HÛ RİSÂLESİ - Şeyh İsmail Hakkı Bursavi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî)
Ekâbir-i Ricâl-i
Celvetiyeden Rûh-ul Beyân tefsirinin sâhibi Şeyh İsmail Hakkı Bursavi
(kaddesellâhü sırrahu’l âlî) hazretlerinin "HÛ" ismi hakkında icmâlen
tahkikatlarıdır (özet
incelemeleridir).
Bu kelime-i hüviyet ki sofiyyeden
hakikatı ineceleyenlerin zikri, ve özellikle halaka-i cemiyet ve akdi meclisde
galibi zikirdir. (öne
çıkan zikirdir) Erbabı inkar onun hakkında dedikodu ederler ve zikredenlerin yolunu hatalı
görürler. Böyleleri katıksız cahil, aptal ve uydurukçulardır. Ey şuursuz
inkarcı ve ey nursuz ifratçı (aşırı giden) , hele bu hususda hakikat erbabını
inkar edersin bari kendi cinsinden olan ehli zahiri (zahir ehli) nice inkar
edersin.
İmam Fahr Razi ve Issan ve emsali gibi,
zira bunlar tefsirlerinde ve haşiyelerinde ("HÛ") kelimesinin zamir
olduğunu benimsedikten sonra ismiyetini dahi benimsemişlerdir. Nitekim "Allahu lailahe illahu" ayetinin açıklamasında demişlerdir ki
kelam-ı mezkur (zikredilen
söz) mübteda ve haberdir. Ve haber cümle olsa mübtedaya ait zamir lazımdır.
Dersen kelime-i "HÛ" da iki itibar vardır. Biri haber olmak ve biri
dahi isim olmaktır. Zamir olursa zahirdir. Ve eğer isim olursa "Elhakka mel hakka" kabilinden olur . Yani müzheri (işaret olunanı) ikame müzherde (işaret olunanda) ibraz etmen (belirtmek) zamirden manidir
(zamire gerek yoktur). Pes takdir-i kelam "Allahu
lailahe illallah" demen olur. Elhasıl celale (celle
celalehu) nice isimse "HÛ" dahi öyle isimdir. Ve İmam Suyuti ve
gayrileri dahi ona zahir olmuşlardır (benimsemişlerdir) ve hakikat erbabı "hud"
ismiyetine (isim
olmasına) binaen evveline (öncesine) lam idhal edub (ekleyip) Alim el hu
demişlerdir. Bu eğer "HÛ" zatiyeye delalet eder isim olmasa evveline
lam idhal olmazdı. Hususan ki istilahta münakaşa (terminolojik tartışma) yoktur. Her
kavmin örf ve ıstılahları vardir ki orada Ehadehume ahiri cerh etmen cari olmaz
(ikiden
birinin diğerini bozması geçerli olmaz) ve bir nesnenin haber olması ismiyetine
menafi (mani) değildir. Zira
zamirler isimler kabilindendir. Bu görüşler üzerine bu "HÛ" zamir
olsa da, olmasa da, isimdir. Ve zamir olduğu surette zahiren "HÛ"
"HÛ" demen "O, O " demektir. Onun için erbabı inkar Ta'n
ederler (kınarlar) hakikatta ise
"Allah, Allah " ve "Hak, Hak" demektir. Zira indi sofiye (sofilere göre) de mevcut hakiki (hakiki varlık) Allah
Teâlâ dır. Vücut (varlık) da hiç kimse
onunla müşterek değildir. Pes vahide raci (Tek olana yönelik) olan zamirde
iştirak (ortak) olmayacak
"HÛ" demen bila ihtimal "Allah" demek olur.
Eğer sen dahi sofiyyeyi muhakkikin (hakikat ehli sofiler) gibi mercii
vahidi tayin edip sırrı vahdete (birlik sırrına) vasıl (ulaşabildinse) evvela bil ki
sana dahi "O, O" demek yoktur. Belki "Hak , Hak" demek
vardır. Ve eğer meci vahid den bi haber olup Vücud-u mümkine (varlığı mümkün
olanlara) dahi vücud (varlık) verdinse
enaniyette (alçaklıkta) kaldın ve sana "HÛ,HÛ" demek değil "Allah, Allah" desen dahi fayda
vermez. Zira sözün var amma halin yoktur ve hal olmayınca kiil ve kal (dedikodu ) den yüzü kara ey bi
hayır (hayırsız) tefsir okursun
fakat külli şey-in halikin ol veche (Allah tan başka her şey yok olucudur) nassında ne
yazılır kalbine yazmazsın ve fenafillah dan kendine bir iş düzmezsin. Çünkü her
nesne ki fi nefsi-l emir de helak olucudur ve helakin vücudu mevhumuna (sonradan kazanılan
vücud) itibar yoktur. Bu "lailahe
illallah" filhakika (hakikatte) " Lamevcude illallah" demektir. Zira ihtisası uluhuyete
ihtisası vücud lazım gelir. Ve emir ve nehy ve tekalif (teklifler) zahiri ta'yin ve
ta'atüde (sayılara) racidir (yöneliktir) ve eğer bu
manadan na agah isen sakın (mevcudum) (varım) deme zira suret-i
tevhid seni şirkten tahlis edemez (kurtaramaz). Nitekim Kur'an-ı Kerim de gelir "vema
yü'min ekserihum billahi illa vehüm müşrikün" (Yusuf,106) yani
vucud mecazi-yi (mecazi
varlığı) isbat eden kimsenin imanı hakiki olmaz. Zira meyli tagut etmekten değildir (hali kendini
kurtaramaz) ki sıfat, ehli şirktendir. Bundan sonra "HÛ" kelimesinden mevhum
(anlaşılan
mana) olan hüviyet ilk önce Allah’ı tayin etmektir ve onun ahiri (sonu) kelamdır (sonradan olan şeyler) ve cem'i alem
kelamdan ibarettir vesair sıfatı kemaliye dahi onda münderictir ve bu kemalat
kable-i tecelli (tecelli
en önce) sicn zat' (Allah
ın gizli zatı) tır gizlenmiş idi sonra zahire geldi (açığa çıktı) ve mezahir (bu açığa çıkma) yüzünden vücud
buldu ve ainiye-i imkanda (görünen imkanda) münevver sıfatı
mütecelliye oldu. Nitekim gayri mevzuda şerh ve tefsir olunmuşdur. Ve bu icmal
sana Şeyh İsmail Hakkı dan hediyedir ki, baisi serahı dildir. (gönlünü hoş etmektir)
Ey aşık heman kumru gibi
"HÛ HÛ" diye gör.
Zira bu sırrı vücud her zaman kaim olmaz.
Zira bu sırrı vücud her zaman kaim olmaz.
Vallahü muvaffiku veka fil esrar fi
hilal eyyam iydul fitr. Şeref ve izzet ancak O’na mahsustur.
*********
Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa
Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında
evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul`u terk ederek
Trakya`da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652
(H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos`tadoğdu.
İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu
Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü.
Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı`ya; Sen doğumundan beri, bizim
hâlis talebemizsin. dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on
yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne`de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî
Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan
İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr
vehadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri
okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısıile yazdı.
İsmâil Hakkı Efendi, 1674 (H.1085)senesinde, zamânın
büyük âlimi Osman Fadlî`den ilim öğrenmek için,hocası Abdülbâkî Efendinin
yazdığı bir mektubu alarak İstanbul`a gitti. Osman Fadlî Efendi ile
Atpazarı`nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. OsmanFadlî, onu eskiden tanıdığından
hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü
teâlânın zikri ile meşgûloldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak;
Senin istidâdın gelmiş. dedi. Sonra Besmele çekip, Fâtiha-i şerîfeyi okudu ve
üzerine üfledi. "Seni Bursa`ya halîfe yaptım." buyurdu.
Kendisi şöyle anlatır: Hocam beni Bursa`ya halîfe
olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup
üzerime üflemesinden sonra, bendebaşka bir hâl zuhûr etti. Hocamın bu duâsından
sonra ilâhî feyz vemârifetlere kavuştum. Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîflerin tefsîr ve te`villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Arabî,
Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî
hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim.
İsmâil Hakkı Efendi, Bursa`ya gittiktenbir süre sonra
hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Buradainsanlara vâz ve nasîhatta
bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şumektubu ile talebe yetiştirmeye
başladı:
Oğlum Şeyh İsmâil Efendi! Aklen ve dînen,
güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen
şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyetinde yer
alan hitâba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibâdet et.
Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında
bırakacak yerlerden sakın.Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme. Nasıl
olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle. Onları îtikâdî ve amelî yönden
terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi
konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.
On sene Üsküp`de kalan İsmâil Hakkı Efendi, 1685
(H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa`ya gitti.
Din ve dünyâ saâdetine sebep olan hocası Osman Fadlî,
Kıbrıs`a gönderilince; "Canımız gitti, bedenimiz burada
niye durur." diyerek,
Magosa`ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa`ya vardığı zaman hocası ile birkaç
gün sohbet etti. Bir gün sohbet esnâsında sohbette bulunanları bir cezbe,
kendinden geçme hâli kapladı. İsmâil Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdâyî
hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine
hocasının duâsına nâil oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı`ya dönerek; Seni
buraya getiren mîrâsındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi
göremedim. dedikten sonra, parmağını İsmâil Hakkı`nın ağzının ortasına koyup;
Bu nefes benden sonra sana nasîb olsun. dedi. İsmâil Hakkı şöyle der: Hocam
böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk vehâller hâsıl oldu ki, maksadıma kavuştum.
Yine bir Cumâ günü Osman Fadlî, İsmâil Hakkı`yı yanına çağırdı. Bir tefsîr
şerhini uzatıp; Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allahü teâlâ sana daha
ziyâdesini ihsân etsin. diye duâ etti. O duâdan sonra İsmâil Hakkı Efendide
dahayüksek hâller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu: Allahü teâlâ
bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî`ye böyle
yüksek bir talebe vermedi.
İsmâil Hakkı Efendi, hocasının vefâtından sonra Konya,
Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa`ya geldi. Bu yolculuk
sırasında hazret-i Mevlânâ`yı, Sadreddîn Konevî`yi ve Eşrefzâde Abdullah
Rûmî`yi ziyâret etti.
Sultan İkinci Mustafa Hânın, dâveti üzerine, 1695
(H.1107) senesinde Edirne`ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihâdın sevâbını ve
büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önceBelgrad`a vardı.
Oradan Tuna`yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine
Edirne`ye geri döndü.Ertesi sene ordu yine Edirne`den ayrılarak Belgrad`a
gitti. O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmâil Hakkı Efendi, Elmas
Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara
aldı.İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı
olduğu hâlde Bursa`ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devâmetti.
Hocası Seyyid Osman Fadlî`nin vefâtından yirmi sekiz
sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam`a gitti. Şam`da üç
sene kadar kaldı. Sonra Allahü teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işâreti
üzerine İstanbul`a gitti. Üç sene kadar Üsküdar`da kaldı. Bu sırada otuza yakın
eser yazdı.
Kendisi şöyle anlatır: Üsküdar`da iken bir gece Şeyh
Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî`nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa
tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ
taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdâyî bana çok iltifât etti.
İsmâil Hakkı Efendi, 1722 (H.1135)senesinde Bursa`ya
gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve isminiCâmi-i Muhammedî.
koydu.Dergâh; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfirodalarından meydana
gelmiştir. Câminin kitâbesi bizzatİsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı.
Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla
geçirdi. Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk`ın rahmetine
kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâil Hakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i
Muhammedî`nin mihrâbının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın
yakınlarından Hacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tâmir
ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır.
Kendisi şöyle anlatır: Allahü Teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine
beni bulunduğum dereceden daha yüksek birdereceye yükseltti. Daha önce sâhip
olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi.
Allahü Teâlâ’nın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi
yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen
belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pek çok
meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka
memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim.Mihnet ve acı,
insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başagelen belâ ve musîbeti
kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk
yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa`ya gittim. Yedi sene
sonra Kıbrıs`a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi
sene sonra Hicaz`a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok
sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden
gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonra Ebû
Yümn`ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos`a gittim. Yedi sene
sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa`dan Şam`a gitmem
emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet veçilelerle
geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü Teâlâ dilediğini
yapar. Kimse O`na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve
çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü Teâlâ’nın fermânı üzere
meydana gelendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz; Benim
çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir. buyurmuştur. İnsana gelen
belâ vesıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî
meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli
meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi
evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat vesıkıntı çekmişlerdir.
Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet vesıkıntı veren kavmi hakkında;
İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar. buyurarak hidâyetleri
için duâ ettiler.
İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki: Evliyâyı inkâr
etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; Kişi sevdiği ile
berâberdir. buyuruldu. Kıyâmetgünü bu büyükler sevdiklerine şefâat
edeceklerinden, onları sevmeme kuygun değildir. Onlara düşman olmak insanın
helâkine sebeb olur.
Mâlûm ola ki, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
yoluna girene farz olan, Allahü Teâlâ’dan başka olan şeyleri kalbinden
çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını,
hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım
ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola
da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkarken,bir işle uğraşan kimseyi gazâya
götürmedi. Meşhûr sözdür ki; Bir evdeiki sarıklı olmaz! Çünkü herbiri bir
tarafa çeker. Evin huzurunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe
vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar.
Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ
dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin
zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından
ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk
olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytanarkadaşın olur. Yolun başlangıcında
olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni
girenin de yolgöstericiye o kadar ihtiyâcı vardır.
Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunanbir insan, kısa
bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile
bahçelerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım
görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda
bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır
hem de çok lezzetli olur.
Bursalı İsmâil Hakkı hazretleri yazmış olduğu
şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır.
İrtihaline yakın te'lif buyurduktan eserlerin
çokluğuna bakılırsa, harika olduğuna ve keramat-i ammelerinden bulunduğuna
şüphe edilemez. Kerametleri pek çok ve meşhur olup burada sayılması mümkün
değildir. Haklarında bir hayli menkıbeler yazılmış olup, bazıları ise kendi
eserlerinde sülukları esnasındaki hallerini beyan sırasında bi'l-münasebe
zikredilmiş olduğundan arzu eden zevat-i kiram onlara müracaat edebilirler.
Hazretin terceme-i hali, bir kaç muazzam cildi ihtiva eder. Bilhassa silsile-i
namelerinde ve eserlerinin çoğunda tafsilatlıca ma'lumat mevcuttur.
Yüz den fazla eseri olup ekserisi tasavvufa
mütealliktir.
Bir haylisi varidat
nev'indendir.
Divan-ı Ali'leri bin beytin üstündedir.
Hazret zamanını boşa geçirmemiş, sa'y ve gayretten
geri durmamış, gah te'lifat ile gah Kayahan, Orhan, Cami-i Kebir gibi Camii
Şeriflerde vaaz ve nasihatta bulunmuş, dergahında Tefsir ve Buhari-i Şerif
okutmuş, terbiye-i salikan ve irşad-ı taliban ile sohbet ve müşküllerini hal
için buluşmuştur. Zaman zaman asrın sofi, mürşid ve ilim adamları ile de
buluşup sohbet buyurmuşlardır. Alem-i Ahirete irtihallerini, bazı eserlerinde
ima buyurmuşlardır. Hatta; "Gebeş
ruhum Hak'ka kurban eyledim."diye [Gebeş: Koyunun erkeği. Koç. * Mc: Akılsız, ahmak adam. ] (1137) tarihi, vefatını sarihen
gösterdiğini şair Baki Efendi (radiyallâhü anh) vefatlarından sonra söylemiş,
sonra hesap ettiklerinde tevafuk ettiği görülmüştür.
Keza
"Naktü'l-Hal"isimli eserlerinde şu nutuklarının;
Aşk ile tut kûşe-i damân-i şer'i Ahmed'i (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Abd-ı mahz ol bulmak ister isen felâh-ı sermedi
Câm-ı feyzi vahdet-i Zâtiyye'den nûş eyle kim,
Olasın bu bizim hassan (haslar) içre merd-i evhadi.
Sidre-i tuba'yı kılma cilvegâhı cân-u dil,
Alem-i ervaha ir gör ta sırrı, sirr vakti
Aşıka zahid gözüyle eylem hergiz nazar,
Alim ve dana ile bir görme tifl-i ebcedi
Ateş-i tevhidi her kim yaktı kanunu dile
Hakkı'ya envar-i Hak'kiyle pür oldu merkadi... (1137)
Son mısraları irtihal tarihlerini gösteriyor. Halbuki
bu kitap Üsküdar' da bulundukları zaman (1134) senesinde yazılmıştır. Kendi el
yazıları ile kütüphanelerinde mevcuttur.
Demek oluyor vefatlarından üç sene evvel imâ ile değil
açıkça bildirmişlerdir. El-yevm mübârek baş uçlarındaki yazı da aynı beyitleri
ihtiva etmektedir.
Cenab-ı İsmail Hakkı Hazretleri (kaddesellâhü
sırrahu’l âlî) işte böyle müstesna bir hayat yaşamakta iken 75 yaşlarında
olduklan halde 14 Zilkade 1137 tarihinde Gebeş-i
cismin rah-i Hak'ka kurban eyleyüp ruh-i revani, vasıl-ı huzuru müstean ve cesedi
mübarekleri Dergah-ı Şerifin mihrabı önünde vedia-ı rahmeti rahman olmuştur.
Cenab-ı Üftade ve Pir-i Hüdai Hazretlerini rüyada
görüp işte "Üftade, 'Üftade; Hüdai, Hüdai sende
onlara vasıl oldun." tebşiratında bulunduklarında eserlerinde münderic olup
hakikaten Tarik-i Celvetiyye'nin ab-i rüyu ve medar-ı iftiharıdırlar.
Tarik'ine ve Şeyh'ine ifrat derecesinde bağlı ve
muhabbetli olup umumu davet etmişler ve Adeta vuslat-ı ilallah meslek-i
Celvetiyye'ye girmekle olacağına kail olmuşlardır.
Harem-i muhteremleri, acaba hangimiz daha evvel
irtihal edecek diye merak edermiş.Bir gün; "Aman
efendim! Bu kadar kitaplar yazıyorsunuz bir kelam-ı kadim yazıp da bu
cariyenize inayet buyursanız," diye ricada bulunmuş. "Bir
kaç gün çile hanemize girme de, yazalım" buyurmuşlardır. iki üç gün sonra kadıncağız merak edip
gizlice gelir kapıyı açar. Görür ki kırk kadar İsmail Hakkı yazı yazıyor.
Hayrette kalır.
İsmâil Hakkı Bursevî`nin 106 adet eseri vardır.
Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sâde bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden
bâzıları şunlardır:
1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur`ân-ı Kerîmin tefsîridir.
İsmâil Hakkı hazretleribu tefsîrinde şöyle buyurur: Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin delâleti ile,
birgün rüyâmda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem efendimiz bana lütfedip
arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; Ümmetim için birtefsîr yaz! diye emir
buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâdan ve Resûlullah efendimizin
rûhâniyetinden yardım isteyerek üç cildlik birtefsîr yazdım. Bu tefsîr hem
İstanbul`da hem de Mısır`da basılmıştır.Daha ziyâde bir vâz tefsîridir.
2) Şerh-i Muhammediyye (ikicild), 3) Şerh-i Mesnevî
(iki cild), 4) Şerh-i PendiAttâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba`în,
7) Risâle fî İlm-iHadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i
Mukaddime fîİlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13)
Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi`a, 16) Risâle-i Verdiyye,17)
Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20)Kitâb-ül-Envâr,
21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23)Kitâb-ül-Mir`ât, 24)
El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26)Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu
Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29)Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30)
Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fîİlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32)
Risâlet-ün-Nesâyih, 33)Dîvân. 34) Kitabu'n-Netice : Son eseridir.
Kelime-i tevhîd ile zikr etmenin faydasını talebesine
şöyle anlattı: Kelime-i tevhîd; söyliyenin korkusunu ve hayâlindeki düşünceleri
giderir. Allahü Teâlâ’nın diğer isimleri ile yapılan zikrde hayâle gelen
düşünceler tamâmen gitmez. Hayâl gâlip olup, talebe, bir makâmın sâhibi oldum
sanır. Hâlbuki, kavuştuğu makam hayâlidir. Makam, kalbî ve aynî değildir. Ben
böyle iddiâcılarla karşılaştım. Bunlardan bâzısı; Ben her gece mîrâcederim.
diye iddiâ ederdi. Bâzıları da; Bana günah zarar vermez, diyerek, bozuk
îtikâdda idi. Bu düşünceleri hayâlden gelme idi. Bu isemekr-i ilâhîdir, yâni
Allahü Teâlâ’nın aldatarak, nîmet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Evliyâdan
Ebû Ali Rodbârî`den;
Bir kimsegünah işler ve; Bana
helâldir. Çünkü ben öyle bir dereceye yükseldimki, günahlar bana zarar vermez
bana tesir etmez. derse, bu
kimse hakkında ne dersiniz? diye sorulunca, cevâben;
Öyle bir makâma
kavuştuğunu söyleyen, kavuştu fakat Cehennem`e kavuştu. Yoksa Cennet`eveHakk`a
kavuşmadı. Çünkü, haram olan şeylerin helâl olacağı makam yoktur. Haram olan,
her makamda haramdır. Her âlim kendi makâmına uygun amel işler. Yükselmeye mâni
olan işlerin yanına uğramazlar. İşte bir asırdır âlemde hak ve doğru sûretinde,
bâtıl olan işleri yapanlar meşhûr oldu. buyurdu.
Müşarun ileyh İSMAİL HAKKI (kaddesellâhü sırrahu’l
âlî) usul-ü zikir ve tarikatı Şeyh Seyyid Osman Fazl-ı İlahi Atpazari'den
almıştır. O da Zakirzade Abdullah Efendi'den, O da Şeyh Dizdarzade Ahmet Efendi
O da Şeyh Mahmud el-Hüdayi'den.O da Şeyh Muhammed Üftade'den. O da Şeyh Hıdır
Dede el-Mukad'den, O da Şeyh Hacı Bayram-ı Veli Ankaravi'den, O da Şeyh Hamid-i
Veli Aksarayi'den, O da Şeyh İbrahim Erdebili'den, o da Şeyh Hace Ali
Erdebili'den, o da Şeyh Sadruddin Musa Erdebili'den, O da Şeyh Safiyuddin Ebu
İshak Erdebili'den, o da Şeyh İbrahim Zahid-i Geylani'den, O da Şeyh Cemalüddin
Tebrizi'den, O da Şeyh Şihabu'ddin Muhammed Tebrizi'den, O da Şeyh Rüknüddin
Muhammed el-Buhari'den, O da Şeyh Kutbuddin Ebheri'den, O da Şeyh Ebu'n-Necip
Ziyaüddin Abdülkadir Muhammed es-Sühreverdi'den, O da Şeyh Ömer Bekri'den, O da
Şeyh Vasiyyüddin el-Kadi'den, O da Şeyh Muhammed Dineveri'den, O da Şeyh
Cüneyd-i Bağdadi'den, O da Şeyh Seriyyü's-Sakati'den, O da Şeyh Ma'ruf-i
Kerhi'den, O da Şeyh Davud et-Tai'den, O da Şeyh Habib-i Acemi'den, O da Şeyh
Hz. Hasan-ı Basri (radiyallâhü anh)'dan, O da Emirü'l-Mü'minin Hz. İmam Ali
(r.a.)'dan, O da Habib-i Kibriya ve Sultan-ı Enbiya MUHAMMED MUSTAFA sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimizden almışlardır.
ALLAH Teala sırlarını takdis etsin ve bizi onların
feyiz ve bereketleriyle faydalandırsın, Amin.
Banisi; Kudvetü'l-muhakkikin, usvetü'l-müdekkikin,
eş-Şeyh Ismail Hakki Bursevi (kaddesellâhü sırrahu’l âlî) Hazretleridir.
Bidayetten daha örtülü çalıştıkları, pek sır faş
etmedikleri hatta Faş-ı Esrar-ı Tevhid ediyorlar diye itirazda bulunduklari
halde sonraları kendileri çok daha açık hareket etmişlerdir. (1135) senesinde
tekrar Bursa'ya teşrif ile halen günümüzde mevcut bulunan Dergah-ı Şerifeyi on
kese akçe sarfı ile inşa etmişler, manevi bir işaret üzerine Cami-i Muhammed-i
olarak tesmiye etmişlerdir.Şu tarih-i beyitleri söyleyere ktevhidhane kapısı
üzerine ta'lik eylemişlerdir.
Kale
İsmailü'l-Hakkıyyi'l-Münzevi
Fi makam-ı salikıhül
kadhedev
Celvetiyyü'l-intisabi
fi't-tariki
Ekberu's-sırri fi men
Ürşidü
Veffekalahül kerim
el'müstean
Men yedi kad tame
haze'l-meşhedü
Bel sivel faalü la fihi
şerikün
Vahhidullahe teala vahhidü
Vefalü'l-hayra, recen lil
felahi
Vezkürullahe kesiran
tehtedü
Eyyülhe's-safiyyeh ehlüls
sefa İn eradtüm, iktiraben
fescüdü Kale li't-tarihi
banihi'l-fakiri
Temme beytullah-i sallu
va'budu..
1) Mu`cem-ül-Müellifîn; c.2, s.266
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.219
3) Kitâb-ı Silsile-i İsmâil Hakkı;s.105
4) Pendi Attâr Şerhi Mukaddimesi
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.37
6) Kâmûs-ül-A`lâm; c.2, s.950
7) Münşeâti Azîziyye; s.288
8) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.28
9) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân
10) Kitâb-ül-Hitâb
11) Lugat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye;s.173
http://www.ismailhakki.org/
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar