Print Friendly and PDF

İ KÜÇÜKÖMER

Bunlarada Bakarsınız

"Bilmeyen ne bilsin O'nu,
Bilenlere selam olsun!”
Yunus Emre
“Anılar Ve Düşünceler” Kitabının Önsözü
Yukarıdaki dize, İdris Küçükömer’in Büyükada sırtlarından denize bakan, Karadeniz rüzgarlarına açık mezarından, kalem gibi yükselen beyaz mermer sütunun üzerinde yazıyor. Yunus’un dilinden, İdris Küçükömer gibi olanlara, olmak isteyenlere selam söylüyor...
Bu anı kitabında ise İdris Küçükömer’in dostu, onu tanımış veya tanımamış ama O’ndan değişik biçimlerde etkilenmiş otuzbeş dostu, İdris Küçükömer’i bilmeyenlere selam gön­dererek, İdris Küçükömer’in kaldırmaya çalıştığı "sivil top­lum" katarına doğrudan veya dolaylı katılıyorlar. O'nu anı­yorlar... O’nun fikirlerinin yarına taşınmasına yardımcı oluyorlar. Katkıda bulunuyorlar... Onlara tek tek teşekkür ediyorum.
Sayın Meral Küçükömer, İdris Küçükömer’in ölümünün hemen ardından, 1988’de, hiç bir ayrım gözetmeksizin eli kalem tutan, İdris Küçükömer’i tanıyan ve O’nun mesajını anlayabildiği sanılan bir çok kişiye mektup yazdı... Mektuplara gelen cevapları topladım. Gönderilenlerle ilişkileri ben kurdum.
Sonuç işte, elinizdeki kitaba dönüşmüş bulunuyor.
"Bu anı kitabına katılanların sayısı, neden bu kitabın kadrosu ile sınırlı kaldı?" ya da “neden bu kişiler" diye sorulursa, bunun cevabı kısaca "benle, benim yeteneklerimle, beceri ya da beceriksizliğimle" ilgilidir diye cevaplamak doğru olur. Daha iyi takip edebilseydim, daha renkli ve daha değişik içeriği zenginleştirilmiş bir "anı kitabı "yapabilmenin mümkün olabileceğini adım gibi biliyorum. Örneğin Alpay Biber gibi öğrencileri kuşağından tanıdıkları ve dostlarının da bu kitapta bulunmayışı daha çok bu kişilerin "yazı" ile başlarının pek hoş olmayışlarındandır. Masis Kürkçügil, Selahattin Yıldırım vb’lerinin ise seyyaliyetlerine karşı benim çaresiz kalmam, ilişki kuramamam bu sonucu doğurmuştur.
İdris Küçükömer’in kendi kuşağından dostlarının ise, gerektiğince yer alamayışları benim bilgilerimin yetersizliğindendir. Bu nedenle bir kez daha bağışlanacağımızı umuyorum.
Bu kitabın içinde olmak isteyip de, bu isteğini fark edeme­diğim tüm dostlardan da özür diliyorum.
Bu kitabın yazılarının büyük bölümü yazarlarından yedi yıl önce istenmiştir. Geçen süre içinde yazarların görüşlerindeki değişiklikleri izlemek, yazarları bir emri vaki ile karşı karşıya bırakmamak istedim. Bunu kısmen başarabildim. Yayın süresine kadar ulaşabildiklerime sorarak yazılarında bir değişiklik yapıp yapmayacaklarını öğrendim. Bazılarına ulaşamadım, bazıları da, İdris Küçükömer'den sonra hayata veda etmişlerdi...
Kitapta yeralan yazılardaki görüşler yazarlarının sorumlulu­ğundadır. Kendilerinden bu anı kitabında yer almasını iste­dikleri yazıyı bir konu tahditinde bulunmaksızın istediğimiz­de bize gönderilmişlerdir. Tashih hatalarının dışında yazılar üzerinde bir müdahale hakkını kendimizde görmedik.
Bu nedenle kitabın katılımcılar açısından içeriğinin tüm sorumluluğu, benim omuzlarımdadır. Ben ise bu sonucu kafamdaki "anı" kitabına sadece, yaklaşmış olarak görü­yorum. İdris Küçükömer’i seven dostlarının beni, bu sonuç nedeni ile bağışlayacaklarını umuyorum.
Ölümünün üzerinden geçen her gün, her ay ve her yıl beni; gelişen ve geliştikçe İdris Küçükömer’i haklı çıkartan siyasi, iktisadi olaylar karşısında, çaresizleştiriyor, bu çaresizlik duygusu da, O’nun yarım bıraktığı kitap çalışmasına karşı yeterli koruyuculuk yapmamışım hissi uyandırıyordu...
Yedi yıl çektim...
İdris Küçükömer'e haksızlık etmişlik duygusunun ezici acısını daha fazla tatmamak ve emaneti daha ehil ve genç ellere, tarihin tanıklığına teslim edebilmek için, bilerek yanlış, eksik yapmamak koşulu ile elimize geçen fırsatı değerlen­dirip, bütün eserlerini ve İdris Küçükömer üzerine yazılanları hemen yayına hazır hale getirmeye çalıştık. Bu çabaya fiilen katılarak destek veren değerli dostum Prof. Dr. Burhan Şenatalar’a, Bağlam Yayınları’nın sayın yöneticilerine teşek­kür ediyorum. Eğer bu iki ilişki olmasaydı, bu kitap dahil İdris Küçükömer’in diğer kitapları da ancak bilinmeyen bir zamanda yayınlanmış olacaktı.. .Ama mutlaka yayınlanmış olacaktı... Yayınlanış süreci de İdris Küçükömer’e yakışan acılarla, azaplarla dolu, dopdolu geçerek gerçekleşecekti... Burada yetişkin iki delikanlı olan Mehmet Şakir Küçükömer'in, Ahmet Kadir Küçükömer’in ve sayın eşi Meral Kü­çükömer’in bana karşı gösterdikleri sabır ve güvenlerine de teşekkürü bir borç bilirim.
Yücel YAMAN

LEVENT BALKAN
Bir düşünür için en büyük ceza, yok sayılmasıdır, bu ceza suç ile orantılıdır. O halde bu suçun unsurlarını ve işleniş biçimini tespit etmek zorunludur, zorunludur ama bunu yapmak zor ve uzun bir yargılamayı gerektirir. Oysa İdris Küçükömer bu yargılanma işlemlerinden geçmeden cezası verilmiş ve infaz edilmiştir. Yani bir yargısız infazın mağdurudur. Bu yazıda zor olan yargılamaya girmemekle birlikte yargılamanın kaçınılmaz olduğu görüşündedir.
İ.Küçükömer kendi deyimi ile "üzerinde ambargo" olan kişidir. En yakın düşünce arkadaşları ve dostlarınında dahi katıldığı bir ambargo. Söz etmezler, alıntı yapmazlar ve muhatap kabul edip üzerlerine alınmazlar, "kasten ihmal" ederler ve "bilerek yanlış" anlarlar. Ama gizliden gizliye izlerler, feyz alırlar. Ambargonun işleyiş biçimlerinden biri de; "tek düşünür", "özgün düşünür", "gerçek bilim adamı" gibi, İdris Küçükömer’in düşüncelerini tartışmaksızın ve hemen hemen hiç bir değeri olmayan sözde "övgü" yazılandır. Ders anlatış biçimi, coşkusu, ilginçliği övülür ve sanki İdris Küçükömer’in bunlardan ibaret olduğu ve ehemmiyetinin de bunlardan ileri gelip başka kayda değer bir yanının olmadığı ima edilir. Aklıma M.A. Macciocchi’nin Prof. Sraffa ile Gramsci hakkında yaptığı görüşme gelir. (Akıntıya Karşı Sayı: 2, Ocak 1986)
Fakat bu ambargoya katılmayan bir iki istisna vardır da. Bunların en önemlisi bence Yalçın Küçük’tür. YALÇIN KÜÇÜK, İdris Küçükömer’i hiç sevmediği halde, hakaret etmek yoluyla da olsa ambargoya dâhil olmamıştır bu açıdan saygıdeğerdir.
Ancak, bütün bunlardan şikâyet etmenin bir anlamı yoktur. Sadece İdris Küçükömer’i Türkiye’de düşüncenin oluşamamasının nedenlerini bulmaya çalışmasının saikleri olabilir bütün bunlar.
ANARŞİK ÖĞE
İ. Küçükömer, aklın oluşumunu araştırır. Ona göre akim ortaya çıkışında asıl öğe, anarşik öğedir. "Fark bilgidir" aksi tamamlayıcı, unsurlardır ve aklın üstünü örter. Sivil aralığı ve devamiyetinde sivil disiplinin olmadığı yerde, alt yapı ile üst yapı çakışmıştır. Ve devlet ideolojisi kültürün üzerine abanır ve hegemonya tamdır. Tahakküm esastır. Batının anarşik yapısı aklı ortaya çıkartır. Doğusal devletlerde, sınıflar arası "iç sulh" "topak güç" olarak bütünleyicidir. Anarşik olana izin vermez, yok eder. Belki de genlerimize kadar işlemiş ve bir tür "ortak hafıza" oluşturmuş "ipotek" koymuş "engram" [uyarıların beyinde bıraktığı iz, hücre metabolizmasında sürekli değişme, bellek] dır.
İbn Rüşt’ün hayatı burada önemlidir. İbn Rüşt "akl ile nakl çeliştiğinde aslolan akl’dır" der. Ve İbn Rüşt düşüncesi ile birlikte ölüme terkedilmiş, kitapları yasaklanmıştır. İdris Küçükömer, İstanbul’un fethi ile yeniden İbn Rüşt’ün kitaplarının yasaklanmasının ilişkisini sorgular. İstanbul’un fethi ile devletin gücü tamlaşır. Cılız anarşik öğeler tasfiye edilir.
İ. Küçükömer, İbn Rüşt’ü yok eden mekanizmanın, kendisi de yok etmeye çalıştığını düşünür. Çünkü Cumhuriyet yapısal bir değişiklik getirmemiştir.
Bir dipnotunda "akli gerçek koşuldur onsuz olunmaz, kavramsal düşünce sürecinde akıl gelişir, ama yetmez, onların testinin gerekliliği sonraki sorundur." diyerek İbn Rüşt’ün durumunu açıklar "akıl tek başına yetmez", "düşüncenin dayanabileceği denge güçlerinin" olmadığı yerde akıl oluşamaz ayakta kalamaz.
Batıdan örnek verir, 1370’lerde "güçlü papa, Yaliffe’i Oxford Üniversitesi’nden yargılamak için koparıp alamamıştır... O Yaliffe ki, 14. yüzyılda bütün Avrupa’yı saran köylü isyanlarının önde gelen doktrincisi olarak kabul ediliyordu." diyerek, bizde böylesine düşüncenin dayanabileceği denge güçlerinin olmadığı, cılız kaldığını ifade eder, kendi düşüncesini koruyacak anarşik güç/zor yoktur. Çünkü zoru ancak zor durdurabilir. Bu açıdan iktidarın bölünmüşlüğünün ve parçalanmışlığının olmadığı yerde iktidar ayrılığının bir anlamı yoktur.
İdris Küçükömer, son dönemde "militanlaşma" kavramıyla uğra­şıyor, bir işçinin örgütlenirken yanındaki işçiye karşı da temkinli olmak zorunda olduğunu söylüyordu. Bütün bunlar Hocayı Kör Ali İhsan anorko-sendikalizmini incelemeye zorluyordu. Belki de kendi düşüncesinin ayaklarına arayışı idi bu.
İdris Küçükömer’den korkanlar bence korkmaya devam etsinler. "Ben umutsuz değilim" diyordu, umudu aydınlık yüzünde apaçık ortaya çıkıyordu.
Sen hep kalplerdesin. ,
Sh: 59-61
ABDURRAHMAN DİLİPAK/Gazeteci
Sanırım iki yıl kadar oldu. İdris Küçükömer’ le bir lokantaya gitmiş hem yemek yemiş hem konuşmuştuk... Murat Belge de vardı...
İdris Hoca ile konuşmamızı, daha sonra yayınlamak istiyordum ama olmadı. Özellikle, Hoca’nnın üzerinde durduğu konu Din ve akıl çatışması ile ilgili idi. Gazali ya da İbni Rüşt ve İbni Teymiye gibi İslam düşünürlerinin motivasyonları üzerinde durmuştuk..
Bir de tabi Osmanlı’nın çöküşü, Bugünki Türkiye, genel dünya sorunları..
İdris Hoca, son derece cana yakın biri.. “Düzenin Yabancılaşması” isimli eseri ile tanıyordum.. Bizim tarafta bu eser epey yankı uyandırmıştı..
Bu sohbet notlarını niye yayınlayamadım: Bir sürü sebebi var.. Çok hassas bir konu idi. Olaylar çok hızlı gelişti, bir türlü oturup çalışamadım..
Edip Günenç’e verilmiş bir sözüm vardı, İbni Teymiye Külliyatı üzerine yazmak için. Aslında konular kesişiyordu.. Ama o da olmadı..
Geçtiğimiz günlerde Yücel Yaman Bey arayınca, arayıp buldum o günki konuşma notlarını..
Ayrıntıların çoğu hafızamdan uçup gitmiş.. Aldığım notlar ise yaklaşık üç saati bulan konuşmanın tümünü kapsamıyor..
Ama oldukça önemli noktaları var bu sohbetin, bu gün bile hâlâ canlılığını ve önemini koruyan..
İzin verirseniz, İdris Hoca’nın not ettiğim tespitlerini aktarmak istiyorum önce:
İlk tesbit: Ekonomik egemenlik çok uluslu şirketlerin eline geçmiştir. Dünya üretimi ve tüketiminin yaklaşık üçte ikisi bu çevrelerin elinde bulunmaktadır. Ve bu gücünü siyasal alanda da kullanmaktadır. Bu süreç tekelci kapitalizmin büyümesini sağlamıştır. Bu büyüme sürecinde ise “büyük balık küçük balığı yutar” gibi, dindışı bir doğallık esas prensip olarak kabul edilmiştir.. Bu da beraberinde lâ-dini bir kültür getirmiştir.
Bu güçler, hedef seçtikleri ülkeleri hem sömürüyorlar ve hem de pazar olarak kullanıyorlar.. Yani iki kere sömürüyorlar.. Tasarruflarını denetliyorlar, madenlerini, tarımlarını, işgüçlerini, kültür birikimlerini ve beyinlerini sömürüyorlar.. Ve sonuçta ürettikleri ürünü, tekrar aynı durumdaki ülke insanlarına pazarlıyorlar..
Ve kapitülasyonlar konusu.. İdris Küçükömer’in bu konudaki tespiti ise şöyle: Kapitülasyonlar bir lutuf değil zorunluluktu. Osmanlı, uluslararası ticareti canlandırmak ve vergi almak için böyle bir tedbire başvurma gereği duymuştu. Venedik ve Cenova ticaret yolunun değişmesi ile bütün hesaplar altüst olmuştu. Osmanlılar sanayi devrimini gerçekleştirmede geç kalmışlardı. Devleti ayakta tutmak için bir çözüm yolu bulmak zorunda idiler. Avrupa’nın komisyoncusu olmak fikri cazip geldi. Bunun sonucu olarak ta yerli sanayi tümüyle çöktü. 1838’de imzalanan Osmanlıİngiliz ticaret anlaşması ile yabancılara %5 gümrükle mal ithal izni tanındı. OsmanlIlarla Liberal bir piyasa ekonomisi kapısı açılmış oluyordu.. 1839’da yayınlanan bir Hatt-ı Humâyun ile bu hak Ruslara da tanındı.. Yani, olay bir İngiliz müttefikliği meselesi değildi.. Tanzimat’la birlikte dış borç kapısı da aralanıyordu. 1854’de ilk kez dış borç alınıyordu. 3.3 milyon Osmanlı altını olan bu ilk borç paketini, 5.5 milyon Osmanlı altını borç paketi izledi.
Bir başka tespit: Osmanlı Cihad kültürünün mirasıdır. Bunu laik batı yönetimine adapte etmek güç. Asker-Devlet zihniyetine sahip bir toplum yapımız var. Asya tipi, yarı despotik bir durum. Bu günümüzü hazırlayan şartlar Lale Devri’nde oluştu.. Laleciler bu günki solculara çok benziyorlar.. Boykotçu, muhalefet duyguları ağır basan yenilikçi bir akım.
Tarihteki bazı kişiler ve şartlar toplumun eseridir. Onları toplum üretmiştir.
Toplumun sosyal ve siyasal talebi otoritenin meşruiyet sınırlarını tayin eder.
Siyasi sonuçlar, tarihi usullerle gelir.
Öteden beri iki kurtarıcı akım kendi varlığını hissettirmektedir. Bunlardan biri, Batıcı/Laik akım ki İslamcının antitezidir. İkincisi Doğucu/İslamcı akım antitez olmadı: İslamcı kanat kendi içinde daha tutarlı.
Türkiye’de kapitalizmi getirmek için hiç bir kaynak imkânı olmadığı gibi iç ve dış şartlar da buna müsait değil.
Bürokratlar ve politikacılar batıyı taklit ederek, batılı anlamda bir toplum düzeni oluşturmak için, siyasal düzen oluşturmak için, hedefe hep asker desteği ile hatta askerle gitmeye kalktı. Bu mümkün olmadı tabi. Bu arada kapitalist ideoloji de yok olma durumu ile yüzyüze geldi.
İslam batıya karşı olduğu halde, sağcılar İslam’a dayanarak iktidar olmayı ve sonuçta batılı kalmayı, toplumu batılılaştırmayı istediler. İslam’ı yozlaştırarak kendi dayanaklarını yıktılar. Halbuki İslam sınıf ideolojisinin kökleşmesine engel olurken devlete sahip çıkmayı öğütlüyordu.
Şu bir tesbit: Türkiye kapitalist olmadan batılılaşamaz. Kapitalistleşmeye ise yığınla engel var.. Hatta buna batılıların kendisi engel. İslam engel.
16. Yüzyılın ikinci yarısından beri batılılaşmak için herşey yapıldı.. Hatta bu dönemde Osmanlılar batıdan bazı kurumlan ithal ettiler, olmadı.
Laiklik kurumu da batı kökenli bir kavram. Laisizm, batıda, servetin kilise ve teokratik krallıklardan geri alınması için burjuvanın bir talep hakkı idi. Bu kavga bitince çatışma da bitti. Ve batıda uzlaşma süreci başladı. İslam’da durum farklı. Kavram ve kurumlarda farklılık var.. Kilise ile Cami arasında bir benzerlik yok. Batıda yaşanan bir Protestanlık hareketi var.. Protestanlık feodaliteye karşı ve katolik kiliseye karşı bir burjuva ideolojisi anlamı kazandı. Dinde reform olmadan laiklik olmaz. İslam’da ise bu mümkün değil.. Bu işe soyunanların, önce bu sorunu çözmeleri gerek.
Şimdi ne olacaktı?
Sanayi devrimi ve kapitalistleşme sürecini yeniden yaşamak mümkün mü idi?
Sanayi devriminin doğuşuna yol açan şartlar çok değişmişti. Sömürge mirası üzerine kurulu batı uygarlığında geri dönüş başlamamış mı idi? Uluslararası tekelci kapitalizm ve emperyalist amaçlar güden devletler köşeyi tutmamış mı idi, çok uluslu şirketler işlerini yoluna koymamış mı idi? Daha büyük imalat için dünya piyasasının ele geçirilmesini sağlamak amacı ile sermaye piyasası denetim altına alınmamış mı idi?
Gümrük duvarları zorlanmıyor mu idi?
Şart-sonuç-şart ivmesi içinde dünya bir yerlere doğru gidiyordu. Durum ne olacaktı..
Bunları konuştuk.. Aldığım notlar oldukça karışık ve kısa cümleler halinde, okuyup kağıda aktarabildiklerim bunlar..
İdris Küçükömer’le konuşmak için önceden hazırladığım notlar arasında yığınla konu var.. Daha sonra görüştüğümüzde konuşmak üzere aldığım notlar ise hayli ilginç.. Osmanlı’dan İslam Birliği’ne, Timur’dan Tanzimat’a, Emek sorunundan Batı değer yargıları ve batılılaşma macerasına kadar.. Din ve akıl ilişkisinden Tasavvuf ve tarikata, yığınla konu..
Ve en çok üzerinde durduğumuz konu, Din ve Akıl’dı.. Herhalde tekrar görüşse idik bu konu en çok üzerinde duracağımız konu olacaktı..
Din ve Akıl çelişmez mi idi, çelişirse ne olacaktı?
Dine giren biri, yaşadığı hayat boyunca kazandığı, edindiği tüm bilgileri ne yapacaktı.. Din nasıl olacaktı da bir hayatın tümünü kuşatan bir davranış bütününü denetimi altına alacaktı..
Tasavvuf ve tarikat olgusu ile buna bağlı bir yığın konu vardı.. Fıkıhçılar ve kelamcılar arasındaki ilişkiler ve itirazlar tartışılması gereken konulardı..
Belki bu konudaki düşüncelerimi, burada çok kısa olarak bir kaç cümle ile özetleyebilirim..
Din ve bilim hiç bir zaman çelişmeyecekti.. Çünkü din, yaratanın yaratılana vahyettiği, eşyanın sahibi tarafından konulan kurallardı. Bilim ise, sezgi ve akılla eşyadaki bu kuralları kavramaya çalışıyordu. Kur’an-ı Kerim daha çok insanın eşya ile ilişkisini ve kendi aralarındaki ilişkileri konu alıyor, tarihten ibret dersleri ve öğütler veriyor, ahlak dersleri veriyor ve kural koyuyordu. Bilim adamları ise, Allah’ın yarattığı eşyanın sırlarını araştırıyordu.. Bu ise aslında Allah’ın bir başka emri idi ve bu uğraş ancak Allah’ın lafzi vahyinin teyidi olabilirdi.. Eğer Kur’an-ı Kerim’deki bir ayeti yorumlayışımız, hiç bir şüphe bırakmaksızın kesin bir bilimsel sonuçla çelişiyorsa, bu durumda üzerimize düşen yorumumuzu değiştirmektir. Böylece çelişmezlik tam ve mükemmel olarak sağlanmış oluyordu.
Varlığından haber verilen bir takım şeylerin ilimle isbatlanmamış olması, onların fizik ötesi gerçekler olması ile ilgilidir. Ki bilim fizik alemdeki sünnetullahı araştırır. Onlardan başka bir konuda hüküm beklemek, ilgilendikleri bilimin gerçekleri dışına çıkar..
Bilim adamları bilerek ya da farkında olmadan Allah’ın vahyini teyidden başka birşey yapamazlar. Kuşkusuz nazariyeler bu hükmün dışında kalacaktır..
Hikmet mü’minin yitik malı olduğuna göre, hiç kimse kendi aklı ve deneyimi ile sezgisi ile bulduğu gerçekten vazgeçmeyecek, aksine onları koruyup geliştirecektir. İslam başka inanıştan insanların inançlarını ve fikirlerini de teminat altına almıştır. Yayılma döneminde, daha Dört Halife Dönemi sona ermeden doğuda Hint, İran, Çin uygarlıkları ile tanışmış, kuzeyde Bizans’a ulaşmış, batıda ise, Afrika’yı aşıp İspanya’ya varmıştı.. Bu dönemde hemen hemen hiç bir uygarlıkla uzun süren bir çatışmaya girmedi ve onların akılları ile buldukları tüm gerçekleri alarak gözden geçirdi, tahlil etti, yanlışlarını düzeltti., onları korudu ve geliştirdi. Halife Me’mun zamanına gelindiğinde Darul Hikme’deki kitap sayısı yüzbinleri bulmuştu ve kentte 80’e varan kütüphane vardı.. Binlerce katip geçimini kitap yazarak sağlıyordu.. Kıymetli kitapların tercümeleri altınla tartılarak alınıyordu..
Kuşkusuz akıl, hakikatin kaynağı ve ölçüsü değildir ve olamaz. Ancak akıl bizlere bir çok şeyi kavramamızı sağlar.. Aklı olmayana iman vacip olmadığı gibi, gerçek olduğunu düşündüğümüz şeyleri aklımızla kavrarız. İlim ise aklı zenginleştirir ve akla canlılık sağlar..
İslam’la ilim hiç bir zaman çatışmayacaktır. Bu mümkün değildir. İdris Hoca ile görüşmeyeli kaç yıl oldu.. Yıllar sonra o ilk görüşme­nin notlarına göz atarken, kendisini özlediğimi düşünüyorum. Tekrar kendisini arayamamış olmanın sorumluluğunu taşıyorum ve bunun üzüntüsünü taşıyorum..
Gerçekten değerli bir insan İdris Küçükömer.. Gerçekten ondan gereği gibi yararlanabildik mi?..
Onun sessiz çığlığını duyabildik mi?
Biz kendi sesimizi ona duyurabildik mi?..
Son bir eser üzerinde çalışıyordu. Umarım bu çalışması kısa bir sürede bize ulaşır.. Muhakkak öğreneceğimiz çok şey olacaktır eserinden..
Kendisine şifalar diliyorum. Sh: 99-104

HÜSEYİN ERGÜN/Siyasal Bilimler Fakültesi Mezunu
1960’lı yılların sonuna doğru Prof. Dr. İdris Küçükömer, sol ve sağ kavramlarını yeniden gözden geçirmek gerektiğini söylemiş; bir anlamda, solda sayılanların sağda, sağda sayılanların solda olduklarını ileri sürmüştü. Bunun üzerine, Dr. Hikmet Kıvılcımlı “Küçükömer sağıyla solunu karıştırıyor; onun için sağına sarmısak soluna soğan bağlasın” demişti.
Türkiye solundaki bunalımı düşünürken bunu hatırladım.
Gerçekten herşeyi baştan dibe yeniden gözden geçirmek gerekiyor.
Türkiye solu neden boyuna yalpalıyor; neden ayağa kalkar gibi olunca bir tokat yiyip yere seriliyor, neden şöyle yükselen bir çizgi izleyemiyor?
Sol ilerleme, özgürlük, eşitlik ve dayanışma demektir. Tarihsel olarak bu özlem ve isteklere denk düşer. Böyleyse, toplumda devamlı bir yükselme çizgisi izlemesi beklenir.
Dünyada, demokratik toplumlarda genellikle görülen de budur. Türkiye’de böyle olmuyorsa, yalnışlık nerede?
Soldayız sanırken zaman zaman sağa mı geçiyoruz?
Tabii sağda sandıklarımız da solda mı kalıyorlar bize göre?
Küçükömer haklı mı yani?
Türkiye, çok partili düzene, fukara geri bir ülke olarak girdi. Türk solu ve entelijansiyası, 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra, iktidardaki partiyi gericilik ve sağcılıkla suçlamaya başladı. Ülkedeki sosyo-ekonomik gelişmeleri de adam zengin etme, rüşvet, kayırmacılık, her mahallede bir milyoner kazanma kavramları ile karşıladı, lanetledi.
Durum sonraki yıllarda da değişmedi. Keban yapılırken “ne yapacaksınız bu kadar elektrik enerjisini toprağa mı vereceksiniz” dendi. Televizyona karşı çıkıldı. Boğaziçi Köprüsü yerine Zap Suyu’na köprü önerildi. Ereğli Demir Çelik’in yapılması yoksulluklar bağlamında ele alındı. Ortak Pazar’a girişe şiddetle direnildi.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar solun ekonomik gelişme yani ilerleme karşısındaki tavırları... Özgürlükler bahsine gelince, Türkiye solunun burada da ilkeli bir tutum sergilediği söylenemez. Yassıada duruşmaları karşısındaki tutum, 12 Mart’taki yaklaşımlar v. b. pek yüz ağartıcı değil. Ayrıca, sol kendi başına anlamlı bir şekilde iktidar olmadığı için, ne kadar özgürlükçü olduğunu da sınayamadık. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim, solun en azından bir kesiminin kesinlikle özgürlükçü olmadığını ve kendisi için hak gördüğünü başkası için pek de hak saymadığını biliyorum.
Eşitlik ve dayanışma, bir başka deyişle sosyal adalet konusunda da solun kerim devlet anlayışının pek ötesine gittiği söylenemez.
Böyle bakınca zaman zaman solun sağa, sağın sola geçtiğini söyleyebiliriz. Burada sağın yeri pek değişmiyor da solun yeri değiştiği için işler karışıyor.
Kısacası sol derin bir bunalım içinde. Bu bunalımı aşmak içinse, konumunu tartışması ve ilerleme özgürlük, eşitlik ve dayanışma bayrağını ele geçirmesi gerekiyor. Bu da, bu tür sözleri yineleyerek olmaz. Dünyamızdaki küresel eğilimleri dikkate alan politikalar oluşturmakla olur.
Bunun bazı öncülleri şunlar olabilir:
Milliyetçi yaklaşımlar, dünyadaki küreselleşme eğilimi dikkate alınarak terkedilmelidir. Türkiye’yi ileri dünya ile çekincesiz bütünleştirecek politikalar benimsenmelidir.
Ekonomiyi büyütme programları da enaz sosyal adalet programlan kadar önemsenmelidir.
Ekonominin, esas olarak piyasanın belirlediği bir verimlilik ve üretkenlik anlayışı içinde girişimciliği destekleyerek örgütlenmesi kabul edilmelidir.
Türkiye’nin çoğulculuktan kuvvet almasını sağlamak için, Kürtlerin ve dinci akımların kimliklerini gizlemeden toplumsal ve siyasal hayat içine çekilmesinin yanında tavır alınmalıdır.
İnsanlarımızın nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar verebileceği kabul edilerek, bürokratik köstekleri çözme kararlılığı içinde, yerinden yönetimler ve kişisel girişimler desteklenmeli ve özendirilmelidir. Türk insanının atılım yeteneklerini sınırlayan ayakbağları kırılıp atılmalıdır.
Bu liste uzatılabilir, ayrıntılandırılabilir. Ama özü şudur: Sol toplumun öncüsü ve geleceğidir. Politikaları da buna göre oluşturulmalıdır. Refah, barış, özgürlük, dayanışma yürüyüşünde, sol sağın önünde olmalıdır.
Açıkçası şimdi gerisindedir. Sadece oy bakımından değil, düşünce düzleminde, çağı yakalamak bakımından da öyledir. Tutuculuk ortadan sola doğru artmaktadır Bunu görmek, ilkelerimizi ve politikalarımızı gözden geçirmek zorunludur.
Bundan sonra, tekrar sola geçebilmişsek, sağımıza sarmısak solumuza soğan bağlar, yerimizi bir daha şaşırmayız. Tutucu politikaları ilericilik diye savunmayız.
Sh: 133-135
ALİ SAYI
Ekonomi Uzmanı, Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesi
Tefsir Araştırma Görevlisi
Hemen her kişinin zaman zaman toplumu gözlemleyerek, “niye şunlar şunlar yapılmıyor, halbuki zor da değil, halbuki bir uygulansa yaşam birden daha güzel, daha uyumlu ve daha sevinç verici hale gelir” diyerek hayıflandığı anlar vardır. Bunu söyleyen kişinin, kendisini bu gerçekleri bilen ve topluma üstünlüğü olan biri olma zevkini yaşayan biri olma psikolojisi bir yana, tüm hayatı çepeçevre kuşatan evrensel bir prensibin ağırlığını hisseden biri olduğunu hemencecik söyleyebiliriz. Fakat çoğumuz, bunun da gönlümüzde ticâri piyasasını kurmuşuzdur. Bunu belli belirsiz mırıldanır, yahut bize hürmeti olan dostlarımıza fısıldayarak tüm dışımızdakilere olan anlık üstünlüğümüzün tatlı zevkini yaşarız ama, hemen “siz bu konuda yetkilisiniz, öne düşseniz de arkanıza takılsak” tarizine muhatab olmamak için hemen konuyu değiştiriveririz.
Evrensel ilke, doğruların topluma duyurulması ve kabulü için savaşım verilmesidir. Ama bunun kısa dönemde maliyetinin ne Demokratikleşmede bütün kitleleri dikkate almamanın faturasını Türkiye çok pahalı ödemiştir. 1969’dan itibaren başlayan ve 1980’e kadar süren devrede yaşananlar hâlâ hafızalarımızdadır. Bunu, sesini meşru zeminlerde duyurma imkânı verilmeyen kitlelerin harekete geçirilmesiyle ortaya çıkan bir durum olarak değerlen­dirmek hiç te yanlış değildir. Batılı kurumları getirmekte hiç fütursuz hareket edildiği halde, o kuramların ülke içerisinde asıl boyutlarında işletilmesinde dürüst olunamamıştır. Bu hareketlerin yer altına kaymasına ve ülkeyi saran bir yangın hâline gelmesine neden olmuştur.
İdris Küçükömer 1925 doğumludur. Muhtemelen Üniversiteyi 1947-1948 li yıllarda bitirmiştir. Bu dönemlerin tek parti dönemleri olduğunu biliyoruz. Genç yaşta Avrupa’ya ilgili bilim alanında tetkikler yapmak üzere gitmiş ve teorik iktisat alanında ülkenin sayılı kişilerinden biri olarak dönmüştür. Kafasında son derece özümsediği ve nasıl meydana geldiklerini iyi bildiği batı şemaları vardır. Türkiye de batılılaşmayı tercih etmiştir, fakat girdiği bu süreç ne şekilde bir şekillenmeye ulaşacaktır, bu kendisi için meçhuldür, fakat bu mekanizmanın yerli şartlar altında muvaffak olabileceğine inanmıştır. Türkiye farklı dinamiklere sâhiptir, her şeyiyle batılılaşmanın anlamı yoktur, kaldı ki İstiklal Savaşı İngiltere’nin Lord Gürzon ve asker kanadıyla varılan gizli bir anlaşmayla yürütülmüş ve kazanılmıştır ve kurulan rejim de bunu dikkate almak zorundadır. [Avcıoğlu Doğan,  Milli Kurtuluş Tarihi 1938 den 1995’e I. giriş, VIII. İst. 1974. ] Küçükömer bağımsızlığın ne kadar önemli olduğunu anlamış, batılılaşmanın alternatifi olarak ülkemizde sunulan ve Sovyet taraftarlarının ağzından düşmeyen; Sovyetlerin ve özellikle Lenin’in İstiklal Savaşı’mızı anti emperya­list gördüğü ve bu nedenle de para ve silah yardımı yaptığı tarzındaki fikirleri savunanlara susturucu cevabı hazırdır: “Bolşevik Rusya güçlük içindedir İngiltere’ye karşı yumuşak davranmak zorundadır, hattâ İngiltere ile zımnî bir anlaşma durumundadır. İngiltere ise, Anadolu’da emperyalist çıkarları gereği bir Türk Devleti kurulmasından yanadır” [Avcıoğlu, İbid . giriş XI.].
Bunların ne olup ne olmadığı henüz resmî tarih kayıtlarında açıkça belirtilmemiş ve açıklığa kavuşturulmamıştır. Fakat bunları söylemenin kişiyi nasıl zor durumlarda bırakacağını, söylendiği devre itibâriyle bilmeyenimiz yoktur. Bu sözler kısa vâdede söyleyene büyük mâliyetler getirecek niteliktedir, buna rağmen söyleyebilmek bir bilim adamının haysiyetinin ve karakterinin yüceliğine, doğruları topluma ulaştırmaktaki keskin hassâsiyetine işaret etmektedir. İdris Küçükömer’in bu yönü daha çok anılacak ve gelecekte tarih yazacaklara, haysiyetli bir bilim adamının olumsuz şartlarına rağmen sırf hakikat uğruna katlandığı bu mâliyetleri, yazmak fırsatı verecektir.
Küçükömer’in doğrulara/kendi doğruları da olsa hiç vasıtasız sarıldığına, TİP yönetim kurul üyeliğinden anlıyoruz. "Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma” eseri Küçükömer’in bu yönünü fazlasıyla bile açıklayan kitabıdır.
Küçükömer’in çevresindekileri aşan ve halka inmesine halkın değerlerine yönelmesine sebeb olan nitelikleri; işte doğrulan her şeyin üzerinde tutan, pazarlıksız tavrı ve bunları gerekli yerlere ulaştırmadaki hassasiyet ve cevvâliyetidir. Küçükömer’in Osmanlı’ya ulaşan ve onu takdir eden yaklaşımlarında hep bu unsur rol oynamıştır. Hoca’nın, Osmanlı’nın oturduğu temel dünya görüşünü kendisine ulaştıracak çevrelere sahip olmaması en büyük şanssızlığıdır. Öğrencilerine zaman zaman bu istikamette araştırmalar yaptırmakta ve onları en ince noktasına kadar okuyarak değerlendirmektedir. İşte bunlardan biri bir doktora öğrencisine yaptırdığı “İslamcı akımların cumhuriyet sonrası mecliste ekonomik bir ağırlığı var mıydı” konulu çalışmadır. Yine aynı öğrencinin, emekliliğinden bir yıl önce kendisinden "Kur'an’a üretim faktörü olarak Toprak ve 1858 Osmanlı Arazî Kanunnâmesi” adlı doktora tezini almış ve yürütmüştür. Küçükömer’in bu hakîkatperverliği onu fizik, kimya çalışmaya yöneltmiş, İslâmiyeti anlamak üzere İbni Rüşdü araştırma konusu yapmıştı. Onun Türkçemize N. Ayasbeyoğlu tarafından kazandı­rılan Fasl’ul-Makal adlı eseri, hocanın özellikte son iki yılında devamlı tetkikle uğraştığı eseriydi.
İdris Küçükömer’in doğrulan duyurmada ve savunmada takındığı tavrının hiç bir ideolojik tabu tarafından sınırlanamadığı görülmektedir. Onun Abdulhamid oyununu basmak isteyen sol ideolojik kesime mensup etkin bir gençlik grubunu fenâ halde haşladığı, öğrenciler arasında tevatüren yayılıyordu.
Bir gün Hoca doktora yaptırdığı İlâhiyat formasyonu da almış bir öğrencisine şöyle bir soru yöneltmişti;
sonra cevabı kendisi vermişti,
Bir gün yine aynı öğrencisine,
Bir kral mümkün değil bir derebeyinin şatosuna izinsiz giremez, bu tüm batıda böyledir, ama doğuda bunu göremezsin, neden bu böyle de öte taraf öyle bir gelişme göstermiş sorusunu yöneltmişti; Öğrencisi, böyle bir soruya cevap bulabilmenin arayışı içerisinde zihnini kazırken yaklaşık şunları söylemişti;
Hoca’m doğu toplumu güven toplumudur, bir baş çıkar doğruları bilen ve halka onları ulaştıran bir baş/reistir. Bunun temel geleneğini Peygamberler’de bulmak mümkündür. Örneğin, bir orta doğu, bir Peygamberler bölgesidir, bunların başlangıçta oluşturdukları geleneğin sonraki yönetimleri etkilediği muhakkaktır. Bunlar halka hizmet eden, onlardan bunun karşılığı bir ücret talep etmeyen kişilerdir. Yönetirken aldıkları vergiler kendisine Allah’ın alınmasını emrettiği miktarlar kadardır. Böyle olunca bu toplumlarda tümden gelim metoduna uygun olarak bir teşkilat­lanma sözkonusudur, bunun temelinde de güven baz olarak yer almaktadır. Nitekim; Halife Ömer’in ben endişe ediyorum kral mıyım, yoksa halifemiyim? sözüne bir sahâbinin verdiği;
Yâ emir’el-Mü’minîn sen kral olamazsın, sen halifesin, zira sen alırken Allah’ın emrettiği kadar alır, harcarken Allah’ın emrettiği kadar harcarsın, halbuki kral öyle değildir, o, keyfinin istediği kadar alır, keyfinin istediği kadar harcar demiştir (ki bu rivayetin yer aldığı kısmın fotokopisini İbni Sa’d’ın Tabâkatından çekerek hocaya götürmüştü.)
Tabii buradaki temel farkı İlâhî bir Kitab’a inanan ve inanç istikâmetinde şekillenen bir toplumla, inanmayan fakat tecrübeyle bulduğu doğrulara göre hayatını tanzim eden topluluklar arasındaki nüans meydana getirmektedir. Birincisinde başa itaat (ki itaat gönül yatışarak bağlanma anlamınadır), İkincisinde itaatsizlik, başına buyrukluk temel hareket noktası olmaktadır. Bu durumda ikinci kategoriye girenler, ancak yararlarını gördükleri, pozitif olarak anladıkları an o krala evet diyeceklerdir, yahut kuvvetleri karşısında evet diyeceklerdir. Diğerinde ise baştakinin zaten doğru olduğuna, yararlı olduğuna inanmıştır, onun gelişi kendisine bir zarar vermeyecektir. Doğu toplumlarının bu iman eğilimli temâyülleri, batının önce şüphe ve redde dayalı akılcı siyâsî parti düzenlerinin doğu toplumlarındaki uygulamalarında son derece olumsuz bir şekilde istismâr olunmakta, partiye yönelmeleri aynen dine yönelmelerindeki motifleri, unsurları taşımaktadır. Yani din gibi parti tutmaktadırlar.
Hoca bir seferinde kendisinde doktora yapan öğrencisine, Millî gazeteden Abdurrahman Dilipak diye birinin görüşmek istediğini söylemiş, nasıl biri bu, polis mi demişti. Öğrencisi; “Hayır hoca’m görüşmenizde fayda olur”. Küçükömer daha sonra bu görüşmeden son derece memnun kaldığını, bir kaç mesele hariç anlaşılmayacak bir husus bulunmadığını anladığını, bu görüşmenin bu kadar güzel geçmesinin en büyük delilinin de kendisinin hiç sigara kullan­madığı halde, o gün görüşme esnâsında yarım paket sigara içtiğini söylemesi olmuştu.
Küçükömer’in üzerinde sık sık durduğu akıl ve inanç meselesiydi. Kadızâdenin Fatih dönemindeki tavrını eleştirir, verilen kararın olumlu olmadığını söyler, nedenini araştırırdı. Küçükömer savunduklarını doğru/hakîkat diye savunan bir mizaca sâhipti Bunu hiç bir ortam, zemin ve mekanda çekinmeden yapardı, bu özelliği nedeniyle adım, adım hakikâti, ülke gerçeklerini asıl mâhiyetiyle yakalama imkânına ulaşmıştı. Eğer biraz daha ömrü olsaydı amelli bir müslüman olması mümkün olabilirdi belki. Ama mü’min, doğrulan araştıran ve onlara yapışan karakteri olduğuna ben şahsen şahadet ederim. Sh: 189-200

Kaynak: İdris Küçükömer Bütün Eserleri-ANILAR VE DÜŞÜNCELER-6, BAĞLAM YAYINCILIK, Birinci Basım: Ekim 1994, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar