma hayalleri uzadı.
PKK, Marksist görüşe sahip olduğu için,
İslami duyguları baskın olan halkın bir kesiminin antipatisini kazandı ve
aralarında düşmanlık oluştu. Eğer örgüt, söylemlerinde İslam'ı da kullansaydı,
çok daha güçlü ve tehlikeli olacaktı. Batı'dan bile destek bulacaktı.
PKK şimdilik eylemlerinden vazgeçti; ancak,
silah gücünü muhafaza ediyor. Daha kolay, daha etkili ve tehlikeli olan siyasallaşma
sürecine girmiş bulunuyor, bunu da HADEP aracılığıyla yapıyor. HADEP'in bütün
Güneydoğu'da asker-polis-sivil memurlar ve ailelerinin karşı oylarına rağmen
ezici bir çoğunlukla belediye başkanlıklarının hemen tamamını kazanması,
tehlikenin çok daha büyüdüğüne delalet ediyor; çünkü halkın kazanılmasına dair
yapılan faaliyetlerin başarılı olduğu tahminlerinde, büyük oranda yanıldığımız
görülüyor. Seçimlerin sonucunda PKK ve HADEP:
-Uluslararası diplomasi arenasında büyük prim
kazandı.
-Devletin belediyelere aktardığı paralarla
örgüte ve onun yandaşlarına iş ve para desteği verme fırsatı doğdu.
Bir Hatıra (!)
Siirt vali yardımcısıydım. HADEP il
başkanıyla milletvekili adayının ziyarete geldiğini söyledi sekreterim. Bu,
bütün valilikte ilk defa olan bir durumdu. Bu şahıslar önce Vali Bey'e
gitmişler. Vali Bey onlarla muhatap olmayı göze alamadığı için bize göndermişti.
Odamda diğer vali yardımcısı arkadaşım Ekrem İnci de vardı. Hemen içeriye aldım
onları. Oturdukları gibi söze başladılar, "Biz yasal bir partiyiz, biz de
diğer partilerle eşit haklara sahibiz; ancak bizim seçim çalışmalarımız
engelleniyor... Netice olarak biz HADEP olarak yasalar önünde eşit muamele
görmek istiyoruz..." dediler. Ben de onlara, "Elbette biz de sizi
yasal bir parti olarak görüyoruz. Öyle görmeseydik şehirde böyle rahat
dolaşabilir miydiniz? Ancak kabul ediniz ki, sizin içinizde vatan hainleri var;
kongrenizde Türk bayrağını yere atan ve onu alkışlayan şerefsizler var, sizin
içinizde PKK gibi bir terör örgütüne sempati duyan hainler var... Biz sizi
seviyoruz; ancak, içinizdeki bu hainleri mutlaka temizleyin." Adamlar neye
uğradıklarını şaşırdılar. Çayları bittiği gibi ayağa kalktılar ve "Bize
müsaade" dediler. "Vallahi bırakmam, siz bir çayımı daha için."
diyerek hemen çay söyledim onlara. Sohbeti biraz daha koyulaştırdım. Adamlar bir
gittiler...
Ben Güneydoğu sorununun çok daha tehlikeli
noktaya geldiğini düşünüyorum. Örgüt büyük güç ve tecrübe kazandı. Neredeyse
her ailede meydana gelen ölüm olayları nedeniyle, devlete karşı düşmanlık
duyguları büyüdü. İslam kökenli "Ulu'l Emre İtaat" fikrini taşıyan ve
Kurtuluş Savaşı'nın şehitlik ve gazilik gibi omuz omuza savaşmaktan kaynaklanan
duygusal bağları olan eski nesil azaldıkça devlete bağlılık kültürü de
azalmaktadır.
Bir kötü hayal olarak kalmasını isterim, ama,
korkarım ki: Gelecek bir günde, bölgede topluca başlatılacak bir harekette
devletin çok daha sert müdahalesi gerekecek; bu durumda da bütün Hıristiyan
alemi, insan
haklan maskelerini
takacak ve binecekler tepemize. Irak'a, Sırbistan'a yaptıkları gibi saldıracaklar
bize. İnşallah olmaz, ama, hedeflerine ulaşmak için başka çare kalmazsa bunu
deneyeceklerdir.
Özellikle Güneydoğu başta olmak üzere vali,
kaymakam ve diğer üst düzey bürokratlar siyasetin çirkin baskılarından derhal
kurtarılmalı, vatandaş hizmetler için bölgesindeki ağa-paşa yerine devlete
minnettar olmalıdır. Mevcut durumda, devletin yapmış olduğu hizmetlerle ilgili
olarak, törenlerde dahi sanki babalarının parasıyla yaptırmışlar gibi, yapılan
hizmetler için devletin adı anılmazken bölgenin siyasetçilerine methiyeler
dizilmektedir. Hâlbuki bu hizmetler onların bir başarısı değil, aksine adil
hizmet dağılımını bozup devletin saygınlığını zedeleyen bir hizmet hırsızlığıdır.
Sonuç olarak, bir eylemi yapmak kadar,
gereğini yapmamanın da oluşturduğu büyük suçlar vardır. Dolayısıyla ölüler de
dâhil, yetkilerini gereği gibi kullanmayan, ihmali olan, yanlış kullanan ve
özetle ülkenin bu hale gelmesine neden olanlar ve de böyle olmasına engel
olmayanların tamamının millet huzurunda yargılanarak cezalandırılmaları
gerekir.
Türkiye İçin İyi Şeyler Yazmak İstiyorum,
Ama...
Avrupa Birliği'nin, Avrupa Komisyonu Türkiye
temsilcisi. Büyükelçi Karen Fogg gelmişti Siirt'e. Polis evinde akşam yemeğini
yedik birlikte. Büyükelçi odasına çıkmayı teklif etti. Yaklaşık dört saat çok
önemli konularda, çok ayrıntılı sohbetimiz-tartışmamız oldu. Karen Fogg sık
sık, "Ben Türkiye hakkında rapor hazırlamakla görevlendirildim. İçimden
Türkiye hakkında çok olumlu şeyler yazmak geliyor; ama, bunu Türkiye devletinin
kendisi engelliyor, hiçbir olumlu adım atmıyor... diyordu ve sık sık, Kürtlerin
kendi dilleriyle eğitim haklarının, kendi dillerinde radyo, televizyon gibi
bütün yayın haklarının bulunması gerekir... Bölgenin ekonomik kalkınması
yolunda ciddi adımların atılması gerekir... Hala işkenceler devam etmekte.
Bölgenin idaresinin Olağanüstü statüden çıkarılıp normale döndürülmesi
gerekir..." gibi fikirlerini tekrarlıyordu.
Ben de büyükelçiye, "Bütün
söylediklerinin temelde doğru şeyler olduğunu, ancak, bir hak, sahibine
istenmeden verilirse hakkı alanın onu verene saygı ve minnet duyguları
besleyeceğini, bu aşamada Türkiye devletinin bu şansı kaybettiğini, bu hakların
ancak kendi güç ve saygınlığını yeniden tesis ettikten sonra verirse bir sonuç
elde edileceğini, aksi takdirde PKK'nın ve ayrılıkçı grupların bundan cesaret
alacaklarını... ABD, Avrupa ve Rusya'nın Asya, Ortadoğu ve İslam dünyası
üzerindeki çok çaplı emellerini gerçekleştirmek adına, PKK'yı Kürtlerin
haklarını savunma maskesiyle ortaya çıkardıklarını ve başımıza bela ederek
Türkiye'nin ve özellikle de Kürt halkının zaten kötü olan durumlarını bir
trajediye çevirdiklerini..." söyledim.
"ABD, Avrupa ve Rusya'nın tarihi
insanlık suçlarıyla dolu. Ben Çerkez'im. Rusya bütün Kafkasya'yı katletti.
Hiçbir ortak bağımız olmamasına rağmen bütün Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini
işgali altında tutuyor. Neden aynı hassasiyeti oralar için de göstermiyorsunuz?
Biz Kürt halkıyla tarihte de birlikte yaşadık; dinimiz, kültürümüz aynı... Kürt
halkının çoğu hala PKK ile çetin bir mücadele vermektedir...
Benzer sorunları Avrupa ülkeleri de yaşıyor.
İngiltere neden Arjantin'in kıyısındaki, onun yerli halkının yaşadığı Folkland
adalarından vazgeçmiyor? vs. anlattım. Kısaca Avrupa'nın çabalarının insan
hakları bağlamında hiçbir inandırıcılığının olmadığını söyledim. PKK'nın
teröristlerinin 3, 5 ve 11 yaşında üç çocuğun sadece gözlerine ateş etmek
suretiyle katlettiklerine. Ramazan Bayramı'nda 10 yaşında bir çocuğu iple
boğduklarına, köy minibüsünü havaya uçurarak 14 kişiyi öldürdüklerine ve daha
nicelerine şahit olduğumu, dolayısıyla böylesine bir vahşet örgütünü
desteklemenin de insanlık suçuna ortak olmakla aynı anlama geldiğini..."
söyledim.
Ertesi gün Siirt Valisi büyükelçi ile randevu
saatinden bir saat sonra görüşebileceğini söyledi. Böylece büyükelçiye diplomatik bir gol atmayı planlıyordu aklınca. Kahvaltıda yine
akşamki konuları tartışıyorduk hararetle. Vali Bey'in görüşmeyi bir saat
ertelediğini ilettiğimde Büyükelçi, alınmak orada dursun, bilakis yarım kalan
sohbeti tamamlamak istediğini, bunun daha iyi olduğunu söyledi. Sonuç olarak,
vali, gözünü yumup abanarak burun vuruyordu kale çizgisindeki topa, ancak kale
boştu; rakip, bir başka sahada satranç oynuyordu...
Büyükelçiyi havaalanından uğurlarken,
"Çok etkilendim sizden!" dedi.
Avrupa
Komisyonu'na sunduğu rapor olumsuzdu.
Siyaset
Mevcut siyasal yapımızdaki yanlış
uygulamaların ülkemize verdiği zarar; ancak vatan hainlerinin verebileceği
zarar kadar büyüktür. Aradaki tek fark, verilen zararda vatan hainlerinin
ihanet kastının bulunması, diğerlerinde ise ihanet kastının değil; ama kişisel
menfaat kastının bulunmasıdır.
Yönetimin her kademesinde görev yapan
insanların azap çektikleri bir konudur siyasetçilerin tasallutu. Görevini
yapan, yetkisini kullanan herkes siyasi baskı ve haksız taleplerden
muz-dariptir. Her türlü işlemde, işini dürüst yapan, yetkisini kullanan memur
çoğu kez ya sürülmekte, ya da...
Siyasal partilerdeki örgütlenmede, zincirin
halkalarını oluşturan bir kısım aktörler, yasa maskesi altında menfaate dayalı
haksız ve haysiyetsiz bir rol sergiliyorlar. Bakanlar ve milletvekilleri, il
ve ilçe örgütlerine gebeler. Onların önünde eğitmezlerse seçilmeme riskleri
vardır her zaman; ayrıca, parti genel başkanlarına da tapınma noktasında bir
bağlılıkları var. Ne konuşsa ayakta alkışlıyorlar genel başkanlarını; öksürse
alkışlıyorlar, aksi takdirde ağalık benzeri uygulamalar geçerli olduğundan,
seçim dönemlerinde listeye konulmama ve/veya bakan yapılmama riskleri vardır.
Kararlar bağlayıcı grup kararıyla alınır, aksine davrananlar disiplin kuruluna
sevk edilerek siyasi hayatları bitirilir. Lafta demokrasi. Osmanlı padişahları çok daha demokrattılar
bence. Hiç değilse danışma kurulları, hocaları, kararlarını onaylatmak zorunda
oldukları şeyhülislamlar vardı.
Bir kaymakam, kamu yararına olacak işler için
bir genel müdüre bile ulaşamazken, partinin ilçe başkanı bir bakanı cep
telefonundan arayarak "Abi", "Dayı" diye muhabbetlerde bulunabilmektedir.
Öyle olunca da üniversitede branş eğitimi almış, birçok sınavı başarmış,
üzerine de üç yıl daha staj görmüş bir kaymakamı çoğu zaman eğitimsiz, kaba ve
laubali bir parti başkanı yönetmeye kalkabiliyor.
İslam ölçülerinde kul hakkı açısından bir
değerlendirme yapacak olursak, hakikaten o kadar çok kul hakkı yeniliyor ki,
bu insanların ahirette hesap vermeleri imkansız. Onların yerinde olsam asla
ölmem(!) Belki birine iyilik yapıp dua aldıklarını sanıyorlar, ama, yapılan
her işte, bir başkasının hakkının yenildiğini bilmiyorlar.
Bir kaymakam arkadaşımıza ilçenin parti
teşkilatı gelmiş ve birtakım taleplerde bulunmuşlar. Onları haksız ve laubali
bulan kaymakam reddetmiş taleplerini. Partililer bozulmuş tabi. Ayağa kalkıp
giderlerken ilçe başkanı geri dönerek:
-Bak Kaymakam Bey! Benden söylemesi, benim
arkam çok güçlü!...
-Yaa! Öyle mi? Benim de önüm çok güçlü! demiş
kaymakam, eliyle de şeyini tutarak.
Sultandağı'nda göreve başladığımın ilk
haftasıydı. İktidar partisinden malum siyasetçilerden biri geldi makamıma:
"Kaymakam Bey, bir memurunuzu bana şikayet ettiler. Ben Vali Bey'le de
sıkı görüşürüm, ama seni aşmak istemedim..." dedi. Aklınca gözdağı
veriyordu bana. "Bence sen bu konuyu başbakanla görüş, daha etkili
olur." dedim.
Bir vatandaş aradı: "Kaymakam Bey, ben
Vali Beyi aramıştım, ama o toplantıdaymış. Annemin evinde hasar tespiti yapan
mühendisler hasarı az göstermişler. Bir ilgilenseniz... "Sen yarım saat
sonra bir daha ara Vali Beyi Toplantısı biter o zamana kadar." dedim
-Siz ilgilenseniz..
-Benim
gücüm yetmez, sen Vali Bey'i ara.
Sanatçı
Sırf kâr amacı güden ticari işletmeler olan
özel televizyonların çoğu, yine sırf kazanç amacıyla toplum ahlakını, insan ve
şahsiyet haklarını, sanatı ve sanatçıyı, erdemi ve erdemliyi ayaklar altına
almakta bir zerre bile tereddüt etmiyorlar. Cinsel objelerin, ahlaksızlığın ve
ucuzluğun reklamla toplumun yükselen değerleri haline getirildiği tehlikeli bir
sürece girmiş bulunuyoruz. Toplumun -bazı- en aşağılık insanlarının her gün
evlerimize sokularak, övgülerle çok önemli şahsiyetlermiş gibi önümüze
konulması kadar iğrenç bir süreç; sahtekârlığın hakikate, namussuzluğun
iffete, aşağılığın erdeme hükmettiği tiksindirici bir süreç.
Her devrin çok konuşulan konusu olmuştur
sanat; resim, heykel, müzik, tiyatro, edebiyat... Bazen isyan olarak çıkmış
ortaya, bazen de bir akımın öncüsü olarak. Yaşanan olaylardan ya da hayallerden,
düşünceden almıştır ilhamını. Bazen mesaj taşımıştır topluma, bazen de
güzellikler sunmuştur. Bazen herkes anlayabilmiş onu, bazen de sadece çok az
bir entelektüel kesim tarafından ancak anlaşılabilmiştir; ama her türlü sanatın
ortak öğeleri de vardır: Sanatın, sanat yapanların çok az insanda bulunan çok
özel yeteneklerin bulunması gerekir. Sanatta, türüne göre çok yetenekli ellerin
ve çok güçlü bir hayal gücünün estetik kaygılı ince bir emeğinin bulunması
lazımdır. Yıllar geçtikçe değer kaybetmeyen, klasikleşen eserler ancak sanat
eserleridir. Sanatın topluma mesaj vermesi de gerekir. Ve önemli bir kriter de
sanatın toplumsal oluşudur. Ancak bizdeki sanatçıların çoğu kendi saraylarından
dışarıya çıkarmak istemezler sanatı. Artık olağanüstü bir sınıf olmuşlardır. Ve
sanatı, yaymaları gereken topluma neredeyse aşağılar halde bakmaktadırlar. Bu
yüzden de aşağılık kompleksinden kurtulamaz sanatımız ve hep bir travma marazı
yaşar.
Mimar Sinan, Leonardo da Vinci, Picasso,
Beethoven, Sadettin Kaynak, Muhsin Ertuğrul ve daha niceleri, sanatçılara
örnek olarak gösterilebilir; ancak, bir de bizim sanatçılar var; muhteşem
yaratıklar(l) Bir besmele gibi, "Biz sanatçılar..." diye başlarlar
söze. Peki bunlar ne tür eserler veriyorlar da sanatçı oluyorlar? Bir kısmı
türkü söylüyor, bir kısmı da başarılarını bacaklarına, göğüslerine ve de
gö...lerine borçlular. Tüccarların allayıp pullayıp kalite ambalajlarda
sattıkları çürük mallar, hem de orta malları. Bütün servetlerini millete
gösteren; ancak, zengine verip geçinenler. Bunlar aslında S. sanatçıları. Bu
mahluklar, bir gecede icra ettikleri S.'sanatıyla, ya da söyleyemedikleri
türküyle bir profesörün, bir hakim ya da kaymakamın 10-20 yılda hatta bütün
ömürleri boyunca kazandıklarının toplamını kazanıyorlar. Ne garip; edebiyatı,
felsefesi çok zayıf; ama, fiziği(!) pekiyi olan bu orta malı mahlukların
tamamı, S. sanatçısı oluyorlar. Bunlara -bazılarına- neden
şarkıcı-türkücü-manken değil de sanatçı deniliyor? Bir de besteciler türedi,
"Söz ve müziği bana ait" derlerken Dede Efendi'nin ya da
Tchaıkovsky'nin sülalesine söver gibiler. Mozart'ı "zort'larıyla ürküten
"Zarflar... "Düşmedim ayaktayım, sanat için yataktayım..."
tarzında besteler yapıyorlar. Bunların sanatçılığı, çimentodan çalan sahtekâr
bir müteahhidin yaptırdığı basit bir hayvan ahırıyla. Mimar Sinan'ın
karşısında, onun eserlerine meydan okumasına benzer. Birisi,
"Neremi?" diyor. Bütün millet hep bir ağızdan cevap veriyorlar ona,
"Senin her yerini!..."
Bir başkası da o muhteşem bestelerini sunuyor
kamu yararına. "Çok insan gördüm üstünde elbisesi yok, çok elbise gördüm
içinde insan yok!" diye söz yazıp bestelemiş. Bütün alem bir araya gelse
böyle okkalı bir lafı edemez. Hatta Mevlana bilet!)
Bir tane de Güneydoğuya çıkarma yapan,
"Yürüyen S. sanatçısı" var. Bütün medya günlerce evimize sokuşturdu
bu haberi. Sanki terörü bitirmeye gitmişti ve sanki sefaleti yok etmeye
gitmişti; sanki öğretmenlik yaptı ve de sanki şehit oldu. Ne büyük himmetti
onunkisi; hep televizyonlarda gösterdiği şeylerini, Türkiye'nin en ücra
köşesine giderek oradaki delikanlılara da canlı canlı gösterme cömertliği...
Devlet de bütün bu muhteşemlere, "Devlet
Sanatçılığı" unvanı veriyor; ama, öte yandan başka nice değerler geçim
kaygısıyla kıvranırlarken, varlıklarından haberimiz bile olmuyor.
Cem Karaca'ya bir radyo programında
sormuşlar:
-Sayın Karaca, artık bizim de büyük
sanatçılarımız, "süper starımız" var. Süper starımız hakkında ne
söyleyeceksiniz?
-Edirne'den sonra "kim STAR!" diyor
kısaca.
Memurların sokaklara dökülüp açız diye
bağırdığı, açlık sınırında çırpınan insanlarının bulunduğu Türkiye'de, her
gece paparazzi programlarında kimin kiminle -namustan muaf olanların-şey
yaptığı, bir köyün toplam servetine denk araçlarla nasıl birlikte
kayboldukları gösteriliyor. Eğer ki Türkiye komünist hareketlerle yakın
dönemde tanışmış olsaydı, bu şartlarda sanırım hepimiz komünist olurduk. Erdem
sahibi her insanın artık tahammülünü tüketen şeyler bunlar. İyi ki cehennem
var...
Üstad Necip Fazıl ne güzel söylemiş, "Nesin
sen? Hakikat olsan da çekil!..." Hakikaten de öyle... Nesiniz siz?
Hakikat olsanız da çekilin!...
İrtica
İrtica; yani, bunaltıcı karanlık. Yani,
ilkel, sinsi, bağnaz ve acımasız ideoloji. Yani kılıç, kan, taşlama ve kol
kesme. Yani ortaçağ, yani peçe, sakal, sarık, tespih, gümüş yüzük... Yani bazen
de, "Selamun Aleyküm"
Osmanlının sonlarından bugüne kadar gelinen
süreçte hep var oldu. Onunla savaşanların sloganı "bağnazlıkla
savaş"tı; ancak, bu savaş çoğu kez bağnazca ve düşmanca yapıldı. Uç
örnekler gösterilerek, inançlı insanlar aşağılandı. Yok edilmesi hedeflenen
düşman, ıslahı mümkünken zulümle hortlatıldı. Cumhuriyete geçişte,
resmi-dini-sivil kurumlar ıslah edilebilir ve değişime uğratılabilirdi. Tahrip
edildi; ama yok edilemedi. Hortladı, intikam duygularıyla militanlaştı. Mülayim
Müslümanlar, maruz kaldıkları bazı muamelelerden, hor görülmelerinden dolayı
militanlaştılar, hatta teröristleştiler, tehlikeli oldular.
Din, gereği gibi öğrenilemedi ve
öğretilemedi. Aykırı, marazlı, ukala, bir yığın İslami grup çıktı ortaya. Biri
diğerine düşman, bazısı sinsi, bazısı saldırgan. Baskı uygulandıkça, yeni taktiklerle
daha güçlü çıktılar ortaya ve yine baskı gördükçe daha güçlü ve saldırgan
çıkacaklar ortaya.
Zart-ı Muhteremler ve Allamet-i Cihanlar
Modern(!) fetva verenler televizyonlarda şov
imkânı buluyor ve kapısında öğrenciliğe bile layık olmadıkları birtakım üniversitelerde,
en üst akademik kariyerleri havadan alabilerek, en üst seviyeden idareci
olabiliyorlar. İlim yuvalarının, sırf inanç ve ideolojik görüşler nedeniyle bu
kadar ucuz ve korkunç kıyımlara maruz kalması istikbalimiz için ne büyük bir
tehlike!
Bir meşhur gazeteci ve televizyon programcısı
yorum yapıyor, "Türk insanı İslam'la modernliği bağdaştırabilmiş tek
ulustur dünyada. Gündüz orucunu tutar, namazını kılar ve akşam da bir duble
viskisini içer..." diyor. Ne göz yaşartıcı bir hoşgörü. Kur'an'ın yasağına
rağmen Allah'ı bağnaz buluyor ve onun hatasını düzeltiyor hazret. Bu bir
inanç, bir felsefe işi; inancı güçlü insan ibadet eder, günahlardan kaçar. İçki
içip de ibadet eden insan, birkaç tane numuneden başka bulunmaz alemde.
Çıplaklığı savunan bir çıplak uyarıcı,
Hazreti Nezir Efendi, bir kurtarıcı olarak İslam'ı yobazlardan kurtarıyor.
Ayeti öyle derinden yorumluyor ki, "Örtünmeden kasıt, kadının göğüsleridir..."
diyor. Kur'an gibi kutsal bir kitabın, göğüsleri neden, "Başörtüsüyle
kapatın" diye ucuz bir görüşe yer verdiğini -haşa-izah edemiyor. Onu
dinleyenler, onun müthiş şeyleri keşfederek insanlığın bilgisine sunduğunu
sanıyor; ama, bir tek yeni görüş yok söylediklerinde. Ondan çok daha aşırı ve
cesur laf edenler, hatta cemaatler bile var oldu her zaman; ancak Hazret-i
Nezir'in bir yöntemi var: Var olan bir kuralın adab, estetik, nezaket ve takva
yanını unutturup en kritik sınırdan yürüyerek cambazlık yapıyor, ama,
kendisinin peşinden gidenlerin cambaz olmadıklarını katmıyor hesaba.
"Kur'an'ı abdestsiz de ele alabilirsiniz kardeşim! Bu ne yobazlık
kardeşim! Bırakın da insanlar Kur'an okusun, öğrensin. Neden engel
oluyorsunuz?" diyor. Sanki abdestsiz Kur'an okuyanları astılar, sanki
Kur'an okumak isteyenler bu yüzden vazgeçtiler. Sanki abdest alanlar okuyorlar
da... Hazret-i Nezir Efendi bu müthiş izni çıkardıktan sonra, sanki herkes
Kur'an okudu. Sanki abdest almak çok zor bir olay ve sanki abdest almak,
temizlenmek kötü bir şey! Ne komedi...
Bir başkası, kadınların üstü açık namaz
kılabileceklerini söylüyor. Bir tek güzel cümle kuramayan, ilmi birikimi ve
entelektüel potansiyeli olmayan bu insanın, en üst seviyeden bir akademik
kariyerinin olduğunu ve bir fakültenin onun idaresine terk edildiğini
düşünebiliyor musunuz? Hakikaten yazık... "Kurbanda bir ördeği de
kesebilirsiniz(!)" diyor. Zart-ı muhtereme vahiy geliyor sanki. Adamın
bakış açısı farklı, "çapraz" bakıyor ve kesişme noktasını yakalıyor.
İyi ama, bu kadar ucuz lafların, çok önemli tespitlermiş gibi bütün bir millete
sokuşturulmasının altında bir kasıt olmasın sakın...
Bir başka allamet-i cihan çıkıp, "Kurban
bir kavurma şölenidir; o güzel gözlü hayvanları katletmek bir vahşettir!"
diyor. Gözlerimizi yaşartıyorlar. Muhteremler bütün ömürleri boyunca kebapları
yiyip kolesterolleri artmış, doktorları et yemeyi yasaklayınca da insan
olduklarını hatırlamışlar. "Kolesterol imanlılar..."
Birileri de ezanın ve ibadetlerde Kur'an'ın
Türkçe okunmasını istiyorlar. Sizi tutan yok, hatta kimseyi tutan yok. Sanki
ibadet ediyorsunuz da dilini seçmek sorununuz oldu. İslam evrensel bir dindir.
Arapça olarak gelen bir kitabı vardır. Evrensel bir dinin ortak bir dilinin
olması kadar rasyonel bir yol yoktur. Kur'an bir mucizedir; getirmiş olduğu
hükümlerle, şiirsel üslubuyla ve en önemlisi de 19 rakamıyla ilgili olarak
harf, ayet, sure dizilişiyle bir mucizedir. Onun Arapça gibi zengin bir dilden
bir başka dile sağlıklı bir tercümesi mümkün değildir. Şiirsel üslubunu ve 19
mucizesini bozarsınız. Onun manasını ezberlemeyin diyen var mı size? Bir
İngiliz imamın arkasında namaz kılarken hangi sureyi okuduğunu ve ne anlama
geldiğini nereden bileceksiniz? Ortak bir dil olmazsa, her grup kendi ırkıyla
namaz kılarsa İslam kardeşliği, cemaat olma özelliği ve de evrenselliği nerede
kalır? Herkes halinden memnunken sorununuz ne sizin? Eğer ayetleri Arapça
yerine İngilizce ezberleyenler olsaydı eminim ki onları entelektüel ilan
ederdiniz(')
Ancak asıl âlim insanlar, rahat olmadıkları
için fikirlerini beyan edemiyorlar, ya da kaçamak cevaplar vermek zorunda kalıyorlar.
Bu durum Zeki Müren'in ağzına biber doldurup, büyük sanatçı diye Banu Alkan'a
şarkı söylettiril meşine benziyor.
Birileri de, "Din o konuda şöyle diyor,
böyle yapın..." diyorlar ve kendi görüşlerini ileri sürerek, başkalarının
inanç hürriyetlerine müdahale ediyorlar. Din ne derse desin, insanlar neye
inanıyorlar ve hükümleri nasıl kabul ediyorlarsa, onların dini odur. "Sen
neden Hindu, Budist ya da Hıristiyan oldun?" demek ne kadar haksız ve abes
ise, "Sen neden bu hükmü böyle kabul etmiyorsun?" diye onu zorlamak
da o kadar haksız ve abes bir tavırdır. Alevilik ve Haricilik de İslam'ız
diyorlar; ama tarih bunların ve Sünnilerin birbirleriyle kavgalarıyla ve kanlı
olaylarıyla dolu. Yani her kesim aynı düşünmez ve de bizi sizi dinlemezler.
Onların inançlarına saygılı olmak zorundayız.
Bir zamanlar da Hasan Mezarcı, "Atatürk
benim dedem değil" demişti de kıyamet kopmuştu. Okullardan öğrenciler
derslerinden alıkonulmuşlar ve Taksim Meydanı'nda "ülkeyi kurtarma
mitingi" yapılmıştı. Bakanlık genelge göndermiş ve bütün ülkede resmi
törenler yapılmıştı bunun için. Hiç mi strateji, psikolojik harekat uzmanları
yok bu ülkede? Hiç mi toplum psikolojisinden anlayan uzmanlarımız yok? Her
konuşana bu tepkiyi gösterip, onu söyleyenleri kocaman bir devletin korkacağı
ve muhatap a\acag\
kadar güçlü
gösteren yanlış tavırlar niye? Devlet bu kadar acizleşir mi?
Bir tane de böyük devlet adamımız yıllarca,
"İman edebiyatı" yaptı. İmam-Hatip okullarını nasıl ve ne kadar çok
açtığını anlattı. Bütün büyük cemaatlerle temasa geçti. "Sizdenim"
dedi onlara. Sonra bir gün böyüdü ve kendi ayakları üstünde durabiliyordu;
hiçbir cemaate, köylüye ve millete ihtiyacı kalmadı. Ondan sonra gerçek
karakterine kavuştu; aman o nasıl bir tarafsızlık, o nasıl bir adalet, o ne
böyük bir devlet adamlığı. O nasıl bir Atatürkçülük ve irticayla o nasıl bir
mücadele. Onun heykelini dikmemek ne böyük bir gaflet... "Acar! Asya"lı
bir gazeteci, "Biz yıllarca da aldatıldık, onu neredeyse ayetlerde bulacağımızı
sanıyorduk; ama bize ihtiyacı kalmayınca düşman oluverdi. Hakkımızı helal
etmiyoruz!" demişti.
Özlenen Türkiye
Süleyman Demirel'in yanılmıyorsam,
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının icra ettiği klasik batı müziğini
dinlemesinin ardından, bütün dinleyicilere dönerek, bütün basının önünde
ellerini de kaldırarak, "İşte, özlenen Türkiye bu!" demesini hatırlıyorum.
Bence, Türkiye'nin cumhurbaşkanının veya herhangi bir Türk vatandaşının bu
manada özlediği Türkiye, BU TÜRKİYE değil de, kendisinin büyük sanatçılar
yetiştirdiği ve bu sanatçıların eserlerinin, yabancı ülke devlet başkanlarının
ve de entelektüellerinin dinlediği bir Türkiye olmalı asıl özlenen Türkiye.
------
YORUM
Köyün birinde, bir adam ölür; ama bir
gariplik vardır merhumda. Mevtanın sağ eli kalbinde, sol eli ise şeyindedir(!)
"Bunda bir hikmet var!" der bütün köylü. Bu hikmetin sırrını köyün
imamı da çözemez. Rahmetlinin ellerini kaldırıp düzeltirler, ancak,
bıraktıklarında yine sağ el kalbe, sol el de şeyine kilitlenir. Böylesine mühim
bir sırrı çözmeden onu gömmek de istemez köylüler. Son çare komşu köyden böyük
hoca olarak bilinen Hasan Efendi'yi çağırmaya karar verirler. Köyün ileri
gelenleri, komşu köydeki Hasan Efendi'ye bir heyet olarak giderler ve
"Aman Hasan Efendi, rahmetliyi gömemedik, bütün köylü de ağlamaktan bir
hâl oldu; sen derin bir hocasın, gözünü severiz, şu hikmetli işi çözüver de
bizi de kurtar bu meraktan..." derler. Hasan Efendi hiç pas vermez onlara.
"Ne hikmeti canım, gömün gitsin!" der. Heyetten biri uyanır işe,
"Hasan Efendi, gelirsen sana 50 altın veririz." deyince, Hasan Efendi
merhamete gelir ve "Eh, madem köylü bu kadar perişan, ben de Allah rızası
için gelirim!" der ve parasını da peşinen alır.
Mevta köy meydanında, bütün köylü de onun
etrafında ağ-laşıp beklemektedir. Heyetin ortasında ve en önde Hasan Efendi
gelir rahmetlinin başucuna. Ağıtlar kesilir, nefesler tutulur; artık böyük sır
çözülecektir. Hasan Efendi, bir müddet inceler mevtayı. O da ellerini kaldırıp
tekrar bırakınca tekrar yerine oturur eller. Bir şey de anlamaz, ama cevap
vermek zorundadır. Hem itibarı zedelenecek, hem de altınlar gidecek elden. Sopa
yeme ihtimali de var tabi. Mecburen bir yorum yapmak durumundadır artık.
Yavaşça doğrulur, merakla bekleyen köylülere döner ve
"Ey cemaat! Ben bu sırrı çözdüm!
Rahmetlinin birilerine borcu varmış, son yolculuğunda onlara bir mesajı var.
Sağ eliyle. Tamam borcum borç', sol eliyle de. 'Ama şeyimi alın!' diyor"
diyerek kurtarır vaziyeti.
İşte bizim halimiz de böyle Türkiye'de. Her
konuda, herkes istediği gibi ahkâm kesiyor ve "Doğrusu budur." diyor.
Hazret-i Nezir Efendiler, kolesterol imanlılar, siyasetçiler, S. sanatçıları,
parayı görünce davasını unutan erîkör'menler ve başkaları... Ben de çoğu kez
onların yorumlarını dinlediğimde ya da okuduğumda, bu fıkra geliyor aklıma ve
diyorum ki!
"Tamam", "Haklısınız",
"Ama..." üzerinde bir arayıştır. Sh.325-326
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar