HİPNOTİZM
Hzl: Ali Nahit BABAOĞLU
Mesmerizm,
Manyetizm ve Hipnotizm sözcükleri gerçekte tümüyle eş anlamlıdır. Psikiyatri
ve psikolojinin en gizemli ve ilginç bir alanını oluşturan bu alanın bu üç
adından birincisi, yani Mesmerizm, tarihte bu yöntemi geliştirmiş ve uzunca bir
süre de bu yöntemle tümden özdeşleşmiş olan çok ilginç bir kişiliğin, Franz
Anton Mesmer’in (1734-1815) adından ötürü konulmuş ve halen de tarihsel bir
değeri olduğu için kullanılabilen bir sözcüktür. Özellikle teknik bakımdan
bilimsel yöntem ve kuramları bulucu ve geliştiricisinin adıyla bir "izm"
olarak anmak XIX. yüzyılda çok kullanılan bir yöntemdi. İkinci ve üçüncü adlar
ise gene tarihsel bir sırayla bu olgu ve yöntemin açıklanması için kullanılmış
olan kuramsal görüşlerin anlatımı yüzünden takılmış adlardır.
Yaklaşık
bir yarım yüzyıl kadar bu olayın, mıknatıslarda görülen bir etkiyle, yani
manyetik olaylara benzeyen bir etkiyle olduğu sanılmış, bu etkiye Magnetismus
animalis ve bu yönteme de Manyetizm adı verilmişti. Olayın bununla hiç
ilgisi olmadığı sezildikten sonra bile bu ad, özellikle de gösteri amacıyla bu
yöntemi uygulamakta olanların tercih ettiği bir ad olarak kaldı. Bugün bile
sahne ustaları tarafından böylece kullanılmaktadır. Birçok sahne ustası
adlarını "Le grand magnetiseur" ya da "Le maitre de
magnetism" olarak afişlemeyi severler.
Sonuncu
ad ise bu görüngünün açıklanışında bugün bile düşüle- gelen yaygın bir hatadan,
görüngünün görüntüsel olarak uyku olayıyla olan benzerliği nedeniyle bir uyku
türü olduğu sanısından kaynaklanmıştır. Bu kitapçık boyunca anlatılmaya
çalışılacağı gibi bunun uykuyla hiçbir ilgisi yoktur. Gene de şimdi
kullanılmakta olan bilimsel ad da bu hatayı yinelemekte ve bu olguyu, uykuya
benzer bir durum, uykululuk durumu gibi bir anlamla "Hypnosis"
olarak tanımlamaktadır. Oysa birazdan görüleceği gibi gerçekte bunun uykuyla
hiç bir ilgisi yoktur; girilen durum bir tür uyku değildir; tam tersine aşırı
bir uyanıklık durumunun sözkonusu olduğu bile söylenebilir. Çok yaygın olan
kanının tersine ne bir özgün güç ne de gizemli bir yöntemdir sözkonusu olan.
Gene de insanlığın ötedenberi çok etkilendiği doğa ötesi, doğa üstü, doğa dışı
güçleri, gizem, büyü ve "ruh" gibi kavramlara yönelik,
korkutucu, ürpertici bir "iyi saatta olsunlar" alanı
olarak algılanmaktadır.
Ne
olursa olsun bu görüngüyü ilk saptayan, kullanan ve açıklamaya çalışan insan
yani Mesmer, doğa bilimlerine, o zamana kadar kapalı olan bir alanı, insan
ruhunun derinliklerini ilk açmış olan kişi olarak bütün saygıyı hak etmektedir.
Basitçe davranışların incelenmeye çalışılması, bunlara diğer doğa
bilimlerinin, fiziğin, kimyanın, biyolojinin kavramlarıyla açıklamalar
aranması yerine, ruhsal yeti ve becerilerin, insanlar arasındaki ruhtan ruha
olan etkileşimlerin incelenmesi ve anlaşılmasında bu kişinin ve onun bulduğu
yöntemin sonsuz etkileri olmuştur. "Dinamik Psikoloji" adı
verilen, insan insana ilişkilerin o insanlarda yolaçtığı ruhsal etki ve
tepkilere, ruhsal dalgalanmalara yaklaşan bilim alanının gelişimini tümüyle
onun başlattığı yaklaşıma borçluyuz.
Hipnoz,
bugün de birçok psikofizyolojik araştırmanın temel araçlarından biridir. Bugün
de gerek tanı gerek sağaltım yöntemi olarak psikoloji ve psikiyatrideki
değerini korumaktadır. Özellikle psikosomatik hastalıklar adını verdiğimiz
ruhsal nedenlerle ortaya çıkan bedensel bozukluklar alanında etkinliği
kesindir. Ancak bugün için asıl önemi ve ne yazık ki artan önemi, insan eliyle
meydana getirilen ruhsal zedeleme ve yıkımların, şiddet olaylarına, kaza,
cinayet, işkence ve savaş kurbanlarının, saldırı ve ırza geçme olaylarının,
çocuklara uygulanan eziyet ve cinsel suçların nedenlerini ortaya çıkarmakta, sonuçlarını
gidermekteki önemidir.
Kuşkusuz
ki Mesmer'in açtığı çığınn bütün psikopatoloji alanında süregelen dolaylı ve
dolaysız sonuçlan yanında yönteminin kendisinin, yani Hipnozun da bilime
yaptığı ve yapacağı katkılar, ruhsal sağlığımızdaki görevi henüz bitmemiştir.
Bu
bakımdan, Manyetizm, Hipnotizm ve hatta Hipnoz sözcüklerinin açıklayıcı değeri
kalkmış ya da azalmış olsa bile Mesmer’in adı ve çabaları unutulmamalıdır.
Yöntem bu yüzden onun adını taşımayı hep hak etmektedir.
Doç. Dr. Ali Nahit
BABAOĞLU
Eylül 1996, İstanbul
Eylül 1996, İstanbul
Mesmerizm,
Manyetizm ve Hipnotizm sözcükleri eş anlamlıdır ve psikolojinin, psikiyatrinin
en ilginç ürküntü verici ve gizemli olgularından birini anlatır.
Gerçekte bu sözcükler yerine bir süreden beri Hipnoz adı kullanılmaktadır ama
gene de tarihsel bir değer taşıyan bu sözlerin anlamı bilinir. Üzerlerinde
birçok söylence ve öykü geliştirilmiştir ve yığınla gerilim öyküsü, romanı ve
filmine konu olmaktadır. Aslındaysa bilime çok hizmet etmiş, ruhsal olayların
dinamiğine giren kapıları açmış, ruh sağlığı anlamında uzun yıllar çok
başarıyla kullanılmış ve şimdi de kullanılan bir olgudur sözkonusu olan. Söze
en başından, tarihten ve doğa bilimlerinin çocukluk günlerinden başlamak en
iyisi olacaktır.
1734
yılının 23 Mayıs’ında, Konstanz gölü kıyılarındaki küçük bir Alman köyü olan
Iznang'da Kardinalin bahçıvanının üçüncü çocuğu dünyaya geliyor ve Franz Anton
adını alıyordu. Yıllarca sonra, insanlığın bilgilerine yapacağı katkıdan
dolayı Kristof Kolomb'la bile eş tutulacak olan bu çocuğun, Franz Anton
Mesmer'in, çocukluğu ve ilk gençlik yıllarına ilişkin hemen hiçbir şey
bilinmiyor. Bilinen, 18 yaşındayken yakınlardaki bir cizvit okuluna girdiği ve
1759'a kadar teoloji ve felsefe eğitimi görmüş olduğudur. 1759'da ise Viyana
Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu ve ertesi yıl da Tıp Fakültesi'ne
geçti. 1766'da Tıp Fakültesi’ni bitiriyor, "gezegenlerin insanlar
üzerinde hastalık yapıcı ve iyileştirici etkileri" üzerine yazdığı
doktora teziyle tıp doktoru oluyordu. O sırada 33 yaşındaydı. Ertesi yıl da
zengin ve soylu bir dul olan Maria Anna von Posch ile evlendi.
Bilim
alanında köklü araştırmalar, buluşlar yapmış olan kişilerin görmüş oldukları
eğitim ve geliştirdikleri düşünceler üzerinde ve daha sonra da uğraştıkları
alandaki yönelişlerinde, yaşadıkları ortamın, çağın ve çevrenin, akraba ve
dostlarının, sanıldığından çok daha büyük ve önemli bir etkisi vardır. Bu
yüzden bütün buluş ve kuramlar, ortaya çıktıkları koşullarla birlikte ele
alınmalıdır.
XVIII.
yüzyılın ortalarında Avrupa eski köklü feodal düzeninden ulusal devletlere
doğru bir gelişme göstermekteydi. Batı Avrupa'da aydınlanma süreci, sonradan
Fransız devrimi ile doruğuna ulaşıp her tarafa yayılacak olan köktenci değişim
ve akımlara yol açmıştı. Aydınlanma akımı, kör inançlara, bilgisizliğe karşı,
saf akıl ve bilginin kesin üstünlük ve önceliği öğretisine dayalı bir düşün ve
yaşam tarzı olarak, bütün yerleşik sistemi sarsıyordu. Soylular, kentliler,
köylüler ve işçiler gibi, sınıfların keskin sınırlarla ayrılmış hiyerarşisine
göre düzenlenmiş olan toplumsal yapı, yerini hızla yeni toplumsal oluşumlara
bırakıyordu. Kilise, özellikle aşağı ve orta sınıflar üzerinde baskısını
sürdürebiliyordu ama bilimsel ve düşünsel aydınlanmanın olanaklarıyla güçlenmiş
olan merkezi devlet gücü, giderek daha laik yapılara yönelmekteydi. Aklın
önderliğinde insanlığın, evrensel mutluluk yolunda durmadan ilerleyeceği ve
bütün engelleri yılmadan aşacağı umuluyordu. Doğu Avrupa da, aydınlanmış
despotizm denilebilecek olan ve birbirine oldukça benzeyen rejimleriyle,
Prusya'nın Büyük Frcderik'i, Rusya'nın Büyük Katerina'sı, Avusturya-
Macaristan'ın Maria Theresa'sı gibi güçlü monarkların yönetimindeydi. Kilise
içinde bile aydınlanma akımının etkileri görülmeye başlamıştı. Gerçi o tüyler
ürperten Cadı Davaları tümüyle sona ermemişti ama artık cinlerle, cin
çıkarmalarla, büyülerle ilgili ne varsa toplum yaşamından, yönetimden ve saygın
olan kurumlardan çıkarılmaktaydı. Mucize ve efsanelere artık yer yoktu.
İşte
böyle bir çağda Viyana, Avrupa'nın neredeyse yarısına egemen, eski dünyanın en
eski ve köklü hanedanının idaresinde, Avusturya ve Macaristan gibi birbirinden
çok farklı iki devletin ortak imparatorluğunun payitahtı ve Dünyanın gerçek
bağlamda tek kültür merkezi halindeydi. Paris ancak zaman zaman onunla rekabete
girebiliyordu. O Viyana'da varlıklı ve soylu bir hanımla evlenmiş çok kültürlü
ve olgun bir genç hekimin, çevresinde ve sosyetede uyandıracağı ilgi ve
hayranlık, elbette ki bugün bir benzerinin durumuyla kıyaslanamaz.
Ayrıca
Mesmer’in daha önceki yaşamında da bilinmeyen ama soru işaretleri ile dolu
kimi özellikler sözkonusudur. Bir kez gelişiminin başlangıcı kilisedir. Zaten
doğumu da, bir Kardinalin maiyetinden olan babası yüzünden, kilisenin mutlak
egemenlik alanı olan bir yerde, kilise ortamında olmuştu. Katolik kilisesinin
kendi yakın çevresinde bulunan zeki ve yetenekli gençleri hiç kaçırmadan
himayesine alıp ruhban sınıfında değerlendirmesi ve kilise hizmetinde kalmak
üzere yetiştirmesi usuldendir. Nitekim Franz Anton'un 8 kardeşinden biri,
Johann Mesmer de kilise tarafından yetiştirilmiş, bir rahip olmuştur. Ancak
Franz Anton'un yaptığı gibi, ruhban eğitimiyle başlayıp bir süre öyle
gittikten sonra felsefe eğitimine, oradan hukuka ve ardından da tıp eğitimine
geçip hekim olmak hiç olağan bir şey değildir. Olsa olsa kimileri, özgür misyon
okullarında eğitilerek misyoner hekim yapılabilir ki böyle amaçlara yönelik
örgün eğitim olanakları o tarihten çok sonra ortaya çıkmıştır. O tarihlerde
ise kilise ile felsefe, hukuk ve tıp alanları henüz kan davalı düşman
alanlardı. Mesmer'in 1755'ten 1766'ya kadar, 11 yıl boyunca eğitim giderlerini
karşılayabilecek ölçüde himaye görmüş olması, aydınlanma akımlarının itici gücü
olarak rol oynamış ve o sırada çok etkin olan, gizemli ve gizli kentsoylu
örgütlerinin etkisini akla getiriyor. Sonradan Mesmer'in yakın dostları
arasında da böyle devrimci örgütlerin önemli adları sıkça görülmektedir.
Kiliseyle örtülü bir çatışma içinde bulunan imparatorluk sarayının el altından
himayesi de sözkonusu olabilir.
Ne
olursa olsun sonunda Mesmer, muhteşem Viyana'nın bütün kalburüstü aydınlarının
saygı ve sevgiyle ziyaret edip toplandıkları bir evin sahibi, rafine ve
sofistike bir dünyalı, karizma sahibi bir hekim olarak ün sahibiydi. Evine
sürekli gelip gidenler arasında Haydn, Gluck ve Mozart ailesi sayılabilir. Baba
Leopold Mozart, Mesmer'in evini şöyle anlatıyor: "Bahçe, içindeki
yollar, heykeller, bir tiyatro, bir kuş evi, bir güvercinlik ve hepsinin
üzerinde, muhteşem manzarasıyla terası kıyas kabul etmez bir
güzelliktedir". Wolfgang Amadeus Mozart'ın ilk opera çalışması
olan "Bastien ile Bastienne"in gala temsili Mesmer'in özel
tiyatrosunda icra edilmiştir.
Mesmer
hekimlik uygulamalarında da çok başarılıydı. Elbette hastalarının büyük
çoğunluğu yukarı tabakalardandı. 1773 yılında ona 27 yaşında genç bir kızı
getirdiler. Frolayn Österlin adındaki bu kızcağız uzunca bir süreden beri garip
rahatsızlıklar geçirmekteydi. Hepsi birbirinden ağır tam on beş ayrı belirtiyle
ortaya çıkan bu rahatsızlıklar hep belirli aralıklarla ortaya çıkıyor, hasta
diğer günlerde pek önemli bir yakınması olmaksızın idare edebiliyordu. Mesmer
önce bu krizlerin ortaya çıkışının yıldızlarla ilgisini uzun uzun inceledi.
Kısa zamanda krizin yineleyeceğini önceden kestirebilir hale geldi. Ve
hastalığın bu seyrini değiştirmeye çalıştı. Mesmer o sırada İngiltere'de kimi
hekimlerin belirli kimi hastalıkları mıknatıslarla iyileştirdiklerini
duymuştu. Bu hastada da krizler tıpkı gelgit olgusu gibi oluştuğuna göre
mıknatısların yardımıyla yapay bir gelgit olayı yaratılabilir diye düşündü. Hastaya önce demir içeren bir ilaç
içirdi ve sonra özel olarak hazırlanmış üç mıknatısı, biri midesinin üzerine,
ikisi bacaklarına olmak üzere hastanın vucuduna yerleştirdi. Birkaç dakika
içinde kızcağız vucudunda gizemli bir akımın yukarıdan aşağıya doğru akmaya
başladığını hissetti ve ardından da bütün yakınmaları geçiverdi. İyilik
durumu saatlarca sürdü. Mesmer bu olayın 28 Temmuz 1774 günü olduğunu
belirtiyor.
Mesmer
bu tedaviyi uyguladığı sırada ortaya çıkan iyileşmenin yalnızca mıknatıslara
bağlı olmadığını, bu sırada kendisinde bulunan bir gücün hastaya geçtiğini ve
onu iyileştiren nedenin asıl bu güç olduğunu hissetmişti. Mesmer, aydınlanma
çağının bir aydını olarak, kendinde sezdiği bu gücün tanrısal ya da doğa dışı
bir olgu olduğunu elbette ki düşünemezdi. Bunu, bildiği doğa bilimleriyle
açıklayabilmeliydi. Günlerce kafa yordu. Ve o çağın fizik bilgilerinin
elverdiği şekilde, bu gücün canlıların vucudunda bulunan bir özellik olduğu ve
kullanılan mıknatısların yalnızca bu akımı yönlendirdiği sonucuna vardı. Bu güç
mıknatısın gücüne benzer bir özellik olmalıydı. Buna, canlılardaki mıknatıs
özelliği anlamına gelmek üzere "Magnetismus animalis" adını
verdi. Mesmer bu özelliği, yıldızların ve jeolojik oluşumların etkileriyle
kendi vucudunda toplanan bir sıvı gibi düşünmüştü. Frolayn Osterlin'in
tedavisini sürdürürken, kendindeki bu sıvıyı da daha iyi algılamaya çalıştı.
Ama tam olarak kavrayamadan kızcağız iyileşiverdi. O kadar iyileşti ki
Mesmer'in üvey oğluyla da evlenip onun gelini oldu.
Mesmer
bu buluşunu yaptığında tam 40 yaşındaydı. Buluş hızlı bir üne kavuştu. Komşu
ülkelerde de büyük ilgi uyandırdı ve Mesmer çeşitli soyluların ya da varlıklı
kimselerin çeşitli hastalıklarının iyileştirilmesi için konaktan konağa,
şatodan şatoya davet edilmeye başladı. Yeteneğin öğrenilebilir ve öğretilebilir
bir beceri olduğunu henüz farketmiyordu.
Mesmer'in
de doğmuş olduğu Konstanz gölü çevresinde, aydınlanma çağı, Avrupa için
rahatsız edici olan bir akımla sarsılmaktaydı. Hemen bütün İsviçre ve Güney
Almanya’da Gassner diye birinin öğretisi esiyordu.
Mesmer'den
birkaç yaş büyük olan Johann Joseph Gassner, Avusturya'nın Vorarlberg
bölgesinde küçük bir köy olan Braz'da 1727'de doğmuştu. 17 yaşındayken rahiplik
eğitimine başlamış ve 8 yıl sonra İsviçre'de Klösterle köy kilisesine rahip
olarak atanmıştı. Birkaç yıl içinde kendisinde dayanılmaz başağrıları başladı.
Bu ağrılar, görme bozukluğu ve kulak çınlamasıyla birlikte ve ağır bir mide
bulantısıyla oluyor ve ve hemen her zaman vaaz vermek üzere cemaatın önüne
çıktığında başlıyordu. Bu özellik, bu ağrıların şeytanın işi olduğunu
düşünmesine yolaçtı ve bunun için kilise büyüklerine, içindeki şeytanın
çıkartılması için başvurdu. Yapılan şeytan çıkarma işlemi ve ardından dua ve
perhizlerle geçen bir süreç sonunda başağrıları kayboluverdi. Bunun üzerine
kendi görev bölgesindeki köylülerin benzer yakınmalarına da kendi yetkisi
içinde bu Exorcism (şeytan çıkarma) uygulamalarına başladı. O kadar başarılı
oldu ki bunda, ünü saf dağlı köylüler arasında hızla yayıldı ve yakın
çevrelerden de hastalar akın akın ona gelmeye başladılar. 1774'te Kontes Maria
Bernardinc von Wolfegg adlı bir soylu kadını da iyi edivcrince ünü artık
sınırlar ötesine de taştı.
Gassner
aynı yıl bir kitapçık yayımlayarak geliştirmiş olduğu şeytan çıkarma işlevini
ayrıntılarıyla yazdı. Katolik kilisesine göre, bu gibi işlevler tanrı vergisi
yeteneklerle değil, kilisenin kesin öğretisine göre her inanmış Hristiyan’ın
öğrenerek uygulayabileceği bir bilimle yapılabilir. Bütün dini hizmetler gibi
bu da kilisenin yetiştirdiği kimseler tarafından öğrenilip uygulanabilir.
Yeter ki kilisenin denetiminde kalsın. Basit dua ve ibadet yöntemlerinin ise
herkese öğretilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Gassner'in bu kitabı da kilise
kurallarına karşı gelmiyordu. Kitabında Gassner, hastalıkları önce ikiye
ayırıyordu. Doğal olan hastalıklar hekimin alanına bırakılmalıydı. Buna karşılık
doğadışı ya da doğaüstü nedenlere bağlı olanların dinsel yöntemlerle
elealınması zorunluydu. Bunları da Gassner üçe ayırmaktaydı: Circumsessio,
doğal hastalıkları taklit eden ama şeytanın gücüyle ortaya çıkanlar; obsessio
kuruntudan ileri gelenler ve possesio da doğrudan doğruya şeytanın
marifeti olanlardı. Her üç duruma karşı Gassner, Exorcismus Probativus
adını verdiği bir deneme yapmaktaydı. Hastaya önce İsa'ya sığınması için kısa
bir ibadet yaptırıyordu ve ardından hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasını
emrediyordu. Eğer hastalık belirtileri hemen ortaya çıkarsa bunun şeytanın işi
olduğu kesindi. Ama hiçbir değişiklik olmazsa o zaman bu hasta hekime
götürülmeliydi.
Yukarıda
kısaca anlatılmış olan siyasal-sosyal yapı içinde bu durum, başlı başına bir
sorun olmaya adaydı. Çünkü kilisenin haklı olabileceğini ispat edebilecek,
kamuoyunun ilgisini ve sempatisini çekecek herhangi bir olgu, hemen sarsılmaz
gücünü korumaya kararlı katolik kilisesi, aynı gücün bir benzerini elinde
tutmak isteyen protestan kilise yapıları, kiliselere karşı kendi dünyevi
güçlerini daha yeni yeni oluşturup pekiştirmekte olan, kilisenin genel
himayesinden faydalanmakta olan küçük krallıkları ve feodal güçleri yeni yeni
dize getirmiş olan merkezi krallıklar, evrensel nitelikteki imparatorluklar
için böyle bir denge kayması çok ciddi boyutta sonuçlara yolaçabilirdi.
Öte
yandan merkezi krallıkların sağlamış olduğu ticari - mali olanaklarla gelişmiş
olan, gelişmiş bir ticaret, para-banka, ve sosyal gelişimlerden iyice
güçlenmiş olan kent soylu sınıfı, yani burjuvazi de şimdilik kaderini daha geri
bir sosyal yapı olan kiliseyle değil, daha ileri bir yapı olan merkezi
krallıklarla birleştirmişti. Üstelik aydınlanma çağının tam da doruğunda
bulunuluyordu ve bilim adamları, düşün adamları, sanatçılar ve yazarlar,
sürekli ilerleyen bir dünyada dünün kurumlarının yeniden itibar kazanmasına
asla gözyumamazlardı.
Ancak
aydın burjuvazinin tam bir homojenite de göstermediği kesindi. İmparatorlar,
krallar ve devletlerden yana olan aydınlar olduğu gibi kiliseden yana olan
güçlü bir aydın kesimi de vardı ve üstelik pek çok aydın, özellikle sanatçılar
da feodal güçlerin yüksek himayesinden faydalanıp duruyorlardı. Feodal
yönetimlerin birçoğu da ya kilisenin himayesindeydi ya da doğrudan doğruya
kardinal- prenslikler, yani yönetim gücü de olan kilise ulularının elindeydi.
Rönesanstan bu yana birçok aydın ve sanatçının yaşamı çeşitli feodallerin
koruması altında oradan oraya dolaşma öyküleriyle, istemeden karışılan siyasal
entrikalarla doludur. Dante ya da Da Vinci'den tutun da Bach, Haydn ve Mozart'a
kadar pek çok aydının kaderi bir prensten öbür kardinale, bir kraldan öbürüne
dolaşmakla ve hiç istemeden bir dolu fırıldağa karışıp, haketmedikleri
düşmanlıkları çekmekle doludur.
Gassner'in
yandaşı ve karşıtı olarak da birçok kişi ortaya çıktı. Hemen bütün kilise önde
gelenleri ve Avrupa'nın soylu aileleri, Gassner'den yana ve ona karşıt olarak
ayrılmıştı. Bu durum o sırada yaklaşmakta olan devrimler ve güçlenmiş büyük,
merkezi monarşilere karşı, feodal aristokratların muhafazakar tutumlarına denk
geliyor ve Avrupa siyasal ortamını yansıtıyordu.
Öte
yandan benzeri bir ün sağlamakta olan Mesmer de herkesçe öğrenilebilir bir
beceri geliştirerek, karşıt gücü oluşturmaktaydı. Kilise ileri gelenleri önce
Gassner'i ihtiyatla uyarıp üstlerinin izin verdikleri dışındaki hastalara
bakmasını kısıtladılar. Daha sonra Bavyera prens-kardinalinin önünde Mesmer'in
yöntemini anlatıp göstermesi istendi. Mesmer orada, birtakım bayılmalardan
yakman kilise akademisinin sekreteri rahip Kennedy de, kendi yöntemi ile önce
bayılmaları ortaya çıkarıp ardından da onu iyi edince 23 Kasım 1775'te kraliyet
ve kilisenin ortak yüksek komisyonu, bu yetilerin bilimselliğini resmen kabul
ve ilân etti.
Bunun
üzerine Gassner, uzak ve küçük bir köye atandı, Exorcism uygulaması yasaklandı
ve orada öldü. Böylece ruhsal belirtilerin, bir insanın öğrenilmiş ve edinilmiş
yöntemleriyle etkilenerek giderilmesi ve tedavisi dönemi, resmen başlamış oldu.
Mesmer'in başarısı atık kesindi.
O
güne kadar olduğu gibi ondan sonra da Mesmer, Avrupa'nın genel durumundan ve
çeşitli siyasal ve toplumsal akımlardan etkilenerek yaşadı. Viyana'da önemli
ve varlıklı bir devlet memurunun gözleri görmeyen bir kızı, Maria Theresa
Paradis, kör olmasına karşın piyano çalmadaki başarılarıyla Viyana sosyetesinin
ilgisini çekmiş ve bu nedenle İmparatoriçe Maria Theresa’nın da iltifat ve
himayesine mazhar olmuştu, lmparatoriçe adaşı olan bu kızı pek seviyor, bu sayede
kız da, aslında Avrupa'nın en büyük besteci ve virtüözleriyle kaynayan o
Viyana'da, pek de haklı olmayan bir ün ve bu arada epey de bir özel servete
kavuşmuştu. Merhametiyle ünlü imparatoriçe Maria Theresa, aydınlanma döneminin
saygın bir egemeni olarak, bu kızcağızın gözlerinin iyi olması için herşeyi
yapıyordu. Viyana'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin çok saygın birçok hekimi kızı
muayene etmiş, körlüğünün ne nedenini bulabilmiş, ne de tedavi için bir yol
gösterebilmişti. Sonunda Doktor Mesmer'e de başvurulması imparatorlukça uygun
görüldü. 1776'da bayan Paradis, Mesmer tarafından muayene edildi.
Mesmer
kızın körlüğünün sinirsel niteliğini hemen hissetmişti. Bilinen seanslarını
uygulamaya başladı ve bermutad önemli sayıda seyirci önünde cereyan eden 3-4
seanstan sonra birden genç kız "görüyorum!" diye haykırdı.
Genç
Paradis'in ilk gördüğünü söylediği şey Mesmer'in, oldukça ihtişamlı olan
burnuydu. Bunca yıl körlükten sonra görmeye başlayan genç kız gördüğü şeylerin
biçim, renk ve ışıklarının kendini çok rahatsız ettiğini söyleyerek, sözde
acılar içinde kıvranmaya başladı. Gerçekten gördüklerini tarif ediyor ve
rahatsızlığını belli ediyordu. Bu başarı kızın ailesinin görünürde mutluluğuna,
olayın tanıklarının hayranlığına yolaçmıştı. Ama Viyana'nın öbür saygın
hekimleri ateş püskürüyorlardı. Kızın gerçekte gözlerinin açılmamış olduğunu,
yalnızca Mesmer'in telkinleriyle görürmüş gibi yaptığını ileri sürüyorlardı.
Kızın
ailesi ise daha başka bir telaş içindeydi. Sakat olarak onca beceri gösterip ün
kazanan kızlarının, sakatlığı olmadan o büyük müzik ustaları kentinde hiç
başarısı olmayacağını biliyorlardı. Aynca merhametli Imparatoriçenin cömert
ihsanları da elbette kesilecekti. Sonuçta kızcağız gene kör oldu, o sözde
karanlığına gömüldü.
Bundan
sonra Viyana, Mesmer için bir cadı kazanına döndü. Başta Paradis ailesinin
dostları ve saraya yakın çevreler olmak üzere bütün sosyete ondan yüz
çevirmekteydi. Elbette hekim camiası bunun için elinden geleni ardına
koymuyordu. Mesmer bunların sonucunda ağır bir depresyonun tam ortasında buldu
kendini. Bir süre bununla kendi kendine savaştı. Sonunda bütün varlığını elden
çıkararak Avrupa'nın ikinci büyük merkezine, Paris'e göçetti.
Orada
olağanüstü başarılar kazanmakla birlikte devrim öncesi Paris’te gene siyasal
gelişmelerden etkilendi. Orada kurmuş olduğu "Societe de
İHarmonie" (Dinginlik Derneği) adlı bir dernek bir yandan yönetim
öğreti ve gelişimi için çalışırken, bir yandan da yandaş ya da karşıt birçok
bilim adamının çatışmalarına yolaçıyordu. Üstelik kralın hafiyeleri de buralardaki
kuşkulu etkinliklerden hoşnut değildiler ve saraya rapor üstüne rapor
gitmekteydi. Mesmer'in yakın çevresinde o çağın hemen bütün bilinen isimleri
toplanıyordu. Ama karşıtları da yenilir yutulur gibi değildi.
Mesmer devrime az kala, daha önce Viyana’dan da
ayrılmasına yolaçmış olan bir depresyon içine girdi ve Paris'ten de ayrıldı.
Ondan sonraki yaşamı Konstanz gölü kıyılarında bir münzevi olarak geçti.
Ayrıntıları pek bilinmeyen bu dönemde onun kendi halinde, kuşları ve hayvanları
manyetize etme yetisine bile ulaştığına ilişkin masal ve söylencelerle doludur.
Bunlardan birine göre Mesmer, yaşamının sonunda yaşadığı Meersburg'dan hergün
gölün ortasındaki Mainau adasına gidermiş. Oradaki kuş sürüleri onun çevresine toplanır, o yürüdükçe birlikte yürür,
oturduğunda çevresinde otururlarmış. Odasında
kafesinin kapağı hep açık duran bir kanarya varmış. Her sabah kuş Mesmer'in
başına konup onu uyandırır, birlikte kahvaltı ederlermiş. 5 Mart 1815 sabahı
kuş, kafesinden çıkmamış. Çünkü o gece büyük usta son nefesini vermiş.
Charles
Richet'e göre "Manyetizmi kuşkusuz Mesmer başlatmıştır. Fakat onu bulan
Puységur'dur". Gerçekten de Puységur un çaba ve başarıları olmasaydı
Mesmer belki de bir büyük hokkabaz olarak kalacak ve dinamik psikolojinin
gelişimi bir yüz yıl gecikecekti.
Puységur
adı gerçekte, üçü de Mesmer'in en heyecanlı öğrencileri olan ve üçü de
birbirinden ekzantrik üç kardeşin adıdır. Bunlardan en küçüğü Vikont Jacques
Maxime de Chastenet de Puységur iyi bir askerdi. Bayonne'da bir askeri geçit
töreni sırasında subaylardan biri, geçirdiği bir apopleksiyle törenin ortasında
çayıra devrildi. Vikont hemen onun yanına koşarak bütün askerlerin gözü önünde
onu manyetize etti ve iyileştirdi. Ondan sonra birliğindeki hasta askerlerin
tedavisiyle görevlendirildi. İkinci kardeş olan Antoine-Hyacithe Compte de
Chastenet denizciydi. Manyetizmi Fransız sömürgesi olan Saint Dominque'e
götürmüş ve oradaki zencilere uygulayarak onlardan da bolca manyetizör
yetiştirmiştir. Üç kardeşin en büyüğü olan Amand- Marie-Jacques de Chastenet
Marquis de Puységur bir topçu subayıydı ve ailenin arazilerinin yönetimi onun
elindeydi. Bir süre Cebelitarıkta görev yapmış, Rusya'ya giden bir elçilik
misyonuna da katılmıştı. Vakti askerlik göreviyle, Soissons yakınlarındaki
Buzancy'deki şatosu arasında geçiyordu. Çağının bir çok aristokratı gibi onun
da şatosunda bir "cabinet de physicjue" bulunuyordu ve Marquis
orada elektrik üzerinde deneyler yapmaktaydı. Mesmerizme karşı önceleri kuşkulu
ve olumsuz duruyordu. Fakat kardeşleri tarafından ikna edildi ve o küçük
kabinesinde manyetizm deneylerine başlamakla kalmadı, bireysel ve kollektif
tedavilere de girişti.
Markinin
hastalarından biri, uzun yıllardan beri ailenin hizmetinde olan çiftçilerden
birinin genç oğlu Victor Race hafif bir solunum hastalığından yakınmaktaydı.
Marki etkisini denemek için onu manyetize etmek istedi. Victor çok kolay
manyetize oldu, fakat o zamana kadar manyetize edilen insanlardan çok farklı
şekilde, hiçbir çırpınma belirtisi göstermeden, uyanık durumundan daha uyanık
olduğu izlenimini veren bir uyku durumuna girdi. Konuşuyor, sorulanları
yanıtlıyor ve uyanık olduğu durumdan çok daha parlak bir zihinsel yeti
gösteriyordu. Marki fısıldayarak ya da içinden bir şarkı mırıldandığında
Victor aynı şarkıyı yüksek sesle ve doğru olarak söylüyordu. Seansın bitiminde
Victor olup bitenleri hiç anımsamıyordu. Puységur bu seansı gerek Victoria
gerekse başkalarıyla yinelemeye başladı. Bu tipte manyetize edilenler kendi
hastalıklarının tanısını ve olası seyrini bilebiliyor, gereken tedavi için yol
gösterebiliyorlardı. Kısa zamanda hasta olarak başvuranların sayısı öyle arttı
ki Marki toplu tedavi seansları hazırlamak zorunda kaldı. Bunun için şatonun
bahçesinde, çevresinden sular fışkıran bir ağacı seçti. Köylüler bunun
çevresinde oturuyor ve bir ucu ağacın dallarına bağlı olan iplerin öbür ucunu
kendi hasta taraflarına doluyorlardı. Sonra bir halka halinde birer
parmaklarını birbirlerine dokunduruyor ve az sonra bir akımın halkanın içinde
dönmeye başladığını hissediyorlardı. O zaman marki aralarından birkaçını
seçiyor ve elindeki bastonla dokunarak onları derin uykuya sokuyordu.
Marki'nin "hekim" dediği bu denekler diğerlerinin arasında
dolaşıp elleriyle onlara dokunarak onların hastalığını teşhis ediyor, tedavi
için yol gösteriyorlardı. Uyanma buyruğu verildiğinde hiçbiri, bir şey
anımsamıyordu.
Puységur
bu deneyleri ve tedavileri Victoria yapmayı sürdürdü, onu Paris’e götürerek
gösteriler yaptı. Yakın ve doğru gözlemleriyle bu olgunun gerçeğini çok daha
doğru bir biçimde açıklayabildi. Ve bugün de geçerli olan kimi ilkeler koydu.
Mesmer
1779'da kendi buluşlarının esaslarını 27 madde halinde açıklamıştı. Ona göre
özetle evrende varolan bütün cisimlerin arasını dolduran sıvısal bir madde
vardı ve bu, insanları ve canlıları, yeryüzü ve öbür gök cisimleriyle
birleştirirdi. Bu sıvı insan vucudunun içini de doldurmaktaydı. Hastalık bu
sıvının vücut içinde eşitsiz dağılımından oluşuyordu. Belli tekniklerin
kullanımıyla bu sıvının yönü değiştirilebilir, depolanabilir ve öbür insanlara
geçirilebilirdi. Vücut içindeki dengenin yeniden kurulmasıyla iyileşme
sağlanırdı. Ona göre "Yalnız tek bir hastalık ve tek bir
tedavi" vardı. O da sıvı dengesinin bozulması ve düzeltilmesinden
ibaretti. Puységur ise Victor'un yeteneği sayesinde sözkonusu gücün bir sıvıdan
falan değil manyetizörün iradesinden kaynaklandığını, manyetizmin panayır
gösterisi olarak hiçbir zaman kullanılmaması gercktiğini her zaman ve yalnız
tedavi amacıyla uygulanabileceğini, insanların kendi sorun ve dertlerine
ilişkin, gündelik yaşam sırasında farkına varmadıkları, derin ve doğru
bilgilere sahip olduklarını ve ancak manyetizm sırasında yoğunlaşan
dikkatleriyle bunu dışarı vurabildiklerini ortaya çıkardı.
1785
ağustosunda Puységur, Strasbourg'daki topçu alayına atandı. İstek üzerine
oradaki Mason locasında bir ders verdi ve ulaştığı ilkeleri şu sözlerle
açıkladı:
"içimde
bir gücün varlığım inanıyorum.
Bu
inançla onu dışarı çıkarmak istiyorum.
Manyetizmin
bütün gizi iki sözcüktedir; inan ve iste.
İnsan
kardeşlerimin yaşam gücünü harekete geçirecek güce sahip olduğuma inanıyorum;
onu kullanmak istiyorum. Benim bilim ve becerim bundan ibarettir.
İnanınız
ve isteyiniz kardeşlerim. Hepiniz aynını yapabilirsiniz."
Orada
Puységur, Societe Harmonique des Amis Réunis adıyla bir dernek kurdu. 1789'da
Alsace aristokrasisinin çoğunun katıldığı iki yüzden fazla kişi eğitilmişti ve
tedavi uyguluyorlardı. Bütün tedaviler parasız yapılıyordu. Asıl önemli olan,
herbirinin bütün hastalarının, tanılarının ve yapılan tedavinin titiz şekilde
kayıtlarını tutmaları ve düzenli raporlarla bu derneğe, yazılı olarak
bildirmeleriydi. Toplu tedaviler ve deneyler de artık yapılmıyordu. Kamu önünde
gösteriler de kaldırılmıştı.
Bu
deneyler ve çalışmalar sürseydi psikoloji ve psikopatoloji belki de çok daha
önce tarih sahnesine çıkabilirdi; bilinmiyor. Çünkü devrim herşeyi sona
erdirdi. Aristokratların çoğu kaçtı. Kaçmayanlar tutuklandı, hapsedildi,
kafaları kesildi. Puységur da iki yıl hapiste kaldı. Sonra hapisten çıktı,
şatosunun bulunduğu Soisson'a vali oldu. Şiir yazmaya başladı. Bu arada
manyetizmi de yeniden ele aldı. Napolyon'un yenilgileriyle 1818'de Buzancy'ye
döndü. Victor'un ağır hasta olduğunu, duyunca hemen yanına koştu. Onu ilk
olarak manyetize ettiği aynı kulübede yeniden manyetize ederek iyileştirmeye
çalıştı. Bu arada, Victor'un 45 yıl önceki manyetik seanslarda yaşadığı her
ayrıntıyı hatırladığını şaşkınlıkla gördü. Victor kısa bir süre iyileştiyse de
uzun yaşamadı. Marki onun mezarına, ona olan saygı ve hayranlığını ifade eden
güzel bir kitabe dikti. Puységur kendi de 84 yaşında öldü.
Manyetizmle
uğraştığı sürece onun yetiştirdiği binleri bulan öğrenci, artık Mesmer'in adı
hiç bilinmiyorken ondan, yalnızca yapılan tedavinin Mesmcrizm olduğunu
duydular. Çok büyük katkılarına karşın hiçbir zaman sanatı sahiplenmeye
kalkışmadı. Son olarak tedavi ettiği Alexandre Hebert adında 12 yaşında bir
çocuktu. Çocuk çok şiddetli korku nöbetleri geçiriyordu. Marki altı ay boyunca
çocuğu gece ve gündüz hiç yanından ayırmadı. Yaptığı bu tedavi 150 yıl sonra
psikotik hastaların tedavisi için önerilen ve uygulanan tedavi şemalarının
hemen hemen aynıydı. Çok sonraları, Puységur'ün çalışmaları ortaya
çıkarıldığında psikodinamik pekçok olgunun onun tarafından gözlenerek
kullanıldığı da görüldü. Ağır ruhsal hastalıkların bir tür hipnotik
somnambülizm (uyurgezerlik) olduğu görüşüyle pek çok klinik tabloyu titizlikle
incelemiş, onları içinde bulunduklarını düşündüğü bu durumdan çıkarmak için
manyetizmi tersine işleterek kullanmaya çalışmıştı. Yöntemleri gerçekten bugün
ağır akıl hastalarına uygulanan psikoterapilere çok benzemektedir. Puységur
kuşkusuz ki çok namuslu bir bilim öncüsüydü.
Hipnozun
doğa bilimleri ve tıp alanına girişi Mesmer ve Puységur ve onları izleyenler
tarafından XVIII. yüzyılda olmuş, sağaltım yöntemi olarak yayılması ve kabulü
de XIX. yüzyılı bulmuşsa da bu yöntemin hemen hemen aynı biçimde, hem de
sağaltım amacıyla taa Sümerlerden beri, aşağı yukarı 5-6 bin yıldır kullanıldığını
artık biliyoruz. Daha Sümer uygarlığında, kent krallarının önderliğinde
oluşmaya başlayan ruhban ekibinin, özellikle de sağlık alanındaki dilek ve
yakınmalar için çok bilinçli bir biçimde, bu günkü uygulanışını çok andıran
yöntemlerle hipnozu uyguladıklarını biliyoruz. Gene yaklaşık aynı çağlardan
kalan Hint Veda'larında bir hipnoterapinin hemen tam ayrıntılı tanımını
buluyoruz. "Yüreğin
dağılıp şaşırmayacağı, korkuya kapılmayacağı sessiz ve dingin bir yerde
toplansınlar (insanlar). Oturt onları. Yerde girinti çıkıntı olmasın. Işık
eksik olmasın. Ya bağdaş kursunlar ya da diz çöksünler. Gözlerini burnunun en
ucuna diksin, ellerini yan yana, ayaklarını yanyana koysun. Yüreğinden bütün
kaygılan ve düşünceleri atsın. Yalnız Pranon'un adını düşünsün ve söylesin. Bu
adı söylerken onu aklından düşlesin."
Daha
başka bir yerde de soluk alıp, soluğu içinde tutup yavaş yavaş dışarı verirken
seksen kez "Om" sözcüğünü
söylemek önerilmekte.
En
eski ve ayrıntılı tedavi kitabı sayılan ve yirmi metre papirüs üzerinde bütün
bilinen reçeteler ve sağaltım yöntemlerini anlatan ünlü "Ebers
Papirüsü"nde, "Kollarındaki ağrıyı gidermek için sen ellerinle ona
dokun ve ağrının çekip gideceğini söyle" denilerek, hemen hemen en
çağdaş bir hipnoz tedavisi anlatılmaktadır.
Daha
sonraları eski Yunanda, Aklepios tapınaklarında uygulanan sağaltımda uykunun
nasıl kullanıldığı da çok söylenmiş ve yazılmıştır. Özellikle Bergama'da
Asklepion’u görenlerin kolayca izleyebileceği gibi, bu tapınaklarda sağaltım
şöyle yürüyordu: Hastalar daha tapınağa ayak basmadan belirli temizlik
törenleri başlıyordu. Az farklarla abdest almayı andıran bu törenler,
tapınağın her dönemecinde vucudun bir başka tarafının temizlenip yıkanması
şeklinde, adım adım ilerliyordu. Daha sonra bir iki günlük sıkı bir oruç ve
perhiz süresi geliyordu. Bunu bir dizi banyolar, çeşitli merhem ve kremlerle
yapılan masajlar, tütsüler ve yeniden yıkanmalar ve güzel kokular izliyordu.
Bu arada oldukça güzel yörelerde kurulu olan bu tapınakların özgün tiyatrolarında
keyifli ve umut aşılayan oyunlarla da genel moralin yüksek tutulmasına özen
gösteriliyordu. Asklepiad adı verilen hekim-rahipler daha önce bu tapınakta
şifa bulmuş olanların vermiş oldukları sunu, yazıt ve taşları da özenle
sergiliyor ve beklentiyi en üst düzeye çıkartıyorlardı. Böyle üç-beş gün süren
bir hazırlık döneminden sonra asıl sağaltım günü geliyordu. Hasta önce bir
kurban kesiyor, sonra şifalı sularla yeniden yıkanıyor ve uzun bir tünele giriyordu.
Loş ve gizemli tünel boyunca ağır ağır ilerlerken, kendisi hakkında o güne dek
yeterince bilgi edinmiş olan asklepiadlar, tünelin üzerinde ve yanlarındaki,
sesi boğuklaştırarak tanınmaz hale getiren özgün konuşma borularından hastaya
sesleniyor ve az sonra yatacağı uyku sırasında tanrının gelip ona doğru yolu
göstereceğini fısıldıyorlardı. Sonunda uyuma hücresine varılıyor, çevrede
kaynayan zararsız yılanların vereceği ürküntü de buna eklenmişken bir de tam
yatağın başucuna konmuş hazır bekleyen, afyon ve çeşitli otlarla karıştırılmış
bir testi şarap, son direnme olasılıklarını da gideriyor ve hasta umut dolu,
derin bir uykuya dalıyordu. İyice karanlık çökünce tanrının kılığına girmiş
bir asklepiad da sessizce yaklaşıyor ve hastaya kendi iyileşme yollarını
düşünde göreceğini fısıldıyordu. Bütün sahne tam ve kesin bir telkin için
gereken herşeyi sağlamış oluyordu. Böylece hasta uykusunda, kendi derdinin
nedenleri ve şifa yollarına ilişkin bir düşü artık kaçınılmaz bir şekilde ve
mutlaka görecekti. Düşün anlaşılmaz bir tarafı kalmışsa bunu da bu seansın
bitiminde asklepiadlar, günler boyunca hastanın kendisinden öğrendiklerinin de
ışığında güzelce yorumluyorlardı. Böylece ulaşılan, psikosomatik diye
adlandırdığımız bütün hastalıkların gerçek ve tam bir iyileşmesi oluyordu.
Daha
sonra ve daha önce de hemen her bölgede, her inanç sisteminde telkine ve
uykuya, telkinle sağlanan ve yönlendirilen uykuya, böyle bir uykuda görülen
düşlere dayalı pek çok kurum, ocak ve mezhep gelişmiş, etkin olmuş ve ardında
bir söylence bırakmıştır. Bu tür kurumlar genellikle hermetik dediğimiz, kendi
içine kapalı öğretiler olurlar. Her meslek ve sanatın gerçekte hermetik bir
yanı vardır. Hepsi bütün isteyenlere açık bilgiler oluşturur ancak bu
bilgilerin gene de belirli ön koşulları yerine getiren, belli özellikleri gösteren
kimselerden gayrısına geçmemesi, belli bir ocağın ya da birliğin malı olarak
kalmasını sağlamaya yönelik önlemler alırlar. Bu tür yönelişlerin nedeni ve
düzeneği çok incelenmiştir ve bu kitapçığın kapsamına sığmaz. Ama özellikle de
aydınlanma çağının sonlarına değin, bu tür "kapalı kapılar
ardında" oluşup gelişen böyle bilgi ve beceriler, hele başarılıysalar,
saygınlık u yandırıyorlarsa ve yaygın yandaşlar bulma olasılıkları da varsa
aynı zamanda çok da düşman kazanırlar. Bu düşmanlıklar çoğu kez ölümcül ve
yıkıcıdır.
İşte
bu hipnoz yöntemine başvurmak yoluyla geliştirilmiş olan sağaltım yolları,
sağaltıcı kişiler, bu yoldan elde edilen bilgiler de hep aynı akıbete
uğramıştır. Büyük Pitagoras’tan, Hipokrat'a kadar, eski Ninova inançlarından,
Kaide ocaklarına, İskenderiye bilginlerine kadar bütün bilgeler öldürülmüş ya
da kovulmuş, yapıtları ve bilgileri yakılmış, yok edilmiş, okul ve akımları
çökertilmiştir. Tarihin, tarih boyunca sürmüş olan en büyük jenosidi
(soykırım-katliam) , bilenlere ve bilgelere karşı yürütülmüş olanıdır. Her
bilim dalının, her türlü düşünce ve aydınlanma akımının öyküsünde böyle kara
ve kanlı sayfalar Vardır.
İşte
hipnozun geçmişindeki bu tür sayfalar da giderek onun daha gizli ve gizemli
ortamlarda, topluluklarda ve derneklerde kullanılmasına yol açmıştır. Her
seferinde de ezilen ve yokedilen bu ocaklarda elde edilmiş olan bilgilerin,
biriken deneyimlerin yitip gitmiş olması insanlık için büyük kayıplar olmuştur.
Bir düşününce onların yardımıyla insan uygarlığının daha büyük adımlar
atabileceği düşünülür. Ama insanlığın kendisi eğer bu adımlara hazır değilse
atılan bu adımlar kuşkusuz bir işe yaramazdı.
Daha
önemli bir sonuç da yöntemin kendisinin gizem akımlarının malı olmuş olmadı ve
bu güne kadar korkuyla karışık gizli bir yetenek ünü kazanmış olmasıdır. Bu ün
bugün de anlaşılması kolay olmayan birçok çalışmayı örtmektedir.
İsa'dan
önceki ve sonraki yüzyıllarda Roma egemenliğinin baskısı altında kimi toplumsal
gelişmeler gösteren Yahudi inancı da kendi içinde bu tür gizem toplulukları
geliştirmiş, bunlardan hristiyanlığın doğuş ve gelişiminde de büyük rolü olduğu
anlaşılan Esse'ler, o çağda İskenderiye'de toplanmış olan bilgeler ve
bilginler kümesi arasında benzeri gizem bilgileri ile uğraşan bir sistem
oluşturmuşlardı. Daha sonra
Kabala öğretisi olarak süren bu ayrım da aynı şekilde hipnoz yöntemi ve
hipnotik bilgiyi büyük ölçüde toplamış ve kullanmış olsa gerek. Ne var
ki ilk çağın hemen bütün bilgilerini toplamış olan İskenderiye Bilgiler Evi
Kitaplığındaki 700.000 yazıt I.Ö. 47 yılında Sezarın buyruğuyla yakıldı.
Oradan kaçırılmış olan 200.000 cildi Antonius Kleopatraya armağan olarak
verdi. Ama bunları da daha sonra hristiyan imparator Theophilus kül etti. Daha
Isadan 1700 yıl önce, Babil egemeni Hammurabi, Fırat boylarındaki Mari kralını
yenince onun biriktirdiği Akad, Sümer, Huri yapıtlarından oluşan binlerce
tabletlik bir kitaplığı yoketmişti. Yuda kralı Yoahim, Yerimyas'taki kitaplığı
yaktırdı. Büyük İskender
Persleri yenip de Persepolis’e girdiğinde ilk yaptığı, 12.000 öküz postuna
yazılmış olan kutsal kitap Avesta'yı yakıp yoketmek oldu. Bu yakıp yok
etme işlemi, bilindiği gibi hiç bitmedi. Bilgiyi bir gizem yöntemi olarak
benimseyip kullananlar da bilgileriyle aynı kaderi paylaşmaya başladılar.
Avrupa'da 1000 yıl süren Cadı kovuşturmalarıyla toplam 55 milyon insan ateşler
içinde canverdi. Bunların çoğu yalnızca merak eden ve bilmek isteyen, geri
kalanları da toplu bir hipnozun etkisinde kalmış olanlardı. Aydınlanma
yerleştikten, hatta devrimler başladıktan sonra bile insanlar yakılmaya devam
ediyordu. Avrupada son insan cadılık ve büyücülük yaptığı gerekçesiyle XVIII.
yüzyılın son çeyreğinde 1794 yılında yakılmıştır. Ondan sonra gelenler artık
insanları değil, yalnız kitapları yakıyorlar. İnsanları ise ya gazlıyorlar, ya
da beslemeyip asıyorlar.
İşte Mesmer ve Puységur'un ulaştıkları nokta,
bilimsel devrimler olarak böyle bir tarih zemininde doğdu. Gene de bir gizem
yöntemi olarak yitip gitmek ve kimbilir hangi despot tarafından yakılmak tehlikesi
ile karşılaşacaktı; eğer Cagliostro gibi birisinin kullanımında kalsaydı, eğer
Almanya’da tıp okullarında ele alınmış olmasaydı ve eğer Manchester'li hekim
James Braid'in eline geçmeseydi.
Bulucusu
ve araştırıcısının yeterince geliştiğini görememelerine karşın hayvansal
manyetizm kavramı ilgi çekmeyi sürdürdü. Mesmer'in de Puységur'ün da adları
bilinmiyordu pek ama gerek Fransa, gerek Almanya'da bu yöntemle tedaviler
yayılmaktaydı. Fransa'da Deleuze, Bertrand, Noizet, daha sonra Charpignon,
Teste, Gauthier, Lafontaine, Despine, Dupotet, Durand gibi daha birçok önemli
hekim ve araştırıcı bu alana emek vermişlerdir. Bütün bu araştırıcılar "Rapport"
denilen ve manyetize edilenle manyetizör arasındaki sözel ilişkinin önemini
kavramışlardı. Ancak, yaptıkları onca deneylere ve hepsini sadakatla
kaydetmelerine karşın bütün XIX. yüzyıl boyunca tekniğe ve açıklayıcı temel
bilgiye pek bir şey ekleyemediler. Almanya'da da bu yöntem büyük ilgiyle
izlenip uygulanıyor, fakat orada daha değişik bir nitelik gösteriyordu. Bunun
en önemli nedeni Mesmerizm'in Fransa'da daha çok aydınlar arasında ilgi görmesi
ve akademik çevrelerde çok fazla ciddiye alınmamasına karşın Almanya'da
üniversitelerin bu alana çok canlı bir ilgi göstermeleridir. Prusya hükümetinin
konuyu incelemesinden sonra 1816'da Berlin ve Bonn üniversitelerinde Mesmerizm
kürsüleri kuruldu. Ayrıca Almanya'da olağanüstü yetenekli kimileri de,
Mesmerizm yardımıyla, o sıralarda aktüel inceleme alanı sayılan, doğaüstü
fenomenlerin incelenmesinde kullanılmaktaydı. Bu kişilerden bazıları ülke
çapında tanınıyor ve ilgiyle izleniyordu. Gmelin, Kluge, Hufeland kardeşler,
Kicser, Nasse, Passavant ve Jolfart gibi bilginler bu konuda çok büyük bir
ilgiyle yoğun çalışmalar içindeydiler. Ancak bütün bu gelişmelere karşın,
Almanya’da romantik spiritizmin konu üzerindeki etkinliği nedeniyle klinik
uygulama gecikiyordu. Bu konuyu geliştirebilen gene Fransa oldu ve önce
Liebeault ve Bernhaim ile Nancy okulu, ondan az sonra da ünü çok yaygın bir
bilgin olan jean-Martin Charcot ve onun yönettiği Salpetriere okulu Mesmerizm,
Manyetizm ve Hipnotizm adlarını almış olan bu olgu ve tekniği bir daha
kalkmamak üzere klinikteki tahtına oturttular. Bu gün de, biraz eprimiş,
eskimiş ve yıpranmış da olsa o tahtta oturmaya devam ediyor.
Manchester'deki
göz hekimi James Braid, 13.11.1841'de bir hipnoz gösterisine katıldı. Eğlenceli
bir hokkabazlık izleyeceğinden kuşkusu yoktu buraya gelirken. Ama gösteriyi
izlerken yavaş yavaş yerinde doğruldu ve olup biteni daha dikkatli izlemeye
başladı. Çünkü, uyutulan
kişinin bu manyetik uykuya girmeden önce gözkapaklarının garip bir biçimde
titreyip kırpışmakta olduğunu görmüştü. Bu olgu o zamana kadar kimsenin
dikkatini çekmemişti. Kuşkusuz Braid'in de dikkatini çekmezdi, eğer o
bir göz hekimi ve keskin bir gözlemci olmasaydı. Bunu görür görmez bu gözkapağı seyrimesinin taklit
edilemeyeceğini, istemli olarak yapılmasının mümkün olmadığını hemen
farketmişti. O halde bu olay bir hokkabazlık ya da sahtekarlık olamazdı.
Ama istemli olarak yapılamayan bu seyirmenin nedenini de merak etmeye başladı.
Önce benzeri gösterileri izlemeye başladı. Bunları bulmak da hiç zor olmuyordu.
O sırada hemen her eğlence yerinde, her kibar hanımın salonunda benzeri
gösteriler yapılıp duruyordu. Braid, katıldığı her gösteride aynı seyirmeyi
görünce bu uykunun hemen öncesinde gözlerde bir yorgunluğun, bir bitkinlik duygusunun
olması gerektiği sonucuna vardı. Muayenehanesine sürekli gelip giden
madencilerden bir genci bir koltuğa oturtarak karşısına koyduğu boş bir şişeye
sürekli bakmasını istedi. Üç dakika içinde genç işçinin gözlerinde aynı seğirme
başladı ve hemen ardından da genç derin bir uykuya daldı. Ardından Braid bir
madencinin hanımından porselen bir kâseye aynı şekilde sürekli bakmasını rica
etti. İki dakika içinde bu kadının da gözleri seyrimeye başlamış ve ardından
da bilinen uyku bastırmıştı. Durum Dr. Braid için apaçıktı: Demek ki şu ünlü
uykuyu sağlamakta kişisel ya da kişiler arası bir mıktamsı etkisi sözkonusu değildi.
XIX. yüzyılın bilinçli bir hekimi olarak Braid disiplinli bir şekilde düşünmeye
koyuldu. Demek ki burada sözkonusu olan, bir kişiden hasta ya da deneğe doğru
iletilen bir güç değildi. Bu doğrudan doğruya, yönlendirilmiş bir uykudan
ibaretti. Uyuyabilmek için hayali bir otlaktaki koyunları saymak ya da bir
konferansı dikkatle izlerken uyuyup kalmak gibi bir şeydi. Ama kuşkusuz ki esas
olan bir uykuydu. Braid bu uykuyu, eski Yunanca uyku anlamına gelen Hypnos
sözcüğünden türeterek Hipnoz diye adlandırmanın daha doğru olacağını ileri
sürdü. Eğer bu bir uykuysa ne menem bir uykuydu? Kişi bu uyku sırasında
konuşabiliyor, sorulanları yanıtlayabiliyor, verilen emirlere uyuyor, yürüyüp
hareket edebiliyor ve bu sırada gözleri de açık olabiliyor ve bu uykuda yürürken
önüne konulan engelleri görüyor, onlara çarpıp tökezlemeden yolunu
bulabiliyordu. O halde bu tam derin bir uyku değil, değişik bir uyku biçimi, o
sıralarda tıbbı epeyce uğraştıran uykuda yürüme, yani Somnambulizm gibi bir şey
olmalıydı. Bu yüzden de sadece uyku olarak değil de uykululuk durumu gibi bir
anlama gelecek biçimde, o günlerde tıptaki adlandırmalarda çok kullanılan bir
türetmeyle, psikoz, dermatoz, skleroz der gibi "Hipnoz"
demek daha doğru olacaktı.
Braid
araştırmalarını sürdürdü. Kendi yaptığı deneylerde bir nesneye bakışları fikse
etmenin [güçlü, ağır, demir gibi, kuvvetli] hipnoz için yeterli olduğunu saptamıştı.
Disiplinli bir bilim adamı olarak ardarda deneyler yapmaya ve deney sırasında
olup bitenleri ayrıntılarıyla not etmeye girişti. Braid bu araştırmalarında
gerçekten yüzlerce yıldan beri bilinen ama hiç bilimin alanına alınmamış bir
gerçeği yakalamıştı. Tarihte örneğin matematikçi, filozof ve hekim olan
Geronimo Cardanano daha 1535'te kişiyi parlak bir cisme sürekli baktırarak
uyku sağlayabildiğini yazmıştı. Paracelsus, "Opera" adlı
eserinde Güney Almanya’daki bir manastırda keşişlerin hastalarına parlak bir
kristal göstererek uyumalarını sağladıklarını anlatmıştı. Dahası Aynaroz’un keşişlerinin kendi
göbeklerine gözlerini dikerek kolayca uykuya daldırdıkları biliniyordu.
Hatta bu yüzden onlara "Göbeğe bakar" gibi bir ad da konmuştu.
Ama
Braid tam da bu yüzden, yani herkesin öteden beri bildiği bir olguya dikkat
ettiği ve onu bilimsel bir gözlükle ve tam bir disiplinle incelemeye aldığı
için "Bilim adamı" sıfatını hakediyordu ve ele aldığı konuda
çağdaşlarından fersah fersah ileri geçivermişti.
Bu
uykuyu Braid önce bildiği fizyolojik olgularla açıklamaya girişti. Sürekli
aynı yere bakışla görme sinirinim göz küresini ve gözkapaklarını hareket
ettiren kasların uyarılabilirliği azalıyor, bu sırada konsantrasyon sonucu
solunum azalıyor, bu da beyindeki kan dolaşımını azaltıyordu. Göz yuvarlağı
kuruyor, bunun sonucunda da o bilinen seyirme başlıyor, sonunda da gözkapakları
düşüyordu. Ancak bu arada hipnozun psişik yönü de unutulmamalıydı. Braid
çalışmalarında bu uykuda bilinç yitiminin değil, tam tersine artmış bir
konsantrasyonunun ve yüksek bir iradenin sözkonusu olduğunu da sezmişti. Bu araştırmalarını yaparken Braid de
daha önce anlatılan düşmanlıklardan nasibini aldı. Büyük bir karşıtlar
cephesiyle savaşmak zorunda kaldı. Onun asıl amacı, bu yöntemi ameliyatlar
sırasında ağrı duygusunu ortadan kaldırmada, yani anestezi için
kullanabilmekti. Ki bu öngörüsünde de haklı olduğunu bu gün kesinlikle
biliyoruz. Ama tam bu sırada kloroform bulundu ve Braid derhal unutuluverdi.
Bundan
30 yıl sonra büyük bir bilim adamı Jean Martin Charcot, Paris'de hipnozu
yeniden elealdı. Ondan 7-8 yıl sonra da Nancy'de Hypolyte Bernheim aynı konuda
çalışmalara başladı. İkisi de, özellikle Charcot hafife ve alaya alınabilecek
kimseler değildi. Charcot hipnozu o sırada histerik denilen felçlerde ve
benzeri belirtilerde sağaltım amacıyla kullanıyor ve bu iyileştirmeleri geniş
bir hekim ve öğrenci kitlesi önünde yapıyordu. Onun açıklaması, hipnozda uykunun
tam tersine artmış bir sinir-kas uyanıklığının sözkonusu olduğuydu. Bu kavrama
göre hipnoz da tıpkı histeri gibi bir nörozdu, ama yapay bir nörozdu. Buna
karşılık Bernheim'a göre hipnozun mekanizması denek olan kişinin kendisinde
yatıyordu. Bu açıklamaya göre denek ya da hasta, telkine açık bir durumda
bulunduğu ve kendi düş gücü içinde yoğunlaştığı için hipnoz adı verilen durum
ortaya çıkmaktaydı. Yani bütün olup bitenler hipnotize olan kişinin kendi
ruhsal yaşamı içinde olup bitiyordu. Hipnozu yapan, yalnızca bir aracı ve
dikkatin yoğunlaşarak yönetimin devredildiği bir objeydi.
Bu
iki görüş arasında oldukça sert bir savaş başladı. Hipnoz olayının yalnızca hipnotize
olan kişinin düşgücü ve telkin altına girme isteğine bağlı olduğunu ileri süren
Bernheim ve Nancy okulu bu savaşı giderek yitirdi. Ancak çok sonraları, beyin
faliyetini, beyin elektrik akımlarını yazarak incelemek olanağı elde
edildikten ve bu arada uyku üzerinde de araştırmalar yapılmaya başlanıp da
uykunun ve uykuyla ilgili ve ona benzer durumların fizyolojisi araştırılmaya
başladıktan sonra bu sorular da yanıt bulmaya başladı. Ama bu gün aslında
onların haklı olduğunu artık biliyoruz.
Charcot'nun
bu tartışmalar sırasında daha etkin ve başat görünmesi nedeniyle, Sigmund
Freud o sıralarda üzerinde çalışmakta olduğu histeri olgularının incelenmesi
ve sağaltımında hipnoz yöntemini kullanmaya başladı. Onun kullandığı teknik de
Charcot’ya dayanıyordu. Ancak uzun bir süre sonra ve histerinin ve diğer
nörozların nedenlerine ilişkin çalışmaları ilerledikten sonra, hastanın içsel
gereksinimlerinin Charcot'nun yaklaşımını giderek haksız çıkardığını görerek
hipnozun hiç de gerekli olmadığı sonucuna vardı ve asıl yöntemi olan serbest
çağrışım yöntemine geçti. Bununla birlikte hipnoz çalışmalarının ve yönteminin
dinamik psikiyatrinin, psikanalizin gelişiminde oynadığı rol kesinlikle
yadsınamaz. Hatta rahatlıkla denilebilir ki dinamik psikiyatri temelini
hipnozla, daha Mesmer kendinden doğan bir gücün hastası üzerinde doğrudan
doğruya etkin olduğunu hissettiği an atmıştır. Hipnozun tarihi, hiç değilse
başlangıcında, dinamik psikiyatrinin ve psikolojinin tarihiyle içiçe
yürümüştür. İleride göreceğimiz gibi bu gün de hipnoz, dinamik psikiyatrinin
önemli bir dalı olarak önemini korumaktadır.
Şimdiye
kadar belirtilenlerden hipnoz olgusunda iki faktörün etkin olduğu ortaya
çıkmaktadır. Bunlardan biri denek ya da hastanın belli bir ojeye dikkatini
yoğunlaştırması sonucu ortaya çıkan durum, öbürü de hipnotizörün uygulamakta
olduğu telkin.
Hipnozu
bir panayır ya da gece klübünde bile izlemiş olsanız, bunda hipnoza giren
kişiye sözel olarak verilmiş olan telkinin mutlaka farkına varmışsınızdır. Gerçekten
bugün de bu görüngünün, temelde bir telkin olgusuna bağlı olduğu, telkinin
bunda başrolü oynadığı, yöntemi inceleyen bütün araştırmaların, hangi temel
kurama bağlı olurlarsa olsunlar, üzerlerinde birleştikleri bir noktadır. Hipnoz
kesinlikle bir hipnoz olayıdır.
Hipnozda
rol oynayan diğer faktörler de vardır. Bunda dikkat, algılama, bellek gibi
diğer zihinsel yeti ve eylemler de çok önemli ve özgün anlamlar kazanmaktadır.
Bunları sırayla görmeye öncelikle "telkin" adını verdiğimiz
ruhsal olay ve görüngüyle başlamalıyız.
Telkin
denilen olayın anlamı bütün açıklamalara ve enine boyuna araştırmalara karşın
gene de tartışmalıdır. Telkin, çok kaba bir tanımlamayla bir kişinin, bir
başka kişiyi, daha çok sözel bir etkiyle kendi inanç, düşünce ve mantık sistemi
içine alması, onun kendisine yabancı bir düşünce, inanç ya da mantığı kabul
etmesini sağlamasıdır. Bunda bir tarafta oluşturulan bir zihinsel ürünün, bu
ürüne sahip olmayan, hatta bu ürüne karşıt ürünler üretmekte olan bir başka
zihine transferi sözkonusudur. Bu olayda bir kişinin duygu ve düşünceleri,
karşısındakinin duygu ve düşüncelerini basitçe işgal etmekle yetinmez,
karşısındaki kişi tarafından kendi duygu ve düşünceleriymişçesine benimsenir.
Gene bir kişi tarafından üretilmiş bir duygu ve düşüncenin karşı tarafa
benimsetilmesine dayalı olan yalan söylemek, kandırmak, aldatmak, inandırmak ve
ikna etmek gibi işlemlerden ayrılan yanı, burada alıcı zihinde olası eleştiri,
düşünce ve direnç süreçlerinin işe karışamayacak kadar yana çekilmesi ve iki
zihinin bir konuda birlik oluşturmasıdır.
Gerçekten
de telkin dediğimiz süreçte ikinci zihin, yani alıcının zihinsel yapısı, diğer
zamanlarda varolan yeti ve yeteneklerini terkederek karşısından gelene teslim
olmaktadır. Her zihinde normal olarak varolan, kendine yabancı ürünlere
direnmek ve önce kendi süreçlerinden geçirerek irdelemek ortadan kalkmakta,
karşı tarafın kendine yabancı, hatta kendine aykırı düşünce ve duyguları aynen
alınmaktadır. Burada iki zihin sanki tek bir zihin oluyor gibidir. Buna iki
kişi arasında bir "Biz" oluşması diyoruz. Tarafların bu
telkine katılım payına göre dört telkin biçimi birbirinden ayırdedilebilir:
a-Planlanmamış, Tahmin Edilmemiş Telkin
Günlük
yaşamda en yaygın görülen telkin türü budur. Burada ne telkini yapan, ne de
telkini alan aralarında olup bitenin bir telkin olayı olduğunun farkındadır.
Bunun en yaygın tipi hekim-hasta ilişkisinde gözlenir. Hekimin hasta başındaki
tutum ve sözleri, hastaya yönelik hiçbir amaç taşımadığı halde hastada olumlu
ya da olumsuz bir yöneliş uyandırır. İçeriği olumsuz olan bir sözcüğü hasta hiç
anlamadığı halde, hekimlerin genel tutumundan olumlu bir şeymiş gibi algılayabilir
ve bundan etkilenerek iyileşebilir de.
b-Planlanmış Ama Tahmin Edilmemiş Telkin
Bunda
telkin eden söylediğinin amacını bilmekte ama telkini alan bunu fark
etmemektedir. Bunların en yaygın örnekleri her gün karşılaştığımız yığınlarla
reklâm ve propaganda da görülür. Bu telkin, telkin olarak algılanabilecek olan
bütün öğelerden arıtılsa bile etkin olur. Hekimlerin kimi ilaçları yazışları,
ilacın o denli etkin olmayacağını bildikleri halde sırf bu telkin işlevine
ulaşmak için yapılır ve gerçekten etkinliği arttırır.
c-Planlanmamış Ama Farkedilebilen Telkin
Bu
durum gene hekim-hasta ilişkisinin bir parçasıdır. Hasta öyle bir telkin
gereksinimi içinde hekime gelir ki ondan gelecek her girişimi kendi kurtuluş
ve şifasına bir çare olarak görür. Hekim, verdiği ilacın etkili olduğunu
sanırken aslında yalnızca onun kendi etkinliği rol oynamıştır. Bu yüzden birçok
ilaç, aynı hastada veren hekime göre farklı etki eder.
d-Planlanmış Ve İstenen Telkin
Bu
durum hastanın telkine çok gereksinim duyduğu durumlarda hekimin de hastayı
yatıştırıcı ve umut verici konuşmalarında rahatlıkla gözlenebilir. Oldukça tehlikeli
ve zor durumlarda hekimin güven veren bir tonla konuşması hastanın yaşam
gücünü çok yükseltir çünkü böyle bir güvene zaten gereksinimi vardır. Bunlardan
ayrı olarak telkin doğrudan ve dolaylı yapıldığına göre de ayrılabilir. Örneğin
hedef alınan kimseden başka birisine doğru söylenen ama adı geçenin duymasına
itina gösterilen sözler, bu kişi konuşmayı dikkatle izlediğinden, büyük bir
telkin etkisi yapar.
İşte
önce Mesmerizm, daha sonra Manyetizm ve sonunda da Hipnotizm adı verilmiş olan
olay en başta bir telkin olayıdır. Bugün buna Hipnoz adını veriyoruz.
Mesmerizm sözcüğü durumu ilk saptayan kişinin adından, Manyetizm sözcüğü bu
olayla mıknatısların çekim gücü arasında bir benzerlik düşünülmüş olduğundan
dolayı kullanılmıştır. Daha sonra bu durumda telkin alan kimsenin gösterdiği
hareket ve davranışların, uykuda gezen kimselerinkilere benzediği düşünülmüş,
bunun da bir tür uykuda gezme olgusu olduğuna inanılmış ve bu yüzden uykuda
gezenlere fransızcada verilen adla Somnambulizm (Somnecs - uyku ve
Ambulanyon - Yürüme) sözcüğünden giderek, olgunun bir uyku türü olduğu sonucuna
varılmış ve uyutma anlamına gelmek üzere Grekçe Hypnos - Uyku sözcüğünden
Hipnotizm denmiştir. Sonradan bu durumun bir izm olarak adlandırılması
uygun bulunmadığından bir uykululuk durumu anlamına gelen Hypnose
denmiştir. Bugün bu olayın fizyolojik bakımdan uykuyla hiçbir ilişkisi olmadığı
anlaşılmakla birlikte bu son sözcük gene de kullanılan bir "Galat-ı
meşhur" olarak tutulmaktadır.
Telkin
denilen olgunun nasıl işlevlik ve etkinlik kazandığını daha iyi anlayabilmek
için kişioğlunun çevresindeki nesne, kişi ve olayların farkına nasıl vardığım
bir parça yakından incelemek gerekir. Olup bitenlerden bize doğru ulaşan
uyaranlar, duyu organlarımıza ulaştıktan ve onlarda gereken fiziksel ve
kimyasal reaksiyonlara neden olduktan sonra, almaç adı verilen bu noktalar
kendilerine bağlı olan sinir uçlarını uyarmış ve merkeze doğru bir ileti
akımına yolaçmış olurlar. Bu akım merkez sinir sisteminin yalnızca bir
noktasını değil, pekçok yerini birden uyarır. Denilebilir ki sinir sistemine
giren her uyarandan her an bütün sinir sisteminin, hatta bütün organizmanın
haberi olur. Aynı anda vucudumuz yüzbinlerce uyaran almakta yani duyu
organlarımızdaki almaçlara yüzbinlerce dış etki, o almaçların farkedilebileceği
düzeyde olmak üzere ulaşmaktadır. Farkedebileceği düzeyde diyoruz, çünkü duyu
organları belli sınırlar içindeki uyaranlara duvarlıdır. Örneğin renk olarak
bildiğimiz ışık tayfı içinde bulunan renkler farkedilebilir. Bu tayfın dışında
kalan mor ötesi ve kırmızı altı dediğimiz renkler ise hiç görülemez. Yani
gözlerimizde o renk grubuna duyarlı almaçlar hiç bulunmaz. Örneğin, eğitilmiş köpekleri
çağırmak için kullanılan özel köpek düdüklerinin sesi insanlar tarafından hiç
duyulamaz; en yakınında bile ancak bir üfleme fısıltısı işitilebilir. Oysa bu
ses köpekler için çok uzaklardan bile duyulabilen çok tiz bir sestir. Demek ki
o sesin frekansına insan kulağı duyarlı değil, köpek kulağı ise duyarlıdır. Buna
karşılık köpekler de bizim gördüğümüz renklerin hiçbirini göremezler; bütün
köpekler renk körüdür.
Bizim
farkında olarak algıladığımız uyaranlar dışında daha binlerce uyaran da aynı
anda duyu organlarımıza ulaşır ve bedenimiz biz farkında olmadan hepsini alır,
sinir sistemimiz onları sınıflandırır ve gereğini de gene biz hiç farketmeden
yapar. Örneğin üzerimizde etkin olan yerçekimine uymak için duruşumuzu, ileri
ya da geri hareketimizin dengeli ve uygun oluşunu, iç organlarımızın o anda
gereken çalışmayı düzenli olarak yapmasını hep sinirlerimiz düzenler ve bunlar
bizim dikkatimizi çekmeden olup biter. Örneğin biz televizyonda heyecanlı bir
gerilim ya da korku filmi izlerken, aynı anda yorulan bacağımızın yerini
değiştirir, koltuktaki durumumuzu düzeltir, aynı anda kolumuzu kaşıyabilir ve
dilimiz de kuruyan ağzımızı farkedebilir. Bu sırada kalbimiz de daha hızlı
çarpma emri almakta, kan basıncımız da hafifçe yükselmektedir. O sırada
midemizse az önce yediğimiz tuzlu fıstığı sindirmek için uğraşmakta, bu daha
önce yemiş olduğumuz meyveyle pek uyuşmadığı için de hafifçe bulanarak bize bu
fıstığı dışarı atmanın uygun olabileceğine ilişkin sinyaller vermektedir.
Bunların hiçbirinin farkında olmayız. Ama bütün işler yolunda yürümektedir. Oysa, sinir sistemine bir kez giren
hiçbir uyaran orada unutulmaz. Mutlaka bir yerlerde depolanır. Bu hiç farkında olmadığımız
uyaranların kaydedilip depolandığını kimi çok acayip durumlarda izleyebiliriz.
Örneğin, dikkatimizin dışında gelen uyaranlardan herhangi biri olağandışı bir
şey kaydetmeye başlarsa birden bütün dikkatimizi heyecanlı filmden çekip ona
yönlendirmemizi sağlar. Jung'un anlattığı bir örneği de nakledebiliriz:
Çalışkan ve sağlıklı bir sekreter hanım, o ana kadar hiçbir yakınması yokken,
saat on sularında birdenbire bir baş ağrısıyla kıvranmaya başlar ve çalışamaz
hale gelir. Ortada görünür, bilinir hiç bir neden yoktur. Gerçekte ise o hanım
iki hafta önce sisli bir sabah saatında sevgilisini bir iş gezisi için
uğurlamıştır ve adamın orada epey eğlenebileceği varsayımıyla belirsiz bir
kıskançlık huzursuzluğu içindedir. O sabah, büroda çalışırken birden uzakta
öten bir sis düdüğünü duymuş, bu düdük sesi ayrılış anındaki sisi, o da
ayrılıştaki kaygıyı anımsatarak günlerdir bastırılmış kaygının bir baş ağrısıyla
patlamasına yolaçmıştır. Kadıncağız o sis düdüğü sesini hiç farketmemiştir ve
bu gerçek, haydi o kadarcık ipucu verelim, ancak hipnozda açığa
çıkarılabilmiştir.
İşte
sinir sistemimizin bu çalışma şekli, çok basitleştirmek istersek, havaalanı
kontrol merkezlerinin, üstüste çalışmakta olan radarlarına benzer. Bir radar
sürekli dönerek bütün ufku denetlerken, öbür radar bir tek uçağın uçuş
doğrultusuna, bir başka radar o uçağın yüksekliğine fikse olur ve bütün
bilgiler bir tek masadaki bir denetim uzmanının önünde bir tek ekranda biraraya
gelir. O uzman da hem o uçağın pilotuna, hem yakındaki bütün öbür uçakların
pilotlarına, aynı zamanda havaalanı sorumlularına gereken bütün bilgi ve
emirleri ulaştırır. Emri alanların ise öbür emir alanlardan haberdar olmaları
gerekmez. Olağandışı ya da olağanüstü bir durum görülecek olursa ya da
tehlikeli bir gelişme görülürse, örneğin hava sahasında birden denetim dışı bir
başka uçak belirirse, ya da bir uçağın yönü bir başka uçağın seyir çizgisini
kesecek gibi görünüyorsa, bütün uçaklara kısa ve tek bir buyruk gönderilir. Her
uçak da bunun nedenini tartışmadan denileni yapar ve tehlikeden bir an için
uzaklaşmış olur.
İşte
sinir sisteminde de bir işleve yönlenmiş olan nokta radara biz dikkat diyoruz.
Bu yönetim santralına giren bütün bilgiler de bir arşivde, uçaklardaki kara
kutular gibi, bir daha çıkmamak üzere tespit edilir ve saklanır. Her yeni gelen
uyarıda bir arşiv düzeneği, bu yeni uyarının kaydedilmiş bilgilerle bir ilgisi
olup olmadığını hızla bir araştırır ve ona göre ilgili merkezde iki bilgi
birden birleşir. Bütün bu anlatmaya çalıştıklarımız hipnozda neler olduğunu
anlamak ve aynı zamanda günboyu sürekli olarak aldığımız telkinlerin etkisinin
yaşamımızdaki önemini de kavramak için çok önemlidir.
Dikkat,
gündelik yaşamımızda bizi o an için ilgilendiren noktaya en uyanık bir biçimde
fikse olmamızı sağlayan aracımızdır. O an için ilgilendiğimiz nesne bizim için
çok yoğun bir zihinsel çabayı gerektiriyorsa bu dikkatin yoğunluk odağı
gittikçe daralır; bir "nokta
dikkat" halini alır. Buna karşılık yoğunlaşma azalınca çevrede
de bir büyüme ve genişleme görülür. Örneğin hem bir arkadaşımızla hararetli bir
tartışma sürdürüp hem de o sırada bir merdivenden yavaş yavaş inebiliriz. Ama
zor bir matematik problemini çözmeğe yoğunlaştığımız sırada o merdivenden de
inmeye kalkışırsak tökezlemek mukadder olur. Bir matematik problemi çözerken
yapabileceğimiz yan işler ancak kafamızı kaşımak ya da kurşunkalemin başını
çiğnemek cinsinden olabilir. Aynı şekilde çok yoğunlaştığımız sırada etrafta
olup bitenin de pek farkında olmayabiliriz. Bu tür yoğunlaşmış bir dikkat,
hepimizin pek iyi bildiği gibi çok da yorucudur. Problemin zorluğu ve uğraşının
süresi oranında ense ve boyun kasları gerilir, göz yuvarlağını hareket ettiren
küçük kaslar gerilir, baştaki kan dolaşımı artmıştır ve dolayısıyla şakak ve
boyun atardamarları, hatta ciltteki küçük damarların dolgunluğu hissedilir.
Gözlerdeki yorgunluk, gözkapaklarında tıpkı uykuya dalarken ki gibi bir kapanma
eğilimi uyandırır, gözler süzülür, yanar ve sulanır. Bu sırada dışarıdan görünen
şişmiş ve kızarmış bir yüz, süzülmüş ve neredeyse kapanacak gözlerle uyku
mahmurluğuna pek benzer. Oysa kişi matematik çalışmaktadır. O sırada yanında
olup bitenlerin ise ya hiç farkına varmamıştır, ya da ancak zorlukla ve
hayal-meyal anımsayabilir.
İşte,
hipnozda sözkonusu olan ilk olay budur. Yani kişinin dikkatini olağandan çok
daha yoğun olarak bir şeye doğru toplaması, yoğunlaştırmasıdır. Bu süreci
hipnotize olmuş olanlar bazen kişinin bir kuyuya doğru yavaş yavaş inerken
kuyunun ağzına doğru bakması şeklinde tanımlarlar. Baş yukarıda olarak kuyuya
inilirken, önce çok geniş olarak görülen gökyüzünün alanı gittikçe daralır ve
uzaklaşır. Giderek küçük bir daire kalır. Ama o küçük alan son derecede net ve
parlak olarak görülür. O kadar ki kuyu dibinden bakıldığında gündüzleyin
gökteki yıldızları görmek bile mümkündür. Hipnoz sırasında da dikkat
olağanüstü yoğunlaşmıştır. O dikkat edilen şey de son derecede net olarak
algılanır ve giderek insanın bütün benliğini kaplayacak ölçüye ulaşır.
Şimdi
bir de dikkat olayının, hepimizin sık sık başına gelen ama farkına
varamadığımız bir başka özelliğini görelim. Bilinçli ve yükselmiş bir dikkatle
izlediğimiz ve algılamaya çalıştığımız bir şey üzerinde yoğunlaşmışken
çevremizde olup bitenlerin pek farkına varamayız dedik. Ancak o çevreden gelen
başka uyaranlar da almaçlarımıza yani duyu organlarımıza sürekli olarak
gelmektedir. Ve bunlar da alınan bilgiler olarak, yukarıda anlattığımız
ikincil ve üçüncül radarların bilgileri gibi, depo edilmektedir. İşte kimi
zaman, bu ikincil uyaranların da bilinçli dikkat eşiğine yaklaştığı olur. O
zaman daha da garip bir şey olur ve iki bilginin, birbirleriyle hiç ilgili
olmasalar da içiçe ve üstüste geçtiği görülür. Yukarıda anlatılan başı ağrıyan
sekreter örneğinde de buna benzer bir durum olmuştur. Ayrılık acısına yoğun
biçimde gömülmüşken dikkat edilmeden belleğe giren sis gerçeği, bir sis
düdüğüyle temel ayrılık acısını canlandırıvermiştir. Bir uyaranın ana ya da yan
uyaran olarak dikkati ne ölçüde çelebildiğini saptamaya, dikkat alanındaki
başka bazı deneylerle birlikte yarayan, psikoloji laboratuarlarında ve
şimdilerde de reklamcılık çalışmalarında kullanılan bir aygıt vardır. Tachistoskop
adı verilen bu araç, aynı ekrana iki diayı birlikte ya da içiçe projekte
edebilen bir projeksiyon aygıtıdır. Bununla bir resim ekrana projekte
edilmekteyken yandan verilen ikinci bir projektör ışınıyla ve aradaki bir ayna
yardımıyla ikinci bir dia aynı ekrana ya ilk resmin yerine, ya da onun içine
projekte edilir. Kısa süren bu verişten sonra ikinci projektör gene söner. Bir
resmin bilinçle algılanması için en az 0.7 saniye kadar görülmesi gerekir. Bu
aygıtta verilen ikinci resimler ise bu sürenin biraz altında ya da üstünde
verilir. Yani bilinçli olarak algılanamaz. Ancak sonradan deneklere ezberden
projeksiyonla ekranda ne gördüklerini çizmeleri istendiğinde deneklerin
yaptıkları eskizlerde iki resmin garip bir şekilde üstüste bindirildiği
görülür. Bir resmin içine ya da bir film gösterilirken aynı teknikle araya
serpiştirilecek kısa ve emir kipinde tümcelerin de aynı şekilde bilinçdışı ya
da daha doğrusu bilinç kenarından algılandığı ve deneklerin sanki kendi
istekleriymiş gibi o emri yerine getirdikleri görülür. Normal olarak bu tür
gizli propagandaların kullanılışı yasaktır. Ancak benzeri ve daha ince
yöntemler her gün görsel basında kullanılıp durmaktadır. Bu tür propagandalara
maruz kalmış kimselerde onu izleyen süreçte özgür istençten sözetmek olası
değildir.
Pekçok reklam kliplerinde yapılan da aynen budur.
Bir resim görünürken ekranın bir başka köşesine girip çıkan bir figür ya da o
sırada cansıkıcı bir tonla söylenen sözler sanki dikkati dağıtıyormuş ve sinir
bozuyormuş sanılır. Oysa o kişilerin büyük bir bölümü söz konusu maldan bir
adet almak gerektiğinde tam da o markayı otomatik bir davranışla seçerler.
Reklam hedefini çoktan bulmuştur.
Telkinin
temel yönetimi, yukarıda da belirtildiği gibi, telkin eden ve telkini alanın
iki ayrı kişi olarak varlıklarını, ortak bir "Biz "de kaynaştırmaktan
ibarettir. Bu Biz'in düşünce ve tepkileri her hangi bir dirençle
karşılaşmaksızın alıcı tarafın kendi duygu, düşünce ve tepkisi gibi işlemeye
başlar. Hepimiz yaşamımız boyunca yüz binlerce kez bu tür düşünce ve tepki ittifaklarına
girer ve bu birlikteliklerden kendi payımızı alıp kendimize özümseyerek
ayrılırız. Kişinin istenci denilebilir ki yüzbinlerce Biz'in istençlerinin bir
bileşiminden ibarettir.
Önce
en klasik biçimiyle hipnozu görelim. Bunda en önemli unsur, deneğin dikkatini
belirli bir noktaya fikse edebilmektir. Hipnozda her zaman biraz büyülü ve
gizemli bir şeyler bulunduğu için çoğunlukla görsel dikkati çekebilecek bir
cisim kullanılır. Bu bir metal çubuğun ucu, bir kristal parçası ya da bir
zincirin ya da kordonun ucuna asılı herhangi bir mücevher, taş ya da azıcık
gizem taşıyan bir talisman olabilir. Çok daha basitçe tükenmez kalemin ucu,
masa üzerindeki bir kutunun köşesi ya da doğrudan doğruya işaret parmağının
ucu da olabilir. Kişiye bu noktayı çok net görecek şekilde dikkatle bakması,
gözlerini mümkün olduğu kadar kırpmadan dikkatle ona dikmesi ve ona konsantre
olması söylenir. İkinci unsur deneğin güvenini ve rahatlamasını sağlamaktır.
Bunun için olabildiğince sakin, monoton ve yumuşak bir sesle bu nesneye
baktıkça güveninin artacağı, gevşeyeceği ve rahatlayacağı söylenir. Güvenli
bir ortamda olduğu, bu güvenin tatlı bir duygu sağladığı belirtilir. Bu tatlı
güven ve huzur duygusunun tadını çıkarması söylenir. Bu sözlerin emir kipinde
değil de zaten oluyormuş gibi söylenmesi daha iyidir. Yani "parmağımın
ucuna bakın!" yerine "parmağımın ucuna bakıyorsunuz.
Bütün dikkatinizi ona topluyorsunuz" şeklinde konuşmak yeğlenir.
Çünkü emirler genellikle tepki ve gerilim yaratırlar. Öbürü ise durum saptamak
gibidir.
Bu
sırada hipnotizör normal olarak ortaya çıkması gereken kimi belirtileri,
kişinin duyacağından emin olduğumuz bazı duygulan kendi telkini sonucunda
oluşuyormuş gibi söylemeye dikkat eder. Örneğin, "bütün
dikkatinizle parmağımın ucuna bakarken onu bazen net, bazen bulanık
görüyorsunuz" der. Çünkü biliyoruz ki normal okuma uzaklığından
biraz daha yakında tutulan bir cisme sürekli bakışta gözler ortaya doğru
yaklaşmak zorundadır ve uzun süre aynı durumda kalan göz kaslarında hafif bir
yorgunluk ortaya çıkar ve düzenli aralıklarla gözü gevşetirler. Gözbebekleri
olması gereken açıdan dışa doğru açılınca da cisim çift görülür. Bu da önce
cismin bulanması şeklinde algılanacaktır. Bu sırada cisim yavaş yavaş
yaklaştırılarak yukarıya doğru da hareket ettirilir. Göz küreleri gittikçe daha
yaklaşmak ve yukarıya doğru hareket etmek zorunda kalır. Böylece
gözkapaklarının da biraz yorulması sağlanır. "Gözleriniz gittikçe
yoruluyor. Gözkapaklannız ağırlaşıyor. Onları kapatıp dinlendirmek
istiyorsunuz. Fakat parmağımı izleyeceğinizi biliyorsunuz. Bütün dikkatinizi
toplamaya çalışıyorsunuz. Gene de parmak ucum bazen net, bazen bulanık
görünüyor. Onu izlemekten yoruluyorsunuz. Uykunuz varmış gibi. Gözkapaklarınızı
açık tutmakta zorlanıyorsunuz."
Dikkat
edilirse verilen bütün emirler, zaten olacak olanları önceden haber vermek
gibidir. Ama söylenenlerin gerçekten olması, sözlerin etkinliği duygusunu
pekiştirmektedir. Olanların, hipnotizörün isteğine göre olduğu sanısı
uyanacaktır. Bu sırada çok yavaş bir hızla parmak yukarıya doğru hareket
ettirilirken son emirler gelmeye başlar: "Artık gözkapaklarınızı
açık tutamayacağınızı hissediyorsunuz. Kapaklar çok ağırlaştı. Onları düşmeye
bırakmak istiyorsunuz. Yavaş yavaş gözleriniz kapanıyor. Parmağımın ucuna
dikkatle bakmak istemenize karşın gözleriniz kapanıyor. Gözleriniz kapanıyor.
Gözleriniz kapandı. Kendinizi son derecede rahat ve güvende
hissediyorsunuz." Burada da olan haber verilmektedir. Gerçekten
gözkapakları artık yorulmuştur ve gözler acımakta, yaşarmaktadır.
Gözkapaklarında, Braid'in saptadığı seyirmeler başlamıştır. Tam o sırada
gözkapaklarının kapanması, bütün dikkatin toplanmış olduğu göz kaslarının
birden gevşemesi ve rahatlaması, zaten kendiliğinden genel bir rahatlık
duygusu olarak algılanacaktır. Böylelikle hipnotizör gittikçe her dediği olan
biri olmaktadır. Artık hipnoz başlamıştır.
Daha
önce de belirttiğimiz gibi hipnoz kesinlikle bir uyku ya da bir tür uyku
değildir. Tam tersine çok anlı bir uyanıklık durumu söz konusudur. Ancak uzunca
süren bir hipnoz yönetimi, yani hipnoza giriş sırasında kişi gerçekten uykuya
da girebilir. Bunun ilginç bir konferansı pürdikkat dinlerken uyuyup kalmaktan
hiçbir farkı yoktur ama hipnoz seansı açısından gene de bir iş kazası sayılır.
Bu sırada gerçek bir uyku durumu olmadığını neden ve nasıl anlıyoruz. Nasıl
bu kadar emin olabiliyoruz.
Bütün
canlı organizmalar yaşamı sürdürmek için yaptıkları hareketsiz ve hareketli
bütün işlevler sırasında, bedenlerini oluşturan maddede bulunan statik elektrik
yükte durmadan bir takım değişimlere yolaçarlar. Bir kasın üzerine düşen görev
gereği bir hareketi yapışı sırasında kas hücrelerinin yüzey iyonları ile hücre
içi iyonları arasındaki elektrik yükü durmadan değişir ve bu da hücrenin dışından
içine, içinden dışına ve bir hücreden öbürüne doğru elektron geçişlerine neden
olur. Eletronların bir molekülden
öbürüne geçişine de, bildiğiniz gibi, elektrik akımı diyoruz. Yanyana bir sürü
farklı hücrenin, üstüste bir sürü farklı dokunun birarada bulunduğu hayvansal
organizmalarda ise bu yaşam etkinliği sırasında durmadan elektrik akımları
oluşur ve işlevin, hareketin yönüne göre bu akım da durmadan yön değiştirir.
Çeşitli organlardaki bu fizyolojik elektrik akım dalgalanmaları ve
değişikliklerinin doğrudan doğruya organın içinden ya da cildin üzerine
yerleştirilecek elektrotlarla tespit edilmesi olanağının doğmasıyla birçok
elektrofizyolojik inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Elektro-KardiyoGrafi, kalp
hareketlerini; Elektro-MyoGrafi, kasların çalışmasını önceleyip kağıt üzerine
çizili olarak kaydetmek demek olduğu gibi, bu yöntemlerin en eskilerinden biri
olan ElektroEnsefaloGrafi (EEG) de sözcük anlamıyla Elektriksel Kafaiçi Yazımı
demektir, işte bu aygıtın bulunup klinik ve laboratuarda kullanılmaya
başlanmasıyla beynin yalnız yapısal özelliklerinin değil, aynı zamanda olağan
ve günlük çalışmasının da beynin elektriksel durumunda çok çeşitli
dalgalanmalara yolaçtığı anlaşıldı. Elbette beyin kemik ve kutunun yani
kafatasının içinde kapalı olduğu için bunun elektrotlarla tespiti ve yazımı
ancak büyükçe bölgeler için ve kabaca yapılabilmekte, küçük dalgalanmaların tam
olarak hangi işleve ait olduğu kesinlikle ayrıştırılamamaktadır ama bize
beynin genel işleyişine ilişkin çok değerli bilgiler iletebilmiştir. Bu
inceleme yöntemi geliştirildiğinde ilk olarak beynin uyanıklık durumundayken
belirli bir aktivasyon gösterdiği, bu sırada beynin bütününden yayılan manyetik
dalgaların frekansının saniyede 13'den daha yüksek olduğu, yani 13 Herz'den
yüksek olduğu bulundu. Bu düşük amplitüdlü, yani salınımlı ve hızlı tempolu,
normal beyin elektrik akımına Beta tipi dalgalar denilmiştir. Buna karşılık
uykuda beyin işlevliği düzenli ve sıralı bir dizi değişiklikler gösterir. Bunu
açıklamak için 1930’lardan bu yana yapılabilmekte olan objektif uyku
araştırmalarının ortaya çıkardğı durumu çok kısa özetlemek gerekecektir.
Son
araştırmalara göre uyku tek ve homojen bir süreç değildir ve birbirinden farklı
aşamalarla giden karmaşık bir olaydır. Bu aşamaların herbirinin sinir
sisteminin ve genel olarak organizmasının işleyişi ve sağlığı için çok önemli
işlevleri vardır. Genel olarak uyku bozuklukları denilen ve yeryüzündeki hemen
herkesin, bütün insanların yaşamları boyunca en az birkaç kez yakındıkları
bozukluklar, uykunun bu çeşitli aşamalarından birindeki bozukluktan ya da
ritmindeki aksamadan kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu alandaki araştırmalar bize
insanın ruhsal yaşamının gelişim ve işlevine ilişkin de çok zengin bilgiler
sağlamaktadır.
Uyku
genellikle bilinçli olarak karar verilen bir uykuya giriş aşamasıyla başlar.
Bu sırada bilinç, deneyimlerinden bildiği uyutma çabalarına yoğunlaşmıştır.
Yani bir tür kendi kendine telkin ve otohipnoz uygulanmaktadır. EEG'de de buna
uygun olarak beta dalgalarının yavaşladığı ve dalgaboylarının, salınımlarının
da büyümeğe başladığı görülür. Dalgalar 12-14 Herz arasında dolaşır. Zaman
zaman da Alfa dediğimiz ve birazdan daha yakından göreceğimiz 8- 13 Hz. arası
amplitüdlü dalgalar görünüp kaybolur. EEG giderek desinkronize hızlı aktiviteye
geçer. Bundan sonra gelen ikinci aşamada 12-14 Hz. bataryalarının serpili
olduğu düşük voltajlı, karışık frekanslı, görece daha düzenli bir aşama
görülür. Uyku artık başlamıştır ve bu aşama bütün uyku süresinin neredeyse
yarısını kaplayacak şekilde zaman zaman ortaya çıkar. Bu aşamadayken
uyandırılmak kolaydır ve vucudun da sık sık büyük hareketler yaptığı, yer
değiştirdiği, döndüğü, kol ve bacakların büyük hareketler yaptığı görülür. Üçüncü
aşamada EEG'de yüksek amplitüdlü, yavaş dalgalar görülür. Bu dalgalara biz
Delta dalgaları adını veriyoruz. Bu sırada daha yavaş kol bacak hareketleri
görülebilir. 3-8 Hz. arası olan dalgalara Theta, 1-3 Hz. arasındakilere Delta
dalgaları adı verilir. İşte uykunun üçüncü aşamasında Delta dalgaları arasında
serpili Theta grupları görülür, en derin dördüncü aşamadaysa saf Delta
dalgaları vardır ve vücut hareketleri de artık görülmez. Uykunun yaklaşık 90.
dakikasında birden birinci aşamayı andıran dalgalar ortaya çıkar ve bu sırada
kişide göz küresinin düzensiz hızlı hareketleri gözlenir. Beden bütünüyle
hareketsizdir, ancak kısa sıçramalar görülebilir. İlk ortaya çıkışında 1- 2
dakika süren ve bütün uyku boyunca düzenli olarak ortaya çıkan, her ortaya
çıkışında bir öncekinin yaklaşık üç katı kadar süren bu döneme Hızlı Göz Hareketleri
(Rapid Eye Movements - REM) dönemi diyoruz. Düş işte bu sırada görülür. Bu
dönemler gittikçe uzayarak sabaha karşı 30-40 dakikalık bir uzunluğa erişir. Uykudan
tümüyle farklı olan bu dönem, her insanın mutlaka yaşaması gereken bir şeydir
ve sağlık için uykunun bütününden daha önemlidir. Genel olarak uykusuz
kalındığı durumları izleyen uykuda bu tür uyku oranı hemen çok yükselir ve
aradaki açığı kapatmaya çalışır.
İşte
hipnoz sırasında da bu yöntemle hipnotize olanın beyin elektrik akımlarının ve
beyin işlevinin inceleneceği doğaldır. Bu yöntemle yapılan incelemeler, hipnoz
sırasında, işte bu az önce anlatılan uyku modellerinden hiçbirinin olmadığını
kesinlikle ortaya çıkarmıştır. Hipnoz sırasında beynin elektrik aktivitesi,
uykuda ancak uykuya giriş sırasında zaman zaman görünüp kaybolan Alfa tipi
aktivitedir. Bu 8-13 Hz. sıklığındaki aktivite hipnoz boyunca devam eder. Bu
aktivite tipi hipnozdan başka uykuya dalış sırasında, muayene amacıyla yapılan
EEG muayeneleri için sükunet halinde yatılırken de ortaya çıkar. Hipnozun EEG
bakımından uykuda gezmek anlamına gelen somnambulizmle de ilgisi yoktur. Uykuda
gezmek ve konuşmak ancak derin 4. aşama uykuda, yani Delta aktivitesiyle
görülür. Hipnoz sırasındaysa Delta hiç görülmez.
Özetle
bütün bunların anlamı, hipnoz sırasında kişinin genel olarak gevşemiş, uyuklar
gibi, fakat tam uyanık olduğu bir durumda bulunduğudur. Hipnozda zaman zaman
gerçek uyuklamanın da olduğu bilinmektedir fakat bu ikisi ayırdedilemez.
Kişinin bu durumda ilgileri ve düşüncelerinin ise belirli bir modele uyduğu,
normal uyanıklık durumundaki düşünce modelinden farklılaştığı da saptanmaktadır.
Bunun için kişinin düşünce modelleri hakkında da kısa bir bilgi gerekebilir.
İnsanoğlunun
düşünce işlevini bcllibaşlı olarak iki modelde görüyoruz. Bunlardan biri bizim
bugünkü uygarlıklar içinde alıştığımız, ilke ve şeması Aristo’dan beri bilinmekte
olan ve belirli şaşmaz mantık kurallarına uyarak işleyen düşünce yöntemidir.
Bunun bilinen temel ilkeleri vardır. Bir kere
"Bir
şey her zaman bir şeydir; aynı anda başka bir şey olamaz."
"Bir
şey bir anda bir yerdedir; aynı anda başka bir yerde bulunamaz."
"Bir
şey mutlaka bir başka şeyin sonucu ve gene bir başka şeyin nedenidir" gibi
temel kurallar mutlaka ve tartışılmaksızın kabul edilmelidir ki bir düşünce
süreci işleyebilsin. Bu bilinen ve ayrıntıları her mantık kitabında
bulunabilecek olan düşünce modeline biz İkincil Süreç (Sekonder Process)
diyoruz. Çünkü insanoğlu ancak birkaç bin yıldanberi ve günün ancak birkaç
saatinde bu modele göre düşünmektedir. Buna karşılık tarihin eski çağlarında,
ilkellerde, küçük çocuklarda, düşlerken ve düş kurarken ve bazı ruhsal
bozukluklar sırasında insanlar bu tür kuralların hiç geçerli olmadığı,
alışılmış nedensellik zincirinin hiç işlemediği, daha çok biçimsel ve zamansal
birlikteliklere, nesne ve olayın bizde, genel ya da çok özel bir ayrıntıdan
ötürü çağrıştırdığı benzerlik ve birlikteliklerle işlemekte olan bir başka
düşünce modeliyle düşünürler. Bu genel modele de Birincil Süreç (Primer
Process) adını veriyoruz. İşin asıl önemli yanı bizim bilinç dışı
diyebileceğimiz bütün zihin süreçleri de işlevlerini birincil sürece göre
sürdürürler. Bilinç dışı ise yılın 365 günü, günün 24 saati ve her dakikası
durmaksızın çalışır. Sinir sisteminin, bir tek sinir hücresinin işleyiş
özelliklerine, yapısına bağlı olarak, genel işleyişi kesinlikle bu birincil
süreç biçiminde olur, ikincil süreç düşünceyse ancak sonradan, zahmetle
ve yalnızca belli işleri görmek üzere geliştirilmiş küçücük bir alana özeldir,
işleyişi çok daha fazla enerji gerektiren bu küçük alan, bilinçli uyanıklık ve
dikkat dediğimiz çabayla çalışmaktadır. Bu bilinçli dikkatin bir odağa
toplandığı durumlarda, eğer o odakta ani küçük değişiklikler olmuyorsa bu
dikkatin ayrılması ve başka algılama kırıntılarını taraması gerekir. Bunu
yapmaksızın aynı noktaya doğru konsantrasyon sürdüğünde yalnız yukarıda
anlatılan göz yorulması değil, dikkatte ve genel olarak bilinçte de monotonluk
ve yorgunluk belirtileri ortaya çıkmakta gecikmez. İşte bu genel durum,
sübjektif olarak, uykunun 1. aşamasını çok andırır. Bilinç böyle bir durumda
zayıflar ve zaten sürekli çalışmakta olan bilinçaltı ortaya çıkan açığı
kapatır. Bu da ikincil sürecin geri çekilip, hatta tümüyle iptal edilip,
yerini birincil sürece bırakması demektir.
Birincil
süreç düşünce tarzının egemen oluşu, hipnozun hem oluş nedeni, hem başarısı,
hem de tedavide sağladığı şeydir. Birincil süreçte, zihin içinde beliren bir
düşüncenin kime ait olduğu bile önemini yitirir. Hipnotizörle denek, daha önce
anlatılmış olan bir "Biz" birliği oluşturduklarında,
hipnotizör tarafından deneğe verilen her hangi bir fikir artık yabancı bir
fikir olmaktan çıkar ve "Biz "im fikrimiz olur. Birincil süreç
için bu tür mülkiyet ve kimlik kavramlarının zaten hiç önemi yoktur. Aklımıza,
nereden gelmiş olursa olsun, gelmiş olan fikir, geçerli bir fikirdir ve
bizimdir. Eğer hipnotizör deneğe örneğin kalkıp milli marşı söylemesini ya da
kravatını yemesini söylemişse bu denek tarafından aynen kendi fikriymiş gibi
algılanır. Mantıklı ikincil sürecin kabul edebileceği bir gerekçe ve neden
mutlaka gerekliyse denek kendi repertuarından bu hareket için uygun bir
gerekçe buluverir. Örneğin, bunu şaka olsun diye yaptığını söyleyip işin içinden
çıkar, ya da kravatın ipek olduğunu, ipeğin protein içerdiğini, dolayısıyla da
yenilebileceğini söyleyerek tartışmaya kalkar.
O
halde klasik hipnozda yöntemi yeniden özetlersek; hipnotizör herhangi bir cisme
dikkatin konsantre edilmesini söyler. Bundan sonra zaten fizyolojik olarak
olacak olanları, son derecede sakin, güven verici, yumuşak ve monoton bir ses
tonuyla, sanki denekle ortak istekleriymiş gibi ve yineleyerek söylemeye
başlar. Deneğin gözlerinde o anlatılan kırpışma başladığında, gözlerinde büyük
bir yorgunluk duyduğunu söyler ve gözlerini kapatmasını ister. Böylece hipnoz
başlamıştır ve artık amaca göre daha ileri istekler iletilmeye başlar.
Hipnozun
ulaştığı derinlik çok çeşitli olabilir. Çok yüzeysel bir hipnozdan, tam transta
derin bir bilinç daralması içinde çok yoğun bir hipnoza kadar çeşitli
derecelere ulaşılabilir.
Dikkatini
herhangi bir şey üzerine toplamayı becerebilen herkes hipnotize edilebilir.
Aslında da daha sonra anlatacağımız indirekt ve değişik hipnoz uygulamalarına
hepimiz her zaman maruz kalıyoruz. Ve bal gibi hipnotize de oluyoruz. Ama
yöneltilmiş, bildiğimiz hipnoz seanslarından sözediyoruz şimdi. Evet herkes
hipnotize edilir. Ancak ileri derecede geri zekalılar ve dikkati çok dağınık
olan manik eksitasyon içindeki hastalar verilen emri anlayamadıkları için, ya
da kendilerini konsantre edemeyecekleri için hipnoza alınamazlar.
Hipnoz
uzmanları, asla hipnotize edilemeyeceklerini söyleyen kimseleri bıyık altından
gülümseyerek dinler ve onları çok severler. Çünkü bu arkadaşlar özelikle çok
kolay hipnoza girerler. Bunun nedeni, hipnotizörün etkisine direnmek amacıyla
gerilmiş ve dolayısıyla da istediğimiz dikkat yoğunluğuna önceden girmiş ve
yorulmaya da başlamış olmalarıdır. Elbette panayır ya da gece klübü
hipnotizörleri için bu seyirci üzerindeki etkiyi daha da arttıracağı için,
bulunmaz bir fırsattır.
Panayır
ve gece kulübü hipnotizörlerinin sık sık başvurduğu yöntemlerden biri sahneye
gelmek için ortaya çıkanlardan bazılarını seçerek yerlerine geri göndermektir.
Bu, hipnotizörün kendinden başka kimsenin bilmediği esrarengiz bir bakış
gücüyle kimin hipnotize edilebileceği, kimin edilemeyeceğini hemen
anlayıverdiği izlenimini uyandırmaktır ve bir şov senaryosundan başka bir şey
değildir. Bu seanslarda hipnotizör ya sahnenin ortasında sempatik tavırlarla
durmadan hareket eder, ya da Drakula taklidi gizemli kılık, tavır ve bakışlarla,
belki ışık, duman ve ses efektlerini de bol bol kullanıp, bir yerlerde dikilir
durur. Bütün bunlar gerçekte sahne tekniği yöntemleridir ve iyi bir rejisör bu
tür bir sahnelemeyi, hipnotizörün tipine en uygun tarzda olmak üzere kolayca
kurabilir. Ana amaç, bütün seyircilerin dikkatlerini ve elbette aday
deneklerin de dikkatini bir kişiye yoğunlaştırmaktır.
Kitle
hipnozları gene tıpatıp aynı yöntemlerle politik sahnelerde de bol bol
kullanılır. Hitler'in
propaganda bakanı olan Dr. Goebbels bunun gelmiş geçmiş en büyük ustalarından
biriydi. Bir
kez gözünüzün önüne getirin: Çakı gibi SS kıtalarının toplandığı bir alanda,
gamalı haçlı bayrakların dekoru oluşturduğu bir sahnede, yüksek bir kürsüye
ilerleyen, adı kendinden önce ulaşmış ufak tefek ve de topal bir adam, kürsüye
ancak boyu yetişiyor ve ancak ufak bir başla garip hareketler yapan kolları
görünmekte. Ve garip, mekanik, metalik bir sesle ve hep Biz diyerek ciyak ciyak bağırıyor.
Söyledikleri, bütün insanların kalabalıklar içinde erimek ve kaynaşmak isteyen
en temel içgüdülerine hitap eden şeyler. Araya da anlaşılması çok zor, gerçek
deli saçması hezeyanlar sıkıştırıyor. Bütün söylenenleri biraraya getirmek
kolay değil. Zihinler insan suretine girmiş bu şeametin önemli bir şeyler
söyleyeceğine derinden inanmış, anlamaya çalışıyor. Bütün sahne tam dozuna
ulaştığı anda, heyecandan daha da kısılmış olduğu izlenimini veren bir ses,
cırlamanın kreşendosunun en tiz anında, saniyenin yansı kadar süren bir es ve
bir çığlık "Heil Hitler. Sieg Heil". İzleyen bütün
almanlar artık tam anlamıyla kendilerinden geçmiş, trans halindedir. Tam
anlamıyla bir Biz oluşmuştur. Yerlerinden fırlayarak yanıtlıyorlar "Sieg,
heil, Sieg heil!". Artık koca Almanya'da, hiç değilse o
alanda, mantığın yürümesi için gerekli olan ikincil süreçle düşünebilecek bir
tek Allahın kulu bile yoktur.
Ama hep böyle yaban sahneler olması gerekmez.
Kitleler bazen tam tersi sahnelere de yanıt verirler. Jimmy Carter'ın başkanlık seçimine adaylığını koyduğu sırada
bütün toplantılarda ve TV kameralarına karşı yaptığı da bunun tipik bir
örneğiydi. Uzunca boylu, oldukça yakışıklı sayılabilecek, sempatik görünüşlü
birisi küçük kürsüye geliyor, alkışların dinmesine yetecek kadar bekleyip
yüzünde çocuksu ve mahçup bir ifadeyle "My name is Jimmy Carter. I
want to be the president!" [Benim adım Jimmy Carter. Ben başkan
olmak istiyorum!] diyor. O kadar. Bir an sessizlik ve bütün
kalabalık birden çığlıklarla deliler gibi tepinmeye başlıyor. Oyun
kazanılmıştır. Hipnoz mükemmeldir. Çünkü adam, yalnızca, her Amerikalının
iliklerine işlemiş olan Amerikan masalının özünü söylemiştir. Herkes başkan
olabilir ve herkes de başkan olmak ister. Bir anda o ünlü Biz oluşmuştur.
Oy verme günü hepsi kendi içlerindeki o çocuğa, yani Jimmy Carter'a verecektir
oyunu.
Hipnoz
teknikleri icat edildiğinden bu yana hep bir hipnotizasyon törenini izleyen bir
uyku görünüşlü durum ve onun ardından da gözler açılsa bile yapılan, uykuda
yürürken yapılanları andıran kimi hareketler, sonunda da verilen belli bir emirle
birdenbire bir uykudan uyanılıyormuş gibi hipnozdan çıkış ve ardından gelen şaşkınlık
ve az önce neler yaptığını anımsayamama şeklinde özetlenebilecek bir sıralama
sözkonusudur. Daha önce yapılan araştırmalar, hipnozun tıbbi amaçlarla ve
tedavide yoğun kullanılışı, bu tedavi seanslarında tutulmuş olan protokoller,
derinlemesine ve uzun süreler takiple yürütülen analitik çalışmalar bu dizi
düzenini haklı ve zorunlu gösterebilecek hiçbir ipucu ortaya çıkaramamıştır.
Buna karşılık bütün bu sahnelerin, insanlığın pekçok davranışında da kendini
gösteren çok temel, arkaik birtakım biçimlerin yönlenmesinden ibaret olduğunu
ispatlayan binlerce sağlam kanıt birikmiş bulunmaktadır. Bu olguyu açıklarken
insanın bilinç, istenç, akıl ve düşün gibi işlevlerinin, ruhsal varlığının
ancak çok küçük bir köşesini kapsadığına, insanın yaşamında yapıp ettiklerinin
çok büyük bir bölümünün, zihinsel işlevininse, o çok küçük bilinç adası hariç
hemen hemen tamamının bilinçdışı, ya da bilinçaltı diye adlandırılan alana ait
olduğuna ilişkin söylediklerimizi anımsatalım. Gerçekte bizim en bilinçli ve
istençli olduğumuzu sandığımız anlarda bile yaptıklarımızın, düşündüklerimizin
ve algıladıklarımızın hemen hemen tamamı, birkaç milyon yıl önceki mağara adamı
atalarımızdan, hatta önemli bir bölümü de hayvansı atalarımızdan gelen
yönelişlerin komutası altındadır ve üzerinde en küçük bir düşünce kırıntısı
olmaksızın yapılır.
İşte
bütün hipnoz seanslarının neredeyse olmazsa olmaz koşulu olan trans da gerçekte
böyle hiç düşünmeden, kendiliğinden alman bir konumdan ibarettir. XIX. yüzyıl
boyunca ve XX. yüzyılın da neredeyse ilk yarısında "Hipnotik
trans", "Hipnois", "Hipnotize" gibi sözcükler
olağanüstü yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Bugün bile günlük basının
mağazin sayfalarından siyasal yorumlarına kadar sevilen sözcüklerdendir
bunlar. Hele görsel basın, son zamanlarda daha da sık görüldüğü gibi, butür
gizem, gösteri ve söylencelerine bayılmaktadır. Bu sözcükler zaman içinde
anlamlarını ve kullanım yerlerini biraz değiştirmiş olsalar bile gene de
organizmanın özgün bir değişik durumuna işaret etmektedirler. Bütün bunlar
genelleşmiş bir dizi varsayıma ve buradan oluşmuş bir tür paradigmaya dayalıdır.
Bu varsayımları saymaya çalışalım:
1-insanlarda
"bilinçli" denilebilecek bir "durum" vardır;
bir de bu bilincin her zamanki gibi "açık" ve "uyanık"
olmadığı durumlar vardır. Bunlar derin uyku durumu, uykulu durum, bilinçsizlik
durumu şeklinde gözlenebilir ve "özgürbilinç "in etkin
olmadığı düşünülen böyle bir duruma "trans" ya da "hipnotik
trans" denilmelidir.
2-Hipnotik
trans durumu bazen kendiliğinden de olabilir. Ama genellikle belirli gücü olan
ya da belirli yöntemleri kullanan kimseler tarafından "yapılabilir".
Bu belirli, "yetenekli" kimselerin bakışlarında gizli bir güç
vardır ya da kişilikleri biraz gizemlidir. Belirli yöntemlerde de genellikle
gözlerin bir noktaya fikse edilmesi, bunun için dikkati bir noktaya toplayacak
hareketler yapılması, gevşeme telkinleri yapılması, uyku telkinleri yapılması
gibi uygulamalar bulunmalıdır. Bütün bu yöntemlerin ortak özelliği deneklere
ya da izleyicilere, özgün bir duruma geçileceği, genel bilinç durumunu ortadan
kaldıracak, insanların o pek sevdiği "özgür istenç"i esir
alabilecek bir gücün ya da yöntemin şu anda işbaşında olduğu izlenim ve
inancını uyandırmalarıdır. Bu inanca dayalı benzeri yöntemleri yüz binlerce
yıldan bu yana bütün büyücüler, şamanlar, üfürükçüler, falcılar, medyumlar,
rahip ve keşişler, ister inanarak ister doğrudan doğruya inanmadan amaçlayarak
olsun, kullanmışlardır. Bütün yöntemlerde ortak bir şeyler vardır. Bir "vecd" durumunu
amaçlayan ya da vaadeden tarikat ve mezheplerde de bütün gruba etkin
olabilecek bir yöneticinin kullandığı yöntemlerle böyle bir etki oluşur. O
gruba katılanlarda da bu beklenti vardır. Hepsi "Şeyh bize yol
göstersin de vecde girmeye başlayalım" beklentisi içindedir.
3-Hipnotik
transa giren kimseler bu duruma sadece kısa bir an için girmezler. Tersine, bu
durum çok uzun sürebilir ve transı oluşturmuş olan kimsenin vereceği bir "uyan"
komutu olmaksızın bu durumdan çıkamazlar. Çoğu zaman bu çok özgün komut o çok
özgün kimseden gelmek zorundadır.
4-Hipnotik
duruma girmiş olanlar hem dıştan görünecek ölçüde, hem de içsel algılamalarıyla
kaslarının olağanüstü kasılmasını ya da gevşemesini, dokunma duygusunda tümden
değişiklikleri, ağrı ve acı duygusunda yanılsama ya da algı değişimlerini,
görsel ve işitsel olduğu kadar duysal, yani dokunsal varsanıları, sağırlık,
körlük, renk körlüğü gibi duyum farklılaşmalarını gösterebilir ve yaşayabilirler.
Normal olarak yeteneklerinde olmayan şeyleri yapabilir, becerebilirler. Hipnoz
sonunda da bu yaşantılarını tümden unutur ve hiç hazırlamazlar.
5-Bu
tür fenomenler karşısında, izleyenler ve onu yaşayanlar hep ikiye ayrılırlar:
Bu olguları gerçek olarak kabul edenler ve ondan etkilenenlerle bu olgulardan
etkilenmeyen, durumu komik, garip ve sahte bulanlar. Ancak konuyu bilimsel
olarak incelemekte olanlarda da görülen bu ayrımda temel olarak "hipnotik
durum" ya da "telkin" kavramları değişmeden kalır.
Örneğin hipnozun etkinliğini kabul edenlere göre hipnoz durumunda yaşanan ve
yapılanlar gerçek olgu ve yetilerdir, öbürlerine göre ise bu yaşantı ve
yetiler gerçek olmayıp kişinin sadece "öyle sanması" sonucu
olmaktadır. Dikkat edilirse her ikisi de hipnoz seansında içsel ya da dışsal
etkilerle bir "Durum" oluşmuş olduğunda hemfikirdir. "Durum"un
kendisi üzerinde tartışma yoktur.
6-Hipnotik
transın kimi dereceleri vardır. Hafif, orta, derin ve çok derin olabilir. Bazen
uyandırılmayacak kadar derin olması da mümkündür. Ve bu durum amaçlanmamış ve
beklenmedik bir "kaza" sayılmalıdır.
7-Hipnozun
derinliği arttıkça, yani hipnoz derinleştikçe hipnotizörün istencinin etkisi
altına girme yetisi de artar. Çok derin transta deneğin istenci tümüyle ortadan
kalkar.
Bütün
bu genel kabul gören varsayımlar hipnoz ve ondan kaynak alan trans
kavramlarını, Kuhn'un belirttiği nitelikte bir "Paradigma" haline
getirmektedir. Yani böyle bir "olgu", böyle bir "durum"
vardır ve objektif olarak incelenebilecek, sübjektif olarak yaşanabilecek bir
durumdur. Bu "durum", insanların "bilinçli ve
istençli" olarak adlandırdıkları durumdan tümüyle farklıdır. Bu fark
gerek objektif, gerekse sübjektif ölçüt ve bakış açısından böyledir. Kısaca
hipnoz ve hipnotik trans durumu, sıradan uyanıklık ve uyku durumlarından
farklı, değişik bir "durum" dur.
Bu
inançlar ve varsayımlar sistemine, bu "Paradigmaya" karşı olan
kanıt ve gerçeklere geçmeden öne, hipnoz kavramıyla bağlantılı olan, alternatif
hipnozları, indirekt hipnozu, kendi kendini hipnoz demek olan Otohipnozu ve
özellikle başarıya indeksli toplumlarda bir zaman oldukça önem kazanmış olan
Alfa-training'i de kısaca görelim.
Amerikalı
hekim Milton H. Erickson, 1930'ların başlarından beri daha değişik ve özgün bir
teknikle hipnozu kullanmakta ve hipnoza dayalı özgün bir tedavi modeli
geliştirmiş bulunmaktadır. Onun yönteminin en önemli özelliği hipnozun
indüksiyonunda, yani başlangıcındadır. Erickson hipnozu uygulamayı, bütün
klasik yöntemlerin başvurduğu etki uyandırıcı yöntemlerin hiçbirine
başvurmaksızın, doğrudan doğruya başlatmaktadır. Onun seansları, ilk başvuran
hastalarda, tümüyle havadan sudan konuşmalarla başlar. Terapi odasında hazırlanmış olan
tek trik (hile), odanın, herkesin ilgisini çekebilecek ıvır zıvırla dolu
olmasıdır. Duvarda resimler, raflarda, masanın üstünde çeşitli
biblolar, çeşitli mineral örnekleri taşlar, değerli taşlar, çoğu sanat ve
edebiyatla ilgili kitaplar, tıpla ilgili olan atlaslar ve bol resimli kitaplar,
odanın çeşitli yerlerinde saksılar içinde egzotik ve normal çiçekler, Bonzai
ağaççıkları, antika mobilya parçaları vardır. Erickson kendisi de sempatik
yüzlü fakat ağır bir çocuk felci sonrası kötürümdür. Kalın atellere sarılı
olan bacakları üzerinde ancak iki koltuk değneğiyle ve gene de zahmetle adım
atabilmektedir. Vücudunun üst tarafı, felçli ve sakat alt tarafıyla tam bir
tezat içindedir. Erken ağarmış bembeyaz saçlarının çerçevelediği güzel bir başı
ve genellikle biraz marjinal izlenimi veren bir giyinişi vardır. Boynunda ağır
bir zincirle asılı, renkli taşlı bir pantantif (takı) bulunmaktadır. "Mr.
Hypnose"a çıkmış adıyla birlikte dörtbaşı mamur bir karizma
oluşturmaktadır. Havadan sudan konuşması, hastanın bakışlarını izleyerek
farkettiği ilgi odaklarına yönelir. Örneğin hasta duvardaki bir tabloyla
(tabloların hepsi gerçektir; reprodüksiyon bulunmaz) biraz fazla ilgilenmişse
konu genel olarak resim sanatına, o ressama ya da o resme yönelir. Hastanın
dikkati bellibir şeye toplanmamış, hasta kendi ilgi alanlarından hiçbir ipucu
vermemiş bile olsa, herkesin ilgileneceğinden emin olduğu nesne ya da
özelliklerden biri üzerinde söyleşiyi koyulaştırması pek de zor olmaz. Örneğin
mineralleri sevdiğini söyleyip taşlardan birini eline alır ya da boynundaki
kolyenin özelliklerinden söz etmeye başlar. Her türlü söyleşide hastanın
dikkatini, kendi gösterdiği bir başka noktaya doğru çekmektedir. Böylece hasta
dikkatini Erickson'un istencine uygun olarak yönlendirmeye kendini tam olarak
bırakır. Bu arada Erickson konuyla ilgili olmayan, hastaya yönelik sorular da
sormakta, hastanın dikkatini biranda konu olan objeden çekip soruya yöneltmekte
ve yanıtı alınca yeniden objeye ya da başka bir objeye yönelmektedir. Çeyrek ya
da yarım saatlik bir söyleşi gezintisi sonunda hasta tümüyle Erickson
tarafından yönlendirilir hale gelmiştir. Ayrıca bu hoş söyleşi sayesinde
gevşemiş ve rahatlamıştır. Ondan sonra Erickson yalnızca "şimdi
gözlerini kapat ve uyu!" der. Söyleşi sırasında çoktan başlamış
olan hipnoz hemen transı sağlar. Erickson bazen bu emre bile hiç başvurmaz ve
transın öbür aşamalarına söyleşinin içindeyken geçer, istencin terapistle
birleştirilmesi ve "Biz" oluşumu o denli tamdır ki
böyle indükte edilmemiş olan, yani hastanın uyumasının söylenmemiş olduğu
durumlarda bile hasta, Erickson’un bir başkasıyla olan konuşmasıyla kendisine
söyledikleri arasında tam bir ayrım yapabilir. Yani Erickson o sırada bir
başkasıyla konuşabilir, açıklamalar yapabilir ya da telefonla konuşabilir. Hasta
bu konuşmalara hiçbir tepki göstermez ve ancak kendisine söylenen sözlerle
ilgilenir. Erickson'un hipnoza getirdiği en büyük yenilik, bu anlatılan ve
normal karizmayla zaten her zaman yapılabilecek olanların dışında, onun negatif
hipnoz dediği, kişiye bir şeyi yapmasını söylemek yerine, bir şeyi
yapmayabileceğini söylemektir. Yani "bütün dikkatinizi benim sesime
vereceksiniz" emri yerine Erickson "beni
dinlemeniz gerekmez, benim sesimi hiç işitmeyebilirsiniz, sizin bilinçaltınız
zaten sizin yerinize bunu yapacaktır. Siz o sırada istediğiniz şeyi düşünebilir,
düşleyebilirsiniz" demektedir. "İstediğinizi
düşleyebilirsiniz. Şu anda ne isterseniz onu yapabilirsiniz. Hatta bir şey
yapmanız bile gerekmez. Gözlerinizi açık tutmaya bile mecbur değilsiniz.
İsterseniz kapatabilirsiniz. Bilinçaltınız size yol gösterecektir. Sizin hiçbir
şey yapmanıza gerek yok" tarzında konuşmak Erickson'un
tarzıdır. "Burada istediğinizi yapabilirsiniz. Beni dinlemeniz,
bana itaat etmeniz gerekmiyor. Bilinç altınız size ne yapmanız gerektiğini
zaten söyleyecektir. Bilinçaltınız sizin için çalışıyor. Söylediklerinizi
aklınızda tutmaya bile mecbur değilsiniz".
Erickson kendisi bu yöntemi,
çocukken babasının çiftliğinde edindiği bir deneyime bağlamaktadır. Çiftlikte
babası yağmurlu ve fırtınalı bir günde, sığırları ahıra almaya çalışmaktardır.
Bir hayvan inat eder ve ahıra girmeyi istmez. Babası hayvanı çekiştirirken
küçük Erickson'a da gelip yardım etmesini söyler. Bunun üzerine küçük Milton
hayvanın yularına asılmak yerine tam tersine kuyruğuna asılıp geriye çekmeye
başlar. İki çekim arasında kalan inek hemen ahıra girer. Erikson'a göre
burada iki seçim arasında kalan hayvan daha kolay olan yolu kendiliğinden
seçmiştir.
İşte
telkin yöntemlerinde de bu yüzden negatif olasılığı vurgulayarak telkinde
bulunma yöntemi böyle işlemektedir. "Gözlerinizi kapatmanız
gerekmez. Gözünüzü kapatmak için bile çalışmanız gerekmiyor" denildiğinde
denek, daha kolay olan yolu, yani göz kapaklarını gevşeterek dinlendirmeyi
otomatik olarak seçecektir.
(Bilindiği
gibi çok deneyimli anne babalar inadı tutmuş çocuklarına karşı da benzeri bir
yöntem uygularlar. Nasrettin Hoca'nın suda boğulan adama yardım için "Elini
ver" yerine "Elimi al" dediği öykü de aynı gözlemi
anlatmaktadır.)
Bu
yöntem hastaya çok büyük bir özgürlük ve seçme hakkı tanımakta, hasta bu büyük
özgürlük alanında direncin en az olduğu tarafa doğru ilerlemektedir. Bu
yöntemin hipnoz yoluyla terapilerde son derecede başarılı olduğu kesindir.
Çok daha nadir
kullanılan bir yöntem olmakla birlikte özellikle panayır göstericileri
tarafından sık kullanılan, reklâm yöntemlerinde zaman zaman başvurulabilen,
terapi amacıyla ise özellikle hipnoza karşı olumsuz duygularla gelmiş olan
kimselerde tercih edilebilecek olan bir yöntemdir. Burada hipnotizör, deneğe
değil doğrudan doğruya bir üçüncü kişiye yönelmektedir. Özellikle panayırlarda
sahnede hipnotize ediliyormuş gibi yapılan kimseye söylenmekte olan sözlerin
sahnede duran diğer kimseleri, hatta seyirciler arasındakileri etkilemesi
sağlanmaya çalışılır. Burada etki hedeflenmiş olan kişiye, etki altına girmesi
ve uyumasının değil, etki altına girmemesi ve uyanık durmasının söylenmesi ve
dolaylı olarak etki altına alınmasıyla yapılır. "Sakın etki altına
girme" denildiği zaman kişi tam bir açmazdadır. Ya etki altına
girmeyecek ve böylece tam da etkinin altına girmiş olacak, ya da bu direkt
emre uymamak için etki altına girmeye çalışacaktır. Bu yöntem de Erickson'un
yönteminin biraz daha şov tarzında kullanılışıdır. Bu yöntem, tedavi amacıyla
fazla bir işe yaramaz. Ama denildiği gibi sahne uygulamalarında ve
reklamcılıkta epeyce işe yarar.
Otohipnoz
son derecede kolay sağlanabilen ve bilmeden çoğumuzun yaptığı bir şeydir.
Bunun gücünü anlamak için çok basit olan sarkaç deneyi yapılır. Yaklaşık 20-25
cm. uzunluğunda bir ipin ucuna 15-20 gr. ağırlıkta herhangi bir nesne, örneğin
bir yüzük, bir metal cisim, bir anahtarlık, bağlanır. İp başın biraz üzerinde,
ucundaki cisim yaklaşık kaş hizasında olarak ve gözden 25 cm. uzakta olacak
şekilde tutulur ve cismin tam aşağı doğru sarktığı yani ipin dümdüz olduğundan
emin olacak kadar beklenir. Elin tam hareketsiz durması gereklidir. Bu sırada
dikkatle bu cisme bakılır ve her iki gözle onu tam net olarak görmeye
çalışılır. Cisim iyice netleştikten sonra bütün konsantrasyon o cisme verilir.
Bir süre öylece durunca cismin zaman zaman netliğini kaybettiği, zaman zaman da
daha net görüldüğü farkedilir. İşte o zaman elin son derece sabit tutulmasına karşın
cismin çok hafif hareketlerle oynamaya başladığı, ritmik bir şekilde ileri geri
ve sağa sola salındığı farkedilir. Bu harekete engel olmak için konsantrasyon
yoğunlaştırıldıkça cisim daha büyük salınımlarla sallanmaya ve giderek küçük
daireler çizmeye başlar. Daireler gittikçe büyür. Cisim gittikçe daha hızla
dönmektedir. İpi tutan elin bütün direncine karşın buna engel olmak mümkün
değildir. Gözlerin bu hareketler sırasında hep cisme fikse kalması gereklidir.
Cismin bütün hızıyla döndüğü ve iradeyle ona hakim olunamadığı iyice
kesinleştiği sırada zihinden cisme durması söylenir. Bütün konsantrasyonun cisme
yönelik olarak "Dur" emrini vermesi gerekir. O zaman, kendi
istencinizle elinize emir vererek bir türlü durduramadığınız cismin, istenciniz
nesneye yöneldiğinde birden emre uyduğu, yavaşladığı ve durduğu görülecektir.
Burada olan tam bir otohipnoz olayıdır. İstenç elin üzerine yoğunlaştıkça
eldeki küçük titreşimlerin farkına varılmakta, onlara engel olmak için
gerildikçe el öteki yöne doğru hareket etmekte, bu kez ona engel olmak için
gene beri çekilmekte ve böylece ipe gittikçe daha büyük bir salınım
verilmektedir. İstenç elden nesneye yöneldiği zaman birdenbire elin üzerindeki
gerilim kalkmakta ve üzerindeki merkezkaç etki birden kalkan cisim de
yerçekimiyle hemen duruvermektedir. Uykusuzluk çekildiğinde, uykuya dalabilmek
için girişilen çabalar. Örneğin koyunları saymak gibi girişimler de otohipnozun
örneğidir.
Bu
yöntem, düşleme tekniğiyle birleştirilerek şimdilerde ağır spor müsabakalarında
kullanılmaktadır. Atletizm ve halter gibi bir defada büyük performans
gösterilmesi gereken spor dallarında, çoğumuzun son olimpiyatlarda
televizyondan da izlemiş olacağımız gibi, belirli bir konsantrasyon payı
kullanılmaktadır. Bu sırada sporcu, yapması gereken hareketleri düşünden tıpkı
yapıyormuş gibi bir kez geçirmekte ve eğer bu yoğunlaşmada başarılı olursa,
kaslarına az sonra yapacakları hareketlerin bir müsvettesini göndermektedir. Bu
da tam bir otohipnoz örneğidir. Otohipnoz
bu nedenle kekemelik, utangaçlık gibi sorunların tedavisi için bugün yaygın
bir şekilde kullanılmaktadır.
Bu
yöntem daha uzun süreli bir otohipnoz yöntemidir. Bunu önce bir örnekle
anlatabiliriz: Çeşitli küçüklük duyguları içinde kıvranmakta olan kimselerin
kolaylıkla yapabileceği bu örnekte önce büyükçe bir ayna ve bir de bir yazı
tahtası alınır.
Önce
kişinin kendisine ilişkin bütün olumsuz duygu ve düşüncelerini maddeler
halinde, cama yazabilen bir marker kalemle aynanın üzerine, tam kendi
görüntüsünün üzerine yazması istenir.
Sonra
da bu yargıların tam tersi olumlu ibareler, aynanın yanına asılacak olan yazı
tahtasına, gene göz hizasında olmak üzere yazılır.
Sonra
aynanın önünde durulur ve kendi görüntüsüne bakarak üzerine yazılı olumsuz
sözler dikkatle okunur ve sonra ayna silinir.
Bundan
sonra her gün yazı tahtası üzerindeki olumlu ifadeler dikkatle okunacak ve
aynaya bakılacaktır. Hergün en az 15 dakika süreyle bu işlemin yapılması
gerekir.
Bir
süre sonra tahta üzerindeki olumlu ibarelerin aynadaki görüntü üzerinde
düşsel olarak belirmeye başladığı görülür. Sonunda bütün olumsuz yargılar
onların yerini almıştır. Anlatılırken çok basit ve oyun gibi gelen bu yöntem
aslında son derecede etkindir. Ve bu yolla, arkadaş bulmaktaki güçlükler,
utangaçlık, duruş ve dış görünüşteki bozukluklar tümüyle ve objektif olarak
giderilir. Bu yöntemle ve aynı ilkeden yola çıkan bir dizi kolay yöntemle
ergenlik sivilceleri bile kaybolur. Tarağa inat eden saçlar kolayca yatar.
Çeşitli
kurs ve düzeneklerle çalışma ve öğrenme gücünün, belleğin, zekanın
geliştirilmesini sağladığı savında olan bütün kişi ve yöntemler, aslında bu
yöntemin varyasyonlarını kullanmaktadır. Gene spor yarışmalarında performans
yükseltici çabalar bu Alfa-training modeline dayanır.
Aslında
zeka doğuştan gelen belirli yetilerin toplam verisinin genel bir adlandırmayla
kabul edilmiş olan özetidir. Yani gerçekte zeka, bir doğa gerçeği değil,
yukarıda ve daha sonra belirtileceği türden bir "Paradigma
"dan ibarettir. Genel olarak toplumlarca kabul edilen insan
performanslarını, beceri alanlarını saptamaya çalışır ve kişilerin bu
performanslardan kaç tanesini, ne yükseklikte uygulayabildiğine bakarak buna
bir de sayı veririz. Oysa bu tek tek yetiler aslında toplumun ve dolayısıyla da
bizim isteğimizdir. O yetiler bir başka toplum düzeni ve başka gereksinimlerde
hiçbir işe yaramayabilir. Örneğin avcı bir topluluğun üyesinin matematik yetisi
onun attığını vurabilmesini ya da aslanlara yem olmamasını sağlamak için
hiçbir anlam taşımaz. Aynı şekilde üstün bir hacim değerlendirme yetisi de,
örneğin bir Şaman için hiçbir değer taşımayacaktır. Çünkü Şamana gereken içe
doğuş yetisinin yüksekliğidir ki bu da belki Princeton'da bir uzay
araştırmacısı için çok faydalı olabilir ama Houstan'daki bir roket mühendisi
için ancak katastrofal olur.
Ancak
sözkonusu Alfa öğretisi ile her konuda insan zihninin doğal kapasitesi
sınırları içinde bulunan herhangi bir şey üzerindeki yeti şaşılacak kadar
olağanüstü boyutlarda geliştirilebilir.
Uzak
doğunun konantrasyon yüceltimine dayalı bir dizi inanç dizgesi ve sporu da aynı
yöntemi dev boyutlarda kullanmaktadır. Örnekse, Yoga kasları, iç organlara ve
eklemlere tam bir dikkat ve yoğunlaşma sağlayabilir. Japonların ünlü ok
atıcıları saatlerce tek bir hedefe konsantre olabilirler. Oto hipnozun ve
genel olarak hipnozun nelere kadir olduğunu da az sonra göreceğiz.
Bütün
hipnoz olgularının aslında kişinin toplumundan almış olduğu yaygın kanıların
yansımasına kuvvetle bağlı olduğunu belirtmiştik. Şimdi böyle bir hipnoz
olgusuyla değil de bununla hiç ilgili olmayan başka bir toplu olayla, örneğin
bir sinemanın seyircileriyle, ya da bir konserin, bir tiyatronun izleyici
toplumuyla ilgilenelim. Gösteriyi izlemek üzere bilet alarak bir filme ya da
oyuna gelen bir seyirci, yeni bir yaşantı geçirmek amacıyla oraya gelmiş
bulunmaktadır. İçeride oyunla ilgilenecek, oyunda gösterilen bir yaşantı
kesitini yaşamaya çalışacak, yazarın, rejisörün ve oyuncuların vermeye çalıştıkları
duyguları almaya çalışacak, onlara uygun olarak hoşnut, kederli ya da sevinçli
olacak, üzülecek, heyecanlanacak, korkacak, belki ağlayacak, belki gülecektir.
Ama o kişi verilecek olan duyguları almaya açık ve hazır bir durumdadır.
Oyunun kendisinde böyle duygu değişim ve dalgalanmaları yaratmasını hem
ummakta, hem istemektedir. Bu amaçla oyuna konsantre olur. Oyuncuların
performansı, rejisörün becerisi oranında tanımadığı bir yazarın iletmeye
çalıştığı duygu değişimlerini yaşar.
Ama
bir başka seyirci gösteriye böyle "olumlu" bir yaklaşımla değil,
olumsuz duygularla gelmiş de olabilir. Örneğin oyuna istemeden, bir başkasının
zoruyla gelmiş olabilir ya da o rejisörü eleştirmek amacıyla oradadır. Bu
durumda o kimse bütün oyun boyunca kendisini oyuna hiç kaptırmaz, bir salonda
ve bir sahne karşısında bulunduğunun tam bilincindedir ve bu sırada
kendilerini oyuna kaptırmış olan seyirciler ona gülünç, bayağı ve aptal
görünebilirler. Onları tümüyle küçümseyebilir. Bu iki örnekte olanları
irdelemeye çalışırsak:
1-Oyuna
kendini kaptıran, onu yaşayan, birlikte gülen, ağlayan, üzülen ve sevinen
izleyici, tıpkı hipnozdaki denek ya da hipnozu ilgiyle izleyen kimse gibidir.
Ondan etkilenmekte ve bir odaktan yayılan duygulanımlar içine girmektedir.
Oyun sırasında düşlemi tümüyle hipnozda olduğu gibi istenen doğrultuda
çalışmaktadır.
2-Oyuna
karşı olumsuz tepki göstermekte olan kimse ise hipnozdan etkilenmeyen ve
etkilenenleri küçümseyen, kınayan kişilere benzemektedir. Böyle bir kişi, oyun
sırasında kendi ruhsal durumunda oluşabilecek değişimlere karşı da nasıl
olumsuz tepki gösterirse, örneğin yerli filmlere karşı küçümseyici bir tutum
takınmakta olan bir kimse, filmle alay etmek, dalga geçmek için ya da
arkadaşlarının zoruyla böyle bir filme gidebilir. Filmde geçen acıklı olaylar
karşısında duygulanan, ağlayan seyirciye küçümseyerek bakarken birden herhangi
dokunaklı bir sahnede kendisi de elinde olmadan gözlerinin yaşardığını ve
burnunun sızladığını hissedebilir. İşte öyle bir durumda, nasıl kendisine
karşı da eleştirel ve alaycı olmak zorunluluğunu duyar ve bu olguyu soytarılığa
vurmak suretiyle kendi kişiliğine sindirmek zorunda kalırsa aynı şekilde hipnoz
seansında da olumsuz tutumlu kişi elinde olmadan hipnoza girdiğini öğrendiğinde
kendisine karşı aynı şaşkın durumdadır.
3-Bir
oyunu duyarak, yaşayarak izlemekte olan bir kimseyi, değişik bir ruhsal duruma
girmiş, bilinci dışına çıkmış olarak görmek ve göstermek saçma ve yanlıştır.
Gerçekte o sadece sunulmakta olan oyun performansı ile iyi iletişim ve
etkileşim içindedir. Aynı şekilde hipnozda, hipnotizörle aynı duygulanım
paylaşımı içine girmiş olan bir kimseyi de özgün bir durumda ve bilincinin,
istencinin dışında olarak görmek ve göstermek yanlıştır. O da, tıpkı sinema
seyircisi gibi, sahneyle iyi iletişim ve etkileşim kurmaktadır.
4-Her
ne kadar seyirci ve hipnoz deneği aynı şekilde iletişimler ve etkileşimler
içindeyseler de ikisi farklı tipte iletişim ve etkileşim içindedirler.
Oyunculardan gelen mesajlar sevinç, keder, heyecan gibi duygular duymasına
yönelikken, hipnotizörden gelen mesajlar örneğin kolunu daha ağır hissetmesi,
yorgunluk duyması, uyku isteği duyması gibi duygulara yöneliktir. Bu iki
etkileşimin farklı oluşu, farklı "durumlar" oluşlarından
değil, farklı duygulara yönelik oluşlarındandır.
Bu
görüş ve düşüncelerle yola çıkan araştırmacılar gerçekten hiç bir hipnoza özgü
yöntem kullanmaksızın, kişilerin, hipnozda görülen bütün durumları, en
fizyolojik durumlar dahil olmak üzere, bilinç ve istenç denilen yeteneklerinin
tam olarak açık bulunduğu durumlarda bile yapabildiklerini, yığınlarla
laboratuar deneyleriyle ispat edebilmişlerdir. Kişiler tamamıyla bilinç ve
istenç açıklığı içindeyken de nabızlarını, ya da kan basınçlarını belli
ölçüler içinde indirmek ya da çıkarmak yetisine sahiptirler. Vücut ısısı bile
yarım, bir derece oynatılabilir. Bütün kasların, bir hipnoz sahnesinde
görülebildiği ölçüde katılaştırılması ve gevşetilmesi, hiçbir özel yöntem ya
da alıştırma olmaksızın, mümkündür.
Hipnoz
sahnelerinde sık sık yapılan bir gösteri deneğin tahta gibi kaskatı ve dümdüz
olması, sonra başı ve topuklarının dayandığı iki iskemle arasında kaskatı,
tahta gibi uzun süre durabilmesidir. Genel laboratuar deneylerinde gene bütün
bilinç ve istenci açık olan rastgele kimselerin bile bu deneyi kolaylıkla yapabildikleri
izlenebilmiştir. Bu deneyleri yapan kişiler, o zamana kadar hiç denemedikleri
bu yetenekleri karşısında şaşkına dönüyorlardı. Hatta gene sahne
hipnotizörlerinin yaptığı gibi, böyle iki sandalye arasında gerili duran 50 Kg.
ağırlığında bir kızcağızın, hipnoza hiç baş vurulmaksızın ve tam açık bilinç ve
istençle 80 Kg. ağırlığında bir adamı karnının üzerinde rahatlıkla
taşıyabildiği bile görülmüştür. Yapılan yalnızca o güne kadar kullanılmamış
olan bir dizi yeteneğin seferber edilmiş olmasından ibarettir.
Bütün
bu yeni araştırmalardan şu sonuçlan çıkartıyoruz:
1-Telkin
bir kimseden bir diğerine, bir odaktan topluma doğru gelen bir iletişim
biçimidir.
2-İnsanlar
genel olarak telkinlere açıktırlar. Telkinle gelen duygu ve düşünceler
kolaylıkla benimsenebilir ve alınır.
3-Hipnoz
teknikleri binlerce yıldanberi insanoğlunun büyülü olaylar karşısında duyduğu
temel etkilenmeye açılış etkisini yapar.
4-Bilinçaltımıza
zaten bir arketip olarak yerleşik olan bu eğilim bir kez faaliyete geçince aynı
odaktan yayılan etkiler doğrudan doğruya kendi duygu ve düşüncesi gibi işlem
görür.
5-Bu
bağlamda herkes kolaylıkla hipnotize olur. Hipnoz olmak için olumlu ya da
olumsuz duygu ve beklentilerle iletişim kaynağına doğru dikkati odaklamak
yeterlidir.
6-Böyle
bir durum bilinç düzeyinin biraz altında işler. Çünkü bilincin, kendilik
duygusundan dolayı böyle bir istilayı tehlike olarak algılaması normaldir. Bu
yüzden de kişi bu etkileşimi kabul edebilmek için bilinçlilik durumunu bir
parça düşürür. Böylece kendisine yabancı duygu ve düşünceleri benimsemeye daha
hazır bir duruma girer.
7-Genel
olarak hipnoz hoşnut duygular bırakır. Bunun nedeni bilinçdışı istek ve
amaçların o sırada dışarı çıkabilmek için bir açık kapı bulmuş olmaları, dışan
çıkmasalar bile üzerlerindeki uyanık baskıyı daha az hissetmeleridir.
8-Kişilerin
kendi anlayışlarına göre kabul edemeyecekleri şeyleri hipnoz altında da
yapmayacakları söylencesi hem doğru, hem yanlıştır. Gerçekte kişiler,
kendilerini günboyu baskı altında tutan baskıları hafifletmek gizli amacıyla
hipnoza girerler. Dolayısıyla amaçları kendi bilinçli katmanlarının kabul
etmediği şeylerin olabilmesini gerçekleştirmektir. Bu yüzden de günboyu asla
kabul edemeyecekleri hareketleri yapabilmek için bir fırsat bulmuş olurlar.
Ayrıca bu anda suçu yükleyebilecekleri birisi, yani hipnotizör de elde
bulunmaktadır. Bu yüzden hipnoz altında ahlakdışı eylemlerde bulunmak da, suç
işlemek de mümkündür. Ancak bunlara karşı bilinç katmanlarında kalmayıp
bilinçaltına kadar yerleşmiş frenler varsa bu frenler hipnoz altında da
çalışır. Buna çok uç örnekler vermek için şöyle söyleyebiliriz: Hipnoz altında
cinsel ilişki rahatlıkla yapılabilir çünkü bu genellikle ancak bilinçli
baskıyla durdurulmakta olan bir dürtüdür. Hipnoz altında, bizim parafililer
dediğimiz çizgi dışı cinsel yönelişleri uygulamak da pekâla mümkündür. [Parafili bir kişinin yoğun fantezi, anormal arzular
içinde bulunmasını tanımlayan psikoloji terimidir. Bu kişinin arzuları cansız
varlıklara, hayvanlara (zoofili), ölülere (nekrofili), kendine veya eşine
işkence yapmaya (sadomazoşizm) ya da çocuklara (pedofili) karşı olabilir..]
Çünkü onlar da daha çok toplumsal
yönelişlerle durdurulan dürtülere dayalıdır. Ancak hipnoz altında ensest
aktı oluşturmak o kadar kolay değildir. Çünkü bu yalnız toplumsal
baskılardan değil daha derin arketipal motiflerden kaynaklanan bir yasaktır.
Çok daha ters davranışlar, örneğin zoofili ya da daha uçta olan nekrofiliyi
(hayvan sevicilik ve ölüsevicilik), eğer bilinçaltına kadar inmiş bir ruhsal
bozukluk yoksa, başartmak mümkün değildir. Çünkü her ikisi bilinç
katmanlarından değil çok derinlerden kaynak alan yasaklarla baskılanmış
durumdadır. O katmanlarsa hipnoz altında değil narkoz altında bile canlı olarak
görev başındadır.
Bu
arada medyada zaman zaman işlenmeye çalışan ve doğaüstü olarak adlandırılan
kimi olayları da kısaca anlatmak gerekli olabilir: Pek çok fizyolojik olayın
yalnızca hipnoz etkisiyle olan olağandışı güçle olduğu sanısı, pekçok normal
yetilerin insanlar tarafından gündelik olarak kullanılmayan yetiler
olmasındandır. Anlatıldığı gibi kişinin iki destek arasında tahta gibi kaskatı
duruşu, aslında uyanık olarak da biraz eğitimle kolayca başarılabilecek olan
bir şeydir. Anlatıldığı gibi bu durumda bir kimse oldukça büyük ağırlık da taşıyabilir.
Bu kimsenin tek destek üzerinde duruşu ise sahne teknikleriyle başarılan bir
gözboyamadan ibarettir. Kişinin hiçbir destek olmadan havada uçması ise
tümüyle hokkabazlıktan ibarettir.
Kişinin
dikkatinin yoğunlaşmalarıyla kendi yaşamına ilişkin pek çok anıyı yeniden
ortaya çıkarabilmesi, gene uyanık durumda da, ancak uzun serbest çağrışım
seanslarıyla sağlanabilir. Sinir sistemine bir kez yeterli bir süre boyunca
girmiş olan, yani algılanabilecek kadar alınmış olan hiçbir şey bir daha
unutulmaz. Algılama eşiği altında alınmış olan pekçok uyaran bile
bilinçaltında hep saklı durur. Bunların hepsi kolaylıkla yeniden
anımsanabilir. Kuşkusuz ki hipnoz bu amacı çok daha büyük bir hızla sağlar.
Bugün kullanılışı da zaten bu nedenledir. Ancak bir kimsenin, sözüm ona önceki
yaşamına ilişkin öyküler anlatışı, gerçekte ancak olgulaşmamış benliklerin
fantazilerinden ibarettir. Bazen kültürler bunu özellikle sağlayabilirler.
Örneğin Karaiplerde yaygın olan Voo-doo törenleri zaten bu tür bir toplu hipnoz
ve toplu histeri olayıdır ve orada o kültürün gereği olan kimi inanç kökenli
algılamalar, bu tür fantazilerdir.
Kişilerin
durup dururken bu tür fantazileri, erişkin yaşlarında ortaya çıkarmaları ise
erken çocukluk dönemlerinde çözülmemiş ve gelişmemiş Ego benliklerine işaret
eder. Bu kimselerin beklenmedik toplumsal mevkilerde bulunması da bir şey
anlatmaz. Onlar ne olursa olsun çözülmemiş ve olgunlaşmamış çocuk aşamalarında
bulunmaktadır. Küçük çocuklarda kendi gelişim süreçlerinde benzeri fantaziler
pek boldur. Ancak bu ileri yaşlarda da bulunuyorsa ilkel ruhsal yapının bir
belirtisidir. Hele önceki yaşamında şu ya da bu kralın, bir büyük ya da renkli
şahsiyetin vücudunu yaşadığını söylemek, eskiden bir Çar olduğunu ileri
sürmek, ciddi tedavi gerektiren, olasılıkla ödipal dönemde çözülmemiş bir
sorunu gösterir.
Yukarıda
anlatılan görüşler hipnozun bugün de psikiyatride ve genel tıpta kullanılan
değerli bir araç olmasını engellemez. Kısaca genel bilgileri özetlersek:
a) İnsanların çok yerleşik, tarihten
gelen, yaygın kültürlerinde, sosyalizasyon yani toplumsallaşma ve toplumsal
değerleri özümsemiş olmalarına bağlı olarak birbirlerinden yalnızca bilgi
alışverişi bakımından değil, duygusal yönden de güçlü bir etkileşimleri söz konusudur.
b) Bu etkilenme amaçlı ve amaçsız olarak
yürüyebilir. Toplumsallaşma derecesi çok yüksek olan kişiler, toplumda varolan
değerleri, düşünceleri, eğilimleri kolaylıkla almaya ve benimsemeye
eğilimlidirler. Bu eğilim kesinlikle bilinçli değildir ve bilinçdışı ya da altı
dediğimiz yollardan etkilenir.
c) Her insan şu ya da bu derecede duygu
transferlerine uğrar ve duygu transferi de yapar. Duygu bir kez alındıktan
sonra tümüyle birincil süreçler dediğimiz, bilinç katmanlarının uyarı eşiği
altındaki düzeyde yürüyeceği için düşünce dediğimiz ikincil süreçlerle
denetlenemez; tersine ikincil süreçleri denetimi altına alır ve kendi isteği
doğrultusunda yönlendirir.
d) Toplumun çoğunluğundan ya da güvenilir
kişilerden gelen uyarıların, kendi duygu ve düşüncesi gibi benimsenmesine,
bilinçaltı ve bilinçte otomatik olarak işlerlik kazanmasına, "Telkin"
olayı diyoruz. Bu telkine her insan, hergün ve hemen her yönden açıktır.
e) Gene tarihin en eski çağlarından buyana
telkinin gücü üzerine kültürümüzün en alt tabakalarına kadar işlemiş olan ve
inanç halinde kimi ortak varsayımlar vardır. Büyü, ayin, tören gibi toplum
etkinliklerinde bu arkaik iletişim ve etkileşim araçları çok sık olarak ve
yöneltilerek kullanılmaktadır. En
basit reklamlardan, tarikatlara, pop sanatçılarının gösterilerinden ulusal
bayramlardaki törenlere kadar pekçok alanda bu öğeler amaçlı olarak
kullanılagelmekte ve etkin de olmaktadır.
f) Bütün bu önkoşullar kişileri
"Hipnoz" olarak bilinen bir fenomenden etkilenmeye hazır hale
getirmektedir. Böylece ortaya çıkan durumsa özgün bir fizyolojik durum olmayıp,
yükselmiş bir dikkat ve yönlendirilmiş bir bilinçlilik durumundan ibarettir.
g) Bu dikkat ve artmış bilinçlilik durumu
hokkabazlık amacıyla uğraşan hipnozitörün isteğiyle garip ve gülünç eylemlere
yönelebileceği gibi, bilinçaltı denilen, gündelik bilinçle farkedilmeyen ama
gene bellekte de kaydedilmiş olan bilgi ve anılara rahatlıkla yönlendirilebilir
ve ayrıca kişinin zaten fizyolojik olarak yapabileceği ama pek kullanmadığı,
fizyolojik olaylara etkin olma durumuna da getirilebilir. Örneğin Yoga ile
yapılabilen fizyolojik değişimler hipnozla da sağlanabilir.
Bu
gerçeklerin ışığında hipnoz yöntemi bugün de tıp ve psikiyatrinin değerini
korumaktadır. En yaygın ve en önemli kullanım alanları:
1) Ağrı duygusunun ortadan kaldırılmasını
ya da bastırılmasını sağlayabildiği için küçük ve orta ameliyatlarda
başvurulabilen bir anestezi yöntemi olarak,
2) Psikosomatik dediğimiz hastalıklarda,
yani psişik nedenlerle organizmanın bedensel tepki verdiği, organizmada kalıcı
değişikliklere de yolaçabilen hastalık gruplarında, hem hastanın genel
psikoterapisi, hem de belirtilerin iyileşterilebilmesi amacıyla,
3) Doğrudan doğruya psikoterapide, yani
kişinin kendi kendisini tanıyarak genel sorunlarını çözmesine ya da gene aynı
yoldan özgün bir ruhsal bozukluğun giderilmesine yarayan tedavi çabalarında
özgün ve başarılı bir yöntem olarak, sayılabilir. Ayrıca kendi kendini hipnoz
olan otohipnozdan elde edilmiş olan teknikler çok yaygın alanlarda performans
yükseltici amaçlarla, gittikçe daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Bunları
kısaca yakından görmek istersek:
1) Hipnoz anestezi amacıyla en fazla lokal
anestetiklerin yerine, örneğin diş hekimleri tarafından rahatlıkla
kullanılabilir. Nadir de olsa çok riskli olabilen lokal anestetik ilaçlar
yerine bu yöntemin kullanılması kuşkusuz ki büyük bir kazanımdır. Aynı şekilde
doğum için de, özellikle annenin ağır anestetikler kullanması çok sakıncalı
olduğunda, rahatça kullanılabilecek olan çok faydalı bir yöntem sayılmalıdır. Ağrısız
doğum yöntemlerini annenin öğrenmesiyle doğum gerçekten ağrısız yapılabildiğine
göre, buna da hiç şaşmamak ve yöntemin başarısına güvenmek gerekir. Bu
yolla, gene anestezinin kesin kontrindike olduğu sezeryan doğumlarında bile
(sezeryanlarda bebek alınıp göbek kordonu bağlanıncaya kadar narkoz verilmez),
ilk anestezi için hipnoz çok uygun bir yöntemdir. Ancak hastanın ağrı şoku
denilen genel reaksiyonu gösterebileceği durumlarda, yani derin duyunun
uyarılması sözkonusu olacaksa dikkatli olunması gerekir. Bu yüzden, cilt
üzerindeki bütün ameliyatlar, kulak, burun ve göz ameliyatları hipnoanestezi
için uygun olan alanlardır. Hatta kafatasının açılma işlemi dışında, beyin
ameliyatları bile rahatlıkla hipnoz altında yapılabilir. Çünkü beynin kendisi
ağrı duygusu almaz.
2) Psikosomatik hastalıkların hemen hepsinde, doğrudan doğruya tedaviyi sağlamak
mümkündür. Bu grup hastalıklar içinde özellikle deri hastalıklarının büyük bir
bölümü, sindirim sistemi hastalıklarının çoğu ve bir kısım solunum bozuklukları
bulunmaktadır. Bu hastalıklarda hem hastalığa neden olan ruhsal stresin
nedenini bulmak, hem o stresin süregelen etkinliğini gidermek ve hem de ruhsal
- sinirsel - hormonal karmaşık bir düzenekle ortaya çıkmış olan belirtilerin,
gene aynı yoldan etkileyerek giderilmesinde, bu yöntem hem kısa sürede sonuç
veren, hem de psikosomatik düzeneğin bilinç düzeyinde de kavranmasını sağladığı
için çok faydalı bir yöntem sayılmalıdır. Ancak tedavinin, yalnızca belirtileri
ortadan kaldıran basit bir "Mucize" gibi uygulanmaması, nedenlere
kadar inilmesi, tedavinin kalıcılığı bakımından çok önemlidir.
3) Doğrudan doğruya psikiyatrik
bozukluklarda ise kullanım alanı, sanıldığının aksine giderek azalmaktadır. Her
ne kadar fobiler, obsessif - kompulsif denilen zorlamalı bozukluklar gibi bazı
alanlarda bozukluğun görüngüsünü hemen ortadan kaldırmada başarılı gibi
görünüyorsa da bu gibi bozukluklarda, gerçek bozukluk genellikle çocuk
gelişiminin en eski dönemlerinde, Td ve Ego arasındaki, ilkel Süper - Ego
oluşumundaki aşamalarda geçen çatışmalarda yatar. Bu yüzden de gerçek tedaviye
ancak çok uzun bir psikoterapi ile ulaşılabilir. Yalnızca belirtinin
giderilmesi çoğu zaman sadece semptom kaymasına, yani bir semptomun kaybolup,
bir başka belirtinin ortaya çıkmasıyla sürer. Aslında birçok fobik ve obsessif
- kompulsif hasta, yaşamları boyunca otohipnoz yöntemini, kendi buldukları bir
çare olarak kullanıp durmuşlardır. Ancak temeldeki çatışmanın çok temel düzeyde
olması nedeniyle belirti hep biçim değiştirerek geri döner. Hipnoz yönteminin
psikiyatride halen de değerli olan kullanım alanı "Post-travmatik Stres
Bozukluğu" denilen alandadır. Bu bozukluk ağır bir fizik sarsıntısı
karşısında kalan kimselerde ortaya çıkan, film ve edebiyata da zaman zaman konu
olan, yanlış bir kullanımla "şok" olarak adlandırılan karmaşık
davranış bozukluklarından ibarettir. İnsanların benzeri sarsıntılarla
karşılaşma olasılığının giderek arttığı dünyamızda bu bozukluk da gittikçe önem
kazanmaktadır. Doğal afetlerde olduğu kadar, kazalar sonrasında, bazı yakınların
yitimine tanık olunmasıyla, savaşlarda karşılaşılan binlerce vahşet olayında,
doğrudan doğruya silahlı çatışmalarda ve ne yazık ki yeryüzünün pekçok yerinde
süregelen çeşitli işkencelerde bu bozukluk ortaya çıktığı gibi, belki daha da
yaygın olarak aile içindeki çatışmalarda, dayak ve işkencelerde, küçük
çocukların fiziksel, ruhsal ve cinsel olarak kötüye kullanımında da bu gruptan
bozukluklar ortaya çıkar. İşte bu bozuklukta, hastanın travmaya neden olan olay
ve durumu bilinçli olarak anımsamak ya da duygusal olarak yeniden yaşamaktaki
aşılmaz inadı nedeniyle bazen standart psikoterapi yöntemleri çaresiz
kalabilirler. İşte bu durumlarda hipnoterapi son derece etkin ve faydalı bir
yöntem olarak elimizde bulunmaktadır. Hipnoz tekniğinin yapılışı ve sonrasında
oluşacak olan güçlü güven ortamı, yalnızca belirtilere egemen olmak bakımından
değil, uzun bir terapötik işbirliği için de bu yöntem çok değerlidir.
Psikosomatik ve psikiyatrik bozuklukların arasında bir bozukluk gibi ele
alınabilecek bir bozukluk ta, kekemelik ve konuşma bozukluklarında da hipnoz ve
ardından sürecek bir otohipnoz süreci de çok etkili bir tedavi yöntemidir. Daha
zayıf bir etkinlik alanı olarak kimi cinsel işlev bozukluklarının, örneğin
kadının cinsel ilişkiye katılımını olanaksız kılan Vaginismus'un tedavisinde de
bu yöntem etkili olarak kullanılabilir.
Bütün
bu tedavi amaçlarından başka hipnoz henüz Nöro- Psikolojik birçok araştırma
alanında, örneğin uyku araştırmalarında şimdide yoğun şekilde kullanılan bir
araştırma yöntemi sayılmaktadır.
Zihnin
çalışma düzeneği çok karmaşık olan birçok işlevin, her zaman düzenli olmayan,
çoğu zaman içiçe ve birbirinin işine geliştirici- olumlu ya da ketleyici -
olumsuz etkiler yapan birçok yönlü ve çok amaçlı çalışmasıyladır. Bu düzeneğin
çok büyük bir bölümü uyanık ve "akıllı" olmaktan
çok uzak olan bir sürü otomatik işleve bağlıdır. Kişi, çocukluğunun en erken
günlerinden başlayarak bu işlevlerin çalışmaya başlaması ve gelişimi yönünde
dev adımlarla ilerler.
Ancak
çeşitli işlev, yetenek ve becerilerin gelişimi hiçbir zaman tek başına ve
önceden hazırlanmış bir şemaya göre değildir. Tam tersine, gelişmekte olan
birçok yeti ve işlev, gelişirken bir başka ya da birkaç başka işlevi
yavaşlatır, engeller ve ketler. Gerçekte birçok organımızın gelişimi de böyle
sürekli yapılanım ve ortadan kaldırma işlemleriyle gelişmektedir. Örneğin
kemik, deri, kas gibi organlarda, kanda, kıkırdaklarda, dişlerde bu ardarda,
birinin gelişirken öbürünün yokedilmesi sürekli olup gitmektedir. Kemiklerde
önce oluşan kemik şeması, hemen arkadan gelen yiyici saldırgan hücrelerce ortadan
kaldırılır, yani öldürülüp yenilir. Onların hemen ardından da kemiği yapacak
olan bir dizi yeni hücre hızla gelişmektedir. Kısa zamanda onlar da
yaşamı indirgeyerek içlerine biriken kalsiyumla ölü duruma geçerler. Ama tam
oluşmuş bir iskelette bile bu işlev potansiyel olarak hiç ortadan kalkmaz.
Kemikte bir kırık ya da ihtihap olursa yeniden aynı işlevler bütün güçleriyle
çalışmaya başlarlar. Ama yaşam için çok önemli olan bu dizge her zaman iyi
yürümez. Örneğin kırılan bir kemik, biraz geç kalınırsa gene bu nedenle yanlış
kaynayabilir ve başımıza büyük işler açar. Ayrıca durup dururken topuk kemiği
altında "Epin" denilen kemik gelişimleri kendiliğinden
başlayabilir ve yürümemizi olanaksızlaştırır.
İşte
sinir sistemimizde ve onun işlevi olan ruhsal yeti ve yaşamda da, sinir
hücreleri kolay kolay yenileşip değişmeseler de, işlevler yönünden çok benzer
bir olay vardır. Çok özetle söylemek istersek; bebeklikten çocukluğa geçiş bir
haltercinin kaslarının giderek gelişimi gibi görünürde sürekli asla değildir.
Bunun için bebekliğin birçok özelliğinin durdurulması ve çocukluğun
işlevlerinin çalışmaya başlaması gereklidir. Bu durma ve başlamalar da aynı
anda ve bir çırpıda olmaz. Aşamalar içiçe ve çeşitli gelişim süreç ve evreleri
iledir. Bu yüzden en olgun kişi bile yaşamının geçmişinden yığınlarla kalıntı
ve alıntıyı birliğinde taşır.
Aynı
zamanda toplumun binlerce kültür değeri de öğretilerek ya da kendiliğinden
öğrenilerek sürekli alınmaktadır. Kültür denildiğinde yalnızca Nabuko
operasını ya da İbrahim Tatlıses’i tercih etme olayı anlatılmaz. Aslında
yemek yememizden yürümemize, konuşmamızdan düşünmemize, yazılarımızdan
resimlerimize hemen her şey toplumun doğrudan ve sürekli etkileriyle oluşur,
değişir ya da gelişir. Davranışa ve tutumlarımızdaki toplum etkilerinin tümüne
birden kültür denilir. İşte bu kültürü edinmek ve ona tepki vermek için kendi
kalıtsal değerlerimiz, servetimiz içinde temel bazı dürtüler vardır. Bunların
başında birlikte yaşadığımız insanlardan etkilenmek ve onları etkilemek,
onlarla birlik ya da ayrılık oluşturmak, hem onların aynı hem de onlardan
farklı olabilmek için durmaksızın yoğun bir çabada bulunma dürtüsü gelir. İşte
hipnoz pekçok sinirsel ve zihinsel yetinin bu temel dürtü etkisiyle biraraya
gelmesine bağlı bir olaydır.
Bunun
ortaya çıkabilmesi için bu temel toplumsallık dürtüsünün, binlerce yıldan bu
yana insanlığın ortak kültüründe oluşturmuş olduğu ve efsunların, büyülerin,
falların, kehanetlerin, şamanların, dervişlerin, ermişlerin, tarikatların,
dinlerin, devletlerin, orduların ve satıcıların kullanageldiği yöntemlerin en
yoğun bir biçimde kullanılmasıyla gene binlerce yılda meydana gelmiş bir
Paradigma vardır. Bizler günboyunca bu yöntemlerle farkına bile varmadan bu
etkiler altında kalmakta ve çok da güzel etkilenmekteyiz. Bu etkilerin
çekirdeğinde etkiyi alanla etkiyi yapan arasında kişisel Ben'lerin geriye
çekilip, ortak bir biz oluşması yatar. Bu oluştuğunda da Ben’in sürekli görev
başında olmasını gerektiren Birincil düşünce süreci ikinci plana çekilir ve
türümüze özgü, en küçük çocukluğumuzdan beri tanıdığımız ve düşlerimizi,
isteklerimizi, amaçlarımızı, sevgi ve nefretlerimizi yönete gelmekte olan
Birincil düşünme süreci bütün alanı kaplar. Bilinçaltımız ve bilinçdışımızda
sakladığımız istekler, beklentiler ve algılamalar öne geçince buna uygun bir
katılımcı seyirci durumuna gireriz. Hipnoz bütünüyle bir sinema ya da
tiyatroda kendini kaptıran bir seyircide olana benzeyen bir ruhsal durum
yaratır. Yalnızca o sırada duygular hedeflenmekteyken burada düşünce ve eylemler
hedef alınmaktadır.
1) Bilinçdışı bir etkilenme beklentisi hipnoza
alınan kimsede zaten vardır.
2) Bir hipnotizör ya da kendimiz bu amaçla
dikkatimizi bir noktaya toplar, görsel ve işitsel dikkatimizin bütün enerjiyle
o noktaya yoğunlaşmasını sağlar.
3) Dikkate rahatlatıcı ve gevşetici bir telkin
refakat eder. Bu telkin ne ölçüde zaten olacak olanları haber almaya yönlenir
ve ne ölçüde buyruk halini alırsa o kadar direnç uyandırır.
4) Söylenenlerden etkilenme giderek dikkatin
çok yükseldiği fakat uykuya hazırlığa benzeyen bir yatkınlığı başlatır.
5) Bundan sonra verilen telkinler veren ve
alan kişiler arasında tam bir duygulanım ve algılama birliği oluşmasını sağlar.
Gelen düşünceler artık yabancı düşünceler olarak süzgeçten geçmez, zihnin
içinde oluşuvermiş düşünceler gibi algılanmaya ve yaşanmaya başlar.
6) Hipnoz buyruğuyla oluyormuş gibi görünen
olaylar, gerçekte insanın yetileri içinde bulunan beceri ve yeteneklerdir.
Hiçbir doğa üstü ya da doğa dışı olay sözkonusu değildir.
7) Hipnoz bu özellikleriyle, insanlığın pekçok
derdine çare bulmuş, pekçok derdine çare bulma olanaklarının kapısını açmış,
şimdi de birçok alanda başarılı sonuçlar veren saygın bir tıp yöntemidir.
8) Bugün hipnozdan etkilenerek en iyi yanıt
veren tıbbi durumlar, anestezi amacıyla diş ve küçük cerrahi ameliyatlar,
doğumlar, deri ve mide barsak hastalıklarının birçoğunda etken olan
psikosomatik yakınmaların tedavisi, kekemelik ve bazı performans
ketlenmelerinin tedavisi, ağır fizik travmalara maruz kalmış olanların tanı ve
tedavisi, en önemli olarak da insanlar eliyle yapılmış ağır ruhsal
zedelenmelerin tedavisinde temel tedavilerle de desteklenmek koşuluyla önemli
bir tanı ve tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Bu
yöntem tarihsel gelişimi içinde Mesmer'in güçlü sezgileriyle bulunmuş, Puységur
un disiplinli çabalarıyla incelenmiş, Braid'in dikkati sayesinde tıbbi
temelini bulmaya başlamış, Charcot gibi büyük bir hekim tarafından ruhsal
tedavi alanında kullanımı gösterilmiş, Freud’un ilk araştırmalarında son
derecede önemli bir rol oynamış ve bugünlere kadar gelmiştir.
Görüldüğü
gibi, Dinamik Psikiyatri’nin, genel olarak Psikoterapi'nin ilk öncülü olma
onurunu taşıyan Hipnozun insan ruhunun işlevini ve derinliklerini
öğrenmemizdeki hizmetleri, değer biçilemeyecek kadar büyüktür ve bu hizmeti
bugün de kuşkusuz ki henüz bitmemiştir.
Bu
yolu bize, insanca öngörüleri ve bilimsel namuslarıyla açmış olan Mesmer,
Puységur ve Braid'in adlarını yeniden saygıyla analım.
KAYNAKÇA
Babaoğlu
Ali: Psikiyatride Yıldızın Parladığı Anlar: Mesmer, Popüler Psikiyatri,
1966, 2, s. 21-24.
Spiegel,
D., H. Spiegel: Hypnosis; in: Comprehensive Textbook of Psychiatry/IV, c.
2, s. 1389-1403, Ed. Kaplan-Sadock, 1985 - Baltimore.
Kaplan,
H., Sadock, B., Grebb, J.: Synopsis of Psychiatry, 7. ed., 1994,
Baltimore.
Spiegel,
D., Spira, J.: Hypnosis for Psyciatric Disorders, in. Current
Psychiatric Therapy, Ed: D. L. Dunner, 1993, Philad., s. 517-523.
Ellenberger,
H. F.: The Discovery of the Unconcious, 1970, New York.
Vliegen,
J.: Von Mesmer bis Freud, in: Die Psychologie des 20. ]ahrhunderts,
Bd. I Die Europaeische Tradition, Ed. H. Balmer, 1976, Zürich, s. 687-700.
Fromm,
E., Shor, R.E.: Hypnosis, 1979, New York.
Langen,
D.: Kompendium der Medizinischen Hynose, 3. Aufl., 1972, Basel.
Tictze,
H.G.: Kraefte der Hypnose, 1980, München.
Karasu,
T.B. (for APA): The Psychiatric Therapies, 1984, Washington DC.
Asıl Kaynak: Ali Nahit BABAOĞLU, Hipnotizm, BDS Yay.
Çetin Matbaası, 1996, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar