HİLAFET ORDUSUNUN MENKIBELERİ VE TÜRKLERİN FAZİLETLERİ- CAHİZ
[2. FAZÂ'İL EL-ETRÂK] TÜRKLERİN FAZİLETLERİ
[a) Mukaddime]
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın Adı ile Başlarım.
Allah kendisinden razı olsun ve yüzünü ak etsin, hu kitabı Mu'tasım
billah zamanında yazdım. Fakat, anlatılması uzun sürecek bazı sebeplerden
dolayı kitap ona ulaşmadı. Bunun için burada, o sebeplerden bahsetmeye
kalkışmadım. Eserin orta hacimde, insafa uygun olmasını temenni edip bir kavmin
(milletin) medhinde ileri giden, diğerlerinin yerilmesinde (hicvinde)
mübalağaya kaçan bir eser olmamasını istedim. Zira, eser bu tazda olursa yalan
onu çirkinleştirir, içine tekrarlar karışır, temeli sunîlik üzerine kurulur, ifâdesi
çirkin, ve muğlak olur.
Medh edene en çok fayda veren, medhedilene en çok iyiliği dokunan, en
uzun iz, en güzel hatıra bırakan medih doğru, Öğülenin haline uygun ve ona
münâsip olan medihtir. Tâ ki, bahsettiği ve tavsif ettiği kimseye işaret edip
ona dikkati çeksin.
Ben şöyle derim:
"Türkler'in menâkibinden bahsetmek ancak diğer askerlerin
mesâlibinden (eksikliklerinden) bahsetmekle mümkün olacaksa hepsinden
bahsetmeyi bir kenara bırakmak daha doğru, bu kitabı yazmaktan vazgeçmek daha
ihtiyatlı olur. Bu sınıflardan çoğunun iyiliğinden bahsetmek azıcık dahi olsa
bazılarının kötülüğünden bahsetmekle bağdaşamaz. Zira, çoğunluğun iyiliğinden
bahsetmek nafile (borç olmayan şey) ve fazladan bir kısım olduğu halde,
azınlığın kötülüğünden bahsetmek ise günâh ve üzerimize borç (vacip) olanı terk
etmekten bir kısımdır. Az farz ise bize çok nafileden daha faydalıdır.
Herkesin eksiklikten nasibi ve bir miktar günahı vardır, insanlar ancak,
iyiliklerinin çokluğu, kötülüklerinin azlığı ile birbirlerinden üstün olurlar.
Bütün iyilikleri kendisinde toplayıp büyük küçük, aşikâr ve gizli bütün
kötülüklerden pâk olmaya gelince bunu hiç bir kimse görmemiştir.
Nâbiğa şöyle der:
"Kusuru olmuyan hiç bir
arkadaş edinemezsin. İnsanların hangisi dört başı mamurdur.".
Harîs el Sa'dî de şöyle der:
"Arkadaşlığı hayatın günlerine benzeyen, bana karşı türlü türlü
tavırlar takınan bir arkadaşım var. Bir huyunu ayıplayıp onu terk edince
ayıplamadığım başka bir huyu beni ona doğru çeker.".
Başşâr ise şöyle der:
"Sen her işte arkadaşını tenkit edersen, tenkit etmeyeceğin bir
kimseye rastlıyamazsın. Ya yalnız yaşa, ya arkadaşınla iyi geçin. Zira, o hazan
günâh işler, bazan günâhtan kaçınır. Birçok defa üzerinde çöp ve saman olan
sudan içmezsen susuz kalırsın. Hangi insanın içtiği su dâima temizdir?".
Bu hususta, Muti' b. İyâs el-Leysî şöyle der.
"Eğer hayatı boyunca kusur işlemeyecek (ayakkabısı kaymayacak) bir
kimseden başkası ile arkadaşlık etmek istemiyorsan, Ne kadar ararsan ara böyle
birini bulamazsın. Benzeri olmayan böyle bir kimse nerede bulunur. Benim
arkadaşım kusuru affeden, arkadaşının az kusurunu hoş gören kimsedir".
Ordudan bir kimse olan Muhammed b. Sa'îd şöyle der:
"İyiliği çok büyük olduğu halde başa kakmadığı için, Ömrüm
elverirse 'Amr'a teşekkür edeceğim. O öyle bir adam ki, elindeki malı,
arkadaşından saklı değildir. Arkadaşı bir kusur işlediği zaman ondan şikâyet de
etmez. Benim İhtiyacımı görülmeyecek tarafından gördü. Bu ihtiyaç, ortadan
kalkıncaya kadar onun gözünde çöp oldu".
Doğruyu bulamamakta müşterek olmalarına, kuvvetlilikleri zayıflıkları
ile bir arada olmasına rağmen muhtelif insan zümrelerinden çıkıp gelen
şahıslar, Araplar'dan mukayeseciler bazı kusurların affını ahlâkî bakımdan ibir
vecîbe, hayatta faydalı bir şey, insanlar arasındaki muamelelerde akıllıca bir
hareket olarak kabul ettiklerine göre temkin, kudret, fazilet, reislik,
efendilik, Allah Teâlâ'nın muvaffakiyeti, koruması, desteği ve iyi yardımı ile
beraber bulunan güzel hasletlere, iyi soyluluğa, yüksek ahlâka, ilim ve hilimde
tamamlığa, azim ve ihtiyatta kemâle sahip olduktan başka fazilet sahibinin
faziletinin, anlayış sahibinin anlayışının ulaşamadığı derecede anlayış yerinde
anlayışa, afv yerinde afva, görmemezlikten gelme yerinde görmemezlikten gelmeye
sahip olmadıkça adı yüce olan Allah'ın en büyük ve en ulu reise hilâfet tacını,
en büyük ve en geniş nimeti, en parlak ve en üstün keremliliği bağışlamayacağında,
sonra ona itaati kendisine itâatla, ona isyanı kendisine isyanla bir saymayacağında
şüphe etmeyiz.
Kuvvet ve kudret sadece yüce ve ulu Allah Teâlâ'ya aittir. Şimdi,
Türkler hakkında bize kadar gelenlerden bahsedeceğiz:
Halkın halife tarafından kabul
edildiği Dar al hilâfa'ye (hilâfet evine) gelen kimselerden bir topluluk
arasında Muhammad b. elCahm Sumâme
elAsras el Kasım b. Sayyâr şöyle dediler:
"Bir aralık Humeyd b. Abdulhamîd , İhsid el Suğdi , Ebû Şucâ' Şabîb
b. Buhârahudâh el Balhı , Yahya b. Mu'âz ve harp ilminde ileri gitmiş, saydı,
tecrübeli, temrinli ve harp sanatı ile çok uğraşmış kimselerle otururken Ma'mün
'un elçisi gelip onlara şöyle dedi:
Halife size ayrı ayrı ve toptan, "aranızdan her bir kumandanın
itimad ettiği ve seçkin yüz adamı ile yüz Türkle mi? Yoksa yüz Haricî ile mi
karşılaşmayı tercih ettiğini söylemesini ve bu husustaki iddiasını, delilini
kaydetmesini" buyuruyor.
Oradakilerin hepsi, "yüz Türkle karşılaşmayı yüz Haricî ile
karşılaşmaya tercih ederiz" dediler. Humeyd ise bir şey söylemiyordu.
Herkes delillerini sayıp bitirdikten sonra elçi Humeyd'a "herkes
söyleyeceğini söyledi. Sen de söyleyeceğini söyle ve yaz. Lehinde ve aleyhinde
delil olsun." dedi.
[b) Humeyd b. Abd el Hamîd'in sözleri.]
Bunun üzerine Humeyd şunları söyledi:
"Ben yüz Haricî ile karşılaşmayı tercih ederim. Zira, Haricî'nin
diğer bütün muhariplere ağır bastığı hususların Türkte mükemmel olduğunu
gördüğüm halde Haricî'de mükemmel olmadığını gördüm. Bu hususlarda Türk'ün
Haricî'ye üstünlüğü Haricî'nin diğer muhariplere üstünlüğü derecesindedir.
Ayrıca, bazı halamlardan Türk, Haricî'den temayüz eder ki, bu hususlarda
haricinin herhangi bir iddiası ve hissesi yoktur. Üstelik Türk'ün Haricî'den
ayrıldığı bu meziyetler, bazı bakımlardan onunla müşterek olduğu hususlardan
daha tehlikeli ve daha fazla işe yarayıcıdır".
Humeyd, ayrıca şöyle dedi:
"Haricî'nin diğer muhariplere üstün olduğu meziyetleri şunlardır:
Birincisi, harbin ilk anında şiddetle hücum etmek. Bu hamle,
Hâricîler'in istediklerini elde ettikleri, umduklarına nail oldukları hamledir.
İkincisi, düşmana sabahleyin gafil olarak baskın yapıp
perişan ve kütük üzerinde et iken hücum etmek, hücum edip geri çekildikten
sonra nefes almaya ve düşünmeye fırsat vermeden çabucak işlerini bitirmek için
hızlı yürüyüşe (dörtnala koşmaya) ve uzun gece yürüyüşlerine sabretmek. [Onlar
bu hususta o kadar süratlidirler ki], düşman bu kadar zamanda bu kadar yolu hiç
bir kimsenin kat edeceğine tahmin bile edemez.
Üçüncüsü, Maricî diğer insanlar tarafından "Dilerse
yetişir. Yakalanmak istenirse kaçar." diye tanınır.
Dördüncüsü, azığın hafifliği ve eşyaların azlığı meselesidir.
Haricî atını yedeğe alıp katırına biner. Gerekirse akşamı bir yerde, sabahı
başka bir yerde geçirir. Haricîler öyle insanlardır ki, yurtlarından
çıktıklarında arkalarında çok mal, gür ağaçlı bahçeler, yüksek evler,
çiftlikler, zahireler, güzel kadınlar bırakmazlar. Diğer askerleri, onlarla
karşılaşmaya teşvik edecek eşyaları ve malları da yoktur. Onlar her yerde su ve
yetecek kadar azık bulan, bunu bulamadıkları yerde kanatları uzakları
yaklaştıran, sarp ve yamaç yerleri düzleştiren, hiç bir şey biriktirmeyen ve
yarını düşünmeyen kuşlar gibidirler. Aynı şekilde, bu kuşlar gibi Haricîler de
yiyecek sıkıntısı çekmezler. Azık bulamadıkları vakit a'vaciyya atları,[1]
katırlar, atlar, yüklerin hafifliği, uzun zaman hızlı (dörtnala) gitme
kuvvetine sahip olmaları azıklarını elde etmeyi kolaylaştırır, erzaklarını
çoğaltır.
Beşincisi, eğer hükümdarlar, onlar gibi hafif azıklı ve az
yüklü olmaları ve onlar gibi hareket edebilmeleri için üzerlerine sayılarınca
asker gönderirlerse bu askerler onlar karşısında dayanamazlar. Zira, yüz asker
yüz Haricî'ye karşı duramaz. Askeri çoğaltıp sayısını artıracak olurlarsa, bu
askerler onları takip edemezler, onlar tarafından takip olunurlarsa
kurtulamazlar. Haricî ne zaman düşmanı yağmalamak ve gafil yakalamak isterse,
baskın yapmak için düşmana yaklaşır, fırsat elverdiği ve düşmanın eksikliğini
gördüğü zaman ganimet alacağına, korktuğu zaman kaçabileceğine, istediği zaman
düşman kuvvetlerinin nizamım bozup bir parçalarım koparıp alabilmek için hücum
edebileceğine kanaat getirince bunu yapar.(?).
Humeyd, "işte, Haricîlerdin öğünlükleri tarafları ve kumandanların
onlarla karşılaşmayı istememelerine sebep olan meziyetleri bunlardır"
dedi.
El Kasım b. Sâyyâr ise şunları söyledi:
"Haricîler'in kalpleri titreten ve yerlerinden oynatan, azimleri
kıran ve gevşeten başka bir hususiyetleri de askerlerin ve halk arasındaki
muhariplerin onlar halikında işittikleri darbı mesellerdir. Şâirin şu beyitinde
olduğu gibi .
"Cimri olan ve misâfire yemek vermekten korkan kimse zırhlı
azrakiye benzer misâfiri görünce...".
Başka bir şâirin şu beyti gibi:
“Vadd dağının hâli değişti. Şimdi [orada] kılıç Haricî'nin elinde [çok
kullanılmaktan kesmez hale geldiği için] vurulduğu yeri kesmeyerek geri
sıçramaktadır."( ?).
Başka bir şâir de şöyle der:
"Tahkim = “Hüküm sadece Allah Teâlâ’ya aittir”
(yâni harici) akşamlayın kılıcım çekince arslanlarla karşılaşmak onunla karşılaşmaktan daha
ehvendir"(?).
Bunlar el Kasım b. Sayâr'ın ilavesidir.
Humeyd ayrıca şunları ilâve etti:
"İlk hücuma gelince, Türk bu hususta daha makbul tesire, daha derli
toplu, daha sağlam bir etkiye sahiptir. Zira, Türk yaptığı hamle katî, azmi
kesin olsun, kararı bölünmüş ve kafası dağınık olmasın diye atını yolundan
sapmamayı, saptığı zaman hızla koşmayı öğretmiştir (?). Aksi takdirde atını bir
iki defa döndürmesi gerekir. Böyle olmazsa atı yolunu bırakmaz, koşmaktan
vazgeçmez. Türk böyle yapmakla kafasına doğacak zararlı fikirlerden, hayatı
sevmek ve düşmanla karşılaşmak korkusu dolayısıyla azmini kurmak gibi bir
hataya düşmekten ümidini kesmek istemiştir. Atını bu şekilde, kendi mahvına
sebep olması muhtemel olan iki saf arasında bir şey yapmadan dönmemeyi, hücum
anında sahibinin kendisini idare etmesine imkân vermemeyi alıştırdığı için işi
sağlama bağlamadan, düşmanın eksiğini görmeden hücuma kalkışmaz. Türk,
kalbinden firar düşüncelerini, geri kaçma bahanelerini kovmak için, kendisini,
en şiddetli harpleri gördüğü zaman hiç bir fedakârlıktan kaçınmayan, her hangi
bir hileyi geri bırakmayan darda kalmış kimseye benzetmek ister( ?)."
Humeyd sözüne şöyle devam etti:
"Haricî hücum anında mızrak darbelerine güvenir. Türkler ise
Haricîler gibi, hattâ daha iyi mızrak kullanırlar. Hücum anında onlardan bin
süvari, bin düşman atlısına ok atsalar onların hepsini yere sererler. Bu türlü
hücuma hiç bir ordu dayanamaz. Üstelik Haricîler'in ve çöl araplarının atın üzerinde,
bahse deyecek derecede atıcılıkları yoktur.
Türk, vahşi hayvana, kuşa, havadaki hedefe, insana, çömeltilmiş veya
yere konmuş hayvandan hedeflere, avının üzerine pike yapan kuşlara ok atar. O,
hayvanını hızla sürdüğü halde, öne, arkaya, sağa ve sola, yukarıya ve aşağıya
ok atar. Haricî yayma bir ok koymadan Türk on tane ok atar. Bir dağdan inerken
veya bir çukur vadinin içine girerken atını haricînin düz yerde sürdüğünden
daha hızlı sürer. Türk'ün ikisi yüzünde, ikisi kafasının arkasında olmak
üzere dört gözü vardır. Haricîler'in harbin sonunda, Horasanlılar'ın harbin
başında eksiklikleri vardır:
Horasanlılar, düşmanla karşılaşmanın başlangıcında geri çekilirler. Bu
sırada kaçmaya başlarlarsa hezimete uğramışlardır. Bununla beraber çok defa
geri dönerler. Fakat bu, askeri tehlikeye maruz bıraktıktan ve düşmanı hücuma
tama ettirdikten sona vukubulur.
Haricîler bir geri kaçtılar mı, kaçmışlardır. Artık, geri çekildikten
sonra tekrar hücuma geçmeleri hesaba katılmayacak kadar nâdirdir.
Türk, Horasanlı gibi geri çekilmez. Geri döndüğü taktirde öldürücü bir
zehir, insanın işini bitiren bir ölümdür. Zira, arkasındaki insana önündeki
insan gibi okunu isabet ettirir. Bu kadar hızlı gitmesine rağmen kemend
atmasından, kemendi ile düşmanın atını yere yıkmasından ve süvariyi atının
üzerinden kapıp almasından emin olunamaz. Şimdiye kadar kemendden Muhallab b.
Ebî Sufra, al Haris b. Hilâl ve Abbâd b el Hüseyn 'den başka hiçbir kimse kurtulamamıştır.
Bununla beraber Türk, ekseri kemend atarken başka türlü bir oyun düşünür. Kemend
attığı kimseyi yakalayıp yedeğine almazsa câhil, bu neticenin Türk'ün
beceriksizliğinden, kemend atılan kimsenin maharetinden ileri geldiğini
zanneder"..
Humeyd, ayrıca, "Türkler süvarilerine iki, üç yay ve bu kadar da
kiriş taşımayı öğretmişlerdir." dedi. Sözüne devamla şöyle dedi:
"Türk hücum ettiği zaman şahsı, silâhı, hayvanı, hayvanının
takımları ile ilgili her şeyi yanında bulundurur. Hızlı yürüyüşe, devamlı
yolculuğa, uzun gece yürüyüşlerine ve memleketler kat etmeye gelince bu hususta
o cidden şâyânı taaccüptür.
Meselâ bir tanesi; Haricînin atı
Türk'ün atı kadar mütehammil değildir. Türk bir baytardan daha usta, atını
istediği gibi terbiye etme bakımından seyislerden daha başarılıdır. Atını kendisi
yetiştirir, tay iken kendisi terbiye eder. Atının adını söylerse atı onu takip
eder, koşarsa atı arkasından koşar. Bunu (ismini) atına o kadar alıştırmıştır
ki, beygirin HÖST, dişi devenin OHH, erkek devenin IHH,
katırın ‘ADS ve eşeğin ÇÜŞ-DEH kelimelerini, delinin lâkabını,
çocuğun adını tanıdığı gibi tanır.
Türk'ün ömrünün günlerini toplasan atı üzerinde geçen günlerinin yer
üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün. Türk
kısraklarının aygırına biner gaza yapmak, yolculuk etmek ve avlanmak için veya
herhangi bir maksada yurdundan çıkarsa kısrağı ve tayları onu takip eder. İnsan
avlamazsa vahşi hayvan avlar. Buna da imkân bulamayıp yiyeceğe muhtaç olursa
hayvanlarından birinin kanını emer. Susuz kalırsa kısraklarından birini sağar.
Altındaki hayvanı dinlendirmek isterse yere inmeden diğerine biner.
Yeryüzünde, Türk'ten başka sadece et yiyen her insanın vücudunda
arızalar meydana gelir. Aynı şekilde Türk'ün hayvanı, kamış kökü, ot ve ağaç
gibi şeylerle yetinir. Türk, atını gölgelendirmez ve soğuktan korumaz (hayvanı
buna muhtaç değildir.)."
Humeyd devam ederek şöyle dedi:
"Hızlı yürüyüşe tahammül etmeye gelince, hudutlardaki askerlerin,
bütün posta ulaklarının, hadımların ve Hâricîler'in kuvvetleri tek bir şahısta
toplansa, hu kuvvetler tek bir Türk'ün bu konudaki kuvvetine müsavi olamazlar.
Türk'ün uzun yolculuklarına hayvanlarından ancak pek asilleri tahammül
edebilir. Türk'ün yorarak öldürdüğü (çatlattığı), gaza esnasında binmeyi kabul
etmediği atla hiç bir Toharistan atı yola dayanamaz. Haricî ile birlikte
yola çıksa, harici henüz hafifçe hızlanmadan Türk bütün hızıyla gitmeye başlar.
Türk hem çoban, hem seyis, hem cabbaz, hem baytar, hem süvaridir. Hülâsa bir
Türk başlı hasma bir millettir.
Humeyd şunu da ilâve etti:
"Türk diğer askerlerle yola çıkarsa başkaları 10 mil kat etmeden
Türk yirmi mil kateder, Sağındaki ve solundaki askerler geride kalır. Avlanmak
için dağların tepelerine tırmanır, vadilerin derinliklerine iner. Bu arada,
sürünen, yürüyen, uçan ve konan her şeye ok atar.".
Ayrıca, "Türk askerler arasında hiç bir zaman diğerleri gibi yürümez.
Asla, doğru da yürümez" dedi. [....].
Devamla dedi ki ..
"Gece yürüyüşü uzadığı, yolculuk şiddetlendiği, konak uzakta
bulunduğu, öğle vakti olduğu, yorgunluk arttığı, bitkinlik insanları meşgul
ettiği, birbirleri ile yarış yapanlar susup konuşmadıkları, vaziyetleri söz
söylemelerine imkân vermediği, her şey sıcağın şiddetinden tefessüh ettiği,
veya soğuğun şiddetinden donduğu, uzun gece yürüyüşlerine mütehammil olan her
kavı kimsenin yolun kısalmasını istediği, her serap ve sınır işareti gördükçe
sevinip konağa ulaştığını zannettiği, süvari konağa ulaştığı zaman sünnet olmuş
bir çocuk gibi bacaklarını açarak yürüdüğü, hasta gibi inlediği, esnemeye başladığı,
yorgunluğunu gerinerek veya yan yatarak gidermeye çalıştığı sırada diğer
askerlerden kat kat fazla yürüdüğü, çok yay çekmekle omuzları yorulduğu halde
konağın yakınında bir yaban eşeği veya geyik gördüğü, önüne bir tilki veya
tavşan çıktığı zaman, Türk'ün, bu kadar yolu yürüyen ve bu şekilde yorulan o
değilmiş gibi yeni koşmaya başlıyan insan gibi koştuğunu görürsün."
"İnsanlar bir vadiye varıp geçmek için vadinin geçidine veya
köprüsüne hücum ettikleri sırada, Türk hayvanını mahmuzlayıp ileri sürer, sonra
diğer taraftan bir yıldız gibi doğar. İnsanlar bir sarp yokuşa varınca
diğerleri yoldan gittiği halde, Türk yolu bırakıp yokuş yukarı dağa tırmanır.
Sonra, dağ keçisinin inemeyeceği yerlerden aşağıya sarkar, indiği yerleri
görerek onun kendisini tehlikeye attığını zannedersin. Eğer o, bütün bu işlerde
kendisini tehlikeye atmış olsaydı, buna benzer hâdiseler başından çok geçtiği
için uzun zaman sağ kalamazdı".
Humeyd şöyle devam etti:
"Haricî, "istediği zaman yakalar. Takip olunduğu zaman
kaçar." olmasıyla iftihar eder. Türk'ün ise kaçmaya
ihtiyacı yoktur. Zira, takip olunmaz, elde edilmek istenmez. Ele geçmesi ümit
edilmiyen kimsenin arkasından kim koşar? Bu [...] delildir. Üstelik,
Hâricîler'in hepsini kahraman yapan sebep dindarlıkta müsâvî olmaları, muharebenin dinden olduğuna
inanmalarıdır.
Soylarının çeşitli, memleketlerinin ayrı olmasına rağmen Sicistân,
Horasan, elCezire, Yemen, Mağrib, ve Oman ahalisinden bütün Azrakîler'in,
Necdiler'in, İbâzîler'in, Sufriler'in, Mevâli'nin, Araplar'ın, diğer
milletlerin, çöl Araplarının, kölelerin, kadınların, dokumacıların, çiftçilerin
hepsinin harb ettiğini görünce bu hususta onların arasını müsâvî kılan şeyin
dindarlık olduğunu anladık. Nitekim yeryüzünde hangi cinsten ve hangi
memleketten olursa olsun hacâmet yapanlar (kan alıcılar) nebizî severler.
Herhangi memleketten, herhangi cinsten olursa olsun eskiciler, balıkçılar,
cambazlar, dokumacılar alışveriş ve muamelâtta insanların en fenalarıdır. Bunun
neticesi, bu hâlin adı geçen sanatlarda bir tabiat, o mesleklerde bir bünye
olduğu, bu sebeple insanlar arasında bu mesleklere sahip olanların böyle oldukları
neticesine vardık".
Humeyd şunları da söyledi.
"Biz, Türkler! Memleketlerinde muharebe ederken din, mezhep,
hâkimiyet, haraç, asabiyet (ırkçılık), haremine kıskançlık, şeref, intikam,
vatan uğrunda veya evini malını müdâfaa etmek için değil, sadece ganimet elde
etmek maksadı ile muharebe ettiklerini gördük. Harpte seçim hakkı Türk'ün
elindedir. Kaçarsa bir ceza göreceğinden korkmaz. Yararlık gösterirse mükâfat
beklemez. Türkler memleketlerinde, yağmalarında, savaşlarında hep
böyledirler. Takip olunmazlar, başkalarını takip ederler. Bu durumda olan kimse
harpte normal gayret gösterir. Bütün gücünü sar fetmez.
Bununla beraber, Türk'e karşı hiç bir şey duramaz, hiçbir kimse onu
yutulacak bir lokma olarak kabul edemez. Bu hususiyetlere sahip olan insanı
müşkil bir durum, kıskançlık, düşmanlık veya dindarlık iterse, veyahut fikir ve
kanâatleri müdâfaa eden bir muharibi tahrik eden sebepler tahrik ederse ne
olacağını tahmin et.".
Humeyd sözüne şöyle devam etti:
"Haricînin mızrağının kargısı uzun ve içi dolu olduğu halde,
Türk'ün mızrağının kargısı kısa ve içi boştur. İçi boş ve kısa kargılı
mızraklar daha iyi saplanır, taşımaları daha hafiftir. Araplar'dan başkaları
uzun kargılı mızrakları yayalara kullandırırlar. Bu çeşit mızrakları hendek
kapılarında ve geçitlerde Ebnâ kullanır. Fakat Ebnâ bu konuda Türkler ve
HorasanlılarIa yarış edemezler. Zira onlar bu çeşit mızrakları ekseri hendek
kapılarında ve geçitlerde kullanırlar.
Türkler ve Horasanlılar atlı ve süvaridirler. Orduların en mühim
vazifesi atlılara ve süvarilere düşer (Onlar ordunun mihveridir). Geri
çekilerek tekrar hücum edenler onlardır. Süvariler düşman ordusunu tomar dürer
gibi düren ve saç dağıtır gibi dağıtan kimselerdir. Pusu kuranlar, öncüler ve
artçılar ancak onlardan seçilir. Onlar sayılı günleri, büyük harpleri ve
fetihleri meydana getiren kimselerdir. Küçük müfrezeler ve büyük birlikler
sadece onlardan seçilir. Sancakları, bayrakları, davulları, zırhları, zilleri
taşıyanlar onlardandır. At kişneten, tozkoparan, at süren, elbiselerinde ve
silâhlarında rüzgârın ses çıkarttığı, nal sesleri çıkartan, istedikleri zaman
düşmana yetişen, takip olundukları zaman kaçıp kurtulanlar onlardır. Atlılar
harp esnasında düşmanı öldürme işinde, fetihlerde, yağmada, ganimet almada
katmerli vazife gördükleri için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem atlıya
iki, yayaya bir hisse
vermişti ".
Humeyd devamla şöyle dedi:
"Hayatıma yemin olsun ki, Ebnâ sokaklarda, hapishanelerde,
geçitlerde herkesten iyi harp ederler. Fakat yayalar dâima başkalarının emri
altındadırlar, başkalarına bağlıdırlar. Yayaların kumandanı mutlaka süvaridir.
Süvarilerin kumandanının ise yaya olması mümkün değildir. Süvârî olarak mızrak
kullanmaya, kılıç vurmaya, ok atmaya, ahşan kimse yürüyerek bunları kullanmaya
mecbur edilirse, kendisini ve arkadaşlarını süvari olarak silah kullanmak mecburiyetinde
kalan yayadan daha iyi müdâfaa eder. Üstelik süvariler çok kere atlarından
inerek harp ederler. Bu. hususta şâir şöyle der.
"Onlar hayvanlarından inemediler. Biz ise indik. Harp ehli
hayvanından inebilendir".
Şair Zabbi de şöyle der:
"İnelim dediler. İlk önce ben indim.
İnemediğime göre ben hayvanıma niçin bineyim.".
Diğer bir şâir de şunu söyler:
"Biz, atlarımızdan inerek düşmanla karşı karşıya gırtlak gırtlağa
harp ederiz.".
Humeyd şunu da ilâve etti:
"Yeryüzünde Türkler'den başkalarının nöbetleşe harp etmeleri,
kumandanlıkta ortak olmaları zararlıdır. Üstelik Türkler nöbetleşe harp
etmezler, kumandanlıkta ortaklaşa hareket etmezler. Harpte nöbetleşmenin,
kumandanlıkta ortaklaşa hareket etmenin beğenilmeyen tarafı, fikir ayrılığı
çıkması, çekememezlik, benzerler arasındaki kıskançlık, ortakların işi
birbirlerine havale etmeleri korkusudur. Türlder bir orduya karşı saf
bağlayınca düşman saflarında bir eksiklik varsa hepsi onu görür ve bilir. Eğer
bir eksiklik bulunmazsa, düşmandan bir şey elde etme imkânı yoksa ve hücumdan
vazgeçmek münâsip ise hepsi aynı kanâata varır, münâsip olan hareketin bu
olduğunu kabul ederler. Hücum ederlerse düşünceleri ve temayülleri aynıdır.
Türkler, tevillerle (çeşitli fikirler), tefahürle, şiir söylemekle
meşgul olan kimseler değillerdir. Maksatları, durumlarını sağlama bağlamaktır.
Aralarında anlaşmazlık azdır. İranlılar, nöbetleşerek harbe girdikleri için
Araplar'ı tenkit ederler ve "harpte, kanda, idarede ortaklık aynıdır"
derlerdi..
Humeyd, bundan, sonra "yardımlaşarak harp yaptıkları vakit
yardımlaşmanın zarar vermediği kişilerin birbirlerini kıskandıkları vakit ne
olacaklarım sen tahmin et" dedi.
Konuşmalar Me'mun'a ulaşınca "Humeyd'den sonra Türkler'in
herhangi bir kimsenin hükmüne ihtiyaçları yoktur. Zira o, her iki tarafı da
denemiştir. Humeyd hem Horasanlı, hem araptır. Onu töhmet altında bırakmaya da
bir sebep yoktur" dedi.
Râviler şöyle dediler:
Haber Zu'l Yemîneyn Tâhir b. El Hüseyn’e vardığında, Humeyd ne güzel
söylemiş. Sözünde eksik bırakmamış ve ileri de gitmemiştir." dedi.
İşte, halife Ma'mün'un sözü, Humeyd'in hükmü, Tâhir'in tasvibi budur.
[ c) Ebu'l Batt'ın sözleri.]
Horasanlı veya Banü Sadüs kabilesine mensup biri Ebu'l Batt'ın
"Allah iyiliğinizi versin (veyl size) dağdan inerken ve dağa
çıkarken atını daracık yerde (bir somunun kapladığı yerde) hızla süren, atın
sırtında Ub’ulla rakkasının düz yerde yapamadığını yapan bir kimseye ne yapabilirim?"
dediğini işittiğini bana söyledi. [....].
[ d) Sa'îd b. 'Ukba b. Selm el Hunâ’inin sözleri.]
Yine aynı şahıs şöyle dedi:
Harp işlerinde fikir sahibi olan ve fikir sahibi bir kimsenin oğlu
bulunan Sa'îd b. 'Ukba b. Selm el Huna’î dedi ki,
"Bizimle Türkler arasında şu fark vardır. Türkler bir kavme karşı
gaza yaparlar, saf bağlarlar, Araplar'dan ve Acemler'den herhangi bir düşmana
hücum ederlerse ancak onların sayısı kadar ve onlarınkine benzer kuvvet
çıkarırlar. Maksatları düşmanın zararını ve kötülüğünü defetmek, onların
hilesine mâni olmaktır. Sulhtan vazgeçip harbe karar verirlerse maksatları ve
gailelerinin mihveri canlarını korumak, karargâhlarını muhafaza etmek,
düşmandan kendilerini kollamaktır. Düşmanlarına karşı hile yapacak ve onları gafil
avlayacak derecede fazla gayret sarf ederlerse kendileri ile harp edenlerin
akıllarından dahi geçmeyecek derecede enteresan hile yaparlar".
O, sonra şunu ilâve etti, "kalın ve yüksek duvarları tarafından
şehirlere girmek ve Belh nehrini geçmek için tatbik ettikleri hileleri
bilirsin".
Adı geçen Sa'îd, "harp ederken üç kişi iseniz birini imdatçı,
diğer birini de pusucu tâyin edin" diyen kimsedir. Onun harbe dâir
daha birçok sözleri vardır.
Sa'îd, şunu da ilâve etti:
"Babam bana haber verdi ve şöyle dedi;
Fakîh Ebu'l Hattâb Yazîd b. Katâda b. Di'ama'yi gördüm. Ömer b. El
Hattâb'ın Türkler hakkında, "Bu zararı pek fazla, elde edilecek
ganimeti çok az bir düşmandır." dediğini rivayet etti. Bunun üzerine
'Âliya'den bîr adam, "Ömer, Ebû
Zübeyd eI Tâi’yi arslanı tavsif etmekten
menetti. Zira, hu kalbin korkudan titreyişini ve helecanını artırır, cesur
kimsenin cesaretini kırar. Halbuki 'Ömer kendisi, Türkler'i Ebû Zübeyd'in
aslanı tavsifinden daha dehşetli bir şekilde tavsif etmiştir." dedi.
Sa'îd, o gün sözlerine şunları da ilâve etti:
"Türkler'den bir bölük, Ebû Huzeyme yâni Hamza b. Azrak eI
Hâricî'nin memleketini ve Horasan havalisinden bir yeri, bir iş için kat
ettiler. Hamza'nın yanında kalabalık bir kuvvet vardı. Yanındakilere,
"onlar size dokunmadıkça onlara yol verin ve taarruz etmeyin. Zira Türkler
hakkında "ONLAR SİZE DOKUNMADIKÇA, ONLARLA DOST OLARAK GEÇİNİN ."
denmiştir" dedi.
Bunlar, Arap ve Horasanlı olan Sa'îd'in sözü, fikri ve anlattığı
şeylerdir,
[e) Yazîd b. Mazyad'in sözleri.]
Yazid b. Mazyad , Tülyâ el Türki'nin, el Velîd b. Tarif el
Hâricî'yi öldürdüğü vakayı anlattı,
Türkler'in vasıfları hakkında şunları söyledi:
"Türk'ün, atının sırtında ağırlığı, yerde yürürken ayaklarının
tıpırtısı yoktur. Bizden bir süvarinin önünde iken göremediğini o, arkasında
iken görür. O, bizden bir süvariyi av, kendisini pars, süvariyi geyik kendisini
av köpeği yerine koyar. Allah'a yemin olsun ki, Türk eli kolu bağlı olarak
bir kuyuya atılsa mutlaka bir çaresini bulup kurtulur. Eğer onların
ömürleri dağın yani Hulvan Dağı — beri tarafında kısa olmasa da bizim üzerimize
yürüseler başımıza büyük bir gaile açarlardı, [...]"
Yazîd'in adamlarından biri şu beyti söyledi:
"Farz et ki dünyanın her şeyi senin ayağına kolayca geliyor. Değil
mi ki sonunda yok olacaktır."
Yazîd şunu da söyledi:
"Türk yağma ve gasp ile karnını doyurmayı, kolayca hükümdar olmaya
tercih eder. Av ve ganimetten başka hiç bir yemekten hoşlanmaz.
Başkalarını takip etsin veya başkaları tarafından takip olunsun atının
sırtında gafil avlanmaz."
[f) Sumâme b. Aşras'in sözleri.]
Muhammed b. El Cahm gibi sık sık Türkler'den bahseden Sumâme b. El Asras
de şunları söyledi:
"TÜRK, ANCAK KORKULMASI GEREKENDEN KORKAR. ÜMİT EDİLMEYECEK ŞEYE
KARŞI ÜMİT BESLEMEZ. BİR ŞEYİ ELDE ETMEYE ÇALIŞMAKTAN ONU KESİN ÜMİTSİZLİK
ALIKOR. DAHA ÇOĞUNU ELDE ETMEDİKÇE AZI BIRAKMAZ. EĞER, HER İKİSİNİ ELDE ETMESİ
MÜMKÜNSE HİÇ BİRİNİ FEDA ETMEZ. İYİ BİLMEDİĞİ BİR ŞEYİN HİÇ BİR TARAFINI İYİ
BİLMEZ, İYİ BİLDİĞİ HUSUSUN TAMAMIM SAĞLAM YAPAR. HER İŞİNİ BİZZAT KENDİSİ
YAPAR. İÇİ DIŞI GİBİDİR. HİÇBİR NETİCE ÇIKMAYACAK BİR ŞEYLE UĞRAŞMAZ. UYKU İLE
VÜCUDUNU DİNLENDİRMESE UYUMAZ. BUNUNLA BERABER UYKUSU UYANIKLIKLA KARIŞIKTIR.
UYANIKLIĞI ESNASINDA UYUKLAMAZ. EĞER, ONLARIN MEMLEKETLERİNDE PEYGAMBERLER VE
FİLOZOFLAR YAŞAYIP DA BUNLARIN FİKİRLERİ KALPLERİNDEN GEÇSE, KULAKLARINA ÇARPSA
İDİ SANA BASRALILAR'IN EDEBİYATINI, YUNANLILAR'IN FELSEFESİNİ, ÇİNLİLER'İN
SANATINI UNUTTURURLARDI."
Sumâme sözlerine şunları da ilâve etti:
"Horasan yolunda önümüze bir Türk çıktı. Başımızda askerleri ile
beraber hücum eden kahraman bir kumandan vardı. Türk ile aramızda bir vâdi
bulunmakta idi. Türk, kumandandan mübâreze yapmak için bir süvârî istedi.
Kumandan ona karşı Ömrümde kendisinden daha mükemmel, daha yetişkin ve daha
boylu postluBunu görmediğim birini çıkardı. Bu süvârî onun yanına geçti. ikisi
bir müddet birbirleri ile mücâdele ettiler. Arkadaşımızın onun gibi birkaç
kişiye kâfi geleceğini zannediyorduk. O ise hu esnada bizden uzaklaşıyordu. Bir
aralık Türk gerisin geri kaçmaya başladı. Bu hareketi, arkadaşımızın onu alt
ettiğini zannettiğimiz bir sırada yaptı. Süvârî de onu takip etmeye koyuldu.
Türkün başını kesip getireceğinde şüphe etmiyorduk. Farkına varamadık, bir de
ne görelim, arkadaşımız atın üzerinden kayboldu ve ayrıldı. Türk ise atından
inerek onu öldürdü ve eşyalarını aldı. Sonra onun atını yakalayıp yanına yedeğe
alarak gitti."
Sumâme yine dedi ki:
"Bu Türk'ü daha sonraları tekrar gördüm. El Fazl b. Sehl'in
sarayına esir olarak getirilmişti. Ona, "o gün bunu nasıl yaptığım,
süvariyi nasıl oyalayıp ta önce onun kendisine nasıl üstün geldiğini, sonra
gerisin geri kaçmaya başlayıp ta onu nasıl öldürdüğünü" sordum?
O ise şöyle cevap verdi:
"Ben, onu vadiyi geçtiği sırada öldürmek isteseydim, bu pek
kolaydı. Fakat onu aldatıp eşyaları ile atını alabilmek için arkadaşlarından
uzaklaştırdım. [..,]" Sumâme şunu da ilâve etti:
"Bir de ne göreyim. Diğer askerlerden herhangi bir süvariye
istediği gibi harp oyunu ve hilesi yapıyor."
Sumâme, "Onların elinde bir müddet esir kaldım. Onlar gibi, insana
ikram ve taltifte bulunanları görmedim." dedim. Arap olan ve Türkler
hakkında verdiği haberlerde töhmet edilmemesi gereken Sumâme b. Asras bunları
söylüyor.
[ G) CÂHİZ'IN TÜRKLER HAKKINDAKİ ŞAHSÎ KANÂATLERİ.]
Şunu söyleyeyim ki, ben de onların çok enteresan ve insanı hayrette
bırakacak hallerini gördüm. Me'mün'un gazvelerinden birinde, onun karargâhı
yalanında, sağ tarafta Türkler'den yüz kişi, sol tarafta başka askerlerden yüz
kişi olmak üzere yolun iki tarafına dizilmiş süvariler gördüm. Bunlar öğle
vakti olduğu ve sıcak şiddetlendiği halde hâlen saf bağlamışlar Me'mün'un
gelmesini bekliyorlardı. Biraz sonra Me'mün geldi. Bu sırada üçü veya dördü
hariç bütün Türkler atlarının üzerindeydiler. Başka sınıflardan müteşekkil
askerler ise üçü veya dördü hariç yerlere serilmişlerdi. Bunun üzerine bir
arkadaşıma, "Bak başımıza gelene, ne enteresan! Mu'tasim'in, onları iyi
tanıdığı için etrafına toplayıp ihsanda bulunduğunda şüphe etmiyorum."
dedim.
Bir defasında Bağdat’tan çıktım, el-Kâtül'e yâni el Mabâraka'ye
gidiyordum. Bu arada Horasanlılardan, Ebnâ'dan ve diğer askerlerden müteşekkil
süvariler gördüm. Bir at ürküp kaçmış, onlar soy atlar üzerine binmişler atı
yakalamaya çalışıyorlar, fakat bir türlü yakalayamıyorlardı. Bu sırada
yanlarından bir Türk geçiyordu. Onlar gibi düzgün kıyafetli ve aralarında
itibar sahibi bir kimse değildi. Türk cılız bir Türk atı üzerinde, onlar ise
soy ve besili atlar üzerindeydiler. Bunun üzerine Türk atın önüne çıktı,
Önünden ve arkasından dolanarak onu biraz durdurdu. Bunun üzerine diğer askerler
durup ona bakmaya başladılar, içlerinden onu küçümseyen biri, "Babanın
ölüsü için bunun yaptığı kendisini zorlamak ve haddini bilmemekten başka bir
şey değil. Onlar memleketin arslanları olmalarına rağmen atla başa çıkamadılar.
Bu ise boyunun kısalığına, hayvanının zayıflığına bakmadan atı yakalamaya
kalkıştı." dedi. Henüz, onun sözü bitmemişti ki, Türk atı getirip
onlara teslim etti. Onların medihlerini ve dualarını beklemeden, onlara iyilik
ettiğini göstermeye çalışmadan işinin arkasına gitti.
Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık kovuculuk, yapmacık,
yerme, riyâ, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bidat nedir
bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hîle-i şer’iye ile başkalarının
malını helal saymazlar. Onların tek ayıbı ve başkalarını kendilerinden
soğutan husus, vatana karşı çok
iştiyak duymaları ve zaferin sevincini,
birbiri peşinden vukuunu, ganîmetin tadını ve çokluğunu, sahralardaki
oyunlarını, çayırlardaki gezintilerini hatırladıkları […..] ve uzun zaman
boş durmakla kahramanlıklarının boşa gitmesini, aradan uzun müddet geçmekle
enerjilerinin tükenmesini istemedikleri için memleketlerde dolaşmayı çok
sevmeleri, yağmaya ve çapulculuğa düşkünlükleridir. Zira, bir şeyin ustası olan
bir insan ondan mahrum kalmaya tahammül edemez. Bir işi bilmeyen ondan kaçar.
TÜRKLER, ARAPLAR'DAN BAŞKA MİLLETLER İÇİNDE VATAN SEVGİSİNE EN FAZLA
SAHİP OLAN MİLLETTİR. Çünkü, onların vücutlarının terkibinde,
tabiatlarının karışımında (ahlat = kan, balgam, safrâ, savda) başka milletlerin
sahip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dâir husussiyetler,
vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik vardır.
Görmüyor musun? Bir Basralıyı görünce onun Basralı mı? Yoksa Kufeli mi?
olduğunu bilmezsin. Mekkeliyi görünce onun Mekkeli mi, Medineli mi? olduğunu
tanımazsın. Cebeleli (Horasan Dağıstan’ı)'yı görürsün onun Cebele'den mi,
Horasan'dan mı olduğunu bilmezsin. Cezîreliyi görürsün onun Ceziren mi? yoksa
Şamlı mı? olduğunu fark edemezsin. Fakat bu konuda Türkler'de yanılmazsın.
Onların nereli olduklarını anlamak için kıyâfet ilmine (izlerden ve şekillerden
neticeler çıkarma ilmi), ferasete, başkalarına sormaya ihtiyaç duymazsın.
Türkler'in kadınları erkekleri gibidir. Hayvanları kendileri gibi Türk hususiyetini
taşır (türkîdir) .
Allah Teâlâ, bu memleketleri böyle yaratmış, oralara bu hususiyeti
vermiş, dünyaya âit özellikleri ve yetiştirme kabiliyetlerini oralara son
derece fazla vermiştir( ?). Dünyanın ömrünün müddeti ise illetlerine,
sebeplerinin miktarına, Allah'ın oralara bağışladığı ve başka memleketlerden
ayrı olarak verdiği hususiyetlere göre devam eder(?). İnsanlar, Âhiret gününde
ise Allah'ın "Biz onları yeni baştan tam bir şekilde meydana getiririz.
" (Kur’ân-ı Kerim:54/49) dediği gibi olurlar.
Horasan'a yerleşen şehirli ve bedevi Arapların çocuklarını yerlilerle
aynı şekilde görürsün. Babası Fergana'ya dışarıdan gelip yerleşen kimse ile
Fergana'nın yerli ahâlisi arasını ayırt edemezsin. Kınalı bıyıklı, kırmızı
derili, büyük kafalı olmaları, Fergana elbisesi giymeleri itibariyle aralarında
fark göremezsin. Bütün saydığımız memleketlerde, aynı şekilde, yerli ahâli ile
dışarıdan gelip yerleşenler birbirinden fark edilmez.
VATAN SEVGİSİ, BÜTÜN İNSANLARI VE BÜTÜN MEMLEKETLERİ KAPSAYAN BİR
HUSUSİYET OLMAKLA BERABER ARALARINDA BENZERLİK, UYGUNLUK, VÜCUT BENZERLİĞİ VE
VÜCUTLARINDAKİ TERKİBİN AYNI OLMASI DOLAYISIYLA TÜRKLER'DE DİĞER MİLLETLERDEN
DAHA FAZLA VE DAHA KÖKLÜDÜR. Görmüyor musun, el Abdî ,
"Allah memleketleri vatan sevgisiyle mamur etti." der.
İbn el Zubeyr, "insanlar kendilerine düşen hisseler içinde hiç
birisinden vatanlarından memnun oldukları kadar memnun olmazlar."
der'. Ömer b. El Hattâb radiyallâhü anh ise "insanların arzularının
çeşitliliği olmasa Allah çeşitli memleketleri mamur kılmazdı." der
Cum'at el İyâdiyya, aynı konuda "Allah,
kullarına boş ve çöl ülkeleri tavsiye etmese idi, onlar hiç bir vadiye
sığmazlar, hiçbir azık ta onlara yetmezdi." demiştir.
Kuteybe b. Müslim Türkler’den bahsederken şöyle dedi: "Vallahi,
onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar".
Zira, deve Umman'da iken Basra'daki vatanını ve yerini özler. Her şeye basarak,
her vadiyi çiğneyerek, ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan tekrar
memleketine gelir. Umman ile Basra'nın aracındaki mesafeye rağmen kendisine
mahsus hasse ile kokluya kokluya, şevki tabiisi ile yatağına gelir. İşte,
bundan dolayı, Kuteybe bu hususta deveyi mesel olarak getirmiştir.
Vatan üzerinde titreme, ona iştiyak ve arzu Kur'ân'da geçer. İnsanlar
arasında dolaşan mushaflarda yazlıdır. YALNIZ, SAYDIĞIMIZ SEBEPLERDEN DOLAYI
TÜRK'ÜN VATANINA KARŞI DUYDUĞU İŞTİYAK DİĞER İNSANLARA GÖRE DAHA FAZLA VE
ŞİDDETLİDİR.
KUVVETLİ BİR AZME SAHİP OLMALARINDAN VE ALIŞAMADIKLARI ÂDETLERDEN DAHA
FAZLA TÜRKLER'I VATANLARINA DÖNMEYE SEVKEDEN BAŞKA BİR SEBEP DE ŞUDUR (?):
ŞÖYLE Kİ, İKÂMET ETMEK, BİR YERDE EĞLENMEK, UZUN MÜDDET KALMAK, BEKLEMEK, AZ
HAREKET ETMEK, AZ İŞLE MEŞGUL OLMAK TÜRKLER'E ÇOK AĞIR GELİR. ZİRA, ONLARIN
BÜNYELERİ HAREKET ÜZERİNE KURULMUŞTUR. DURMAKTAN NASİPLERİ YOKTUR. RUHÎ
KUVVETLERİ BEDENÎ KUVVETLERİNDEN DAHA FAZLADIR. ONLAR
ATEŞLİ, HARARETLİ ANLAYIŞLI KİMSELERDİR. HATIRALARI ÇOK, BAKIŞLARI KESKİNDİR.
KIT GEÇİMİ ACİZLİK, UZUN ZAMAN BİR YERDE KALMAYI AHMAKLIK, RAHATLIĞI AYAK BAĞI,
KANAATKÂRLIĞI AZİMSİZLİK, MUHAREBEYİ TERK ETMENİN ZİLLET GETİRECEĞİNİ KABUL
EDERLER .
Araplar bu konuda bazı şeyler söylemişlerdir. 'Abdullah b. Vehb el
Râsibî "Ahesteliği sevmek bıkkınlık
getirir." der. Araplar, "Yazın beyni kaynayanın kışın
tenceresi kaynar." derler.
Aksam b. Sayfi ise, "Ben bütün işlerimin başkaları tarafından
görülmesini istemem" demiş, bunun üzerine "Niçin?"
diye sorulunca, "Zira, acizliğin bende âdet haline gelmesinden
korkarım." demiştir .
İşte, Türkler'in vatanlarına dönmek istemelerinin ve ona iştiyaklarının
sebepleri bunlardır. Onları kaçmaya zorluyan, memleketlerine dönmeye sevkeden,
bir yerde devamlı kalmaktan meneden başka bir şey başlarındaki kumandanın
değerlerini bilmemesi, ehemmiyetlerini anlayamaması, onlara faydalı olmayı ve
onlardan istifâde etmeyi bilmemesidir. Kumandanları, onları askerlerin numunesi
yapmadıkları için kıyıda ve köşede, ekseriyetin arasında, diğer askerlerin
içinde kalkmakla yetinmediler. Bunu kendilerine yediremediler. Üzerlerine düşen
hakkı hatırladılar. Kendilerinin haksızlığa lâyık olmadığını, sönüklüğün
kendilerine yaraşmadığını, değerlerini bilmeyenlerin yanında kalmanın haklarını
vermeyenlerin yanında kalmaktan daha fena olduğunu anladılar. Fakat hakîm,
insanların kadrini bilen, fena âdetlere meyil göstermeyen, arzusuna uymayan,
bir ülkeyi başka bir ülkeye karşı kayırmayan, idare neyi gerektirirse ona göre
hareket eden, ihtiyat neyi icap ederse onu yapan bir hükümdara rastlayınca
haddini bilen, hakikati benimseyen, alışkanlığı bir tarafa atarak hakikati
tutan, vatanından ayrılmasına karşılık ruhunu vuslata kavuşturan, başıboş hür
yaşamayı yerleşik olarak yaşamayı tercih eden, hakikati dosttan üstün tutan
insanlar gibi yerlerinde kaldılar.
BÜTÜN BUNLARDAN SONRA ŞUNU DA BİL Kİ, HERHANGİ BİR MİLLETİN, NESLİN,
SOYUN VE ATANIN ÇOCUKLARININ YA SANATTA MAHARET KAZANDIKLARINI, YA GÜZEL SÖZ
SÖYLEMEKTE, YA EDEBİYAT VE HİKMETTE, VEYA DEVLET KURMAKTA VEYAHUT DA HARP
SANATINDA DİĞER MİLLETLERE ÜSTÜN OLDUKLARINI GÖRÜRSÜN.
Allah Teâlâ'nın bazı sebepler dolayısıyla onları bu mesleklere kabiliyetli
yarattığı, hu işlere uygun sebepleri onlara verdiği için onların bu konularda
çok ileri gittiklerini görürsün. Zira, arzuları dağınık, fikirleri karışık,
kafaları çeşitli şeylerle meşgul olan, mesleği hususunda techîz edilmeyen ve
ona hazırlanmayan kimse bu konulardan hiç birisinde Çinliler'in sanatta,
Yunanlılar'ın felsefe ve hikmette, Araplar'ın ileride bahsedeceğimiz
hususlarda, Sâsaniler'in siyâsette, Türkler'in harpte gösterdikleri maharet
gibi tam ve mükemmel maharet gösterememişlerdir.
Görmüyor musun ki? eşya ve hâdiselerin illetleri ve sebepleri ile
uğraşan Yunanlılar tüccar, elleri ile çalışan sanatkâr, ziraatçi, çiftçi,
mimar, ağaç yetiştiren, mal toplayıp yığan, aç gözlü, ağır işler yapan kimseler
değillerdi. Başlarındaki hükümdarları, onlara yetecek kadar ihtiyaçlarını temin
ederlerdi. Bunun için meşgul oldukları konu ile rahatça, bütün varlıklarını
vererek, rahat bir kafa ile çalıştılar. Sonunda çeşitli âletler ve eşyalar,
insanı dinlendiren, yorgunluktan sonra rahatlık veren, kederlinin yaralarım
saran, neşelendiren musikî âletlerini icad ettiler. Arşimed terazisi, kantar,
usturlab, saat âletleri (vakitleri tâyin için. çeşitli âletler), gönye, dikiş
ve kanun yüksüğü, perger, nefesli ve yaylı musikî âletleri, tıp, hesap,
geometri, musikî makamları, mancınık, urrade, rutayla , dabbâba , naft âletleri
gibi harp vasıtaları ve bahsi uzun sürecek birçok faydalı şeyler yaptılar.
Onlar sadece felsefe ve hikmetle meşgul olurlardı. Âletlere şekil veren ve
yapan, örneğini meydana getiren, onlarla iş yapan işçi değillerdi. Bu âletlerin
nasıl yapılacağını tarif ederler. Fakat kendi ellerini dahi dokundurmazlardı.
İlme rağbet gösterip işe rağbet göstermezlerdi.
Çinliler ise dökümcü, eşyaya şekil veren, kalıba sokan, eriten,
harikulade boyacılık yapan, maddeleri yontan, ressam, dokumacı, iyi yazı yazan,
maddesi ve işçiliği çeşitli, değeri ayrı olsa dahi üzerlerine aldıkları ve
meşgul oldukları her şeyi ince bir zevkle yapan insanlardır. Yunanlılar
hâdiselerin ve eşyanın nedenlerini bilirler. Fakat bunun gerektirdiği işlerle
uğraşmazlar. Çinliler ise eşyanın amelî cephesi ile uğraşırlar, illetlerini
bilmezler. Zira bunlar sanatkâr, diğerleri ise hâkimdirler.
Bunun gibi, Araplar da tüccar, sanatkâr, tabib, matematikçi, amele
olmalarını gerektiren işlerden olan çiftçi, cizyenin vereceği zilletten
korktukları için ziraatçı, mal ve kazanç peşinde koşan, ellerinde olanı
saklayıp başkalarının elinde olanı elde etmeye çalışan kimseler değillerdi.
Onlar terazinin dili ve kilenin ağzı ile hayatlarını kazanmaya mecbur
olmadılar, dânak ve kırât nedir tanımadılar. İlimle meşgul olmaktan
alıkoyacak derecede fakir düşmediler. Kabiliyetsizliğe sebep olacak derecede zenginliğe,
rahâvet getirecek (veya toyluğa sebep olacak) servete sahip olmadılar. Benliklerini
öldürecek ve kendilerinde aşağılık hissi uyandıracak bir zillete katlanmadılar.
Onlar çöllerde oturup kırlarda büyüyorlardı. Bu sebeple kırağı, nem, buhar,
havanın loşluğu, teaffün, fazla tokluk nedir tanımadılar. Bunun için zekâları
keskin, ruhları mükemmeldi. Gayretlerini ve kuvvetlerini şiir söylemeye,
belâğatlı konuşmaya, kelime türetmeye, söz söylemeye, kıyafet ilminden başka
feraset ilmine, nesepleri ezberlemeye, yıldızlarla yol bulmaya, ufuklara
bakarak neticeler çıkarmaya, yıldızların hareketlerini takibe (anvâ ilmine),
attan, silâhtan ve harpten anlamaya, her işitilenî ezberlemeye, hissedilen her
şeyden ibret almaya, menâkib ve mesâîibi sağlamca öğrenmeye verince bu sahalarda
en yüksek dereceye ulaştılar ve bütün maksatlarını elde ettiler. Bu
meziyetlerden bir kısmı sebebiyle kendileri en büyük, emekleri en değerli,
bütün milletler içinde en çok iftihar eden, meşhur günlerini en çok hatırlıyan
ve ezberleyen millet oldular.
Türkler de, aynı şekilde, çadırlarda ve çöllerde otururlar, hayvan
beslerler. HuzayI kabilesi Araplar'ın
Kürtleri olduğu gibi onlar da, başka milletlerin bedevîleridir. Onlar
sanat, ticâret, tıp, ziraat, geometri, meyvecilik ve ağaç yetiştirmek, binalar
yapmak, kanallar açmak ve mal toplamakla meşgul olmadılar. Sadece, gaza yapmak,
avcılık etmek, ata binmek, kahramanlarla çarpışmak, ganimet elde etmek, çeşitli
memleketleri tanımakla meşgul olduklarından ve yaratılışları bu işler için
müsâit olduğundan bunları iyice sağlamlaştırdılar, bu konularda en yüksek
dereceye ulaştılar. Sanatları, ticâretleri, zevkleri, öğündükleri, aralarında
gündüzleri ve geceleri konuştukları harp mevzuu oldu. Böylece, harp sanatında,
Yunanlılar'ın felsefe ve ilimde, Çinliler'in sanatta, bedevilerin saydığımız
hususlarda, Sasânîler'in devlet ve siyâsette elde ettikleri dereceyi elde ettiler.
Türkler'in bu konuda iyice ileri gittiklerini, bu mevzuların bütün
teferruatını öğrendiklerini, bu hususlarda en üstün dereceye çıktıklarını
gösteren hususlardan biri şudur:
Bir adam bir kılıcı kuşanıncaya ve kullanıncaya kadar bu kılıç birçok
ellerden ve çeşitli sanatkârlardan geçer. Onlardan hiç biri diğerinin işini
yapamaz, beceremez. Bu hususta bir iddiada bulunamaz ve onu yapmaya kalkışamaz.
Zira kılıcın demirini eritip akıtan, tasfiye eden, düzgün hale getiren onu
uzatıp dövenden başkadır. Onun demirini uzatıp döven kılıç şekline sokan, doğru
ve düzgün hale getirenden başkadır. Doğru ve düzgün hale getiren su veren ve
bileyenden başkadır. Bileyen, kabzasının kabını ve hu kabı demirine takandan
başkadır. Kabza kısmını çivileyen, kabzanın kına değdiği yerdeki çıkıntıları ve
kının ucundaki demirden kısmı yapan kının ağaçlarım yontandan başkadır. Kının
ağaçlarını yontan derisini debbağlayandan başkadır. Derisini debbağlayan
tezyinatını yapandan başkadır. Teyzînatını yapan ve ucundaki demiri yerleştiren
hamailini (kılıç bağı) dikenden
başkadır.
Eğerin, okun, okdanlığını, mızrağın, yaralayıcı ve kalkan olarak
kullanılan bütün silâhların durumu da aynı şekildedir. Türk bunların hepsini
başından sonuna kadar bizzat kendisi yapar. Hiç bir kimseden yardım
istemez. Hiçbir dostun fikrine müracaat etmez. Hiçbir sanatkârın yanma gidip
gelmez. Onun oyalamaları, yalan vaadleriyle ve ücretini ödemekle kafasını
meşgul etmez. Âvs b. Hacer avcının tavsifini yaptığı, onun kendi şahsında
gerekli bütün hususları topladığını anlattığı sırada şöyle
der:
"Evinden uzakta geceler, avla geçinir. Oklarını tutkalla cilalar,
yontar, üzerine koyun barsağı geçirir."
Bununla beraber, yeryüzünde her Yunanlı filozof ve âlim, her Çinli
sanatkâr, her bedevi şâir ve kâ'if (kıyafet ilmi ile uğraşan) olmadığı gibi,
her Türk de tavsif ettiğimiz şekilde değildir. Fakat, bahsettiğimiz hususlar bu
milletlerde daha yaygın, daha mükemmel, daha üstün ve daha açıktır.
Diğer milletlerden ayrı olarak Türkler'de kahramanlığın, biniciliğin
gelişmesinin sebeplerinden ve niçin harple ilgili hususları kendilerinde
topladıklarından bahsettik. Bunlar öyle hususlardır ki, çok nâdir fikirleri,
çok kıymetli meziyetleri gerektirir. Bunlardan bir kısmı sahibinin cömert,
kuvvetli azim sahibi ve mükemmeli elde etmeye çalışan bir kimse olmasını
gerektirir. Bir kısmı ise doğru hareketi yüksek fikri, parlak anlayışı, derin
görüşü gerektirir. Görmüyor musun ki, harp ile uğraşan kimsenin anlayışlı,
bilgili, ihtiyatlı, azimli, sabırlı, sırrını saklayan, kültürlü, gafil olmayan,
çok tecrübeli bir kimse olması, attan ve silâhtan anlaması, insanları ve
memleketleri denemiş olması, mekânı, zamanı, hileleri, bütün işlerin
menfaatininneye bağlı olduğunu bilmesi icap eder. [….].
[h) Türkler'in Kahtânîler'e ve 'Adnânîler'e karşı verdikleri cevaplar.]
Râvî şunu da ilâve etti: "Sonra, Türkler münakaşaya cevap vererek
ve mukayese ederek Araplar'a sözle hücum ettiler. Şöyle dediler:
"Siz [...] dediniz. Eğer yakınlık bir kimseye hizmetle elde
edilirse biz itaat, sevgi ve sadakat bakımından sizden daha eskiyiz. Eğer bu
yakınlık akrabalıkla elde edilirse halifeye akrabalığımız sizden daha
yalandır".
Türkler şunu da ilâve ettiler:
"Ayrıca, Araplar iki kısma ayrılır. 'Adnânîler, Kahtânîler.
Kahtânîler'e gelince bizim halifelere akrabalığımız onlarınkinden daha
yakındır. Biz, halifelerle onlardan daha sıkı kan bağına sahibiz. Zira halife,
Kahtân b. Âbar'in değil, İsmâîl b. İbrahim'in çocuklarındandır. İbrahim'in
Kıptî olan cariyesi Hâcer'dan İsmâil
adındaki oğlu, Süryânî olan karısı Sâra'dan
İshak adındaki oğlu dünyaya gelmiştir. Geri kalan altı oğlunun anası ise
asıl Araplardan Kantura bint Maftün
'dur. Kahtânîler'den olan kimsenin "Anamızın soyu sizin ananızın
soyundan daha şereflidir." demesinin sebebi Kantürâ'nın asil Araplardan
olmasıdır. İbrahim'in bu altı oğlundan dördü Horasan'da yerleşip "Horasan
Türkleri"ni meydana getirdiler. Bizim, Kahtânîler'den olan kimseye
verilecek cevabımız budur.
Adnânîler'den olan kimseye
verilecek cevabımız ise, "Babamız İbrahim, amcamız İsmail’dir. İsmail’e
olan yakınlığımız sizinki gibidir." şeklindedir.
[i) Heysem b.Adiyy'in sözleri.]
Heysem b. 'Adiyy şöyle der: Mübârek eI Türki’ye Hammâd el Türkî ile
birlikte otururken, "Siz Mazhic kabilesinden misiniz?" diye soruldu.
Mübârek el Türkî ise "Mazhic kim imiş? Biz ancak İbrahim Halilullah ile
halifeyi tanırız (onlardanız)." dedi.
Heysem şunu da ilâve etti: "Türkler'in memleketlerine Mazhic
kabilesinden biri gidip orada birçok çocuk edindi. Bunun için Şu'übiyya'nin
şâiri uzun bir kasidesinde Araplar'a karşı şöyle der.
"Türkler'in Mazhic'in çocukları olduğunu, sizinle Berberiler
arasında akrabalık bulunduğunu, Onların, Basil b. Zabba ve Süfân'ın pek çok
günah işlemiş olan çocukları olduklarım iddia ettiniz."
Başka bir şâir de şöyle der:
"Türkler ne vakit Mazhic'in çocukları oldular? Ey insanlar duymuş
olun! dünyada hayret etmek isteyen insan için ne tuhaf şeyler var."
Banü Kantüra Seddi ve onların süvarilerinin Irak hurmalıklarını ne
yapacakları hakkında bize gelen haberleri duymuşsunuzdur. Bu hadisler, bütün
insanları onlardan korkutmak ve ürkütmek için söylenmiştir. Şimdi ise onlar,
İslâm'ın yardımcıları, kalabalık ordusu, halifelerin hamileri, sığınakları, sağlam
kalkanları ve dış gömleğin altındaki iç gömlekleri olmuşlardır (yâni halifelere
bu kadar yakındırlar).
Hadiste, "TÜRKLER SİZE DOKUNMADIKÇA ONLARLA SULH İÇİNDE
YAŞAYIN." denir. Bu hadis, bütün Araplar'a Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem'in vasiyyetidir. Doğru olan hareket bizim Türkler'le mütareke
ve sulh içinde geçinmemizdir. İskender Zu'lKarnayn'in taarruz etmeye cesaret
edemediği, "onları bırakın=Terk edin" demesi neticesi TÜRK
ADINI ALAN MİLLETİ NE ZANNEDİYORSUN ?[2]
Halbuki İskender bu sözü her tarafı harple ve kılıçla fethettikten sonra
söylemiştir.
Ömar b. El Hattâb ise Türkler'e işaret ederek "Bu zararı çok,
elde edilecek ganimeti az bir düşmandır." (Uğraşanların zarar
göreceğine işarettir.) demiştir. Ömer, bu şekilde en iyi bir kinaye ile onlara
taarruzdan menetmiştir. Araplar, çetin düşmanlık hususunda darbı mesel irâd
ederlerse "Onlar mutlaka Türkler ve Deylemler'[3]dir."
derler.
'Amallas b. "Akil b. Ullafa şöyle der:
"Başımın tepesi ağardıktan sonra ondan Türk'ün düşmanlığını Ebû
Hisl'in kinini gördüm."
Ebû Hisl kelerin künyesidir. Araplar, "O kelerden
daha zâlimdir" derler." Zira keler yavrularını yer. Arap
ordularının kalplerini Türkler gibi titreten olmamıştır. Halef al Ahmer
Türkler hakkında şöyle der:
"Çocuklarımı onlara rehin bıraktığımda, onları kınalı bıyıklılara
(Türkler'e) bıraktım zannederim."
Heysem dedi İd, Avs v. Hacer şu beyti ile onları (Tükler'i) murad
etmiştir:
"Onların kınalı bıyıklı, ellerinde büyük sopalar taşıyan kimseler
olduklarını görünce devemi sularından çevirdim."
[ k) Cuneyd b. Abd el Rahmân ile Hâkân arasında
geçen bir konuşma.]
Halifenin mevlâsı İbrahim b. El Sindî'
şöyle dedi:
—İbrahim, devlete (Abbasî devleti) hizmet eden kimseleri iyi tanıyan,
devletin dostlarını koruyan, onların meşhur günlerini ezberleyen, insanları
onlara itaat etmeye çağıran, onların menkıbelerini öğreten bir kimsedir. Sözleri
ve sözlerinin manâları ulu idi. Onun dilinin bu devlete, on bin kılıç ve
mızraktan daha faydalı olduğunu söylesem mübalâğa etmiş olmam. O, Abdulmalik b.
Salih'ten Abdulmalik babasından naklederek bize şunları söyledi:
Bir defasında Horasan valisi Cüneyd b. 'Abdurrahmân ' Türk hükümdarı
Hâkân ile karşılaştılar. Hakan'ın durumu ve kuvveti Cüneyd'i korkutup dehşete
düşürdü, birlikleri ve ordusu onun gözüne çok göründü, üzerinde çok fena bir
tesir bıraktı. Hâkân bu vaziyeti ve Cüneyd'in içinde bulunduğu ruh halini
anlayınca ona şu şekilde bir haber gönderdi:
"Korkma! Ben sana bir fenalık yapmak istesem, bu şekilde bir şey
yapmadan yerimde durmazdım. Kuvvetlerinin eksik tarafını önceden gördüm. Eğer
sana galip gelmek veya bir kötülük yapmak isteseydim düşünmeye fırsat
bırakmadan kuvvetlerini tozla duman ederdim. Bu hileyi öğrenip de başka
Türklere tatbik etmeyeceğini bilsem kuvvetlerin ve tabyandaki eksik ve hatalı
tarafı sana gösterirdim. Senin akıllı ve sülâlen arasında şerefli, faziletli ve
dinini iyi bilen bir kimse olduğunu duydum. Dininizi tanıyabilmek için sana
dinî hükümlerinize dâir bazı şeyler sormak istedim. Sen bana maiyetinle gel,
ben de sana yalnız başıma çıkayım. Şahsım için bu hususta gerekli bazı şeyleri
sana soracağım. Sakın benden kuşkulanıp endişeye düşme. Benim gibi bir adama
gadretmek yakışmaz. Benim gibi bir kimse önce hile ve hudasından emin edipte
sonra verdiği sözü bozan bir insan değildir. BİZ İŞLERİMİZDE HİLE YAPMAYAN
BİR MİLLETİZ. HİLEYİ SADECE HARPTE MUBAH SAYARIZ. Eğer harp hilesiz olacak
olsa hileyi harpte dahi mubah görmezdik.
Bunun üzerine Cüneyd yalnız başına ordudan ayrıldı. Hakanla her ikisi
saflardan ayrıldılar.
Cüneyd istediğini sor. Beğendiğim bir cevap bulursam veririm. Aksi
takdirde bu hususu benden daha iyi anlayana havale, ederim.
Hâkân:
Zina eden bir kimse hakkındaki hükmünüz nedir?
Cüneyd :
Bize göre zina edenler iki kısımdır. Birincisi, kendisine başkalarının
namusuna göz dikmeye ihtiyaç bırakmaması, komşuların namusundan menetmesi için
bir kadın verdiğimiz kimse, ikincisi ise kendisine böyle bir imkân vermediğimiz
kimse (yâni evli olan ve evli olmayan).
Evli olmayana yüz sopa atarız. Ayrıca, bu cezayı tatbik ederken onun
kötü şöhretini artırmak, herkesin kendi namusunu ondan sakınmasını temin etmek
için her tarafa onu tanıtmak, teşhir etmek, tekrar aynı hareketi yapmasına mani
olmak, onun yaptığını yapmak isteyenlerin önüne geçmek maksadı ile büyük bir
kalabalığı hazır bulundururuz. Böyle bir hareketi yapmaya muhtaç
bırakmadığımızı (evliyi) öldürünceye kadar taşlarız.
Hâkân:
İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Namuslu bir insana zina isnat eden kimse
hakkındaki hükmünüz nedir?
Cüneyd:
Biz, böyle bir kimseye seksen
sopa atarız. Şahadetini kabul ve hiç bir sözünü tasdik etmeyiz.
Hâkân:
İyi ve güzel. Büyük bîr tedbir. Hırsız hakkındaki hükmünüz nedir?
Cüneyd:
Bize göre hırsız iki kısıcıdır. Birincisi, duvarları delerek veya
evlerin üzerinden aşağıya sarkarak başkalarının muhafazalı yere koydukları malı
almak için yol bulan kimse ki, onun, malı çalarken, duvarı delerken kullandığı
ve duvara tutunduğu elini keseriz.
Diğeri ise yolları tehdit edip yol kesen, başkalarının malını soyan,
silâh çeken ve mal sahibi malını müdâfaa edecek olursa onu öldüren kimsedir.
Böyle bir kimseyi öldürür, insanların gidip geldiği yolların üzerinde çarmıha
gereriz."
Hâkân:
İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Gasbeden ve başkalarının malım
yağmalayan kimse hakkındaki hükmünüz nedir?
Cüneyd:
Gasp edilmesi, başkalarının malının yağmalanması, bazı hafif suçların
işlenmesi ve yenip içilen şeylerin çalınması gibi şüpheli olan, hata gibi
ihtimallerin bulunması muhtemel olan bütün şüpheli suçlarda ve hırsızlıktan
başka bir hareket ihtimali bulunan konularda el kesmeyiz.
Hâkân:
İyi ve güzel. Büyük bir tedbir, insan öldüren ve burun, kulak gibi
şeyler kesen kimse hakkındaki hükmünüz nedir?
Cüneyd:
Bu hususlardaki hükmümüz "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa
kulak, dişe diş, yaralamalara ise kısas (aynı cezayı tatbik)'tır. Bir adamı on
kişi öldürürse kısas olarak bunların hepsini öldürürüz. Güçlü kuvvetli bir
adamı cılız bir adama karşılık öldürürüz. El ve ayak hakkındaki hükümler de
aynıdır.
Hâkân:
İyi ve güzel. Büyük bir tedbir. Yalancı, kovucu, saygısız (sık sık gaz
kaçıran) kimse hakkında ne dersiniz?
Cüneyd:
Biz, böyle kimselere sürgün, ahâliden uzaklaştırma, hor bakma gibi
cezalar veririz. Şahadetlerini kabul etmez, yerdikleri hiç bir hükmü muteber
saymayız.
Hâkân:
Sadece bu mu?
Cüneyd:
Dinimize göre verilecek cevabımız budur.
Hâkân:
Bana göre kovucu insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı,
hiç bir kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Alenen yellenenin kıçını
dağlar, bu hareketi yapan azasını cezalandırırım. Yalancıya gelince, sizin,
hırsızın elini kestiğiniz gibi ben de onun yalan söyleyen azasını keserim,
insanları güldürüp onları hafif meşrepliğe alıştıran kimseyi ise idarem
altındaki yerlerden sürgün ederim. Onu memleketimden çıkarmak suretiyle
tabaamın fikirlerini ve zihniyetim düzeltirim.
Sâlih şöyle dedi:
Cüneyd b. Abdurrahmân, Hakan'ın bu sözleri üzerine "Siz
hükümlerinizi aklın caiz görüp görmemesine, fikir ölçünüz bakımından güzel olup
olmamasına göre ayarlıyorsunuz. Biz ise peygamberlere tâbi olan, insanları
aklımıza göre idareye kendimizi selâhiyetli bulmayan bir milletiz (ümmetiz).
Çünkü, Allah bize faydalı olan şeylerin iç yüzünü, hadiselerin sırrını ve
mâhiyetlerini, semerelerini ve sonuçlarını bilir. İnsanlar ise bunu bilmezler.
Her şeyin dış yüzüne göre hüküm verirler. Zira, nice tedbirsiz kimseler
kurtuluşa erdiği halde, nice ihtiyatlı ve tedbirli kimseler felâkete uğrarlar
." dedi.
Bunun üzerine Hâkân ona,
"Sen bundan daha değerli söz söylemedin. Bu sözünle kalbime derin
bir kaygu attın." dedi.
İbrahim 'Abdulmalik'ten, 'Abdulmalik Salih'ten, Sâlih Cüneyd'den
nakleder. Cüneyd şöyle demiştir:
"Bu Türk’ten daha vefalı, daha insaflı, daha anlayışlı, daha zeki
birini görmedim. Onunla gündüzleyin üç saat karşılıklı olarak konuştuk.
Dilinden başka hiç bir yeri kımıldamadı. Ben de dilimden başka hiçbir yerimi
kımıldatmadım."
İşte, Türk hükümdarlarını bu şekilde tavsif ederler.
[1) Câhiz'in bir nakli.]
Söylediklerine göre, Sâsân ile Hâkân bir vadinin dönemecinde saflarından
ayrılıp karşı karşıya durarak konuştular. Aralarındaki konuşma uzun sürdü.
Yerlerinden ayrılıp geri döndüklerinde, oradakiler, "Hâkân Kisrâ'dan
daha vakur ve daha edepli idi. Kisrâ'nın atı ise Hakan'ın atından daha vakur ve
daha edepli idi. Bu konuşma esnasında, Hakan'ın sadece dili kımıldadı. Atı ise
bazan bir ayağını bazan diğer ayağını kaldırıyordu. Kisrâ'nın atı olduğu yere
kalıpla dökülmüş gibi duruyordu. Kendisi ise bazan başını kımıldatıyor ve
eliyle işaret ediyordu." dediler.
Derler ki, tuhaf şeylerden biri de şudur; Harplerde Haris k. Ka'b Hazm'a karşı, Hazm Kinda'ye karşı, Kinda
Hâris b. Ka'b'a karşı duramaz.". Yine söylerler ki, "BUNUN GİBİ
HARPTEKİ TUHAF ŞEYLERDEN BİRİ DE ŞUDUR: ARAPLAR TÜRKLER'E, TÜRKLER RUMLAR'A,
RUMLAR ARAPLAR'A KARŞI DURAMAZ,"
[m) Cahm b. Safvân'ın sözleri. ]
Cahm b. Şafvân el Tirmizî şöyle
der:
"Biz, Farslar'la Türkler arasında cereyan eden harpleri biliyoruz.
Nihayet, sıhriyet yolu ile Hakan'ı kendi tarafına çekmek ve zararına mâni olmak
için Kisrâ Pervîz, Hâkân'ın kızı Hâtün ile evlendi. Yine biz, Farslar'la Rumlar
arasında geçen harpleri, nasıl zaferi bazen bir tarafın bazen diğer tarafın
elde ettiğini' hangi sebeple Mada'in ve
Süsâ'da zeytin ağaçları dikildiğini, ne sebeple Rümiyya'nın kurulduğunu,
Kisrâ’nın İstanbul'un karşısına, boğazın üzerine mecüsî mabedleri ve
ateşkedeleri yaptırdığını da biliyoruz.
Lâkin, ne zamanki Rumlar Horasan Türklerini birbiri peşine yendiler bunun tesir
ettiği son eve kadar(?) ve burada cereyan eden türlü hadiseler üzerine, bu soya
giren yabancı unsurlar hakkında darbı mesel irâdettiler.
Hakan'ın kızı Hâtûn, Husrev Pervîz'in yanında idi. Bu kız, ondan
Şiravayh'i doğurdu. Bu Şîravayh, Pervîz'den sonra hükümdar oldu. Şîravayh ise
Maryam bint Kaysar ile evlendi. Maryam, ondan Velîd I'in oğlu Yazîd el Nâkis’ın
anasının babası Firüz'u dünyaya getirdi. Bunun için, Yazîd "Ben dört
hükümdarın; Kisrâ, Kaysar, Hâkân ve Mervân’ın torunuyum." derdi. El
Velîd b. Yazîd b. Âtika'yı öldürdüğü
muharebelerde şu beyti inşâd ederdi:
"Ben Kisrâ'mn oğluyum. Babam Hâkân, dedem Kaysar, diğer dedem ise
Mervân’dır."
Şiirinde cesaretinden ve harp ediğinden bahsedince sadece Hâkân ile
övünür ve şöyle derdi:
"Ben önüme (yönelerek) ve arkama doğru ok atıyorsam ve tay üzerinde
kaygan dağdan iniyorsam buna şaşmamak gerekir. Şunu bil ki dedem Hakan'dır.
Onun düzlükte ve yüksek dağlarda yaptıklarım hatırla."
Buradaki (doğarım) kelimesi inerim manasınadır. Bu mana Şam halkının
kullandığı bir şekil olup onlar bu manayı eskiden oraya gelen Araplardan
almışlardır. Yezîd, burada hayvanının tay olduğunu söyledi. Zira tay daha
hızlıdır ve daha sık sağa sola sapar, daha serkeştir.
[n) Fazl b. el'Abbâs b. Razîn'in sözleri.]
Fazl b. el'Abbâs b. Razîn şöyle der:
"Bir gün üzerimize Türkler'den bazı süvariler geldi. Dışarıda ne
kadar adam varsa hepsi kalelerine girip kapılarını kapattılar. Türkler ise
gelip bu kalelerden birini kuşattılar. İçlerinden bir süvari kendilerini
kaleden gözetleyen bir adam gördü. Bu süvari ona, "İnip kapıyı açmazsan
seni hiçbir kimseyi öldürmediğim bir şekilde öldürürüm," dedi.
Abbâs dedi ki; "Bunun üzerine kaleden bakan adam inip ona kapıyı
açtı. Türkler içeriye girip ne varsa alıp götürdüler. Türk, onun en muhkem ve
en emniyetli yerde iken inip kapıyı açmasına hayret etti. Sonra Türk, bu askeri
tekrar bizim kalenin yanına getirip "Bunu benden satın alın."
dedi.
Biz, "Ona ihtiyacımız yok." dedik.
O, "Ben onu bir dirheme dahi
satacağım", dedi. Bunun üzerine ona bir dirhem attık. O da bu esiri
serbest bırakıp arkadaşları ile çekip gitti. Pek geçmeden tekrar dönüp sesini
işiteceğimiz bir yerde durdu. Onun bu hareketi bizi ürküttü. Aldığı dirhemi
ağzından çıkararak ortasından iki parçaya böldü. "O adam bir dirheme dahi
değmez. Onun için bu kadar fidye vermeniz su götürmez bir aldanmadır. Şu yarımı
alınız. O, herhalde diğer yarımla dahi pahalıdır." dedi.
El Fazl şunu da ilâve etti: "HAKİKATEN BU TÜRKÜ İNSANLARIN EN
ZARİFİ OLARAK BULDUM". Sözüne devamla dedi ki, "Kalenin
kapısını açan şahıs korkaklığı ile meşhur biri idi. Türkler'in harplerde
şehirlere girmek ve nehirleri geçmek hususundaki hilelerini duyduğundan, bu
Türkün mutlaka bir şeyler bildiği için kapıyı açtırmak hususunda tehditlerde bulunduğunu
zannetmişti. […]
[ö) Sumâme b. Asras'in başka bir nakli.]
[…..] Sumâme şöyle dedi:
"Küçük karıncalar, insanlar içinde sadece Türkler'e benzetilir.
Zira her küçük karınca kendi başına müstakil olarak yiyeceğini saklamayı, ince
kokuları hissetmeyi, sakladığı yiyecekler bitmesin diye kabuklarını çıkarmayı
ve biten kısımlarının alınmasını bilir . Bu karıncalar, insanların yaptıkları
gibi erzak koydukları kapların ağızlarını tıkamayı, etraflarını kılıflamayı,
yiyeceklerini muhafaza etmeyi, onlarıkazıklara asmayı, soğuk tutacak kaplara
koymayı bilirler. [ ] küçük
karıncanın arkadaşı ile olan durumu gibidir.(?)
Ebû Musa el Eş'ari şöyle demiştir:
"Küçük karıncalara varıncaya kadar her cins hayvan bir reise ve
idareciye muhtaçtır.". Ebû Amr el Zarîr
şunları rivayet eder:
"Küçük karıncaların delili (kılavuzu), önce Allah Teâlâ tarafından
kendisine verilen bir hassasiyet ve ince hislilik sayesinde kokusunu aldığı bir
şeye doğru yuvasından çıkarak onu götürmeye ve nakletmeye çalışan, bütün
gayretini sarf ettikten sonra âciz kalınca gelip diğerlerine haber veren ve
yuvadan tekrar o şeye doğru geri döndüğü zaman diğer karıncaların arkasından
uzun ve siyah bir iplik gibi çıktıkları karıncadır. Yeryüzünde her küçük karınca diğeriyle
karşılaşınca mutlaka durup onunla bir şeyler konuştuktan sonra ayrılır.
Aynı şekilde Türkler‘in her biri kendi işini kendisi yapar. Bununla
beraber, her cins eşyada, nebatta, cansızlarda bir derece farkının olması
zarurîdir. Hepsi de kıymetli olmasına rağmen maden cevherlerinin değerleri
farklı, hepsi de süratli koşmalarına rağmen soy atlar biri birinden
üstündür."
[p) Eserin telifinde takip edilen metod.]
Bu eserde, bütün sınıfların menakıbı hakkında bize kadar gelenlerden ve
bu konuda ilmimizin erdiği kadarından bahsettik. Eğer yazdıklarımız gerçeğe
uygunsa, bu Allah Teâlâ'nın muvaffakiyeti ve iyiliği sayesindedir. Niyetimizin
iyiliğine, içimizdeki samimiyete, halifeye yakın olmak için elimizden geleni
yapmamız meselesine gelince bu hususta elimizden geleni yaptık. Bir şeyi ihmal
ederek ve ele geçen fırsatı kaçırarak eksik yapmak ile acizlik ve azmin
zayıflığı dolayısıyla eksik yapmak arasında fark vardır.
Bu kitap munâkazât (cedel) veya masâ'il ve cevâbât kitaplarından olsa ve
bu sınıflardan her biri diğerine karşı tenkitte ve kendi meziyetlerini saymada
ileri gidecek olsa, kardeşinin eksildiğini meydana çıkarmak suretiyle dahi olsa
kendisini yükseltmek gayesini gütse idi, eser daha çok yapraklı büyük bir kitap
olur, müellifinin âlim ve geniş bilgi sahibi bir kimse olduğuna hükmedenlerin
sayısı daha fazla bulunurdu. Fakat biz, insanların arasını bulan azın, onları
birbirinden uzaklaştıran çoktan daha değerli olduğu neticesine vardık. Aksi
şekilden Allah Teâlâ'ya sığınır, bu konuda onun yardımını ve kılavuzluğunu
dileriz. O, her şeyi işiten, herkese yakın bulunan ve dilediğini istediği gibi
yapmaya muktedir olan bir kimsedir.
Kitap burada tamam oldu. İyiliği sadece Allah yapar. Kuvvet ve kudret
O'nun elindedir. Doğruya muvaffak kılan da O'dur.
Kaynak: Ebû 'Osman 'Amr b. Bahr el – CÂHİZ, Hilafet Ordusunun
Menkıbeleri Ve Türklerin Faziletleri (Manâkib Cund El Hilafa Ve Fazıâ'il El
Etrâk), Trc: Ramazan ŞEŞEN, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayınları: 33
Seri: III — Sayı: A8 Ankara, 1967, s. 61- 93
[1] Küçük yaşta binildiği için
bacakları eğrilen bir atın cinsinden gelen atlara verilen umumî isim.
[2] Bu, Arapların Türkler'in
isimlendirilmeleri hakkındaki kanâatleridir. Türkler'e göre bu ismi onlara
Allah vermiştir. Nitekim, Kaşgarlı Mahmud bu hususta şu hadisi nakleder: "Benim
bir ordum var. Ona Türk adını verdim. Onları doğuya yerleştirdim. Bir millete
kızarsam onları bu milletin başına musallat ederim." (Divân luğat el
Turk, Kilisli Rifat nşr.; Matbaat el'amira 1333-1335, I, 293)
[3] Eski arap kaynaklarında umumiyetle
Türkler ile zikredilir. Hattâ Îbn-i Manzûr, Türklerle Deylemlerin aynı ırk
olduklarını söyler.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar