HİRİSTİYAN KOMÜNİSTİK DOKTRİNİN İBRANÎ KÖKENLERİ
Tanrı'nın "sevgili
yaratığı" Yahudi kavmi tarihe barbar ve acımasız bir barbar fatih olarak
giriyor. Gezginci kalabalıklar, faal ve çalışkan bir halkın çabası sayesinde
verimli ve müreffeh kılınmış bir ülkeyi baştanbaşa dolaşıyorlar ve yerli
halkı, sonunda tamamen imha ediyorlar. Her şey Yahudi kavminin eline geçiyor. Fethedilmiş
Filistin toprağın taksimine geçiliyor. O zamanlar İsrail'de ne asalet, ne
theokrasi, ne burjuvazi var. Dolayısıyla taksim, tam eşitlik esasına göre
yapılıyor: her klan, onu oluşturan ailelerin müşterek mülkü haline gelen bir
hisse alıyor. Bu müşterek mülkiyet rejimi fazla sürmüyor ve İbranîler göçebelikten
vazgeçip feth edilmiş topraklar üzerine kesin olarak yerleştikten sonra yerini
özel işletmeye bırakıyor. Bununla birlikte özel toprak mülkiyeti İsrail'de
mutlak bir yayılma göstermiyor şöyle ki birey, basit bir mutemet, ömrü süresince
aile malvarlığının bir nevi işleticisi olarak telâkki ediliyor.
Sonunda bir kral sahibi olunuyor ve Samuel de "peygamberlerin
ilki", "bütün peygamberlerin efendisi" olarak yerleşiyor
geleneğe. Tarihte "peygamberler mektepleri" olarak bilinen yarı-laik,
yarı-dinî bir takım toplulukların meydana getirilmesi bu krala atfediliyor. Bu
topluluklar daha sonra, yüzyıllar boyunca, Hıristiyan manastırlarının prototipi
olarak görüleceklerdir.
Ahd-ı Atik, I. Samuel Kitabı'nda (X/5), bu kralın Saul'e söyledikleri arasında,
şunları kaydetmiş:
"Ondan sonra Filistî askerinin bulunduğu Allah tepesine (Îbranîce Gibeaelohim)
varacaksın; ve vaki olacak ki, oraya şehre girdiğin zaman, önlerinde
santur, ve tef, ve zurna, ve çenk olarak yüksek yerden inmekte olan bir peygamber
zümresine rastlayacaksın; ve onlar peygamberlik etmekte olacaklar...".
Ortaklaşa yaşam, hayli çok olan bu derneklerin genel kaidesi gibi görünüyor.
Herhangi bir nedenle bu derneklerden biri mekân değiştirmek zorunda kalınca,
topluca yeni yere taşındırdı. Dinî meşgalelerinin dışında, topluluk üyeleri el
işleri ve tarımla uğraşırlardı ve ürünleri herhalde geçimlerine yardımcı
oluyordu. Ama daha çok, bunların peygamberce aydınlatmalarına muhtaç kişilerin
bağış ve armağanları başlıca olanaklarını teşkil etmiş olmalıydı. Yemek
birlikte yenirdi. Bu "Tann'nın Adamları 'nın içinden toplandığı ortam çok
karışıktı. Derneğin bütün üyeleri aralarında eşitti. Büyük şefler, Samuel'ler,
Eliezer'ler, özel meskene sahiptiler ve derneklerin dışında otururlardı. Onları
sırayla ziyaret etmekle yetinirlerdi.
Eldeki verilerden aşağıdaki başlıca özellikler ifade edilebilir:
a) çok ileri bir eşitçilik zihniyeti (derneğin bütün üyelerinin mutlak
eşitliği bunlarda doğuş ya da servetten ileri gelen her türlü imtiyazın ortadan
kaldırılması, herkes için zorunlu çalışma);
b) ileri bir komünist eğilim (mesken birleşikliği, üretim birleşikliği,
ortaklaşa yemek);
c) sıkı bir iç disiplin (müşterek sorumluluk duygusu, şefin en yüce yetkesini
körü körüne tanıma, bireysel kişiliğin azaltılması).
Böylece, Hıristiyanlığın ortaya çıkmasından on asır önce, bunun gün göreceği
ülkede, bu aynı zamanda komünist ve dinî derneklerin ilk bir taslağının varlığı
kaydediliyor; ilk Hıristiyan kuşaklar, doktrinlerinin temel tezinden bazılarını
uygulama alanına getirmek için bunlardan esinleneceklerdir.
Şimdi birinci derece kişiliklere, hocalara, "İncil’in peygamberlik
doktrini" tesmiye edilmesi uygun görülmüş şeye adlarını vermiş olanlara,
insanların belleğinde bütün haksızlıkların muhbiri, bütün mutsuzların
savunucusu, ezilenlerin intikamcısı, güçlülerin korkusu olarak kalmış olanlara
geçelim. Halkın bu ateşli savunucuları, bu havariler, fakir, kaderin çarptığı
sefil ve açlık ve sefaletin sınamasından geçmiş kişiler değillerdi. Bunun çok
uzağındaydılar. Bunların en büyükleri hali vakti yerinde olan sınıf
mensubuydular. Çoğu mülk sahibiydi.
Tarihte sık görülen bir olgu olarak, köken itibariyle olduğu kadar servet
bakımından da bu imtiyazlı durum, kaderin her bakımdan güldüğü bu insanların
açıkça isyankâr ifadeler serdetmelerine, kendilerine bu maddî zevkleri sağlayan
bu aynı sosyal örgütlenmeye açık bir husumet tavrı takınmasına mani olmamıştı.
Bu arada ülkenin ve çağın Yahudi toplumunun durumu neydi? Krallığın
yerleştirilmesi arzu edilen sükûneti getirmemişti. Daha Şaul'un saltanatı
sırasında iç savaşlar patlamıştı ki Davud'un bu sonuncusuyla mücadelesi oldukça
belirgin göstermeler sergiliyor.
Davud'un çevresinde zengin düşmanı olarak doğmuş kaçak kölelerden bir
kalabalık oluşmuştu: "Ve sıkıntıda olan herkes, ve borçlu olan herkes, ve canı yanmış olan
herkes onun yanma toplandılar; ve onların üzerine reis oldu; ve onun yanında
dörtyüz kişi kadar vardı" (I. Samuel XXII/2). Öbür yandan mülk
sahipleri sınıfı başlarda ona düşmanca tavır alıp yaklaşımlarını yanıtsız
bırakmış gibi oldu. I. Samuel'in 25. babında daha bu çağda İsrail'de birbirine
hasım iki sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın, karşılıklı dikildikleri açıkça
görülüyor; müteakip krallar döneminde bu karşıtlık ancak artacak ve Süleyman'ın
ölümünde doruğuna varacaktır.
Monarşi rejimi büyük mülkiyetin gelişmesine yardımcı olmuştu. Küçük toprak
sahipleri, büyük maliklerle mücadele etmekten aciz olup onlara boyun eğiyor,
çoğu onlara bağımlı hale geliyor ve nihayet toprak parçalarını tamamen elden
çıkarmak zorunda kalıyorlardı.
Sayıları aşağı yukarı altmış bin kadar tahmin edilen bu güçlü burjuvaların
karşısına işçilerden, toprağından olmuş küçük köylülerden, Süleyman'ın delice
savurganlığının Kudüs'e çektiği mahir yabancı tüccarların rekabetine dayanamayan
küçük esnaftan oluşan kent ve kır proletaryası dikiliyordu. Bütün bu nasipsiz
kitle, hiçbir politik hakka sahip olmayıp kamu yaşamına hiçbir surette iştirak
etmiyordu. Dahası da var: askerî ve aristokrat kastının imtiyazı olarak kalmış
dinî âyinlere iştiraktan men edilmişlerdi.
Süleyman'ın zamanında başkentin zenginlik ve lüksü ile kırsal kesimin
sefaleti arasındaki çelişki çarpıcı olup keyfiyet haliyle tepkiye neden
olacaktı. Halk çevrelerinde, varlıklı sınıfın lüks ve sefahatına karşı çok ciddi
bir itiraz hareketinin çizgileri belirmeye başlayacaktı.
Bir takım insanlar ortaya çıkıp kentlerin yaşamına, zengin ve güçlülerin
lüks ve sefahatına karşı savaşımı ve eski zamanların ilkel yaşamına dönüşü vaaz
eder olmuştu. Çölde göçebelerin gezginci ve basit varlığı bir ülkü haline
getirilmişti; zenginliklerin biriktirilmesi zamanın toplumunu kemiren bütün
kötülüklerin kaynağı olarak telâkki ediliyordu. Doğaya dönüş haykırılıyordu.
Bütün zararlı sonuçlarıyla, ezcümle sosyal farklılıkların oluşması, kişisel
zenginliğin gelişmesi, kentsel uygarlık ağır şekilde mahkûm ediliyordu. Bu
hareketin mürevvici Yonadab bin Rekab olup bu kişi, çok kesin programını
çizdiği rekabit tarikatının kurucusuydu. Rekabitler arasında hiç kimse en ufak
bir toprağa tesahüp etmeyeceklerdi: "Ve dediler: Şarap içmeyiz; çünkü
atamız Rekab oğlu Yonadab bize emredip demiştir: Siz ve oğullarınız ebede kadar
şarap içmeyeceksiniz ve ev yapmayacaksınız ve tohum ekmeyeceksiniz ve bağ
dikmeyeceksiniz ve sizde bunlar olmayacak..." (Yeremya XXXV/6-7). Bu
tarikatın üyeleri, fazla bir kalabalığı peşlerinde sürükleyememişlerse de uzun
süre etkin bir grup olarak kendilerini devam ettirebilmişlerdi ve Babil kralı
Nebukadretsar Kudüs'ü alana kadar da bunlara bu kentte rastlanıyordu.
Rekabitlerle birlikte varlıklı burjuvazi ve ruhban sınıfına mensup bazı
kültürlü kişiler, yurtlarının sosyal tedenniine karşı savaşmaya yeltenmişler.
Peygamberlerde, meslekdaşları hakkında her zaman samimi olmayan düşünceler
beslemiş olmakla birlikte, bir noktada birleşiyorlardı. Bunların hepsi /enginlere
karşı yenilemez bir düşmanlık besleyip fakirlere de özellikle hayırhah hisler
besliyorlardı. Ve sesleniyor Amos:
"Ey hakkı pelin otuna döndürenler, ve adaleti yere atanlar!" (V/7);"... mademki fakiri ayak altına alıyorsunuz ve ondan buğday hediyeleri
koparıyorsunuz; yonulmuş taştan evler yaptınız, fakat onlarda
oturmayacaksınız, güzel bağlar diktiniz, fakat onların şarabını içmeyeceksiniz.
Çünkü cinayetlerinizin çok ve suçlarınız ağır olduğunu biliyorum, ey salihi sıkıştıranlar,
rüşvet alanlar ve kapıda yoksulların hakkını saptıranlar!" (V/l 1-12).
"Bunu dinleyin, sizler ki yoksulu yutmak istiyorsunuz ve memleketin
fakirlerini helak ediyorsunuz ve diyorsunuz: Ne vakit aybaşı geçecek ki,
zahire satalım? ve ne vakit Sebt günü geçecek ki, satılığa buğday çıkaralım.
efayı küçültelim ve şekeli büyütelim1 ve hileli teraziler kullanalım
ve fakirleri gümüşe, ve yoksulları bir çift çarığa satın alalım ve buğdayın
süprüntüsünü satalım?" (VIII/4-6).
İşaya tehdit savuruyor:
"İçki peşinde koşmak için sabahleyin erken kalkanların, geceleyin geç
vakte, şarap onları kızdırıncaya kadar eğlenenlerin vay başına!" (V/11). Amos bunda, kadınları da esirgemiyor:
"Ey sizler Samiriye dağındaki Başan inekleri, fakirleri sıkıştıran,
yoksulları ezen efendilerine: getir de içelim diyen kadınlar, şu sözü dinleyin:
Rab Yehova kudsiyeti üzerine and etti ki, işte, üzerinize o günler geliyor ki,
sizi çengeller ile, ve geri kalanlarını balık oltalarıyla çekip
götürecekler" (IV/1-2).
Kadınlara karşı fazla "centilmence" ifadede bulunmayan Amos'tan
başka İşaya da, bu "burjuva" kadınlarını hedef alıyor:
"Ve Rab dedi: Mademki Sion kızları kibirlidir, ve boyunlarını ileri
uzatarak göz edip yürüyorlar, gezerken kırıtarak gidiyorlar, ve ayaklarının
halkalarını çıngırdatıyorlar; bundan ötürü Rab Sion kızlarının tepesini kel ile
vuracak ve Rab onların gizli yerlerini açacak..." (III/16-17).
Bütün bu büyük haksızlıklar elbette ki cezalandırılacaktır. Tanrı bizzat bu
işi üstlenecektir ve intikamı müthiş olacaktır. Bundan böyle peygamberler ellerini
uğuşturuyorlar:
"Atalarının fesadından ötürü, onun oğullarını boğazlayacak yer
hazırlayım ve ayağı kalkmasınlar ve diyarı kendilerine mülk edinmesinler ve
dünya yüzünü şehirlerle doldurmasınlar. Ve orduların Rabb'i diyor: Onlara
karşı kalkacağım, ve adı, ve baki kalanı, ve oğlu ve torunu Babil’den kesip
atacağım, Rabb diyor..." (İşaya XIV/21-22).
"İnnallahü, azizzuntikam!"... (Aziz Allah intikam sahibidir).
Görüldüğü gibi, bütün varlıklı sınıfın tam anlamıyla genel katliamı söz
konusu oluyor. Kökün kazınması mutlak olacak:
"Rabb'i mezbahın yanında durmakta gördüm; ve dedi: Başlıklara vur da
eşikler sarsılsın; ve hepsinin başı üzerinde onları parçala; ve onlardan sonra
kalanları kılıçla öldüreceğim; onların kaçağı kaçmayacak, ve onların kurtulanı
kurtulmayacak" (Amos IX/1).
Zengin ve güçlülere karşı Ahd-ı Atik yazarlarının sözlerini dolduran kin ve
kıyım hissine koşut olarak bunlarda fakirlere, bütün ezilmişlere sonsuz bir
şefkat belirgin oluyor. Yoksul, özen bir saygıya layıktır:
"Ve Zekaryaya Rabbin şu sözü geldi: Orduların Rabbi: Doğru hükmedin,
ve herkes kardeşine inayet ve merhamet etsin; ve dul kadını ve öksüzü,
misafiri ve düşkünü sıkıştırmayın... diye söylemişti" (Zekarya VII/8-10).
Lem Yezl eğer Sodom'u yok ettiyse bunun nedeni, sâkinlerinin, sair
hususların yanısıra, yoksula elini uzatmadığı içindir:
"İşte, kızkardeşin Sodomun kötülüğü şu idi: kendisinde ve kızlarında
kibir, ekmeğe tokluk... vardı; ve düşkünle yoksulun elini pekiştirmedi" (Hezekiel XVII/49).
İşaya'nın da bu babda söyledikleri var:
"Eğer boyunduruğu, parmak uzatmayı ve fesat söylemeyi ortanızdan
kaldırırsan ve canının çektiği şeyi aç olana verirsen ve alçaltılmış canı
doyurursan; o zaman karanlık içinde ışığın doğacak..." (İşaya LVIII/9-10).
Hayırhah olana Rabb, görüldüğü gibi, ödül vaadediyor. Daha iyi zamanların
adalet ve faziletin zaferinin ümidi, en mükemmel şekliyle İşaya kitabında
bulunuyor. Ancak bu "güzel gün", hayli uzakta görünüyordu. Ama Lem
Yezl, "adalet güneşi"nin ilk ışınlarının parıldamasından önce bütün
ölmüşleri diriltecek. Ölüm "ebediyen yok olacak" ve sürekli bir
mutluluk yaşamı başlayacak. Ne tür bir mutluluktan, bu vaad edilen?
"Ve bütün kavimleri örten örtünün yüzünü, bütün milletler üzerine
çekilmiş perdeyi bu dağda yok edecek" (İşaya XXV/7).
Bu ifadede bir internasyonalist tez görmek isteyenler var. İlk bakışta bunun
böyle olduğu görülüyorsa da bu internasyonalismin İsrail kavini ve devletinin
etrafında oluşacağının hayali de bir gerçektir. Ama ne olursa olsun, "milliyet"
kavramının ilga edileceği düşüncesi bir vakıadır: Yeryüzünün krallarını çok
acı bir son beklemektedir...
Yahudi peygamberliğinin sosyal idealini özetleyecek olursak bunu şöylece
ifade etmek mümkün olmaktadır: bütün sınıf tefriklerini yok edecek, içinden her
türlü imtiyazın ilga edileceği bir yeknasak toplumun yaratılmasına varacak bir
nevi genel tesviye. Bu, en uç noktasına getirilmiş eşitçi duygu, müstakbel cennete
sokulmayacak olan zenginler ve güçlülere karşı durdurulamaz öfke ile birlikte
vardı. Ancak Juda ve İsrail krallıklarının yıllıkları gerçek sosyal devrimi
amaçlayan hiçbir ciddi girişimi kaydetmiyor. Çok sonra, peygamberlerin devrimci
propagandası meyvelerini verecek ve Hıristiyanlık, adalet ve eşitliğin zaferi
amacıyla bunları değerlendirecektir.
*
*
*
Ahd-i Atik'in Mezmurlar kitabı, Hıristiyanlığın kurucularının dinî
düşüncesi üzerinde en derin etkiyi yapmış olan bölüm olup tam bir Hıristiyanın
ideal tipinin mezmurlarda görülen Adil numunesine göre tasarlanmış olduğu bir
gerçektir. Bununla birlikte, fikrî düzeyi sınırlamanın altında olan Yahudi
proletaryasının bu dinî şiirlerden fazla bir şey anlamış olduğu da söylenemez.
Sürgün ve sonrası mezmurlara gelince, sorun başka türlü ortaya konsa da çözüm
aynı oluyor. Önce "Yahudi ulusunun büyük acısı"nı yerli yerine
oturtmak gerekir ki ilâhiyatçıların eşi olmayan bir felâket olarak
gösterdikleri ikibin kadar Yahudi soylu ve zengin toprak sahibinin Filistin'den
Babilon'a tehçiri, ülke için tasavvur edildiği kadar büyük bir felâket
sayılmazdı. Gerçi başkent bundan müteessir olmuştu. Ne kral, ne dalkavuk,
ne nikâhsız odalık (metres) (bu sonuncular efendilerini sadıkane
takibetmişlerdi) ne de halkın nefret ettiği bürokrat kalmıştı. Mamafih
yenileri gelip boşluğu doldurmakta gecikmemiş olduğundan kent proletaryası
için işlerin çoğu eski haline rücu etmişti.
Ama doğruca ülkeye, vaktiyle birkaç büyük malikin gasbettiği geniş topraklara
gelince, bu sonuncuların yok olmasıyla yoksulların, başkasının mülküne saygıyı
zorunlu kılan kutsal emri fazla tereddüt göstermeden ihlâl edip bütün bu münbit
toprakları ele geçirmelerini mümkün kılmıştı. Bütün bunlar, Kutsal Kitap'ların
çok sayıda öğütüne rağmen özel mülkiyet duygusunun orta Yahudinin vicdanına bu
denli derince yerleşmemiş olduğunu gösterir. Komşu ulusların (Moabitler,
Ammonitler, İdumeanlar-Edomlular)1 temsilcileri de fırsattan
faydalanmaya gelmişler ve içtenlikle karşılanmışlardı. Hattâ aralarında
evlenmeler bile olmuştu ki keyfiyet daha sonra ruhban sınıfının hiddet ve tiksinmesini
mucip olacaktı. O tarihlerde ortalama Yahudi sanıldığı kadar şoven değildi.[ Gerard Walter.— op. cit.,s. 28-36 .]
Tevrat dışındaki, ayrıntılarına
girmediğimiz Kitapların da ortak teması şöyle: "Herkes eşit olmalıdır zira Tanrı toprağı herkese müşterek olarak
verdi. Bütün felâketlerin kaynağı, zenginlerin altın hırsı ve doymak
bilmezliğidir. Ve toprak herkesin müşterek malı olacak, ne duvar, ne sınır
kalacak. Herkes birlikte yaşayacak ve zenginlik faydasız olacaktır. O zaman ne
fakir, ne zengin, ne zalim, ne köle, ne büyük ne küçük, ne kral, ne senyör
kalacak, herkes eşit olacak". Bütün bu işlerde Tanrı sadece cari
rejimi yok edip onun yerine yeni bir şeyin ikamesini amaçlayan devrimci
hareketi başlatmak üzere müdahale edecek ve sonra bu dağın tepesinden işlerin
nasıl yürüdüğünü denetleyecek... Vay zenginlerin başına geleceklere!...
M.Ö. II. ve I.yy'ın Yahudi mesihçilerinin ülküsü en demokratik türden ve
tamamen eşitçi olup Mesih'in gelişine olan imanları yaşamlarının maddî koşullarının
kökten değişeceği ümidine sıkıca bağlıydı.[ İbid., s.
42-51]
*
* *
Bu üçüncüsü İncil, öncekilerden (Matta ve Markos'unkiler) çok daha özen ve
metodla kaleme alınmış ve tahlile daha iyi gelen bir tarihî ve edebî belge olarak
görülüyor. Bunun ötesinde Luka'nın dile getirdiği sosyal tezlerin belirginliği,
dikkatlerimizi üzerine çekiyor. Gerçi, daha az bir açıklıkla da olsa, ama yine
de yeterli bir kesinlikle bu aynı tezlerin Markos, Matta ve Yuhanna'da da ana
çizgilerini buluyoruz: "Matta ile Luka arasında bir bilgin
insanseverle günümüzün bir militan sosyalisti arasındaki kadar bir ayrılık
bulunuyor" ... Ancak bu "sosyalist İncilci"nin, eserini çok yüksek bir
mevkide bulunan, şüphesiz zengin malikler sınıfına mensup bir kişi için yazmış
olduğu unutulmayacaktır ve elbette zamanının Hristiyan cemaati beynindeki
zenginlik, özel mülkiyet ve sosyal eşitlik telâkkileri çarpıtmak ve bunları
yan tutacak şekilde takdim etmek yanlış olacaktır. Öbür yandan Luka'nın
zamanındaki ne de daha sonraki dindaşları arasında kimse bu üçüncü Incil'in
"ilerici" ruhunu kınamayı, ya da bunun yazarının anti-kapitalist
eğilimlerini hafifletmeyi düşünmemişlerdi. Tam aksine, aynı çağda kaleme
alınmış ya da en fazla müteakip kuşağa ait eserler bu ifadeleri daha da büyük
açıklıkla teyidetmişlerdir. Bundan da Milâdî ilk asrın Hıristiyan toplumunun
Luka'nınkilerle aynı düşünceleri paylaştığı sonucu çıkıyor.
Bu İncil'in başlıca tabiatı, herşeyden önce, fakirin, mutlak bir sefalet
içinde olanın övgüsü oluyor. Yazar, bütün malların, hiçbir şeye malik olmayanlarla
ortaklaşa kullanımı gereğini şiddetle vurguluyor:
"...çölde Zekeryanın oğlu Yahyaya Allahın sözü geldi... kendisi
tarafından vaftiz olunmak için çıkıp gelen kalabalıklara dedi: ...İki
gömleği olan hiç olmayana versin: yiyeceği olan kimse de böylece yapsın" (Luka III/2-11).
Ve İsâ'nın ağzından da: "Bunun için sizden her kim bütün
varından böylece vazgeçmezse, benim şakirdim olamaz" (Luka XIV/33).
Luka ayrıca daha İsâ’dan önce Filistin ortamında belli bir komünist akımın
varlığına işaret ediyor ki Yahya'nın yukardaki sözleri bunu doğruluyor.
Hıristiyanlığa yeni girenlerin, cemaata kesin olarak katılmadan önce, mutlaka
sordukları bir soru vardı: yeryüzündeki yaşamın hüzünlü ve kaçınılmaz sınaması
süresince hiç değilse yiyecek ve başını sokacak bir yer bulunabilecek mi?
Luka (XII/22-34) buna en özlü yanıtı veriyor: hiç böyle şeylere aklınızı
takmayın, Allah herşeyin icabına bakar; O. sevgili çocuklarını açlık ve susuzluktan
öldürmez. Dolayısıyla özel mülkiyetin ne olduğu kesin olarak unutulacak ve
"benimki" ile "seninki" arasındaki fark hakkında tüm
telâkkiler bellekten silinecek:
" ... senin abanı alandan gömleğini de esirgeme. Senden her isteyene
ver, ve senin eşyanı alandan geri isteme" (Luka VI/29-30).
Ama bu sözler, hiçbir tehlike olmadan komşunun mallarının üstüne oturma
cevazını da vermiyor mu? ... İsâ bile Zeytindağı'nda başkasına ait eşeği
"Rabbin ona ihtiyacı" var mülâhazasıyla almamış mıydı? (Luka
XIX/2934)...
Devam etmeden önce bir kez daha vurgulayalım: Hıristiyanlığın bütün bu
"sosyal" doktrinlerini süsleyen vaadler, bu dünyada değil,
"öbür"ünde yerine gelecek...
*
*
*
Sınıf mücadelesine bir çağrı olarak
Yakub'un mektubu
Hıristiyanlığın gelişmesi Ahd-ı Cedid in geleneksel verilerine göre mütalâa
edildiğinde başlıca üç aşama farkedilebilir. İlki, yeknasak olmayan,
örgütlenmemiş, köşeleri belli bir tasarısı bulunmayan, özellikle coşkulu ve
tasasız bir heyecan ile dolu, kendiliğinden oluşmuş bir nevi kuruluş olup
keyfiyet kendi öz nihaî kaderi hususunda, belki de bilinçli bir cehaletten
ileri geliyordu. Kudüs'e nihaî yerleşmesinden önce göçebe halinde var olan bu
ilk Hıristiyan topluluğu, "mülk sahiplerinin misafir ettikleri, paraca
destekledikleri ve ücretle Çalıştırdıkları bir vaizler kervanı" idi.
"Ruh yüceliği ve düşüncesizlikle karışık bir yoksunluk tutkusu"
ile belirgin ikinci aşama bize iyice örgütlenmiş, bu deneyi mümkün olduğu
kadar uzun yaşatmaya çalışan becerikli ve güçlü kişilerce idare edilen bir
dernek görünümünü sergiliyor. Belki de bu idareciler (sayıları oniki idi)
kişisel olarak, idare ettikleri kişilerin bu denli ateşlilikle değer verdikleri
eşitçi ve komünist tezlerin harfiyyen ve bütünüyle uygulanmasının
olanaksızlığının farkındaydılar; ancak akım çok kuvvetli idi ve buna, beslenemediğinden
dolayı kendiliğinden duracağı anı önceden görerek ister istemez boyun
eğiyorlardı. Gerçekten Kudüs'ün Hıristiyan cemaati "varını günü gününe
yiyor ve kendine bir açlık ve sefalet geleceğini hazırlıyordu". Aslında
bunun pek yakın olduğunu görmek için çok uzak görüşlü olmaya gerek yoktur. Bu
nedenle de propaganda alanına özellikle büyük ağırlık verilmekle birlikte ilk
bakışta düşünülemez bazı uzlaşma, orta yol, bir nevi eyyamcılık gün görmüştü.
Ve üçüncü aşama açılıyordu: ilk Hıristiyan derneğinin eşitçi programını ve
anti-kapitalist eğilimlerini yavaş yavaş törpüleyen ödünlü uzlaşmalar dönemi
idi bu.
Bu denli kesin bir tavır değişikliği müminlerin bazılarında doğal olarak
hoşnutsuzluk ve öfke uyandıracaktı. Ama idareci takımın önünde bir ölüm kalım
sorunu vardı: cemaatin varlığı, ancak elle tutulur mali yardımlar yapabilecek
yeni unsurların katılmasıyla sağlanabilirdi. Pavlus'un parlak şekilde ortaya
koyduğu ve ikinci sınıf bazı misyonerler tarafından ustaca kullanılan, sadece
imanla bunun doğruluğuna varılır doktrini yayılmıştı, böylece de varlıklı
sınıflara bazı yararlar ve işin bütün yük ve sorumluluklarını taşımadan yeni
dinin lûtuflarından faydalanma olanağı sağlanmış oluyordu.
Bu noktada içi rahatlayan zengin burjuvazi artık yeni dine daha az ayak
diriyor ve bu ortamdan tenasur [Yardımlaşma. Karşılıklı yardım
etme. ] daha sık vaki oluyordu. Bu bir eli yağda bir eli balda yeni gelenler
cemaatin önderleri tarafından aşırı bir içtenlik ve saygı ile karşılanıyordu.
Ünlü Yakub'un mektubu, cemaatin çok sayıda üyesinin bu hususa gösterdikleri
kızgınlığı sadıkane şekilde yansıtıyor [ ibd., s. 91-2].
"Katolik" yedi mektup arasında "Allah'ın ve Rabb İsâ
Mesih'in kulu Yakub"unki olup diasporanın "dağılmış olan oniki şıpta
selâm olsun" ibaresiyle başlıyor. İyi bir Grek dilinde yazılmış olup
bilgelikli üslûbu ile "Hikmet-İbranî hokma, Grek sophia"
yazılarını hatırlatıyor ve zengin zalimlere hücumlarıyla da bayrağı
peygamberlerden alıyor. Bir somut dindarlığı öğütleyerek Yakub sadece imana
bağlı olanlara savaş açıyor ki bu öğreti Pavlus'inkine ters düşebiliyor.
[Edouard Cothenet.— Jacques, in Coll.— Dictionnaire des religions. P.U.F. Paris
1984.]
Buna rağmen Katolik dünyası buna büyük değer atfediyor:
"Zenginlere karşı ve fakirin lehine tanrısal Efendinin karşı
çıkmalarının, en çetin yansıması hiç şüphesiz Âdil Yakub'un Katolik
mektubudur";
"Aziz Yakub dolambaçsız olarak bütün zenginleri aforoza mahkûm
etmiştir"; "Aziz Yakub'un Mektubu, Kudüs'ün tüm ilk Kilise'sinin bir
bildirgesi gibidir" sözleri Katolik din adamlarına aittir.
"Ey kardeşlerim, Rabbimiz İsâ Mesih'in, izzet Rabbinin imanını şahsa
riayet ederek tutmayın. Çünkü eğer toplandığımız yere altın yüzüklü, parlak
esvap içinde bir adam girerse, bir fakir adam da kirli esvap içinde girerse, ve
parlak esvap giyen adama bakıp; Sen burada iyi yerde otur, derseniz, ve
fakire: Sen orada dur, yahut: Benim basamağımın altında otur derseniz,
aranızda ayırt etmiyor, ve kötü düşünceler sahibi hâkimler olmuyor musunuz?
... Fakat siz fakiri tahkir ettiniz. Zenginler size gadretmezler mi, ve onlar
sizleri mahkemelere sürüklemezler mi? Onlar çağırıldığınız iyi isme
küfretmezler mi ?... Fakat eğer şahsa riayet ederseniz, günah işlersiniz,
şeriat tarafından suçlular gibi ilzam olursunuz" diyor Yakub (II/1-9).
Onun beddualarında Tevrat peygamberlerinin etkisi açıkça görülüyor. Şöyle
diyor Amos (III/9-12):
"Aşdodda, saraylarda ve Mısır diyarında, saraylarda işittirin ve
deyin: Samiriye dağlan üzerinde toplanın ve onun ortasındaki büyük
karışıklıkları ve onun içindeki gaddarlıkları görün. Çünkü onlar doğruluk
yapmayı bilmiyorlar, Rabbin sözü, onlar ki saraylarda zorbalık ve soygunculuk
yapmışlardır. Bundan dolayı Rab Yehova şöyle diyor: Düşman çıkacak ve diyarı
kuşatacak ve kuvvetini senden soyacak, ve sarayların çapul edilecek. Rab şöyle
diyor: Çoban arslanın ağzından nasıl iki bacak yahut bir kulak parçası çekip
kurtarırsa, İsrail oğulları, Samiriyede sedir köşesinde ve yatağın ipekli
yastıkları üzerinde oturanlar da böyle kurtulacaklardır".
Ama Yakub. şiddette bunları geride bırakıyor:
"Gelin şimdi, ey zenginler, gelecek
olan sefaletlerinizin üzerine feryad ederek ağlayın. Malınız çürümüş, ve
esvabınızı güve yemiştir. Altınınız ve gümüşünüz pas tutmuştur; ve onların pası
aleyhinize şahadet olacak ve sizin etinizi ateş gibi yiyecektir. Son günlerde
hazine topladınız. Tarlalarınızı biçen işçilerin tarafınızdan hile ile
alakonulan ücreti, işte bağırıyor: ve orakçıları feryadı Ordular Rabbinin
kulaklarına ermiştir. Dünyada zevkle yaşadınız ve eğlendiniz; kital gününde
yüreklerinizi beslediniz. Salihi mahkûm ettiniz, öldürdünüz..." (V/1-6).
İşaya'nın ağzından da Rabb şöyle dememiş miydi? (LI/7-8):
"Ey sizler, salâhı bilenler,
şeriatım yüreklerinde olan kavm, beni dinleyin; insanların hakaretinden
korkmayın ve onların sövmelerinden yılmayın. Çünkü güve onları esvap gibi
yiyecek, ve kurt onları yapağı gibi yiyecek...".
Hezekiel'de de "kötü
adamlar", en ağır mücazatla tehdit ediliyorlar (XXI/39-32).
Yakub'da da aynı şeyleri okuyoruz... O. fakirleri zenginlere karşı tek bir
cephe kurmaya teşvik ediyor. Ve zenginlere karşı bir gerçek ithamname tanzim
ediyor. Bunda başlıca dört madde sıralanıyor:
1.Sermaye istifçiliği;
2.İşçilerin sömürüsü;
3.Maddî zevklerde ifrad;
4.İsâ'nın öldürülmesi.
Konu üzerinde daha fazla yayılmıyoruz.
*
* *
Sınıf yapısı üzerindeki tetkikimizin alanını geçmişe taşıyacak olursak eski
zamanlarda çalışanlarla bunların çalışmalarından faydalananlar arasındaki
ilişki sorununun iki türlü vaz edildiğini görürüz: başkalarının çalışmasının
sömürüsünde öncelik ya kumanda etme gücü, ya da ekonomik üstünlüğe tanınmış.
Aşağıda daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi Aristo'ya göre sosyal yapıda
temel ikilik (dichotomy), hür adamlarla köleler arasındaki bölünmeden ibaretti.
Bu bölünmenin, kelbiyyûnun (Cynics) öğretisine rağmen, çok eskilere dayanan bir
düşünce olup beşerî tabiatın örneklerinde bir doğal temele sahip olduğu
farzedilirdi. Aslında Aristo, hür site yurttaşlarına göre ekonomik tabakalaşma
ile daha yakından ilgiliydi, ancak orta durumu ("orta sınıfı") en
iyisi olarak görürdü, dolayısıyla hür insanlarla köleler arasındaki temel
tefriki daha da kuvvetle belirgin olmuştu. Bunların ötesinde Aristo, bütün
bedenî işleri kölelere bırakmak eğiliminde olup onun toplum tasarımındaki
ayırımı, yani hür insanla köle arasındaki, aynı zamanda çalışmayanla çalışan —
işçi arasındaki ayırım olacaktır. Eski Yunan ve Roma toplumlarında efendi ve
köle ilişkileri ile saptanan sınıf kutuplaşması, yani güç ilişkisi içinde ifade
edilmiş kişisel bağlılık ve bir doğruca ve koşulsuz sömürü, aşikâr olarak
bireylerin yasal durumuna, yani hür insanla köle arasındaki ayırıma dayanan bölünme
ile aynı ölçüde değildi. Bu iki ayırımın, örneğin her hür site yurttaşının bir
kuvvede efendi olarak telâkkii, sosyal yapıyı dichotomic olarak tasavvur etmeyi
kolaylaştırıyorsa da bu gerçekle çatışıyor.
Roma İmparatorluğunda, Milâdî I. yy'dan sonra köle sayısı azalıp sosyal
durumları iyileşince, başka bir ayırım türü geniş ölçüde dikkatleri çekmeye
başlamıştı. Bu, yurttaşların "varlıklı" (orta ve yüksek
"burjuvazi") ve "varlıksız" olarak ayrılmasıydı. Bu
ayırım, ekonomik olmayan tâbirlerle honestiores ve humiliores,
kurumsallaşmıştı: mamafih bu tâbirler işin gerçek durumunu değiştirmiyor,
sadece zenginliğin nüfuzunu teyid ediyordu, yukarda Yakub'un Mektubu'da
gördüğümüz gibi.
Kilise Pederleri'nin yazılarında sosyal eşitsizliğin temel sorunu hür insan
ile köle veya efendi ile köle olarak değil, ekonomik olarak mütalâa edilmişti. Gerçi
Augustin'in civitos terrena (dünya vatandaşlığı)'nın sosyal yapısı üzerindeki
düşünceleri her iki tür, efendi-köle ve zengin-fakir ilişkiye değiniyor.
Hegel'in bu mahir habercisi diyalektik yöntemi kullanarak kendi ilk tutumlarıyla
ters düşen sonuçlara varıyor ve Hıristiyan cemaatında zenginle fakirin ve
köleliğin varlığını haklı çıkarıyor. Ama o dahi sosyal tabakalaşmaya başlıca
sahiplik ilişkilerine dayalı olarak bakıyor [Stanislaw Ossowski.— op. cit.,s. 28 -9]
Sh: 74-84
Kaynak: Burhan OĞUZ, Türk Halk Düşüncesi ve
Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri, I.Baskı: Haziran 1997,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar