Print Friendly and PDF

HİPNOTİZM

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Ali Nahit BABAOĞLU
Mesmerizm, Manyetizm ve Hipnotizm sözcükleri gerçekte tü­müyle eş anlamlıdır. Psikiyatri ve psikolojinin en gizemli ve ilginç bir alanını oluşturan bu alanın bu üç adından birincisi, yani Mesmerizm, tarihte bu yöntemi geliştirmiş ve uzunca bir süre de bu yöntemle tümden özdeşleşmiş olan çok ilginç bir kişiliğin, Franz Anton Mesmer’in (1734-1815) adından ötürü konulmuş ve halen de tarihsel bir değeri olduğu için kullanılabilen bir sözcüktür. Özellikle teknik ba­kımdan bilimsel yöntem ve kuramları bulucu ve geliştiricisinin adıy­la bir "izm" olarak anmak XIX. yüzyılda çok kullanılan bir yöntemdi. İkinci ve üçüncü adlar ise gene tarihsel bir sırayla bu olgu ve yönte­min açıklanması için kullanılmış olan kuramsal görüşlerin anlatımı yüzünden takılmış adlardır.
Yaklaşık bir yarım yüzyıl kadar bu olayın, mıknatıslarda görülen bir etkiyle, yani manyetik olaylara benzeyen bir etkiyle olduğu sanıl­mış, bu etkiye Magnetismus animalis ve bu yönteme de Manyetizm adı verilmişti. Olayın bununla hiç ilgisi olmadığı sezildikten sonra bi­le bu ad, özellikle de gösteri amacıyla bu yöntemi uygulamakta olan­ların tercih ettiği bir ad olarak kaldı. Bugün bile sahne ustaları tara­fından böylece kullanılmaktadır. Birçok sahne ustası adlarını "Le grand magnetiseur" ya da "Le maitre de magnetism" olarak afişlemeyi severler.
Sonuncu ad ise bu görüngünün açıklanışında bugün bile düşüle- gelen yaygın bir hatadan, görüngünün görüntüsel olarak uyku ola­yıyla olan benzerliği nedeniyle bir uyku türü olduğu sanısından kay­naklanmıştır. Bu kitapçık boyunca anlatılmaya çalışılacağı gibi bunun uykuyla hiçbir ilgisi yoktur. Gene de şimdi kullanılmakta olan bilim­sel ad da bu hatayı yinelemekte ve bu olguyu, uykuya benzer bir du­rum, uykululuk durumu gibi bir anlamla "Hypnosis" olarak tanımla­maktadır. Oysa birazdan görüleceği gibi gerçekte bunun uykuyla hiç bir ilgisi yoktur; girilen durum bir tür uyku değildir; tam tersine aşırı bir uyanıklık durumunun sözkonusu olduğu bile söylenebilir. Çok yaygın olan kanının tersine ne bir özgün güç ne de gizemli bir yön­temdir sözkonusu olan. Gene de insanlığın ötedenberi çok etkilendiği doğa ötesi, doğa üstü, doğa dışı güçleri, gizem, büyü ve "ruh" gibi kavramlara yönelik, korkutucu, ürpertici bir "iyi saatta olsunlar" alanı olarak algılanmaktadır.
Ne olursa olsun bu görüngüyü ilk saptayan, kullanan ve açıkla­maya çalışan insan yani Mesmer, doğa bilimlerine, o zamana kadar kapalı olan bir alanı, insan ruhunun derinliklerini ilk açmış olan kişi olarak bütün saygıyı hak etmektedir. Basitçe davranışların incelenme­ye çalışılması, bunlara diğer doğa bilimlerinin, fiziğin, kimyanın, bi­yolojinin kavramlarıyla açıklamalar aranması yerine, ruhsal yeti ve becerilerin, insanlar arasındaki ruhtan ruha olan etkileşimlerin ince­lenmesi ve anlaşılmasında bu kişinin ve onun bulduğu yöntemin son­suz etkileri olmuştur. "Dinamik Psikoloji" adı verilen, insan insana iliş­kilerin o insanlarda yolaçtığı ruhsal etki ve tepkilere, ruhsal dalgalanmalara yaklaşan bilim alanının gelişimini tümüyle onun baş­lattığı yaklaşıma borçluyuz.
Hipnoz, bugün de birçok psikofizyolojik araştırmanın temel araç­larından biridir. Bugün de gerek tanı gerek sağaltım yöntemi olarak psikoloji ve psikiyatrideki değerini korumaktadır. Özellikle psikosomatik hastalıklar adını verdiğimiz ruhsal nedenlerle ortaya çıkan be­densel bozukluklar alanında etkinliği kesindir. Ancak bugün için asıl önemi ve ne yazık ki artan önemi, insan eliyle meydana getirilen ruh­sal zedeleme ve yıkımların, şiddet olaylarına, kaza, cinayet, işkence ve savaş kurbanlarının, saldırı ve ırza geçme olaylarının, çocuklara uygulanan eziyet ve cinsel suçların nedenlerini ortaya çıkarmakta, so­nuçlarını gidermekteki önemidir.
Kuşkusuz ki Mesmer'in açtığı çığınn bütün psikopatoloji alanında süregelen dolaylı ve dolaysız sonuçlan yanında yönteminin kendisi­nin, yani Hipnozun da bilime yaptığı ve yapacağı katkılar, ruhsal sağlığımızdaki görevi henüz bitmemiştir.
Bu bakımdan, Manyetizm, Hipnotizm ve hatta Hipnoz sözcükleri­nin açıklayıcı değeri kalkmış ya da azalmış olsa bile Mesmer’in adı ve çabaları unutulmamalıdır. Yöntem bu yüzden onun adını taşımayı hep hak etmektedir.
Doç. Dr. Ali Nahit BABAOĞLU
Eylül 1996, İstanbul

Mesmerizm, Manyetizm ve Hipnotizm sözcükleri eş anlamlıdır ve psikolojinin, psikiyatrinin en ilginç ürküntü verici ve gizemli ol­gularından birini anlatır. Gerçekte bu sözcükler yerine bir süreden beri Hipnoz adı kullanılmaktadır ama gene de tarihsel bir değer taşı­yan bu sözlerin anlamı bilinir. Üzerlerinde birçok söylence ve öykü geliştirilmiştir ve yığınla gerilim öyküsü, romanı ve filmine konu ol­maktadır. Aslındaysa bilime çok hizmet etmiş, ruhsal olayların dina­miğine giren kapıları açmış, ruh sağlığı anlamında uzun yıllar çok başarıyla kullanılmış ve şimdi de kullanılan bir olgudur sözkonusu olan. Söze en başından, tarihten ve doğa bilimlerinin çocukluk günle­rinden başlamak en iyisi olacaktır.
1734 yılının 23 Mayıs’ında, Konstanz gölü kıyılarındaki küçük bir Alman köyü olan Iznang'da Kardinalin bahçıvanının üçüncü çocuğu dünyaya geliyor ve Franz Anton adını alıyordu. Yıllarca sonra, insan­lığın bilgilerine yapacağı katkıdan dolayı Kristof Kolomb'la bile eş tutulacak olan bu çocuğun, Franz Anton Mesmer'in, çocukluğu ve ilk gençlik yıllarına ilişkin hemen hiçbir şey bilinmiyor. Bilinen, 18 ya­şındayken yakınlardaki bir cizvit okuluna girdiği ve 1759'a kadar teo­loji ve felsefe eğitimi görmüş olduğudur. 1759'da ise Viyana Üniver­sitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu ve ertesi yıl da Tıp Fakültesi'ne geçti. 1766'da Tıp Fakültesi’ni bitiriyor, "gezegenlerin insanlar üzerinde hastalık yapıcı ve iyileştirici etkileri" üzerine yazdığı doktora teziyle tıp doktoru oluyordu. O sırada 33 yaşındaydı. Ertesi yıl da zengin ve soylu bir dul olan Maria Anna von Posch ile evlendi.
Bilim alanında köklü araştırmalar, buluşlar yapmış olan kişilerin görmüş oldukları eğitim ve geliştirdikleri düşünceler üzerinde ve da­ha sonra da uğraştıkları alandaki yönelişlerinde, yaşadıkları ortamın, çağın ve çevrenin, akraba ve dostlarının, sanıldığından çok daha bü­yük ve önemli bir etkisi vardır. Bu yüzden bütün buluş ve kuramlar, ortaya çıktıkları koşullarla birlikte ele alınmalıdır.
XVIII. yüzyılın ortalarında Avrupa eski köklü feodal düzeninden ulusal devletlere doğru bir gelişme göstermekteydi. Batı Avrupa'da aydınlanma süreci, sonradan Fransız devrimi ile doruğuna ulaşıp her tarafa yayılacak olan köktenci değişim ve akımlara yol açmıştı. Aydın­lanma akımı, kör inançlara, bilgisizliğe karşı, saf akıl ve bilginin kesin üstünlük ve önceliği öğretisine dayalı bir düşün ve yaşam tarzı ola­rak, bütün yerleşik sistemi sarsıyordu. Soylular, kentliler, köylüler ve işçiler gibi, sınıfların keskin sınırlarla ayrılmış hiyerarşisine göre dü­zenlenmiş olan toplumsal yapı, yerini hızla yeni toplumsal oluşumla­ra bırakıyordu. Kilise, özellikle aşağı ve orta sınıflar üzerinde baskısı­nı sürdürebiliyordu ama bilimsel ve düşünsel aydınlanmanın olanaklarıyla güçlenmiş olan merkezi devlet gücü, giderek daha laik yapılara yönelmekteydi. Aklın önderliğinde insanlığın, evrensel mut­luluk yolunda durmadan ilerleyeceği ve bütün engelleri yılmadan aşacağı umuluyordu. Doğu Avrupa da, aydınlanmış despotizm deni­lebilecek olan ve birbirine oldukça benzeyen rejimleriyle, Prusya'nın Büyük Frcderik'i, Rusya'nın Büyük Katerina'sı, Avusturya- Macaristan'ın Maria Theresa'sı gibi güçlü monarkların yönetimindey­di. Kilise içinde bile aydınlanma akımının etkileri görülmeye başla­mıştı. Gerçi o tüyler ürperten Cadı Davaları tümüyle sona ermemişti ama artık cinlerle, cin çıkarmalarla, büyülerle ilgili ne varsa toplum yaşamından, yönetimden ve saygın olan kurumlardan çıkarılmaktay­dı. Mucize ve efsanelere artık yer yoktu.
İşte böyle bir çağda Viyana, Avrupa'nın neredeyse yarısına ege­men, eski dünyanın en eski ve köklü hanedanının idaresinde, Avustur­ya ve Macaristan gibi birbirinden çok farklı iki devletin ortak impara­torluğunun payitahtı ve Dünyanın gerçek bağlamda tek kültür merkezi halindeydi. Paris ancak zaman zaman onunla rekabete girebi­liyordu. O Viyana'da varlıklı ve soylu bir hanımla evlenmiş çok kültür­lü ve olgun bir genç hekimin, çevresinde ve sosyetede uyandıracağı ilgi ve hayranlık, elbette ki bugün bir benzerinin durumuyla kıyaslanamaz.
Ayrıca Mesmer’in daha önceki yaşamında da bilinmeyen ama so­ru işaretleri ile dolu kimi özellikler sözkonusudur. Bir kez gelişiminin başlangıcı kilisedir. Zaten doğumu da, bir Kardinalin maiyetinden olan babası yüzünden, kilisenin mutlak egemenlik alanı olan bir yer­de, kilise ortamında olmuştu. Katolik kilisesinin kendi yakın çevresin­de bulunan zeki ve yetenekli gençleri hiç kaçırmadan himayesine alıp ruhban sınıfında değerlendirmesi ve kilise hizmetinde kalmak üzere yetiştirmesi usuldendir. Nitekim Franz Anton'un 8 kardeşinden biri, Johann Mesmer de kilise tarafından yetiştirilmiş, bir rahip olmuştur. Ancak Franz Anton'un yaptığı gibi, ruhban eğitimiyle başlayıp bir sü­re öyle gittikten sonra felsefe eğitimine, oradan hukuka ve ardından da tıp eğitimine geçip hekim olmak hiç olağan bir şey değildir. Olsa olsa kimileri, özgür misyon okullarında eğitilerek misyoner hekim yapılabilir ki böyle amaçlara yönelik örgün eğitim olanakları o tarih­ten çok sonra ortaya çıkmıştır. O tarihlerde ise kilise ile felsefe, hu­kuk ve tıp alanları henüz kan davalı düşman alanlardı. Mesmer'in 1755'ten 1766'ya kadar, 11 yıl boyunca eğitim giderlerini karşılayabi­lecek ölçüde himaye görmüş olması, aydınlanma akımlarının itici gü­cü olarak rol oynamış ve o sırada çok etkin olan, gizemli ve gizli kentsoylu örgütlerinin etkisini akla getiriyor. Sonradan Mesmer'in ya­kın dostları arasında da böyle devrimci örgütlerin önemli adları sıkça görülmektedir. Kiliseyle örtülü bir çatışma içinde bulunan imparator­luk sarayının el altından himayesi de sözkonusu olabilir.
Ne olursa olsun sonunda Mesmer, muhteşem Viyana'nın bütün kalburüstü aydınlarının saygı ve sevgiyle ziyaret edip toplandıkları bir evin sahibi, rafine ve sofistike bir dünyalı, karizma sahibi bir he­kim olarak ün sahibiydi. Evine sürekli gelip gidenler arasında Haydn, Gluck ve Mozart ailesi sayılabilir. Baba Leopold Mozart, Mesmer'in evini şöyle anlatıyor: "Bahçe, içindeki yollar, heykeller, bir ti­yatro, bir kuş evi, bir güvercinlik ve hepsinin üzerinde, muhteşem manza­rasıyla terası kıyas kabul etmez bir güzelliktedir". Wolfgang Amadeus Mozart'ın ilk opera çalışması olan "Bastien ile Bastienne"in gala temsili Mesmer'in özel tiyatrosunda icra edilmiştir.
Mesmer hekimlik uygulamalarında da çok başarılıydı. Elbette hastalarının büyük çoğunluğu yukarı tabakalardandı. 1773 yılında ona 27 yaşında genç bir kızı getirdiler. Frolayn Österlin adındaki bu kızcağız uzunca bir süreden beri garip rahatsızlıklar geçirmekteydi. Hepsi birbirinden ağır tam on beş ayrı belirtiyle ortaya çıkan bu ra­hatsızlıklar hep belirli aralıklarla ortaya çıkıyor, hasta diğer günlerde pek önemli bir yakınması olmaksızın idare edebiliyordu. Mesmer ön­ce bu krizlerin ortaya çıkışının yıldızlarla ilgisini uzun uzun inceledi. Kısa zamanda krizin yineleyeceğini önceden kestirebilir hale geldi. Ve hastalığın bu seyrini değiştirmeye çalıştı. Mesmer o sırada İngilte­re'de kimi hekimlerin belirli kimi hastalıkları mıknatıslarla iyileştir­diklerini duymuştu. Bu hastada da krizler tıpkı gelgit olgusu gibi oluştuğuna göre mıknatısların yardımıyla yapay bir gelgit olayı yara­tılabilir diye düşündü. Hastaya önce demir içeren bir ilaç içirdi ve sonra özel olarak hazırlanmış üç mıknatısı, biri midesinin üzerine, ikisi bacaklarına olmak üzere hastanın vucuduna yerleştirdi. Birkaç dakika içinde kızcağız vucudunda gizemli bir akımın yukarıdan aşa­ğıya doğru akmaya başladığını hissetti ve ardından da bütün yakın­maları geçiverdi. İyilik durumu saatlarca sürdü. Mesmer bu olayın 28 Temmuz 1774 günü olduğunu belirtiyor.
Mesmer bu tedaviyi uyguladığı sırada ortaya çıkan iyileşmenin yalnızca mıknatıslara bağlı olmadığını, bu sırada kendisinde bulunan bir gücün hastaya geçtiğini ve onu iyileştiren nedenin asıl bu güç ol­duğunu hissetmişti. Mesmer, aydınlanma çağının bir aydını olarak, kendinde sezdiği bu gücün tanrısal ya da doğa dışı bir olgu olduğu­nu elbette ki düşünemezdi. Bunu, bildiği doğa bilimleriyle açıklayabilmeliydi. Günlerce kafa yordu. Ve o çağın fizik bilgilerinin elverdiği şekilde, bu gücün canlıların vucudunda bulunan bir özellik olduğu ve kullanılan mıknatısların yalnızca bu akımı yönlendirdiği sonucuna vardı. Bu güç mıknatısın gücüne benzer bir özellik olmalıydı. Buna, canlılardaki mıknatıs özelliği anlamına gelmek üzere "Magnetismus animalis" adını verdi. Mesmer bu özelliği, yıldızların ve jeolojik olu­şumların etkileriyle kendi vucudunda toplanan bir sıvı gibi düşün­müştü. Frolayn Osterlin'in tedavisini sürdürürken, kendindeki bu sı­vıyı da daha iyi algılamaya çalıştı. Ama tam olarak kavrayamadan kızcağız iyileşiverdi. O kadar iyileşti ki Mesmer'in üvey oğluyla da evlenip onun gelini oldu.
Mesmer bu buluşunu yaptığında tam 40 yaşındaydı. Buluş hızlı bir üne kavuştu. Komşu ülkelerde de büyük ilgi uyandırdı ve Mes­mer çeşitli soyluların ya da varlıklı kimselerin çeşitli hastalıklarının iyileştirilmesi için konaktan konağa, şatodan şatoya davet edilmeye başladı. Yeteneğin öğrenilebilir ve öğretilebilir bir beceri olduğunu henüz farketmiyordu.
Mesmer'in de doğmuş olduğu Konstanz gölü çevresinde, aydın­lanma çağı, Avrupa için rahatsız edici olan bir akımla sarsılmaktaydı. Hemen bütün İsviçre ve Güney Almanya’da Gassner diye birinin öğ­retisi esiyordu.
Mesmer'den birkaç yaş büyük olan Johann Joseph Gassner, Avus­turya'nın Vorarlberg bölgesinde küçük bir köy olan Braz'da 1727'de doğmuştu. 17 yaşındayken rahiplik eğitimine başlamış ve 8 yıl sonra İsviçre'de Klösterle köy kilisesine rahip olarak atanmıştı. Birkaç yıl içinde kendisinde dayanılmaz başağrıları başladı. Bu ağrılar, görme bozukluğu ve kulak çınlamasıyla birlikte ve ağır bir mide bulantısıyla oluyor ve ve hemen her zaman vaaz vermek üzere cemaatın önüne çıktığında başlıyordu. Bu özellik, bu ağrıların şeytanın işi olduğunu düşünmesine yolaçtı ve bunun için kilise büyüklerine, içindeki şeyta­nın çıkartılması için başvurdu. Yapılan şeytan çıkarma işlemi ve ar­dından dua ve perhizlerle geçen bir süreç sonunda başağrıları kaybo­luverdi. Bunun üzerine kendi görev bölgesindeki köylülerin benzer yakınmalarına da kendi yetkisi içinde bu Exorcism (şeytan çıkarma) uygulamalarına başladı. O kadar başarılı oldu ki bunda, ünü saf dağ­lı köylüler arasında hızla yayıldı ve yakın çevrelerden de hastalar akın akın ona gelmeye başladılar. 1774'te Kontes Maria Bernardinc von Wolfegg adlı bir soylu kadını da iyi edivcrince ünü artık sınırlar ötesine de taştı.
Gassner aynı yıl bir kitapçık yayımlayarak geliştirmiş olduğu şey­tan çıkarma işlevini ayrıntılarıyla yazdı. Katolik kilisesine göre, bu gi­bi işlevler tanrı vergisi yeteneklerle değil, kilisenin kesin öğretisine göre her inanmış Hristiyan’ın öğrenerek uygulayabileceği bir bilimle yapılabilir. Bütün dini hizmetler gibi bu da kilisenin yetiştirdiği kim­seler tarafından öğrenilip uygulanabilir. Yeter ki kilisenin denetimin­de kalsın. Basit dua ve ibadet yöntemlerinin ise herkese öğretilmesin­de hiçbir sakınca yoktur. Gassner'in bu kitabı da kilise kurallarına karşı gelmiyordu. Kitabında Gassner, hastalıkları önce ikiye ayırıyor­du. Doğal olan hastalıklar hekimin alanına bırakılmalıydı. Buna kar­şılık doğadışı ya da doğaüstü nedenlere bağlı olanların dinsel yön­temlerle elealınması zorunluydu. Bunları da Gassner üçe ayırmaktaydı: Circumsessio, doğal hastalıkları taklit eden ama şeyta­nın gücüyle ortaya çıkanlar; obsessio kuruntudan ileri gelenler ve possesio da doğrudan doğruya şeytanın marifeti olanlardı. Her üç duru­ma karşı Gassner, Exorcismus Probativus adını verdiği bir deneme yapmaktaydı. Hastaya önce İsa'ya sığınması için kısa bir ibadet yaptı­rıyordu ve ardından hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasını emredi­yordu. Eğer hastalık belirtileri hemen ortaya çıkarsa bunun şeytanın işi olduğu kesindi. Ama hiçbir değişiklik olmazsa o zaman bu hasta hekime götürülmeliydi.
Yukarıda kısaca anlatılmış olan siyasal-sosyal yapı içinde bu du­rum, başlı başına bir sorun olmaya adaydı. Çünkü kilisenin haklı ola­bileceğini ispat edebilecek, kamuoyunun ilgisini ve sempatisini çeke­cek herhangi bir olgu, hemen sarsılmaz gücünü korumaya kararlı katolik kilisesi, aynı gücün bir benzerini elinde tutmak isteyen protestan kilise yapıları, kiliselere karşı kendi dünyevi güçlerini daha ye­ni yeni oluşturup pekiştirmekte olan, kilisenin genel himayesinden faydalanmakta olan küçük krallıkları ve feodal güçleri yeni yeni dize getirmiş olan merkezi krallıklar, evrensel nitelikteki imparatorluklar için böyle bir denge kayması çok ciddi boyutta sonuçlara yolaçabilirdi.
Öte yandan merkezi krallıkların sağlamış olduğu ticari - mali ola­naklarla gelişmiş olan, gelişmiş bir ticaret, para-banka, ve sosyal geli­şimlerden iyice güçlenmiş olan kent soylu sınıfı, yani burjuvazi de şimdilik kaderini daha geri bir sosyal yapı olan kiliseyle değil, daha ileri bir yapı olan merkezi krallıklarla birleştirmişti. Üstelik aydınlan­ma çağının tam da doruğunda bulunuluyordu ve bilim adamları, düşün adamları, sanatçılar ve yazarlar, sürekli ilerleyen bir dünyada dü­nün kurumlarının yeniden itibar kazanmasına asla gözyumamazlardı.
Ancak aydın burjuvazinin tam bir homojenite de göstermediği ke­sindi. İmparatorlar, krallar ve devletlerden yana olan aydınlar olduğu gibi kiliseden yana olan güçlü bir aydın kesimi de vardı ve üstelik pek çok aydın, özellikle sanatçılar da feodal güçlerin yüksek himaye­sinden faydalanıp duruyorlardı. Feodal yönetimlerin birçoğu da ya kilisenin himayesindeydi ya da doğrudan doğruya kardinal- prenslikler, yani yönetim gücü de olan kilise ulularının elindeydi. Rönesanstan bu yana birçok aydın ve sanatçının yaşamı çeşitli feodalle­rin koruması altında oradan oraya dolaşma öyküleriyle, istemeden karışılan siyasal entrikalarla doludur. Dante ya da Da Vinci'den tutun da Bach, Haydn ve Mozart'a kadar pek çok aydının kaderi bir prens­ten öbür kardinale, bir kraldan öbürüne dolaşmakla ve hiç istemeden bir dolu fırıldağa karışıp, haketmedikleri düşmanlıkları çekmekle do­ludur.
Gassner'in yandaşı ve karşıtı olarak da birçok kişi ortaya çıktı. He­men bütün kilise önde gelenleri ve Avrupa'nın soylu aileleri, Gassner'den yana ve ona karşıt olarak ayrılmıştı. Bu durum o sırada yak­laşmakta olan devrimler ve güçlenmiş büyük, merkezi monarşilere karşı, feodal aristokratların muhafazakar tutumlarına denk geliyor ve Avrupa siyasal ortamını yansıtıyordu.
Öte yandan benzeri bir ün sağlamakta olan Mesmer de herkesçe öğrenilebilir bir beceri geliştirerek, karşıt gücü oluşturmaktaydı. Kili­se ileri gelenleri önce Gassner'i ihtiyatla uyarıp üstlerinin izin verdik­leri dışındaki hastalara bakmasını kısıtladılar. Daha sonra Bavyera prens-kardinalinin önünde Mesmer'in yöntemini anlatıp göstermesi istendi. Mesmer orada, birtakım bayılmalardan yakman kilise akade­misinin sekreteri rahip Kennedy de, kendi yöntemi ile önce bayılma­ları ortaya çıkarıp ardından da onu iyi edince 23 Kasım 1775'te krali­yet ve kilisenin ortak yüksek komisyonu, bu yetilerin bilimselliğini resmen kabul ve ilân etti.
Bunun üzerine Gassner, uzak ve küçük bir köye atandı, Exorcism uygulaması yasaklandı ve orada öldü. Böylece ruhsal belirtilerin, bir insanın öğrenilmiş ve edinilmiş yöntemleriyle etkilenerek giderilmesi ve tedavisi dönemi, resmen başlamış oldu. Mesmer'in başarısı atık ke­sindi.
O güne kadar olduğu gibi ondan sonra da Mesmer, Avrupa'nın genel durumundan ve çeşitli siyasal ve toplumsal akımlardan etkile­nerek yaşadı. Viyana'da önemli ve varlıklı bir devlet memurunun gözleri görmeyen bir kızı, Maria Theresa Paradis, kör olmasına karşın piyano çalmadaki başarılarıyla Viyana sosyetesinin ilgisini çekmiş ve bu nedenle İmparatoriçe Maria Theresa’nın da iltifat ve himayesine mazhar olmuştu, lmparatoriçe adaşı olan bu kızı pek seviyor, bu sa­yede kız da, aslında Avrupa'nın en büyük besteci ve virtüözleriyle kaynayan o Viyana'da, pek de haklı olmayan bir ün ve bu arada epey de bir özel servete kavuşmuştu. Merhametiyle ünlü imparatoriçe Maria Theresa, aydınlanma döneminin saygın bir egemeni ola­rak, bu kızcağızın gözlerinin iyi olması için herşeyi yapıyordu. Viyana'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin çok saygın birçok hekimi kızı muayene etmiş, körlüğünün ne nedenini bulabilmiş, ne de tedavi için bir yol gösterebilmişti. Sonunda Doktor Mesmer'e de başvurulması imparatorlukça uygun görüldü. 1776'da bayan Paradis, Mesmer tara­fından muayene edildi.
Mesmer kızın körlüğünün sinirsel niteliğini hemen hissetmişti. Bi­linen seanslarını uygulamaya başladı ve bermutad önemli sayıda se­yirci önünde cereyan eden 3-4 seanstan sonra birden genç kız "görü­yorum!" diye haykırdı.
Genç Paradis'in ilk gördüğünü söylediği şey Mesmer'in, oldukça ihtişamlı olan burnuydu. Bunca yıl körlükten sonra görmeye başlayan genç kız gördüğü şeylerin biçim, renk ve ışıklarının kendini çok rahat­sız ettiğini söyleyerek, sözde acılar içinde kıvranmaya başladı. Gerçek­ten gördüklerini tarif ediyor ve rahatsızlığını belli ediyordu. Bu başarı kızın ailesinin görünürde mutluluğuna, olayın tanıklarının hayranlığı­na yolaçmıştı. Ama Viyana'nın öbür saygın hekimleri ateş püskürüyorlardı. Kızın gerçekte gözlerinin açılmamış olduğunu, yalnızca Mes­mer'in telkinleriyle görürmüş gibi yaptığını ileri sürüyorlardı.
Kızın ailesi ise daha başka bir telaş içindeydi. Sakat olarak onca beceri gösterip ün kazanan kızlarının, sakatlığı olmadan o büyük mü­zik ustaları kentinde hiç başarısı olmayacağını biliyorlardı. Aynca merhametli Imparatoriçenin cömert ihsanları da elbette kesilecekti. Sonuçta kızcağız gene kör oldu, o sözde karanlığına gömüldü.
Bundan sonra Viyana, Mesmer için bir cadı kazanına döndü. Baş­ta Paradis ailesinin dostları ve saraya yakın çevreler olmak üzere bü­tün sosyete ondan yüz çevirmekteydi. Elbette hekim camiası bunun için elinden geleni ardına koymuyordu. Mesmer bunların sonucunda ağır bir depresyonun tam ortasında buldu kendini. Bir süre bununla kendi kendine savaştı. Sonunda bütün varlığını elden çıkararak Av­rupa'nın ikinci büyük merkezine, Paris'e göçetti.
Orada olağanüstü başarılar kazanmakla birlikte devrim öncesi Pa­ris’te gene siyasal gelişmelerden etkilendi. Orada kurmuş olduğu "Societe de İHarmonie" (Dinginlik Derneği) adlı bir dernek bir yandan yönetim öğreti ve gelişimi için çalışırken, bir yandan da yandaş ya da karşıt birçok bilim adamının çatışmalarına yolaçıyordu. Üstelik kralın hafiyeleri de buralardaki kuşkulu etkinliklerden hoşnut değil­diler ve saraya rapor üstüne rapor gitmekteydi. Mesmer'in yakın çevresinde o çağın hemen bütün bilinen isimleri toplanıyordu. Ama kar­şıtları da yenilir yutulur gibi değildi.
Mesmer devrime az kala, daha önce Viyana’dan da ayrılmasına yolaçmış olan bir depresyon içine girdi ve Paris'ten de ayrıldı. Ondan sonraki yaşamı Konstanz gölü kıyılarında bir münzevi olarak geçti. Ayrıntıları pek bilinmeyen bu dönemde onun kendi halinde, kuşları ve hayvanları manyetize etme yetisine bile ulaştığına ilişkin masal ve söylencelerle doludur. Bunlardan birine göre Mesmer, yaşamının so­nunda yaşadığı Meersburg'dan hergün gölün ortasındaki Mainau adasına gidermiş. Oradaki kuş sürüleri onun çevresine toplanır, o yürüdükçe birlikte yürür, oturduğunda çevresinde otururlarmış. Oda­sında kafesinin kapağı hep açık duran bir kanarya varmış. Her sabah kuş Mesmer'in başına konup onu uyandırır, birlikte kahvaltı ederler­miş. 5 Mart 1815 sabahı kuş, kafesinden çıkmamış. Çünkü o gece bü­yük usta son nefesini vermiş.
Charles Richet'e göre "Manyetizmi kuşkusuz Mesmer başlatmıştır. Fakat onu bulan Puységur'dur". Gerçekten de Puységur un çaba ve ba­şarıları olmasaydı Mesmer belki de bir büyük hokkabaz olarak kala­cak ve dinamik psikolojinin gelişimi bir yüz yıl gecikecekti.
Puységur adı gerçekte, üçü de Mesmer'in en heyecanlı öğrencileri olan ve üçü de birbirinden ekzantrik üç kardeşin adıdır. Bunlardan en küçüğü Vikont Jacques Maxime de Chastenet de Puységur iyi bir askerdi. Bayonne'da bir askeri geçit töreni sırasında subaylardan biri, geçirdiği bir apopleksiyle törenin ortasında çayıra devrildi. Vikont hemen onun yanına koşarak bütün askerlerin gözü önünde onu man­yetize etti ve iyileştirdi. Ondan sonra birliğindeki hasta askerlerin te­davisiyle görevlendirildi. İkinci kardeş olan Antoine-Hyacithe Compte de Chastenet denizciydi. Manyetizmi Fransız sömürgesi olan Saint Dominque'e götürmüş ve oradaki zencilere uygulayarak onlardan da bolca manyetizör yetiştirmiştir. Üç kardeşin en büyüğü olan Amand- Marie-Jacques de Chastenet Marquis de Puységur bir topçu subayıy­dı ve ailenin arazilerinin yönetimi onun elindeydi. Bir süre Cebelitarıkta görev yapmış, Rusya'ya giden bir elçilik misyonuna da katılmış­tı. Vakti askerlik göreviyle, Soissons yakınlarındaki Buzancy'deki şatosu arasında geçiyordu. Çağının bir çok aristokratı gibi onun da şatosunda bir "cabinet de physicjue" bulunuyordu ve Marquis orada elektrik üzerinde deneyler yapmaktaydı. Mesmerizme karşı önceleri kuşkulu ve olumsuz duruyordu. Fakat kardeşleri tarafından ikna edildi ve o küçük kabinesinde manyetizm deneylerine başlamakla kalmadı, bireysel ve kollektif tedavilere de girişti.
Markinin hastalarından biri, uzun yıllardan beri ailenin hizmetin­de olan çiftçilerden birinin genç oğlu Victor Race hafif bir solunum hastalığından yakınmaktaydı. Marki etkisini denemek için onu man­yetize etmek istedi. Victor çok kolay manyetize oldu, fakat o zamana kadar manyetize edilen insanlardan çok farklı şekilde, hiçbir çırpın­ma belirtisi göstermeden, uyanık durumundan daha uyanık olduğu izlenimini veren bir uyku durumuna girdi. Konuşuyor, sorulanları yanıtlıyor ve uyanık olduğu durumdan çok daha parlak bir zihinsel yeti gösteriyordu. Marki fısıldayarak ya da içinden bir şarkı mırıl­dandığında Victor aynı şarkıyı yüksek sesle ve doğru olarak söylü­yordu. Seansın bitiminde Victor olup bitenleri hiç anımsamıyordu. Puységur bu seansı gerek Victoria gerekse başkalarıyla yinelemeye başladı. Bu tipte manyetize edilenler kendi hastalıklarının tanısını ve olası seyrini bilebiliyor, gereken tedavi için yol gösterebiliyorlardı. Kısa zamanda hasta olarak başvuranların sayısı öyle arttı ki Marki toplu tedavi seansları hazırlamak zorunda kaldı. Bunun için şatonun bahçesinde, çevresinden sular fışkıran bir ağacı seçti. Köylüler bunun çevresinde oturuyor ve bir ucu ağacın dallarına bağlı olan iplerin öbür ucunu kendi hasta taraflarına doluyorlardı. Sonra bir halka ha­linde birer parmaklarını birbirlerine dokunduruyor ve az sonra bir akımın halkanın içinde dönmeye başladığını hissediyorlardı. O za­man marki aralarından birkaçını seçiyor ve elindeki bastonla dokuna­rak onları derin uykuya sokuyordu. Marki'nin "hekim" dediği bu de­nekler diğerlerinin arasında dolaşıp elleriyle onlara dokunarak onların hastalığını teşhis ediyor, tedavi için yol gösteriyorlardı. Uyan­ma buyruğu verildiğinde hiçbiri, bir şey anımsamıyordu.
Puységur bu deneyleri ve tedavileri Victoria yapmayı sürdürdü, onu Paris’e götürerek gösteriler yaptı. Yakın ve doğru gözlemleriyle bu olgunun gerçeğini çok daha doğru bir biçimde açıklayabildi. Ve bugün de geçerli olan kimi ilkeler koydu.
Mesmer 1779'da kendi buluşlarının esaslarını 27 madde halinde açıklamıştı. Ona göre özetle evrende varolan bütün cisimlerin ara­sını dolduran sıvısal bir madde vardı ve bu, insanları ve canlıları, yeryüzü ve öbür gök cisimleriyle birleştirirdi. Bu sıvı insan vucudunun içini de doldurmaktaydı. Hastalık bu sıvının vücut içinde eşit­siz dağılımından oluşuyordu. Belli tekniklerin kullanımıyla bu sıvı­nın yönü değiştirilebilir, depolanabilir ve öbür insanlara geçirilebilirdi. Vücut içindeki dengenin yeniden kurulmasıyla iyileş­me sağlanırdı. Ona göre "Yalnız tek bir hastalık ve tek bir tedavi" var­dı. O da sıvı dengesinin bozulması ve düzeltilmesinden ibaretti. Puységur ise Victor'un yeteneği sayesinde sözkonusu gücün bir sıvıdan falan değil manyetizörün iradesinden kaynaklandığını, manyetizmin panayır gösterisi olarak hiçbir zaman kullanılmaması gercktiğini her zaman ve yalnız tedavi amacıyla uygulanabileceğini, insanların kendi sorun ve dertlerine ilişkin, gündelik yaşam sırasın­da farkına varmadıkları, derin ve doğru bilgilere sahip olduklarını ve ancak manyetizm sırasında yoğunlaşan dikkatleriyle bunu dışarı vurabildiklerini ortaya çıkardı.
1785 ağustosunda Puységur, Strasbourg'daki topçu alayına atandı. İstek üzerine oradaki Mason locasında bir ders verdi ve ulaştığı ilke­leri şu sözlerle açıkladı:
"içimde bir gücün varlığım inanıyorum.
Bu inançla onu dışarı çıkarmak istiyorum.
Manyetizmin bütün gizi iki sözcüktedir; inan ve iste.
İnsan kardeşlerimin yaşam gücünü harekete geçirecek güce sahip oldu­ğuma inanıyorum; onu kullanmak istiyorum. Benim bilim ve becerim bun­dan ibarettir.
İnanınız ve isteyiniz kardeşlerim. Hepiniz aynını yapabilirsiniz."
Orada Puységur, Societe Harmonique des Amis Réunis adıyla bir dernek kurdu. 1789'da Alsace aristokrasisinin çoğunun katıldığı iki yüzden fazla kişi eğitilmişti ve tedavi uyguluyorlardı. Bütün tedavi­ler parasız yapılıyordu. Asıl önemli olan, herbirinin bütün hastalarının, tanılarının ve yapılan tedavinin titiz şekilde kayıtlarını tutmaları ve düzenli raporlarla bu derneğe, yazılı olarak bildirmeleriydi. Toplu tedaviler ve deneyler de artık yapılmıyordu. Kamu önünde gösteriler de kaldırılmıştı.
Bu deneyler ve çalışmalar sürseydi psikoloji ve psikopatoloji belki de çok daha önce tarih sahnesine çıkabilirdi; bilinmiyor. Çünkü dev­rim herşeyi sona erdirdi. Aristokratların çoğu kaçtı. Kaçmayanlar tutuklandı, hapsedildi, kafaları kesildi. Puységur da iki yıl hapiste kal­dı. Sonra hapisten çıktı, şatosunun bulunduğu Soisson'a vali oldu. Şiir yazmaya başladı. Bu arada manyetizmi de yeniden ele aldı. Napolyon'un yenilgileriyle 1818'de Buzancy'ye döndü. Victor'un ağır hasta olduğunu, duyunca hemen yanına koştu. Onu ilk olarak manye­tize ettiği aynı kulübede yeniden manyetize ederek iyileştirmeye ça­lıştı. Bu arada, Victor'un 45 yıl önceki manyetik seanslarda yaşadığı her ayrıntıyı hatırladığını şaşkınlıkla gördü. Victor kısa bir süre iyileştiyse de uzun yaşamadı. Marki onun mezarına, ona olan saygı ve hayranlığını ifade eden güzel bir kitabe dikti. Puységur kendi de 84 yaşında öldü.
Manyetizmle uğraştığı sürece onun yetiştirdiği binleri bulan öğ­renci, artık Mesmer'in adı hiç bilinmiyorken ondan, yalnızca yapılan tedavinin Mesmcrizm olduğunu duydular. Çok büyük katkılarına karşın hiçbir zaman sanatı sahiplenmeye kalkışmadı. Son olarak teda­vi ettiği Alexandre Hebert adında 12 yaşında bir çocuktu. Çocuk çok şiddetli korku nöbetleri geçiriyordu. Marki altı ay boyunca çocuğu gece ve gündüz hiç yanından ayırmadı. Yaptığı bu tedavi 150 yıl son­ra psikotik hastaların tedavisi için önerilen ve uygulanan tedavi şe­malarının hemen hemen aynıydı. Çok sonraları, Puységur'ün çalış­maları ortaya çıkarıldığında psikodinamik pekçok olgunun onun tarafından gözlenerek kullanıldığı da görüldü. Ağır ruhsal hastalıkla­rın bir tür hipnotik somnambülizm (uyurgezerlik) olduğu görüşüyle pek çok klinik tabloyu titizlikle incelemiş, onları içinde bulundukları­nı düşündüğü bu durumdan çıkarmak için manyetizmi tersine işlete­rek kullanmaya çalışmıştı. Yöntemleri gerçekten bugün ağır akıl has­talarına uygulanan psikoterapilere çok benzemektedir. Puységur kuşkusuz ki çok namuslu bir bilim öncüsüydü.
Hipnozun doğa bilimleri ve tıp alanına girişi Mesmer ve Puységur ve onları izleyenler tarafından XVIII. yüzyılda olmuş, sa­ğaltım yöntemi olarak yayılması ve kabulü de XIX. yüzyılı bulmuşsa da bu yöntemin hemen hemen aynı biçimde, hem de sağaltım ama­cıyla taa Sümerlerden beri, aşağı yukarı 5-6 bin yıldır kullanıldığını artık biliyoruz. Daha Sümer uygarlığında, kent krallarının önderliğin­de oluşmaya başlayan ruhban ekibinin, özellikle de sağlık alanındaki dilek ve yakınmalar için çok bilinçli bir biçimde, bu günkü uygulanı­şını çok andıran yöntemlerle hipnozu uyguladıklarını biliyoruz. Gene yaklaşık aynı çağlardan kalan Hint Veda'larında bir hipnoterapinin hemen tam ayrıntılı tanımını buluyoruz. "Yüreğin dağılıp şaşırmaya­cağı, korkuya kapılmayacağı sessiz ve dingin bir yerde toplansınlar (insan­lar). Oturt onları. Yerde girinti çıkıntı olmasın. Işık eksik olmasın. Ya bağdaş kursunlar ya da diz çöksünler. Gözlerini burnunun en ucuna dik­sin, ellerini yan yana, ayaklarını yanyana koysun. Yüreğinden bütün kay­gılan ve düşünceleri atsın. Yalnız Pranon'un adını düşünsün ve söylesin. Bu adı söylerken onu aklından düşlesin."
Daha başka bir yerde de soluk alıp, soluğu içinde tutup yavaş yavaş dışarı verirken seksen kez "Om" sözcüğünü söylemek öneril­mekte.
En eski ve ayrıntılı tedavi kitabı sayılan ve yirmi metre papirüs üzerinde bütün bilinen reçeteler ve sağaltım yöntemlerini anlatan ün­lü "Ebers Papirüsü"nde, "Kollarındaki ağrıyı gidermek için sen ellerinle ona dokun ve ağrının çekip gideceğini söyle" denilerek, hemen hemen en çağdaş bir hipnoz tedavisi anlatılmaktadır.
Daha sonraları eski Yunanda, Aklepios tapınaklarında uygulanan sağaltımda uykunun nasıl kullanıldığı da çok söylenmiş ve yazılmış­tır. Özellikle Bergama'da Asklepion’u görenlerin kolayca izleyebilece­ği gibi, bu tapınaklarda sağaltım şöyle yürüyordu: Hastalar daha ta­pınağa ayak basmadan belirli temizlik törenleri başlıyordu. Az fark­larla abdest almayı andıran bu törenler, tapınağın her dönemecinde vucudun bir başka tarafının temizlenip yıkanması şeklinde, adım adım ilerliyordu. Daha sonra bir iki günlük sıkı bir oruç ve perhiz sü­resi geliyordu. Bunu bir dizi banyolar, çeşitli merhem ve kremlerle yapılan masajlar, tütsüler ve yeniden yıkanmalar ve güzel kokular iz­liyordu. Bu arada oldukça güzel yörelerde kurulu olan bu tapınakla­rın özgün tiyatrolarında keyifli ve umut aşılayan oyunlarla da genel moralin yüksek tutulmasına özen gösteriliyordu. Asklepiad adı veri­len hekim-rahipler daha önce bu tapınakta şifa bulmuş olanların ver­miş oldukları sunu, yazıt ve taşları da özenle sergiliyor ve beklentiyi en üst düzeye çıkartıyorlardı. Böyle üç-beş gün süren bir hazırlık dö­neminden sonra asıl sağaltım günü geliyordu. Hasta önce bir kurban kesiyor, sonra şifalı sularla yeniden yıkanıyor ve uzun bir tünele giri­yordu. Loş ve gizemli tünel boyunca ağır ağır ilerlerken, kendisi hakkında o güne dek yeterince bilgi edinmiş olan asklepiadlar, tünelin üzerinde ve yanlarındaki, sesi boğuklaştırarak tanınmaz hale getiren özgün konuşma borularından hastaya sesleniyor ve az sonra yatacağı uyku sırasında tanrının gelip ona doğru yolu göstereceğini fısıldıyor­lardı. Sonunda uyuma hücresine varılıyor, çevrede kaynayan zararsız yılanların vereceği ürküntü de buna eklenmişken bir de tam yatağın başucuna konmuş hazır bekleyen, afyon ve çeşitli otlarla karıştırılmış bir testi şarap, son direnme olasılıklarını da gideriyor ve hasta umut dolu, derin bir uykuya dalıyordu. İyice karanlık çökünce tanrının kılı­ğına girmiş bir asklepiad da sessizce yaklaşıyor ve hastaya kendi iyileşme yollarını düşünde göreceğini fısıldıyordu. Bütün sahne tam ve kesin bir telkin için gereken herşeyi sağlamış oluyordu. Böylece hasta uykusunda, kendi derdinin nedenleri ve şifa yollarına ilişkin bir düşü artık kaçınılmaz bir şekilde ve mutlaka görecekti. Düşün anlaşılmaz bir tarafı kalmışsa bunu da bu seansın bitiminde asklepiadlar, günler boyunca hastanın kendisinden öğrendiklerinin de ışığında güzelce yorumluyorlardı. Böylece ulaşılan, psikosomatik diye adlandırdığı­mız bütün hastalıkların gerçek ve tam bir iyileşmesi oluyordu.
Daha sonra ve daha önce de hemen her bölgede, her inanç siste­minde telkine ve uykuya, telkinle sağlanan ve yönlendirilen uykuya, böyle bir uykuda görülen düşlere dayalı pek çok kurum, ocak ve mezhep gelişmiş, etkin olmuş ve ardında bir söylence bırakmıştır. Bu tür kurumlar genellikle hermetik dediğimiz, kendi içine kapalı öğ­retiler olurlar. Her meslek ve sanatın gerçekte hermetik bir yanı var­dır. Hepsi bütün isteyenlere açık bilgiler oluşturur ancak bu bilgilerin gene de belirli ön koşulları yerine getiren, belli özellikleri gösteren kimselerden gayrısına geçmemesi, belli bir ocağın ya da birliğin malı olarak kalmasını sağlamaya yönelik önlemler alırlar. Bu tür yönelişle­rin nedeni ve düzeneği çok incelenmiştir ve bu kitapçığın kapsamına sığmaz. Ama özellikle de aydınlanma çağının sonlarına değin, bu tür "kapalı kapılar ardında" oluşup gelişen böyle bilgi ve beceriler, hele başarılıysalar, saygınlık u yandırıyorlarsa ve yaygın yandaşlar bulma olasılıkları da varsa aynı zamanda çok da düşman kazanırlar. Bu düşmanlıklar çoğu kez ölümcül ve yıkıcıdır.
İşte bu hipnoz yöntemine başvurmak yoluyla geliştirilmiş olan sa­ğaltım yolları, sağaltıcı kişiler, bu yoldan elde edilen bilgiler de hep aynı akıbete uğramıştır. Büyük Pitagoras’tan, Hipokrat'a kadar, eski Ninova inançlarından, Kaide ocaklarına, İskenderiye bilginlerine ka­dar bütün bilgeler öldürülmüş ya da kovulmuş, yapıtları ve bilgileri yakılmış, yok edilmiş, okul ve akımları çökertilmiştir. Tarihin, tarih boyunca sürmüş olan en büyük jenosidi (soykırım-katliam) , bilenlere ve bilgelere karşı yürütülmüş olanıdır. Her bilim dalının, her türlü düşünce ve aydın­lanma akımının öyküsünde böyle kara ve kanlı sayfalar Vardır.
İşte hipnozun geçmişindeki bu tür sayfalar da giderek onun daha gizli ve gizemli ortamlarda, topluluklarda ve derneklerde kullanılma­sına yol açmıştır. Her seferinde de ezilen ve yokedilen bu ocaklarda elde edilmiş olan bilgilerin, biriken deneyimlerin yitip gitmiş olması insanlık için büyük kayıplar olmuştur. Bir düşününce onların yardı­mıyla insan uygarlığının daha büyük adımlar atabileceği düşünülür. Ama insanlığın kendisi eğer bu adımlara hazır değilse atılan bu adımlar kuşkusuz bir işe yaramazdı.
Daha önemli bir sonuç da yöntemin kendisinin gizem akımlarının malı olmuş olmadı ve bu güne kadar korkuyla karışık gizli bir yete­nek ünü kazanmış olmasıdır. Bu ün bugün de anlaşılması kolay ol­mayan birçok çalışmayı örtmektedir.
İsa'dan önceki ve sonraki yüzyıllarda Roma egemenliğinin baskısı altında kimi toplumsal gelişmeler gösteren Yahudi inancı da kendi içinde bu tür gizem toplulukları geliştirmiş, bunlardan hristiyanlığın doğuş ve gelişiminde de büyük rolü olduğu anlaşılan Esse'ler, o çağ­da İskenderiye'de toplanmış olan bilgeler ve bilginler kümesi arasın­da benzeri gizem bilgileri ile uğraşan bir sistem oluşturmuşlardı. Da­ha sonra Kabala öğretisi olarak süren bu ayrım da aynı şekilde hipnoz yöntemi ve hipnotik bilgiyi büyük ölçüde toplamış ve kullan­mış olsa gerek. Ne var ki ilk çağın hemen bütün bilgilerini toplamış olan İskenderiye Bilgiler Evi Kitaplığındaki 700.000 yazıt I.Ö. 47 yı­lında Sezarın buyruğuyla yakıldı. Oradan kaçırılmış olan 200.000 cil­di Antonius Kleopatraya armağan olarak verdi. Ama bunları da daha sonra hristiyan imparator Theophilus kül etti. Daha Isadan 1700 yıl önce, Babil egemeni Hammurabi, Fırat boylarındaki Mari kralını yenince onun biriktirdiği Akad, Sümer, Huri yapıtlarından oluşan bin­lerce tabletlik bir kitaplığı yoketmişti. Yuda kralı Yoahim, Yerimyas'taki kitaplığı yaktırdı. Büyük İskender Persleri yenip de Persepolis’e girdiğinde ilk yaptığı, 12.000 öküz postuna yazılmış olan kutsal kitap Avesta'yı yakıp yoketmek oldu. Bu yakıp yok etme işlemi, bilin­diği gibi hiç bitmedi. Bilgiyi bir gizem yöntemi olarak benimseyip kullananlar da bilgileriyle aynı kaderi paylaşmaya başladılar. Avrupa'da 1000 yıl süren Cadı kovuşturmalarıyla toplam 55 milyon insan ateşler içinde canverdi. Bunların çoğu yalnızca merak eden ve bilmek isteyen, geri kalanları da toplu bir hipnozun etkisinde kalmış olanlar­dı. Aydınlanma yerleştikten, hatta devrimler başladıktan sonra bile insanlar yakılmaya devam ediyordu. Avrupada son insan cadılık ve büyücülük yaptığı gerekçesiyle XVIII. yüzyılın son çeyreğinde 1794 yılında yakılmıştır. Ondan sonra gelenler artık insanları değil, yalnız kitapları yakıyorlar. İnsanları ise ya gazlıyorlar, ya da beslemeyip ası­yorlar.
İşte Mesmer ve Puységur'un ulaştıkları nokta, bilimsel devrimler olarak böyle bir tarih zemininde doğdu. Gene de bir gizem yöntemi olarak yitip gitmek ve kimbilir hangi despot tarafından yakılmak teh­likesi ile karşılaşacaktı; eğer Cagliostro gibi birisinin kullanımında kalsaydı, eğer Almanya’da tıp okullarında ele alınmış olmasaydı ve eğer Manchester'li hekim James Braid'in eline geçmeseydi.
Bulucusu ve araştırıcısının yeterince geliştiğini görememelerine karşın hayvansal manyetizm kavramı ilgi çekmeyi sürdürdü. Mes­mer'in de Puységur'ün da adları bilinmiyordu pek ama gerek Fransa, gerek Almanya'da bu yöntemle tedaviler yayılmaktaydı. Fransa'da Deleuze, Bertrand, Noizet, daha sonra Charpignon, Teste, Gauthier, Lafontaine, Despine, Dupotet, Durand gibi daha birçok önemli hekim ve araştırıcı bu alana emek vermişlerdir. Bütün bu araştırıcılar "Rapport" denilen ve manyetize edilenle manyetizör arasındaki sözel iliş­kinin önemini kavramışlardı. Ancak, yaptıkları onca deneylere ve hepsini sadakatla kaydetmelerine karşın bütün XIX. yüzyıl boyunca tekniğe ve açıklayıcı temel bilgiye pek bir şey ekleyemediler. Alman­ya'da da bu yöntem büyük ilgiyle izlenip uygulanıyor, fakat orada daha değişik bir nitelik gösteriyordu. Bunun en önemli nedeni Mesmerizm'in Fransa'da daha çok aydınlar arasında ilgi görmesi ve aka­demik çevrelerde çok fazla ciddiye alınmamasına karşın Almanya'da üniversitelerin bu alana çok canlı bir ilgi göstermeleridir. Prusya hü­kümetinin konuyu incelemesinden sonra 1816'da Berlin ve Bonn üni­versitelerinde Mesmerizm kürsüleri kuruldu. Ayrıca Almanya'da ola­ğanüstü yetenekli kimileri de, Mesmerizm yardımıyla, o sıralarda ak­tüel inceleme alanı sayılan, doğaüstü fenomenlerin incelenmesinde kullanılmaktaydı. Bu kişilerden bazıları ülke çapında tanınıyor ve il­giyle izleniyordu. Gmelin, Kluge, Hufeland kardeşler, Kicser, Nasse, Passavant ve Jolfart gibi bilginler bu konuda çok büyük bir ilgiyle yoğun çalışmalar içindeydiler. Ancak bütün bu gelişmelere karşın, Almanya’da romantik spiritizmin konu üzerindeki etkinliği nedeniyle klinik uygulama gecikiyordu. Bu konuyu geliştirebilen gene Fransa oldu ve önce Liebeault ve Bernhaim ile Nancy okulu, ondan az sonra da ünü çok yaygın bir bilgin olan jean-Martin Charcot ve onun yö­nettiği Salpetriere okulu Mesmerizm, Manyetizm ve Hipnotizm adla­rını almış olan bu olgu ve tekniği bir daha kalkmamak üzere klinik­teki tahtına oturttular. Bu gün de, biraz eprimiş, eskimiş ve yıpranmış da olsa o tahtta oturmaya devam ediyor.
Manchester'deki göz hekimi James Braid, 13.11.1841'de bir hipnoz gösterisine katıldı. Eğlenceli bir hokkabazlık izleyeceğinden kuşkusu yoktu buraya gelirken. Ama gösteriyi izlerken yavaş yavaş yerinde doğruldu ve olup biteni daha dikkatli izlemeye başladı. Çünkü, uyu­tulan kişinin bu manyetik uykuya girmeden önce gözkapaklarının garip bir biçimde titreyip kırpışmakta olduğunu görmüştü. Bu olgu o zamana kadar kimsenin dikkatini çekmemişti. Kuşkusuz Braid'in de dikkatini çekmezdi, eğer o bir göz hekimi ve keskin bir gözlemci ol­masaydı. Bunu görür görmez bu gözkapağı seyrimesinin taklit edile­meyeceğini, istemli olarak yapılmasının mümkün olmadığını hemen farketmişti. O halde bu olay bir hokkabazlık ya da sahtekarlık ola­mazdı. Ama istemli olarak yapılamayan bu seyirmenin nedenini de merak etmeye başladı. Önce benzeri gösterileri izlemeye başladı. Bunları bulmak da hiç zor olmuyordu. O sırada hemen her eğlence yerinde, her kibar hanımın salonunda benzeri gösteriler yapılıp duru­yordu. Braid, katıldığı her gösteride aynı seyirmeyi görünce bu uy­kunun hemen öncesinde gözlerde bir yorgunluğun, bir bitkinlik duy­gusunun olması gerektiği sonucuna vardı. Muayenehanesine sürekli gelip giden madencilerden bir genci bir koltuğa oturtarak karşısına koyduğu boş bir şişeye sürekli bakmasını istedi. Üç dakika içinde genç işçinin gözlerinde aynı seğirme başladı ve hemen ardından da genç derin bir uykuya daldı. Ardından Braid bir madencinin hanı­mından porselen bir kâseye aynı şekilde sürekli bakmasını rica etti. İki dakika içinde bu kadının da gözleri seyrimeye başlamış ve ardın­dan da bilinen uyku bastırmıştı. Durum Dr. Braid için apaçıktı: De­mek ki şu ünlü uykuyu sağlamakta kişisel ya da kişiler arası bir mıktamsı etkisi sözkonusu değildi. XIX. yüzyılın bilinçli bir hekimi olarak Braid disiplinli bir şekilde düşünmeye koyuldu. Demek ki burada sözkonusu olan, bir kişiden hasta ya da deneğe doğru iletilen bir güç değildi. Bu doğrudan doğruya, yönlendirilmiş bir uykudan ibaretti. Uyuyabilmek için hayali bir otlaktaki koyunları saymak ya da bir konferansı dikkatle izlerken uyuyup kalmak gibi bir şeydi. Ama kuşkusuz ki esas olan bir uykuydu. Braid bu uykuyu, eski Yunanca uy­ku anlamına gelen Hypnos sözcüğünden türeterek Hipnoz diye ad­landırmanın daha doğru olacağını ileri sürdü. Eğer bu bir uykuysa ne menem bir uykuydu? Kişi bu uyku sırasında konuşabiliyor, sorulanları yanıtlayabiliyor, verilen emirlere uyuyor, yürüyüp hareket edebiliyor ve bu sırada gözleri de açık olabiliyor ve bu uykuda yü­rürken önüne konulan engelleri görüyor, onlara çarpıp tökezlemeden yolunu bulabiliyordu. O halde bu tam derin bir uyku değil, değişik bir uyku biçimi, o sıralarda tıbbı epeyce uğraştıran uykuda yürüme, yani Somnambulizm gibi bir şey olmalıydı. Bu yüzden de sadece uy­ku olarak değil de uykululuk durumu gibi bir anlama gelecek biçim­de, o günlerde tıptaki adlandırmalarda çok kullanılan bir türetmeyle, psikoz, dermatoz, skleroz der gibi "Hipnoz" demek daha doğru olacaktı.
Braid araştırmalarını sürdürdü. Kendi yaptığı deneylerde bir nes­neye bakışları fikse etmenin [güçlü, ağır, demir gibi, kuvvetli]  hipnoz için yeterli olduğunu saptamıştı. Disiplinli bir bilim adamı olarak ardarda deneyler yapmaya ve deney sırasında olup bitenleri ayrıntılarıyla not etmeye girişti. Braid bu araştırmalarında gerçekten yüzlerce yıldan beri bilinen ama hiç bili­min alanına alınmamış bir gerçeği yakalamıştı. Tarihte örneğin mate­matikçi, filozof ve hekim olan Geronimo Cardanano daha 1535'te kişi­yi parlak bir cisme sürekli baktırarak uyku sağlayabildiğini yazmıştı. Paracelsus, "Opera" adlı eserinde Güney Almanya’daki bir manastırda keşişlerin hastalarına parlak bir kristal göstererek uyumalarını sağla­dıklarını anlatmıştı. Dahası Aynaroz’un keşişlerinin kendi göbekleri­ne gözlerini dikerek kolayca uykuya daldırdıkları biliniyordu. Hatta bu yüzden onlara "Göbeğe bakar" gibi bir ad da konmuştu. Ama Braid tam da bu yüzden, yani herkesin öteden beri bildiği bir olguya dik­kat ettiği ve onu bilimsel bir gözlükle ve tam bir disiplinle inceleme­ye aldığı için "Bilim adamı" sıfatını hakediyordu ve ele aldığı konuda çağdaşlarından fersah fersah ileri geçivermişti.
Bu uykuyu Braid önce bildiği fizyolojik olgularla açıklamaya gi­rişti. Sürekli aynı yere bakışla görme sinirinim göz küresini ve gözkapaklarını hareket ettiren kasların uyarılabilirliği azalıyor, bu sırada konsantrasyon sonucu solunum azalıyor, bu da beyindeki kan dolaşı­mını azaltıyordu. Göz yuvarlağı kuruyor, bunun sonucunda da o bili­nen seyirme başlıyor, sonunda da gözkapakları düşüyordu. Ancak bu arada hipnozun psişik yönü de unutulmamalıydı. Braid çalışmaların­da bu uykuda bilinç yitiminin değil, tam tersine artmış bir konsant­rasyonunun ve yüksek bir iradenin sözkonusu olduğunu da sezmişti. Bu araştırmalarını yaparken Braid de daha önce anlatılan düşmanlık­lardan nasibini aldı. Büyük bir karşıtlar cephesiyle savaşmak zorun­da kaldı. Onun asıl amacı, bu yöntemi ameliyatlar sırasında ağrı duy­gusunu ortadan kaldırmada, yani anestezi için kullanabilmekti. Ki bu öngörüsünde de haklı olduğunu bu gün kesinlikle biliyoruz. Ama tam bu sırada kloroform bulundu ve Braid derhal unutuluverdi.
Bundan 30 yıl sonra büyük bir bilim adamı Jean Martin Charcot, Paris'de hipnozu yeniden elealdı. Ondan 7-8 yıl sonra da Nancy'de Hypolyte Bernheim aynı konuda çalışmalara başladı. İkisi de, özellik­le Charcot hafife ve alaya alınabilecek kimseler değildi. Charcot hip­nozu o sırada histerik denilen felçlerde ve benzeri belirtilerde sağal­tım amacıyla kullanıyor ve bu iyileştirmeleri geniş bir hekim ve öğrenci kitlesi önünde yapıyordu. Onun açıklaması, hipnozda uyku­nun tam tersine artmış bir sinir-kas uyanıklığının sözkonusu oldu­ğuydu. Bu kavrama göre hipnoz da tıpkı histeri gibi bir nörozdu, ama yapay bir nörozdu. Buna karşılık Bernheim'a göre hipnozun me­kanizması denek olan kişinin kendisinde yatıyordu. Bu açıklamaya göre denek ya da hasta, telkine açık bir durumda bulunduğu ve ken­di düş gücü içinde yoğunlaştığı için hipnoz adı verilen durum ortaya çıkmaktaydı. Yani bütün olup bitenler hipnotize olan kişinin kendi ruhsal yaşamı içinde olup bitiyordu. Hipnozu yapan, yalnızca bir aracı ve dikkatin yoğunlaşarak yönetimin devredildiği bir objeydi.
Bu iki görüş arasında oldukça sert bir savaş başladı. Hipnoz ola­yının yalnızca hipnotize olan kişinin düşgücü ve telkin altına girme isteğine bağlı olduğunu ileri süren Bernheim ve Nancy okulu bu sa­vaşı giderek yitirdi. Ancak çok sonraları, beyin faliyetini, beyin elek­trik akımlarını yazarak incelemek olanağı elde edildikten ve bu arada uyku üzerinde de araştırmalar yapılmaya başlanıp da uykunun ve uykuyla ilgili ve ona benzer durumların fizyolojisi araştırılmaya baş­ladıktan sonra bu sorular da yanıt bulmaya başladı. Ama bu gün as­lında onların haklı olduğunu artık biliyoruz.
Charcot'nun bu tartışmalar sırasında daha etkin ve başat görün­mesi nedeniyle, Sigmund Freud o sıralarda üzerinde çalışmakta oldu­ğu histeri olgularının incelenmesi ve sağaltımında hipnoz yöntemini kullanmaya başladı. Onun kullandığı teknik de Charcot’ya dayanı­yordu. Ancak uzun bir süre sonra ve histerinin ve diğer nörozların nedenlerine ilişkin çalışmaları ilerledikten sonra, hastanın içsel gereksinimlerinin Charcot'nun yaklaşımını giderek haksız çıkardığını görerek hipnozun hiç de gerekli olmadığı sonucuna vardı ve asıl yöntemi olan serbest çağrışım yöntemine geçti. Bununla birlikte hipnoz çalış­malarının ve yönteminin dinamik psikiyatrinin, psikanalizin gelişi­minde oynadığı rol kesinlikle yadsınamaz. Hatta rahatlıkla denilebilir ki dinamik psikiyatri temelini hipnozla, daha Mesmer kendinden do­ğan bir gücün hastası üzerinde doğrudan doğruya etkin olduğunu hissettiği an atmıştır. Hipnozun tarihi, hiç değilse başlangıcında, di­namik psikiyatrinin ve psikolojinin tarihiyle içiçe yürümüştür. İleride göreceğimiz gibi bu gün de hipnoz, dinamik psikiyatrinin önemli bir dalı olarak önemini korumaktadır.
Şimdiye kadar belirtilenlerden hipnoz olgusunda iki faktörün et­kin olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri denek ya da hastanın belli bir ojeye dikkatini yoğunlaştırması sonucu ortaya çıkan durum, öbürü de hipnotizörün uygulamakta olduğu telkin.

Hipnozu bir panayır ya da gece klübünde bile izlemiş olsanız, bunda hipnoza giren kişiye sözel olarak verilmiş olan telkinin mutla­ka farkına varmışsınızdır. Gerçekten bugün de bu görüngünün, te­melde bir telkin olgusuna bağlı olduğu, telkinin bunda başrolü oyna­dığı, yöntemi inceleyen bütün araştırmaların, hangi temel kurama bağlı olurlarsa olsunlar, üzerlerinde birleştikleri bir noktadır. Hipnoz kesinlikle bir hipnoz olayıdır.
Hipnozda rol oynayan diğer faktörler de vardır. Bunda dikkat, al­gılama, bellek gibi diğer zihinsel yeti ve eylemler de çok önemli ve özgün anlamlar kazanmaktadır. Bunları sırayla görmeye öncelikle "telkin" adını verdiğimiz ruhsal olay ve görüngüyle başlamalıyız.
Telkin denilen olayın anlamı bütün açıklamalara ve enine boyuna araştırmalara karşın gene de tartışmalıdır. Telkin, çok kaba bir tanım­lamayla bir kişinin, bir başka kişiyi, daha çok sözel bir etkiyle kendi inanç, düşünce ve mantık sistemi içine alması, onun kendisine yaban­cı bir düşünce, inanç ya da mantığı kabul etmesini sağlamasıdır. Bun­da bir tarafta oluşturulan bir zihinsel ürünün, bu ürüne sahip olma­yan, hatta bu ürüne karşıt ürünler üretmekte olan bir başka zihine transferi sözkonusudur. Bu olayda bir kişinin duygu ve düşünceleri, karşısındakinin duygu ve düşüncelerini basitçe işgal etmekle yetin­mez, karşısındaki kişi tarafından kendi duygu ve düşünceleriymişçe­sine benimsenir. Gene bir kişi tarafından üretilmiş bir duygu ve dü­şüncenin karşı tarafa benimsetilmesine dayalı olan yalan söylemek, kandırmak, aldatmak, inandırmak ve ikna etmek gibi işlemlerden ay­rılan yanı, burada alıcı zihinde olası eleştiri, düşünce ve direnç süreç­lerinin işe karışamayacak kadar yana çekilmesi ve iki zihinin bir ko­nuda birlik oluşturmasıdır.
Gerçekten de telkin dediğimiz süreçte ikinci zihin, yani alıcının zihinsel yapısı, diğer zamanlarda varolan yeti ve yeteneklerini terkederek karşısından gelene teslim olmaktadır. Her zihinde normal ola­rak varolan, kendine yabancı ürünlere direnmek ve önce kendi süreç­lerinden geçirerek irdelemek ortadan kalkmakta, karşı tarafın kendine yabancı, hatta kendine aykırı düşünce ve duyguları aynen alınmaktadır. Burada iki zihin sanki tek bir zihin oluyor gibidir. Buna iki kişi arasında bir "Biz" oluşması diyoruz. Tarafların bu telkine katı­lım payına göre dört telkin biçimi birbirinden ayırdedilebilir:
a-Planlanmamış, Tahmin Edilmemiş Telkin
Günlük yaşamda en yaygın görülen telkin türü budur. Burada ne telkini yapan, ne de telkini alan aralarında olup bitenin bir telkin ola­yı olduğunun farkındadır. Bunun en yaygın tipi hekim-hasta ilişkisin­de gözlenir. Hekimin hasta başındaki tutum ve sözleri, hastaya yöne­lik hiçbir amaç taşımadığı halde hastada olumlu ya da olumsuz bir yöneliş uyandırır. İçeriği olumsuz olan bir sözcüğü hasta hiç anlama­dığı halde, hekimlerin genel tutumundan olumlu bir şeymiş gibi algı­layabilir ve bundan etkilenerek iyileşebilir de.
b-Planlanmış Ama Tahmin Edilmemiş Telkin
Bunda telkin eden söylediğinin amacını bilmekte ama telkini alan bunu fark etmemektedir. Bunların en yaygın örnekleri her gün karşı­laştığımız yığınlarla reklâm ve propaganda da görülür. Bu telkin, tel­kin olarak algılanabilecek olan bütün öğelerden arıtılsa bile etkin olur. Hekimlerin kimi ilaçları yazışları, ilacın o denli etkin olmayaca­ğını bildikleri halde sırf bu telkin işlevine ulaşmak için yapılır ve ger­çekten etkinliği arttırır.
c-Planlanmamış Ama Farkedilebilen Telkin
Bu durum gene hekim-hasta ilişkisinin bir parçasıdır. Hasta öyle bir telkin gereksinimi içinde hekime gelir ki ondan gelecek her girişi­mi kendi kurtuluş ve şifasına bir çare olarak görür. Hekim, verdiği ilacın etkili olduğunu sanırken aslında yalnızca onun kendi etkinliği rol oynamıştır. Bu yüzden birçok ilaç, aynı hastada veren hekime gö­re farklı etki eder.
d-Planlanmış Ve İstenen Telkin
Bu durum hastanın telkine çok gereksinim duyduğu durumlarda hekimin de hastayı yatıştırıcı ve umut verici konuşmalarında rahat­lıkla gözlenebilir. Oldukça tehlikeli ve zor durumlarda hekimin gü­ven veren bir tonla konuşması hastanın yaşam gücünü çok yükseltir çünkü böyle bir güvene zaten gereksinimi vardır. Bunlardan ayrı ola­rak telkin doğrudan ve dolaylı yapıldığına göre de ayrılabilir. Örne­ğin hedef alınan kimseden başka birisine doğru söylenen ama adı ge­çenin duymasına itina gösterilen sözler, bu kişi konuşmayı dikkatle izlediğinden, büyük bir telkin etkisi yapar.
İşte önce Mesmerizm, daha sonra Manyetizm ve sonunda da Hipnotizm adı verilmiş olan olay en başta bir telkin olayıdır. Bugün bu­na Hipnoz adını veriyoruz. Mesmerizm sözcüğü durumu ilk sapta­yan kişinin adından, Manyetizm sözcüğü bu olayla mıknatısların çekim gücü arasında bir benzerlik düşünülmüş olduğundan dolayı kullanılmıştır. Daha sonra bu durumda telkin alan kimsenin gösterdi­ği hareket ve davranışların, uykuda gezen kimselerinkilere benzediği düşünülmüş, bunun da bir tür uykuda gezme olgusu olduğuna ina­nılmış ve bu yüzden uykuda gezenlere fransızcada verilen adla Somnambulizm (Somnecs - uyku ve Ambulanyon - Yürüme) sözcüğünden giderek, olgunun bir uyku türü olduğu sonucuna varılmış ve uyutma anlamına gelmek üzere Grekçe Hypnos - Uyku sözcüğünden Hipnotizm denmiştir. Sonradan bu durumun bir izm olarak adlandırılması uygun bulunmadığından bir uykululuk durumu anlamına gelen Hypnose denmiştir. Bugün bu olayın fizyolojik bakımdan uykuyla hiçbir ilişkisi olmadığı anlaşılmakla birlikte bu son sözcük gene de kullanı­lan bir "Galat-ı meşhur" olarak tutulmaktadır.
Telkin denilen olgunun nasıl işlevlik ve etkinlik kazandığını daha iyi anlayabilmek için kişioğlunun çevresindeki nesne, kişi ve olayla­rın farkına nasıl vardığım bir parça yakından incelemek gerekir. Olup bitenlerden bize doğru ulaşan uyaranlar, duyu organlarımıza ulaştık­tan ve onlarda gereken fiziksel ve kimyasal reaksiyonlara neden ol­duktan sonra, almaç adı verilen bu noktalar kendilerine bağlı olan si­nir uçlarını uyarmış ve merkeze doğru bir ileti akımına yolaçmış olurlar. Bu akım merkez sinir sisteminin yalnızca bir noktasını değil, pekçok yerini birden uyarır. Denilebilir ki sinir sistemine giren her uyarandan her an bütün sinir sisteminin, hatta bütün organizmanın haberi olur. Aynı anda vucudumuz yüzbinlerce uyaran almakta yani duyu organlarımızdaki almaçlara yüzbinlerce dış etki, o almaçların farkedilebileceği düzeyde olmak üzere ulaşmaktadır. Farkedebileceği düzeyde diyoruz, çünkü duyu organları belli sınırlar içindeki uyaran­lara duvarlıdır. Örneğin renk olarak bildiğimiz ışık tayfı içinde bulu­nan renkler farkedilebilir. Bu tayfın dışında kalan mor ötesi ve kırmızı altı dediğimiz renkler ise hiç görülemez. Yani gözlerimizde o renk grubuna duyarlı almaçlar hiç bulunmaz. Örneğin, eğitilmiş köpekleri çağırmak için kullanılan özel köpek düdüklerinin sesi insanlar tara­fından hiç duyulamaz; en yakınında bile ancak bir üfleme fısıltısı işiti­lebilir. Oysa bu ses köpekler için çok uzaklardan bile duyulabilen çok tiz bir sestir. Demek ki o sesin frekansına insan kulağı duyarlı değil, köpek kulağı ise duyarlıdır. Buna karşılık köpekler de bizim gördü­ğümüz renklerin hiçbirini göremezler; bütün köpekler renk körüdür.
Bizim farkında olarak algıladığımız uyaranlar dışında daha binler­ce uyaran da aynı anda duyu organlarımıza ulaşır ve bedenimiz biz farkında olmadan hepsini alır, sinir sistemimiz onları sınıflandırır ve gereğini de gene biz hiç farketmeden yapar. Örneğin üzerimizde et­kin olan yerçekimine uymak için duruşumuzu, ileri ya da geri hare­ketimizin dengeli ve uygun oluşunu, iç organlarımızın o anda gere­ken çalışmayı düzenli olarak yapmasını hep sinirlerimiz düzenler ve bunlar bizim dikkatimizi çekmeden olup biter. Örneğin biz televizyonda heyecanlı bir gerilim ya da korku filmi izlerken, aynı anda yo­rulan bacağımızın yerini değiştirir, koltuktaki durumumuzu düzeltir, aynı anda kolumuzu kaşıyabilir ve dilimiz de kuruyan ağzımızı farkedebilir. Bu sırada kalbimiz de daha hızlı çarpma emri almakta, kan basıncımız da hafifçe yükselmektedir. O sırada midemizse az önce yediğimiz tuzlu fıstığı sindirmek için uğraşmakta, bu daha önce ye­miş olduğumuz meyveyle pek uyuşmadığı için de hafifçe bulanarak bize bu fıstığı dışarı atmanın uygun olabileceğine ilişkin sinyaller vermektedir. Bunların hiçbirinin farkında olmayız. Ama bütün işler yo­lunda yürümektedir. Oysa, sinir sistemine bir kez giren hiçbir uyaran orada unutulmaz. Mutlaka bir yerlerde depolanır. Bu hiç farkında ol­madığımız uyaranların kaydedilip depolandığını kimi çok acayip durumlarda izleyebiliriz. Örneğin, dikkatimizin dışında gelen uyaranlar­dan herhangi biri olağandışı bir şey kaydetmeye başlarsa birden bütün dikkatimizi heyecanlı filmden çekip ona yönlendirmemizi sağ­lar. Jung'un anlattığı bir örneği de nakledebiliriz: Çalışkan ve sağlıklı bir sekreter hanım, o ana kadar hiçbir yakınması yokken, saat on su­larında birdenbire bir baş ağrısıyla kıvranmaya başlar ve çalışamaz hale gelir. Ortada görünür, bilinir hiç bir neden yoktur. Gerçekte ise o hanım iki hafta önce sisli bir sabah saatında sevgilisini bir iş gezisi için uğurlamıştır ve adamın orada epey eğlenebileceği varsayımıyla belirsiz bir kıskançlık huzursuzluğu içindedir. O sabah, büroda çalı­şırken birden uzakta öten bir sis düdüğünü duymuş, bu düdük sesi ayrılış anındaki sisi, o da ayrılıştaki kaygıyı anımsatarak günlerdir bastırılmış kaygının bir baş ağrısıyla patlamasına yolaçmıştır. Kadın­cağız o sis düdüğü sesini hiç farketmemiştir ve bu gerçek, haydi o kadarcık ipucu verelim, ancak hipnozda açığa çıkarılabilmiştir.
İşte sinir sistemimizin bu çalışma şekli, çok basitleştirmek ister­sek, havaalanı kontrol merkezlerinin, üstüste çalışmakta olan radarla­rına benzer. Bir radar sürekli dönerek bütün ufku denetlerken, öbür radar bir tek uçağın uçuş doğrultusuna, bir başka radar o uçağın yüksekliğine fikse olur ve bütün bilgiler bir tek masadaki bir denetim uzmanının önünde bir tek ekranda biraraya gelir. O uzman da hem o uçağın pilotuna, hem yakındaki bütün öbür uçakların pilotlarına, ay­nı zamanda havaalanı sorumlularına gereken bütün bilgi ve emirleri ulaştırır. Emri alanların ise öbür emir alanlardan haberdar olmaları gerekmez. Olağandışı ya da olağanüstü bir durum görülecek olursa ya da tehlikeli bir gelişme görülürse, örneğin hava sahasında birden denetim dışı bir başka uçak belirirse, ya da bir uçağın yönü bir başka uçağın seyir çizgisini kesecek gibi görünüyorsa, bütün uçaklara kısa ve tek bir buyruk gönderilir. Her uçak da bunun nedenini tartışma­dan denileni yapar ve tehlikeden bir an için uzaklaşmış olur.
İşte sinir sisteminde de bir işleve yönlenmiş olan nokta radara biz dikkat diyoruz. Bu yönetim santralına giren bütün bilgiler de bir ar­şivde, uçaklardaki kara kutular gibi, bir daha çıkmamak üzere tespit edilir ve saklanır. Her yeni gelen uyarıda bir arşiv düzeneği, bu yeni uyarının kaydedilmiş bilgilerle bir ilgisi olup olmadığını hızla bir araştırır ve ona göre ilgili merkezde iki bilgi birden birleşir. Bütün bu anlatmaya çalıştıklarımız hipnozda neler olduğunu anlamak ve aynı zamanda günboyu sürekli olarak aldığımız telkinlerin etkisinin yaşamımızdaki önemini de kavramak için çok önemlidir.
Dikkat, gündelik yaşamımızda bizi o an için ilgilendiren noktaya en uyanık bir biçimde fikse olmamızı sağlayan aracımızdır. O an için ilgilendiğimiz nesne bizim için çok yoğun bir zihinsel çabayı gerekti­riyorsa bu dikkatin yoğunluk odağı gittikçe daralır; bir "nokta dikkat" halini alır. Buna karşılık yoğunlaşma azalınca çevrede de bir büyüme ve genişleme görülür. Örneğin hem bir arkadaşımızla hararetli bir tartışma sürdürüp hem de o sırada bir merdivenden yavaş yavaş ine­biliriz. Ama zor bir matematik problemini çözmeğe yoğunlaştığımız sırada o merdivenden de inmeye kalkışırsak tökezlemek mukadder olur. Bir matematik problemi çözerken yapabileceğimiz yan işler an­cak kafamızı kaşımak ya da kurşunkalemin başını çiğnemek cinsin­den olabilir. Aynı şekilde çok yoğunlaştığımız sırada etrafta olup bi­tenin de pek farkında olmayabiliriz. Bu tür yoğunlaşmış bir dikkat, hepimizin pek iyi bildiği gibi çok da yorucudur. Problemin zorluğu ve uğraşının süresi oranında ense ve boyun kasları gerilir, göz yuvar­lağını hareket ettiren küçük kaslar gerilir, baştaki kan dolaşımı art­mıştır ve dolayısıyla şakak ve boyun atardamarları, hatta ciltteki kü­çük damarların dolgunluğu hissedilir. Gözlerdeki yorgunluk, gözkapaklarında tıpkı uykuya dalarken ki gibi bir kapanma eğilimi uyandırır, gözler süzülür, yanar ve sulanır. Bu sırada dışarıdan görü­nen şişmiş ve kızarmış bir yüz, süzülmüş ve neredeyse kapanacak gözlerle uyku mahmurluğuna pek benzer. Oysa kişi matematik çalışmaktadır. O sırada yanında olup bitenlerin ise ya hiç farkına varma­mıştır, ya da ancak zorlukla ve hayal-meyal anımsayabilir.
İşte, hipnozda sözkonusu olan ilk olay budur. Yani kişinin dikka­tini olağandan çok daha yoğun olarak bir şeye doğru toplaması, yo­ğunlaştırmasıdır. Bu süreci hipnotize olmuş olanlar bazen kişinin bir kuyuya doğru yavaş yavaş inerken kuyunun ağzına doğru bakması şeklinde tanımlarlar. Baş yukarıda olarak kuyuya inilirken, önce çok geniş olarak görülen gökyüzünün alanı gittikçe daralır ve uzaklaşır. Giderek küçük bir daire kalır. Ama o küçük alan son derecede net ve parlak olarak görülür. O kadar ki kuyu dibinden bakıldığında gündüzleyin gökteki yıldızları görmek bile mümkündür. Hipnoz sırasın­da da dikkat olağanüstü yoğunlaşmıştır. O dikkat edilen şey de son derecede net olarak algılanır ve giderek insanın bütün benliğini kap­layacak ölçüye ulaşır.
Şimdi bir de dikkat olayının, hepimizin sık sık başına gelen ama farkına varamadığımız bir başka özelliğini görelim. Bilinçli ve yüksel­miş bir dikkatle izlediğimiz ve algılamaya çalıştığımız bir şey üzerin­de yoğunlaşmışken çevremizde olup bitenlerin pek farkına varama­yız dedik. Ancak o çevreden gelen başka uyaranlar da almaçlarımıza yani duyu organlarımıza sürekli olarak gelmektedir. Ve bunlar da alı­nan bilgiler olarak, yukarıda anlattığımız ikincil ve üçüncül radarla­rın bilgileri gibi, depo edilmektedir. İşte kimi zaman, bu ikincil uyaranların da bilinçli dikkat eşiğine yaklaştığı olur. O zaman daha da garip bir şey olur ve iki bilginin, birbirleriyle hiç ilgili olmasalar da içiçe ve üstüste geçtiği görülür. Yukarıda anlatılan başı ağrıyan sekre­ter örneğinde de buna benzer bir durum olmuştur. Ayrılık acısına yo­ğun biçimde gömülmüşken dikkat edilmeden belleğe giren sis gerçe­ği, bir sis düdüğüyle temel ayrılık acısını canlandırıvermiştir. Bir uyaranın ana ya da yan uyaran olarak dikkati ne ölçüde çelebildiğini saptamaya, dikkat alanındaki başka bazı deneylerle birlikte yarayan, psikoloji laboratuarlarında ve şimdilerde de reklamcılık çalışmaların­da kullanılan bir aygıt vardır. Tachistoskop adı verilen bu araç, aynı ekrana iki diayı birlikte ya da içiçe projekte edebilen bir projeksiyon aygıtıdır. Bununla bir resim ekrana projekte edilmekteyken yandan verilen ikinci bir projektör ışınıyla ve aradaki bir ayna yardımıyla ikinci bir dia aynı ekrana ya ilk resmin yerine, ya da onun içine pro­jekte edilir. Kısa süren bu verişten sonra ikinci projektör gene söner. Bir resmin bilinçle algılanması için en az 0.7 saniye kadar görülmesi gerekir. Bu aygıtta verilen ikinci resimler ise bu sürenin biraz altında ya da üstünde verilir. Yani bilinçli olarak algılanamaz. Ancak sonra­dan deneklere ezberden projeksiyonla ekranda ne gördüklerini çiz­meleri istendiğinde deneklerin yaptıkları eskizlerde iki resmin garip bir şekilde üstüste bindirildiği görülür. Bir resmin içine ya da bir film gösterilirken aynı teknikle araya serpiştirilecek kısa ve emir kipinde tümcelerin de aynı şekilde bilinçdışı ya da daha doğrusu bilinç kena­rından algılandığı ve deneklerin sanki kendi istekleriymiş gibi o emri yerine getirdikleri görülür. Normal olarak bu tür gizli propagandala­rın kullanılışı yasaktır. Ancak benzeri ve daha ince yöntemler her gün görsel basında kullanılıp durmaktadır. Bu tür propagandalara maruz kalmış kimselerde onu izleyen süreçte özgür istençten sözetmek olası değildir.
Pekçok reklam kliplerinde yapılan da aynen budur. Bir resim gö­rünürken ekranın bir başka köşesine girip çıkan bir figür ya da o sı­rada cansıkıcı bir tonla söylenen sözler sanki dikkati dağıtıyormuş ve sinir bozuyormuş sanılır. Oysa o kişilerin büyük bir bölümü söz ko­nusu maldan bir adet almak gerektiğinde tam da o markayı otomatik bir davranışla seçerler. Reklam hedefini çoktan bulmuştur.
Telkinin temel yönetimi, yukarıda da belirtildiği gibi, telkin eden ve telkini alanın iki ayrı kişi olarak varlıklarını, ortak bir "Biz "de kaynaştırmaktan ibarettir. Bu Biz'in düşünce ve tepkileri her hangi bir dirençle karşılaşmaksızın alıcı tarafın kendi duygu, düşünce ve tepkisi gibi işlemeye başlar. Hepimiz yaşamımız boyunca yüz binler­ce kez bu tür düşünce ve tepki ittifaklarına girer ve bu birliktelikler­den kendi payımızı alıp kendimize özümseyerek ayrılırız. Kişinin is­tenci denilebilir ki yüzbinlerce Biz'in istençlerinin bir bileşiminden ibarettir.
Önce en klasik biçimiyle hipnozu görelim. Bunda en önemli un­sur, deneğin dikkatini belirli bir noktaya fikse edebilmektir. Hipnoz­da her zaman biraz büyülü ve gizemli bir şeyler bulunduğu için ço­ğunlukla görsel dikkati çekebilecek bir cisim kullanılır. Bu bir metal çubuğun ucu, bir kristal parçası ya da bir zincirin ya da kordonun ucuna asılı herhangi bir mücevher, taş ya da azıcık gizem taşıyan bir talisman olabilir. Çok daha basitçe tükenmez kalemin ucu, masa üze­rindeki bir kutunun köşesi ya da doğrudan doğruya işaret parmağı­nın ucu da olabilir. Kişiye bu noktayı çok net görecek şekilde dikkat­le bakması, gözlerini mümkün olduğu kadar kırpmadan dikkatle ona dikmesi ve ona konsantre olması söylenir. İkinci unsur deneğin güve­nini ve rahatlamasını sağlamaktır. Bunun için olabildiğince sakin, monoton ve yumuşak bir sesle bu nesneye baktıkça güveninin artaca­ğı, gevşeyeceği ve rahatlayacağı söylenir. Güvenli bir ortamda oldu­ğu, bu güvenin tatlı bir duygu sağladığı belirtilir. Bu tatlı güven ve huzur duygusunun tadını çıkarması söylenir. Bu sözlerin emir kipin­de değil de zaten oluyormuş gibi söylenmesi daha iyidir. Yani "par­mağımın ucuna bakın!" yerine "parmağımın ucuna bakıyorsunuz. Bütün dikkatinizi ona topluyorsunuz" şeklinde konuşmak yeğlenir. Çünkü emirler genellikle tepki ve gerilim yaratırlar. Öbürü ise durum sapta­mak gibidir.
Bu sırada hipnotizör normal olarak ortaya çıkması gereken kimi belirtileri, kişinin duyacağından emin olduğumuz bazı duygulan ken­di telkini sonucunda oluşuyormuş gibi söylemeye dikkat eder. Örne­ğin, "bütün dikkatinizle parmağımın ucuna bakarken onu bazen net, bazen bulanık görüyorsunuz" der. Çünkü biliyoruz ki normal okuma uzaklı­ğından biraz daha yakında tutulan bir cisme sürekli bakışta gözler or­taya doğru yaklaşmak zorundadır ve uzun süre aynı durumda kalan göz kaslarında hafif bir yorgunluk ortaya çıkar ve düzenli aralıklarla gözü gevşetirler. Gözbebekleri olması gereken açıdan dışa doğru açı­lınca da cisim çift görülür. Bu da önce cismin bulanması şeklinde al­gılanacaktır. Bu sırada cisim yavaş yavaş yaklaştırılarak yukarıya doğru da hareket ettirilir. Göz küreleri gittikçe daha yaklaşmak ve yukarıya doğru hareket etmek zorunda kalır. Böylece gözkapaklarının da biraz yorulması sağlanır. "Gözleriniz gittikçe yoruluyor. Gözkapaklannız ağırlaşıyor. Onları kapatıp dinlendirmek istiyorsunuz. Fakat parmağımı izleyeceğinizi biliyorsunuz. Bütün dikkatinizi toplamaya çalışı­yorsunuz. Gene de parmak ucum bazen net, bazen bulanık görünüyor. Onu izlemekten yoruluyorsunuz. Uykunuz varmış gibi. Gözkapaklarınızı açık tutmakta zorlanıyorsunuz."
Dikkat edilirse verilen bütün emirler, zaten olacak olanları önce­den haber vermek gibidir. Ama söylenenlerin gerçekten olması, sözle­rin etkinliği duygusunu pekiştirmektedir. Olanların, hipnotizörün isteğine göre olduğu sanısı uyanacaktır. Bu sırada çok yavaş bir hızla parmak yukarıya doğru hareket ettirilirken son emirler gelmeye baş­lar: "Artık gözkapaklarınızı açık tutamayacağınızı hissediyorsunuz. Kapak­lar çok ağırlaştı. Onları düşmeye bırakmak istiyorsunuz. Yavaş yavaş göz­leriniz kapanıyor. Parmağımın ucuna dikkatle bakmak istemenize karşın gözleriniz kapanıyor. Gözleriniz kapanıyor. Gözleriniz kapandı. Kendinizi son derecede rahat ve güvende hissediyorsunuz." Burada da olan haber verilmektedir. Gerçekten gözkapakları artık yorulmuştur ve gözler acımakta, yaşarmaktadır. Gözkapaklarında, Braid'in saptadığı seyirmeler başlamıştır. Tam o sırada gözkapaklarının kapanması, bütün dikkatin toplanmış olduğu göz kaslarının birden gevşemesi ve rahat­laması, zaten kendiliğinden genel bir rahatlık duygusu olarak algıla­nacaktır. Böylelikle hipnotizör gittikçe her dediği olan biri olmakta­dır. Artık hipnoz başlamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi hipnoz kesinlikle bir uyku ya da bir tür uyku değildir. Tam tersine çok anlı bir uyanıklık durumu söz konusudur. Ancak uzunca süren bir hipnoz yönetimi, yani hipnoza giriş sırasında kişi gerçekten uykuya da girebilir. Bunun ilginç bir konferansı pürdikkat dinlerken uyuyup kalmaktan hiçbir farkı yok­tur ama hipnoz seansı açısından gene de bir iş kazası sayılır. Bu sıra­da gerçek bir uyku durumu olmadığını neden ve nasıl anlıyoruz. Na­sıl bu kadar emin olabiliyoruz.
Bütün canlı organizmalar yaşamı sürdürmek için yaptıkları hare­ketsiz ve hareketli bütün işlevler sırasında, bedenlerini oluşturan maddede bulunan statik elektrik yükte durmadan bir takım değişim­lere yolaçarlar. Bir kasın üzerine düşen görev gereği bir hareketi ya­pışı sırasında kas hücrelerinin yüzey iyonları ile hücre içi iyonları arasındaki elektrik yükü durmadan değişir ve bu da hücrenin dışın­dan içine, içinden dışına ve bir hücreden öbürüne doğru elektron ge­çişlerine neden olur. Eletronların  bir molekülden öbürüne geçişine de, bildiğiniz gibi, elektrik akımı diyoruz. Yanyana bir sürü farklı hücrenin, üstüste bir sürü farklı dokunun birarada bulunduğu hay­vansal organizmalarda ise bu yaşam etkinliği sırasında durmadan elektrik akımları oluşur ve işlevin, hareketin yönüne göre bu akım da durmadan yön değiştirir. Çeşitli organlardaki bu fizyolojik elektrik akım dalgalanmaları ve değişikliklerinin doğrudan doğruya organın içinden ya da cildin üzerine yerleştirilecek elektrotlarla tespit edilme­si olanağının doğmasıyla birçok elektrofizyolojik inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Elektro-KardiyoGrafi, kalp hareketlerini; Elektro-MyoGrafi, kasların çalışmasını önceleyip kağıt üzerine çizili olarak kaydet­mek demek olduğu gibi, bu yöntemlerin en eskilerinden biri olan ElektroEnsefaloGrafi (EEG) de sözcük anlamıyla Elektriksel Kafaiçi Ya­zımı demektir, işte bu aygıtın bulunup klinik ve laboratuarda kulla­nılmaya başlanmasıyla beynin yalnız yapısal özelliklerinin değil, aynı zamanda olağan ve günlük çalışmasının da beynin elektriksel duru­munda çok çeşitli dalgalanmalara yolaçtığı anlaşıldı. Elbette beyin ke­mik ve kutunun yani kafatasının içinde kapalı olduğu için bunun elektrotlarla tespiti ve yazımı ancak büyükçe bölgeler için ve kabaca yapılabilmekte, küçük dalgalanmaların tam olarak hangi işleve ait ol­duğu kesinlikle ayrıştırılamamaktadır ama bize beynin genel işleyişi­ne ilişkin çok değerli bilgiler iletebilmiştir. Bu inceleme yöntemi ge­liştirildiğinde ilk olarak beynin uyanıklık durumundayken belirli bir aktivasyon gösterdiği, bu sırada beynin bütününden yayılan manye­tik dalgaların frekansının saniyede 13'den daha yüksek olduğu, yani 13 Herz'den yüksek olduğu bulundu. Bu düşük amplitüdlü, yani salınımlı ve hızlı tempolu, normal beyin elektrik akımına Beta tipi dalga­lar denilmiştir. Buna karşılık uykuda beyin işlevliği düzenli ve sıralı bir dizi değişiklikler gösterir. Bunu açıklamak için 1930’lardan bu ya­na yapılabilmekte olan objektif uyku araştırmalarının ortaya çıkardğı durumu çok kısa özetlemek gerekecektir.
Son araştırmalara göre uyku tek ve homojen bir süreç değildir ve birbirinden farklı aşamalarla giden karmaşık bir olaydır. Bu aşamala­rın herbirinin sinir sisteminin ve genel olarak organizmasının işleyişi ve sağlığı için çok önemli işlevleri vardır. Genel olarak uyku bozuk­lukları denilen ve yeryüzündeki hemen herkesin, bütün insanların yaşamları boyunca en az birkaç kez yakındıkları bozukluklar, uyku­nun bu çeşitli aşamalarından birindeki bozukluktan ya da ritmindeki aksamadan kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu alandaki araştırmalar bize insanın ruhsal yaşamının gelişim ve işlevine ilişkin de çok zengin bil­giler sağlamaktadır.
Uyku genellikle bilinçli olarak karar verilen bir uykuya giriş aşa­masıyla başlar. Bu sırada bilinç, deneyimlerinden bildiği uyutma ça­balarına yoğunlaşmıştır. Yani bir tür kendi kendine telkin ve otohipnoz uygulanmaktadır. EEG'de de buna uygun olarak beta dalgalarının yavaşladığı ve dalgaboylarının, salınımlarının da büyümeğe başladığı görülür. Dalgalar 12-14 Herz arasında dolaşır. Zaman zaman da Alfa dediğimiz ve birazdan daha yakından göreceğimiz 8- 13 Hz. arası amplitüdlü dalgalar görünüp kaybolur. EEG giderek desinkronize hızlı aktiviteye geçer. Bundan sonra gelen ikinci aşamada 12-14 Hz. bataryalarının serpili olduğu düşük voltajlı, karışık frekans­lı, görece daha düzenli bir aşama görülür. Uyku artık başlamıştır ve bu aşama bütün uyku süresinin neredeyse yarısını kaplayacak şekil­de zaman zaman ortaya çıkar. Bu aşamadayken uyandırılmak kolay­dır ve vucudun da sık sık büyük hareketler yaptığı, yer değiştirdiği, döndüğü, kol ve bacakların büyük hareketler yaptığı görülür. Üçün­cü aşamada EEG'de yüksek amplitüdlü, yavaş dalgalar görülür. Bu dalgalara biz Delta dalgaları adını veriyoruz. Bu sırada daha yavaş kol bacak hareketleri görülebilir. 3-8 Hz. arası olan dalgalara Theta, 1-3 Hz. arasındakilere Delta dalgaları adı verilir. İşte uykunun üçün­cü aşamasında Delta dalgaları arasında serpili Theta grupları görülür, en derin dördüncü aşamadaysa saf Delta dalgaları vardır ve vücut hareketleri de artık görülmez. Uykunun yaklaşık 90. dakikasında bir­den birinci aşamayı andıran dalgalar ortaya çıkar ve bu sırada kişide göz küresinin düzensiz hızlı hareketleri gözlenir. Beden bütünüyle hareketsizdir, ancak kısa sıçramalar görülebilir. İlk ortaya çıkışında 1- 2 dakika süren ve bütün uyku boyunca düzenli olarak ortaya çıkan, her ortaya çıkışında bir öncekinin yaklaşık üç katı kadar süren bu döneme Hızlı Göz Hareketleri (Rapid Eye Movements - REM) dönemi di­yoruz. Düş işte bu sırada görülür. Bu dönemler gittikçe uzayarak sa­baha karşı 30-40 dakikalık bir uzunluğa erişir. Uykudan tümüyle farklı olan bu dönem, her insanın mutlaka yaşaması gereken bir şey­dir ve sağlık için uykunun bütününden daha önemlidir. Genel olarak uykusuz kalındığı durumları izleyen uykuda bu tür uyku oranı he­men çok yükselir ve aradaki açığı kapatmaya çalışır.
İşte hipnoz sırasında da bu yöntemle hipnotize olanın beyin elekt­rik akımlarının ve beyin işlevinin inceleneceği doğaldır. Bu yöntemle yapılan incelemeler, hipnoz sırasında, işte bu az önce anlatılan uyku modellerinden hiçbirinin olmadığını kesinlikle ortaya çıkarmıştır. Hipnoz sırasında beynin elektrik aktivitesi, uykuda ancak uykuya gi­riş sırasında zaman zaman görünüp kaybolan Alfa tipi aktivitedir. Bu 8-13 Hz. sıklığındaki aktivite hipnoz boyunca devam eder. Bu aktivite tipi hipnozdan başka uykuya dalış sırasında, muayene amacıy­la yapılan EEG muayeneleri için sükunet halinde yatılırken de ortaya çıkar. Hipnozun EEG bakımından uykuda gezmek anlamına gelen somnambulizmle de ilgisi yoktur. Uykuda gezmek ve konuşmak an­cak derin 4. aşama uykuda, yani Delta aktivitesiyle görülür. Hipnoz sırasındaysa Delta hiç görülmez.
Özetle bütün bunların anlamı, hipnoz sırasında kişinin genel ola­rak gevşemiş, uyuklar gibi, fakat tam uyanık olduğu bir durumda bulunduğudur. Hipnozda zaman zaman gerçek uyuklamanın da ol­duğu bilinmektedir fakat bu ikisi ayırdedilemez. Kişinin bu durumda ilgileri ve düşüncelerinin ise belirli bir modele uyduğu, normal uya­nıklık durumundaki düşünce modelinden farklılaştığı da saptanmak­tadır. Bunun için kişinin düşünce modelleri hakkında da kısa bir bil­gi gerekebilir.
İnsanoğlunun düşünce işlevini bcllibaşlı olarak iki modelde görü­yoruz. Bunlardan biri bizim bugünkü uygarlıklar içinde alıştığımız, ilke ve şeması Aristo’dan beri bilinmekte olan ve belirli şaşmaz man­tık kurallarına uyarak işleyen düşünce yöntemidir. Bunun bilinen te­mel ilkeleri vardır. Bir kere
"Bir şey her zaman bir şeydir; aynı anda başka bir şey olamaz."
"Bir şey bir anda bir yerdedir; aynı anda başka bir yerde bulunamaz."
"Bir şey mutlaka bir başka şeyin sonucu ve gene bir başka şeyin nedenidir" gibi temel kurallar mutlaka ve tartışılmaksızın kabul edilmelidir ki bir düşünce süreci işleyebilsin. Bu bilinen ve ay­rıntıları her mantık kitabında bulunabilecek olan düşünce modeline biz İkincil Süreç (Sekonder Process) diyoruz. Çünkü insanoğlu ancak birkaç bin yıldanberi ve günün ancak birkaç saatinde bu modele göre düşünmektedir. Buna karşılık tarihin eski çağlarında, ilkellerde, kü­çük çocuklarda, düşlerken ve düş kurarken ve bazı ruhsal bozukluk­lar sırasında insanlar bu tür kuralların hiç geçerli olmadığı, alışılmış nedensellik zincirinin hiç işlemediği, daha çok biçimsel ve zamansal birlikteliklere, nesne ve olayın bizde, genel ya da çok özel bir ayrıntı­dan ötürü çağrıştırdığı benzerlik ve birlikteliklerle işlemekte olan bir başka düşünce modeliyle düşünürler. Bu genel modele de Birincil Sü­reç (Primer Process) adını veriyoruz. İşin asıl önemli yanı bizim bilinç dışı diyebileceğimiz bütün zihin süreçleri de işlevlerini birincil sürece göre sürdürürler. Bilinç dışı ise yılın 365 günü, günün 24 saati ve her dakikası durmaksızın çalışır. Sinir sisteminin, bir tek sinir hücresinin işleyiş özelliklerine, yapısına bağlı olarak, genel işleyişi kesinlikle bu birincil süreç biçiminde olur, ikincil süreç düşünceyse ancak sonradan, zahmetle ve yalnızca belli işleri görmek üzere geliştirilmiş küçücük bir alana özeldir, işleyişi çok daha fazla enerji gerektiren bu küçük alan, bilinçli uyanıklık ve dikkat dediğimiz çabayla çalışmaktadır. Bu bilinçli dikkatin bir odağa toplandığı durumlarda, eğer o odakta ani küçük değişiklikler olmuyorsa bu dikkatin ayrılması ve başka algıla­ma kırıntılarını taraması gerekir. Bunu yapmaksızın aynı noktaya doğru konsantrasyon sürdüğünde yalnız yukarıda anlatılan göz yo­rulması değil, dikkatte ve genel olarak bilinçte de monotonluk ve yorgunluk belirtileri ortaya çıkmakta gecikmez. İşte bu genel durum, sübjektif olarak, uykunun 1. aşamasını çok andırır. Bilinç böyle bir durumda zayıflar ve zaten sürekli çalışmakta olan bilinçaltı ortaya çı­kan açığı kapatır. Bu da ikincil sürecin geri çekilip, hatta tümüyle ip­tal edilip, yerini birincil sürece bırakması demektir.
Birincil süreç düşünce tarzının egemen oluşu, hipnozun hem oluş nedeni, hem başarısı, hem de tedavide sağladığı şeydir. Birincil süreç­te, zihin içinde beliren bir düşüncenin kime ait olduğu bile önemini yitirir. Hipnotizörle denek, daha önce anlatılmış olan bir "Biz" birliği oluşturduklarında, hipnotizör tarafından deneğe verilen her hangi bir fikir artık yabancı bir fikir olmaktan çıkar ve "Biz "im fikrimiz olur. Birincil süreç için bu tür mülkiyet ve kimlik kavramlarının zaten hiç önemi yoktur. Aklımıza, nereden gelmiş olursa olsun, gelmiş olan fi­kir, geçerli bir fikirdir ve bizimdir. Eğer hipnotizör deneğe örneğin kalkıp milli marşı söylemesini ya da kravatını yemesini söylemişse bu denek tarafından aynen kendi fikriymiş gibi algılanır. Mantıklı ikincil sürecin kabul edebileceği bir gerekçe ve neden mutlaka gerek­liyse denek kendi repertuarından bu hareket için uygun bir gerekçe buluverir. Örneğin, bunu şaka olsun diye yaptığını söyleyip işin için­den çıkar, ya da kravatın ipek olduğunu, ipeğin protein içerdiğini, dolayısıyla da yenilebileceğini söyleyerek tartışmaya kalkar.
O halde klasik hipnozda yöntemi yeniden özetlersek; hipnotizör herhangi bir cisme dikkatin konsantre edilmesini söyler. Bundan son­ra zaten fizyolojik olarak olacak olanları, son derecede sakin, güven verici, yumuşak ve monoton bir ses tonuyla, sanki denekle ortak is­tekleriymiş gibi ve yineleyerek söylemeye başlar. Deneğin gözlerinde o anlatılan kırpışma başladığında, gözlerinde büyük bir yorgunluk duyduğunu söyler ve gözlerini kapatmasını ister. Böylece hipnoz başlamıştır ve artık amaca göre daha ileri istekler iletilmeye başlar.
Hipnozun ulaştığı derinlik çok çeşitli olabilir. Çok yüzeysel bir hipnozdan, tam transta derin bir bilinç daralması içinde çok yoğun bir hipnoza kadar çeşitli derecelere ulaşılabilir.
Dikkatini herhangi bir şey üzerine toplamayı becerebilen herkes hipnotize edilebilir. Aslında da daha sonra anlatacağımız indirekt ve değişik hipnoz uygulamalarına hepimiz her zaman maruz kalıyoruz. Ve bal gibi hipnotize de oluyoruz. Ama yöneltilmiş, bildiğimiz hipnoz seanslarından sözediyoruz şimdi. Evet herkes hipnotize edilir. Ancak ileri derecede geri zekalılar ve dikkati çok dağınık olan manik eksitasyon içindeki hastalar verilen emri anlayamadıkları için, ya da kendilerini konsantre edemeyecekleri için hipnoza alınamazlar.
Hipnoz uzmanları, asla hipnotize edilemeyeceklerini söyleyen kimseleri bıyık altından gülümseyerek dinler ve onları çok severler. Çünkü bu arkadaşlar özelikle çok kolay hipnoza girerler. Bunun ne­deni, hipnotizörün etkisine direnmek amacıyla gerilmiş ve dolayısıy­la da istediğimiz dikkat yoğunluğuna önceden girmiş ve yorulmaya da başlamış olmalarıdır. Elbette panayır ya da gece klübü hipnotizörleri için bu seyirci üzerindeki etkiyi daha da arttıracağı için, bulun­maz bir fırsattır.
Panayır ve gece kulübü hipnotizörlerinin sık sık başvurduğu yön­temlerden biri sahneye gelmek için ortaya çıkanlardan bazılarını se­çerek yerlerine geri göndermektir. Bu, hipnotizörün kendinden başka kimsenin bilmediği esrarengiz bir bakış gücüyle kimin hipnotize edi­lebileceği, kimin edilemeyeceğini hemen anlayıverdiği izlenimini uyandırmaktır ve bir şov senaryosundan başka bir şey değildir. Bu seanslarda hipnotizör ya sahnenin ortasında sempatik tavırlarla dur­madan hareket eder, ya da Drakula taklidi gizemli kılık, tavır ve ba­kışlarla, belki ışık, duman ve ses efektlerini de bol bol kullanıp, bir yerlerde dikilir durur. Bütün bunlar gerçekte sahne tekniği yöntemle­ridir ve iyi bir rejisör bu tür bir sahnelemeyi, hipnotizörün tipine en uygun tarzda olmak üzere kolayca kurabilir. Ana amaç, bütün seyir­cilerin dikkatlerini ve elbette aday deneklerin de dikkatini bir kişiye yoğunlaştırmaktır.
Kitle hipnozları gene tıpatıp aynı yöntemlerle politik sahnelerde de bol bol kullanılır. Hitler'in propaganda bakanı olan Dr. Goebbels bunun gelmiş geçmiş en büyük ustalarından biriydi. Bir kez gözü­nüzün önüne getirin: Çakı gibi SS kıtalarının toplandığı bir alanda, gamalı haçlı bayrakların dekoru oluşturduğu bir sahnede, yüksek bir kürsüye ilerleyen, adı kendinden önce ulaşmış ufak tefek ve de topal bir adam, kürsüye ancak boyu yetişiyor ve ancak ufak bir baş­la garip hareketler yapan kolları görünmekte. Ve garip, mekanik, metalik bir sesle ve hep Biz diyerek ciyak ciyak bağırıyor. Söyledik­leri, bütün insanların kalabalıklar içinde erimek ve kaynaşmak iste­yen en temel içgüdülerine hitap eden şeyler. Araya da anlaşılması çok zor, gerçek deli saçması hezeyanlar sıkıştırıyor. Bütün söylenen­leri biraraya getirmek kolay değil. Zihinler insan suretine girmiş bu şeametin önemli bir şeyler söyleyeceğine derinden inanmış, anlama­ya çalışıyor. Bütün sahne tam dozuna ulaştığı anda, heyecandan da­ha da kısılmış olduğu izlenimini veren bir ses, cırlamanın kreşendo­sunun en tiz anında, saniyenin yansı kadar süren bir es ve bir çığlık "Heil Hitler. Sieg Heil". İzleyen bütün almanlar artık tam anlamıyla kendilerinden geçmiş, trans halindedir. Tam anlamıyla bir Biz oluş­muştur. Yerlerinden fırlayarak yanıtlıyorlar "Sieg, heil, Sieg heil!". Ar­tık koca Almanya'da, hiç değilse o alanda, mantığın yürümesi için gerekli olan ikincil süreçle düşünebilecek bir tek Allahın kulu bile yoktur.
Ama hep böyle yaban sahneler olması gerekmez. Kitleler bazen tam tersi sahnelere de yanıt verirler. Jimmy Carter'ın başkanlık seçi­mine adaylığını koyduğu sırada bütün toplantılarda ve TV kameralarına karşı yaptığı da bunun tipik bir örneğiydi. Uzunca boylu, olduk­ça yakışıklı sayılabilecek, sempatik görünüşlü birisi küçük kürsüye geliyor, alkışların dinmesine yetecek kadar bekleyip yüzünde çocuk­su ve mahçup bir ifadeyle "My name is Jimmy Carter. I want to be the president!" [Benim adım Jimmy Carter. Ben başkan olmak istiyorum!] diyor. O kadar. Bir an sessizlik ve bütün kalabalık birden çığlıklarla deliler gibi tepinmeye başlıyor. Oyun kazanılmıştır. Hip­noz mükemmeldir. Çünkü adam, yalnızca, her Amerikalının iliklerine işlemiş olan Amerikan masalının özünü söylemiştir. Herkes başkan olabilir ve herkes de başkan olmak ister. Bir anda o ünlü Biz oluş­muştur. Oy verme günü hepsi kendi içlerindeki o çocuğa, yani Jimmy Carter'a verecektir oyunu.
Hipnoz teknikleri icat edildiğinden bu yana hep bir hipnotizasyon törenini izleyen bir uyku görünüşlü durum ve onun ardından da gözler açılsa bile yapılan, uykuda yürürken yapılanları andıran kimi hareketler, sonunda da verilen belli bir emirle birdenbire bir uykudan uyanılıyormuş gibi hipnozdan çıkış ve ardından gelen şaş­kınlık ve az önce neler yaptığını anımsayamama şeklinde özetlenebi­lecek bir sıralama sözkonusudur. Daha önce yapılan araştırmalar, hipnozun tıbbi amaçlarla ve tedavide yoğun kullanılışı, bu tedavi seanslarında tutulmuş olan protokoller, derinlemesine ve uzun süre­ler takiple yürütülen analitik çalışmalar bu dizi düzenini haklı ve zorunlu gösterebilecek hiçbir ipucu ortaya çıkaramamıştır. Buna kar­şılık bütün bu sahnelerin, insanlığın pekçok davranışında da kendi­ni gösteren çok temel, arkaik birtakım biçimlerin yönlenmesinden ibaret olduğunu ispatlayan binlerce sağlam kanıt birikmiş bulun­maktadır. Bu olguyu açıklarken insanın bilinç, istenç, akıl ve düşün gibi işlevlerinin, ruhsal varlığının ancak çok küçük bir köşesini kap­sadığına, insanın yaşamında yapıp ettiklerinin çok büyük bir bölü­münün, zihinsel işlevininse, o çok küçük bilinç adası hariç hemen hemen tamamının bilinçdışı, ya da bilinçaltı diye adlandırılan alana ait olduğuna ilişkin söylediklerimizi anımsatalım. Gerçekte bizim en bilinçli ve istençli olduğumuzu sandığımız anlarda bile yaptıklarımı­zın, düşündüklerimizin ve algıladıklarımızın hemen hemen tamamı, birkaç milyon yıl önceki mağara adamı atalarımızdan, hatta önemli bir bölümü de hayvansı atalarımızdan gelen yönelişlerin komutası altındadır ve üzerinde en küçük bir düşünce kırıntısı olmaksızın yapılır.
İşte bütün hipnoz seanslarının neredeyse olmazsa olmaz koşulu olan trans da gerçekte böyle hiç düşünmeden, kendiliğinden alman bir konumdan ibarettir. XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyılın da nere­deyse ilk yarısında "Hipnotik trans", "Hipnois", "Hipnotize" gibi söz­cükler olağanüstü yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Bugün bile günlük basının mağazin sayfalarından siyasal yorumlarına kadar se­vilen sözcüklerdendir bunlar. Hele görsel basın, son zamanlarda da­ha da sık görüldüğü gibi, butür gizem, gösteri ve söylencelerine ba­yılmaktadır. Bu sözcükler zaman içinde anlamlarını ve kullanım yerlerini biraz değiştirmiş olsalar bile gene de organizmanın özgün bir değişik durumuna işaret etmektedirler. Bütün bunlar genelleşmiş bir dizi varsayıma ve buradan oluşmuş bir tür paradigmaya dayalı­dır. Bu varsayımları saymaya çalışalım:
1-insanlarda "bilinçli" denilebilecek bir "durum" vardır; bir de bu bilincin her zamanki gibi "açık" ve "uyanık" olmadığı durumlar var­dır. Bunlar derin uyku durumu, uykulu durum, bilinçsizlik durumu şeklinde gözlenebilir ve "özgürbilinç "in etkin olmadığı düşünülen böyle bir duruma "trans" ya da "hipnotik trans" denilmelidir.
2-Hipnotik trans durumu bazen kendiliğinden de olabilir. Ama genellikle belirli gücü olan ya da belirli yöntemleri kullanan kimseler tarafından "yapılabilir". Bu belirli, "yetenekli" kimselerin bakışlarında gizli bir güç vardır ya da kişilikleri biraz gizemlidir. Belirli yöntemlerde de genellikle gözlerin bir noktaya fikse edilmesi, bunun için dikkati bir noktaya toplayacak hareketler yapılması, gevşeme telkinle­ri yapılması, uyku telkinleri yapılması gibi uygulamalar bulunmalı­dır. Bütün bu yöntemlerin ortak özelliği deneklere ya da izleyicilere, özgün bir duruma geçileceği, genel bilinç durumunu ortadan kaldıra­cak, insanların o pek sevdiği "özgür istenç"i esir alabilecek bir gücün ya da yöntemin şu anda işbaşında olduğu izlenim ve inancını uyan­dırmalarıdır. Bu inanca dayalı benzeri yöntemleri yüz binlerce yıldan bu yana bütün büyücüler, şamanlar, üfürükçüler, falcılar, medyum­lar, rahip ve keşişler, ister inanarak ister doğrudan doğruya inanma­dan amaçlayarak olsun, kullanmışlardır. Bütün yöntemlerde ortak bir şeyler vardır. Bir "vecd" durumunu amaçlayan ya da vaadeden tari­kat ve mezheplerde de bütün gruba etkin olabilecek bir yöneticinin kullandığı yöntemlerle böyle bir etki oluşur. O gruba katılanlarda da bu beklenti vardır. Hepsi "Şeyh bize yol göstersin de vecde girmeye başla­yalım" beklentisi içindedir.
3-Hipnotik transa giren kimseler bu duruma sadece kısa bir an için girmezler. Tersine, bu durum çok uzun sürebilir ve transı oluş­turmuş olan kimsenin vereceği bir "uyan" komutu olmaksızın bu du­rumdan çıkamazlar. Çoğu zaman bu çok özgün komut o çok özgün kimseden gelmek zorundadır.
4-Hipnotik duruma girmiş olanlar hem dıştan görünecek ölçüde, hem de içsel algılamalarıyla kaslarının olağanüstü kasılmasını ya da gevşemesini, dokunma duygusunda tümden değişiklikleri, ağrı ve acı duygusunda yanılsama ya da algı değişimlerini, görsel ve işitsel ol­duğu kadar duysal, yani dokunsal varsanıları, sağırlık, körlük, renk körlüğü gibi duyum farklılaşmalarını gösterebilir ve yaşayabilirler. Normal olarak yeteneklerinde olmayan şeyleri yapabilir, becerebilir­ler. Hipnoz sonunda da bu yaşantılarını tümden unutur ve hiç hazır­lamazlar.
5-Bu tür fenomenler karşısında, izleyenler ve onu yaşayanlar hep ikiye ayrılırlar: Bu olguları gerçek olarak kabul edenler ve ondan etki­lenenlerle bu olgulardan etkilenmeyen, durumu komik, garip ve sah­te bulanlar. Ancak konuyu bilimsel olarak incelemekte olanlarda da görülen bu ayrımda temel olarak "hipnotik durum" ya da "telkin" kav­ramları değişmeden kalır. Örneğin hipnozun etkinliğini kabul edenle­re göre hipnoz durumunda yaşanan ve yapılanlar gerçek olgu ve ye­tilerdir, öbürlerine göre ise bu yaşantı ve yetiler gerçek olmayıp kişi­nin sadece "öyle sanması" sonucu olmaktadır. Dikkat edilirse her ikisi de hipnoz seansında içsel ya da dışsal etkilerle bir "Durum" oluşmuş olduğunda hemfikirdir. "Durum"un kendisi üzerinde tartışma yok­tur.
6-Hipnotik transın kimi dereceleri vardır. Hafif, orta, derin ve çok derin olabilir. Bazen uyandırılmayacak kadar derin olması da mümkündür. Ve bu durum amaçlanmamış ve beklenmedik bir "ka­za" sayılmalıdır.
7-Hipnozun derinliği arttıkça, yani hipnoz derinleştikçe hipnoti­zörün istencinin etkisi altına girme yetisi de artar. Çok derin transta deneğin istenci tümüyle ortadan kalkar.
Bütün bu genel kabul gören varsayımlar hipnoz ve ondan kaynak alan trans kavramlarını, Kuhn'un belirttiği nitelikte bir "Paradigma" haline getirmektedir. Yani böyle bir "olgu", böyle bir "durum" vardır ve objektif olarak incelenebilecek, sübjektif olarak yaşanabilecek bir durumdur. Bu "durum", insanların "bilinçli ve istençli" olarak adlan­dırdıkları durumdan tümüyle farklıdır. Bu fark gerek objektif, gerek­se sübjektif ölçüt ve bakış açısından böyledir. Kısaca hipnoz ve hip­notik trans durumu, sıradan uyanıklık ve uyku durumlarından farklı, değişik bir "durum" dur.
Bu inançlar ve varsayımlar sistemine, bu "Paradigmaya" karşı olan kanıt ve gerçeklere geçmeden öne, hipnoz kavramıyla bağlantılı olan, alternatif hipnozları, indirekt hipnozu, kendi kendini hipnoz demek olan Otohipnozu ve özellikle başarıya indeksli toplumlarda bir za­man oldukça önem kazanmış olan Alfa-training'i de kısaca görelim.
Amerikalı hekim Milton H. Erickson, 1930'ların başlarından beri daha değişik ve özgün bir teknikle hipnozu kullanmakta ve hipnoza dayalı özgün bir tedavi modeli geliştirmiş bulunmaktadır. Onun yön­teminin en önemli özelliği hipnozun indüksiyonunda, yani başlangıcındadır. Erickson hipnozu uygulamayı, bütün klasik yöntemlerin başvurduğu etki uyandırıcı yöntemlerin hiçbirine başvurmaksızın, doğrudan doğruya başlatmaktadır. Onun seansları, ilk başvuran has­talarda, tümüyle havadan sudan konuşmalarla başlar. Terapi odasın­da hazırlanmış olan tek trik (hile), odanın, herkesin ilgisini çekebilecek ıvır zıvırla dolu olmasıdır. Duvarda resimler, raflarda, masanın üstünde çeşitli biblolar, çeşitli mineral örnekleri taşlar, değerli taşlar, çoğu sa­nat ve edebiyatla ilgili kitaplar, tıpla ilgili olan atlaslar ve bol resimli kitaplar, odanın çeşitli yerlerinde saksılar içinde egzotik ve normal çi­çekler, Bonzai ağaççıkları, antika mobilya parçaları vardır. Erickson kendisi de sempatik yüzlü fakat ağır bir çocuk felci sonrası kötürüm­dür. Kalın atellere sarılı olan bacakları üzerinde ancak iki koltuk değ­neğiyle ve gene de zahmetle adım atabilmektedir. Vücudunun üst ta­rafı, felçli ve sakat alt tarafıyla tam bir tezat içindedir. Erken ağarmış bembeyaz saçlarının çerçevelediği güzel bir başı ve genellikle biraz marjinal izlenimi veren bir giyinişi vardır. Boynunda ağır bir zincirle asılı, renkli taşlı bir pantantif (takı) bulunmaktadır. "Mr. Hypnose"a çıkmış adıyla birlikte dörtbaşı mamur bir karizma oluşturmaktadır. Hava­dan sudan konuşması, hastanın bakışlarını izleyerek farkettiği ilgi odaklarına yönelir. Örneğin hasta duvardaki bir tabloyla (tabloların hepsi gerçektir; reprodüksiyon bulunmaz) biraz fazla ilgilenmişse ko­nu genel olarak resim sanatına, o ressama ya da o resme yönelir. Hastanın dikkati bellibir şeye toplanmamış, hasta kendi ilgi alanların­dan hiçbir ipucu vermemiş bile olsa, herkesin ilgileneceğinden emin olduğu nesne ya da özelliklerden biri üzerinde söyleşiyi koyulaştır­ması pek de zor olmaz. Örneğin mineralleri sevdiğini söyleyip taşlar­dan birini eline alır ya da boynundaki kolyenin özelliklerinden söz etmeye başlar. Her türlü söyleşide hastanın dikkatini, kendi gösterdi­ği bir başka noktaya doğru çekmektedir. Böylece hasta dikkatini Erickson'un istencine uygun olarak yönlendirmeye kendini tam ola­rak bırakır. Bu arada Erickson konuyla ilgili olmayan, hastaya yöne­lik sorular da sormakta, hastanın dikkatini biranda konu olan objeden çekip soruya yöneltmekte ve yanıtı alınca yeniden objeye ya da başka bir objeye yönelmektedir. Çeyrek ya da yarım saatlik bir söyle­şi gezintisi sonunda hasta tümüyle Erickson tarafından yönlendirilir hale gelmiştir. Ayrıca bu hoş söyleşi sayesinde gevşemiş ve rahatla­mıştır. Ondan sonra Erickson yalnızca "şimdi gözlerini kapat ve uyu!" der. Söyleşi sırasında çoktan başlamış olan hipnoz hemen transı sağ­lar. Erickson bazen bu emre bile hiç başvurmaz ve transın öbür aşamalarına söyleşinin içindeyken geçer, istencin terapistle birleştirilmesi ve "Biz" oluşumu o denli tamdır ki böyle indükte edilmemiş olan, ya­ni hastanın uyumasının söylenmemiş olduğu durumlarda bile hasta, Erickson’un bir başkasıyla olan konuşmasıyla kendisine söyledikleri arasında tam bir ayrım yapabilir. Yani Erickson o sırada bir başkasıy­la konuşabilir, açıklamalar yapabilir ya da telefonla konuşabilir. Has­ta bu konuşmalara hiçbir tepki göstermez ve ancak kendisine söylenen sözlerle ilgilenir. Erickson'un hipnoza getirdiği en büyük yenilik, bu anlatılan ve normal karizmayla zaten her zaman yapılabilecek olanların dışında, onun negatif hipnoz dediği, kişiye bir şeyi yapma­sını söylemek yerine, bir şeyi yapmayabileceğini söylemektir. Yani "bütün dikkatinizi benim sesime vereceksiniz" emri yerine Erickson "beni dinlemeniz gerekmez, benim sesimi hiç işitmeyebilirsiniz, sizin bilinçaltınız zaten sizin yerinize bunu yapacaktır. Siz o sırada istediğiniz şeyi düşüne­bilir, düşleyebilirsiniz" demektedir. "İstediğinizi düşleyebilirsiniz. Şu an­da ne isterseniz onu yapabilirsiniz. Hatta bir şey yapmanız bile gerekmez. Gözlerinizi açık tutmaya bile mecbur değilsiniz. İsterseniz kapatabilirsiniz. Bilinçaltınız size yol gösterecektir. Sizin hiçbir şey yapmanıza gerek yok" tarzında konuşmak Erickson'un tarzıdır. "Burada istediğinizi yapabilir­siniz. Beni dinlemeniz, bana itaat etmeniz gerekmiyor. Bilinç altınız size ne yapmanız gerektiğini zaten söyleyecektir. Bilinçaltınız sizin için çalışıyor. Söylediklerinizi aklınızda tutmaya bile mecbur değilsiniz".
Erickson kendisi bu yöntemi, çocukken babasının çiftliğinde edin­diği bir deneyime bağlamaktadır. Çiftlikte babası yağmurlu ve fırtı­nalı bir günde, sığırları ahıra almaya çalışmaktardır. Bir hayvan inat eder ve ahıra girmeyi istmez. Babası hayvanı çekiştirirken küçük Erickson'a da gelip yardım etmesini söyler. Bunun üzerine küçük Milton hayvanın yularına asılmak yerine tam tersine kuyruğuna ası­lıp geriye çekmeye başlar. İki çekim arasında kalan inek hemen ahıra girer. Erikson'a göre burada iki seçim arasında kalan hayvan daha kolay olan yolu kendiliğinden seçmiştir.
İşte telkin yöntemlerinde de bu yüzden negatif olasılığı vurgula­yarak telkinde bulunma yöntemi böyle işlemektedir. "Gözlerinizi ka­patmanız gerekmez. Gözünüzü kapatmak için bile çalışmanız gerekmiyor" denildiğinde denek, daha kolay olan yolu, yani göz kapaklarını gev­şeterek dinlendirmeyi otomatik olarak seçecektir.
(Bilindiği gibi çok deneyimli anne babalar inadı tutmuş çocukları­na karşı da benzeri bir yöntem uygularlar. Nasrettin Hoca'nın suda boğulan adama yardım için "Elini ver" yerine "Elimi al" dediği öykü de aynı gözlemi anlatmaktadır.)
Bu yöntem hastaya çok büyük bir özgürlük ve seçme hakkı tanı­makta, hasta bu büyük özgürlük alanında direncin en az olduğu tara­fa doğru ilerlemektedir. Bu yöntemin hipnoz yoluyla terapilerde son derecede başarılı olduğu kesindir.
Çok daha nadir kullanılan bir yöntem olmakla birlikte özellikle panayır göstericileri tarafından sık kullanılan, reklâm yöntemlerinde zaman zaman başvurulabilen, terapi amacıyla ise özellikle hipnoza karşı olumsuz duygularla gelmiş olan kimselerde tercih edilebilecek olan bir yöntemdir. Burada hipnotizör, deneğe değil doğrudan doğ­ruya bir üçüncü kişiye yönelmektedir. Özellikle panayırlarda sahnede hipnotize ediliyormuş gibi yapılan kimseye söylenmekte olan sözle­rin sahnede duran diğer kimseleri, hatta seyirciler arasındakileri etkilemesi sağlanmaya çalışılır. Burada etki hedeflenmiş olan kişiye, etki altına girmesi ve uyumasının değil, etki altına girmemesi ve uyanık durmasının söylenmesi ve dolaylı olarak etki altına alınmasıyla yapı­lır. "Sakın etki altına girme" denildiği zaman kişi tam bir açmazdadır. Ya etki altına girmeyecek ve böylece tam da etkinin altına girmiş ola­cak, ya da bu direkt emre uymamak için etki altına girmeye çalışa­caktır. Bu yöntem de Erickson'un yönteminin biraz daha şov tarzında kullanılışıdır. Bu yöntem, tedavi amacıyla fazla bir işe yaramaz. Ama denildiği gibi sahne uygulamalarında ve reklamcılıkta epeyce işe ya­rar.
Otohipnoz son derecede kolay sağlanabilen ve bilmeden çoğumu­zun yaptığı bir şeydir. Bunun gücünü anlamak için çok basit olan sar­kaç deneyi yapılır. Yaklaşık 20-25 cm. uzunluğunda bir ipin ucuna 15-20 gr. ağırlıkta herhangi bir nesne, örneğin bir yüzük, bir metal ci­sim, bir anahtarlık, bağlanır. İp başın biraz üzerinde, ucundaki cisim yaklaşık kaş hizasında olarak ve gözden 25 cm. uzakta olacak şekil­de tutulur ve cismin tam aşağı doğru sarktığı yani ipin dümdüz ol­duğundan emin olacak kadar beklenir. Elin tam hareketsiz durması gereklidir. Bu sırada dikkatle bu cisme bakılır ve her iki gözle onu tam net olarak görmeye çalışılır. Cisim iyice netleştikten sonra bütün konsantrasyon o cisme verilir. Bir süre öylece durunca cismin zaman zaman netliğini kaybettiği, zaman zaman da daha net görüldüğü farkedilir. İşte o zaman elin son derece sabit tutulmasına karşın cismin çok hafif hareketlerle oynamaya başladığı, ritmik bir şekilde ileri geri ve sağa sola salındığı farkedilir. Bu harekete engel olmak için kon­santrasyon yoğunlaştırıldıkça cisim daha büyük salınımlarla sallanmaya ve giderek küçük daireler çizmeye başlar. Daireler gittikçe bü­yür. Cisim gittikçe daha hızla dönmektedir. İpi tutan elin bütün direncine karşın buna engel olmak mümkün değildir. Gözlerin bu ha­reketler sırasında hep cisme fikse kalması gereklidir. Cismin bütün hızıyla döndüğü ve iradeyle ona hakim olunamadığı iyice kesinleştiği sırada zihinden cisme durması söylenir. Bütün konsantrasyonun cis­me yönelik olarak "Dur" emrini vermesi gerekir. O zaman, kendi istencinizle elinize emir vererek bir türlü durduramadığınız cismin, is­tenciniz nesneye yöneldiğinde birden emre uyduğu, yavaşladığı ve durduğu görülecektir. Burada olan tam bir otohipnoz olayıdır. İstenç elin üzerine yoğunlaştıkça eldeki küçük titreşimlerin farkına varıl­makta, onlara engel olmak için gerildikçe el öteki yöne doğru hareket etmekte, bu kez ona engel olmak için gene beri çekilmekte ve böylece ipe gittikçe daha büyük bir salınım verilmektedir. İstenç elden nesne­ye yöneldiği zaman birdenbire elin üzerindeki gerilim kalkmakta ve üzerindeki merkezkaç etki birden kalkan cisim de yerçekimiyle he­men duruvermektedir. Uykusuzluk çekildiğinde, uykuya dalabilmek için girişilen çabalar. Örneğin koyunları saymak gibi girişimler de otohipnozun örneğidir.
Bu yöntem, düşleme tekniğiyle birleştirilerek şimdilerde ağır spor müsabakalarında kullanılmaktadır. Atletizm ve halter gibi bir defada büyük performans gösterilmesi gereken spor dallarında, çoğumuzun son olimpiyatlarda televizyondan da izlemiş olacağımız gibi, belirli bir konsantrasyon payı kullanılmaktadır. Bu sırada sporcu, yapması gereken hareketleri düşünden tıpkı yapıyormuş gibi bir kez geçir­mekte ve eğer bu yoğunlaşmada başarılı olursa, kaslarına az sonra yapacakları hareketlerin bir müsvettesini göndermektedir. Bu da tam bir otohipnoz örneğidir. Otohipnoz bu nedenle kekemelik, utangaç­lık gibi sorunların tedavisi için bugün yaygın bir şekilde kullanılmak­tadır.
Bu yöntem daha uzun süreli bir otohipnoz yöntemidir. Bunu önce bir örnekle anlatabiliriz: Çeşitli küçüklük duyguları içinde kıvran­makta olan kimselerin kolaylıkla yapabileceği bu örnekte önce bü­yükçe bir ayna ve bir de bir yazı tahtası alınır.
Önce kişinin kendisi­ne ilişkin bütün olumsuz duygu ve düşüncelerini maddeler halinde, cama yazabilen bir marker kalemle aynanın üzerine, tam kendi görüntüsünün üzerine yazması istenir.
Sonra da bu yargıların tam tersi olumlu ibareler, aynanın yanına asılacak olan yazı tahtasına, gene göz hizasında olmak üzere yazılır.
Sonra aynanın önünde durulur ve kendi görüntüsüne bakarak üzerine yazılı olumsuz sözler dikkatle okunur ve sonra ayna silinir.
Bundan sonra her gün yazı tahtası üze­rindeki olumlu ifadeler dikkatle okunacak ve aynaya bakılacaktır. Hergün en az 15 dakika süreyle bu işlemin yapılması gerekir.
Bir sü­re sonra tahta üzerindeki olumlu ibarelerin aynadaki görüntü üzerin­de düşsel olarak belirmeye başladığı görülür. Sonunda bütün olum­suz yargılar onların yerini almıştır. Anlatılırken çok basit ve oyun gibi gelen bu yöntem aslında son derecede etkindir. Ve bu yolla, ar­kadaş bulmaktaki güçlükler, utangaçlık, duruş ve dış görünüşteki bo­zukluklar tümüyle ve objektif olarak giderilir. Bu yöntemle ve aynı ilkeden yola çıkan bir dizi kolay yöntemle ergenlik sivilceleri bile kaybolur. Tarağa inat eden saçlar kolayca yatar.
Çeşitli kurs ve düzeneklerle çalışma ve öğrenme gücünün, belle­ğin, zekanın geliştirilmesini sağladığı savında olan bütün kişi ve yön­temler, aslında bu yöntemin varyasyonlarını kullanmaktadır. Gene spor yarışmalarında performans yükseltici çabalar bu Alfa-training modeline dayanır.
Aslında zeka doğuştan gelen belirli yetilerin toplam verisinin ge­nel bir adlandırmayla kabul edilmiş olan özetidir. Yani gerçekte zeka, bir doğa gerçeği değil, yukarıda ve daha sonra belirtileceği türden bir "Paradigma "dan ibarettir. Genel olarak toplumlarca kabul edilen insan performanslarını, beceri alanlarını saptamaya çalışır ve kişilerin bu performanslardan kaç tanesini, ne yükseklikte uygulayabildiğine ba­karak buna bir de sayı veririz. Oysa bu tek tek yetiler aslında toplumun ve dolayısıyla da bizim isteğimizdir. O yetiler bir başka toplum düzeni ve başka gereksinimlerde hiçbir işe yaramayabilir. Örneğin avcı bir topluluğun üyesinin matematik yetisi onun attığını vurabil­mesini ya da aslanlara yem olmamasını sağlamak için hiçbir anlam taşımaz. Aynı şekilde üstün bir hacim değerlendirme yetisi de, örne­ğin bir Şaman için hiçbir değer taşımayacaktır. Çünkü Şamana gere­ken içe doğuş yetisinin yüksekliğidir ki bu da belki Princeton'da bir uzay araştırmacısı için çok faydalı olabilir ama Houstan'daki bir roket mühendisi için ancak katastrofal olur.
Ancak sözkonusu Alfa öğretisi ile her konuda insan zihninin do­ğal kapasitesi sınırları içinde bulunan herhangi bir şey üzerindeki ye­ti şaşılacak kadar olağanüstü boyutlarda geliştirilebilir.
Uzak doğunun konantrasyon yüceltimine dayalı bir dizi inanç dizgesi ve sporu da aynı yöntemi dev boyutlarda kullanmaktadır. Ör­nekse, Yoga kasları, iç organlara ve eklemlere tam bir dikkat ve yo­ğunlaşma sağlayabilir. Japonların ünlü ok atıcıları saatlerce tek bir hedefe konsantre olabilirler. Oto hipnozun ve genel olarak hipnozun nelere kadir olduğunu da az sonra göreceğiz.
Bütün hipnoz olgularının aslında kişinin toplumundan almış ol­duğu yaygın kanıların yansımasına kuvvetle bağlı olduğunu belirt­miştik. Şimdi böyle bir hipnoz olgusuyla değil de bununla hiç ilgili olmayan başka bir toplu olayla, örneğin bir sinemanın seyircileriyle, ya da bir konserin, bir tiyatronun izleyici toplumuyla ilgilenelim. Gösteriyi izlemek üzere bilet alarak bir filme ya da oyuna gelen bir seyirci, yeni bir yaşantı geçirmek amacıyla oraya gelmiş bulunmakta­dır. İçeride oyunla ilgilenecek, oyunda gösterilen bir yaşantı kesitini yaşamaya çalışacak, yazarın, rejisörün ve oyuncuların vermeye çalış­tıkları duyguları almaya çalışacak, onlara uygun olarak hoşnut, ke­derli ya da sevinçli olacak, üzülecek, heyecanlanacak, korkacak, belki ağlayacak, belki gülecektir. Ama o kişi verilecek olan duyguları alma­ya açık ve hazır bir durumdadır. Oyunun kendisinde böyle duygu değişim ve dalgalanmaları yaratmasını hem ummakta, hem istemek­tedir. Bu amaçla oyuna konsantre olur. Oyuncuların performansı, re­jisörün becerisi oranında tanımadığı bir yazarın iletmeye çalıştığı duygu değişimlerini yaşar.
Ama bir başka seyirci gösteriye böyle "olumlu" bir yaklaşımla de­ğil, olumsuz duygularla gelmiş de olabilir. Örneğin oyuna isteme­den, bir başkasının zoruyla gelmiş olabilir ya da o rejisörü eleştirmek amacıyla oradadır. Bu durumda o kimse bütün oyun boyunca kendi­sini oyuna hiç kaptırmaz, bir salonda ve bir sahne karşısında bulun­duğunun tam bilincindedir ve bu sırada kendilerini oyuna kaptırmış olan seyirciler ona gülünç, bayağı ve aptal görünebilirler. Onları tü­müyle küçümseyebilir. Bu iki örnekte olanları irdelemeye çalışırsak:
1-Oyuna kendini kaptıran, onu yaşayan, birlikte gülen, ağlayan, üzülen ve sevinen izleyici, tıpkı hipnozdaki denek ya da hipnozu il­giyle izleyen kimse gibidir. Ondan etkilenmekte ve bir odaktan yayı­lan duygulanımlar içine girmektedir. Oyun sırasında düşlemi tümüy­le hipnozda olduğu gibi istenen doğrultuda çalışmaktadır.
2-Oyuna karşı olumsuz tepki göstermekte olan kimse ise hipnoz­dan etkilenmeyen ve etkilenenleri küçümseyen, kınayan kişilere ben­zemektedir. Böyle bir kişi, oyun sırasında kendi ruhsal durumunda oluşabilecek değişimlere karşı da nasıl olumsuz tepki gösterirse, ör­neğin yerli filmlere karşı küçümseyici bir tutum takınmakta olan bir kimse, filmle alay etmek, dalga geçmek için ya da arkadaşlarının zo­ruyla böyle bir filme gidebilir. Filmde geçen acıklı olaylar karşısında duygulanan, ağlayan seyirciye küçümseyerek bakarken birden her­hangi dokunaklı bir sahnede kendisi de elinde olmadan gözlerinin yaşardığını ve burnunun sızladığını hissedebilir. İşte öyle bir durum­da, nasıl kendisine karşı da eleştirel ve alaycı olmak zorunluluğunu duyar ve bu olguyu soytarılığa vurmak suretiyle kendi kişiliğine sindirmek zorunda kalırsa aynı şekilde hipnoz seansında da olumsuz tutumlu kişi elinde olmadan hipnoza girdiğini öğrendiğinde kendisi­ne karşı aynı şaşkın durumdadır.
3-Bir oyunu duyarak, yaşayarak izlemekte olan bir kimseyi, deği­şik bir ruhsal duruma girmiş, bilinci dışına çıkmış olarak görmek ve göstermek saçma ve yanlıştır. Gerçekte o sadece sunulmakta olan oyun performansı ile iyi iletişim ve etkileşim içindedir. Aynı şekilde hipnozda, hipnotizörle aynı duygulanım paylaşımı içine girmiş olan bir kimseyi de özgün bir durumda ve bilincinin, istencinin dışında olarak görmek ve göstermek yanlıştır. O da, tıpkı sinema seyircisi gi­bi, sahneyle iyi iletişim ve etkileşim kurmaktadır.
4-Her ne kadar seyirci ve hipnoz deneği aynı şekilde iletişimler ve etkileşimler içindeyseler de ikisi farklı tipte iletişim ve etkileşim içindedirler. Oyunculardan gelen mesajlar sevinç, keder, heyecan gibi duygular duymasına yönelikken, hipnotizörden gelen mesajlar örne­ğin kolunu daha ağır hissetmesi, yorgunluk duyması, uyku isteği duyması gibi duygulara yöneliktir. Bu iki etkileşimin farklı oluşu, farklı "durumlar" oluşlarından değil, farklı duygulara yönelik oluşlarındandır.
Bu görüş ve düşüncelerle yola çıkan araştırmacılar gerçekten hiç bir hipnoza özgü yöntem kullanmaksızın, kişilerin, hipnozda görülen bütün durumları, en fizyolojik durumlar dahil olmak üzere, bilinç ve istenç denilen yeteneklerinin tam olarak açık bulunduğu durumlarda bile yapabildiklerini, yığınlarla laboratuar deneyleriyle ispat edebil­mişlerdir. Kişiler tamamıyla bilinç ve istenç açıklığı içindeyken de na­bızlarını, ya da kan basınçlarını belli ölçüler içinde indirmek ya da çıkarmak yetisine sahiptirler. Vücut ısısı bile yarım, bir derece oynatılabilir. Bütün kasların, bir hipnoz sahnesinde görülebildiği öl­çüde katılaştırılması ve gevşetilmesi, hiçbir özel yöntem ya da alıştır­ma olmaksızın, mümkündür.
Hipnoz sahnelerinde sık sık yapılan bir gösteri deneğin tahta gibi kaskatı ve dümdüz olması, sonra başı ve topuklarının dayandığı iki iskemle arasında kaskatı, tahta gibi uzun süre durabilmesidir. Genel laboratuar deneylerinde gene bütün bilinç ve istenci açık olan rastgele kimselerin bile bu deneyi kolaylıkla yapabildikleri izlenebilmiştir. Bu deneyleri yapan kişiler, o zamana kadar hiç denemedikleri bu ye­tenekleri karşısında şaşkına dönüyorlardı. Hatta gene sahne hipnotizörlerinin yaptığı gibi, böyle iki sandalye arasında gerili duran 50 Kg. ağırlığında bir kızcağızın, hipnoza hiç baş vurulmaksızın ve tam açık bilinç ve istençle 80 Kg. ağırlığında bir adamı karnının üzerinde ra­hatlıkla taşıyabildiği bile görülmüştür. Yapılan yalnızca o güne kadar kullanılmamış olan bir dizi yeteneğin seferber edilmiş olmasından ibarettir.
Bütün bu yeni araştırmalardan şu sonuçlan çıkartıyoruz:
1-Telkin bir kimseden bir diğerine, bir odaktan topluma doğru gelen bir iletişim biçimidir.
2-İnsanlar genel olarak telkinlere açıktırlar. Telkinle gelen duygu ve düşünceler kolaylıkla benimsenebilir ve alınır.
3-Hipnoz teknikleri binlerce yıldanberi insanoğlunun büyülü olaylar karşısında duyduğu temel etkilenmeye açılış etkisini yapar.
4-Bilinçaltımıza zaten bir arketip olarak yerleşik olan bu eğilim bir kez faaliyete geçince aynı odaktan yayılan etkiler doğrudan doğ­ruya kendi duygu ve düşüncesi gibi işlem görür.
5-Bu bağlamda herkes kolaylıkla hipnotize olur. Hipnoz olmak için olumlu ya da olumsuz duygu ve beklentilerle iletişim kaynağına doğru dikkati odaklamak yeterlidir.
6-Böyle bir durum bilinç düzeyinin biraz altında işler. Çünkü bi­lincin, kendilik duygusundan dolayı böyle bir istilayı tehlike olarak al­gılaması normaldir. Bu yüzden de kişi bu etkileşimi kabul edebilmek için bilinçlilik durumunu bir parça düşürür. Böylece kendisine yaban­cı duygu ve düşünceleri benimsemeye daha hazır bir duruma girer.
7-Genel olarak hipnoz hoşnut duygular bırakır. Bunun nedeni bilinçdışı istek ve amaçların o sırada dışarı çıkabilmek için bir açık ka­pı bulmuş olmaları, dışan çıkmasalar bile üzerlerindeki uyanık baskı­yı daha az hissetmeleridir.
8-Kişilerin kendi anlayışlarına göre kabul edemeyecekleri şeyleri hipnoz altında da yapmayacakları söylencesi hem doğru, hem yanlış­tır. Gerçekte kişiler, kendilerini günboyu baskı altında tutan baskıları hafifletmek gizli amacıyla hipnoza girerler. Dolayısıyla amaçları ken­di bilinçli katmanlarının kabul etmediği şeylerin olabilmesini gerçek­leştirmektir. Bu yüzden de günboyu asla kabul edemeyecekleri hare­ketleri yapabilmek için bir fırsat bulmuş olurlar. Ayrıca bu anda suçu yükleyebilecekleri birisi, yani hipnotizör de elde bulunmaktadır. Bu yüzden hipnoz altında ahlakdışı eylemlerde bulunmak da, suç işle­mek de mümkündür. Ancak bunlara karşı bilinç katmanlarında kal­mayıp bilinçaltına kadar yerleşmiş frenler varsa bu frenler hipnoz al­tında da çalışır. Buna çok uç örnekler vermek için şöyle söyleyebiliriz: Hipnoz altında cinsel ilişki rahatlıkla yapılabilir çünkü bu genellikle ancak bilinçli baskıyla durdurulmakta olan bir dürtü­dür. Hipnoz altında, bizim parafililer dediğimiz çizgi dışı cinsel yö­nelişleri uygulamak da pekâla mümkündür. [Parafili bir kişinin yoğun fantezi, anormal arzular içinde bulunmasını tanımlayan psikoloji terimidir. Bu kişinin arzuları cansız varlıklara, hayvanlara (zoofili), ölülere (nekrofili), kendine veya eşine işkence yapmaya (sadomazoşizm) ya da çocuklara (pedofili) karşı olabilir..] Çünkü onlar da daha çok toplumsal yönelişlerle durdurulan dürtülere dayalıdır. Ancak hipnoz altında ensest aktı oluşturmak o kadar kolay değildir. Çünkü bu yalnız toplumsal baskılardan değil daha derin arketipal motifler­den kaynaklanan bir yasaktır. Çok daha ters davranışlar, örneğin zoofili ya da daha uçta olan nekrofiliyi (hayvan sevicilik ve ölüsevicilik), eğer bilinçaltına kadar inmiş bir ruhsal bozukluk yoksa, başartmak mümkün değildir. Çünkü her ikisi bilinç katmanlarından değil çok derinlerden kaynak alan yasaklarla baskılanmış durumdadır. O katmanlarsa hipnoz altında değil narkoz altında bile canlı olarak görev başındadır.
Bu arada medyada zaman zaman işlenmeye çalışan ve doğaüstü olarak adlandırılan kimi olayları da kısaca anlatmak gerekli olabilir: Pek çok fizyolojik olayın yalnızca hipnoz etkisiyle olan olağandışı güçle olduğu sanısı, pekçok normal yetilerin insanlar tarafından gündelik olarak kullanılmayan yetiler olmasındandır. Anlatıldığı gibi ki­şinin iki destek arasında tahta gibi kaskatı duruşu, aslında uyanık olarak da biraz eğitimle kolayca başarılabilecek olan bir şeydir. Anla­tıldığı gibi bu durumda bir kimse oldukça büyük ağırlık da taşıyabi­lir. Bu kimsenin tek destek üzerinde duruşu ise sahne teknikleriyle başarılan bir gözboyamadan ibarettir. Kişinin hiçbir destek olmadan havada uçması ise tümüyle hokkabazlıktan ibarettir.
Kişinin dikkatinin yoğunlaşmalarıyla kendi yaşamına ilişkin pek çok anıyı yeniden ortaya çıkarabilmesi, gene uyanık durumda da, an­cak uzun serbest çağrışım seanslarıyla sağlanabilir. Sinir sistemine bir kez yeterli bir süre boyunca girmiş olan, yani algılanabilecek kadar alınmış olan hiçbir şey bir daha unutulmaz. Algılama eşiği altında alınmış olan pekçok uyaran bile bilinçaltında hep saklı durur. Bunla­rın hepsi kolaylıkla yeniden anımsanabilir. Kuşkusuz ki hipnoz bu amacı çok daha büyük bir hızla sağlar. Bugün kullanılışı da zaten bu nedenledir. Ancak bir kimsenin, sözüm ona önceki yaşamına ilişkin öyküler anlatışı, gerçekte ancak olgulaşmamış benliklerin fantazilerinden ibarettir. Bazen kültürler bunu özellikle sağlayabilirler. Örneğin Karaiplerde yaygın olan Voo-doo törenleri zaten bu tür bir toplu hipnoz ve toplu histeri olayıdır ve orada o kültürün gereği olan kimi inanç kökenli algılamalar, bu tür fantazilerdir.
Kişilerin durup dururken bu tür fantazileri, erişkin yaşlarında or­taya çıkarmaları ise erken çocukluk dönemlerinde çözülmemiş ve ge­lişmemiş Ego benliklerine işaret eder. Bu kimselerin beklenmedik toplumsal mevkilerde bulunması da bir şey anlatmaz. Onlar ne olur­sa olsun çözülmemiş ve olgunlaşmamış çocuk aşamalarında bulun­maktadır. Küçük çocuklarda kendi gelişim süreçlerinde benzeri fantaziler pek boldur. Ancak bu ileri yaşlarda da bulunuyorsa ilkel ruhsal yapının bir belirtisidir. Hele önceki yaşamında şu ya da bu kralın, bir büyük ya da renkli şahsiyetin vücudunu yaşadığını söylemek, eski­den bir Çar olduğunu ileri sürmek, ciddi tedavi gerektiren, olasılıkla ödipal dönemde çözülmemiş bir sorunu gösterir.
Yukarıda anlatılan görüşler hipnozun bugün de psikiyatride ve genel tıpta kullanılan değerli bir araç olmasını engellemez. Kısaca genel bilgileri özetlersek:
a)         İnsanların çok yerleşik, tarihten gelen, yaygın kültürlerinde, sosyalizasyon yani toplumsallaşma ve toplumsal değerleri özümsemiş olmalarına bağlı olarak birbirlerinden yalnızca bilgi alışverişi bakımından değil, duygusal yönden de güçlü bir etkileşimleri söz konusudur.
b)        Bu etkilenme amaçlı ve amaçsız olarak yürüyebilir. Toplumsallaşma derecesi çok yüksek olan kişiler, toplumda varolan değerleri, düşünceleri, eğilimleri kolaylıkla almaya ve benimsemeye eğilimlidirler. Bu eğilim kesinlikle bilinçli değildir ve bilinçdışı ya da altı dediğimiz yollardan etkilenir.
c)         Her insan şu ya da bu derecede duygu transferlerine uğrar ve duygu transferi de yapar. Duygu bir kez alındıktan sonra tümüyle birincil süreçler dediğimiz, bilinç katmanlarının uyarı eşiği altındaki düzeyde yürüyeceği için düşünce dediğimiz ikincil süreçlerle denetlenemez; tersine ikincil süreçleri denetimi altına alır ve kendi isteği doğrultusunda yönlendirir.
d)        Toplumun çoğunluğundan ya da güvenilir kişilerden gelen uyarıların, kendi duygu ve düşüncesi gibi benimsenmesine, bilinçaltı ve bilinçte otomatik olarak işlerlik kazanmasına, "Telkin" olayı diyoruz. Bu telkine her insan, hergün ve hemen her yönden açıktır.
e)         Gene tarihin en eski çağlarından buyana telkinin gücü üzerine kültürümüzün en alt tabakalarına kadar işlemiş olan ve inanç halinde kimi ortak varsayımlar vardır. Büyü, ayin, tören gibi toplum etkinliklerinde bu arkaik iletişim ve etkileşim araçları çok sık olarak ve yöneltilerek kullanılmaktadır. En basit reklamlardan, tarikatlara, pop sanatçılarının gösterilerinden ulusal bayramlardaki törenlere kadar pekçok alanda bu öğeler amaçlı olarak kullanılagelmekte ve etkin de olmaktadır.
f)         Bütün bu önkoşullar kişileri "Hipnoz" olarak bilinen bir fenomenden etkilenmeye hazır hale getirmektedir. Böylece ortaya çıkan durumsa özgün bir fizyolojik durum olmayıp, yükselmiş bir dikkat ve yönlendirilmiş bir bilinçlilik durumundan ibarettir.
g)        Bu dikkat ve artmış bilinçlilik durumu hokkabazlık amacıyla uğraşan hipnozitörün isteğiyle garip ve gülünç eylemlere yönelebileceği gibi, bilinçaltı denilen, gündelik bilinçle farkedilmeyen ama gene bellekte de kaydedilmiş olan bilgi ve anılara rahatlıkla yönlendirilebilir ve ayrıca kişinin zaten fizyolojik olarak yapabileceği ama pek kullanmadığı, fizyolojik olaylara etkin olma durumuna da getirilebilir. Örneğin Yoga ile yapılabilen fizyolojik değişimler hipnozla da sağlanabilir.
Bu gerçeklerin ışığında hipnoz yöntemi bugün de tıp ve psikiyatrinin değerini korumaktadır. En yaygın ve en önemli kullanım alanları:
1)        Ağrı duygusunun ortadan kaldırılmasını ya da bastırılmasını sağlayabildiği için küçük ve orta ameliyatlarda başvurulabilen bir anestezi yöntemi olarak,
2)        Psikosomatik dediğimiz hastalıklarda, yani psişik nedenlerle organizmanın bedensel tepki verdiği, organizmada kalıcı değişikliklere de yolaçabilen hastalık gruplarında, hem hastanın genel psikoterapisi, hem de belirtilerin iyileşterilebilmesi amacıyla,
3)        Doğrudan doğruya psikoterapide, yani kişinin kendi kendisini tanıyarak genel sorunlarını çözmesine ya da gene aynı yoldan özgün bir ruhsal bozukluğun giderilmesine yarayan tedavi çabalarında özgün ve başarılı bir yöntem olarak, sayılabilir. Ayrıca kendi kendini hipnoz olan otohipnozdan elde edilmiş olan teknikler çok yaygın alanlarda performans yükseltici amaçlarla, gittikçe daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Bunları kısaca yakından görmek istersek:
1)        Hipnoz anestezi amacıyla en fazla lokal anestetiklerin yerine, örneğin diş hekimleri tarafından rahatlıkla kullanılabilir. Nadir de olsa çok riskli olabilen lokal anestetik ilaçlar yerine bu yöntemin kullanılması kuşkusuz ki büyük bir kazanımdır. Aynı şekilde doğum için de, özellikle annenin ağır anestetikler kullanması çok sakıncalı olduğunda, rahatça kullanılabilecek olan çok faydalı bir yöntem sayılmalıdır. Ağrısız doğum yöntemlerini annenin öğrenmesiyle doğum gerçekten ağrısız yapılabildiğine göre, buna da hiç şaşmamak ve yöntemin başarısına güvenmek gerekir. Bu yolla, gene anestezinin kesin kontrindike olduğu sezeryan doğumlarında bile (sezeryanlarda bebek alınıp göbek kordonu bağlanıncaya kadar narkoz verilmez), ilk anestezi için hipnoz çok uygun bir yöntemdir. Ancak hastanın ağrı şoku denilen genel reaksiyonu gösterebileceği durumlarda, yani derin duyunun uyarılması sözkonusu olacaksa dikkatli olunması gerekir. Bu yüzden, cilt üzerindeki bütün ameliyatlar, kulak, burun ve göz ameliyatları hipnoanestezi için uygun olan alanlardır. Hatta kafatasının açılma işlemi dışında, beyin ameliyatları bile rahatlıkla hipnoz altında yapılabilir. Çünkü beynin kendisi ağrı duygusu almaz.
2)        Psikosomatik  hastalıkların hemen hepsinde, doğrudan doğruya tedaviyi sağlamak mümkündür. Bu grup hastalıklar içinde özellikle deri hastalıklarının büyük bir bölümü, sindirim sistemi hastalıklarının çoğu ve bir kısım solunum bozuklukları bulunmaktadır. Bu hastalıklarda hem hastalığa neden olan ruhsal stresin nedenini bulmak, hem o stresin süregelen etkinliğini gidermek ve hem de ruhsal - sinirsel - hormonal karmaşık bir düzenekle ortaya çıkmış olan belirtilerin, gene aynı yoldan etkileyerek giderilmesinde, bu yöntem hem kısa sürede sonuç veren, hem de psikosomatik düzeneğin bilinç düzeyinde de kavranmasını sağladığı için çok faydalı bir yöntem sayılmalıdır. Ancak tedavinin, yalnızca belirtileri ortadan kaldıran basit bir "Mucize" gibi uygulanmaması, nedenlere kadar inilmesi, tedavinin kalıcılığı bakımından çok önemlidir.
3)        Doğrudan doğruya psikiyatrik bozukluklarda ise kullanım alanı, sanıldığının aksine giderek azalmaktadır. Her ne kadar fobiler, obsessif - kompulsif denilen zorlamalı bozukluklar gibi bazı alanlarda bozukluğun görüngüsünü hemen ortadan kaldırmada başarılı gibi görünüyorsa da bu gibi bozukluklarda, gerçek bozukluk genellikle çocuk gelişiminin en eski dönemlerinde, Td ve Ego arasındaki, ilkel Süper - Ego oluşumundaki aşamalarda geçen çatışmalarda yatar. Bu yüzden de gerçek tedaviye ancak çok uzun bir psikoterapi ile ulaşılabilir. Yalnızca belirtinin giderilmesi çoğu zaman sadece semptom kaymasına, yani bir semptomun kaybolup, bir başka belirtinin ortaya çıkmasıyla sürer. Aslında birçok fobik ve obsessif - kompulsif hasta, yaşamları boyunca otohipnoz yöntemini, kendi buldukları bir çare olarak kullanıp durmuşlardır. Ancak temeldeki çatışmanın çok temel düzeyde olması nedeniyle belirti hep biçim değiştirerek geri döner. Hipnoz yönteminin psikiyatride halen de değerli olan kullanım alanı "Post-travmatik Stres Bozukluğu" denilen alandadır. Bu bozukluk ağır bir fizik sarsıntısı karşısında kalan kimselerde ortaya çıkan, film ve edebiyata da zaman zaman konu olan, yanlış bir kullanımla "şok" olarak adlandırılan karmaşık davranış bozukluklarından ibarettir. İnsanların benzeri sarsıntılarla karşılaşma olasılığının giderek arttığı dünyamızda bu bozukluk da gittikçe önem kazanmaktadır. Doğal afetlerde olduğu kadar, kazalar sonrasında, bazı yakınların yitimine tanık olunmasıyla, savaşlarda karşılaşılan binlerce vahşet olayında, doğrudan doğruya silahlı çatışmalarda ve ne yazık ki yeryüzünün pekçok yerinde süregelen çeşitli işkencelerde bu bozukluk ortaya çıktığı gibi, belki daha da yaygın olarak aile içindeki çatışmalarda, dayak ve işkencelerde, küçük çocukların fiziksel, ruhsal ve cinsel olarak kötüye kullanımında da bu gruptan bozukluklar ortaya çıkar. İşte bu bozuklukta, hastanın travmaya neden olan olay ve durumu bilinçli olarak anımsamak ya da duygusal olarak yeniden yaşamaktaki aşılmaz inadı nedeniyle bazen standart psikoterapi yöntemleri çaresiz kalabilirler. İşte bu durumlarda hipnoterapi son derece etkin ve faydalı bir yöntem olarak elimizde bulunmaktadır. Hipnoz tekniğinin yapılışı ve sonrasında oluşacak olan güçlü güven ortamı, yalnızca belirtilere egemen olmak bakımından değil, uzun bir terapötik işbirliği için de bu yöntem çok değerlidir. Psikosomatik ve psikiyatrik bozuklukların arasında bir bozukluk gibi ele alınabilecek bir bozukluk ta, kekemelik ve konuşma bozukluklarında da hipnoz ve ardından sürecek bir otohipnoz süreci de çok etkili bir tedavi yöntemidir. Daha zayıf bir etkinlik alanı olarak kimi cinsel işlev bozukluklarının, örneğin kadının cinsel ilişkiye katılımını olanaksız kılan Vaginismus'un tedavisinde de bu yöntem etkili olarak kullanılabilir.
Bütün bu tedavi amaçlarından başka hipnoz henüz Nöro- Psikolojik birçok araştırma alanında, örneğin uyku araştırmalarında şimdide yoğun şekilde kullanılan bir araştırma yöntemi sayılmaktadır.
Zihnin çalışma düzeneği çok karmaşık olan birçok işlevin, her za­man düzenli olmayan, çoğu zaman içiçe ve birbirinin işine geliştirici- olumlu ya da ketleyici - olumsuz etkiler yapan birçok yönlü ve çok amaçlı çalışmasıyladır. Bu düzeneğin çok büyük bir bölümü uyanık ve "akıllı" olmaktan çok uzak olan bir sürü otomatik işleve bağlıdır. Kişi, çocukluğunun en erken günlerinden başlayarak bu işlevlerin ça­lışmaya başlaması ve gelişimi yönünde dev adımlarla ilerler.
Ancak çeşitli işlev, yetenek ve becerilerin gelişimi hiçbir zaman tek başına ve önceden hazırlanmış bir şemaya göre değildir. Tam ter­sine, gelişmekte olan birçok yeti ve işlev, gelişirken bir başka ya da birkaç başka işlevi yavaşlatır, engeller ve ketler. Gerçekte birçok organımızın gelişimi de böyle sürekli yapılanım ve ortadan kaldırma işlemleriyle gelişmektedir. Örneğin kemik, deri, kas gibi organlarda, kanda, kıkırdaklarda, dişlerde bu ardarda, birinin gelişirken öbürü­nün yokedilmesi sürekli olup gitmektedir. Kemiklerde önce oluşan kemik şeması, hemen arkadan gelen yiyici saldırgan hücrelerce orta­dan kaldırılır, yani öldürülüp yenilir. Onların hemen ardından da ke­miği yapacak olan bir dizi yeni hücre hızla gelişmektedir. Kısa za­manda onlar da yaşamı indirgeyerek içlerine biriken kalsiyumla ölü duruma geçerler. Ama tam oluşmuş bir iskelette bile bu işlev potan­siyel olarak hiç ortadan kalkmaz. Kemikte bir kırık ya da ihtihap olursa yeniden aynı işlevler bütün güçleriyle çalışmaya başlarlar. Ama yaşam için çok önemli olan bu dizge her zaman iyi yürümez. Örneğin kırılan bir kemik, biraz geç kalınırsa gene bu nedenle yanlış kaynayabilir ve başımıza büyük işler açar. Ayrıca durup dururken topuk kemiği altında "Epin" denilen kemik gelişimleri kendiliğinden başlayabilir ve yürümemizi olanaksızlaştırır.
İşte sinir sistemimizde ve onun işlevi olan ruhsal yeti ve yaşamda da, sinir hücreleri kolay kolay yenileşip değişmeseler de, işlevler yö­nünden çok benzer bir olay vardır. Çok özetle söylemek istersek; bebeklikten çocukluğa geçiş bir haltercinin kaslarının giderek gelişimi gibi görünürde sürekli asla değildir. Bunun için bebekliğin birçok özelliğinin durdurulması ve çocukluğun işlevlerinin çalışmaya başla­ması gereklidir. Bu durma ve başlamalar da aynı anda ve bir çırpıda olmaz. Aşamalar içiçe ve çeşitli gelişim süreç ve evreleri iledir. Bu yüzden en olgun kişi bile yaşamının geçmişinden yığınlarla kalıntı ve alıntıyı birliğinde taşır.
Aynı zamanda toplumun binlerce kültür değeri de öğretilerek ya da kendiliğinden öğrenilerek sürekli alınmaktadır. Kültür denildiğin­de yalnızca Nabuko operasını ya da İbrahim Tatlıses’i tercih etme ola­yı anlatılmaz. Aslında yemek yememizden yürümemize, konuşma­mızdan düşünmemize, yazılarımızdan resimlerimize hemen her şey toplumun doğrudan ve sürekli etkileriyle oluşur, değişir ya da geli­şir. Davranışa ve tutumlarımızdaki toplum etkilerinin tümüne birden kültür denilir. İşte bu kültürü edinmek ve ona tepki vermek için ken­di kalıtsal değerlerimiz, servetimiz içinde temel bazı dürtüler vardır. Bunların başında birlikte yaşadığımız insanlardan etkilenmek ve on­ları etkilemek, onlarla birlik ya da ayrılık oluşturmak, hem onların aynı hem de onlardan farklı olabilmek için durmaksızın yoğun bir ça­bada bulunma dürtüsü gelir. İşte hipnoz pekçok sinirsel ve zihinsel yetinin bu temel dürtü etkisiyle biraraya gelmesine bağlı bir olaydır.
Bunun ortaya çıkabilmesi için bu temel toplumsallık dürtüsünün, binlerce yıldan bu yana insanlığın ortak kültüründe oluşturmuş oldu­ğu ve efsunların, büyülerin, falların, kehanetlerin, şamanların, derviş­lerin, ermişlerin, tarikatların, dinlerin, devletlerin, orduların ve satıcı­ların kullanageldiği yöntemlerin en yoğun bir biçimde kullanılmasıyla gene binlerce yılda meydana gelmiş bir Paradigma vardır. Bizler günboyunca bu yöntemlerle farkına bile varmadan bu etkiler altında kalmakta ve çok da güzel etkilenmekteyiz. Bu etkilerin çekirdeğinde etkiyi alanla etkiyi yapan arasında kişisel Ben'lerin geri­ye çekilip, ortak bir biz oluşması yatar. Bu oluştuğunda da Ben’in sü­rekli görev başında olmasını gerektiren Birincil düşünce süreci ikinci plana çekilir ve türümüze özgü, en küçük çocukluğumuzdan beri ta­nıdığımız ve düşlerimizi, isteklerimizi, amaçlarımızı, sevgi ve nefret­lerimizi yönete gelmekte olan Birincil düşünme süreci bütün alanı kaplar. Bilinçaltımız ve bilinçdışımızda sakladığımız istekler, beklen­tiler ve algılamalar öne geçince buna uygun bir katılımcı seyirci duru­muna gireriz. Hipnoz bütünüyle bir sinema ya da tiyatroda kendini kaptıran bir seyircide olana benzeyen bir ruhsal durum yaratır. Yalnızca o sırada duygular hedeflenmekteyken burada düşünce ve ey­lemler hedef alınmaktadır.
1)     Bilinçdışı bir etkilenme beklentisi hipnoza alınan kimsede zaten vardır.
2)     Bir hipnotizör ya da kendimiz bu amaçla dikkatimizi bir noktaya toplar, görsel ve işitsel dikkatimizin bütün enerjiyle o noktaya yoğunlaşmasını sağlar.
3)     Dikkate rahatlatıcı ve gevşetici bir telkin refakat eder. Bu telkin ne ölçüde zaten olacak olanları haber almaya yönlenir ve ne ölçüde buyruk halini alırsa o kadar direnç uyandırır.
4)     Söylenenlerden etkilenme giderek dikkatin çok yükseldiği fakat uykuya hazırlığa benzeyen bir yatkınlığı başlatır.
5)     Bundan sonra verilen telkinler veren ve alan kişiler arasında tam bir duygulanım ve algılama birliği oluşmasını sağlar. Gelen düşünceler artık yabancı düşünceler olarak süzgeçten geçmez, zihnin içinde oluşuvermiş düşünceler gibi algılanmaya ve yaşanmaya başlar.
6)     Hipnoz buyruğuyla oluyormuş gibi görünen olaylar, gerçekte insanın yetileri içinde bulunan beceri ve yeteneklerdir. Hiçbir doğa üstü ya da doğa dışı olay sözkonusu değildir.
7)     Hipnoz bu özellikleriyle, insanlığın pekçok derdine çare bulmuş, pekçok derdine çare bulma olanaklarının kapısını açmış, şimdi de birçok alanda başarılı sonuçlar veren saygın bir tıp yöntemidir.
8)     Bugün hipnozdan etkilenerek en iyi yanıt veren tıbbi durumlar, anestezi amacıyla diş ve küçük cerrahi ameliyatlar, doğumlar, deri ve mide barsak hastalıklarının birçoğunda etken olan psikosomatik yakınmaların tedavisi, kekemelik ve bazı performans ketlenmelerinin tedavisi, ağır fizik travmalara maruz kalmış olanların tanı ve tedavisi, en önemli olarak da insanlar eliyle yapılmış ağır ruh­sal zedelenmelerin tedavisinde temel tedavilerle de desteklenmek ko­şuluyla önemli bir tanı ve tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Bu yöntem tarihsel gelişimi içinde Mesmer'in güçlü sezgileriyle bulunmuş, Puységur un disiplinli çabalarıyla incelenmiş, Braid'in dik­kati sayesinde tıbbi temelini bulmaya başlamış, Charcot gibi büyük bir hekim tarafından ruhsal tedavi alanında kullanımı gösterilmiş, Freud’un ilk araştırmalarında son derecede önemli bir rol oynamış ve bugünlere kadar gelmiştir.
Görüldüğü gibi, Dinamik Psikiyatri’nin, genel olarak Psikoterapi'nin ilk öncülü olma onurunu taşıyan Hipnozun insan ruhunun iş­levini ve derinliklerini öğrenmemizdeki hizmetleri, değer biçilemeyecek kadar büyüktür ve bu hizmeti bugün de kuşkusuz ki henüz bitmemiştir.
Bu yolu bize, insanca öngörüleri ve bilimsel namuslarıyla açmış olan Mesmer, Puységur ve Braid'in adlarını yeniden saygıyla analım.
KAYNAKÇA
Babaoğlu Ali: Psikiyatride Yıldızın Parladığı Anlar: Mesmer, Popüler Psikiyatri, 1966, 2, s. 21-24.
Spiegel, D., H. Spiegel: Hypnosis; in: Comprehensive Textbook of Psychiatry/IV, c. 2, s. 1389-1403, Ed. Kaplan-Sadock, 1985 - Baltimo­re.
Kaplan, H., Sadock, B., Grebb, J.: Synopsis of Psychiatry, 7. ed., 1994, Baltimore.
Spiegel, D., Spira, J.: Hypnosis for Psyciatric Disorders, in. Current Psychiatric Therapy, Ed: D. L. Dunner, 1993, Philad., s. 517-523.
Ellenberger, H. F.: The Discovery of the Unconcious, 1970, New York.
Vliegen, J.: Von Mesmer bis Freud, in: Die Psychologie des 20. ]ahrhunderts, Bd. I Die Europaeische Tradition, Ed. H. Balmer, 1976, Zü­rich, s. 687-700.
Fromm, E., Shor, R.E.: Hypnosis, 1979, New York.
Langen, D.: Kompendium der Medizinischen Hynose, 3. Aufl., 1972, Basel.
Tictze, H.G.: Kraefte der Hypnose, 1980, München.
Karasu, T.B. (for APA): The Psychiatric Therapies, 1984, Washington DC.

Asıl Kaynak: Ali Nahit BABAOĞLU, Hipnotizm, BDS Yay. Çetin Matbaası, 1996, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar