HIRİSTİYAN DÜNYASINDA KUR'ÂN KARŞITI SÖYLEMİN TARİHSEL KÖKLERİ KİTABINDAN
Yahya ed-Dımeşkî 30-133/650-750[1] yılları arasında yaşamış,
Ârâmî dilini konuşan melkitî[2] bir ailenin çocuğu olarak
Şam'da dünyaya gelmiştir.[3] Bizans kralının naibi olarak
görev yaptığı söylenen[4] dedesi Mansur b. Sarcûn,[5] Hz. Ömer'in hilafeti
döneminde, Halid b. Velid 14/635 yılında Şam'ı fethettiğinde defterdar olarak
şehrin teslim olma şartlarını görüşmüştür. Yeni İslâm idaresi de onu görevinden
almamış, defterdar olarak istihdama devam etmiştir. Yuhanna'nın babası Sarcûn
da aynı göreve devam etmiş, Halife Muaviye (41-61/661-680) mâliyenin reformunda
Sarcûn ailesinin tecrübelerinden yararlanmak amacıyla kendisini görevde tutmuştur.
Yuhanna, babasına yardımla maliye teşkilatında işe başlamış, daha sonra da
onun yerine geçmiştir.[6] Halife Abdülmelik, (66-86/685-705),
zamanında devlet idaresi Müslüman bürokratlara teslim edilmeye başlamasına
rağmen o görevini korumuştur. Ancak Halife Ömer b. Abdülaziz
(99-101/717-720)'in idaresini hazmedemediği için görevinden istifa edip meşhur Mar
Saba[7] manastırında inzivaya
çekilmiştir.[8] Bunun sebebi, Roma
medeniyeti gibi köklü bir medeniyete, Hıristiyanlık gibi eski ve etkili bir
dine mensubiyetin verdiği aidiyet duygusuyla, yeni idarecilerin badiye
kültüründen geldiğini düşünen Dımeşkî, kısa zamanda onların geri dönmelerini
beklemiş, ancak bundan umudunu kestiğinden, yeni, mistik bir strateji geliştirmeyi
düşünmüş olabilir.
İslâm idaresi ile uyum içinde
çalışan seçkin, bürokrat bir aileden gelen Yahya gençlik yıllarında Halife
Muaviye"nin oğlu Yezid'in yakın arkadaşı olmuş; hanedanı her bakımdan yakından
tanıma imkânı bulmuştur. O, iyi
eğitim almış, zamanın geçer dilleri olan Grekçe, Arapça ve Aramca'yı öğrenmiş,
bilgin, ilahiyatçı, hatip ve şairliği olan biri olup, papazlık görevinde iken
İmparator III. Leon'a ikonoklastlik
(Bizans'ta kilise resimlerinin kutsallığını reddeden anlayış) konusunda
açıkça karşı çıkmış,[9] güçlü bir Bizans
gelenekçisidir. Yahya, Emevî sarayında muhtemelen Bizans taraftan olarak Hıristiyanlık
tartışmalarına katılmıştır.[10] Bu sayede İslâmî geleneği
çok yakından tanımıştır. O sadece İslâm'a değil kendi dinî anlayışının
dışında kalan diğer görüş ve inançlara da acımasızca tenkitler yöneltmiştir.[11] Bu durum kendisinin
Bizans'la güçlü bağlantıları olduğu kanaatini desteklemektedir. Çünkü o dönemde
Emevî İslâm idaresinin kuzey komşusu ile askerî ve siyasî yoğunlukta ciddi
problemler yaşadığı bilinmektedir. Askerî mağlubiyetlerin intikamlarının
alınacağı pek çok yöntem olabilir. Genç İslâm egemenliğinde özgürce yaşayan
eski Bizans uyruklarının kültürel yoldan intikam amaçlı harekete geçirilmesi
tecrübeli idarelerce düşünülebilir. Yuhanna'ın durumu da buna uygun
görünmektedir. Doğu kilise geleneğinin, özellikle İslâm'a karşı yürütülen
kültürel karşıtlığın kurucusu olarak onun söylemleri Bizans kilise- since uzun
yıllar Islâm'la tartışmanın temel metodunu oluşturmuştur. Onun düşünce kaynağı
Mar Saba Manastırı ydı. Bizans dinî geleneğinin köklü varisi bu
manastırda dinî ve fikrî altyapısını oluşturmak için büyük bir gayret gösterdi.
Bir Bizans fedaisi olarak fikrî donanımım oluşturduktan sonra Bizans
geleneğine karşı olan herkese savaş açtı.
Hıristiyan Doğu geleneğinin kilise
babalarından kabul edilen, entellektüel bir donanıma sahip olan Dımeşkî'nin
iki türlü etkisinden bahsetmek mümkündür. Bunlardan biri, kendi kültür ve din
çevresinde, diğeri de muhalif olduğu din ve kültürlere karşı etkisidir. Kendi
kültür çevresindeki en güçlü etkisinin Bizans tarihinin bir asrı aşan sürecini
(108-229/726-843) kapsayan "ikonoklazm" (tasvir karşıtlığı)
hareketi içinde görmek mümkündür. Hareketin sebepleri hakkında tartışmaya
girmemekle beraber şunu söyleyebiliriz ki, Ortadoğu kökenli olan Hıristiyanlık,
gelenek ve kültürel açıdan kendini daima Yahudiliğin devamı olarak sunmuştur. Yahudilikte
putlara tapmak yasak olduğuna göre[12] bundan etkilenen grupların
her zaman az da olsa bulunması mümkündür.[13] Diğer taraftan İslâm
Devletiyle çatışma halinde bile olsa Bizans'ın suretperestliği şiddetle
yasaklayan İslâmî kabullerle etkileşmeye girmemesi mümkün değildir. İkonoklazm
hareketinin önde gelenlerinin Anadolu kaynaklı olmaları, hareketi başlatan
imparatorun Maraşlı, iyi Arapça bilen biri olması, bu etkileşmeyi akla
getirmekte; hatta bunu bilimsel bir görüş olarak sunanlar da bulunmaktadır.[14] Kiliselerdeki kutsal resimlere
ibadeti reddederek başlayan bu hareket daha sonra, kutsal resimlerin parçalanmasına,
ibadet mekânlarından atılmasına kadar varmıştır. Siyasî, dinî ve sosyolojik
derin etkileri olan Tasvirkırıcılığa karşı teolojik deliller üç Hıristiyan din
adamı tarafından hazırlanıp desteklenmiştir. Bunlar Papa II. Gregorius
(97-113/715-731), Konstantinopolis Patriği Germanos (97-112/715-730) ve Yahya
ed-Dımeşkî'dir. Özellikle Dımeşkî'nin bu konudaki üç hitabesinin çok önemli
olduğu bilinmektedir.[15] İmparator V. Konstantin
muhalif tarafta yer alan teologlara, özellikle de Dımeşki’nin görüşlerini ret
maksadıyla makaleler yazarak karşı çıkmıştır.[16] Ayrıca İstanbul'da 10 Şubat
137/754 tarihinde toplanan Tasvirkırıcı taraftarlarının
konsilinde Dımeşkî'nin aforoz edilmesi,[17] İznik'te 171/787 yılında
toplanan konsilin tasvir taraftarlarının görüşlerinin kabul edilmesi
doğrultusunda karar alması,[18] Yahya ed-Dımeşkî'nin Bizans
dini hayatındaki etkisini, önemini göstermektedir. Onun İslâm konusundaki
kendine göre tanım ve yorumları uzun zaman Bizans Hıristiyanlığında temel yargı
olarak kabul edilmiştir.[19]
Dört halife döneminde başlayan
siyasî ihtilafların zamanla siyasî, itikadı mezheplere dönüşmesinde dış
etkilerin olmadığını düşünmek mümkün değildir. Özellikle egemenlik alanları
ellerinden alınan Hıristiyan bilgin ve vaizlerin, Yahya ed-Dımeşkî gibi tek
amacı vardı o da İslâm'ın mümkün olan her türlü etkisini önleyecek tahliller
yapmaktı.[20] İslâm'ın Hıristiyanlıkla ya da
kurumsal Hıristiyan kültürüyle ciddi olarak karşılaştıkları ilk mekân Dımeşk,
yani Şam olmuş, bundan sonra mürcilik, kaderilik gibi düşünce ekolleri buradan
beslenmiştir.[21] Aynı şekilde İslâm
karşıtı düşüncelerin üretilip pazarlandığı mekân da yine burası olmuştur. Dımeşkî'nin
fikirleri Şam'dan Bizans'a yani Konstantinopolis'e servis edilmiş, burada işlenerek
ülkenin her tarafına ulaştırılıp, Ikonaklasmus hareketinde olduğu gibi,
İslâm'a karşı toptan bir hareketin temelleri atılmıştır. İstanbul'un kuşatma
altında olduğu, Anadolu içlerine sık sık akınların yapıldığı, bazı bölgelerin
ele geçirildiği, askerî bir atmosferde onun fikirlerinin ilgi çekmemesi
imkânsızdır. Emevî sarayında önemli bir bürokrat aileye mensup, çok iyi
yetişmiş, melkitî mezhebinden bir Ortodoks, İslâm, Hz. Peygamber ve Kur'ân için
en ağır iftira ve hakaretleri uydurarak, güya İslâm'ı reddetmiştir. Yazdığı
kitaplar, talebeleri tarafından Bizans'a götürülmek suretiyle pek çok kimseyi
etkilemeyi başarmıştır.
Dımeşki’nin en önemli eseri Die Quelle der Erkenntnis (Bilginin Kaynağı) isimli Yunanca
çalışmasıdır.[22] Bu kitabın Hıristiyan ilahiyat
tarihinde Hıristiyan dogmatiğinin ilk sistematik eseri olduğu söylenmektedir.
Üç bölümden meydana gelen eserde, birinci bölüm detaylı olarak dinî tanımları,
Bizans okul geleneğini, altıncı yüzyıldan beri dinî tartışmalara duyulan ihtiyacı
içermektedir. İkinci bölüm tüm Hıristiyan sapkınlıklarını teker teker
sıralayan bir heretik tarihidir. Üçüncü bölüm kendi kilisesinin inanç
kurallarını birinci bölümde verdiği tanımlar çerçevesinde açıklayıp, zamanındaki
heretik anlayışları reddetmektedir. Müellif, Mani dini mensuplarıyla
Ortodokslar arasındaki bir diyalog denemesiyle kitabını bitirmektedir. Ortaçağ
boyunca Hıristiyan çevrelerinin İslâm algısının ve ithamının mesnedi, Kur'ân'ı
karalamak ve yok saymak amacıyla yazılan reddiyelerin ilki ve önemlisi olan[23] "De
Haeresibus" (Heretikler/Sapkınlar) bölümü, adı geçen eserin son
kısmının bir parçasıdır.
DEĞERLENDİRME (s. 249-270)
İslâm'a ve Kur'ân'a karşı yapılan bütün
itirazlar ilk dönemlerde çok katı ve acımazsız olduğu görülmektedir. Bunda İslâm
ordularının şaşırtıcı bir şekilde, devrin süper güçleri olan İran'ın tamamını,
Bizans'ın bazı eyaletlerini fetih yoluyla elde etmesinin, İslâm'ın karşı durulamaz
yükselişinin etkisi olduğu yadsınamaz. Fakat fizikî
şartlarda önüne geçilmez görülen İslâmî gücü aşağılamak için basit sokak
yöntemlerine başvurup Arapların soyu hakkında, Kitâb-ı Mukaddes'in
açıklamalarından yararlanarak Arapları, onların temsil ettiği İslâm'ı gözden
düşürmek için iftiralara ve saptırmalara gerek olmadığı düşünülmelidir.
Arapların, İbrahim'in Hacer'den olma
oğlu İsmail'in soyundan geldiğinden dolayı İsmailî adı aldıklarını söylemekle
kuru bir nesep tartışmasını alevlendirilmiştir.
(Nesep ayrışması ile bölünme temeli
atılmıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme atfedilen “Ben iki
kurbanlığın oğluyum” kelamınınıda refarans alarak ayrışmanın temeli kazınmıştır. Daha sonraki zamanlarda Muhyiddin İbn’ül
Arâbî kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu konuda kurban olan çocuğun Hz. İshak olduğunu
iddia etmişse pek tutturamamıştır. İhramcızâde İsmail Hakkı)
…….
Hz. Muhammed'in (sallallâhü aleyhi ve
sellem) risaleti Bizans imparatorlarından Heraklius (610 -641) zamanında vukû
bulmuştur. Kur'ân Yahudi ve Hıristiyanlara "Ehl-i Kitab" statüsünü vermekte,
onların kitaplarını tasdik temekte,[24] Tevrat ve İncil ile kendi
arasında önemli paralellikler kurmaktadır. Diğer dinî geleneklere yaşama
fırsatı sunduğu tarihi tecrübelerle sabittir.
Hz. Peygamberin Hıristiyan keşişlerle
arasındaki ilişkiler konusunda Yahya Dımeşkî, sonraki yazarlara göre daha
dikkatli davranmaktadır. O sadece Aryan bir papazdan söz ederken, sonraki
dönemlerde Nasturî, Monofizit papazlardan da söz edilmektedir. Erken dönemde
Dımeşkî'nin Kur'ân'ın kaynağı konusunda Aryan bir menba göstermesi ilgi
çekmektedir. Hıristiyan dünyası, İslâm'ın üstün başarısı karşısında ağır bir
şok yaşamış olduğu bilinmektedir. Kendilerinden beklenmedik bir süratle büyük
devletlerin ve toplumların üzerine gelen bu çöl insanlarının heyecanlarının
kaynağı ne olmalıydı?
Bu soru onların zihnini İslâm'ın
başlangıcından beri yoğun bir şekilde meşgul ediyordu. Ancak bu soruyu yazılı
olarak ilk defa kayda geçiren Yahya ed-Dımeşkî olmuştur. Ona göre Muhammed (sallallâhü aleyhi
ve sellem) yalancı (!), dinini oluştururken Aryan bir papazdan yardım almış,
yakıştırmasında bulunmuştur. Burada dikkat çeken yakıştırmanın 'Aryan bir
papaz' olmasıdır. Aryanizmin ortaya çıkışı İsâ'nın varlığı konusundaki
doktrin tartışmalarında ortaya çıkmıştır. İskenderiyeli Aryus (Ö.336)
İsâ'nın Tanrı olmadığını, sadece Tanrısal kuvvetlerle donatılmış ve Tanrı
tarafından oğul kabul edilmiş bir insan olduğunu ileri sürmüştür. Fakat 325
yılında İznik'te toplanan konsilde bu görüş reddedilmiş, Bizans kralının
desteklediği iman esasları formüle edilerek kabul edilmişti. Bunun dışında
kalan tüm görüşler sapık ilan edilmiştir.[25] Dımeşkî bu çerçevede Aryan
tabirini kullanarak kendi zihnindeki gayrimeşru kabul ettiği Hristiyan
fırkaların tahkirini de Hz. Peygamber üzerinden kuvvetlendirmiş olmaktadır.
İslâmî kaynaklardan da referanslar göstererek [26] sonraki dönemlerde bu konu
üzerinde çok farklı tezler ileri sürülmüştür. Bütün bu gayretlerle verilmek
istenen mesaj Kur'ân'ın hiçbir orijinalliği olmadığı, Yahudi, Hıristiyan yahut
da heretik/sapkın Hıristiyanlardan derleme bir kitap olduğu kanaatini
oluşturmak istenmiştir. Böylece İslâm dini, dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim üçlü
bir kültürel menşe baskısıyla karşı karşıya bırakılmış oluyordu.
Kur'ân'ın redaksiyonunda bizzat Hz.
Peygamberin kendinsinin çalıştığı, ama onun tarafından yazılmadığı erken dönem
Grekçe metinlerde açıkça belirtilmesine[27] rağmen reddiye geleneği
sürekli "Muhammed'in Kur'ân'ı" etrafında oluşturulmuş, Hz.
Peygamber Kur'ân'ın yazarı olarak tanımlanmıştır.
Dımeşkî ve halefleri, İslâm
ulûhiyetinin tanımlanmasında merkezî bir role sahip olan İhlâs Sûresine,
özellikle de 'Samed' ismine, saptırıcı yorumlarla şiddetle karşı çıkmışlardır.
Bu gösteriyor ki, Kur'ân'ın nuzûlünden önce, Orta Doğu bölgesindeki dinler
Tevhidin temel özelliklerini kaybettiklerinden İslâm vahyine ihtiyaç duyulmuştur.
Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'in temel
görevi, insanları tevhidî bir inanca sevk edip, onları yaratıklara tapmaktan
kurtarıp sadece Allah'a kul olmalarını sağlamaktır. İnsanın Allah'ı bir
bilmesi, O'ndan başka tanrı tanımaması anlamına gelen tevhid, onun sadece
Allah'a ibadet etmesi, O'nun buyruklarına tam anlamıyla teslim olması da
İslâm'dır. İslâm, tevhidi gerçekleştirme dini olduğundan, Kur'ân'ın ana konusu
tevhiddir. Her sûrenin ana teması da budur. Diğer konu ve temalar,
tevhidin çevresinde dönen, onu besleyen ve destekleyen bilgi ve eylemlerdir.
Bunun için Kur'ân âyetleri, Allah'ın varlığından çok, bir olduğunu ispatlama
yönündedir. Çünkü Allah'ın varlığı konusunda tüm dinlerin genelde ortak bir
uzlaşısı olduğu bilinmektedir. Ancak Allah'ın sıfatları hakkında dinlerin
görüşleri farklılık arz etmektedir. Bunlar arasında Allah'ın varlığı,
birliği ve sıfatlarının da birliği konusunda Kur'ân kadar açık, anlaşılır ve
doyurucu başka bir din kitabı yoktur. Kelime-i Tevhid olarak ifade
edilen "Lâ ilâhe illâ'llâh: Allah'tan başka ilah kesinlikle
yoktur." cümlesi pek çok âyette değişik versiyonlarla vurgulanmaktadır.
İslâm bilginleri tevhidi, Rububiyet tevhidi, sıfat tevhidi ve ulûhiyet tevhidi
olarak üçe ayırmışlar ve bunların her birinde Allah'ın ortağının bulunmadığı
konusunda görüş birliğinde olmuşlardır.
Kutsal Kitabın değişik bölümlerinde de
tevhid vurgusu yapılmaktadır:
"Bu olaylar Rabbin Tanrı olduğunu
ve O'ndan başkası olmadığını bilesiniz diye size gösterildi."[28]
"Yücesin, ey Egemen Rab! Bir
benzerin yok, senden başka Tanrı da yok! Bunu kendi kulaklarımızla
duyduk."[30]
Bunlara benzer cümleleri Kutsal Kitabın
değişik bölümlerinde rastlamak mümkündür. Ayrıca Yeni Ahit olarak bilinen
İncil'de de benzer ifadeler bulunmaktadır:
"Tanrı tektir ve O'ndan başkası
yoktur." [31]
"Çağrınızdan doğan tekbir umuda
çağrıldığınız gibi, beden bir, Ruh bir, Rab bir, iman bir, vaftiz bir, herşeyden
üstün, her şeyle ve her şeyde olan herkesin Tanrısı ve Babası birdir.![32]
"Onur ve yücelik sonsuzlara dek
bütün çağların Kralı, ölümsüz ve görünmez tek Tanrı'nın olsun!"[33]
Kitâb-ı Mukaddes'ten verdiğimiz bu
örnekler tevhid anlayışının belli ölçüde de olsa Tevrat ve İncil'de de var
olduğunu göstermektedir. Ancak ilk devirden itibaren antik paganist kültürün
baskın etkisi altında kalan Hıristiyanlık, tevhidî karakterini özgürce yaşayıp
savunamamıştır. Bunda siyasî egemenliği kuramamış olmanın da payı
vardır. Müşrik antik inanç ve gelenekleri bünyesinde tevhidî bir yöntemle
şekillendiremediğinden, tavizkâr bir tutumla pagan geleneklerine teslim olmuş,
semavî dinlerin ana profilleri olan Allah'ın sıfatları konusunda tevhidî bir
anlayışı savunamamış ve teslis konusunda geri dönülemez çıkmazlara, figürlere
saplanmak zorunda kalmıştır.[34]
Hıristiyan apalojisini yürüten teologların İhlâs
Sûresi'nin Allah tanımına, Kutsal Kitaba rağmen, itiraz etmesinin başka gerekçeleri
olabileceğini düşünmek mümkündür. Diğer taraftan Grek felsefesinin, kültürünün
cezbedici kurumsal baskısıyla birlikte, İslâm egemenliği karşısında düştükleri
umutsuzluğun verdiği toptan bir inkâr anlayışının da etkili olduğu düşünülebilir.
Apalojist teologların muhataplarını alt etme amacıyla
Kur'ân'dan kullandıkları âyetlerden biri İsâ'nın özelliğini anlatan "Allah'tan
Bir Kelime" olmasıdır. Allah'ın
gönderdiği Melekle (Cebrâil) Meryem arasında geçen diyalogda Meryem'e "O'ndan
bir kelime" müjdesi verilmektedir [35] Bu âyette mecaz bir anlam
ifade eden "Kelime" nin sözlük ve terim anlamlarını kavramamız
zor görünmektedir. Arap filologlarına göre kelime'nin lügat anlamı söz,[36] terim anlamı ise, bir tek
anlama konulmuş sözdür.[37] Kelime'nin geldiği "kelm"
kökü hakkında bilgi veren Râgıb: "Kulak veya göz ile algılanabilen bir
etkidir ki, kelâm sadece kulak yoluyla algılanır" demektedir.[38] Mecazî anlamdan başka
manalar verilmiş olmakla beraber[39] İsâ'ya (aleyhisselâm)
kelime dendiği tefsirlerde belirtilmektedir.[40] Ancak Kur'ân'a baktığımızda
"kelime" sözcüğü farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Meselâ: Ehl-i
Kitabla Müslümanların arasındaki anlaşma, uzlaşma noktasına "kelime"
denirken,[41] diğer âyetlerde de "Rabbi'nin
sözü"[42] olarak Allah'a ait yahut
kâfirlere izafe edilen bir söz olarak zikrolunmaktadır.[43] Kur'ân'da değişik
bağlamlarda kullanılmasından[44] anlıyoruz ki, "kelime"
sözcüğü özel bir anlam ifade etmekten ziyade geçtiği yere göre anlam
kazanmaktadır. Bu genel anlamla İsâ ile ilgi kurulması mümkün değildir. Sadece
İsâ'nın anlatıldığı "Kelimetün minhü: Ondan bir söz, bir kelime"
terkibinde Kur'ân-ı Kerim'de başka bir âyet olmaması gösteriyor ki, "kelime"
nin Kur'ân'da insan olarak karşılığı İsâ'dır.
Kur'ân yorumcuları İsâ'ya "kelime"
denmesinin sebeplerini farklı yorumlarla açıklamaktadırlar. Meselâ: TABERÎ,
Kelime'ye müjde manası verirken, Katâde'den yaptığı nakilde ise Allah'ın "Ol"
emridir, demektedir.[45] Bu konuda tefsirlerde
farklı yorumlar bulunmaktadır: İsâ babasız olarak "Ol" emri
ile yaratılmış,[46] çok küçük yaşta konuşmuş,
Allah kendisine kitap vermiştir. Kelime gerçekleri anlattığı gibi o da gerçekleri
anlatıp, ruhen insanları diriltmiştir.[47] Geçmiş kitaplarda
müjdelenmiştir,[48] hidayete vesile olmuştur.[49] Allah'a izafetle insanlara
Abdullah, Lütfullah isminin verildiği gibi, ona da kelimetullah denmiştir.[50] Diğer bir nokta ise
kelimenin İsâ'nın kişiliğinde kazandığı anlamdır. Bu konuda da başta Râzî olmak
üzere tefsir bilginlerinin görüşleri şöyledir: Her çocuk Allah'ın
"Ol" emri sebebiyle yaratılmakta ise de doğuma sebep olan baba,
İsâ'nın oluşmasında yoktur. Dolayısıyla İsâ'nın "Ol" emrine nisbeti
daha açık ve mükemmeldir. Böy- lece İsâ "Ol" emrinin somutlaşmış
şekli gibi görülmüştür. Nitekim Arap dilinde bunun örnekleri vardır. Başka bir
açıdan bakıldığında İsâ'nın fonksiyonu nazara alınarak mecazî bir anlamın
ifadesi için ona kelime denmiştir. Çünkü İsâ gerçek tevhidî bir dini ortaya
koymuş, Allah'ın kelimesi konusundaki şüphe ve yanlışları ortadan kaldırmıştır.
Böylece: "Kelimetullah" olmuştur.[51] SANKİ İSÂ'NIN BABASI
ALLAH'IN "OL " EMRİ OLMUŞTUR.
Çağdaş Kur'ân Yorumcularının kelime hakkındaki
görüşleri ise: Allah tarafından garib bir kelime, bir eylem, bir etki,
olağanüstü bir yaratılış, anlamlı bir eser yahut âyette "kelimetün"
şeklinde belirsiz bir isim nekre olarak kullanılması bazı önemli noktaları
ifade etmektedir: Bu kelime tanınmadık, garib, olağandışı bir şeydir.
Dolayısıyla bu İsâ'nın kimliğini oluşturur. Çünkü İsâ olağandışı bir yaratılışa
sahiptir. "Ondan (Allah) bir kelime" demek; sebepsiz, olağandışı
bir kelime olduğunu ve bâtıl olmadığını anlatmaktadır. İsâ bir kelimedir.
Fakat sadece kelime bu demek değildir. Allah'ın başka kelimeleri de vardır.[52]
Osmanlı kültürüyle yetişmiş Hamdi Yazır'ın
kelimeden anladıkları bunlardır. Cumhuriyet devrinin önemli Kur'ân
yorumcularından biri olan Süleyman Ateş'e göre: "İsa, Allah'tan
bir kelime diye tavsif edilir. Hz. İsâ, babasız, sırf Allah'ın "Ol"
sözüyle yaratıldığı için ona Allah'ın kelimesi denmiştir. Bu sözde onun
mucizevî yaratılışına işaret vardır. Kelime, kelâmdan geneldir. Kelâm yalnız
kulağa hitap eden sözdür. Kelime ise gerek kulak, gerek göz, gerek başka
duyular aracılığıyla içte duyular ve manalar uyandıran her şeydir. Ağızdan
çıkan veya kitaba yazılan sözler birer kelime olduğu gibi insanın ruhunda
ibretler uyandıran tabiat olayları da birer kelimedir, fakat bunlar sözsüz
kelimelerdir...) Hz. İsâ'nın doğumu ise olağanüstü bir hadisedir. Bu fevkalade
hadise, herkes için Allah'ın kudretini ifade eden sözsüz bir konuşmadır. İşte
doğumunun uyandırdığı ibretten dolayı Hz. İsâ "Allah'ın kelimesi"
olarak nitelendirilmiştir."[53]
Verdiğimiz bu alıntılardan; Kur'ân'ın İsâ'yı
insanlara Allah'tan bir âyet ve bir rahmet olarak tanımlamasından anlaşılmaktadır
ki, kelime anlamların kalıbı olduğu gibi, İsâ da beşerî bir kelimedir; o derin
anlamları olan canlı bir âyet ve canlı bir manadır. Yani KELİME İSÂ
OLMAMIŞTIR, KELİME İLE İSÂ YARATILMIŞTIR.[54]
İslâm tasavvuf geleneğinde kelime, çok daha değişik
anlamlar ifade etmektedir. Tasavvuf kültürünün zirvelerinden olan Muhyiddin
İbn’ül Arabî harflere ve kelimelere çok büyük önem vermektedir. Ona göre,
kelimeden maksat her bir varlığın bizzat kendisidir. Çünkü onlar Rahman
(Allah)ın nefesiyle ortaya çıkmışlardır. Nitekim insan konuşurken kelimeler
insanın nefesi ile ortaya çıkmaktadır. İbn Arabî'ye göre varlıklar Allah'ın
bitmez tükenmez kelimeleridir. Bundan dolayı İsâ'ya da kelime denmiştir.[55]
İnsan da tüm anlamları kendinde toplayan bir
kelimedir.[57] İbn Arabî bu
yorumlarıyla İsâ (aleyhisselâm) ile diğer insanlar arasında bir fark
görmediğini anlatmak istiyor. İslâm kaynaklarında özellikle Kur'ân'da İsâ'nın
yaratılışındaki mucize vurgulanmakla birlikte Hıristiyanların inandığı gibi
ona tanrısal bir özellik verilmemekte, diğer insanlar gibi bir kul[58] ve Meryem'in oğlu[59] olduğu vurgulanmaktadır.
İsâ'nın diğer bir unvanı da "(Allah'tan)
Kutsal Ruh" olmasıdır. Sözlük anlamı olarak ruh nefs, yani canlı
olmak manasınadır.[60] Tefsirlerdeki ruh ise,
canlılara hareket ve kuvvet veren özdür.[61] Ancak hareketi ve kuvveti
olan her varlığın ruhunu, insan ruhuna eşitlemenin mümkün olmayacağından
hareketle insan ruhunun özelliklerini hareket, canlılık ve anlayış özelliği
bulunan bir varlık olarak belirlemişlerdir.[62] Diğer taraftan gelişme
gösteren varlıkların ruhu olabileceği noktasından hareketle bitkisel ruh,
hayvanı ruh ve insanı ruh olmak üzere ruhu üçe ayırmışlardır.[63]
Kur'ân-ı Kerim teslisi red sadedinde Hz. İsâ'yı
anlatırken: "Meryem oğlu Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e
attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur..." âyetinde[64] “O'ndan(Allah) bir ruhtur..."
belirlemesi, İsâ'ya kelime unvanı verilmesinden daha fazla tartışılmaya sebep
olmuştur. Biz konunun kelâmı boyutlarına girmeden sadece tefsirlerdeki yorumlarını
özetle vermekle yetineceğiz:
Taberî'nin verdiği bilgiye göre bu
konuda beş görüş vardır.
Birincisi: İsâ, Cebrâil'in Meryem'e
üflemesiyle yaratılmıştır. Dolaysıyla O'ndan, yani Allah'tan bir ruh, O'ndan
bir nefestir.
İkincisi: Ol emriyle yaratılan bir
insandır. O'ndan bir ruh demek, O'ndan bir hayat demektir.
Üçüncüsü: O'ndan bir rahmettir.
Dördüncüsü: Allah Isa'nın ruhunu
yarattı, şekillendirdi ve Meryem'e gönderdi. Daha sonra da onu Meryem'de Isa
suretine çevirdi. Bu görüş Ubeyy b. Kab'a dayanmaktadır.
Beşinci görüşe göre de ruhtan maksat
Cebrail'dir.
Taberî tüm bu yorumlara ihtiyatlı
yaklaşmaktadır.[65] Bu görüşlere ilaveten
insanları ruhen dirilttiği için ruh adını almıştır da denmiştir.[66]
Dirayet müfessirleri konuya daha derli
toplu ve net yaklaşım göstererek, İsâ Allah'ın yarattığı ruhtan, eşleşme olmadan,
sadece Allah'ın yaratmasıyla, kudretiyle oluştuğu için bu adı almıştır,
demişlerdir.[67] İbn Kesir de konu ile
ilgili olarak, İsâ'nın ruhu Allah'ın yarattığı ruhlardan bir ruhtur. Diğerlerinden
onun hiçbir farkı yoktur. Sadece Allah İsâ'nın makamını yüceltmek için "O'ndan
bir ruh" diyerek İsâ'nın ruhunu kendine nispet etmiştir.[68] İslâm bilginleri
İsâ'nın ruhu ile Allah'ın zatı arasındaki benzerliği tevhide aykırı bularak
kesin bir şekilde reddetmişlerdir.[69]
Diğer İnsanların Yaratılması: Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği
yaratılışlardan sonuncusu, her insanın dünyaya geliş sebebi olan bir anne ve
babanın cinsel birleşimiyle, biyolojik ortamlarda olan üremedir. Kur'ân bu
konuda yaptığı açıklamada: "Ey İnsanlar! Tekrar dirilmekte şüphede
iseniz (bilin ki), biz sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra yapışkan
bir nesneden (embriyo), sonra da yaratılışı belli belirsiz bir parça etten
yarattık ki, size kudretimizi açıkça gösterelim..."[70] Daha önceden de
belirttiğimiz gibi Kur'ân'ın yaratılışla ilgili verdiği bilgilerin amacı
bilimsel bilgi vermekten ziyade dinî bir irşat, yani dinî bir yönlendirmedir.
Ancak unutulmaması gereken bir nokta bu yaratılışların hepsinin İlahî bir
nefes (ruh)ten nasiplenmiş olmalarıdır.[71]
Kur'ân-ı Kerim'in insanın yaratılışı
ile ilgili açıklamalarını gözden geçirdikten sonra Hz. Meryem'in Hz. İsâ'ya
gebe kalışı konusuna geçebiliriz.
Hz. İsâ'nın yaratılması da, yine insan
biyolojisine tam uyum sağlamayan bir oluşum, yani babasız olarak vücut bulmasıdır.
Kur'ân'a göre İsâ'nın yaratılması Âdem'in yaratılmasının bir benzeridir.[72] Ayrıca hem İsâ, hem de
İsâ'nın annesi Meryem insanlara ders almaları, bilimsel gururlarının kırılması
için Allah'ın birer âyetidir.[73]
Hıristiyanlığın merkezinde İsâ
bulunmaktadır. O Tanrı'ya ait, özel olan tüm sıfatları üstlenmiş durumdadır.
Ona karşı davranış ve tutumlar, Tanrı'ya karşı davranış ve tutumlar gibidir.
Kim İsâ'yı kabul veya reddederse Tanrı'yı kabul veya reddetmiş olur. Kim de onu
severse Tanrı'yı sevmiş olur.[74] Ayrıca Xavier Jacob,
İsâ'nın Tanrı ile olan ortaklığını dokuz madde halinde İncillere dayanarak anlatmaktadır.[75] Hıristiyanlık
açısından çok önemli olan İsâ'nın çarmıha gerilme meselesi Kur'ân'da ele
alınmış, fakat onları haklı çıkaracak hiçbir gerekçe vermemiştir. Kur'ân-ı
Kerim açısından en kapalı konulardan biri de İsâ'nın çarmıha gerildiğini
konusunu ele alan âyettir. O bakımdan bu âyet geniş bir tahlille ele
alınması gerekmektedir. İncillerde de konu çok daha karmaşık bir tarz arz
etmektedir. Konuyu ele aldığımızda karşımıza çıkacak sorunlar şunlardır:
İsâ'nın yakalanması Fısh Bayramı öncesi
halkın bayram hazırlıklarına başladığı bir zamanda olmuştur. Ayrıca Bayramda
bir karışıklığın olması da istenmiyordu.[76] İsâ'yı yakalamaya gelenler
onu tanımıyorlardı.[77] Önu yönetime karşı, krallık
iddia eden, kışkırtıcı bir terörist olarak görüyorlardı[78] Romalı yöneticiler,
Pilatus, Hirodes, İsâ'nm suçsuz olduğuna inanıyorlardı.[79] Ancak Yahudi din adamları,
yazıcılar, İsâ'nm hile ile nasıl yakalanıp, öldürüleceğini araştırıyorlardı.[80] Yahuda Iskariyot ki o da on
iki şakirtten biridir- İsâ'yı teslim etmek için baş kâhinlerle para karşılığı
anlaştı.[81] İsâ Fısıh yemeğini nerede
yiyeceğini saklıyordu.[82] Akşam yemeğinde İsâ kendini
şakirtlerden birinin ele vereceğini açıklıyor,[83] ayrıca yakalanıp
öldürüleceğini de biliyordu.[84] Yakalamak için baş
kâhinler, yazıcılar, ihtiyarlar, ellerinde sopalar ve kılıçlarla geldiler, onu
ele veren Yahuda, kimi öpersem onu yakalayın götürün işaretini verdi.[85] İsâ'nın öldürülmesine sebep
olan cümle: "Baş kâhin sordu: Mubarek'in oğlu Mesih sen misin? İsâ, şöyle
dedi: Benim ve insanoğlunun Kudretin sağında oturduğunu ve göğün bulutları ile
geldiğini göreceksiniz. Baş kâhin esvabını yırtıp dedi: Artık şahitlere ne ihtiyacımız
var? Siz küfrü işittiniz." [86]
Luka İncilinde ise aynı sahne şöyle anlatılmaktadır:
"Gün doğunca halkın ileri gelenleri, baş
kâhinler ve din bilginleri toplandılar. İsâ, bunlardan oluşan Yüksek Kurul'un
önüne çıkarıldı. O'na, Sen Mesih isen, söyle bize, dediler. İsâ onlara şöyle
dedi: Size söylesem, inanmazsınız. Size soru sorsam, yanıt vermezsiniz. Ne var
ki, bundan böyle İnsanoğlu, kudretli Tanrı'nm sağında oturacaktır. Onların
hepsi, yani, sen Tanrı'nm Oğlu musun, diye sordular. O da onlara, söylediğiniz
gibi, ben O'yum, dedi. Artık tanıklığa ne ihtiyacımız var, dediler. İşte kendi
ağzından duyduk!"[87] "İsâ'yı tutuklayanlar,
O'nu baş kâhin Kayafa'ya götürdüler. Din bilginleriyle ileri gelenler de orada
toplanmışlardı. Petrus, İsâ'yı uzaktan, ta baş kâhinin avlusuna kadar izledi.
Sonucu görmek için içeri girip nöbetçilerin yanma oturdu. Baş kâhinlerle Yüksek
Kurul'un öteki üyeleri, İsâ'yı ölüm cezasına çarptırmak için kendisine karşı
yalancı tanıklar arıyorlardı. Ortaya birçok yalancı tanık çıktığı halde,
aradıklarını bulamadılar. Sonunda ortaya çıkan iki kişi şöyle dedi: Bu adam,
'Ben Tanrı'nm Tapınağı'm yıkıp üç günde yeniden kurabilirim7 dedi.
Baş kâhin ayağa kalkıp İsâ'ya, Hiç yanıt vermeyecek misin, dedi. Nedir bunların
sana karşı ettiği bu tanıklıklar? İsâ susmaya devam etti. Baş kâhin ise O'na,
'Yaşayan Tanrı adına ant içmeni buyuruyorum, söyle bize, Tanrı'nın Oğlu Mesih
sen misin?' dedi. İsâ, 'Söylediğin gibidir.' karşılığını verdi.
'Üstelik size şunu söyleyeyim, bundan sonra İnsanoğlu'nun, Kudretli Olan'ın
sağında oturduğunu ve göğün bulutları üzerinde geldiğini göreceksiniz.' Bunun
üzerine baş kâhin giysilerini yırtarak, 'Tanrı'ya küfretti!' dedi. Artık
tanıklara ne ihtiyacımız var? İşte küfrü işittiniz. Buna ne diyorsunuz? Ölümü
hak etti! diye karşılık verdiler. Bunun üzerine İsâ'nın yüzüne tükürüp O'nu yumrukladılar.
Bazıları da O'nu tokatlayıp, 'Ey Mesih, peygamberliğini göster bakalım, sana
vuran kim?' dediler." [88] İsâ'nın son cümleleri:
Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü. Saat üçe
doğru Isa yüksek sesle, 'Eli, Eli, lema şevaktani?' yani,”Tanrım, Tanrım,
beni neden terk ettin?” diye bağırdı. Orada duranlardan bazıları bunu
işitince, Bu adam İlyas'ı çağırıyor' dediler."[89]
Luka İncili'nde ise Isa'nın son sözleri
şöyle idi.
"Öğleyin on iki sularında güneş
karardı, üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü. Tapmaktaki perde
ortasından yırtıldı. İsâ yüksek sesle, 'Baba, ruhumu ellerine bırakıyorum!'
diye seslendi. Bunu söyledikten sonra son nefesini verdi."[90] Yuhanna İncili'nde buna
benzer cümleler yok [91] Markos'ta ise şöyle bir
açıklama var: Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü.
Saat üçte Isa yüksek sesle, "Elohi, Elohi, lema şevaktani" yani,
"Tannm, Tanrım, beni neden terk ettin?" diye bağırdı.[92]
İsâ'nın dirilişini bizzat gören yok, sadece
Mecdelli Meryem'e görünüyor." Diğer bir rivayete göre de Mecdelli Meryem ve
Yakup'un annesi Meryem ve Salome İsâ'nın cesedine baharat sürmek için
gittiklerinde cesedin yerinde olmadığını gördüler.[93] Mezardan dirilme tasavvuru o zamanki
Yahudi toplumunda vardı. Halkın düşünce geleneğinde, insanların zihinlerinde
olağanüstü durumlarda ölülerin dirileceğine dair algılar vardı. Mesela,
İsâ'nın çarmıha gerilmesi anında zuhur eden olağan üstü olaylar arasında şöyle
bir örnek verilmektedir: "O anda tapmaktaki perde yukarıdan aşağıya
yırtılarak ikiye bölündü. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı. Mezarlar açıldı, ölmüş
olan birçok kutsal kişinin cesetleri dirildi. Bunlar mezarlarından çıkıp
İsâ'nın dirilişinden sonra kutsal kente girdiler ve birçok kimseye
göründüler."[94]
Matta Incili'nde İsâ'nın dirilişi mucizevî bir
atmosfer içinde anlatılır. İsâ'yı dirilmiş olarak gören ziyaretçi hanımlar
onun ayaklarına kapanarak tapınırlar. İsâ, kendisini görmek isteyenlerin
Celile'ye gitmelerini haber veriyor.[95]
Luka Incili'nde İsâ'ya atfedilen dikkat çekici bir
ifade var. Bunu İsâ dirildikten sonra arkadaşlarına hatırlatıyor: "Daha
sizlerle birlikteyken, 'Musa'nın Yasası'nda, peygamberlerin yazılarında ve
Mezmurlar'da benimle ilgili yazılmış olanların tümünün gerçekleşmesi gerektir'
demiştim."[96] Bu açıklamalar ölen birinin
dünyada tekrar dirilmesinin arzulandığını gösteren geleneksel bir "dirilme
kültü"nün varlığına işaret etmektedir. Beşerin en büyük acısı olan ölüm
vakası karşısında gösterilen teessür ve tepkinin şekli, türü ve ifadesinin
birey ve toplumlara göre farklılık göstermesi bilinmedik bir durum değildir.
Ancak dinî bir yönlendirme olmadan insanların bu derin ve duygulu ölüm acısının
doğal şartları içinde kalması da zordur. Bundan dolayı tarihin en eski
devirlerinden beri ölüme karşı insanların yaklaşımı farklı olmuştur. Tanrıların
insan biçiminde algılanması ya da insan biçimli tanrılara işlevsellik
yüklenmesi ölüm acısından ayrı düşünülemez.
İsâ'nın etrafında bulunan havarilerin, onun
yakalanması, mahkemeye çıkarılması, yargılanması ve çarmıhta cezalandırılması
gibi Hıristiyanlığın merkezini oluşturan tüm olayların ve tanımların farklı
anlatım biçimleri var; yani bunları bize anlatanlar verdikleri bilgiler konusunda
net değiller, doyurucu bilgi verememektedirler. Bundan dolayı bir dinin temelini
oluşturan Hz. İsâ'nın hayatı ve ölümü kurgular ve efsaneler yumağı arasında
kaybolmuş gibidir. Bu konuyu çağdaş araştırmacıların kaleminden daha sert
ifadelerle okuyabiliriz:
"BİZDEN ÖNCE BU ARAYIŞTA BULUNMUŞ SAYISIZ
BİLİM ADAMI GİBİ, BİZ DE, TARİHSEL BİR İSÂ'YI ARAMANIN BOŞUNA OLDUĞUNU
GÖRMÜŞTÜK.
TÜM TARİH BOYUNCA TANRI'NM VÜCUT BULMUŞ TEK HALİ
OLMUŞ OLDUĞU SÖYLENEN BİR İNSANIN TARİHSEL VARLIĞI HAKKINDA HİÇBİR GERÇEK
DELİLİMİZ OLMAMASI ŞAŞIRTICI BİR ŞEYDİ. AMA GERÇEK BUYDU. (...)
İSÂ'NIN DOĞUMU VE ÖLÜMÜ HAKKINDA BİLE BİRBİRİYLE
HEMFİKİR OLMAYAN DÖRT ANONİM İNCİL... (...) TARİHSEL İSÂ'DAN HİÇ BAHSETMEYEN,
AMA SADECE, MİSTİK OLARAK ÖLEN VE ÖLÜMDEN DİRİLEN BİR İSÂ'DAN BAHSEDEN PAVLUS TARAFINDAN
YAZILMIŞ BİRKAÇ GERÇEK MEKTUP."[97] Evet, "best seller"i
yakalayabilmiş, Hıristiyan bir kültürde yetişmiş, iki Amerikalı yazar
tarafından, Hıristiyanlığın tamamının işte bunlardan ibaret olduğu söyleniyor.
İnancımız ve kaynaklarımızın verdiği bilgiler
doğrultusunda bizim böyle bir karara varmamız mümkün değil, ama Hıristiyan
kaynaklarına güvenmemiz de mümkün değildir. Hıristiyan teolojisi İsâ'ya gelen
kutsal mesaja ya da İsâ'nın mesajına isnat ettirilmiş değil, kilise
konsillerinin belirleyip oyladığı, onayladığı kararlardan oluştuğu
bilinmektedir. Bu kararların beşerî, siyasî veya dünyevî bir etkiden tamamıyla
uzak ve mahfuz olduğu düşünülebilir mi? Böyle bir dinin rakibi olarak
görülen İslâm dini, onun Peygamberi, Peygamberinin mesajı, bu mesajın çağımıza
intikali gibi temel konular, rakibinin kaynaklarına göre çok açık, seçik ve belirgin
yöntemlerle günümüze intikal etmişlerdir. Bu sebeple Hıristiyanlık ile
İslâm'ın birebir karşılaştırmasını, yani kıyaslamasını yapmak mümkün görünmemektedir.
İSÂ'NIN KARŞILIĞI İSLÂM'DA HZ. PEYGAMBER DEĞİL KUR'ÂN'DIR. KUR'ÂN İLE
İNSANI ÖZELLİKLERİ TAŞIMAKLA BİRLİKTE MUCİZEVÎ ANLAMLAR YÜKLENEN BİRİ NASIL
KIYASLANABİLİR?
İslâm-Hıristiyan dünyasının bugünkü
sorunlarının köklerinin, tarihin derinliklerinde olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber
devrinde başlayan iki büyük dinin siyasî, dinî rekabeti, askerî savaşların da
yardımıyla gittikçe derinleşmiş, Hicri ikinci yüzyılın başında Dımeşkî'nin
gayretleriyle kültürel bir mücadeleye dönüşmüştür. Hz. Peygambere
ithamlar, Kur'ân-ı Kerim öğretilerine itiraz ve reddiyeler olarak ilk defa
bizzat Dımeşkî tarafından başlatılan bu mücadele, onun müritleri tarafından
Doğu Roma başkentine servis edilmiş, İslâm'a karşı psikolojik, siyasî ve askerî
direnmenin motivasyon kaynağı oluşturmuştur. İstanbul'un fethine kadar gelişerek
ve genişleyerek süren İslâm-Hıristiyan kültürel mücadelesi fetihten sonra
Avrupa'ya kaymış, temel ithamlar çerçevesinde, zaman ve zemine uyarlanıp
modernliğin tüm imkânları ve araçları kullanılarak günümüze kadar devam
ettirilmiştir. Bugünkü sorunların bunlardan ayrı düşünülmesi mümkün değildir.
Bu tarihî süreç kaynaklarıyla birlikte ortaya konup, anlaşılmadan,
yorumlanmadan taraflar arasında bir uzlaşının olması zor görünmektedir.
Kaynakça
YAŞAR Prof. Dr. Hüseyin, Hıristiyan
Dünyasında Kur'ân Karşıtı Söylemin Tarihsel Kökleri [Kitap]. - İstanbul : İz,
2010.
De ki: «Eğer (yüzün) de (insanlar
gibi) sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz ancak onlara gökden melek bir
rasül gönderirdik». (İsra, 95)
[1] Bazı kaynaklar ed-Dımeşkî'nin doğumunu
675 olarak gösterse de biz bir Kilise kaynağı olan ve daha güvenilir bir
kaynak olması gereken Biographisch- Bibliographisches
Kirchenlexikon'un verdiği tarihin (650) daha doğru olabileceğini düşünüyoruz
(Kari Heinz Utheman, Biographisch-Bibliographisches Kirc-
lıenlexikon, 1992, Cilt III, 331-336, www.bautz.de/bbkl;
bundan sonra: BBKL).
[2] Dilimizde "melkit" olarak da
kullanılan bu kelime Batı dillerinde melchite
olarak geçmekte, aslı Ibranice melekh, Arapça melik anlamlarına gelmekte ve
Süryânî dilinde kral tarafları manasına malkâya/melkoye şeklinde, İslâm
kaynaklarında ise melekiyye, melkiyye ve melkâniyye olarak geçmektedir. Bu
farklı kullanımlarının yanında bizi ilgilendiren tarafı Melkitlerin Bizans
Ortodoks geleneğine sıkı sıkıya bağlı olup doğu Hıristiyanları içinde Bizans
kültürünü temsil edip onu devam ettirmeleridir. (Mustafa Sinanoğlu,
"Melkâiyye" md., DİA, Ankara,
2004, 29/84-85).
[3] Hitti, 2 / 386.
[4] Christine Schirrmacher, Der İslam: Geschichte, Lehre,
Unterschiede zum Chriten- tum, Neuhausen / Stuttgart, 1994,
2/235-236.
[5] Ibn Asakir, Muaviye, Yezid ve Abdülmelik
b. Mervan'a kâtiplik/sekreterlik yapan, Hıristiyan iken daha sonra da Müslüman
olan Sarcûn b. Mansûr er-Rûmî adında birinden haber vermektedir. Bu o makamda
kaldığı zaman dilimi, halifelerin iktidar günlerini göz önüne aldığımızda,
yaklaşık kırk beş seneyi bulmaktadır (İbnu Asakir, Tarîh-u Medînet-i Dımaşk,
Beyrut, 1995, 20/161). Kaynaklarımızda bunun dışında bu aile ile ilgili şimdilik
bir bilgiye rastlayamadık. Ancak Yuhanna Müslüman olamadığı gibi Islâm'a karşı
kültürel mücâdeleyi başlatmış, yüzyıllardır süregelen kavganın kavramlarını da
inşa etmiştir.
[6] Georg Orstrogorsky'nin görüşlerine göre
Yuhanna, Şam sarayında büyük bir memuriyete sahip, Grek asıllı ve yüzyılın en
büyük Hıristiyan teologudur. Bkz. Bizans Devleti Tarihi,
152.
[7] Bu manastır Mar Saba adında bir rahip
tarafından kurulmuş. Saba 439 yılında Göreme'de (Kapadokya) doğmuş, sekiz
yaşında manastır hayatına başlamış, on altı yaşında Kudüs'e gelerek orada
hayatım devam ettirmiş; birkaç yer gezdikten sonra kendi manastırını kurmuş,
532 yılında arkasında bir tarikat bırakarak ölmüştür. Haçlı Seferleri
döneminde kemikleri Venedik'e taşınmıştır. Mar Saba olarak bilinen bu
manastırın önemi, Bizans başkenti ile yakın ilişkisi olması onun siyasî ve
dinî geleneğini yerleştirmek, savunmak için gayret göstermesinden dolayıdır.
Bkz. Nicolaus Heutger, BBKL,
1992, Cilt VIII, 1135-1136.
[8] Glei ve Khoury, Schriften zum İslam,
111; Kari Heinz Uthemann, Biographisch- Bibliographisches Birchenlexikon,
1992, Cilt III, 331-336.
[9] Uthemann, 331-336.
[10] Hitti, 2/386.
[11] Uthemann, 331-336.
[13] Avcı, 152.
[14] A. Alexandır Vasiliev, History of the Byzantine
Empire, (324-1453), III, Masison- Milvvauke 1964, 1, 253, 255'den naklen
Avcı, 174; Mehmet Çelik, Bizans İmparatorluğunda Din-Devlet İlişkileri I
(Kuruluşundan X. Yüzyıla Kadar), İzmir, 1999,
83-86.
[15] Orstrogorsky, 152.
[16] Orstrogorsky, 159-160; Avcı, 156.
[17] Orstrogorsky, 161.
[18] Orstrogorsky, 166.
[21] Hitti, 2 / 601; Hodgson, 1/ 217.
[22] Bu eser, B. Kotter tarafından Berlin'de
1969-1981 yılları arasında üç bölüm olarak yayımlanmıştır. Kari Heinz Uthemann,
bu konuda bol miktarda kaynağı zikretmektedir (BBKL,
1992, Cilt III, 331-336). Ayrıca S. Samuel Harakas, Sahas Daniel J. adında
birinin 1972 yılında Leiden'de "Yahya ed-Dımeşkî ve Ismaililerin Sapkınlığı"
konulu bir doktora tezi yaptığını kaydetmektedir. Buna ilaveten Harakas,
Dımeşkî'nin bu kitabının Peter Lombard ve Thomas
Aquinas'ın önemli bir kaynağı olduğunu da bildirmektedir (The Encyclopdia ofReligion,
New York ve Londra, 1987,111). Batı dünyasının ciddi oryantalistlerinden olan
W. Montgomery Watt ve Alford T. Welch de ortaklaşa yazdıkları kitabın Almanca
çevirisinde, tslâm-Hıristiyan tartışmalarının ilk eserinin
"Haeresibus" olduğunu beyan etmişlerdir (Der İslam,
Stuttgart, Berlin, Köln ve Mainz, 1980,1/17-18). Christine Schirmacher Der İslam
adındaki eserinde Kur'ân'nın âyetlerine ilk defa tenkit yazanın Yahya
ed-Dımeşkî, olduğunu yazmaktadır (Der İslam,
Stuttgart, 1994,325-326).
[23] Müslümanların fethinden sonra, çoğunlukla
Hıristiyanlarla meskûn olan Suriye bölgesinde, yeni yönetime karşı başlatılan
kültürel ve dinî tartışmaların en önde gelen ismi, Yahya ed-Dımeşkî olmuş, o,
ayrıca adı geçen kitabı yazmıştır (Ahmed Emin, Duha'l-îslâm,
Beyrut, ?, 1 /343; Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlara Karşı
Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, Konya,
1989,33-34; Kari Heinz Uthemann, a.g.e.,
331-336). Kitabın Dımeşkî'ye aidiyetine kesin gözüyle bakılmaktadır (Casim
Avcı, İslâm
Bizans İlişkileri, İstanbul, 2003,127).
[24] Bakara, 2/41, 89, 91; Nisa, 4/47.
[26] İbn Hişam, Siretü'n-Nebeviyye,
(Süheylî, er-Ravdu'l-Unuf ile birlikte) Kahire, 1971, 1 / 207-208; Muhammed b.
'İsâ Tirmizî, Sünen, Menâkıb, 3, hadis: 3620. Verilen menakıb tarzındaki bilgilerden hareketle
Hz. Peygamberin küçük yaşta, 9-11 veya 12 yaşlarında Bahîrâ adındaki bir
rahipten Kur'ân gibi evrenin gidişin değiştiren bir temel kaynağı aldığı,
böylece İslâm'ı dizayn ettiği savunulmuştur. Bu konu Leon Caetani, İslâm Tarihi,
çev. Hüseyin Cahid, İstanbul, 1924, 1/377-379, tarafından tartışılıp şüpheleri
ortaya konmuştur. Hatta bunun üzerinden Hıristiyanlara İslâm'ın meşru bir din
olduğu algısının verilmek istendiği iddiasında bile bulunulmuştur. Tecrid-i Sarîh
mütercim ve şarihi Kamil Miras, Bahîrâ konusunu ciddiyetle ele alarak analiz
edip cevaplar verirken, (Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi,
Ankara, 1974, 6/525-527, Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi,
çev. Salih Tuğ, Ankara, 2003, 1 / 47). Bahîrâ olayına inanmanın safdillik
olacağını beyan etmektedir. Bütün bunlarla beraber, Kur'ân'ın Yahudi ve
Hıristiyan geleneğinden beslendiğini ispatlamak için önemli bir literatür
olduğunu biliyoruz. (Hüseyin Yaşar, Avrupa ve Kur'ân, Avrupa'da Kur'ân Araştırmaları ve Çevirileri
Üzerine Bir İnceleme, İzmir, 2002, 72-85)
[27] Khoury
ve Glei, Johannes Dameskenos und Theodor Abû
Kurrâ, Schriften zum İslam, VVürzburg ve Altenberge, 1995,188.
[28] Kitâb-ı Mukaddes, Tevrat, Tevrat,'Tesniye, 4
/ 35.
[29] Kitâb-ı Mukaddes, Tevrat, 1 Samuel, 2/ 2.
[30] Kitâb-ı Mukaddes, Tevrat, 2 Samuel, 7/22.
[31] Kitâb-ı Mukaddes, İncil, Markos, 12/29-32.
[32] Kitâb-ı Mukaddes, Incil, Efeslilere Mektup,
4// 6.
[33] Kitâb-ı Mukaddes, İncil, Timeteos, 1/17.
[35] Âl-i Imran, 3/45.
[36] Tehânevî, Keşşaf, 2/1267; Asım, Kâmus,
4/471; Feyumî, Misbâh, 2/91.
[37] Tehânevî, 2/1267.
[38] Râgıb,439.
[39] Asım, 4/471; Tehânevî, 2/1267.
1
/237;
Ebu'l-Ferec Îbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Meâd, 1 /316.
[41] Al-i imran, 3/64.
[42] En'âm, 6/15; Araf, 7/137; Yunus, 10/96; Hud,
11/110.
[43] Tevbe, 9/40.
[44] îbrâhim, 14/24, 26; Fetih, 48/26.
[45] Taberî, 3/185
[46] Râzî, 3/38.
[47] Zemahşerî, 1/159; Kurtubî, 6/22; Hâzin,
2/125; Ebu Hayyân, 3/152; Tûsî, 2/461; Râzî, 8/38; Ebu'l-Ferec, 1/316; İsmail
Hakkı Bursevi, 1/326,520; Alûsî, 3/160; Yazır, 2/1101; Süleyman Ateş, 2/45.
[48] Râzî, 3/38; Tûsî, 2/461.
[49] Tûsî, 2/461.
[50] Râzî, 8/38.
[51] Çok cömert olana "cömertin
kendisi" denmiştir. Râzî, 8/50; Bursevî, 1/520.
[52] Yazır, 2/1101-1102.
[53] Süleyman Ateş, 2/4546.
[54] İbn Kesir, 1/590.
[58] Nisa, 4/172; Meryem, 19/30.
[59] Nisa,4 /171; Mâide, 5/17, 72, 116, 117;
Tevbe, 9/30-31;Meryem,19/35.
[60] Râgıb, 205; Asım, 1/885; Tehânevî, 1/541.
[61] Ebu'l-Ferec, 2/156; Yazır, 1/406; Süleyman
Ateş, 1/194.
[62] Yazır, 1/406.
[63] Süleyman Ateş, 1/194.
[64] Nisa, 4/171.
[65] Taberî, 6/25.
[66] Ebu Hayyân, 4/143; Yazır, 3/1557.
[67] Zemahşerî, 1/593; Ebu Hayyân, 4/143; Nesefî,
1/381 ;Beydâvî, 1/251.
[68] Ibn Kesir, 1/590.
[69] Ebu Hayyân, 3/143; Semin, 4/166; Süleyman
Ateş, 2/420.
[70] Hacc, 22/5.
[71] Bakara, 2/87,253; Mâide,
5/46,78,110,112,114,116; Secde, 32/9; Hicr, 15/29; Sad,37/72.
[72] Bakara, 2/87, 253; Mâide, 5/46,
78,110,112,114,116; Meryem, 16 vd.
[73] Mü'minûn, 23/50.
[75] Xavier Jacob, 173-180.
[76] Luka, 22/1-2; Markos, 14/1-2; Matta, 26/2-5.
[77] Luka, 22/4; Yuhanna, 18/3-9; Markos,
14/43-47; Matta, 26/48-50.
[78] Luka, 23/3-8; 13-25; Yuhanna, 18/36-37;
Matta, 27/11-13; 33-44; Markos, 15/2,12.
[79] Luka,23/13-25, Yuhanna, 18/38-39; 19/6.
Matta, 27/23-25.
[80] Markos, 14/1; Luka, 22/1-2, Matta, 26/ 2-5,
57-63.
[81] Markos, 14/10; Luka, 22/3-6, Matta,
26/14-16.
[82] Markos, 14/12-16; Luka, 22/9-12; Matta,
26/18-19.
[83] Markos, 14/17-22; Luka, 22/21.
[84] Markos, 14/17-25; Luka, 24/6; Matta, 26/1-3.
[85] Markos, 14/43-44; Luka, 22/47, Matta,
26/48-52.
[86] Markos, 14/61-64.
[87] Luka, 22/66-71.
[88] Matta, 26/57-67.
[89] Matta, 27/45-47.
[90] Luka, 23/44-46.
[91] Yuhanna, 19/28-30; 20/11-18.
[92] Markos, 15/33-34.
[93] Markos, 16/1-7; Luka, 24/1-6.
[94] Matta, 27/51-53.
[95] Matta, 28/1-10.
[96] Luka, 24/44.
[97] Timohy Freke ve Peter Gandy, 208-209.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar