HİKAYE VE DENEME
DERVİŞ VE HÜKÜMDAR
Bir
derviş çöl kenarında oturmuş tefekkür ederken, yanından hükümdar geçti. Bu
dünyanın endişe ve dertlerinden kurtulmuş olan derviş, ne kafasını kaldırdı, ne
de ilgi gösterdi. İktidarından müthiş gurur duyan hükümdar onun bu ilgisizliği
karşısında öfkeden deliye döndü ve
"Yamalı
cübbeleriyle bu dervişler hayvanlardan farksız" dedi.
Hükümdarın
veziri dervişin yanına gelip onu sorguya çekmeye başladı:
"Dünyanın
büyük sultanı yanından geçti ve sen ne ayağa kalktın ne de önünde eğildin. Bu
küstahlığın sebebi nedir?"
Derviş
cevap verdi:
"Sultanınıza
söyleyin, ondan mükâfat bekleyenlerin önünde eğilmesini beklesin.
Ona
söyleyin, idareciler halklarını korumak için vardır.
İnsanlar
idarecilere itaat etsin diye yaratılmamıştır.
İdareci,
fakir-fukaranın bekçisidir.
Koyunlar
çoban için var edilmemiştir, bilakis çoban koyunlara hizmet etmek için vardır.
Çevrenize bir bakın. Bir kişi dertsiz-tasasız safa sürerken, diğerleri
sıkıntıyla geçinmeye çalışıyor. Bir gün gelecek, aptalca düşüncelerle dolu
beyinler toprakta çürüyüp gidecek. Kaderin karşı koyulmaz hükmü beyan
edildiğinde, ortada ne efendi kalacak, ne de köle.
Kabirleri
açın da un ufak olmuş kemiklere bakın bakalım.
Sonra
da bana hangisinin zengine, hangisinin fakire ait olduğunu söyleyin."
Hükümdar,
dervişin bu sözlerini duyunca derinden etkilendi, utandı. Dervişe sordu:
"Ey
derviş, dile benden ne dilersen!"
"Beni
bir daha rahatsız etmemeni istiyorum."
"Peki
ama, ne olur bana bir nasihatta bulun."
"Servet
senin elindeyken dikkat et. Çok geç olmadan şu hakikati anla: Servet ve
saltanat kimsede kalmaz, elden ele dolaşır, bir kuş gibi daldan dala
konar."[1]
İlham Öyküler’ den
alınmıştır.
MİHLÂT KİTABINDAN GÜNÜMÜZÜN HİKÂYELERİ
El-Mihlat Kitabında Bahauddin
el-Âmilî (1546-1620) bazen üzerinde düşünülüp ders alınması için
bazende eğlendirmek için fıkralar nakletmektedir. Bu hikayelerin de günümüzde
sanki tekrar tekrar yaşanıldığını görmekteyiz.
1) Tilki, tavşanın üzerine bir zıplamada yakaladı.
Tavşan :
− Sen bunu kudretinden dolayı yapmadın,
bilakis benim zayıflığımdan dolayı yakaladın.
2) Köpek, kasap dükkânın önünde durdu ve ısrarla
havlamaya başladı.
Kasap:
− Eğer gitmezsen başına şu işkembeyi
geçiririm.” dedi.
Köpek gitmeyip beklemeye devam etti. Kasap
bir şeylerle uğraşıyordu. Köpek aldırış
etmeyen kasaba:
−Başıma bir şey vurmayacak mısın? yoksa
gideceğim.” dedi.
3) İki tilki beraberce avlanan iki avcı gördü. Gece
yarısı olunca biri diğerine
− Bir daha ne zaman karşılaşırız.” dedi.
Diğeri de:
− Üç gün sonra kürkçü dükkânında.” dedi.
4) Kurt bir kemik yuttu. Ancak kemik boğazına takıldı.
Turna geldi. Kurt turnaya:
− Bu kemiği çıkarırsan sana ücretini
veririm.” dedi. Turna başını kurdun ağzına
soktu. Kemiği çıkardı. Kemiği çıkardıktan
sonra ücretini istedi. Kurt da ona:
− Sen başını ağzıma soktun ve sağ salim
çıkardın bir de benden ücret istiyorsun
ha!” dedi.
5) Bir gün aslan, kurt ve tilki avlanmak için yola
çıktılar. Bunlar bir eşek bir
ceylan bir de tavşan avladılar. Aslan kurda:
− Paylaştır bakalım dedi. Kurt:
− Eşek efendimizin, ceylan benim, tavşan da
tilkinin olsun.” dedi. Aslan kurda
tokadı bir indirdi. Kurt yuvarlandı gitti.
Aslan bu defa tilkiye:
− Paylaştır bakalım.” dedi. Tilki:
− Eşek efendimizin sabah yemeği, ceylan akşam
yemeği, tavşan da kurtla benim
olsun.” dedi.
Aslan:
− Bu adaleti nerden öğrendin.” dedi. Tilki:
−Kurta uygulanan adaletten.” dedi.
6) Horozla köpek yolda arkadaş olurlar. Yollarına
devam ederken akşam olur.
Bir ağaca yönelirler. Âdeti üzerine horoz
ağaca çıkar, köpekte ağacın dibinde yatar.
Seher vakti gelince horoz, kanatlarını birkaç
defa çırptıktan sonra ötmeye başlar. Bunu duyan tilki hızlıca oraya yaklaşır.
Ağacın üzerinde horozu görünce kafasını kaldırıp ona:
İn aşağıya da cemaat olup namazımızı kılalım
deyince
Horoz:
Tamam ama ben imamı beklemek istiyorum, diye cevap verir.
Tilki, peki imam nerde?
Horoz: Ağacın arkasına bak, orada uyuyor.
Tilki bir göz gezdirdi ne görsün aslan gibi bir köpek!
Bunu gören tilki kaçmaya başladı.
Horoz ona hadi gelsene hani cemaat olacaktık deyince,
Tilki: Benim abdestim bozuldu. Abdestimizi yenileyelim
sonra hazır oluruz
[1]ASLAN Abdullah Bahauddin El-Âmilî ve
El-Mihlât Kitabı [Kitap]. - Konya : Selçuk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Arap Dili Ve Belağatı
Bilim Dalı 211386- Yüksek Lisans Tezi , 2007, s.56-57
BİR “DÜĞÜN GECESİ” DENEMESİ
“İçki-sigara zarar dedinuz içmeduk;
kırmızı et, hamurişi, kızartma tez öldürür dedinuz yemeduk;
harama yaklaşma günahtır dedinuz, yaklaşmaduk.
İyi de ne oldi?
-TEMEL’İN MEZAR TAŞINDAN-
İnsanlar böyledir; bilmedikleri şeyler hakkında bile
konuşmaya bayılırlar.
Editör, bu sayının konusunu zihninde evirip
çevirirken, “ölüm hakkında konuşmak için illâ da ölmüş olmak gerekmez” hükmüne
güvenmiş olmalı. Bu sayıya katkıda bulunanlar da dâhil, günün birinde herkes
öleceğine göre ölüm hakkında konuşma hakkına sahip olduğumuz düşünülebilir; ne
var ki ölüm, safhaları hakkında hiçbir şey bilmemize ve gözlemlememize imkân
vermeyen, ucu kapalı bir tecrübe. Aklın “havşa”sına takılarak odakladığı her
obje hakkında şöyle veya böyle bir sonuca ulaşan bir matkap ucunu andıran
bilim, ölümü “konu dışı” kabul etmekte mazurdur. Ölüm sözkonusu olduğunda
“güvenilir” bilgi toplama usulleri işe yaramaz hale geliyor ve müphemin
alacakaranlığı ile başbaşa kalıyoruz; teknik açıdan metafizikçileri,
“disipliner zevk” hususunda kendinden geçirtecek kadar müphem bir alan.
Olgunun fizikî veçhesi ile ilgilenenler,
“biyolojik ölüm”ün tarifi, göstergeleri, hukukî sonuçları, kesin zamanı ve
sebepleri konusunda birbirleriyle didişirken meseleye metafizik “veri”lerle
yaklaşanlar ölümden söz edildiğinde, sanki kavramı ilk defa duyarmış gibi
bilgiççe bir tecâhül-i arifane yaklaşımında bulunarak,
“Ölüm mü; neden bahsediyorsunuz? Ölüm diye
birşey yoktur aslında!” demeye getiren yürek ferahlatıcı şeyler
söyledikten sonra konuyu tatlıya bağlıyorlar:
“Ölüm bir tebdil-i mekândır, bir boyuttan
diğerine geçmektir; ten kafesini terk etmektir”. Ezelî ve ebedî aşkın mektebinde okuyanlara
göre ölüm, “uykudan uyanmak gibidir”; uyanmak ne kadar fena ve ızdırap
verici ise, ölmek de öyledir; hakikatle yüz-yüze gelmek, bir başka nokta-i
nazardan âşıkm maşukuna kavuşmasıdır. Celâdeddin-i Rûmî “Şeb-i ârus”tan bahsediyor;
düğün gecesi!
ÖL DE GÖR!
Siz pekâlâ, “bu metafizikçiler de işin
latifesinde; biz burada, bir gün öleceğimizi bilmenin asap bozucu beklentisi
içinde soğuk terler dökerken adamlar neredeyse damat traşı olmanın faziletinden
bahsediyorlar” şeklinde düşünebilirsiniz. Ölüm anındaki canlıların muzdarip
halleri, olguya seyirci olarak katılanlarda ötedenberi ölümün dehşetli,
ızdırap verici, korkunç ve meş'um olduğu yolunda önyargılar uyandırmıştır. Ölüm
ânının ve ondan ötesinin mâhiyeti hakkındaki genel kabullerin kültürel
faktörlerin tesiri altında farklı özellikler göstermesi, uyarıcı olabilir:
Meselâ Amerikan rüyasının şuur altını deşifre eden Hollywood yapımlarında bu
olgu, “hortlak” karakteri biçiminde bir kâbus faktörü olarak görünürken
İslâm kültüründe hortlak figürüne tesadüf edilmemesi dikkat çekicidir. Ölüm,
tecrübeye kapalı bir olgudur ve tecrübenin imkânızlaştığı yerde kültür
kalıplarının beslediği muhayyilenin devreye girmesi kaçınılmazdır. Bu
paragrafı kısaca şöyle yorumlamak da mümkün: “ölünce görürsün birader!”
İLGİNÇ BİR FİRAR PLANI: ÖLÜMSÜZLÜK
Yaşayan herkesin ölümlü olması kadar
tartışmaya değmeyecek başka hangi varsayım gösterilebilir? İnsanların
doğuştan kazanılmış eşit haklara sahip olması bir temenniden ibaret kalırken,
dünya nimetlerini eşit olmayan hisselerle paylaşan onca insanın ölümde
eşitlenivermesi size de garip ve hattâ “hileli” görünmüyor mu? Ölümdeki
eşitliğin aslında haksızlık olduğu kanaatini besleyenlerin sayısı hiç de az
değildir:
Ölümsüzlük arzusu mitolojik devirlerden
başlayarak, kendi mitolojisini inşâ etmek için didinen modern zamanlara kadar
bilinen tarihin her devrinde, ölümün adaletsizliğine samimiyetle inanan pek çok
insanı ümitle harekete geçirdi. “İksir” veya “âb-ı hayât”
arayanlar, bütün insanlığın ölümsüzlüğü gibi demokratik bir dâvanın peşinde
değillerdi; herkesten önce sadece kendilerinin ölmemeleri gerektiğine inanıyorlardı.
Ölüm kapanına sıkışıp kalmamak için birşeyIer yapmaya çalışmak, her fâninin
ömründe en az bir kere zihninden geçen bir firar planı; ölümü sonsuza kadar
ertelemek isteyenlerin “bu kadar boş vakitte” neler yapmayı
tasarladıklarını bilemeyiz; galib ihtimalle Ölümlüler arasında bir ölümsüz
olmak ve her yenilgiyi fersûdeleştirecek (eskimiş-yıpranmış) kadar çok zamana
sahip olmanın avantajı, onları tatmin ediyor olmalı.
Ölümsüzlük arayışında olanları sanki marjinal
(uçlarda bulunan) bir grup olarak nitelemekle, başta bu satırların yazan olmak
üzere, okuyucuları da günün birinde fena bulmağa rızâ göstermiş kişiler gibi
farz ettiğimi görüyorum; bu haksızlık. Ölümsüzlük refleksi herkeste var. Başka
bir söyleyişle teorik olarak elbette öleceğiz ama en azından hemen değil;
Öyle değil mi?
O ÖLMEDİ, YAŞIYOR AMA...
Hiç ölmemek, yâni, İslâm terminolojisi ile “hayy”
ve “bâkî” niteliklerine sahip olmak aslında kaba bir söyleyişle
Tanrı'ya ait olan niteliklerini iktisap etmek anlamına geliyor. Kur'an-ı
Kerim'de “Allah'ın sıfatları” olarak işaretlenen ve İslâm kültüründe “esmâ-i
hüsnâ” olarak bilinen vasıflar, esasen yaratılmış insanda kısmen mevcut
bulunan ama mutlak mânâ ve kapsamıyla ancak Allah Teâlâ'da tecelli eden bir
özellik gösteriyor. Meselâ, “Hayy” (diri olmak) “Sem'i” (her şeyi
işitmek) “Basîr” (her şeyi görmek), “Alîm” (her şeyi bilmek), “Kadîr”
(iktidar sahibi olmak), “Rezzâk” (geçimlik rızkın sahibi ve dağıtıcısı
olmak), “Kayyum”, (kaim,
ebedi var olmak),
“Ganî” (hiçbir şeye ihtiyacı olmadan vermek), “Hakîm” (hüküm
sahibi olmak), “Adl” (mutlak adalet mercii olmak) vb. nitelikler, insanda
kısmen mevcut bulunduğu halde mutlak ölçekte ancak Allah Teâlâ'ya ait olan
kabiliyetlerdir.
İnsandaki Tanrılaşma, Tanrı gibi davranma
eğilimi fıtrattandır ancak insan ölüm kapanına girdiği andan itibaren Tanrı
gibi olmak emelinin en dramatik yenilgisine uğramaya daha baştan mahkûm olmuş
bulunuyor. Kaide teşkil edecek kadar uzun bir istisnalar listesi haricinde
kimsenin, ölümlü bir “Tanrı”ya hiçbir “kul”un pabuç bırakmayacağını tahmin
edebiliriz. Mutlak monarşilerin (hükümdarlık) gözü kara teorisyenleri
tanrı-kralların aslında ölmediklerini, form değiştirdiklerini, istirahata
çekildiklerini, hulul ettiklerini
ispatlamak için akla hayâle gelmedik izahlar geliştirmemişler miydi?
Ne var ki ölüm, ölümlülerin -tam
anlayamasalar bile- kolayca hissettikleri bir şeydir.
ÖLÜMLÜ TANRILAR
Tanrı, insanları ölümlü kılmakla aslında
onların Tanrılaşma içgüdülerine kesin ve nihaî bir set çekmiştir.
Ölümsüzlüğü başaramayan insan, Tanrı gibi
olabilmek uğruna elinden geleni ardına koymadıktan sonra bir yerde yelkenleri
indiriverecektir.
Diri kalmak için hayata bütün tırnaklarını
geçirdikten sonra, bazen ölümlü olduğunu bile kabullenecek zaman bulamadan
ölür; böyle ölümler dramatiktir.
İnsanın dramı, ölümsüzlük arzusunu
besleyecek kadar verimli bir balçıktan yaratılmış olmasına rağmen, ölmemeyi
başaramayacak kadar güçsüz oluşundan doğuyor; bu hakikatin fark edilmemesi
ise faciadır; nâm-ı diğer trajedi!
Mukaddes metinlerden anlaşılan odur ki Tanrı,
insanın kendisiyle rekabet etme refleksini bir “veri” olarak insana
yerleştirmiş, onu “nüshâ-i suğrâ” sayılabilecek (bir ucu kapalı) ilâhi
vasıflarla donatmış ve sonra ona Tanrı'yla rekabet etmek yerine vakıayı anlayıp
kabullenerek itaat etmesini dilemiştir.
Semavî dinler, kısaca insana niçin
Tanrılaşmamaları gerektiğini öğretir.
İnsan bu rekabette güçsüz ve eksik
donanımlıdır; fıtratından aldığı kabiliyetlerle Tanrı'yı andırır ama taşıdığı
ilâhî özellikler, aslına oranla bir “demonstration” (delil-ispat) dan
ibarettir; “mutlak”a açılan ucu kapalıdır. Bilebiliriz ama her şeyi değil,
görebiliriz, duyabiliriz ama bazı şeyleri; muktedirliğimiz sınırlıdır, hüküm
verirken yanıldığımız da olur ve neticede tıbbî gerekçesi ne olursa olsun
oluveririz.
Bir Tanrı'nın üfürük bir sebepten ölmesi
kadar dramatik ne vardır ki?
DRAM VE TRAJEDİ
Drama devam ediyor: Her nesil, asla
Tanrılaşamayacağını kendi tecrübeleriyle öğrenmek “zevk”inden vazgeçmiyor.
Tıbbî analistler, biyoloji perspektifi üzerine yoğunlaştırdıkları özel
dikkatle ölümün biyolojik ve mekanik süreçlerini parçalara ayırarak temel
hücre bazında sürekliliği hangi faktörün engellediğini tanımaya çalışıyorlar. Yedek
organ endüstrisi, gen mühendisliği, kozmetik sanayii, sağlıklı ve uzun bir
ömürün gerekleri için ayrılan fonlar, şimdilik silahlanma giderleriyle
mukayese edilmeyecek kadar küçük görünse bile, bir önceki yüzyıla oranla dev
rakamlara ulaştı ve bu arada insan ömrünün ortalamasında kayda değer
artışlar da kaydedildi. Bu, işin dramatik tarafı; dramatik aksiyona bel
bağlayanlar ise nedense hep trajik bir akıbetle karşılaşıyorlar.
Hâlâ ölüp duruyoruz!
ÇENGELE ASILAN SORU
Ölümün olumlu yanlarını görmek için bir
nekrofil (ölü sevicilik) olmak gerekmiyor; ölümün kaçınılmazlığı bilinci, insanda
ölüme rağmen ölümü aşmak arzusunu da kamçılıyor. Bizden sonraya kalmasını
arzuladığımız şeyler listesinin çoğunlukla “iyi şeyler”den mürekkep
olmasına mim (son işareti) koymalıyız. Keza “geçicilik” bilincinin
işlerliği de insan tabiatında genellikle yumuşatıcı bir tesir inşâ etmiş ve
ölüm, insanın “transcendental”(soyut-aşkın) tarafını geliştirmiştir.
Ölüm karşısındaki felsefî tutumumuzun “hayat”
görüşümüzü belirlemesi izahı hiç de kolay olmayan bir çelişki:
İnkâr, aldırmazlık veya imân; hangi tavır
benimsenmiş olursa olsun ölüm fikri hayâtı idare ediyor. Kavrayış derecesi ne olursa olsun ölüme
endeksli bir hayatı sürüklüyoruz. Bu durumda Hristiyan veya İslâm mistiklerinin
“Momento mori” veya “Ölüm var” ikazları, mistik çerçevesinden
sıyrılarak bütün alanları kaplayan bir hikmet geçerliliğine dönüşüyor.
Hemen her devirde, yaşayanları ölülerin idare
etmesi ise bir başka ilginç boyut.
Ölümü hayatın antitezi gibi görmek, bir nevi
zihin bulanıklığının eseri olabilir; hayatın ölümle anlam kazandığını bizzat
fark edemeyebiliriz ama zihnî yolculuklar, tecrübeye imkân vermeyen durumların
tasavvurunu mümkün kılıyor. Ölüme düşmanlık mânâsız, ölümperestlik (nekrofilia)
da öyle; ölüm yokmuş gibi yaşamak, önce başkalarını sonra da bizatihi nefsi
incitiyor.
Şehirlerimizin eski dokusu, kabristanı
bedesten, külliye, pazar, meydan, çıkmaz sokak gibi şehir dokusunun tabii
uzantısı kabul ederdi. Mezarlıkları şehir dışına süren “imara”
yaklaşımı, ölümü gündelik hayattan sürgün etmeyi amaçlıyor sanki. Cami avlusundaki bir tabutun etrafında
bekleşirken kederini, tedirginliğini ve şaşkınlığını gizleyemeyen kara gözlüklü
simalar, aslında ölüm fikrini zihninde nereye yerleştireceğini o âna kadar
tesbit edememiş olmanın gerginliğini aksettiriyorlar. Şehirlerimize ölüm,
aslında bize ait olmayan bir unsur gibi uğruyor ve onu bir an önce şehir dışına
çıkarıncaya kadar rahat edemiyoruz.
Ölüm fikrinden bu kadar uzaklaşmak, hayata o
nisbette yaklaşmak anlamına mı geliyor yoksa?
Suali çengele asıyorum; dileyen kendi
cevabını aynı çengele iliştirsin.
“ÖBÜR TARAF POSTASI NİÇİN İYİ İŞLEMİYOR?
Hiç şüphesiz “öbür taraf”tan haber
alabiliyor olsaydık, hayat tarzımız, eşyaya bakışımız, dünyâ görüşümüz baştan
başa değişir, belki kurduğumuz medeniyetler bile farklı bir çehreye bürünürdü.
Hayatın bir ucunun ölüm fenomeni (olgusu) ile kapatılmış olması, kimilerinde
bilgisizliğin doğurduğu bir ümitsizlik haleti yaratsa bile bu gerçeğin dünya
hayatına daha heyecanlı bir boyut kattığını inkâr edemeyiz.
Her zaman farkında olmasak da bütün insan
ilişkilerini her birimizin ölümlü olduğunu bilmek yönetiyor diyebiliriz. Ölüm
fikriyle garip bir mutabakat halinde yaşıyoruz; “o an”dan hem
çekiniyor, hem de ölümlü bir süreçte ve her cihetten sınırlandırılmış olmanın
bilinciyle hiç ölmeyecekmiş gibi davranabiliyoruz; ölüm bizi insanlaştırıyor ve
bizi tabii boyutlarımıza irca ediyor.
“Öteki taraf” hakkında, o çok güvendiğimiz bilim metoduyla
erişebildiğimiz hiç bir bilgiye sahip değiliz. Bütün dinlerin varlığında
ittifak ettiği o boyut, ilmî dikkatlerin nüfuz edemediği derecede meçhul ve
böyle kaldığı sürece falcılar ve medyumlar, sırf öteki taraftan -fâsık da
olsa- haber getirebildikleri için asla geçim sıkıntısı çekmeyecekler.
HEPİNİZE İYİ YOLCULUKLAR
Ölüm hakkındaki her yazı, fazlaca çiğnenmiş
olmanın tatsızlığı yüzünden “beylik” nitelikler taşımaya mahkûm gibi
görünüyor bana. Bu düşünme temrinine sonuna kadar katlananlar, netice itibariyle kendi temrinlerini (alıştırmaları)
zenginleştirmeye medar (dayanak) olacak şeyler bulabilirlerse sevinirim. Ölüm
fikrine ne şekilde yaklaşmış olursak olalım, bu satırların yazarı da, okuru da
sırayla uzun bir yolculuğa çıkarak,
“Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece”
de buluşacaklar.
Bu kaçınılmaz ve dönülmez seyahatte ancak yol
arkadaşlarımızı ve yol düşüncelerimizi belirlemek hakkına sahibiz.
Hep yalnız ölürüz; ben kendi nefsime bu yolculuktaki
yol arkadaşlarımın “öbür tarafı ciddiye alan insanlardan olmasını tercih
ederim.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar