Print Friendly and PDF

HZ. RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMDEN SONRA İNSANLARIN EN ÂLİMİ, HZ. EBÛ BEKİR SIDDÎKDIR




Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle dedi:
“Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’e mağfiret et. Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’e merhamet et. Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’in kusur ve ayıplarını ört.  Allah Teâlâ’m, ümmet-i Muhammed’in hata ve kusurlarını telafi et.” Bu, Hızır’ın duâsıdır. Her gün bu duâyı kim okursa, o kimse abdallardan yazılır.”
Yine şöyle dedi:
“Her gün Bahr kapısından çıkıp Menar ta­rafına doğru yürüyordum. Yine bir gün Menar tarafına doğ­ru yola çıktım. Menar’da doğu yönünde uzanıp uyudum. Bu esnada gönlüme şu düşünce doğdu:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile uzun bir süre beraber olduğu hâlde Hz. Ebû Bekir’i az hadis rivâyet etmeye sevk eden sebep ne idi?” Derken birinin bana şöyle seslendiğini işittim:
“Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra insanların en âlimi, Hz. Ebû Bekir Sıddîkdır (Radiyallâhü anh). O’nun Hz. Rasûlüllah’dan az rivayette bulunması, onun hakikatine erdiği içindir.” [1]
“Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer risâletin hâlifeleri, Hz. Osman ve Hz. Ali de nübüvvetin halîfeleridir.” (Hepsinden Allah Teâlâ râzı olsun) [2]
                               
Bir kadının bir tavuğu vardı, ondan başka hiçbir varlığı da yoktu. Bu tavuk, kadın için yumurtluyordu. Derken bir gün bir hırsız gelip tavuğu çaldı. Kadın ta­vuğun çalındığını öğrenince hırsıza bedduâ etmedi, bilakis bu işi Allah Teâlâ’ya havale etti. Hırsız tavuğu aldı, boğazladı ve tüylerini yoldu. Birden bire hırsızın yüzü tavuğun tüyleriyle kaplanı­verdi. Ne yaptıysa bu tüylerden kurtulamadı. Kime sorduysa hiç kimse onun tüylerden nasıl kurtulacağına dâir bir çözüm sunamadı. Derken İsrailoğullarından bir bilgine rastladı. Du­rumu ona da anlattı. Bilgin şöyle dedi:
“Bunun ancak bir şifâsı vardır. Tavuğunu çaldığın kadının sana bedduâ etmesidir. Şâyet bedduâ edecek olursa, bu has­talığından da kurtulursun.” Bunun üzerine adam kadına bazı kimseleri gönderdi. Bu kimseler:
“O senin tavuğun nerede?” diye sordular. Kadın:
“Çalındı.” dedi. Onlar:
“Desene çalanlar sana çok eziyet etmişler.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar:
Canını çok yakmış olmalılar, baksana yumurtasından da mahrum kaldın.” dediler. Kadın:
“Evet öyle oldu.” dedi. Onlar bu şekilde sorularla kadının öfkesini iyice kabarttılar. Derken kadın, hırsıza bedduâ edi­verdi. Bunun üzerine hırsızın yüzünden tüyler dökülüp kayboldu. Bu durum İsrailoğullarından olan bilgine haber verildi. Bilgine:
“Bunun bu şekilde iyileşeceğini nereden bildin?” diye sor­dular. O:
“O kimse, kadının tavuğunu çaldığı zaman kadın ona bedduâ etmedi ve işini Allah Teâlâ’ya havale etmişti. Allah Teâlâ da kadı­nın yerine ondan intikam almıştı. Fakat kadın bedduâ edince, kendi nefsi için intikam almış oldu. Bunun üzerine de hırsızın yüzünden tavuğun tüyleri düşüp yok oldu.” buyurdu.[3]
Kaynak: İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 202

Bir gün Şeyh Ebû'l-Abbas el-Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin huzûruna bir adam girdi. Şeyhin acı çektiğini gördü. Ona:
“Efendim Allah Teâlâ size afiyet versin.” dedi. Şeyh adama herhangi bir cevap vermeksizin sustu. Sonra adam bir süre herhangi bir şey konuşmadan oturdu. Daha sonra tekrar:
“Efendim Allah Teâlâ size afiyet versin.” dedi. Bunun üzeri­ne şeyh:
“Evet ben Allah Teâlâ’dan afiyet istedim. Elbette Allah Teâlâ’dan âfiyet istedim. Şu an benim içinde bulunduğum hâl, âfiyetin ta kendisidir.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde Allah Teâlâ’dan âfiyet istemiştir. O bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Hayber'de yediğim etin etkisini hâla vücûdumda hissediyorum. Şimdi o artık benim atar damarımı kes­miş bulunmaktadır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,  Allah Teâlâ’dan âfiyet dilemiş olmasının yanı sıra böyle buyuruyordu.
Hz. Ömer radiyallâhü anh deAllah Teâlâ’tan âfiyet istemişti. O daha sonra hançerlenerek katledildi.
Hz. Osman radiyallâhü anh da Allah Teâlâ’dan âfiyet istemişti. O da boğazlanarak şehit edildi. Aynı şekilde Hz. Ali kerremallâhü vechede Allah Teâlâ’dan âfiyet istemişti. O da katledildi.
SEN ALLAH TEÂLÂ’DAN ÂFİYET İSTEYECEĞİN ZAMAN, ALLAH TEÂLÂ’NIN BİLDİĞİ SÛRETTE ALLAH TEÂLÂ’NIN ÂFİYET VERMESİNİ İSTE. (Ne istediğini bil.)
Şeyh şöyle diyordu:
“Sabır kelimesi Arapça asbar keli­mesinden türetilmiştir. Asbar ise, oklarla nişan alman hedef demektir. Sabırlı insan da kendisini Allah Teâlâ’nın İlâhî takdir okuna hedef yapan kimsedir.” [4]




Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

Mürşidler dört kısımdır:
Mürşid-i teberrük, mürşid-i tezkîye, mürşid-i tasfiye ve mürşid-i terbiye.
Makâm ve mertebeleri, ulvîyyet ve kudsiyyeleri, zikrolunduğu tertipdedir. En iptidâ (başlangıç) makâmda olan, mürşid-i teberrük’dür.
MÜRŞİD-İ TEBERRÜK olan zâtta bulunması lâzım gelen evsâf ve şerâitdendir ki; evvelâ o zât kendi mürebbî ve mürşidi tarafından beş bin lafza-i celâl’i ve beş bin de salavât-ı şerîfeyi telkîn ve tavsîfe me’zûn (ders ver­meğe yetkili) bulunmalıdır. Bilcümle mahlûkâtın tesbihâtına vâkıf olması lâzımdır. Ehl-i kubûrun hakîkatına - hayal ve evhâm olmayıp, doğrudan doğruya - hallerine vâkıf olması gerekir. Onların üzerinde bulunan saâdet veya azabın, hangi amellerden mütevellit (doğmuş) oldu­ğunu bilmesi lâzımdır. Azabın hangi cürüm ve günahın neticesi olduğunu bilmelidir. Bütün kâinatta her türlü vak’alardan ve renklerden, vahdâniyyet-i ilâhiyyeye (Al­lah'ın birliğine) burhân ve delâili anlaması gerekir. Cümle mahlûkâtın esâmilerini (isimlerini) bilmesi dahi lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine, meşâyıh-i kirâm hazerâtının cezbe ve nazarlarını, celbe (çekmeğe) iktidar ve selâhiyetli (yetkili) olması lâzımdır. Cihet-i istikâmeti mükem­mel olmalıdır. Müridân ve etbâlarını, makâm-ı tezkiye ve tasfiyeye irsâle (çıkarmağa) muktedir olmalıdır. Yirmi dört saat içinde, yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş bin salavât-ı şerîfe'yi ifâya ve bunlara müdâvim olması lâzımdır.
MÜRŞİD-İ TEZKİYE olan zâtta bulunması lâzım gelen evsâf ve şerâit, mezâhib-i erbea’nın (dört mezhebin) azi­met kısmına muhâlif olan efâl (işler) ve a’mâl (ameller) ve harekâtından mahfuz (korunmuş) olması gerekir. Kendi etbâ ve müridânına yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş bin salavât-ı şerîfe’yi telkîne me’zûn olması gerekir. Bilcümle Saâdât-ı Nakşibendiyye’yi (Nakşibendî silsile­sindeki büyükleri) istediği zaman davete selâhiyeti olması lâzımdır. Asrında mevcut yirmi dört bin evliyây-ı kirâm hazerâtını bilmesi dahi gerekir. Mürşidin hangi resûl ve nebî'nin makâmında olduğunu bilmesi gerekir. Kendi müridânının üzerine olan ahvâle vâkıf ve ârif olması (bilme­si) lâzımdır. Kendi etbâ ve müridânını a’dâ-i erbea’nın (dört düşmanın) mekrinden (hilelerinden) muhâfazaya dahi muktedir olması lâzımdır. Müridân ve etbânın kalblerinden evhâm ve hayâlât ve fütûru (zayıflık, ümitsizlik) dahi ref ü defe (yok etmeğe) selâhiyetli olması lâzımdır. Yirmi dört binden başlayıp yetmiş bine kadar zikre mezun olması dahi lâzımdır. Sâhib-i tevfîk ve erbâbı için bu zikir, bir saatlik vazifeden başka bir şey değildir; o kadar kolay ikmâl edilir.
MÜRŞİD-İ TASFİYE olan zâtta dahi, evvelki iki mürşidde bulunması gereken evsâfdan başka, evvelen âhirete ait umûrundan (hususlardan) zühd olması (ken­dini soyutlaması) gerekir. Hatıra mâsivâullah (Allah’tan başka şeyler) gelmemesi için, mürşid tarafından mükellef ve muvazzaf olması lâzımdır. Bilcümle kâinât ve melekût kendisine fevt olmuş (kaybolmuş) olsa bile, bir zerre kadar ona nazar ve iltifatı olmaması lâzımdır. Levh-ü Mahfuzda yazılı bilcümle mukadderâta ittilâ etmesi (haberdar olması) lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine, Cezbe-i Hayy’ı celbe dahi selâhiyet sahibi olması gerekir. Sohbet ve içtimâi, daima ekâbir evliyâullah ile olması lâzımdır. Müridânın her iki nefesi arasındaki otuz dört bin sırr-ı hikmete de vâkıf olması lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm’de mezkûr (geçen) beş yüz mâmûreyi (yapılması emredilen şeyleri), tamamen ifâ (yerine getirmesi) ve sekiz yüz cihet-i menhiyyeden (yapılmaması gereken şeylerden) uzak ve salim olması lâzımdır. Gerek güneş ve gerekse ay ve yıldızlardan vahdâniyyet-i ilâhiyyeye otuz üç kadar delil ve burhân çıkarması lâzımdır. Zamanın kutbunun ismini, nesebini bilmesi lâzımdır. Bir saat zarfında yedi yüz bin adet zikr-i ilâhiyyeye muvaffak olması lâzımdır ki, buna tayy-ı lisân derler.
MÜRŞİD-İ TERBİYE, mürşidin en yüksek mertebesidir. Bu zât, müctehid-i mutlak mertebesine ermiş olacaktır. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn ve bu mesâbiîn- den ulûm ve hakâikı anlaması ve idrak etmesi lâzımdır.
Beş adet irşâdın vücûhu kendisinde bulunması lâzımdır. Vecd-i irşâd ile müridi irşâda ale-l-ıtlak (mutlaka) me’zûn olması lâzımdır. Vücûh-u irşâd; inâyetullah, inâyet-i Resûl, inâyet-i meşâyıh ve mürşid ve inâyet-i melekü’l - mukînûn, âlât-ı irşâd; basîret, ferâset, teveccüh ve keşf-i hakikî, mevkûfu’l -a’lâ ve “elestü bi-rabbiküm" âleminin hakâyıkına vâkıf olması gerektir. Kendi etbâ ve müri- dânının “elestü bi-rabbiküm" gününün hakâyık ve cera- yânına vâkıf olması lâzımdır. Kendi etbâı olmayanların dahi, derçce-i iman ve ahd-ü misâkına ittilâsı (bilgisi) olması lâzımdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın Levh-ül Mahfûz’da bulunan hurûfun (harflerinin) ve âyâtın (âyetlerinin) ulûm ve esrârına da vâkıf olması lâzımdır. Kaza ve mukadderât-ı ilâhiyyenin mübrem (kaçınılmaz) ve muallak (şartlı) olanını da ayırması ve buna vâkıf olması lâzımdır. Kutbü’z -Zaman Hazretlerinin bilcümle vezâifini de bil­mesi lâzımdır. Bir müridin hâlet-i nez'isinde (can çekişme anında) yanına gidip imdadına yetişmesi lâzımdır. Ve onu muâvenet-i hakikî ile ve imân-ı kâmil üzere Hakk’a teslim etmesi lâzımdır. Hatta bir saat zarfında, yirmi dört bin etbâ ve müridânı dünyadan intikâl edecek olsa bile, kâffesinin imdadına yetişme kuvvet ve kudsiyyetine mâlik olması lâzımdır. Bilcümle Esma-i Hüsnâ’nın, ulûm ve esrârına ve hakâyıkına vâkıf olması gerekir.
Bu zikredilenler haricinde mürşidlerde olması lâ­zım gelen daha nice evsâf ve şerâit vardır. Fakat bu kadarını kâfi gördük. Cenâb-ı Hakk bilcümle mürşidin ve mürebbînin nazar ve kuvvey-i zâtından cümlemizi, müstefîd (faydalanmak) ve müstefîz (feyizlenmek nasip) bu­yursun. Âmin.
(BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 40-43)




Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

1-         BİR KİMSE LEVHÜ’L MAHFÛZ’UN HAKİKATİ­NE VÂKIFIM VE LEVH’DE YAZILI OLAN MUKADDERA­TI (Kaderi) BİLİYORUM DERSE.
O     kimse 124 bin Enbiyâ ve Mürselîn hazerâtının esâmilerini (İsimleri) bilmesi lâzımdır.

2-BİR KİMSE HIZIR ALEYHİSSELÂM İLE GÖ­RÜŞTÜM DERSE.
Kur’ân-ı azîmüşşân’ın âyetlerini, nâzil olan yerini ve ne sebep üzerine nâzil olduğunu ve her bir âyetin üç türlü manasını bilmesi lâzımdır. Avâm-ı nâsa âit, havasa âit ve hassü’l -havâsa âit olan manalarını bilmesi lâzım­dır. Bu şerâit bulunmadığı takdirde hayal ve evhâmdır, hakîkat değildir.

3-. BİR KİMSE BEN MÜRŞİDİMLE VE ONLARIN ERVÂHI İLE İÇTİMÂ VE MÜLÂKÂT EDİYORUM DİYE İDDİADA BULUNUYORSA.
O kimse şimdi bulunan yedi tarikatın ıslahatı ile meşâyih-ı silsile-i şeriflerini bilmesi lâzımdır. Ve her tari­katın nihâyetinde olacak derece-i saâdet ve hidâyeti bil­mesi lâzımdır.
(BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 11-12)


Şeyh Şerâfeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Birçok Eshâb-ı Kirâm ve Sıddîk-ı Ekber Hazret­leri, Fahr-i Âlem Efendimize ne şekilde salavât getirilme­sini sordular. Cenâb-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“ALLAHÜMME SALLİ ALÂ MUHAMMEDİN VE ALÂ ÂL-İ MUHAMMEDİN VE SELLİM,” diye salât ve selâm ediniz” buyurmuşlardır.
Vird’de “SEYYİDİN” ibâresi ilâve edilirse, ubûdiyyet (aşırı derecede kulluk) neş’esi kalmaz. Fahr-i Âlem Efendimiz ise, ubûdiyyeti ihtiyar buyurmuşlardır (seçmişlerdir). Neş’e-i ubûdiyyeti her neş’eden çok severlerdi. Bu salavât-ı şerî- feyi tâlim buyurdukları mecliste hâzirûna hitâben:
“Cenâb-ı Hakk beni abdiyyet (kulluk), saltanat ve nübüvvetle (peygamberlikle) tahyîr buyurdu (seçmemi istedi). Ben; ‘Yâ Rabbi, hakîkatte saltanat sana yakışır, bana abdiyyet ve nübüvvet ihsân buyur” dedim.
“Sana, kendi saltanatımdan vereyim” buyurdular. Ben yine
“Yâ Rabbi, saltanat (kullar için) ârızdır ve (gerçekte ise) sana mahsustur. Bana abdiyyet ve nübüvvet kâfidir” dedi­ğimde; ‘Tahkîk, sana Süleyman Aleyhisselâm’â vermedi­ğim saltanatı ve öncekilerin gıbta ettiği ve hasret kaldığı Makâm-ı Mahmüd’u verdim.” buyurmuşlardır.”
(BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 166-177)

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.
“Ey Ali, elbiseni kirlerden temizle ki, bu şekilde her bir ne­fesinde Allah Teâlâ’nın medet ve yardımına nâil olabilesin.” Dedim ki:
“Ya Rasûlüllah, elbisem nedir?” Bana şöyle dedi:
“Allah Teâlâ sana beş kaftan giydirmiştir: Sevgi kaftanı, marifet kaftanı, tevhid kaftanı, iman kaftanı ve İslâm kaftanı.
Allah Teâlâ’yı seven kimseye her şey basit ve kolay gelir.
Allah Teâlâ’yı bilen mârifet sahibine de her şey küçük görünür. Allah Teâlâ’yı tevhîd edip birleyen hiç kimse Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koşmaz.
Allah Teâlâ’ya iman eden kimse, her şeyden emin ve güvende olmuştur. Allah Teâlâ’ya teslim olup İslâm dairesine giren herkesin Allah Teâlâ’ya isyân ve günahı azdır. Şayet O’na karşı bir kusur ve isyanda bulunacak olursa, derhâl özür ve tevbede bulunur. Bunu ya­pacak olursa, onun özrü ve tevbesi kabul edilir.”
İşte o zaman, “Ve elbiseni temizle [5]âyetinin manasını anladım.[6]




Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;

BİRİNCİ KERÂMET :
Cenâb-ı Hakk, kendisine müridân ve itbâını (tâbi olanları) gösterip ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm dahi kendisine icap eden vezâifini (görevlerini) gösterdiği lâhzadan itibaren, en sonundaki vazifeye kadar bütün avâlimde (dünyalarda) kendisinden ahd ve inâbe almış olan itbâların ve müridânın hakkında bir lâhza gafil olmayarak ve hiç bir kimseye ait emanetten velevki cüz’î bir miktar olsun, noksan bırakmayıp ikmâle muvaffak olmaktır. Âlem-i Ceberût’tan (Allah’a varmanın üçüncü basamağından) itibaren mürid kaç âleme intikâl etti ise, o âlemde onun hakkında ne gibi irşâd ve hidâyet vazifesini ikmâl edilmesi lâzım ise, bir lâhzanın hak ve hukukunu zâyi etmeden ikmâle (kaybetmeden tamam­lamağa) muvaffak, olmaktır. Husûsiyle âlem-i dünyaya gelirken, vucûdüne ruhu nefh olunmazdan evvel, yine vucûde yapılması lâzım olan hizmet vardır. Velhâsıl, bu suretle bütün âlemde, bir âlemden diğer âleme intikal ederken ifâsı lâzım gelen hizmet ve muâvenet ve irşâd vazifesinden, bir zerre miktarı olsun eksik olmadan ikmâ­line muvaffak olmaktır. İtbâ ve müridânın hukukunu mu­hafaza ettiği gibi, Ceriâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin ken­disine ait olan ve yani, o mürşidin şahsına ait olan bilcümle vezâif-i ubûdiyyet (kulluk görevini) dahi tama­men ifâ ve ikmâle muvaffak olmaktır.
İKİNCİ KERÂMET :
Cenâb-ı Hakk (tarafından), evliyâ ve mürşidîn-i kirâm hazerâtma ihsân buyrulan yedi kuvvet vardır. Kuvvet, meleke ve gücü yetmek demektir. Bu yedi kuvveti Cenâb-ı Hakk, evliyâların kalplerine türlü türlü makâmatta tevdî buyurmuştur. Bu kuvveti yerleşmiş olan bir makâmın içine, eğer Arşurrahmân-ül- A’zam konulursa, Arşurrahmân o makâmın içinde, dünyanın içinde bir hardal tanesi gibi olur. Evliyâ-i kirâm hazerâtından vâris-i Resûlullah olan zevât-ı kirâmın o yedi kuvveti, daima Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerinin tecelli-ü zâtü’l- bahtı altında olması lâzımdır. Bir lâhza olsun o makâmâta mâşivâuilah (Allah’tan gayri şeyler) girmez. Eğer bir hâtır olursa ve o hâtırda mâsivâullah olursa, huzûr-u ilâhiyye’ye durmak onlara haram olur. Ve o hâtırdan dolayı gusul abdesti alıp, yeniden tövbe etmedikleri takdirde, Huzürullaha durmayı kendilerine haram kılarlar. Derhal gusul abdesti alıp tövbe-i istiğfara koşar ve bu muâmeleyi kendilerine karşı farz hükmüne getirirler
ÜÇÜNCÜ KERÂMET :
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin yarattığı her mahlûkun bir kemâli (olgunluk hali) ve o kemâle vâsıl oluncaya kadar üzerine gelecek ârızalar vardır. Meselâ, bir meyve çiçek açtığı zamandan itibaren türlü türlü ârızalar olur. Bazısı çiçek halinde iken mahvolur, diğeri meyve olduktan sonra (mahvolur), bazısı da kurtlanıp mahvolur. Velhâsıl meyve kemâle gelinceye kadar bin türlü belâ başından geçer. İnsan da aynen meyva gibidir. Bir kere ana rahminde nutfe haline geldiği zamandan itibaren, her türlü ârıza ve hâle mâruz kalır. Hatta ana rahmine düşmeden dahi mahv-u helâk olanlar olur.
Meselâ, bir kişi baliğ olmadan bir kazaya kurban olup intikal ederse tabii ol kimseden meydana gelecek olan nesil ve zürriyet de mahvolur. Bazısı ana rahminden dünyaya gelme esnasında da ölür gider. Velhâsıl insan kemâle erinceye kadar bir ârıza dolayısıyla mahvolabilir. Bu suretle yok olan benî beşer hemen kemâle erenlerden adetçe pek noksan kalmaz. Bu suretle kâmil oluncaya kadar aslâb-ı ebâ’da ve batûn-u ümmühât’ta (babasının ve annnesinin sulbünde) mahva mahkûm ve ademe (yokluğa) karışmış olan müridânın ve itbâın kâffesini, Yevmû’l- ahd ve’l-misâk'da Cenâb-ı Hakk kendilerine ne gibi fazilet ve kemâlât bahşetmiş ise, hiç eksiksiz olarak hayât-ı dünyeviyyenin zevk ve fazilet ve a'mâl-i sâlihâ’nın dahi faziletine eriştirmek için tam manasıyla selâhiyettâr olmaktır. Dünyaya gelip ve akıl baliğ olup hayrı şerri seçer bir hale gelmiş, lâkin bir mâzeret dolayısıyla mürşid-i kâmiline kavuşmak nasip olmamış, veya mürşid-i kâmile kavuşmuş, intisap etmiş, lâkin bir sebepten dolayı cihâd-ı ekber’e muvaffak olamamış kimseleri de Yevm-ül ahd vel misâk’da Cenâb-ı- Hakk’ın kendilerine ihsân etmiş olduğu kemâle eriştir­mek, mürşid-i kâmilin vezâif-i mukaddeselerindendir. Demek ki mürşid-i kâmil ne suretle olursa olsun, bir kere kendisinin yed-i emânetine düşmüş olan kimselerden bir fert olsun zâyi etmez. Eğer kendilerine teslim olunan itbâ ve müridânından bir fert ziyâ'a uğrarsa ve yani Yevm-ül ahd vel misâk’daki fazilet ve kemâlâtından mahrum kalırsa, indallah ve indi Resûlullah mes'uliyet-i azîme’ye duçar olurlar (Allah’ın ve Resulullahın huzurunda büyük sorumluluk yüklenirler). Ana rahmine düşmeden, başka âlemde mahvolan müridânının esas fazilet ve kemâlâtına Babaların sulbünde eriştirmek selâhiyeti, bu asrımızda bulunan ekâbir ricâlullah’a ve mürşidîn-i kirâm’a mahsustur.
DÖRDÜNCÜ KERÂMET :
Gerek risâlet ve bi’setinden mukaddem (peygamberliğinden önce) ve gerekse sonra, kendi zât-ı risâlet penâhı için olsun ve yahut ümmet-i merhume hakkında olsun, ne kadar duâ ve münâcaât, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin fem-i saâdetlerinden (dudaklarından) südûr etmiş (çık­mış) ise kâffesini bir hâfız-ı kelâmullah, nasıl ki İhlâs-ı Şerifi ezberler bilir, öyle ezberlemek ve bilmektir. Ve bütün hadîs-i şeriflerden bilcümle efrâd-ı ümmetin her şahsa ait hisselerini tefrik ve tahdit etmeğe (ayırmağa) muktedir ve selâhiyettar olmaktır.
BEŞİNCİ KERÂMET :
Kendi şahsına ait hak ve hukuk dolayısıyla, ümmet-i Muhammed’ten bir ferdi dârü’l-gazap ve’l-intikâm’a göndermemek (öfkelenip inti­kam almamak) ve yani bir şahsın mesüliyet ve intikâm-ı ilâhiyyeye mazhar olmasını kabul etmemektir. Vezâif-i ilâhiyye (ilâhî görev) ve hukuk-u ibâd (kulun hukuku) için mes’ûl olmak Cenâb-ı Hakk’ın adaletine ve icraatına mahsus bir meseledir.
ALTINCI KERÂMET : (Lâ ilâhe İllallah ) Bu kelime-i tevhide Muhammedün Resûlüllah kelimesi ne zaman ilhâk ve ta’lik edilmiş (eklenmiş) ise, o zamandan itibaren tevhid-i İlahî (Allah’ın birliğine) ve tasdik-i nebeviye (peygamberi tasdike) muvaffak olmaktır. Âlem-i ezel, Âlemü’l-Ceberût, Âlemü’l-Lâhût, Âlem-i Melekût ve benzeri ne kadar âlem var ise, bütün âlemlerde bu kelime-i tevhid ile kelime-i tasdik birlikte idi. Bütün âlemde olan zuhûriyetten tevhid ve “tasdikun an ricâlullah” vardır. Ve bu velâyet-i kübrâ ve velâyet-i ulyâ makamı sahiplerine mahsustur.
YEDİNCİ KERÂMET :
Yevm-ül ahd vel misâk'da kendisine emânet edilen ve kendisi ile muâhede eden bilcümle müridân ve itbâının, amel cihetinden ve itikat cihetinden en zayıf olanını bile, dârü'l- kerâmete sevk ve ithâle muvaffak olmak, kendisine emânet edilen ümmet-i Muhammed’den bir fert olsun dârü’l- kerâmetten mahrum bırakmamaktır.
SEKİZİNCİ KERÂMET : Halk ve insanların kendisine karşı olan inkârına sabretmektir. Bu hususta insanlara olsun, Cenâb-ı Hakk’a olsun asla şikâyet etmemektir. Bütün yeryüzünde bulunan insanların kendisi hakkında, “evliyâlardandır ve ekâbir ricâlullahtandır” demesiyle, “fâsıktır ve zındıktır” demesi müsâvi olmaktır.
DOKUZUNCU KERÂMET :
Dört yüz bin milyara baliğ olan bu ümmet-i Muhammed'in isimlerini kendi efrâd-ı âilesinin isimlerini nasıl bilirse öyle bilmektir. Ve kâffesini zikredip duâ ve münâcaata muvaffak olmaktır. Bu muvaffakiyet, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’a karşı hakikî kurbiyet (yakınlık) olan ve Resûl-ü Ekrem Aleyhis­selâm’a vâris olmak şerefine hâiz olanlara mahsustur. Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine şükrediniz ki ey ihvan­larım, bu dokuz kerâmete mazhâr olan zevât-ı kirâm bi­zim asrımızda mevcuttur. Ve bu ekâbir ricâlullah, sizi ev­latlığa kabul buyurdular ve kendilerinin cemâat ve müridânı zümresine ithal ettiler. Yevm-ül Mahşerde Cenâb-ı Hakk bilcümle insanları davet ederken estaûzübillah;
“Yevme ned’û külle ünâsin bi-imâmihim ilh..[7] sadakallâhü’l -azîm” âyet-i kerîmesinin muktezâsı ile (gereği ica­bı) herkesi, dâr-ı dünyada kime itbâ ettiyse (uyduysa), ki­mi imam tuttuysa onun ismi ile yâd ve hitap ederek davet eder. Bir gün Cenâb-ı Rabbü’l -Âlemin, sizi bu zikredilen dokuz kerâmete nâil olan mürşidîn-i kirâm hazerâtının nâm ve adları ile davet edecektir. Bu ricâlullah’a karşı olan merbûtiyyeti ve muhabbeti, Cenâb-ı Hakk, günden güne ziyâde buyursun, âmin bi-hörmeti Seyyidi’l- Mür­selîn.
(BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 44-49)




Şeyh Muhyiddin İbn’ül Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“Sûfîlerden biri, Mısır’ın Kandiller sokağındaki evine bizleri davet etti. Şeyhlerden bir grup orada toplandık. Derken sofra kuruldu. Fakat yemek için tabaklar yetmemişti. Camdan bir kap vardı. Fakat bu kap bevl için ayrılmış olup henüz kul­lanmamıştı. Ev sahibi yemeğin ilk kısmını o kabın içine koydu. Cemâat de yemeye başladılar. Derken kap dile gelerek:
“Allah Teâlâ bana bu sâdâtın benden yemelerini nasîb ettikten sonra, artık bu andan itibaren ben evliyâ ve eziyetin mahalli olmaya asla râzı olmam.” dedi. Ardından ikiye bölündü. Şeyh Muhyiddin şöyle dedi:
Ben topluluğa: “Kabın söy­lediğini işittiniz mi?” diye sordum. Oradakiler:
“Evet.” diye cevap verdiler. Ben:
“Ne duydunuz?” dedim. Onlar da geçen sözü bana söylediler. Ben:
“Kap bundan başka bir şey daha söyledi.” dedim. Onlar:
“Ne söyledi?” diye sordular. Ben:
“Sizin kalpleriniz de böyle. Allah Teâlâ kalplerinize iman nasîb etti, artık bu imandan sonra, kalplerinizin günah, isyân ve dünya sevgisiyle kirlenmesine, çöplük hâline gelmesine râzı olmayın.” dedi, diye cevap verdim.” [8]
Allah Teâlâ bizleri ve sizleri, minnet ve keremiyle Allah Teâlâ’dan alıp öğrenen kimselerden eylesin. [9]









[1] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 163
[2] a.g.e., 336
[3] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 202
[4] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 212-213
[5] Müddessir, 4
[6] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 123-124
[7] İsrâ ,71, " O gün bütün in­sanları önderleriyle birlikte çağırırız."
[8] Zamanımızda kalp hastalığının çokluğu nedenlerinden biride budur. Hallerimize kalplerimiz razı olmuyor.
[9] İbn Ataullah el-İskenderî, trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 248-249

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar