İHTİYACIMIZ OLAN FELSEFE -Philosophy: Who Needs It- Ayn Rand
Çeviren: Nejdet Kandemir
Ayn Rand sadece
bir romancı, bir felsefeci değildi. O aynı zamanda bir felsefe
pazarlayıcısıydı; felsefenin şimdiye kadarki en yetenekli pazarlayıcısı.
Başka kim kahramanlar ve kötülerin metafizikleri gereği
köklü farklılıklar arz ettiğini, yanlış bilgilerin tren kazalarına, ocaklarda
patlamalara ve cinsel iktidarsızlığa yol açtığını, doğru ahlâkın New York
Kenti’nin ve insan ruhunun yeniden inşasının vazgeçilmez yolu olduğunu anlatan Atlas Shrugged [Ayn Rand, Atlas Vazgeçti, Çev.: Belkıs Dişbudak, Plato Film Yayınlan,
İstanbul, Mayıs 2003.] gibi satış rekorları kıran romantik bir kitabı
yazabilirdi?
Başka kim, İhtiyacımız Olan Felsefe (.Philosophy:
Who Needs It?
) adlı bir kitap yazabilir ve verecek
bir cevaba sahip olabilirdi?
Ayn Rand’ın
felsefeyi pazarlayabilme yeteneği, onun kendine has felsefesi olan
objektivizmin bir ürünüdür.
Rand on yıl önce
şunları yazmıştı: “... Ben asıl olarak, bir
kapitalizm savunucusu değil, fakat bir egoizm savunucusuyum; esasen egoizmin de
değil, aklın bir savunucusuyum. Eğer bir kişi aklın üstünlüğünü kabul ediyorsa
ve onu tutarlı bir şekilde kullanıyorsa gerisi kolaydır. Bu (aklın üstünlüğü)
benim çalışmamın ve objektivizmin asıl ilgi alanıdır, böyle olmuştur ve böyle
olacaktır” (The Objectivist, Eylül 1971).
Objektivizme
göre akıl, insanoğlunun sadece kendine has özelliği değildir; aynı zamanda
insanoğlunun asıl özelliğidir, onun hayatta kalmasının asıl yoludur. Bu nedenle,
faaliyet göstermek için aklın gerektirdiği her şey insan hayatının bir gerekliliğidir.
Akıl, algılanan
verilerin kavramlar hâlinde bütünleştirilmesi yoluyla çalışır. Ayn Rand bu
işlemin en sonunda en büyük entegrasyonları, yani insana üzerinde faaliyet
gösterdiği evren hakkında, insanın bilgi araçları ve kendine has değerleri hakkında
bilgi verecek entegrasyonları gerektirdiğini savunmaktadır.
Bu yüzden
insanoğlu metafiziğe, epistemolojiye ve ahlâka, yani felsefeye ihtiyaç
duymaktadır. İnsanoğlu felsefeye kendi tabiatı gereği ve pratik bir sebep için
ihtiyaç duyar; düşünebilmek, davranabilmek ve yaşayabilmek için.
Tıpkı bugünün
neo-mistik kültüründe objektivizmin aklı ön plana çıkarması bakımından
neredeyse eşsiz olması gibi, bugünün dünyasında felsefenin rolü halikındaki
bu görüş de eşsizdir.
Ayn Rand’a göre
felsefe, kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak
için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Felsefe, oryantal
abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu değildir. O, İngiliz
profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma
arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir
satranç oyunu da değildir. Ayn Rand’a göre, felsefe insan hayatındaki temel
faktördür; felsefe, insan aklını ve karakterini ve ulusların kaderini şekillendiren
asıl kuvvettir. Felsefe, insanların kabul ettiği felsefe tipine bağlı olarak,
bunları iyi veya kötü yönde şekillendirir.
Ayn Rand’a göre,
insanın tercihi, bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, sadece
hangi felsefeye sahip olma konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin
bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele,
belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.
Elinizdeki
kitaptaki makalelerde Ayn Rand, bilinçli ve rasyonel bir felsefeye ulaşmak için
gerekli adımlardan bazılarını açıklamaktadır. Rand, okuyucuya insanın kendi
ruhunda veya ulusunda bulunan gizli fikirleri tanımasını ve ardından
değerlendirmesini öğretmektedir. Rand, felsefenin insanları ve toplumları
yönetme mekanizmalarına, soyut teorinin günlük hayatta aldığı çeşitli biçimlere
ve en muğlak fikirlerden (ilk bakışta sadece akademik öneme sahip olduğu
görülen fikirlerden) dahi kaynaklanabilen varoluşa dair derin sonuçlara ışık
tutmaktadır. Yazar, akılcı olduğunda bir fikrin nihaî sonucunun insan
hayatının korunması olduğunu; akıldışı olduğunda ise sonucunun bunun tersi
olduğunu göstermektedir.
İnsanlara
binlerce yıldır telkin edilenin aksine Ayn Rand, nesnelliği “tarafsızlık” ile
eş anlamlı tutmamıştır; kendisi “kendiyle ilgili olma” şeklindeki objektivist
anlamda felsefe taraftarıydı; kendi davranışları ve kendi yaşamı için
bencilce hangi fikirlerin doğru olduğunu bilmek istemekteydi. Eğer insanın
felsefeye ihtiyacı varsa, doğru felsefeye, yani realiteyle uyumlu olan
felsefeye ihtiyacının olduğunu savunmaktaydı.
İhtiyacımız Olan Felsefe, bu yıl mart ayındaki ölümünden önce Ayn
Rand tarafından planlanan son çalışmadır.
Kitap ilk olarak
Kanadalı Objektivist Walter Huebscher tarafından düşünüldü. 1981 sonbaharında
Huebscher Bayan Rand’a bir mektup yazdı: “[Makalelerinizde], herkesin -dile
getirdiği her bir ifadede-felsefî ön-kabulleri nasıl kullandığını çarpıcı bir
şekilde ayrıntılandırıyorsunuz ... Eğer [bu] makaleler tek bir kitap hâlinde
yayınlansa, eminim, ilgiyi felsefenin güçlü etkisi üzerine çekecek, bugünün en
tehlikeli eğilimlerinden bazılarının felsefi köklerini teşhis edecek [ve] bir
kültürel eğilimi tersine çevirmenin mümkün olduğunu, herkesin buna katkıda
bulunabileceğini ve bulunması gerektiğini ortaya koyacaktır.”
Bayan Rand,
Huebscher’in büyük ölçüde kendi The Ayn
Rand Newletter mecmuasından bir derleme yapma ve onun başlığı olarak
kendi makaleleri arasından kendisinin beğendiği bir makalenin başlığını
kullanma fikrini çok beğendi. Bu makale orijinal olarak, West Point’teki ABD
Askeri Akademisi’nde verilen bir konferans olan “ihtiyacımız Olan
Felsefe” idi. Bayan Rand izleyen aylarda, -Bobbs-Merrill’deki
yayıncısı Grace Shaw, dostları ve çalışma arkadaşları ile birlikte-kitabın
şeklini tartıştı. Kitabın içeriğini ve yapısını genel olarak ortaya koydu.
Kitaba konması zorunlu olan makalelerle, isteğe bağlı olarak gördüğü diğer
makalelerini belirtti. Ancak parçaların kesin seçimini veya sıralamasını
yapacak kadar yaşamadı. Bu kararları vermek, Bayan Rand’ın ifade ettiği
isteklerinin rehberliğinde, yapabileceğim kadarıyla bana kaldı.
Onun diğer
antolojilerindeki politikasını izleyerek, daha teorik makaleleri kitabın giriş
kısmına koydum ve bunların arkasına daha somut olanları ve/veya esas olarak eleştirel
nitelikteki makaleleri koydum. Bunların hiçbiri daha önce kitap hâlinde
yayımlanmamıştır.
Kitaba adını
veren makaleden sonra, orijinal olarak onunla ilişkili olarak yazılmış bir
makale gelmektedir. Daha sonra objektivist felsefe ile ilgili bir grup makale
yer almaktadır. Bunların ilkinde (Bölüm 3), değişime açık olan ve olmayan
şeylerin analizi, Ayn Rand’ın objektivist metafiziğin bir unsuru olan varoluşun
üstünlüğünün mükemmel bir savunmasını temsil etmektedir.
İzleyen
kavramsallaştırma karşıtı zihniyete ilişkin tartışmalar (4. ve 5. Bölümler)
ise objektivist epistemolojinin bir unsurunun ispatıdır: Bu bölümler, bilginin
beşerî formunu, yani kavramları hiçbir zaman tam olarak geliştirememiş olan
insanın başına gelecekleri göstermektedir. Sovyet satranç ustası Boris
Spassky’ye açık mektup felsefenin her dalının insan hayatındaki rolünü irkiltici
bir örnekle özetleyen bir güç gösterisidir.
Biri istisna, bu
kitaptaki tüm makaleler 1970 ve 1975 yılları arasında yazılmıştır. İstisna Atlas Shrugged kitabının basımından
birkaç yıl sonra 1960’da Yale Üniversitesi’nde verilen bir konferans olan
“İnanç ve Güç: Çağdaş Dünyanın Düşmanları”dır. (7. Bölüm) Bu konferans objektivizme
ve Rand’ın bugünün dünyasına bakışına dair basit, fakat mükemmel bir giriştir.
Bu makale şimdiye kadar her yerde kolayca bulunmuyordu. Bayan Rand’ın
çalışmalarına âşinâ olmayanların okumaya bu bölümden başlamaları tavsiye
edilebilir.
Daha sonra, Kant
ve onun eşitlikçi* hareketi ve B. F. Skinner gibi mirasçılarını ele
alan önemli bir bölüm gelmektedir (8-13. Bölümler).
*Eşitlikçilik
(egalitarianism): “Bütün insanların eşit haklara sahip olduğunu, dolayısıyla
toplumsal ilişkilerde eşitsizlik sonucu doğan tüm sınıfsal farklılıkların yok
edilmesi veya en azından asgariye indirilmesi gerektiğini ileri süren yaklaşım”
Ömer Demir - Mustafa Acar, Sosyal Ritimler Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara,
2002, s. 141-2. Çev.
Bayan Rand’a sık
sık bugün önemli mevkilerde iyi fikirlerin savunucularının neden çok az sayıda
bulunduğu soruluyordu. Onun cevabını en azından kısmen göstermek için iki
siyasî parça (14 ve 15. Bölümler) ekledim; bu bölümlerde kültürel hayatımızı
yozlaştırmak için hükümet tarafından yaygın olarak kullanılan bazı metodlar
tartışılmaktadır. Bunları Ayn Rand’a sıkça sorulan bir diğer soru ile, bugünün
dünyasında ne yapılabileceği ile ilgili iki parça (16. ve 17. Bölümler)
izlemektedir.
Kitabı Bayan
Rand’ın onu bitireceğini düşündüğüm şekilde bitirdim. “Gitmesine İzin Verme”
adlı bölüm, Amerikan tarzı hayatı bu ülkenin geleceğindeki umudun dayanağı
olarak sunmaktadır.
Yıllarca arayla
yazılan makaleler bir kitap hâline getirildiğinde yer yer editör düzeltmeleri
gerekmektedir. Bu gibi değişiklikleri köşeli parantezler içinde verdim. Bayan
Rand’ın yeni okuyucunun âşinâ olmayabileceği bir terimi kullandığı bazı
durumlarda, yine köşeli parantezler içinde kısa bir tanımlama verdim. Bunlar
haricinde, küçük düzeltmeler hariç, metin tamamen Ayn Rand’ın kendi kelimeleri
ile yazılmıştır.
(Bir tırnak
içindeki köşeli parantezlerin her zaman Bayan Rand’a ait olduğunu ve onun
alıntı üzerine kendisinin yaptığı eklemeler veya yorumlar olduğuna dikkat
edin.)
Bayan Rand’ın
ölümünden beri New York’taki çalışma arkadaşları onun fikirleri hakkında nasıl
daha fazla bilgi edinilebileceği, onun mecmualarının eski sayılarının nasıl
elde edilebileceği, hangi mevcut yayınların, okulların ve derslerin onun
felsefesini izlediği, Yeni Entelektüel Vakfı’nın yaptığı çalışmalar vs.
konusunda çok sayıda ileti aldılar. Eğer yukarıdakilerden herhangi biriyle ilgileniyorsanız
aşağıdaki adrese yazmanızı tavsiye ediyorum. Objektivizm PW, PO BOX 177,
Murray Hill Station, New York NY 10016. Gelen postaların çokluğundan dolayı
muhtemelen kişisel bir cevap alamayacağınızdan dolayı üzgünüm, fakat zamanla
eğer Ayn Rand’ın fikirlerini daha ileri düzeyde araştırmak veya onları desteklemek
isterseniz, çeşitli kaynaklardan size izleyeceğiniz yolu gösterecek olan
yayınlara ulaşacaksınız.
Bu arada, eğer
bu makaleleri ilk kez okumak üzereyseniz, sizi bekleyen şeylerden dolayı sizi
kıskanıyorum. Ayn Rand pek çok kişinin aklını ve hayatını değiştirmiştir.
Belki sizinkini de değiştirecektir.
Leonard Peikoff New York, Mayıs, 1982
6 Mart 1974’te ABD West Point Askeri Akademisi mezunlarına hitaben
yapılan bir konuşma.
Kendim de bir
hikâye yazarı olduğumdan, çok, çok kısa bir hikâye ile başlayalım. Kendinizi
uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot
olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı
anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır:
Neredeyim?
Burayı nasıl keşfedebilirim?
Ne yapmalıyım?
Etrafta
tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz ve soluyacağınız hava var; güneş
ışığı sizin hatırladığınızdan daha solgun gibi ve hava da daha soğuk. Gökyüzüne
bakmak istiyorsunuz, fakat duruyorsunuz. Ani bir duygu içinizi kaplıyor:
Bakmazsanız belki de dünyaya çok uzak olduğunuzu ve geri dönüşün hiçbir şekilde
mümkün olmadığını bilmek zorunda kalmayacaksınız; bunu bilmediğiniz müddetçe
de istediğinize inanmakta özgürsünüz -ve bulanık, hoş ve bir ölçüde suçlu bir
ümit yaşıyorsunuz.
Uzay geminize
dönüyorsunuz: Cihazlarınız zarar görmüş olabilir; fakat zararın ne kadar ciddî
olduğunu bilmiyorsunuz. Fakat ani bir korkuyla irkilip duruyorsunuz:
Bu cihazlara nasıl
güvenebilirsiniz?
Bunların sizi yanlış bir yere
götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiniz?
Bu cihazların başka bir dünyada
çalışacaklarını nasıl bilebilirsiniz?
Cihazlardan
uzaklaşıyorsunuz.
Şimdi neden
hiçbir şey yapmaya istekli olmadığınızı merak etmeye başlıyorsunuz. Bir
şekilde ortaya çıkacak olan bir şeyi beklemek çok daha güvenli görünmektedir;
kendinize uzay gemisini sarsmamanın daha iyi olacağını söylüyorsunuz.
Uzaklarda size yaklaşan bazı canlılar olduğunu görüyorsunuz; onların insan
olup olmadığını bilmiyorsunuz, fakat onlar iki ayak üzerinde yürüyorlar.
Onların size ne yapacağınızı söyleyecekleri hükmüne varıyorsunuz.
Bir daha sizden
haber alınmıyor.
Bunun fantezi
olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?
Siz olsaydınız
böyle yapmazdınız ve hiçbir astronot da asla böyle yapmazdı. Belki de öyle.
Fakat bu, çoğu insanın burada, dünyada hayatını yaşama şeklidir.
Çoğu insan
hayatını, cevaplan (bilinçli olarak farkında olsun ya da olmasın) insanın her
düşüncesinde, duygusunda ve hareketinde yatan üç sorudan kaçmaya çalışarak
harcar: Neredeyim?
Nerede olduğumu nasıl anlarım?
Ne yapmalıyım?
Bu soruları
anlayacak yaşta olduklarında, insanlar cevapları bildiklerini düşünürler.
Neredeyim?
Diyelim New
York’ta. Bunu nerden biliyorum?
Bu su götürmez
bir gerçektir. Ne yapmalıyım?
İşte bu konuda
pek emin değiller, fakat alışılmış cevap şudur: Herkes ne yapıyorsa onu. Tek
problem, onların çok aktif, çok emin, çok mutlu görünmemeleri ve zaman zaman
açıklayamadıkları veya kurtulamadıkları sebepsiz bir korku ve tanımlanmamış
bir suç duygusu yaşamaları olarak görünmektedir.
Problemin
cevaplanmamış üç sorudan kaynaklandığını ve bunları sadece bir bilimin, yani
felsefenin cevaplayabileceğini asla keşfedememişlerdir.
Felsefe varoluşun,
insanın ve insan-varoluş ilişkisinin ana niteliklerini inceler. Sadece belli
şeylerle uğraşan diğer bilimlerin aksine felsefe, evrenin var olan her şeyle
ilgili olan yönleriyle uğraşır. Bilgi alanı içinde, özel bilimler ağaçlardır,
felsefe ise ormanı var eden topraktır.
Felsefe size
keşfetmek için araçlar verse de, size New York’ta mı yoksa Zanzibar’da mı
olduğunuzu söylemez. Fakat onun size söyleyeceği şey şudur: Doğal kanunlarla
yönetilen ve bu nedenle istikrarlı, sabit, mutlak ve anlaşılması mümkün olan
bir evrende mi yaşıyorsunuz?
Yoksa anlaşılmaz bir kaos içinde,
açıklanamayan mucizeler girdabında veya aklınızın kavrayamadığı, bilinmesi
mümkün olmayan, kestirilemeyen bir ortamda mısınız?
Etrafınızda gördüğünüz şeyler gerçek mi, yoksa
onlar sadece bir illüzyon mu?
Onlar herhangi bir gözetenden
bağımsız olarak mı vardır, yoksa bir gözeten tarafından mı yaratıldılar?
Onlar insan bilincinin nesnesi mi, yoksa
öznesi midirler?
Onlar görünüşte oldukları şey midirler, yoksa
bir dilek gibi, bilincinizin tek bir hareketi ile değiştirilebilirler mi?
Davranışlarınızın
-ve tutkunuzun-karakteri hangi tip cevabı seçtiğimize bağlı olarak farklı
olacaktır. Bu cevaplar felsefenin ana kolu olan ve varoluşu inceleyen bilim
olan (Aristo’nun “kendiliğinden oluş” şeklinde ifade ettiği) metafiziğin ilgi
alanıdır.
Hangi hükümlere
varırsanız varın, bunu izleyen başka bir soruyu cevaplama zorunluluğu içinde
olacaksınız. Bunu nerden biliyorum?
İnsan her şeyi bilen veya yanılmaz
olmadığından, neyi bilgi olarak iddia edebileceğinizi ve hükümlerinizin
geçerliliğini nasıl ispatlayacağınızı bulmak zorundasınız. İnsan bilgiyi bir
akıl işlemiyle mi elde eder, yoksa doğaüstü bir güçten gelen anlık bir ilham
yoluyla mı?
Akıl, insan duyularıyla sağlanan materyali
tanıyan ve onu işleyen bir meleke midir, yoksa insanın beynine kendisi
doğmadan önce yerleştirilmiş doğuştan gelen fikirlerle mi beslenir?
Akıl gerçeği kavramaya muktedir midir, yoksa
insan aklından daha üstün bir diğer idrak melekesine mi sahiptir?
İnsanoğlu kesinliği elde edebilir
mi, yoksa sürekli şüphe içinde boğulmaya mahkûm mudur?
Kendine
güveninizin (ve başarınızın) derecesi hangi cevaplar takımını seçtiğinize bağlı
olarak farklı olacaktır. Bu cevaplar insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojinin
(bilgi teorisinin) ilgi alanıdır.
Bu iki dal,
felsefenin teorik temelini oluşturur. Üçüncü dal olan ahlâk, felsefenin
teknolojisi olarak kabul edilebilir. Ahlâk, tüm varlıklar için değil, sadece
insan için geçerlidir, fakat insan hayatının her alanında geçerlidir;
karakterlerinde, davranışlarında, değerlerinde, varoluşun bütünüyle olan
ilişkilerinde. Etik (ya da ahlâk), insanın tercihlerine ve davranışlarına
-yaşamın gidişatını belirleyen tercih ve davranışlara-yol gösteren bir
değerler sistemini tanımlamaktadır.
Tıpkı
hikâyemdeki astronotun (nerede olduğunu ve bulunduğu yeri nasıl keşfedeceğini
bilmek istemediğinden) ne yapması gerektiğini bilmemesi gibi, siz de karşı
karşıya olduğunuz evrenin niteliğini, kendi kavrama yollarınızı ve kendi tabiatınızı
bilene kadar ne yapmanız gerektiğini bilemezsiniz. Ahlâka gelmeden önce,
metafizik ve epistemolojinin ortaya koyduğu sorulan cevaplamaksınız: İnsan
realiteyi kavrayabilecek akıllı bir varlık mıdır, yoksa umutsuz, kör bir
uyumsuz, evrenin akışıyla sersemlemiş önemsiz bir şey midir?
İnsan için dünyada başarı ve mutluluk mümkün
müdür, yoksa insan başarısızlıklara ve felakete mahkûm mudur?
Cevaplara bağlı olarak etiğin ortaya koyduğu
şu sorulan düşünmeye geçebilirsiniz: İnsan için iyi ve kötü olan nedir ve
niçin?
İnsanın asıl olarak ilgilendiği şey zevk
peşinde koşmak mı, yoksa sıkıntıdan kaçmak mı olmalıdır?
İnsan hayatının amacı olarak kendini
geliştirmeyi mi, yoksa kendini yok etmeyi mi seçmelidir?
İnsan kendi değerleri peşinde mi koşmalıdır,
yoksa diğer kişilerin çıkarlarını kendisininkilerin önüne mi koymalıdır?
İnsan mutluluğu mu, yoksa kendini feda etmeyi
mi şiâr edinmelidir?
Bu iki grup
cevabın değişik sonuçlarını vermeme gerek yok. Onları kendi içinizde,
etrafınızda, her yerde görebilirsiniz.
Etiğin verdiği
cevaplar insanların diğer insanlara nasıl muamele etmeleri gerektiğini
belirler ve bu da felsefenin dördüncü kolunu, yani gerçek bir sosyal sistemin
prensiplerini tanımlayan politikayı oluşturur. Felsefenin işlevine bir örnek
verirsek, siyaset felsefesi size karne ile dağıtılan benzinden haftanın hangi
günü ve ne kadar verilmesini söylemez, hükümetin herhangi bir şeyi karneye
bağlamayı dayatmaya hakkı olup olmadığını söyler.
Felsefenin
beşinci ve son dalı, metafiziğe, epistemolojiye ve etiğe dayalı sanatı
inceleyen estetiktir. Sanat, insan bilincinin ihtiyaçları ile -ona yakıt
sağlanması ile-uğraşır.
Bazılarınız
şimdi pek çok insanın yaptığı gibi şunu söyleyebilir: Böyle soyut şekilde asla
düşünmem -ben belli, somut, gerçek hayat problemleriyle uğraşmak isterim-,
felsefeye neden ihtiyacım olsun?
Benim cevabım şudur: Somut, belli,
gerçek yaşam problemleriyle uğraşabilmek için -yani dünyada yaşayabilmek
için-felsefeye ihtiyacınız vardır.
Çoğu insan gibi,
felsefeden etkilenmediğinizi söyleyebilirsiniz. Sizden bu iddianızı gözden
geçirmenizi isteyeceğim. Hiç şunu söylediğiniz ya da düşündüğünüz oldu mu?
“Bu kadar emin olma, hiç kimse hiçbir şeyden
emin olamaz.” Bu fikri, adını
hiç duymamış bile olsanız David Hume’den (ve diğer kişilerden) aldınız. Veya: “Bu, teoride
iyi olabilir, ama pratikte işe yaramaz.” Bunu Platon’dan aldınız. Veya: “Bu, yapılacak
çok kötü bir şeydi, fakat o da nihayetinde bir insan ve dünyada hiç kimse
mükemmel değildir.” Bunu
Augustine’den aldınız. Veya: “Bu senin için doğru olabilir, ama benim
için değil.” Bunu William
James’den aldınız. Veya: “Elimden bir şey gelmez. Onun yapağı
hiçbir şeye hiç kimse yardım edemez.” Bunu Hegel’den
aldınız. Veya: “İspatlayamam, ama doğru olduğunu
hissediyorum.” Bunu Kant’tan
aldınız. Veya: “Bu mantıklıdır, fakat mantığın gerçekle
ilgisi yoktur.” Bunu da
Kant’tan aldınız. Veya: “Bu kötü bir şeydir, çünkü bencilcedir.” Bunu da Kant’tan aldınız. Çağdaş
aktivistlerin “Önce yap, sonra düşün” dediklerini duydunuz mu?
Onlar da bunu John Dewey’den aldılar.
Bazı insanlar
şöyle bir cevap verebilir: “Bunları kesinlikle zaman zaman
söylemekteyim, fakat bunlara her zaman inanmıyorum. Bunlar dün doğru
olabilirdi, ama bugün doğru değil.” Onlar bunu Hegel’den aldılar. İnsanlar
şunu söyleyebilir: “Tutarlılık küçük akılların korkulu
rüyasıdır.” Bunlar onu çok
küçük bir akıldan, Emerson’dan aldılar. İnsanlar şunu söyleyebilir: “Fakat kişi, o anki durumun gereklerine
göre farklı felsefelerden fikirler ödünç alamaz mı, veya onlarla bir orta yol
bulamaz mı?” Onlar bunu Richard Nixon’dan aldılar, o da William James’den
aldı.
Şimdi kendinize
sorun: Soyut fikirlere ilgi duymuyorsanız, neden siz (ve tüm insanlar) bunları
kullanmak zorunda kalıyorsunuz?
Gerçek şudur: Soyut fikirler sayısız somut
konuyu içeren kavramsal bütünleştirmelerdir ve soyut fikirler olmaksızın
gerçek hayatın spesifik ve somut problemleriyle başa çıkamazsınız. Her nesnenin
kendisi için eşsiz, benzeri olmayan bir doğa harikası olduğu yeni doğmuş bir
bebek konumunda olursunuz. Bebeğin akli durumu ve sizinki arasındaki fark sizin
beyninizin gerçekleştirmekte olduğu kavramsal bütünleştirmelerin
sayısındadır.
Gözlemlerinizi,
deneyimlerinizi, bilgilerinizi soyut fikirler, yani ilkeler hâlinde
bütünleştirme gerekliliği konusunda tercih şansınız yoktur. Tek tercihiniz, bu
prensiplerin doğru mu yoksa yanlış mı olacakları, sizin bilinç li akılcı
inanışlarınızı mı yoksa rastgele bir araya gelmiş kaynaklarını,
geçerliliklerini veya içeriklerini bilmediğiniz (bildiğinizde çoğu kez bir
çürük patates gibi kaldırıp atacağınız) bir fikirler sürüsünü mü temsil
edecekleridir
Fakat (bilinçli
olarak veya bilinçsiz olarak) kabul ettiğiniz prensipler bir diğeriyle
çelişebilir veya ters düşebilir bunların da entegre edilmesi gereklidir.
Bunları bütünleş tiren şey nedir?
Felsefe. Felsefî bir sistem entegre bir
varoluş fikridir. Bir insan olarak felsefeye ihtiyacınız olduğu gerçeği
hakkında tercih yapma şansınız yoktur. Sizin de tercihiniz kendi felsefenizi
bilinçli, akılcı, disiplinli bir düşünce süreci ve titiz derecede mantıklı bir
akıl yürütmeyi mi yapacağınız, yoksa bilinçaltınızın topladığı, şans eseı bir
araya gelen, fakat bilinçaltınızca bir tür soysuz felsefe hâlinde
bütünleştirilmiş ve tek bir kütle hâline -yani aklınızı kullanmanızı
engelleyen bir zincir ve gülle gibi duran kendinden şüphe etme hâline
getirilmiş olan bir geçersiz hükümler, yanlış genellemeler, tanımlanmamış
çelişkiler, hazmedilmemiş sloganlar, belirsiz dilekler, şüpheler ve korkular
çöplüğü olarak mı tanımlayacağınızdır.
Pek çok insanın
yaptığı gibi, daima soyut prensiplere dayanarak davranmanın kolay olmadığını
söyleyebilirsiniz. Hayır, kolay değildir. Fakat onların ne olduğunu bilmeden
onlara dayanarak davranmak zorunda olmak daha mı kolaydır?
Bilinçaltınız
bir bilgisayar gibidir (aslında insanoğlunun yapabileceği en karmaşık
bilgisayardan daha karmaşıktır) ve onun asıl fonksiyonu sizin fikirlerinizi
entegre etmektir. Bilinçaltını kim programlamaktadır?
Sizin bilinçli aklınız. Eğer siz hata
yaparsanız, hiçbir kesin kanaatiniz olmazsa, bilinçaltınız tesadüfen
programlanır ve kendinizi kabul ettiğinizi bilmediğiniz fikirlerin etkisine
bırakırsınız. Fakat öyle ya da böyle, bilgisayarınız size, sahip olduğunuz
değerlere göre etrafınızdaki şeylerin yıldırım hızıyla hesaplanmış
değerlendirmelerinin günlük ve saatlik çıktılarını duygular formunda verir.
Eğer bilgisayarınızı bilinçli bir düşünmeyle programlarsanız, değerlerinizin ve
duygularınızın niteliğini bilirsiniz. Böyle yapmazsanız bilmezsiniz.
Bilhassa bugün,
pek çok kişi insanın sadece mantıkla yaşayamayacağını, insan tabiatında göz
önüne alınması gereken duygusal unsurların bulunduğunu ve insanların
duyguların yol göstericiliğine dayandıklarını iddia etmektedirler. İşte benim
hikâyemdeki astronot da böyle yapmıştı. Yanılan, astronot ve insanlar oldular:
İnsanın sahip olduğu değerler ve duygular onun temel dünya görüşü tarafından
belirlenir. İnsanın bilinçaltının nihaî programlayıcısı, duygusalcılara
göre, insanların hislerinin puslu sırlarını etkileme veya onlara nüfuz etme
gücü olmayan bir bilim olan felsefedir.
Bilgisayar
çıktısının kalitesi ona girilen verinin kalitesiyle belirlenir. Eğer
bilinçaltınız tesadüfen programlanırsa, onun çıkası da buna uygun bir
karaktere sahip olacaktır. Belki de bilgisayar işlemcilerinin kullandığı ve “bilgisayara çöp gir, çöp çıksın” anlamına gelen zarif tâbiri
duymuşsunuzdur. Aynı durum bir insanın düşüncesi ve duyguları arasındaki
ilişkiler için de geçerlidir.
Duygularıyla
çalışan bir kişi, çıktılarını okuyamadığı bir bilgisayarla çalışan kişi
gibidir. Kişi bilgisayar programının doğru veya yanlış olduğunu, kişinin
başarısı için mi, yoksa mahvolması için mi olduğunu, onun amaçlarına mı yoksa
bilinmeyen bir gücün kötü emellerine mi hizmet ettiğini bilmez. Bu kişi iki
şeye de kördür: Etrafındaki dünyaya ve kendi iç dünyasına. Gerçeği veya kendini
motive eden şeyleri kavrayamaz ve her ikisine karşı da kronik dehşet
içindedir. Duygular kavrama araçları değillerdir. Felsefeyle ilgisi olmayan
insanlar ona çok fazla ihtiyaç duyarlar; en çaresiz şekilde onun gücüne
tabidirler.
Felsefeyle
ilgisi olmayan insanlar felsefe prensiplerini etraflarındaki kültürel
atmosferden (okullardan, üniversitelerden, dergilerden, gazetelerden,
filmlerden, TV’den vs.) alırlar. Bir kültürün rengini ne belirler?
Bir avuç insan: filozoflar. Diğerleri ikna
olarak veya aldırmayarak bunları izlerler. Yaklaşık 200 yıldır, Immanuel Kant
etkisiyle, felsefedeki baskın eğilim tek bir amaca odaklanmıştır: İnsan
aklının tahribi ve insanın kendi aklının gücüne olan güveninin yıkılması.
Bugün bu eğilimin en üst seviyesini görmekteyiz.
İnsanlar aklı
terk ettiklerinde, sadece duygularının kendilerine rehberlik edemediğini ve
aynı zamanda dehşet hariç, hiçbir duyguyu yaşayamayacaklarını anlarlar.
Bugünün entelektüel modalarına göre yetiştirilen genç insanlar arasında
uyuşturucu bağımlılığının yayılması, idrak araçlarından yoksun kalan ve
gerçekten kaçmak isteyen insanların (varoluşla ilişkilerinden doğan yetersizliğin
dehşetinden kaçmak isteyenlerin) çekilmez iç durumlarını gösterir. Bu genç
insanların bağımsızlık korkusuna ve bazı grup, hizip veya çeteye girme veya
“ait olma” çılgınlıklarına dikkat edin. Bunların çoğu felsefeyi hiç
duymamıştır; fakat cesaret edemedikleri sorular için esaslı cevaplara
ihtiyaçları olduklarını hissederler ve kabilelerinin onlara nasıl yaşamaları
gerektiğini söyleyeceğini ummaktadırlar. Herhangi bir
büyücünün, “guru” nun veya diktatörün hegemonyası altına girmeye razıdırlar. Bir insanın yapabileceği en tehlikeli
şeylerden biri kendi ahlâkî özerkliğini başkalarına teslim etmektir: Benim
hikâyemdeki astronot gibi, iki ayaküstünde yürüseler bile onların insan olup
olmadığını bilmemektedir.
Şimdi şunu
sorabilirsiniz: Eğer felsefe böylesine kötü olabiliyorsa, niçin insanlar onun
eğitimini alsınlar?
Bilhassa bariz şekilde yanlış, anlamsız ve
gerçek hayat ile hiç ilgisi olmayan felsefe teorileri eğitimi neden alınsın?
Benim cevabım:
Kendini korumak için ve gerçeğin, adaletin, özgürlüğün ve sahip olduğunuz veya
olabileceğimiz herhangi bir değerin korunması için.
Bilhassa modern
zamanlardaki pek çok felsefe kötü ise de tüm felsefeler kötü değildir. Öte
yandan, bilim, teknoloji, ilerleme, özgürlük gibi medeniyetin her başarısının
alanda, aralarında bu ülkenin doğuşunun da bulunduğu, bugün tadını
çıkardığımız her değerin altında, 2000 yıl önce yaşamış bir insanın, Aristo’nun
başarısını bulacaksınız.
Bazı
filozofların kelimenin tam anlamıyla anlaşılmaz teorilerini okurken, sadece
sıkılma duygusu yaşıyorsanız size karşı çok büyük bir sempati duyuyorum. Ama
“anlamsız olduğunu bildiğim bir şeyi neden inceleyeyim” diyerek onları bir
kenara atarsanız, yanlış yaparsınız. Bunun anlamsız olduğu doğrudur; fakat siz
bunu bilmiyorsunuz, tabiî onların tüm hükümlerini, bu filozofların ürettiği
tüm sloganları kabul etmedikçe. Ve tabiî bunları çürütemedikçe.
Bu anlamsızlık
insanın varoluşuna dair en kritik ölüm kalım konuları ile ilgilidir. Her önemli
felsefe teorisinin temelinde, insan bilincinin gerçek bir ihtiyacının
varolduğu şeklinde haklı bir mesele vardır. Bazı teoriler bu konuyu
netleştirmeye çalışırken, bazıları insanoğlunu onu keşfetmekten şaşırtmaya,
soysuzlaştırmaya, alıkoymaya çalışır. Filozofların mücadelesi insan aklının
mücadelesidir. Eğer anlayamıyorsanız, bu teorilerin en kötülerine karşı
savunmasızsınız demektir.
Felsefe
çalışmanın en iyi yolu felsefeye bir dedektif hikayesine yaklaşır gibi
yaklaşmaktır: Kimin katil, kimin kahraman olduğunu anlamak için her yolu, her
ipucunu ve emareyi izleyin. Belirleme kriteri iki sorudur: Niçin ve Nasıl?
Eğer belli bir fikir doğru görülüyorsa -neden
Eğer bir başkası yanlış görünüyorsa neden, ve bu nasıl açıklanıyor?
Cevapları hemen bulamayacaksınız; faks paha
biçilmez bir özellik kazanacaksınız: Esaslara göre düşünme yeteneği.
Hiçbir şey
insana otomatikman verilmez: Ne bilgi, ne kendine güven, ne iç huzuru, ne de
aklını doğru şekilde kullanma. İnsanın ihtiyaç duyduğu veya istediği her değer
(vücudunun kendine has duruşu bile) keşfedilmek ve öğrenilmek zorundadır. Bu
bağlamda, West Point mezunlarının duruşuna -gururlu, disiplinli vücut kontrolü
olan insanları gösteren bu duruşa her zaman hayran olduğumu söylemek istiyorum.
İşte, felsefe eğitimi de insana özel bir entelektüel duruş (aklının onurlu,
disiplinli kontrolü) verir.
Sizin kendi
mesleğiniz olan askerlik biliminde, düşman silahlarını, stratejisini ve
taktiğini izlemenin ve onlarla karşılaşmaya hazır olmanın önemini
biliyorsunuz. Aynısı felsefede de geçerlidir: Düşmanın fikirlerini anlamalı ve
onları çürütmeye hazır olmalısınız. Onun temel argümanlarını bilmek ve onları
yok etmek zorundasınız.
Fizikî savaşta,
askerinizi bir bubi tuzağına göndermezsiniz; bubi tuzağının yerini öğrenmek
için elinizden gelen her şeyi yaparsınız. Kant’ın sistemi felsefe tarihindeki
en büyük ve en anlaşılmaz bubi tuzağıdır; fakat içinde o kadar fazla boşluk
vardır ki, onun numarasını bir kez anladığınızda, hiçbir sıkıntı yaşamadan onu
etkisiz hâle getirebilir ve tam bir güvenlik içinde onun üzerinde
yürüyebilirsiniz. Ve bir kez etkisiz hâle geldiğinde, daha küçük Kantçılar
(onun ordusundaki daha düşük rütbeliler, felsefe teğmenleri, erleri ve bugünün
paralı askerleri) kendi ağırlıkları olmadığından peş peşe devrileceklerdir.
Siz, ABD
ordusunun gelecekteki liderlerinin, bugün felsefî açıdan silahlanmanız
gereğinin özel bir sebebi vardır. Siz şu anda kültürel kurulularımızda egemen
olan Kantçı-Hegelci kollektivist *oluşumun özel saldırısının hedefisiniz. Siz
dünyada kalan son yarı özgür ülkenin ordususunuz, ancak emperyalizmin aleti
olmakla suçlanıyorsunuz. “Emperyalizm” hiçbir zaman askerî fetihle
uğraşmamış ve başlatmadığı, fakat girdiği ve kazandığı iki dünya savaşından
asla faydalanmayan bu ülkenin dış politikasına verilen addır. (Bu arada, bu
politika ülkenin hem müttefiklerine hem de eski düşmanlarına yardım etmek için
servetini harcamasına yol açan aptalca ve aşırı cömert bir politikaydı.)
“Askerî sanayi kompleksi” olarak adlandırılan ve bir safsata -veya daha
kötü-olan bir şey, bu ülkenin tüm sıkıntılarından sorumlu tutulmaktadır. Âdi
üniversite serserileri, üniversite kampüslerinde ROTC birimlerinin (Üniversitelerdeki
subay kursları.) yasaklanması için yaygara yapmaktadırlar. Savunma bütçemiz,
mâlî önceliğin ekolojik gül bahçelerine ve gecekondu bölgesi sakinlerinin
estetik olarak kendini ifade etme derslerine verilmesini söyleyen insanlar
tarafından eleştirilmekte, suçlanmakta ve kesintiye uğratılmaktadır.
* Kollektivizm (Collectivism):
“Toplumsal örgütlenmede bireylerin değil, birlikte yaşayan grubun ortak
çıkarlarının esas alınması gerektiğini savunan görüş ve ideolojilerin ortak
adı. Bireye karşı cemaat, toplum veya devlet gibi toplu kategorileri öne
çıkaran, toplum menfaati için bireyin kurban edilmesi ne cevaz veren ve
İktisadî ve siyasî kararlan bireyler ya da piyasa yerine devlete veya kamu
otoritesinin belirlediği üst komitelere bırakan ideoloji.” Çev.
Bu kampanya
bazılarınızı çileden çıkarmış olabilir ve siz iyi niyetle, bunu hak etmek için
hangi hataları yaptığınızı merak edersiniz. Eğer durum böyleyse, düşmanınızın
tabiatını bir an önce anlamak sizin için çok önemlidir Siz hatalarınız veya
kusurlarınız yüzünden değil, faziletleriniz yüzünden saldırıya uğruyorsunuz.
Bir zayıflığınım yüzünden değil, gücünüz ve yeterliliğinizden dolayı suçlanıyorsunuz.
Birleşik Devletlerin koruyucusu olmanızdan dolayı cezalandırılıyorsunuz. Aynı
konunun daha alt bir seviyesinde, benzer bir kampanya polis kuvvetine karşı da
yürütülmektedir. Bu ülkeyi yok etme peşinde olanlar,
onu hem fiziksel hem de entelektüel olarak silahsızlandırmak istiyorlar. Fakat
bu sadece siyasî bir konu değildir: Politika sebep değil, felsefi fikirlerin en
nihaî sonucudur. Bazı komünistler, başlatmaya hiçbir şekilde güçlerinin
yetmediği bu sıkıntılı durumda fayda elde etmeye çalışan sinekler gibi ilgili
olsalar da, bu bir komünist komplosu değildir. Yıkıcıların motivasyonu
komünizme olan aşkları değil, Amerika’ya olan nefretleridir.
Niçin nefret?
Çünkü Amerika Kantçı bir evrenin yaşayan bir
inkârıdır.
Bugünün
zayıflara, kusurlulara, ıstırap çekenlere, suçlulara olan iğrenç ilgisi ve
tutkusu masumlara, güçlülere, beceriklilere, başarılılara, erdemlilere, emin
olanlara ve mutlulara karşı olan derin Kantçı nefreti gizleyen bir örtüdür.
İnsan aklını yok
etmeyi hedefleyen bir felsefe her zaman insana karşı ve her türlü İnsanî
değere karşı bir nefret felsefesidir. İyi olmak için iyiden nefret etmek 20.
yüzyılın simgesidir. İşte, karşı karşıya olduğumuz düşman budur.
Bu tip bir
mücadele özel silahlar gerektirir. Bu savaşı amacınızın tam olarak bilinmesi,
kendinize tamamen güvenme ve bu ikisinin ahlâkî doğruluğu hakkında kesinlikle
emin olma silahlan ile yapmak zorundasınız. Size bu tip silahlan sadece felsefe
verebilir.
Bu akşam kendime
verdiğim görev size kendi felsefemi pazarlamak değildir, sadece felsefeyi
pazarlamaktır. Ancak hiçbirimiz ve hiçbir ifade felsefî fikirlerden kaçamayacağından,
her cümlede açıkça kendi felsefemden bahsetmekteyim. Bu konuda benim bencil
çıkarım nedir?
Felsefenin önemini ve onu kritik olarak
incelemenin önemini kabul ederseniz, sizin benimseyeceğiniz felsefenin benimki
olduğuna hayli eminim. Ben onu, resmî olarak objektivizm, fakat gayri resmî
olarak dünyada yaşama felsefesi olarak adlandırıyorum. Bilhassa Atlas Shrugged da olmak üzere, benim
kitaplarımda onun açık ifadesini bulacaksınız.
Sonuç olarak,
kişisel bazı şeyler söylememe izin verin. Bu akşam bana çok şey ifade ediyor.
Size hitap etme fırsatı yakalamak, bana büyük bir onur verdi. Bir vatanseverlik
gevelemesi değil, fakat zarurî metafizik, epistemolojik, ahlâkî, politik ve
estetik temellerden hareketle size şunları söyleyebilirim; Amerika Birleşik
Devletleri en büyük, en soylu ve orijinal kuruluş prensipleriyle dünya
tarihindeki tek ahlâklı ülkedir. Benim kafamda; West Point adı ile ilişkili bir
tür sessiz aydınlık vardır, siz bu orijinal kuruluş prensiplerini
korumaktasınız ve onların sembolüsünüz. Bu prensiplerde çelişkiler ve
eksiklikler söz konusu oldu ve sizinkilerde de olabilir, fakat ben esaslardan
bahsediyorum. Hiçbir kurum ve hiçbir sosyal sistem tüm üyelerine otomatikman
mükemmellik garanti edemeyeceği için, her kurumda olduğu gibi sizin tarihinizde
de yüksek standartlarınıza uygun olarak yaşamayan bireyler olabilir. Bu durum
bireyin özgür iradesin bağlıdır. Ben sizin standartlarınızdan bahsediyorum. Siz Amerika’nın doğuşuna has olan, fakat
bugün hiç bulunmayan üç karakteri korumaktasınız: Samimiyet, kendini verme,
onur duygusu. Onur, davranışta kendisini gösteren kendine değer verme
duygusudur.
Bu ülkenin
savunması için hayatınızı riske atmayı seçtiniz. Kendinizi hiçe sayarak hizmet
etmeye kendinizi adadığınızı söyleyerek, size hakaret etmeyeceğim; bu benim
ahlâk değerlerime göre bir erdem değildir. Benim ahlâk anlayışıma göre, kişinin
kendi ülkesini savunması, yerli veya yabancı bir düşmanın esiri olmuş bir köle
olarak yaşamayı kişisel olarak istemediği anlamına gelmektedir. İşte bu
müthiş bir erdemdir. Bazılarınız bunun farkında olmayabilir. Size bunu fark
etmenizde yardımcı olmak istiyorum.
Özgür bir
ülkenin ordusunun büyük bir sorumluluğu vardır: Güç kullanma hakkı; fakat
diğer ülkelerin ordularının tarihte yaptığı gibi bir zorbalık ve vahşice fethetme
aracı olarak değil, sadece özgür ülkenin kendisini savunmasının, yani bir
insanın bireysel haklarının savunmasının aracı olarak. Sadece güç kullanmayı
başlatanları caydırmak için güç kullanma prensibi, doğruluğu kuvvetten üstün
tutma prensibidir. Böyle bir görev için en üst düzeyde dürüstlük ve şeref
duygusu gerekir. Dünyadaki başka hiçbir ordu bunu başaramamıştır. Siz
başardınız.
West Point
ABD’ye bilinen ve bilinmeyen pek çok kahraman vermiştir. Siz bu yılın
mezunları, şanlı bir gelenek taşımaktasınız ve ben buna bir gelenek olduğu
için değil, şanlı olduğu için derinden hayranım.
Dünyadaki en
kötü tiranlığın suçunu taşıyan bir ülkeden geldiğim için, sizin savunduğunuz
şeyin anlamını, yüceliğini ve üstün değerini bilhassa takdir edebiliyorum. Bu
nedenle kendi adıma ve benim gibi düşünen pek çok insan adına West Point’in
geçmişindeki, bugünündeki ve geleceğindeki herkese şunu söylemek istiyorum:
Teşekkürler.
Sh:1-24
‘Tanrı bana
değiştiremediğim şeyleri kabul etme huzurunu, değiştirebileceğim şeyleri
değiştirme cesaretini ve aradaki farkı bilme bilgeliğini verdi. ”
Bu dikkat çekici
ifade, fikirleriyle her temel konuda zıt olduğum bir teologa, Reinhold
Niebuhr’a aittir. Fakat -ifadenin bir dua şeklinde olması, yani kişinin zihinsel
ve duygusal durumlarının Tanrıdan bir hediye olduğu iması hariç-, bu ifade
benim için özde bir yol gösterici olarak tamamen doğrudur: Akıllı bir adamın
başarmaya çalışması gereken zihinsel davranışı dile getirmektedir. İfade
zarif basitliğiyle güzeldir; fakat bu davranışın başarılması felsefenin en
derin metafizik-ahlâk konularını ilgilendirmektedir.
Bu ifadenin
“İsimsiz Alkolikler” olarak adlandırılan ve tam olarak bir felsefe
organizasyonu olmayan bir grup tarafından dua olarak kabul edildiğini
öğrendiğimde irkilmiştim. Bugünün sosyal psikolojik teorilerinin entelektüel
değil, duygusal ihtiyaçları ve hayal kırıklıklarını insan ıstırabının (örneğin
“sevginin” olmayışı) sebebi olarak vurgulaması ışığında, bu organizasyon böyle
bir problemin alkolikler için geçerli olduğunu, bu konulardaki kafa
karışıklığının zararlı sonuçlara neden olduğunu ve insanı alkol almaya, yani
realiteden kaçış peşinde koşmaya iten sebeplerden biri olduğunu keşfetmesinden
dolayı övgüyü hak etmektedir. Bu, felsefenin kendisini hiç duymamış olan veya
duymayı umursamayan insanların hayatını yönetme şeklinin başka bir örneğidir.
Çoğu insan hayatını
değiştiremeyeceği şeylere boşuna isyan ederek, değiştirebileceği şeylere
pasifçe teslim olarak ve -aradaki farkı öğrenmeye asla çalışmadan-her iki
durumda da kronik suç ve kendinden şüphe duyguları içinde geçirir.
Bu tavsiyede
hangi felsefî fikirlerin gömülü olduğunu ve bu tavsiyeye uygun olarak yaşamaya
çalışmak için nelerin gerekli olduğuna dikkat edin. Eğer insanın değiştirebileceği
şeyler varsa bu, insanın tercih gücüne, yani irade melekesine sahip olduğunu
gösterir. Eğer bu melekeye sahip değilse, insan cesaret sahibi olma veya olmama
gibi, kendi hareketleri ve karakteri dahil hiçbir şeyi değiştiremez. Eğer
insanın değiştiremeyeceği şeyler varsa, bu onun hareketlerinden etkilenmeyen
ve onun tercihine açık olmayan şeylerin bulunduğu anlamına gelir. Bu herhangi
bir felsefe sisteminin temelinde yatan temel metafizik konuya gider: Varolmanın üstünlüğü veya bilincin üstünlüğü.
Varolmanın
(realitenin) üstünlüğü varolmanın varolduğu aksiyomudur, yani evrenin
bilinçten (herhangi bir bilinçten)
bağımsız olarak varolduğu, şeylerin olduğu gibi olduğu, özel bir tabiata, bir kimliğe sahip olduğu aksiyomudur.
Bunun epistemolojik sonucu, bilincin var olan şeyleri algılama melekesi olduğu
-ve insanın realite bilgisini dışa bakma yoluyla elde ettiği-aksiyomudur. Bu
aksiyomların reddedilmesi bu durumun tersini, yani bilincin üstünlüğünü,
evrenin bağımsız bir varoluşunun olmadığını, bilincin (insan bilinci, İlâhî
bilinç veya ikisi birlikte) bir sonucu olduğunu ifade eder. Bunun
epistemolojik sonucu insanın gerçeğe dair bilgisini içeriye bakarak (kendi
bilincine veya bir diğer, daha üstün bilinçten aldığı ilhamlara bakarak) aldığı
fikridir.
Bu dönüşün
kaynağı, kişinin kendi iç durumu ile dış dünya arasındaki farkı, yani algılayan
ve algılanan arasındaki farkı tamamen idrak edememesi veya buna istekli
olmamasıdır (böylece bilinci ve varoluşu belirsiz bir toptancılıkla bir araya
getirmesidir). [“Toptancılık”
kritik farklılıkları ayırdedememe yanılgısıdır. Tabiatları, doğruluk durumları,
önemleri ve değerleri bakımından büyük ölçüde farklılık gösteren unsurlara tek
bir kavramsal bütünün veya “paketin” parçalan şeklinde toptan yaklaşmayı ifade
eder.] Bu kritik ayırt
etme insana otomatik olarak verilmez; öğrenilmek zorundadır. Bu ayırdetme
herhangi bir bilinç tarafından kavranabilecek şekilde yeterince açıktır; fakat
kavramsal olarak anlaşılması ve bir mutlak olarak korunması gerekmektedir.
Gözlenebildiği kadarıyla, çocuklar ve vahşiler onu anlamamaktadır (fakat onlar
bu konuda bazı basit emareler gösterebilirler). Çoğunluk, bazen varoluşun
üstünlüğünü açıkça tanıyarak ve bazen de onu yalanlayarak, göz ardı ederek
ve/veya kasıtlı olarak bir tür rastgele, göz kararı epistemolojik düşmanlık
benimseyerek daldan dala uçmaya devam eder. Bunun sonucu insanların
entelektüel sınırlarının, yani soyutluklarla başa çıkabilme yeteneklerinin
daralmasıdır. Her ne kadar bugün mistik büyücülük şarkıları söylemenin yağmur
getireceğine pek az insan inansa da, pek çok insan şöyle bir argümanı hâlâ
geçerli görmektedir: “Eğer Tanrı yoksa, evreni kim
yarattı?”
Varoluşun
varolduğu aksiyomunu kavrayabilmek, tabiatın, yani bir bütün olarak evrenin
yaratılamayacağı veya yok edilemeyeceğini kavrama anlamına gelir. Temel
bileşenleri ister atomlar ister atomdan küçük parçacıklar veya henüz
keşfedilmemiş bir enerji formu olsun, kainat bir bilinç, bir irade veya şans
ile değil, kimlik kanunu ile yönetilmektedir. Elementlerin evren içinde sayısız
şekilleri, hareketleri, bir araya gelmeleri ve ayrılmaları -yüzen bir toz
zerresinden bir galaksinin oluşumuna, hayatın ortaya çıkışına kadar her
şey-ilgili elementlerin kimliklerince gerçekleştirilmekte ve belirlenmektedir.
Tabiat metafizksel olarak verilidir;
yani tabiatın yapısı herhangi bir iradenin gücünün ötesindedir.
İnsan iradesi onun
bilincinin (akıl melekesinin) bir özelliğidir ve varoluşu algılama veya ondan
kaçınma tercihini içerir. Varoluşu algılamak, varolan şeylerin niteliklerini
veya özelliklerini (kimliklerini) keşfetmek metafiziksel olarak verili olanı
keşfetmek ve kabul etmek anlamına gelir. İnsanın, doğada verilmiş olan şeyleri
kendi amaçlarına hizmet etmeleri için nasıl düzenleyebileceğini öğrenebilmesi
(ki bu onun hayatta kalma metodudur) ancak bu bilgi sayesinde olmaktadır.
Doğal
elementlerin kombinasyonlarının düzenlenmesi insanın sahip olduğu tek yaratıcı
güçtür. Bu, müthiş ve mükemmel bir güçtür -ve bu “yaratıcı” kavramının tek
anlamıdır. “Yaratma” yoktan bir şey var etme anlamına gelmez (metafiziksel
olarak gelemez). “Yaratma” doğal elementlerin daha önce bulunmayan bir
düzenlemesini (bir kombinasyonu veya bütünleşmesini) ortaya çıkarma gücü
anlamına gelir. (Bu bilimsel veya estetik herhangi bir insan ürünü için
doğrudur: İnsan tahayyülü onun realitede gözlediği şeyleri yeniden düzenleme
yeteneğinden fazlası değildir.) Doğaya göre insan gücünün en iyi ve derli
toplu tanımlaması Francis Bacon’ın “Tabiata hükmetmek için ona itaat edilmesi
gerekir” teşhisidir. Burada.
“Hükmetmek”
insan amaçlarına hizmet ettirilmesi; “itaat edilmesi” ise doğal elementlerin
özellikleri keşfedilmedikçe ve onlar uygun şekilde kullanılmadıkça insan
amaçlarına hizmetin gerçekleşmeyeceği anlamına gelmektedir.
Örneğin 200 yıl
önce, insan 238.000 mil öteden bir insan sesini duymanın imkânsız olduğunu
söylerdi. Bu olay bugün de o günkü kadar imkânsızdır. Fakat eğer aydan gelen
bir astronotun sesini duyabiliyorsak bu elektronik bilimi sayesindedir; bu
bilim bazı doğal olayları keşfetmiş ve insanların bu sesin titreşimlerini alan,
onları ileten ve dünyada yeniden oluşturan türden cihaz yapmalarını mümkün
kılmıştır. Bu bilgi ve cihaz olmasaydı, yüzyıllar süren dilekler, dualar,
çığlıklar ve tepinmeler insan sesinin on mil öteden duyulmasını sağlamazdı.
Bugün bu durum
(açıkça) anlaşılmıştır ve (az ya da çok) fiziksel bilimler konusunda (dolayısıyla
onların ilerlemeleri konusunda) kabul edilmektedir. Fakat bu, insanla
(dolayısıyla insanların sürekli barbarlıklarıyla) uğraşan beşerî bilimler
konusunda ne anlaşılmıştır ne de kabul edilmiştir; hatta sesli bir şekilde
reddedilmiştir. İnsan, neredeyse konsensüs hâlinde, doğal olmayan bir fenomen olarak kabul edilmektedir, bu ya
mistik (İlâhî) bahşedilmişi olan aklı (“ruh”u) tabiatın üzerinde olan doğaüstü bir varlık olarak ya da
mistik (şeytanî) bahşedilmişi olan aklı doğanın (“ekoloji”nin) bir düşmanı
olan doğa altı bir varlık
olması şeklindedir. Tüm bu teorilerin amacı, insanı kimlik kanununun dışında
tutmaktır.
Fakat insan
vardır, aklı da vardır. Her ikisi de tabiatın bir parçasıdır ve her ikisi de
özel bir kimlik taşımaktadırlar. Tıpkı canlı organizmaların cansız maddenin
varlığıyla çelişmediği gibi, irade özelliği de kimlik gerçeğiyle çelişmez.
Canlı organizmalar cansız maddenin sahip olmadığı, kendilerinden kaynaklanan
hareket gücüne sahiptirler; insan bilinci diğer canlı türlerinin bilincinin
sahip olmadığı idrak (düşünme) alanı içinde kendinin başlattığı hareket gücüne
sahiptir. Fakat tıpkı hayvanların sadece vücutlarına uygun olarak hareket
edebilmeleri gibi, insan da zihinsel hareketlerini kendi bilincinin yapısına {kimlik) uygun olarak başlatabilir ve
yönlendirebilir. İnsanın iradesi idrak işlemi ile sınırlı olup, realite
unsurlarını tanımlama (ve yeniden düzenlemeyi tasarlama) gücüne sahiptir;
fakat onları değiştirme gücüne sahip değildir. İnsan idrak melekesini bu melekenin
tabiatının gerektirdiği gibi kullanma gücüne sahiptir; fakat onu değiştirme
veya onun yanlış kullanımının sonuçlarından kaçma gücüne sahip değildir. İnsan
realiteyi algılamaktan vazgeçme, ondan kaçma, onu yozlaştırma veya tahrip etme
gücüne sahiptir; fakat arkasından gelen varoluşsal ve psikolojik
felaketlerden kaçma gücüne sahip değildir, (insanın idrak melekesinin iyi veya kötü
kullanımı bir insanın duygularını ve karakterini şekillendiren değerler tercihini
belirler. İnsanın kendi kendini oluşturan bir ruhsal varlık olması bu
bakımdandır.)
İnsanın irade
melekesi bu sıfatla tabiatın bir çelişkisi değildir; fakat insanlar metafiziksel olarak verilmiş olanla herhangi bir
nesne, kurum, süreç veya insan tarafından oluşturulan bir davranış kuralı
arasındaki kritik farkı kavramadığında veya eğer kavrayamazsa bir
çelişkiler yumağı ortaya çıkmaktadır.
Kabul edilmesi
gereken metafiziksel olarak verilmiş olandır: Bu değiştirilemez. İncelemeden
asla kabul edilmemesi gereken insan yapımı olandır: Bu muhakeme edilmeli,
sonra kabul veya reddedilmeli ve gerektiğinde değiştirilmelidir. İnsan her
şeyi bilmeye kadir veya hatasız değildir: Bilgi eksikliğinden dolayı masum hatalar
yapabilir veya yalan söyleyebilir, aldatabilir, numara yapabilir. İnsan yapımı
olan, bir dehanın, idrak kabiliyetinin veya hünerin ürünü olabilir veya
aptallığın, kandırmanın, kötü niyetin veya kötülüğün bir eseri olabilir. Bir
kişi yanlış olup, diğerlerinin hepsi doğru olabilir veya tersi olabilir (veya
ikisi arasındaki her sayı farkı olabilir). Doğa insana hükümlerinin herhangi
bir otomatik doğruluk garantisini vermez (ve bu kabul edilmesi gereken
metafizik olarak verili bir gerçektir).
Öyleyse kim karar verecektir?
Elinden gelenin en iyisiyle ve en
dürüstçe, her insanın kendisi. İnsanın hüküm vermedeki standardı nedir?
Metafiziksel
olarak verilmiş olan.
Metafiziksel
olarak verilmiş olan doğru veya yanlış olamaz, basitçe ne ise odur ve insan kendi değerlendirmelerinin
doğru veya yanlış olduğunu bu değerlendirmelerin realiteyle uyuşmasına veya
çelişmesine göre belirler. Metafiziksel olarak verilmiş olan haklı veya haksız
olamaz, o, akılcı bir insanın amaçlarını, değerlerini, tercihlerini haklı veya
haksız olarak değerlendirdiği standarttır. Metafiziksel olarak verilen neyse
odur, böyle olmuştur, böyle olacaktır ve böyle olmak zorundaydı. İnsan
tarafından yapılan hiçbir şey böyle olmak çorunda
değildi: Tercihle yapılmıştır.
Metafiziksel
olarak verilmiş olana isyan etmek varoluşu reddetmek için yapılan boşuna bir
girişimdir. İnsan tarafından yapılmış olanı karşı çıkılmaz kabul etmek kişinin
kendi bilincini reddetmeye çalışma girişimidir. Varoluşa “Evet” diyebilmekten
huzur doğar. Cesaret başkaları tarafından yapılan yanlış tercihlere “Hayır”
diyebilmekten doğar.
Herhangi bir
doğal olay, yani insanın katılımı olmaksızın meydana gelen herhangi bir olay,
metafiziksel olarak verili olandır ve farklı şekilde ortaya çıkması mümkün
olamazdı veya meydana gelmemesi de mümkün olamazdı. İnsan davranışını
ilgilendiren herhangi bir olay insan yapımıdır ve farklı bir şekilde
olabilirdi. Örneğin, insan yaşamayan bir bölgede meydana gelen bir su baskını
metafizik olarak verilidir; sel sularını kontrol altında tutmak için yapılan
bir baraj insan yapımıdır; eğer barajı yapanlar hesaplarını yanlış yaparsa ve
baraj yıkılırsa felaket orijini bakımından metafizikseldir, fakat sonuçlan
insan tarafından daha büyük hâle getirilmiştir. Durumu düzeltmek için,
insanlar taşkının sebeplerini ve potansiyellerini inceleme yoluyla tabiata itaat
etmeli ve sonra daha iyi taşkın kontrolleri inşa ederek tabiata hükmetmelidir.
Fakat insanın
varlığının şartlarını iyileştirme çabalarının tümünün boş olduğunu söylemek,
her yıl sel geldiğini bilmemize rağmen önümüzdeki yıl sel olmayacağını
ispatlayamayacağımızdan tabiatın bilinemez olduğunu söylemek; orijinal baraj
yapıcılarının barajın sağlam olacağı konusunda emin olmalarına rağmen barajın
yıkılması nedeniyle insan bilgisinin bir illüzyon olduğunu söylemek, insanı
bilinç ile varoluş arasındaki ilişkide aslî kargaşaya geri götürecektir ve
böylece insanı huzurundan ve cesaretinden (ve diğer pek çok şeyden) soyutlayacaktır.
Ne var ki bu, modern felsefenin iki yüzyıl veya daha uzun bir süredir
söylemekte olduğu şeydir.
Varoluşun
önceliği aksiyomuna (yani realitenin mutlaklığının tanınmasına) dayanan felsefî
sistemin bizi insanın kimlik ve haklarının
tanımasına götürdüğüne dikkat edin. Fakat bilincin üstünlüğüne dayalı felsefi
sistemler (yani tabiatın insanın olmasını istediği şey olduğu şeklindeki bariz
kibirli fikir) insanın hiçbir kimliğe sahip olmadığı, sonsuz derecede esnek,
uysal, kullanılıp atılabilir olduğu fikrine yol açmıştır. Bunun nedenini
kendinize sorun.
Felsefecilerin
insan aklına saldırılarının önemli bir kısmı metafiziksel olarak verilmiş olan
ile insan yapımı olan arasındaki farkı yok etme çabalarıyla ilgilidir. Bu konudaki
kargaşa antik bir hata ile başlamıştır (bu hataya Platoncu özelliklerinin
bazıları ile Aristo bile katkıda bulunmuştur); fakat bugün bu hata kasıtlı
olarak ve affedilemez şekilde başıboş olarak etrafta dolaşmaktadır.
Felsefe
profesörleri tarafından kullanılan tipik bir toptancı yaklaşım şöyle
oluşmaktadır: Evrende “gereklilik” diye bir şey olmadığı iddiasını ispatlamak
için bir profesör bu ülkenin elli eyalete sahip olmak zorunda olmadığını, kırksekiz veya
elli ikiye sahip olabileceğini, güneş sisteminin dokuz gezegene sahip olmak çorunda olmadığını, yedi veya onbir
gezegen de olabileceğini söylemiştir. Profesör, bir şeyin olduğu durumun
ispatlanmasının yeterli olmadığını, kişinin aynı zamanda onun böyle olmak
zorunda olduğunu da
ispatlaması gerektiğini, hiçbir şeyin olmak zorunda olmaması nedeniyle hiçbir
şeyin kesin olmadığını ve her şeyin uygun olduğunu söylemiştir.
İnsan aklını
zayıflatma tekniği insan yapımı olanı hileyle metafiziksel olarak verilmiş
olan gibi kabul ettirmek, ardından “şans” veya “ihtimal” gibi sadece insanların
bilgi eksikliğine gönderme yapan kavramları tabiata atfetmek ve sonra da
toptancılığın iki unsurunu tersine çevirmeyi içerir. “İnsan tahmin edilemezdir
ve bu nedenle tabiat tahmin edilemezdir” iddiası “Tabiat iradeye sahiptir,
insan sahip değildir; yani tabiat özgürdür, insana bilinmeyen güçler hâkimdir;
tabiata hükmedilemez, insana hükmedilir”e dönüşür.
Çoğu insan bu tip
bir konunun boş bir akademik konuşma olduğuna ve hiç kimse için hiçbir pratik
değer taşımadığına inanır -bu durum, bu konunun insanların hayatındaki
sonuçları konusunda insanları körleştirir. Eğer birisi onlara, bu konudaki
toptancılığın rahatsız edici belirsizliğin, sessiz ümitsizliğin, insanların
günlük ruh hâllerinin kasvetli çaresizliğinin bir parçası olduğunu söylese
insanlar bunu yalanlarlar: insanlar onu kendiliğinden tanımlamazlar. Fakat
içebakıştaki yetersizlik bu toptancılığın sonuçlarından biridir.
Çoğu kişi, insan
bilincinin niteliğine ve nasıl çalıştığına dair pek bilgiye sahip değildir ve
bu nedenle kendileri için olası olan ve olmayan şeyler hakkında, kişinin kendisinden
ve başkalarından ne talep edebileceği hakkında ve neyin kişinin hatası olduğu,
neyin olmadığı konusunda hiçbir bilgiye sahip değillerdir. Bilincin kimliğe
sahip olmadığı dolaylı fikrine göre insanlar iki duygu arasında gidip,
gelirler. Bunlar, insanların bilinçleri üzerinde bir tür her şeyi bilen gücüne
sahip oldukları ve ceza görmeyecekleri nedeniyle onu sûi-istimâl
edebilecekleri duygusu (“önemli değil, sadece aklımdadır”) ile hiçbir tercihleri,
hiçbir kontrolleri olmadığı, bilincin içeriğinin içgüdüsel olarak önceden
belirlendiği, insanların kendi kafatasları içindeki anlaşılmaz gizemlerin
kurbanları, bilinmeyen bir düşmanın esirleri, açıklanamaz duygularca yönlendirilen
çaresiz robotlar oldukları (“ne yapayım, ben böyleyim”) duygulandır.
Pek çok insan bu
belirsizliğin etkisiyle mahvolmuştur. Böyle bir insan başarmak istediği amaç
veya arzuyu düşündüğünde aklındaki ilk soru “Bunu yapmak
için ne gerekir?” değil, “Ben bunu yapabilir miyim?”dir. Onun
sorusunun anlamı şudur: “Bunun için
doğal yeteneğim var mı?” Örneğin; “Dünyada
her şeyden çok bir besteci olmak istiyorum, fakat nasıl besteci olunduğuna
dair en ufak bir fikrim yok. Beni bir şekilde besteci yapacak olan o gizemli
yeteneğe sahip miyim?” O, aklın üstünlüğü gibi bir fikri asla duymamıştır,
fakat o bilincinin karanlık labirentleri içinde ümitsiz bir araştırmaya girerken,
onu yönlendiren bu fikirdir (bu araştırma ümitsizdir, çünkü varoluş dikkate
alınmadan kişinin bilinci hakkında hiçbir şey öğrenilemez).
O arzusundan
hemen o anda vazgeçmezse, onu başarmak için belli belirsiz çabalar. Herhangi
bir küçük başarı onun arzusunu artırır: Bu başarıyı neyin sağladığını ve onu
tekrarlayıp tekrarlayamayacağım bilmez. Herhangi bir küçük başarısızlık her
şeyin bitmesidir: O bu başarısızlığı söz konusu mistik lütfe sahip olmadığının
ispatı şeklinde anlar. Bir hata yaptığında, kendine “Neyi öğrenmem gerekir?” diye sormaz, “Problemim ne?” diye sorar. Asla gelmeyecek olan otomatik ve her
şeye kâdir bir ilhamı bekler. Gözleri kendi iç dünyasında bulunan, gittikçe
büyüyen, hiddetli kendinden şüphe etme canavarına odaklanmış hâlde, kasvetli
bir mücadele üstüne yıllarını harcarken, varoluş onun zihinsel görüş alanının
etrafında görünmeden dolaşır. En sonunda da pes eder.
“Besteci”
olmanın yerine, bilim adamı olma, işadamı olma, haber muhabiri veya başgarson
olma, zengin olma, arkadaşlar bulma, kilo verme gibi herhangi bir başka
meslek, amaç veya arzu gelir; tutum aynı kalır. Bu tutumun kurbanlarından
bazıları sahtekârlardır, fakat hepsi değil. “Doğuştan yetenek” safsatası ile
bilhassa sanatta olmak üzere, ne kadar gerçek zekânın engellendiğini, güdük
bırakıldığını veya ezildiğini söylemek imkânsızdır.
Neyi
değiştirebileceklerini veya değiştiremeyeceklerini bilemeyen bazı insanlar
“realiteyi yeniden yazmaya”, yani metafiziksel olarak verilenin tabiatını
değiştirmeye çalışırlar. Bazıları -acının, hayal kırıklığının, hastalıkların
olmadığı-insanın mutluluktan başka bir şeyi yaşamadığı bir evren hayali kurar
ve dünyadaki hayatlarını iyileştirme isteklerini neden kaybettiklerini merak
eder. Bazıları herkesin bu faziletleri otomatikman paylaştığı dünyada fakat şu
anki dünyada değil cesur, dürüst ve hırslı olacaklarını düşünür. Bazıları
mutlak olan ölüm düşüncesinden korkar ve yaşama işinin sorumluluğunu asla üstlerine
almaz. Bazıları zamanın akışına bir keramet yükler ve geleneği tabiatın
eşdeğeri olarak görür: Eğer insanlar bir fikre yüzlerce yıldır inanıyorsa, onun
doğru olduğuna inanmaktadırlar. Bazıları her şeye kâdir oluşu ve metafiziksel
olarak verili olan statüsünü insanların fikirlerine dahi vermez; fakat insanların
duygularına verir. Söz konusu
olan şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına bakmaksızın “İnsanlar onun doğru
olduğunu hissediyorsa onun
doğru olup olmaması fark etmez” düşüncesine dayanarak, başkalarının
irrasyonelliğine, kör duygularına (önyargı, badi inanç ve kıskançlık gibi)
yaltaklanır.
Bazı insanlar
kendi hareketlerinin suçunu bu konuda aciz olan başka şeylere atar; konu
üzerinde aciz olan bazı insanlar diğer insanların hareketlerinin suçunu kabul
eder. Bazı insanlar bilme konusunda hiçbir şeyi bilmediklerin
den suçluluk
duyar. Bazıları bugün öğrendiklerini dün bilmediklerinden dolayı suçluluk
hisseder. Bazıları tüm dünyayı çaba göstermeden ve bir gecede kendi
fikirlerine dönüştürememiş olmaktan dolayı suçluluk hisseder.
Tabiatla nasıl
başa çıkılacağı fikri en azından bazı insanlar tarafından kısmen
anlaşılmıştır; fakat insanlarla nasıl başa çıkılacağı ve onlar hakkında nasıl
hüküm verileceği sorusu hâlâ keşfedilmemiş bir alan durumundadır. İnsana
kendisini üstün gösteren meleke (bu melekenin varlığını reddedenlerin gözünde
bile) de, insanların kendilerini ve diğerlerini zeki olmayan, bilmez, kimlik
kanununun dışında gördüren meleke de, insanın irade melekesidir.
Fakat hiçbir şey
kimlik kanununun dışında değildir. İnsan yapımı bir ürünün var olması zorunlu
değildi; fakat bir kez üretildiğinde, o vardır.
Bir insanın hareketlerinin gerçekleştirilmesi zorunlu değildi; fakat gerçekleştirildiklerinde
onlar gerçeğin bir
parçasıdırlar. Aynı şey insanın karakteri için de doğrudur: İnsan yaptığı
tercihleri yapmak zorunda değildi; fakat karakterini bir kez oluşturduğunda, o
bir gerçektir ve onun kişisel kimliğidir. (İnsanın iradesi
karakterini değiştirmek için kendisine muhteşem, fakat sınırsız olmayan bir
serbestlik sağlar; eğer o karakterini değiştirirse, değişiklik bir gerçek olur.
İnsan orijinli
şeyler (ister fiziksel ister psikolojik olsun) metafiziksel olarak verilmiş
olandan farklı olarak “insan eseri gerçekler” olarak adlandırılabilir. Bir
gökdelen bir insan eseri gerçek, bir dağ ise bir metafiziksel olarak verilmiş
gerçektir. Bir gökdelende değişiklik yapılabilir veya havaya uçurulabilir
(tıpkı bir dağda değişiklik yapılabileceği veya havaya uçurulabileceği gibi),
fakat varolduğu müddetçe o yokmuş gibi yapılamaz veya ona olduğunun dışında
bir şeymiş gibi davranılamaz. Aynı prensip insanların harekederi ve
karakterleri için de geçerlidir. Bir insan değersiz bir alçak olmak zorunda
değildir; fakat böyle olmayı tercih ettiği müddetçe o değersiz bir alçaktır ve
buna uygun olarak muamele görmelidir; ona başka türlü muamele göstermek bir
gerçekle çelişmektir. Bir insan
kahramanca işler yapmak zorunda değildir; fakat böyle yapmayı tercih ettiği
müddetçe, o bir kahramandır ve buna göre muamele görmelidir; ona aksi şekilde
davranmak bir gerçekle
çelişmektir, insanlar bir gökdelen inşa etmek zorunda değillerdi; fakat bir kez
inşa ettiklerinde gökdeleni bir dağ olarak (bu fikre göre “gerçekleşmesi
tesadüfen olan” metafiziksel olarak verilmiş bir gerçek olarak) kabul etme bir
çelişkiden daha kötüdür.
İrade melekesi
insana iki önemli konuda özel bir statü verir: Metafiziksel olarak verilenin
aksine, ister maddî anlamda ister entelektüel anlamda olsun, insan ürünleri
tartışılmadan kabul edilemez ve metafiziksel
olarak verili niteliğindeki tabiatıyla bir insanın iradesi diğer
insanların gücünün erişemeyeceği bir şeydir. Değiştirilemez temel unsurlar
tabiata, iradî bir bilincin özelliği “insan” kimliğine aittir. Hiçbir şey bir
insanı düşünmeye zorlayamaz. Diğer insanlar onu teşvikler veya engeller,
ödüller veya cezalar verebilir, uyuşturucularla veya bir sopayla vurarak
insanın beynini yok edebilirler; fakat insan beynine çalışmasını emredemezler: Bu ona ait bağımsız gücün etkisi alanı
içindedir. İnsan, ne kendisine itaat edilmek ne de kendisine emredilmek
içindir.
“İtaat edilmesi”
gereken şey -tüm var-olanların tabiatına “itaat edildiği” anlamında-insanın
metafiziksel olarak verili olan tabiatıdır; bu, insan söz konusu olduğunda,
tabiatın geri kalan kısmına uygulanacağı anlamı da kapsayan anlamda, insan
aklına herhangi bir şekilde “emir verilemeyeceği” gerçeğinin tanınması
gerektiği anlamına gelmektedir. Doğal nesneler insan amacına hizmet etmeleri
için yeniden şekillendirilebilirler ve insanın amaçları için araçlar olarak
görülür; fakat insanın kendisi böyle olamaz ve değildir de.
Tabiat
konusunda, “değiştiremeyeceğim şeyi kabul etmek” metafiziksel olarak verili
olanı kabul etme anlamına gelir; “değiştirebileceğimi değiştirmek” bilim ve
teknolojinin (örneğin tıp) yaptığı gibi bilgi elde etme yoluyla verili olanı
yeniden düzenlemeye çalışma anlamına gelir; “farkı bilmek” kişinin tabiata
karşı isyan edemeyeceğini bilmesi ve yapacak bir şey olmadığında, kişinin tabiatı
huzur içinde kabul etmesi gerektiği anlamına gelir.
İnsan söz konusu
olduğunda, “kabul etmek” aynı görüşte
olmak demek değildir; “değiştirmek” de şorlamak anlamına gelmez. Kişinin kabul etmesi gereken, tıpkı
kendi aklının başkasının elinde olmadığı gibi, diğer insanların akıllarının da
kişinin kendi elinde olmadığı gerçeğidir; kişi diğer insanların kendi
tercihlerini kendilerinin yapmaya hakları olduğunu kabul etmeli ve kendi aklının
söylediğine göre diğer insanlarla aynı fikirde olmalı veya olmamalı, kabul
etmeli veya reddetmeli, katılmalı veya karşı çıkmalıdır. İnsanları
“değiştirmenin” yolu, tabiatı “değiştirmenin” yoluyla aynıdır: Bilgi. Bilgi,
insan söz konusu olduğunda, akılları aktifse ve aktif olduğunda ikna işlemi ile kullanılmalıdır;
akılları aktif olmadığında ise insanlar kendi hatalarının sonuçlarına terk
edilmelidirler. “Farkı bilmek” insan eseri kötülüklerin (zaten başka türlüsü
de yoktur) sessiz bir teslimiyet ile asla kabul edilmemesi gerektiği, kişinin
bunlara isteyerek asla teslim olmaması gerektiği anlamına gelir ve eğer kişi
korkunç bir diktatörün, içinde hiçbir davranışta bulunmanın söz konusu
olmadığı hapishanesine atılırsa, kişinin onu kabul etmediği bilgisinden iç huzuru doğar.
İnsanlarla güç
kullanarak başa çıkmak, tabiatla ikna yoluyla başa çıkmak kadar imkânsız bir
şey olup bu, insanları güce dayalı olarak yöneten ve yakarışlar, dinî danslar
ve rüşvetle (kurbanlarla) tabiata yalvaran vahşilerin politikasıdır. Bu
politika işe yaramaz ve tarihteki hiçbir insan toplumunda işe yaramamıştır da.
Ancak bu, kendileri bilincin önceliği fikrine dönmüş oldukları için, çağdaş filozofların
insanların dönmelerine ısrar ettikleri politikadır. Onlar tabiat için pasif,
mistik, “ekolojik” bir teslimiyette ve insanlar için bir kaba kuvvet idaresinde
ısrar ederler.
Filozofların
kimlik kanununu yalanlamaları, onların insanın kimliğinden ve hayatta kalması
için gerekenlerden kaçınmalarını sağlar. Bu, onlara tabiatta insanın uzun süre
hayatta kalamayacağı, aklın insanın hayatta kalma aracı olduğu, insanın insan
yapımı araçlarla hayatta kaldığı ve insan yapımı ürünlerin kaynağının insanın
zekâsı olduğu gerçeğinden kaçmalarını mümkün kılar. Zekâ, realitenin
gerçeklerini kavrama ve onlarla uzun vadeli (yani kavramsal olarak) başa çıkma
yeteneğidir. Varoluşun üstünlüğü aksiyomunda, zekâ insanın en değerli özelliğidir.
Fakat zekâ, bilincin üstünlüğü ile yönetilen bir toplumda hiçbir yere sahip
değildir: O böyle bir toplumun en amansız düşmanıdır.
Bugün zekâ ne
tanınmaktadır ne de ödüllendirilmektedir; fakat gittikçe artan yüzsüzce
kibirli bir irrasyonellikle köreltilmektedir. Bugünün kültüründe bilincin üstünlüğünün
ne kadar egemen olduğunun bir örneği olarak sadece şuna bir bakın: Politikada
insanlar seçimlerde acımasız, mutlakçı ya o ya da bu tarzına sahiptir. Bir insanın
ya kazanması ya da kaybetmesi beklenir ve insanlar (bazen kaybeden haklı olsa
da) kaybedeni tamamen göz ardı ederek, sadece kazananla ilgilenirler. Ekonomide
ise üretim konusunda realitenin mutlaklığından, insanın ya üreteceği ya da
üretmeyeceği gerçeğinden kaçınılır ve kaybedenler lehine kazananlar hedef
alınır. Onlar için bu mutlak, realitenin talepleri değil, insanların
kararlarıdır.
Bu eğilimin en üst düzeyi,
metafiziksel olan ve insan eseri olana toptancı yaklaşımın nihaî meyveleri,
eşitlikçi hareket ve onun felsefî manifestosu John Rawls’ın Bir Adalet Teorisi kitabında
somutlaşmaktadır. Bu bariz derecedeki şeytanî teori, insan aklını ve tabiatını
arzularının (kıskançlık dahil) boyunduruğuna sokmaya çalışır; sadece en alt
düzeydeki beşerî varlıkların değil, aynı zamanda en düşük düzeydeki
yaşamayanların da arzularına -ve bunların daha doğmadan hissedeceklerine tâbi
kılmayı öngörür. Bu teori,
insanların yaşamları boyunca eşit derecede beyinsiz oldukları ön kabulüne
dayalı olarak tercihlerde bulunmalarını vaaz eder. Bir beynin kendi yapısını
ve gücünde bir değişikliği planlayamayacağı, bir dâhinin kendinin bir geri
zekâlı seviyesine indirmeyi tasarlayamayacağı ve bunun tersi, bir dâhi ve bir
geri zekâlının ihtiyaçları ve arzularının aynı olmadığı, bir geri zekâlının
varlık düzeyine indirgenmiş olan bir dâhinin tarifsiz bir ıstırap içinde
mahvolacağı ve bir dâhinin varlık seviyesine yükseltilmiş bir geri zekâlının
bir bilgisayarın kenarlarına duvar yazıları yazacağı, sonra da açlıktan öleceği
gerçeğinin hepsi kimlik kanunundan (ve böylece realitenin kendisinden)
vazgeçen, eşit olmayan sebepleri dikkate almadan “eşit sonuçlar” talep eden ve
metafiziksel olarak verilmiş olan şeyleri kaprislerin ve silahların gücüyle değiştirmeyi
teklif eden insanların kafalarına girmez.
Bu, bugün
tavsiye edilen, anlatılan ve talep edilen şeydir. Böyle bir konuda hiçbir
entelektüel -veya ahlâkî - tarafsızlık olamaz. Göz ardı etme, kafa karışıklığı
içinde olma veya çaresizlik yoluyla ondan kaçmaya çalışan ahlâk ödlekleri,
sessiz kalan ve mücadeleden kaçan; ancak neyi değiştirip neyi
değiştiremeyecekleri sorusu üzerine gittikçe artan bir dehşet hissi duyanlar
eşitlikçilerin düşmanlıklarının ekmeğine yağ sürmektedir ve “İsimsizler Alkolik” grubunun yardım
etmeye çalıştığı terkedilmişlerinki gibi bir âkıbete sahip olacaklardır.
Bugün her akıllı
insanın en azından yapabileceği şey bu kitabın doktriniyle savaşmaktır, onunla ahlâkî gerekçelerle inada savaşmaktır.
Zekâyı yavaş bir işkenceyle boğma önerisi uygar bir fikir farklılığı olarak
kabul edilemez.
Eğer herhangi
bir kişi dünyanın çok karmaşık olduğunu ve şeytanlarının başa çıkılamayacak
kadar büyük olduğunu düşünürse, ona kendisinin de bir bardak viski içerisinde
boğulamayacak kadar büyük olduğunu hatırlatın.
Bu durum,
kavramsallaştırma karşıtı zihniyetin şiddetle kaçınmaya çalıştığı, yüksek
düzeyde kavramsal gelişim ve bağımsızlık gerektirir. Fakat insanların birlikte
adaletle, kâr amacı gütmeden ve güven
içinde çalışmalarının tek yolu budur. insanlar için algısal
seviyedeki bilinç ile hayatta kalmanın yolu yoktur.
Ben bir evrim teorisi öğrencisi
değilim ve bu nedenle ne onu destekliyorum ne de karşı çıkıyorum. Fakat bir hipotez
yıllardır beni içten içe kemirmektedir; fakat bunun sadece bir hipotez olduğunu
vurgulamak istiyorum. İnsan ve tüm diğer canlı türler arasında
müthiş bir uçurum bulunmaktadır. Fark insanın bilinci, yani onun ayırt edici
özelliği olan kavrama melekesi konusundadır. Sanki uzun fizyolojik gelişmeler
sonrasında evrim süreci yolunu değiştirmiş ve üst düzeydeki gelişmeler canlı
türlerin vücutlarına değil, bilinçlerine odaklanmıştır. Fakat bir insanın
bilincinin gelişmesi kendi zekâ derecesi ne olursa olsun iradîdir. Onu kendisi geliştirmek zorundadır, nasıl
kullanılacağını kendisi
öğrenmek zorundadır ve kendisinin
tercih etmesiyle bir insan olması gerekmektedir. Fakat kendisi bunu tercih
etmezse ne olur?
Bu durumda kendine has bir ara form, yani
kendi tabiatına karşı çılgınca mücadele veren, bir hayvan bilincine ait olan
ve elde edemeyeceği çabasız bir “emniyetini” isteyen ve başarmaktan korktuğu
insan bilincine isyan eden çaresiz bir yaratık olur.
Bilim adamları yıllardır insan ve
hayvanlar arasındaki “kayıp halkayı” aramaktadır. Belki de kayıp halka kavramsallaştırma
karşıtı zihniyettir.
Sh: 42-59
“Kayıp Halka”
bölümünde, kavramsallaştırma karşıtı zihniyeti ve onun sosyal (kabilesel)
dışavurumlarım anlattım. Tüm kabileciler çeşitli derecelerde kavramsallaştırma
karşıtıdırlar; fakat tüm kavramsallaştırma karşıtları kabileci değillerdir.
Bazıları yalnız kurtlardır
(burada kurt türünün yüksek derecedeki avcı niteliklerine vurgu yapıyorum).
Bu kurtların
çoğunluğu hayal kırıklığına uğramış kabilecilerdir, yani kabile tarafından
(veya en yakınlarındaki kişiler tarafından) reddedilmiş insanlardır: Klasik kurallara
itaat etmeyecek kadar güvenilemezdirler ve kabiledeki güç için yanşamayacak
kadar pervasızca dalaverecidirler. Algısal bir zihniyet insana hayatta kalma
yolu sağlayamayacağından, kendi hileleriyle baş başa bırakılan böyle bir kişi
bir tür entelektüel serseri olur, başkalarından fikirler duyan veya alan bir
kişi olarak eklektik bir ikinci elci gibi avare dolaşır, fikir kırıntılarını
rastgele olarak kapar, bunları kaprise çevirir; davranışında tek bir sabit şey
vardır, hangi tür olursa olsun insanlara dahil olma ve onları manipülasyon
yapma ihtiyacı nedeniyle gruptan gruba sürüklenme.
Çeşitli
alanlarda ne gibi teorik tezgâhlar çevirebilirse çevirebilsin, yalnız kurdu en
çok dehşete düşüren ve kendi yetersizliğini ona gösteren etiktir. Etik kavramsal
bir disiplindir; bir değerler sistemine sadakati, soyut prensipleri
anlayabilmeyi ve onları gerçek durumlara ve davranışlara uygulayabilmeyi
gerektirir (en ilkel seviyedeki bazı yetersiz ahlâk emirleri bile böyledir).
Kabiledeki yalnız kurt, değerlerin ilk elden kavramasına sahip değildir. Bunun
hangi bedelle olursa olsun karşılanması gereken bir ihtiyaç olduğunu ve bu
konunun kendisi için numara yapabileceği en zor konu olduğunu hisseder. Ona
yol gösteren ve andan ana veya yıldan yıla bir şeyden diğerine geçen
kaprisler, ona kişinin kendi seçtiği değerlere ömür boyu sadık kalan bir ruh
hâlini algılamasına yardım edemez. Kaprisleri onu bunun tersine iter: Onun herhangi
bir şey veya herhangi bir kişiye sürekli sadakatten kaçınmasını otomatikleştirir.
Kişisel değerler olmaksızın, bir insan hiçbir doğru veya yanlış hissine sahip
olamaz. Kabilesel yalnız kurt tepeden tırnağa bir amoralisttir. (ahlaksız)
Bu tip bir
kişinin tanınması için en açık belirti onun kendisini, davranışlarını veya
çalışmasını hiçbir şekilde herhangi bir standarda göre muhakeme etme yeteneğinde
olmayışıdır. Normal kendini değerlendirme eğilimi bazı soyut fikirlere veya
erdemlere başvurmayı gerektirir örneğin, “iyiyim, çünkü rasyonelim”, “iyiyim,
çünkü dürüstüm”, hatta bir ikinci el fikri olan “iyiyim, çünkü insanlar beni
seviyor”. Söz konusu değer standardan doğru olsun veya olmasın, bu örnekler
esaslı bir ahlâk prensibini, yani kişinin kendi değerlerini kazanmak zorunda olduğunu
vurgulamaktadır.
Amoralistlerin kendini kendine övme
kalıbı şudur: “iyiyim, çünkü ben benim”.
Üç-beş yaşının
ötesinde (yani zihinsel gelişmenin algısal seviyesinin ötesinde) bu bir onur
veya kendine saygı ifadesi değil, fakat tersidir, yani boşluğun bir
ifadesidir;
Herhangi bir
kişisel değer veya erdemi başarma yetersizliğini itiraf eden durağan, tutuk
zihniyetin bir ifadesidir.
Bu eğilimi
psikolojik öznelcilik ile karıştırmayın. Bir psikolojik öznelci kendi
değerlerini tam olarak tanımlayamaz veya bu değerlerin nesnel geçerliliğini
ispatlayamaz; fakat uygulamada (büyük bir psiko-epistemolojik güçlükle de olsa)
bu değerler konusunda çok tutarlıdır ve onlara çok sadıktır. Amoralist, sübjektif değerlere sahip değildir; o aslında hiçbir değere sahip değildir. Tüm
fikirlerindeki aşikâr eğilim şudur: “Bu iyidir, çünkü ben onu seviyorum”,
“Bu iyidir, çünkü onu ben yaptım”, “Bu doğrudur, çünkü ben onun doğru olmasını
istiyorum.” Bu ifadelerdeki “ben” nedir?
Kronik endişenin yönlendirdiği bir hantal.
Bu eğilimin
sıkça rastlanan örnekleri şunlardır: Bazı antik zırvalan yeniden ele alan ve kendisi yazdığı için çalışmasının yeni
olduğunu düşünen bir yazar; yapan kendisi
olduğu için, yaptığı boyamaların bir maymunun kuyruğu tarafından yapılanlardan
üstün olduğunu söyleyen nesnel olmayan bir sanatçı; kendisi sevdiği için
sıradan kişileri işe alan bir işadamı; {kendi
tercih ettiği) bir azınlık tarafından uygulandığında ırkçılığın iyi olduğunu,
fakat bir çoğunluk tarafından uygulandığında kötü olduğunu iddia eden siyasî
“idealist” ve herhangi bir tip çifte standardın savunucusu.
Fakat
ahlâklılığın yerine konan böylesine paçavralar bile sadece bir aldatmadır: Amoralist
“iyiyim, çünkü ben benim” inancına sahip değildir. Bu örtülü politika, onun
ruhunun en derinlerinde bulunan, asla tanımlanamayacak olan “hiçbir şekilde iyi
değilim” inancına karşı onun kalkanıdır.
Aşk değerlere
karşı verilen bir reaksiyondur. Amoralistin gerçek kendini değerlendirmesi onun
sevilmeye (kelimenin akılcı anlamıyla değil), “kendisi için yani sebepsizce sevilmeye” olan anormal
ihtiyacı ile ortaya konmaktadır. James Taggart böyle bir ihtiyacı anlatıyor:
“Hiçbir şey için sevilmek
istemiyorum. Yaptığım veya sahip olduğum veya söylediğim ya da düşündüğüm bir
şeyden dolayı değil, kendim için sevilmek istiyorum. Vücudum veya aklım veya
kelimelerim veya işlerim veya davranışlarım için değil, kendim için sevilmek
istiyorum.” (Atlas Shrugged.)
Karısı “Fakat öyleyse ...sen nesin?” diye sorduğunda onun verecek cevabı
yoktur.
Gerçek hayattan bir örnek: Yıllar önce, bir yazar olan
ve çok akıllı olan, fakat mistisizme meyletmiş, acınacak, hırçın, yalnız ve
çok mutsuz bir kadın tanıyordum. Onun arkadaşlık ve aşk hakkındaki duyguları
James Taggart’ınkilere benziyordu. The
Fountaınhead [Ayn Rand, Hayatın Kaynağı, Çev.: Belkıs Çorakçı
Dişbudak, Plato Film Yayınlan, İstanbul, Mart 2003)] yayınlandığı zaman,
işverenlerini kitabımın yayınlamamasına karar verilmesi durumunda istifa etme
ile tehdit eden editör Archibald Ogden’e çok müteşekkir olduğumu söyledim.
Tuhaf bir kötümser ve onaylamayla bakış ile dinledi ve sonra şunu dedi: “Onun için
müteşekkir olmana gerek yok. Bunu senin için yapmadı. Kendi kariyerini
ilerletmek için yaptı; çünkü onun iyi bir kitap olduğunu düşünüyordu.” Gerçekten dehşete düşmüştüm. Sordum: “Eğer kitabın
işe yaramaz olduğunu düşünmüş olsa ve onun bana bağış olsun diye yayınlanması
için mücadele vermiş olsa, daha iyi bir şekilde davranacağını mı ve benim bu
davranışı tercih etmem gerektiğini mi kastediyorsunuz?” Bana cevap vermedi ve konuyu
değiştirdi. Ondan hiçbir açıklama alamadım. Anlamaya başlamam pek çok yılımı
aldı.
Beni uzunca bir
süre şaşırtan benzer bir olay politikadadır. Yorumcular sık sık bazı
politikacıları ülkenin çıkarını kendi çıkarının (veya partisinin çıkarının)
üstünde tutmaya ve rakipleriyle uzlaşmaya teşvik ederler ve bu tip
cesaretlendirmeler sıradan kişilere değil, itibarlı kişilere yapılır. Bu ne
anlama gelmektedir?
Eğer politikacı fikirlerinin doğru olduğunu
inanıyorsa, uzlaşmaya vardığında ihanet edeceği ülkesidir. Rakibinin fikirlerinin
yanlış olduğuna inanıyorsa, onun zarar vereceği şey ülkesidir. Eğer bu
ikisinden de emin değilse, bu durumda sadece ülke için değil, kendisi için de
görüşlerini gözden geçirmesi gerekir; çünkü fikirlerinin doğru veya yanlış
olması en çok kendisinin kişisel çıkarıyla
ilgilidir.
Fakat bu
faktörler fikirleri ciddîye alan -yani görüşlerini realiteden geliştirilmiş
prensiplerden alan bir kavramsal bilinci gerektirir. Algısal bir bilinç,
fikirlerin herhangi bir kişi için kişisel
önemi olduğuna inanamaz; fikirleri gelişigüzel tercihler olarak, kısa vadeli
amaçlar olarak görür. Bu görüşte, bir insan bazı politikaları yürütmek için bir
kamu makamına seçilmeye çalışmaz; o seçilmek için bazı politikalar savunur.
Durum buysa, neden seçilmek ister ki?
Algısal zihniyetler asla böyle bir soru sormazlar:
Uzun vadeli amaç fikri onların kavrayabilecekleri sınırların ötesindedir. (Bu
tip pek çok politikacı ve pek çok yorumcu vardır; ve bu zihniyet doğru ve
normal kabul edildiğinden, bu durum dünyanın bugünkü kültürünün entelektüel
seviyesini göstermektedir.)
Eğer bir kişi
fikirleri ve prensipleri kendi “kişisel çıkarlarından” sonraya koyarsa, onun
kişisel çıkarları nedir ve kişi bu çıkarları hangi yollarla belirlemektedir?
Eğer çalışmasının amacı (ülkenin doğru
yönetimi) kendisi için hiçbir kişisel çıkar sağlamıyorsa, bir politikacının
kendini mahkûm ettiği anlamsız sıkıcı işe bakın (veya adalet kendisi için
kişisel bir çıkar sağlamıyorsa avukatı ya da bahsettiğim kadın gibi bir
kitabın kendisi için hiçbir nesnel değerinin olmaması durumunda bir yazarı).
Fakat algısal zihniyet değerler veya amaçlar üretemez ve onları kesin şeyler
olarak başkasından almak ve sonra beklenen davranışlarda bulunmak zorundadır.
(Bu tip insanların hepsi kabile yalnız kurtları değildir -bazıları
psiko-epistemolojik derinliklerinde inançlı, şaşkın kabilecilerdir; fakat hepsi
kavramsallaştırma karşıtı zihniyetlerdir.)
“Kendi” üzerine
(ve “kendisi için sevilmeye”) bu kadar önem veren, kabile yalnız kurdu hiçbir
“ben”e ve hiçbir kişisel çıkara sahip değildir, sadece anlık kaprislere
sahiptir. Kendine ait anlık duyarlılıkları olduğunun ve başka da pek bir şeye
sahip olmadığının farkındadır. Kişisel olarak sevdiği veya hayran olduğu
şeylerin manevî (yani entelektüel) değerleri hakkında ne zaman konuşmaya
kalkışsa, ağzından çıkanların sıradanlığı, bayağılığı ve başkalarından alınmış
olma paçavralığı insanı şok eder.
Bir kabile
yalnız kurdu onun “ben”inin onun davranışlarından, işinden, uğraşlarından ve
fikirlerinden ayn olduğunu hisseder. O, tüm bunların bir dış gücün -toplum veya
gerçekler veya maddî evrenbir şekilde ona dayattığı şeyler olduğunu düşünür.
Onun gerçek “ben”inin niteliklerden yoksun tarif edilemez bir kimlik olduğunu
düşünür. Bir şey doğrudur: Onun kendi “ben”i tarif edilemezdir -yani
bulunmamaktadır. Bir insanın “ben”i aklıdır, yani gerçekleri algılayan,
hükümler oluşturan, değerler tercih eden melekesidir. Kabile yalnız kurdu için
“realite” anlamsız bir terimdir; onun metafizik değerleri hayatın bir şekilde
ona karşı olan insanların ve şeylerin bir tezgâhı olduğu ve kendisinin ceset
yığınları üzerinde yürüyeceği şeklindeki kronik duygudan oluşur. Kendini
göstermek için mi?
Hayır, onun bir kenara attığı “ben”inin
bıraktığı kendisini rahatsız eden iç boşluğu gizlemek (veya doldurmak) için.
Trajikomik olan insanoğlunun bir bencillik sembolü olarak gösterilmesi
gerçeğidir. Bu onu, vereceği tahribatı artırmaya teşvik eder: Ona gücünün
ötesinde olduğunu bildiği bir konumdaymış gibi görünmeyi başaracağı ümidini
verir. Bencillik en temelde felsefî bir kavramsal
başarıdır. Kabile yalnız kurdu imajını bir bencillik imajı olarak gösteren kimse sadece kendi aklî
fonksiyonunun algısal olarak çalıştığını itiraf etmektedir.
Ancak
kabileciler ahlâkın tamamen sosyal bir olay olduğunu ve bir kabileye (herhangi
bir kabileye) bağlılığın insanları ahlâklı tutmanın tek yolu olduğunu iddia
etmektedirler. Fakat bir kabilenin uysal üyeleri kabiledeki reddedilmiş kurt
kardeşlerinden daha iyi de değildir, daha ahlâklı da değildir: Onların standardı
“biz iyiyiz, çünkü biz biziz”dır.
“Ben”in terk
edilmesi ve küçültülmesi -ister kabileci ister yalnız kurtçu-tüm algısal
zihniyetlerin belirgin özelliğidir. Bunların hepsi kendine güvenden korkarlar;
sadece kendileri tarafından (yani kavramsal bilinç tarafından) yapılabilecek
işlerin sorumluluğundan korkarlar ve gerçekten bencil bir insanın hayatını
korumakta faydalanacağı iki aktiviteden, yani hüküm verme ve tercihten
kaçmaya çalışırlar. Onlar, iradeye dayalı olarak kullanılan akıldan korkarlar
ve (otomatik olarak çalışan) duygularına güvenirler; (doğuş ortaklıkları olan)
akrabaları (bir tercih konusu olan) arkadaşlara tercih ederler; (verili bir şey
olan) kabileyi (yeni olan) yabancılara tercih ederler; (ezberlenmiş bir şey
olan) emirleri (anlaşılmış şeyler olan) prensiplere tercih ederler; ve her tür
determinist teoriyi, “elimden bir şey gelmez!” şeklinde yakınmalarına imkân
sağlayan her fikri hoş karşılarlar.
Altruızm ahlâkının neden
bir kabile olayı olduğu açıktır. Tarih öncesi insanlar diğer kabilelere karşı
bir kabilenin liderliği ve koruması olmadıkça fiziksel olarak hayatta
kalamazlardı. Altruizmin uygar çağlarda da devam etmesi fiziksel değil, fakat
psiko-epistemolojiktir: Kendi gelişimini durdurmuş, algısal zihniyete sahip
insanlar realiteye karşı kabile liderliği ve “koruması” olmadıkça hayatta
kalamazlar. Kendini feda etme doktrini onları rahatsız etmez: Onlar hiçbir
kendi hissine veya kişisel değer hissine sahip değildir. Kendilerinden feda
etmeleri istedikleri şeyin ne olduğunu bilmezler. Entelektüel dürüstlük,
doğruyu sevmek, kişisel olarak tercih edilmiş değerler veya bir fikre tutkulu
şekilde kendini adama gibi şeyler hakkında hiçbir birinci elden bilgiye sahip
değillerdir. “Bencilliğe” karşı öğütler duyduklarında, reddetmeleri gereken
şeyin bir kabile yalnız kurdunun düşüncesiz, akılsız ve kendi kaprislerine
tapan türden davranışları olduğuna inanırlar. Fakat onların liderleri
-altruizm teoricileri-bunu daha iyi bilmekteydi. Immanuel Kant bunu biliyordu;
John Dewey bunu biliyordu; B. F. Skirıner bunu biliyordu; John Rawls bunu
biliyordu. Bunların hepsinin yok etmeye çalıştıkları şey akılsız hayvan değil,
akıl, zekâ, yetenek, fayda, kendine güven ve kendine saygıdır.
Bugün korkunç
bir olaya şahitlik etmekteyiz: Tarih öncesi vahşilik ahlâkının egemen olduğu
muhteşem bir bilimsel uygarlık. Bunu mümkün kılan olay “bölmelere ayrılmış”
akılların bölünmüş psiko-epistemolojisidir. Bunun en iyi örneği insan
irrasyonelliğine karşı korunmayı ümit ederek ve fikir meydanlarını akıl
düşmanlarına bırakarak fiziksel bilimlere (veya teknolojiye veya sanayiye
veya ticarete) kaçmış olan insanlardır. Bu gibi sığınmacılar insanoğlunun en
iyi beyinlerinden bazılarını içerir. Fakat böyle bir sığınma mümkün değildir.
Çalışmalarında kavramsal entegrasyon ve akılcı düşünme hünerlerini kullanan bu
insanlar hayatlarının tüm diğer alanlarında, bilhassa beşerî ilişkilerde ve
sosyal konularda çaresiz şekilde kavramsallaştırma karşın olmaktadırlar. (Örneğin Einstein’ın bilimsel başarılarını
onun politik görüşleri ile karşılaştırın.)
İnsanların
ilerlemesi uzmanlaşma gerektirir. Fakat işbölümü yapmış bir toplum akılcı bir
felsefesi olmadıkça -bir insan aklını insan olacak şekilde, yani kavramsal olacak
şekilde eğitmek olan temel prensipler için sağlam bir temel bu toplumun amacı
olmadıkça yaşayamaz.
Sh:77-85
17Şubat 1960’da Yale Üniversitesi’nde, Nisan
1960da Brooklyn College’de ve 5 Mayıs 1960 da Columbia Üniversitesi’nde
verilen bir konferanstır.
Benden modern
dünyada neyin yanlış olduğu sorusunu tek cümle ile cevaplamamı isterseniz,
dünyanın kritik problemleri için hiç bu kadar gürültülü şekilde cevap
istemediğini ve dünyanın daha önce hiçbir cevabın mümkün olmadığı inanışına
kendini bu kadar çılgınca vermemiş olduğunu söylerim.
Bu çelişkinin
tuhaflığına ve çağımızın tuhaf duygusal atmosferine dikkat edin. Tarihte,
problemlerin varlığını inkâr etmelerinden, kendilerini hiçbir şeyin tehdit
etmediği şeklinde davranmalarından ve yaklaşan tehlikeden bahseden herkesi
itham etmelerinden dolayı insanların cevaplar bulamadığı dönemler olmuştur.
Bu, çağımızın egemen tutumu değildir. Bugün, felaket ilân eden sesler öylesine
moda bir zırvadır ki, bunların monoton ısrarı insanları duyarsız kalmaya meyilli
hâle getirmektedir. Bilinçli ya da bilinçsiz biçimde, akla veya duyguya dayalı
olarak, bugün çoğu insan, dünyanın berbat bir durumda olduğunu ve mevcut
duruma daha uzun bir süre devam edemeyeceğini bilir.
Problemlerin
varlığı kabul edilmektedir; ancak bizim sözde entelektüel liderlerimizden
anlamsız genel sözler ve utanç verici kaçamak cevaplardan başka bir şey duymamaktayız.
İster felsefî eserlere, ister entelektüel dergilere, ister gazete
başmakalelerine, ister her iki partinin siyasî konuşmalarına, nereye
bakarsanız bakın iki karakteristik özellik içeren aynı zihniyeti bulursunuz;
bayatlık ve üstünkörülük. İnsanlar konuşmaya (ve dikkatli bir şekilde hiçbir
şey söylememeye) ısrar ediyor görünüyorlar. Bugünün entelektüel
söylemlerindeki kaçamaklık, sıkıcılık ve gri tondaki uyumculuk -sansür olmadığı
hâlde-sansür alandaki insanların söylemlerini çağrıştırmaktadır. Çaresizlik
ve can sıkınası niteliklerinin böylesine ucube bir birlikteliğiyle karakterize
edilen bir çağ asla olmamışa.
Bu durumun,
cevapları bulmak için ellerinden gelenin en iyisini yapmış, fakat başarısız
olmuş insanların dürüstçe tükenişi olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat onurlu,
çaresiz bir vazgeçme şerefi kesinlikle çağımızın duygusal atmosferi değildir.
Onurlu bir vazgeçme, arayış içinde olma tavırlarıyla aynı eskimiş lafları bir
daha ve bir daha tekrarlamayla sunulamaz veya ifade edilemez. Hiçbir cevap
bulamayacağını dürüstçe anlamış bir kişi cevaplar arıyormuş gibi görünme
ihtiyacı hissetmezdi.
Bu sorunun
cevabının bugünkü, ahlâkı küçümseme karakterimizde yattığını ve insanların
gerçekten umursamadıkları için cevaplar bulamadıklarını söyleyebilirsiniz. İnsanların
bugün ahlâkı küçümsedikleri doğrudur; fakat bu sebep değil, sadece bir
belirtidir. Bugünün ahlâk hor görücülüğü kötülüğe özel bir meyle sahiptir; biz
umursayan ahlâk hor
görücüleriyle uğraşıyoruz ve hayatlarımızın çirkin sırlan onların umursadığı ve
aradığı şeylerde yatmaktadır.
Çağdaş dünyanın
entelektüel durumu hakkındaki ve 20. yüzyıla has olan ve onu diğer kültürel
kriz dönemlerinden ayırt eden gerçek şudur: İnsanlar problemlere cevaplar
peşinde değildir, fakat hiçbir cevabın olmadığına ilişkin bir rahatlamanın peşinde
koşmaktadırlar.
Bir zamanlar bir
arkadaşım bugünkü tavırları İncil’den alıntı yaparak şöyle açıklamıştı: “Affet beni Baba, ne yaptığımı bilmediğim
için ve lütfen bana söyleme.”
Çağdaş
entelektüellerin probleme nasıl cafcaflı bir şekilde çözümler aradığını -ve
geçmişte veya bugün bir çözüm yolu sunan herhangi bir teori veya fikrin
varlığına nasıl çabucak saldırdığını-gözleyin. Bu çağdaş rölativistlerin
-entelektüel hoşgörü, açık fikirlilik ve mutlak-karşıtı amentüleri ile bilgiye
sahip olduklarını iddia eden herkesi eleştiren bir dogmacıya dönüşmelerini
izleyin. Onların kesinlik dışında her şeyi hoş gördüklerini (ve değerler
dışında her şeyi onayladıklarını) gözleyin. Onların, insanları sevdiklerini
iddia ettiklerini ve katiller, ayyaşlar, uyuşturucu bağımlıları ve psikozlu
kişilerle ilgili her türlü edebî çalışmalara, sevdikleri nesnenin tükenişine
dair herhangi bir tiyatro oyununa sempatiyle ağızlarının suyu akarak
yaklaşmalarını -ve herhangi bir kişi insanoğlunun bozulmuş olmadığını iddia ettiğinde öfkeyle
çığlık atışlarını-gözleyin. Bunların insan sıkıntılarına acımalarıyla yönlendirildiklerini
ve insanların sıkıntı çekmek zorunda olmadıkları
yönündeki herhangi bir öneriye hiddetle kulak tıkamalarını gözleyin.
Bugün çağdaş
entelektüelleri arasında gördüğünüz şey militan kuşku, ayaklanan ahlâk
düşmanlığı, dogmatik bilinemezcilik,* övünerek kendini alçaltma ve kendini
doğru gören ahlâk bozukluğu şeklindeki acayip manzaradır. Bugünün
mutlak-karşıtlarının iki mutlağı, ihmalciliğin bilgili olduğunu iddia etmesi
ve ahlâksızlığın ahlâkî hükümlerden bahsetmeyi içerdiği gerçeğidir.
* Bilinemezcilik
(Agnosticism): “Varoluşun niteliğine ilişkin temel sorunların cevaplarının
bilinemezliğini; ayrıca herkesin kabul ettiği ve aynı anlamı yükleyip, aynı
değeri verdiği türden bir bilgi elde etmenin mümkün olmadığını savunan görüş.”
Niçin insanlar şimdi
çöküşün, karanlığın, tükenişin ve nihaî felaketin kaçınılmaz olduğuna inanmaya
sarılmak istiyorlar?
İşte, psikologlar size bir insanın nevroz
asabiyetinden muzdarip olduğunda, korkusunu kendisine açıklayan herhangi bir
bahaneye yapıştığını ve mantık, akıl, realite veya tehlikenin ortadan
kaldırılabileceğine dair onu temin eden herhangi bir argümana karşı çıkarken,
bu bahaneye sarıldığını söyleyecektir. Onun ortadan kaldırılmasını istemez, çünkü bahane onun korkusunun
gerçek sebebini, yüzleşmeye cesaret edemediği sebebini kendisinden gizlemek
için bir kalkan görevi görür.
Bayanlar ve
Baylar, bugün gördüğünüz şey bir kültürün tümünün nevroz asabiyetidir.
İnsanlar karşılaştıkları tehlikeyi ortadan kaldırmak için herhangi bir cevap
bulmayı istememektedirler: Tüm istedikleri, tüm aradıkları bağırmak için bir
bahanedir: “Kendimi tutamadım!”
Eğer bazı
yüzyıllar baskın karakterleriyle tanımlansalardı (Akıl Çağı veya Aydınlanma
Çağı gibi) bu durumda bizimkisi Kabahat
Çağı olurdu.
İnsanlar
neyden korkarlar ve kendilerini neyden suçlu hissederler?
Onlar
kültürlerinin iflas etmiş olduğunun ilân edilmemiş bilgisinden korkarlar.
Suçlu hissederler; çünkü kültürlerini iflasın eşiğine kendileri getirmiş
olduklarını ve yeni bir başlangıç yapma cesaretine sahip olmadıklarını
bilirler.
Geride kalan
yüzyıllarda sürdürdükleri geleneksel kaçamaklar için artık çıkmaz sokağa
girmiş oldukları bilgisinden ve Batı medeniyetinin çelişkilerinin kendilerini
yakalamış olduğu, artık hiçbir ara yol uzlaşmasının işe yaramayacağı ve bu
çelişkileri köklü bir tercih yapma yoluyla çözme sorumluluğunun şimdi bugün
kendi omuzlan üzerinde olduğu bilgisinden korkarlar. Temel fikirlerimizi
gözden geçirmek zorunda olduğumuz, aksi hâlde çözülmemiş çelişkilerin bedelini
mahvolmak şeklinde ödemek zorunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmemek için
savsaklayıcı davranırlar.
İnsanoğlunun
yüzlerce yıl sarıldığı ve şimdi çökmüş olan üç değer şudur: Mistisizm,
kollektivizm, altruizm. *
* Diğerkâmlık
(Altruism): “Kendisini diğer insanlar için feda etmekten mutluluk duyma;
başkalarının yararının söz konusu olduğu yerde, kendi çıkarından vazgeçme
anlayışı.”
Bir kültürel güç
olarak mistisizm Rönesans döneminde ölmüştür. Bir siyasî fikir olarak
kollektivizm II. Dünya Savaşı döneminde öldü. Altruizme gelince, o hiç yaşamadı.
O batı medeniyetinin kanındaki ölümcül zehirdir ve insanoğlu ancak ona
inanmadığında veya onu uygulamadığında hayatta kalabilmiştir. Fakat o yine de
insanları yakaladı. Ve o şimdi insanların karşı karşıya gelmek ve yenmek zorunda
oldukları katildir. O, insanların tercih yapmak zorunda oldukları asıl konudur.
Eğer bir medeniyet hayatta kalacaksa,
insanların reddetmesi gereken şey altruizm ahlâkıdır.
Bazılarınız
benim bundan sonraki cümlemi tanıyacaksınız. Evet bu bir ahlâk krizi çağıdır.
Evet, siz kötü olmanızın cezasını çekiyorsunuz. Ahlâk sisteminiz zirvesine,
yani yolun sonundaki çıkmaz sokağa ulaştı. Ve eğer yaşamaya devam etmek
istiyorsanız, şimdi ihtiyacınız olan şey ahlâklı olmaya geri dönüş değil, ahlâklı olmayı keşfetmektir.
Ahlâk nedir?
O insanın tercihlerini -hayatının amacını ve gidişatını belirleyen tercihler ve
hareketlerini belirleyen değerler sistemidir. Ahlâk insanın, sayesinde neyin
doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiği bir sistemdir.
Altruizmin temel prensibi insanın kendisi için
varolma hakkının olmadığı, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek
gerekçesi olduğu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlâkî görev,
erdem ve değer olduğudur.
Altruizmi
nezâket, iyi niyet veya başkalarının haklarına saygı duyma ile karıştırmayın.
Bunlar aslî ilkeler değil, aslında altruizmin imkânsız kıldığı sonuçlardır.
Altruizmin indirgenemez gerçeği, temel mutlağı -kendini kurban etme, kendini
reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen “ben”i kötülük
standardı, ben dışındakileri ise iyilik standardı olarak görme anlamına gelen
kendini feda etmedir.
Bir dilenciye on
sent vermeniz veya vermemeniz gibi yüzeyselliklerin ardına sığınmayın. Konu bu
değildir. Konu dilenciye bu on senti vermedikçe, varolmaya hakkınızın olup
olmadığıdır. Konu, size gelip
gelmemeye kendisi karar verebilen bir dilenciden hayatınızı on sent, on sent
satın almaya devam edip etmeyeceğinizdir. Konu başkalarının
ihtiyaçlarının sizin hayatınızda ve varlığınızın ahlâkî amacındaki ilk ipotek
olup olmadığıdır. Konu insanın kurbanlık bir hayvan olarak görülüp
görülmeyeceğidir. Kendisine saygısı olan herhangi bir kişinin cevabı “Hayır”
olacaktır. Altruizmin cevabı ise, “Evet” olacaktır.
Altruizmin
ahlâkını yok eden ve onun tahammül edemediği bir kelime -tek bir kelime
vardır: “Niçin”, insanlar
niçin başkaları için yaşasın?
İnsan niçin
kurbanlık bir hayvan olsun?
Bu, niçin
iyi bir şey olsun?
Bunun için akla dayanan hiçbir dünyevî sebep
yoktur, ve bayanlar baylar, tüm felsefe tarihinde hiçbir mantıklı dünyevî cevap asla
verilmemiştir.
Bunun
ahlâkçıların yanına kâr kalmasını sağlayan sadece mistisizmdir. Bunun için
gösterilen gerekçe, daha doğrusu bir gerekçe gösterme ihtiyacından kaçmak için
başvurulan tek şey dünyevî olmayan, doğaüstü ve irrasyonel olan mistisizmdir.
İrrasyonel olan bir şeyde gerekçe aranmaz, o sadece inançla kabul edilir. Çoğu
ahlâkçının -ve onların birkaç kurbanının fark ettiği şey mantık ve altruizmin
birbiriyle uyuşmayan şeyler olduğudur. Ve Batı medeniyetinin temel çelişkisi
budur, yani akla karşı altruizm. Bu eninde sonunda çıkması mutlak olan bir
çatışmadır.
Tabiî ki,
gerçek çatışma akla karşı mistisizm çatışmasıdır. Fakat altruizm ahlâkı
olmasaydı, mistisizm Rönesans’ta öldüğünde Batı kültürünü taciz eden vampiri
bırakmazcasına ölürdü. Bir vampir mezarından sadece gece -yani sadece
karanlıkta-çıkan ve canlıların kanını emen ölü varlıktır. Altruizme uygulanan
tanımlama kesinlikle doğrudur.
Batı medeniyeti
-Antik Yunan aracılığıyla-aklın çocuğu ve ürünüdür. Diğer tüm medeniyetlerde,
akıl daima mistisizmin kölesi olmuştur. Sonuçları gözlemleyebilirsiniz.
Yetersizce, eksik şekilde, istikrarsızca ve nadir aralıklarla da olsa mantığın
hâkim olduğu sadece Batı kültürüdür. Bunun sonuçlarını görebilirsiniz.
Mistisizme karşı
akıl çatışması bir ölüm veya yaşam, özgürlük veya kölelik, ilerleme veya
durağan ilkellik konusudur. Ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse,
bilinçlilik-bilinçsizlik çatışmasıdır.
Akıl, insanın
duyularıyla sağlanan materyali alan, tanımlayan ve entegre eden melekedir.
Akıl, insanın algılamalarını soyutluklar ve kavramlar yoluyla entegre ederek
insanoğlunun bilgi seviyesini hayvanların da sahip olduğu algısal düzeyden,
sadece kendisinin ulaşabileceği kavramsal
düzeye çıkarır. Aklın bu işlemde kullandığı metod mantıktır ve mantık çelişkili olmayan tanımlama sanatıdır.
Mistisizm, kişilerin duyulan ve aklının
dışında olan veya onlara karşı olan, kanıtsız veya delilsiz iddiaların kabul
edilmesidir. Mistisizm, “içgüdü”, “içine doğma”, “ilham gelmesi” veya herhangi
bir tip “öylesine biliyor olma” gibi bazı duyusal olmayan, akıldışı, tanımlanamayan,
belirsiz bilgilere sahip olma iddiasıdır.
Akıl
realitenin algılanmasıdır ve tek bir aksiyoma dayanır: Kimlik kanunu.
Mistisizm,
-içinde yaşadığımız realite dışında olan-tek tanımlaması doğal olmama olan bir başka realite iddiasıdır.
Mistisizm doğa üstüdür ve bir tür doğal olmayan, doğaüstü yolla algılanır.
Tabiî,
epistemolojinin -bilgi teorisinin-tek bir konferansta tamamen ele alınamayacak
en karmaşık felsefe dalı olduğunun farkındasınızdır. Bu nedenle, onu anlatmaya
kalkışmayacağım. Sadece daha derli toplu bir tartışma isteyenlerin onu Atlas Sbrugged da bulabileceklerini
söyleyeceğim. Buradaki tartışma için, size verdiğim tanımlamalar kimin
teorisini, argümanını veya felsefesini kabul ederseniz edin konunun özünü içermektedir.
Bir defa daha tekrarlıyorum:
Akıl insan duyularınca
sağlanan materyali algılayan, tanımlayan ve onu işleyen melekedir. Mistisizm duyusal olmayan bir bilgi elde etme
yolu iddiasıdır.
Batı
medeniyetinde mistisizm ile yönetilen dönem Karanlık Çağlar ve Orta Çağlar
olarak bilinir. Bu dönemin özelliğini ve bu çağlardaki insan varlığının durumunu
bildiğinizi varsayıyorum. Rönesans, mistiklerin hükümranlığını bozmuştur.
“Rönesans” “yeniden doğuş” demektir. Bunun insan aklının, insan düşüncesinin yeniden doğuşu olduğunu söylemeye
gerek yoktur.
Daha sonra
gelişen olayların ışığında -bilhassa da sanayi devrimi ışığında-şimdi hiç
kimse inancı veya dini ya da ilhamı veya herhangi bir mistisizm şeklini Orta
Çağ’da olduğu gibi varoluş için asıl ve tek rehberi olarak alamaz. Bu durum
Rönesans’ın herkesi otomatikman akılcı olmaya dönüştürdüğü anlamına gelmez,
insan böyle olmaktan çok uzaktır. O, sadece şu anlama gelir: Tek bir otomobil,
bir gökdelen veya Aristo’nun Logic
kitabının tek kopyası kaldığı müddetçe hiç kimse akıllarını terk ederek ve mistik
inanca güvenmelerini söyleyerek insanların ümitlerini, istekliliğini ve zevk
duydukları şevklerini uyandıramaz. Bu sebeple mistisizmin kültürel bir güç
olarak ölü olduğunu söyledim. Bugünkü mistik canlanma girişimlerinde
mistiklerin hayata, umuda veya memnuniyete değil, fakat korku, yok oluş ve
çaresizliğe yöneldiğine dikkat edin. “Pes edin,
aklınız yetersizdir, hayat sadece bir sığınaktır” şeklindeki söylemler bir kültürü
canlandıramaz.
Şimdi bana eğer
dünyanın bugünkü durumundan en çok sorumlu olan kişinin, Rönesans’ın
kazanımlarını yok etmede neredeyse başarılı olmuş kişinin adını vermemi
isterseniz size Immanuel Kant’ın adını veririm. O, altruizm ahlâkını kurtarmış
olan ve bu ahlâkın aklın elinden kurtarılması gerektiğini bilen bir filozoftu.
Bu sadece bir
hipotez değildir. Kant’ın felsefeye olan ilgisinin ve felsefedeki amacının
misdk bir temeli olmaksızın ayakta duramayacak olan altruizm ahlâkını kurtarmak
olduğu bilinen bir tarihsel gerçektir. Kant’ın metafiziği ve epistemolojisi bu
amaç için geliştirilmiştir. Tabiî ki, Kant kendini bir mistik olarak ilân
etmemişti, zaten Rönesans’tan beri böyle yapan da pek olmamıştır. O kendini
aklın katıksı aklın şampiyonu
olarak göstermiştir.
Bir kavramın
etkisini yok etmenin iki yolu vardır: Birincisi açıkça tartışma ile ona
saldırmak, diğeri içerden saldırarak zayıflatma yoluyla, yani kavramın anlamını
zayıflatma yoluyla, samandan bir kukla yapıp, onun yanlışlığını ispatlamak.
Kant İkincisini yapmıştır. Akla saldırmamış -sadece karşılaştırma yoluyla
mistisizmin düzgün, rasyonel sağduyu gibi görünmesini sağlayan bir akıl
versiyonunu inşa etmiştir. Aklın geçerliliğini reddetmemiş -sadece aklın
“sınırlı” olduğunu, bizi dayanılmaz çelişkilere götürdüğünü, bizim
algıladığımız her şeyin bir illüzyon olduğunu ve bizim realiteyi veya “olayları
olduğu gibi” asla algılayamayacağımızı iddia etmiştir. Aslında o,
algıladığımız şeylerin biz onları algıladığımız için gerçek olmadığını iddia etmiştir.
Saman kukla,
Kant’ın epistemoloji sistemi gibi müthiş can sıkıcı bir tezgâh için kullanılan
tuhaf bir benzetmedir. Fakat yine de o tam bir saman kukla gibiydi ve bunların
ardından gelen şüpheler, belirsizlikler ve kötümserlikler -insanın her hangi
bir şeyi bilemeyeceği kötümserliği-aslında insan bilinci için geçerli değildi;
çünkü Kant’ın robotunun temsil ettiği şey bir insan bilinci değildi. Fakat
felsefeciler onu bu şekilde anlamışlardır. Ve onlar aklın devre dışı
bırakılması nedeniyle gözyaşı dökerken, aklın felsefe sahnesinden tamamen
atıldığını ve tartışmakta oldukları melekenin akıl olmadığını anlamadılar.
Hayır, Kant aklı
yıkmadı. O sadece başka hiç kimsenin yapamayacağı kadar başarılı bir şekilde
aklın altını oydu.
Şu anki
felsefelerimizin -pragmatizm, mantıksal pozitivizm ve var olduğunuzu ispat edemeyeceğinizi mutlu bir şekilde
ilân eden neo-mistiklerin diğer tüm felsefeleri gibi-köklerini araştırırsanız
bunların hepsinin Kant’tan türediğini göreceksiniz.
Altruist ahlâkın
Kant versiyonuna gelince, Kant bu ahlâkın -özel bir görev içgüdüsüne, “kesin buyruğa”* dayanması hariç ilhamdan
değil, “saf akıldan” türediğini iddia etmiştir. Kant’ın ahlâk versiyonu bir
Hristiyan’ı sağlıklı, neşeli, yardımsever bir bencillik sistemine sahipmiş gibi
göstermektedir. Hristiyanlık insanlara sadece komşularını kendisi kadar
sevmesini söylemiştir; bu tamamen rasyonel değildir -fakat en azından insanın
kendini sevmesini yasaklamamıştır. Kant’ın önerdiği şey tam bir sefillikle
kendini hiç düşünmemeydi: Kant bir davranışı ancak bir görev hissiyle yaparsanız
ve ondan maddî veya manevî herhangi bir fayda elde etmezseniz onun ahlâkî
olduğunu savunmuştur; eğer bir fayda elde ederseniz davranışınız artık ahlâkî
değildir. Bu durum insanın kendini bir “shmoo” hâline -Li’l Abner
karikatüründe, birisinin kendisini yemesi isteğiyle etrafta dolaşan küçük, mistik
bir hayvan dönüştürme isteğinin en açık şeklidir.
* Kesin Buyruk (Categorical
imperative). Kant’ın ahlâk anlayışına göre, bireylerin eylemlerinin belirli,
somut sonuçlara yönelmesi değil, ahlâkın temel ilkelerine, Kant’ın tâbiriyle
kesin buyruğa uyması önemlidir. Kantçı ahlâkın tek kategorik emperatifi vardır
ve o da şudur: “Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin
maksime göre eylemde bulun.” Diğer bütün ödev buyrukları bu ilkeden (buyruktan)
türetilir. Kant’ın bu kavramı ve ayrıca bu düşünürün liberalizmle ilişkisi
konusunda daha geniş bilgi için bakınız: Atilla Yayla, Liberalizm, Liberte Yayınlan, Ankara,
1998, s. 142-3
Bugün genelde
kabul edilen, fakat suçlu bir şekilde kabul edilen, fakat uygulanamayan -onu
kim uygulayabilir ki?
Kant
versiyonu altruizmdir. Kant’ı hiç duymamış insanların kendi çıkarlarını
kötü bir iş olarak gördüklerinde ortaya koydukları Kant versiyonu altruizmdir.
İnsanların herhangi bir kişisel memnuniyet, kazanç veya motivasyon peşinde
koşmayı kabul etmekten korktukları zaman, insanlar kendi mutluluklarını
aradıklarını itiraf etmekten korktukları zaman, iş adamlarının kâr etmekte
olduklarını söylemekten korktukları zaman, ileri düzeyde bir diktatörlük
rejimi kurbanlarının kendi “bencil” haklarından bahsetmekten korktukları zaman,
işbaşında olan Kant versiyonu altruizmidir.
Kant’ın ve tüm altruist ahlâkın en güzel eseri Sovyet
Rusya’dır.
Eğer fikirlerin
gücü ve bilhassa ahlâkın gücü konusunda ikna olmak isterseniz, 19. yüzyıl
entelektüel tarihi incelemek için iyi bir örnek olacaktır. En muhteşem, daha
önce benzeri görülmemiş ve hayal dahi edilmemiş olaylar ve başarılar insanların
gözlerinin önünde gerçekleşiyordu; fakat insanlar bugüne kadar da olduğu gibi
onları görmediler ve anlamadılar. Sanayi devriminden, Amerika Birleşik
Devletleri’nden ve kapitalizmden bahsediyorum. Tarihte ilk defa, insan fiziksel
tabiat üzerinde kontrolü sağladı ve insanın insan üzerindeki tahakkümünü
ortadan kaldırdı -yani insanlar bilimi ve siyasal özgürlüğü keşfetti. Yaratıcı
enerji, bolluk, zenginlik, nüfusun her
tabakası için yaşam standardı artışı, insan tarihinin büyük kısmındaki
sıkıntılı ilerleme ile karşılaştırıldığında 19. yüzyılı bir kurgu ütopyası,
gözleri kör edici bir gün ışığı patlaması gibi gösterecek şekildeydi. Eğer dünyadaki
yaşam bir kişinin değer standardı ise bu durumda 19. yüzyıl insanoğlunu diğer
yüzyılların hepsinin toplamından daha fazla ilerletmiştir.
Bunu kimse
takdir etti mi?
Şimdi kimse
takdir ediyor mu?
Hiç kimse bu
tarihî mucizenin sebeplerini tespit etti mi?
Hayır. Peki
onlan kör eden şey neydi?
Bunu
açıklayayım. Temelde 19. yüzyıldaki ilerlemenin sadece iki sebebi vardır. Ve
aslında bu iki sebep insanlık tarihi boyunca herhangi bir mutlu, faydalı,
ilerlemeci çağda bulunmaktadır. Bu sebeplerden biri psikolojik, diğeri ise
varoluşla ilgilidir -başka bir ifadeyle, birisi insan bilinciyle, diğeri ise
onun varoluşunun fiziksel durumuyla ilgilidir. Bunlardan ilki akıl., İkincisi ise özgürlüktür. Ve ben “özgürlük” derken
“yoksulluktan özgür olmak”, “korkudan özgür olmak”, “geçim sağlama
ihtiyacından özgür olmak” gibi şiirsel şapşallığı kastetmiyorum, baskıdan özgür olmayı, fiziksel güce
dayalı idareden özgür olmayı kastediyorum; ki bunun anlamı siyasî özgürlüktür.
Bu ikisi -akıl
ve özgürlük-birbirlerinin sonuçlarıdır ve ilişkileri karşılıklıdır: insanlar
akılcı olduklarında özgürlük kazanır; insanlar özgür olduklarında ise akıl.
Bunların zıtları
inanç ve kuvvettir. Bunlar da aynı şekilde
birbirlerinin sonuçlarıdır: Tarihte mistisizmin egemen olduğu her dönem bir devletçilik,
diktatörlük, zulüm çağıydı. Orta Çağ’a bakınız -ve bugünün politik sistemlerine
bakınız.
19. yüzyıl
Rönesans’ın ve Akıl Çağı’nın yani baskın şekilde bir Aristo felsefesinin
entelektüel eğiliminin nihaî sonucu ve dışavurumuydu. Ve tarihte ilk olarak,
19. yüzyıl politik özgürlüğün gerekli bir sonucu olarak yeni bir ekonomik
sistemini, yani serbest piyasa içinde bir serbest ticaret sistemini, yani
kapitalizmi yaratmıştır.
Hayır, o -olması
gerektiği gibi-tam, mükemmel, uyduruk olmayan, tamamen laissez-faire
[hükümetin sanayi ve ticaret işlerine müdahale etmemesi prensibi. ] kapitalizmi
değildi. Çeşitli derecelerde hükümet müdahaleleri ve hâkimiyeti ABD’de bile kalmışta
ve bu, kapitalizmin en sonunda çökmesine yol açmış olan şeydir. Fakat bazı
ülkelerin özgür kalma dereceleri onların tam olarak ekonomik ilerleme
derecesiydi. En özgür olan ABD en fazla şeyi başarmıştı.
Kapitalizmin ilk
yıllarındaki düşük ücretler ve olumsuz yaşam şartlarına asla takılmayın. Bu
durumlar, o zamanın ulusal ekonomilerinin gücünün yetebildiği en iyi durumlardı.
Kapitalizm fakirlik yaratmamıştır -onu miras almıştır. Kapitalizm öncesi açlık
yüzyılları ile karşılaştırıldığında, kapitalizmin ilk yıllarındaki fakirlerin
yaşam şartları onların o zamana kadar hayatta kalabilmek için sahip oldukları
ilk şanstı. Bunun kanıtı, daha önceki yüzyıl başına %3 civarında olan nüfus
artışıyla karşılaştırıldığında, 19. yüzyılda Avrupa nüfusundaki %300’lük büyük
artış oranıdır.
Peki bu neden
fark edilmemiştir?
İnsanoğlunun gerçekten
muhteşem velinimeti kapitalizm eskiden ve bugün neden kızgınlık, itham ve
nefretten başka bir şeyle anılmamaktadır?
Kapitalizmin
sözde savunucuları neden eskiden ve bugün onun adına özür dilemeyi sürdürmektedirler?
Çünkü bayanlar
ve baylar, kapitalizm ve altruizm birbiriyle uyuşmamaktadır.
Bu konuda
yanılmayın, ve onu cumhuriyetçi arkadaşlarınıza da söyleyin: Kapitalizm ve
altruizm aynı kişide veya aynı toplumda birlikte bulunamaz.
Bunu,
kapitalizmi “kamu çıkan” veya “genel refah” veya “topluma hizmet” ya da
fakirlere sağladığı fayda açısından haklı çıkarmaya çalışanlara anlatın.
Bunların hepsi doğrudur; fakat hepsi kapitalizmin -hedefi, amacı veya ahlâkî
bakımdan haklılaştırılması değil yan ürünleridir; ikincil sonuçlarıdır.
Kapitalizmin ahlâkî haklılığı insanın ne kendisini başkalarına, ne de
başkalarını kendisine feda etmeden kendisi için varolmaya hakkının olmasıdır;
o, insanın -her insanın-diğerlerinin amaçlarına ulaşma yollan değil, başkasının
ihtiyaçlarına hizmet eden bir kurbanlık hayvan değil, kendi başına bir amaç
olduğunun tanınmasıdır.
Bu, kapitalizmin
işlevinde mündemiçtir; fakat şu ana kadar ahlâkî terimlerle hiçbir zaman açık
bir şekilde ifade edilmemiştir. Niçin edilmemiştir?
Çünkü bu, insanların bugüne kadar karşı
çıkmaktan korktuğu altruizm ahlâkına tümüyle karşı olan bir ahlâkın temelidir.
Burada
insanoğluna trajik, anlamı saptırılmış bir övgü söz konusudur: Tüm
irrasyonelliklere, tutarsızlıklara, iki yüzlülüklere, kaçamaklara rağmen,
insanların çoğu temel konularda ahlâkî
açıdan doğru olma hissi olmadıkça harekete geçmeyecektir ve
kendilerinin kabul etmiş oldukları ahlâka karşı çıkmayacaklardır. Onu ihlâl
edecekler, onun üzerinde hile yapacaklar, fakat ona karşı çıkmayacaklardır;
onu ihlâl ettiklerinde kendilerini suçlayacaklardır. Ahlâkın gücü tüm
entelektüel güçler içinde en büyük olanıdır -ve insanoğlunun trajedisi
insanların kabul ettiği kısır ahlâk sisteminin, aralarındaki en iyi kişilerin aracılığıyla
kendilerini yıkmasında yatmaktadır.
Altruizm onların ahlâk ideali olduğu
müddetçe, insanlar kapitalizmi ahlâksız görmek zorundaydı; kapitalizm
başkalarına hizmet ve feragat prensipleriyle kesinlikle çalışmaz, çalışamaz.
Bu, 19. yüzyıl entelektüellerinin çoğunun kapitalizmi bu dünyanın âdi, sönük,
maddî gereksinimi olarak görme ve doğaüstü ahlâk ideallerine can atmalarının
sebebiydi. Başlangıçtan itibaren kapitalizm sessizlik içinde, hakkı teslim
edilmeksizin ve savunulmaksızın (ahlaken
savunulmaksızın) başarılarının ihtişamını gözler önüne sererken, gittikçe
artan sayıda entelektüel yeni bir rüyaya, sosyalizme ilerliyordu.
Kapitalizmin
başarısızca savunulmasının küçük bir örneği, onun çok ünlü savunucuları
tarafında verilmektedir; İngiliz sosyalisderinin (Fabianların) John Stuart
Mili ve Jeremy Bentham’ın öğrencileri ve hayranları olduğunu ifade edelim.
Sosyalistler
kendi açılarından belli bir mantık tipine sahipti: Eğer herkesin herkes için
ortaklaşa kendini feda etmesi ahlâkî ideal ise, bu durumda sosyalistler burada,
bu dünyada bu ideali gerçekleştirmek istemişlerdi. Sosyalizmin işe yaramayacağı
veya yarayamayacağı argümanları da onları durdurmadı: Altruizm de asla işe
yaramamıştır; fakat bu durum insanların durup, onu sorgulamasını
sağlamamıştır. Bu tip soruları ancak akıl
sorabilir -ve onlara her zaman aklın
ahlâkla ilgisi olmadığı, ahlâkın aklın ilgi alanı dışında olduğu, hiçbir
rasyonel ahlâk tanımlanması yapılamayacağı söylenmiştir.
Sosyalizmin
ekonomi teorilerindeki yanılgılar ve çelişkiler bugün olduğu kadar 19.
yüzyılda da tekrar tekrar ifşa edilmiş ve bu teoriler çürütülmüştü. Fakat bu
hiç kimseyi durdurmadı ve durdurmuyor: Bu bir ekonomi meselesi değil, ahlâk
meselesidir. Entelektüeller ve sözde idealistler sosyalizmi işe yarar yapmaya
kararlıydı. Nasıl?
İrrasyonellerin o meşhur metoduyla: Bir şekilde.
Gidişatı politik
özgürlük yönüne çeviren ve mutlak devlet, totaliter hükümet idaresi, hükümetin
uygun gördüğü şekilde vatandaşlarının hayatlarını kontrol etme hakkı konusundaki
doktrinleri yeniden hayata geçiren, büyük iş patronları, sendikalar ve çalışan
sınıf değil, entelektüellerdi. Bu kez o “kralların
İlâhi hakları” adına değil, kitlelerin kutsal hakkı adına idi. Temel
prensip aynıydı: Hükümet mekanizmasının kontrolünü ele geçirmiş olan kişinin
ahlâk doktrinlerini silah zoruyla dayatma hakkı.
İnsanların
birbiriyle anlaşmasının iki yolu vardır: Silahlar ve mantık. Güç veya ikna
etme. Mantık yoluyla kazanamayacağını bilenler daima silaha başvurmuştur.
Bayanlar ve Baylar,
sosyalistler rüyalarını gerçekleştirdiler. Rüyalarını 20. yüzyılda üç kez
yaşadılar ve daha düşük seviyede başka kopyalarını da yaşadılar. Rüyalarını
her olası şekil ve tipte gerçekleştirdiler, dolayısıyla sosyalizmin tabiatı
hakkında yanılmak söz konusu değildir: Sovyet Rusya, Nazi Almanyası ve
Sosyalist İngiltere.
Bu, modern
entelektüellerin en çok el üstünde tuttuğu geleneğin çöküşüydü. Kollektivizmi
bir siyasî fikir olarak çökerten 2. Dünya Savaşı idi. Evet, onun sloganları
hâlâ alışılmış bir şey olarak, toplumsal uyum olarak ve kazara bir şekilde
insanların ağızlarındadır; fakat o artık bir ahlâk simgesi değildir. O, çirkin,
dehşet verici bir realitedir -ve bugünün entelektüellerinin suçunun bir kısmı
onu onların yaratmış
olmasıdır. Bir zamanlar soylu bir deneme olarak alkış tutmuş oldukları Sovyet
Rusya’nın kendileri için kanlı bir mezbahana olduğunu görmüşlerdir. Nazi
Almanya’sını görmüşlerdir -ve “Nazi” kelimesinin “Nasyonal Sosyalizm” olduğunu
bilmektedirler. Onları en büyük düş kırıklığına uğratan ve hayallerini suya
düşüren şey Sosyalist İngiltere idi: Burada onların gerçek rüyası, yani kansız
bir sosyalizm vardı; burada güç cinayet için değil, sadece kamulaştırma için
kullanılıyordu, kimsenin canı alınmıyordu ama ürettiği alınıyordu (yani
hayatlarının geleceği alınıyordu); burada katledilmemiş, fakat intihar etmeyi
seçmiş bir ülke vardı. Modern entelektüellerin çoğu, kaçamakçı olanlar da
dahil, şimdi sosyalizmin -veya herhangi bir politik ve ekonomik
kollektivizmin-gerçekte ne anlama geldiğini anlamıştır.
Bugün onların
baştan savma kollektivizm tavsiyesi sözde muhafazakârların kapitalizmi
savunması kadar silik, boş ve kaçamakçıdır. Bu savunmanın ateşi ve ahlâkî
şevki gitmiştir. Liberallerin [Buradaki kullanımıyla liberal kavramı,
yukarıda da belirtildiği gibi, Amerikan solcularına ve Demokrat Parti
taraftarlarına işaret etmektedir.], Rusya’nın gerçekten sosyalist olmadığını veya bu işin tamamen
Stalin’in hatası olduğunu veya sosyalizmin İngiltere’de asla gerçek bir şansa sahip olmadığını veya
tavsiye ettikleri şeyin bir şekilde farklı
olduğunu söylediğini duyduğunuzda -bilirsiniz ki dayanacak bir şeyleri olmayan
ve “bir şekilde benim çetem daha iyisini yapardı” boş umuduna sığınmış insanların
sesini duymaktasınız demektir.
Modern
entelektüeller, liberaller ve muhafazakârların benzer şekilde gizli korkusu
olan, huzursuzluklarının altındaki kabul etmedikleri ve şu anki tüm
mantıksızlıklarının önlemeye ve gizlemeye çalıştığı dehşet, Sovyet Rusya’nın
altruizmin tam, gerçek ve tutarlı bir simgesi olduğu, Stalin’in soylu bir
fikri soysuzlaştırmadığı ve bunun altruizmin gerçekleşebileceği veya
uygulanabileceği tek şekil olduğu itiraf edilmemiş bilgisidir. Eğer hizmet ve
kendini feda etme ahlâkî bir ideal ise ve eğer insanın doğasındaki
“bencillik” insanları kurban olma fırınlarına adamaktan alıkoyuyorsa,
insanların kendi iyilikleri için veya insanlığın iyiliği için veya gelecek
nesillerin iyiliği için veya en son bürokratın en son beş yıllık planının
iyiliği için bir diktatörün insanları süngü zoruyla dürtüklememesi gerektiğine
dair bir gerekçe -mistik bir ahlâkçının verebileceği hiçbir gerekçe- yoktur.
Herhangi bir zulme karşı çıkmak için gösterebilecekleri bir sebep yoktur. İnsan
hayatının değeri mi?
İnsanın varolma hakkı mı?
Kendi mutluluğun peşinden koşması hakkı mı?
Bunlar altruist ahlâkın antitezi olan
bireyselliğe ve kapitalizme ait olan kavramlardır.
Yirmi yıl önce muhafazakârlar,
liberallerin ahlâkî açıdan saldırgan şekilde kendilerinin doğru oldukları şeklindeki
duruşları karşısında şüpheli, kaçınmacı ve ahlâken silahsız durumdaydı. Bugün her ikisi de komünistlerin
saldırganlığı karşısında şüpheli, kaçınmacı ve ahlaken silahsız durumdadır. Bu
artık bir ahlâkî saldırganlık
değil, bir zorbanın gerçek saldırganlığıdır -fakat modern entelektüelleri
silahsızlandıran şey kendilerinin alkış tuttuğu ahlâkın kaçınılmaz, nihaî ve
tek ürününün bir zorba olduğunun
gizlice fark edilmesidir.
İnanç ve
kuvvetin birbirinin sonucu olduğunu ve mistisizmin daima kuvvete dayalı bir
yönetime yol açacağını söyledim. Bunun sebebi mistisizmin kendi tabiatında saklıdır.
Akıl insanlar arasındaki iletişim ve anlaşmanın tek nesnel yoludur; insanlar birbiriyle akla dayalı şekilde anlaşırlarsa,
realite onların nesnel
standardı ve referans kaynağıdır. Fakat insanlar doğaüstü bilgi yollarına
sahip olduğunu iddia ettiğinde hiçbir ikna, iletişim veya anlayış mümkün
değildir.
Ormandaki vahşi hayvanları neden
öldürürüz?
Çünkü bizim için onlarla anlaşmanın başka yolu
yoktur. Ve bu mistisizmin insanoğlunu indirgediği durumdur -bu, anlaşmazlık
söz konusu olduğunda insanların fiziksel şiddet dışında başka başvuracak
şeylerinin olmadığı bir durumdur.
Ve dahası:
Hiçbir kişi veya mistik elit tüm toplumu güç kullanımı olmaksızın rastgele iddialara,
fermanlara ve kaprislere boyun eğmiş hâlde tutamaz. “Bu böyledir, çünkü ben öyle söylüyorum” formülüne başvuran herkes
eninde sonunda bir silaha sarılmak zorunda kalacaktır. Tüm materyalistler gibi
komünistler de neomistiklerdir: Kişinin aklı vahiy için veya şartlı refleks
için reddetmesi fark etmez. Temel fikir ve sonuçlar aynıdır.
Modern
entelektüellerin dünyada zincirlerinden kurtulmasına yardım ettiği şeytan
budur ve bu onların işlediği suçtur.
Şimdi dünyanın
durumuna bir bakınız. Karanlık Çağlar’ın işaretleri ve belirtileri dünyanın her
yerinde tekrar yükselişe geçmiştir. Köle işgücü, yargısız infazlar, işkence
odaları, toplama kampları, toplu kıyımlar -kapitalizmin uygar dünyada ortadan
kaldırdığı her şey şimdi neomistiklerin yönetiminde geri getiriliyor.
Entelektüel
hayatımızdaki duruma bakınız. Felsefede Kant versiyonu aklın zirvesi bizi
sözlüklerin ve gramer kitaplarının varlığını unutan, şu gibi soruları
inceleyen sözde filozofların etrafta dolaştıkları bir noktaya getirdi: “ ‘Kedi paspasın üstündedir’
deyince ne kastederiz?” -diğer filozoflar isimlerin hayal olduğunu, fakat
“eğer-öyleyse”, “fakat” ve “veya” gibi kelimelerin derin felsefî öneme sahip
olduğunu ilân etmektedir, bir başka grup ise “yasaklanmış kelimeler indeksi”
ile oynamakta ve bu indekse “kimlik-esas-akıl-madde-gerçek-şey” gibi kelimeleri
de dahil etmek istemektedirler.
Psikolojide bir
ekol insanın tabiatı gereği çaresiz, suç dolu, içgüdüyle yönlendirilen bir
robot olduğunu iddia ederken, bir diğer ekol bunun doğru olmadığı şeklinde
itiraz eder; çünkü insanın bilinçli olduğunu ispat eden hiçbir bilimsel kanıt
yoktur.
Edebiyatta
insan, çöp kutusunda yaşayan akılsız bir kötürüm olarak gösterilir. Sanatta
insanlar kendilerinin nesneleri değil, duyguları
resmettiklerini ilân ederler. Gençlik hareketlerinde -eğer böyle
denebilirse-“asi” olduklarını açıkça ilân eden genç erkekler ilgi çekerler.
Onun tüm ruhu ve
hem sebebi hem de ulaştığı üst seviye, size okuyacağım bir alıntıda
bulunmaktadır. Bu alıntıya, Atlas
Shrugged da dünyanın insan-karşıtı, akıl karşıtı ve hayat-karşıta
olan mistisizm ve altruizm tarafından yok edilmekte olduğunu ifade ettiğimi
söyleyerek başlayacağım. Şüphesiz, beni abartma yaptığım şeklinde suçlayarak
dinlediniz. Şimdi size önde gelen bir üniversitede emekli bir öğretim üyeleri
seminerlerinde yayınlanan bir makaleden bir pasaj okuyacağım.
“Belki de gelecekte aklın önemi
ortadan kalkacaktır. Belki de sıkıntı anlarında yol gösterici olarak, insanlar
düşüncelerine değil, sıkıntı çekme yeteneklerine başvuracaklardır.
Düşünürleriyle üniversiteler değil, sıkıntı yerleri ve sıkıntılı insanlar,
düşkünler evi ve toplama kamplarındaki insanlar, bürokrasideki çaresiz karar
vericiler ve siperlerdeki çaresiz askerler -bunların hepsi insanın felaket bilgilerini
yaratıcı bir şeye dönüştüren, insanoğlunun yolunu aydınlatan şeyler olacaktır.
Yeni bir çağa giriyor olabiliriz. Kahramanlarımız Isaac Newton veya Albert
Einstein gibi entelektüel devler değil, düşünceden daha büyük olan mucizeyi
bize gösterecek olan Anne Frank gibi kurbanlar olabilir. Onlar bize nasıl
tahammül edileceğini, kötülükler ortasında iyiyi nasıl yaratacağımızı ve
ölümün varlığında sevgiyi nasıl artırabileceğimizi öğretir. Ancak, eğer bu gerçekleşirse,
üniversite hâlâ yerinde duracaktır. Entelektüel insanın kendisi bile yaratıcı
ıstırabın örneği olabilir.”
Bürokrasinin
“çaresiz karar alıcılarını” sorgulayamayacağımıza -onların toplama kamplarının siperlerin ve Anne Frank gibi
kurbanların sebebi olduğunu keşfetmeyeceğimize dikkat edin. Bu gibi kurbanlara
yardım etmeyeceğiz, sadece duyulan ıstırabı hissedeceğiz ve daha fazla acı
çekmeyi öğreneceğiz -bu konuda elimizden bir şey gelmez, çaresiz bürokratların
elinden bir şey gelmez, hiç kimsenin elinden bir şey gelmez -bize
entelektüeller değil, düşkünler evi sakinleri rehberlik edecektir; akıl değil,
ıstırap üstün değerdir.
Bayanlar ve
Baylar, bu kültürel iflastır.
“Mücadele” sizin
sloganınız olduğundan, eğer mücadele arıyorsanız tarihteki en büyük mücadele
ile karşı karşıya olduğunuzu söylüyorum. Ahlâkî
bir devrim en zor, en çok çaba gerektiren, en radikal isyan şeklidir; fakat bugün
yapılması gereken şeydir, kabul ederseniz. “Radikal” dediğimde bunu gerçek ve
saygın anlamında, temel anlamında söylüyorum. Medeniyet yok olmak zorunda
değildir. Vahşiler sadece bizim hatamızdan dolayı kazanıyorlar. Fakat onlarla
sonuna kadar ve tam dürüstlükle savaşmak için reddetmeniz gereken şey altruizm
ahlâkıdır.
Şimdi benim
felsefem olan objektivizmin size ne sunduğunu bilmek isterseniz, size bazı genel
ipuçları vereceğim. Fakat bir konferansta tüm felsefemi anlatmaya
kalkışmayacağım. Size sadece kendine ilgi duymanın rasyonel ahlâkı ile yani
altruizmin zıttı ile ne kastettiğime, insanlar için ne tip bir ahlâkın söz
konusu olduğuna ve niçin böyle olduğuna dair bazı ipuçları vereceğim. Size şunu
hatırlatmakla başlayacağım: Bilhassa bugünkülerin çoğu olmak üzere, çoğu
filozof, ahlâklı olmanın mantık alanı dışında olduğunu, hiçbir akılcı ahlâkın
tanımlanamayacağını ve insanların ahlâka hiçbir pratik sebeple ihtiyacı olmadığını sürekli olarak iddia
etmektedirler. Onlar, ahlâkın insan varoluşu için bir gereksinim olmadığını,
fakat sadece bir tür mistik lüks veya keyfî sosyal kapris olduğunu iddia
ederler; aslında onlar bizim niçin ahlâklı olmamız gerektiğini hiç kimsenin
ispatlayamayacağını iddia ederler; akılda ahlâklı olmayı gerektirecek hiçbir
sebebin bulunmadığını iddia ederler.
Size kendi
ahlâkımın esasını ve temelini Atlas
Shrugged da yazdığımdan daha iyi bir şekilde özetleyemem. Bu
nedenle, onu başka cümlelerle ifade etmeye kalkışmak yerine, size Atlas Shrugged dan benim ahlâkımın
niteliğine, temeline ve ispatına dair olan pasajları okuyacağım.
“İnsan zekâsı, onun asıl hayatta
kalma aracıdır. Hayat ona bahşedilmiştir; fakat hayatta kalma verilmemiştir.
Ona bedeni verilmiştir; fakat
bedeninin beslenmesini devam ettirme verilmemiştir.
Ona aklı verilmiştir; fakat aklının
içeriği verilmemiştir.
Canlı kalmak için insan davranışta
bulunmalıdır ve davranışta bulunmadan önce hareketinin özelliğini ve amacını
bilmek zorundadır.
İnsan, yiyeceği hakkında ve onu
nasıl elde edeceği hakkında bilgi sahibi olmadan yiyeceği elde edemez.
Amacı hakkında ve bu amacı nasıl
başaracağı konusunda bilgi sahibi olmadan bir çukur kazamaz -veya siklotorn
inşa edemez. Hayatta kalmak için düşünmek zorundadır.”
“Fakat düşünmek
tercihe açık bir harekettir. Umursamaksızın ‘insan tabiatı’ olarak
adlandırdığınız şeyin anahtarı, birlikte yaşadığınız, ancak adını açıklamaktan
dehşete düştüğünüz açık sır, insanın
iradeye dayalı bilinçli bir varlık olduğu gerçeğidir. Akıl otomatik
olarak çalışmaz; düşünme mekanik bir işlem değildir, mantık bağlantıları
içgüdüyle yapılmaz. Midenizin,
akciğerlerinizin veya kalbinizin fonksiyonu otomatiktir; fakat aklınızın fonksiyonu
otomatik değildir. Hayatınızın herhangi bir anında veya sorununda düşünmeye
veya bu işten kaçınmaya özgürsünüz. Fakat tabiatınızdan, sizin hayatta kalma
aracınızın akıl olduğu
gerçeğinden -bu nedenle bir insan olan kendiniz
için ‘olmak ya da olmamak’ sorusunun ‘düşünmek ya da düşünmemek’ olduğu
gerçeğinden kaçmakta özgür değilsiniz.”
“İradî bilince
sahip bir canlı otomatik bir davranış şekline sahip değildir. İnsan,
hareketlerine yol göstermesi için bir değerler sistemine ihtiyaç duyar.
‘Değer’ kişinin kazanmak ve korumak istediği şey, ‘erdem’ ise kişinin onu
kazanma ve muhafaza etme hareketidir. Değerden, ‘kim için ve ne için değer?’
sorusuna bir cevap vermesi beklenir. ‘Değer’, bir alternatif karşısında bir
standardı, bir amacı ve davranışın gerekliliğini varsayar. Alternatifler
olmadığı durumda hiçbir değer söz konusu olamaz.” “Evrende sadece bir temel
alternatif vardır: Varolma ya da varolmama. Ve bu sadece tek bir sınıf
varlıklara, canlı organizmalara hastır. Cansız maddenin varlığı şartlara bağlı
değildir, yaşamın varlığı ise bağlıdır: Hayat özel bir hareket tarzına
bağlıdır. Madde yok edilemez niteliktedir, şeklini değiştirir; fakat
varolmaktan vazgeçemez. Sabit bir alternatifle, yani yaşam veya ölümle yüz
yüze olan sadece canlı bir organizmadır. Yaşam bir kendini devam ettirme
işlemidir ve kendinden kaynaklanan bir hareket işlemidir. Eğer bir organizma
bunu yapamıyorsa, ölür; kimyasal elementleri kalır, fakat yaşamı varolmaktan çıkar.
‘Değer’ kavramını olası yapan sadece ‘yaşam’ kavramıdır. iyilik veya kötülük
sadece canlı bir varlık içindir.” “Yaşamak için bir bitki kendini beslemek
zorundadır. Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun
hizmetine sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun davranışlarını belirleyen
değerin standardıdır. Fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu değildir;
bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun
alternatifi yoktur: Hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır;
kendini yok edecek tarzda davranamaz.”
“Bir hayvan
hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir; duyuları ona otomatik bir
hareket tarzı ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair otomatik bir bilgi sunar.
Bilgisini artırma veya bilgiyi göz ardı etme yeteneği yoktur. Bilgisinin
yetersiz olduğu durumlarda ölür. Fakat yaşadığı müddetçe bilgisine dayanarak
hareket eder; otomatik güvenlik ile ve tercih etme yeteneği olmayışı ile,
kendi çıkarını göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok
edici şekilde davranmayı tercih edemez.”
“İnsan,
hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip değildir. Onun tüm diğer canlı
şeylerden farkı, alternatifler karşısında iradeye dayalı tercih yoluyla
davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi veya neyin kötü olacağı
hakkında, hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hakkında, hangi hareket
tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir kendini koruma içgüdüsü
gevezeliği mi yapıyoruz?
Bir kendini koruma içgüdüsü kesinlikle
insanın sahip olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü
kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. Bir arzu bir içgüdü değildir. Bir yaşama
arzusu size yaşama için gerekli olan bilgiyi vermez. Ve insanın yaşama arzusu
bile otomatik değildir: Sizin sahip olmadığınız arzunun bu olması sizin
bugünkü gizli şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve
size onu muhafaza etmek için gereken bilgiyi vermeyecektir, insanlar
bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etmeli
ve hareketlerini böyle seçmelidir, insan kendini yok edecek şekilde davranma
gücüne sahiptir -ve bu, tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir..
“İnsana rasyonel
varlık denmektedir, fakat rasyonellik bir tercih konusudur -ve doğanın insana
sunduğu alternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır. İnsan,
tercihiyle insan olmak zorundadır; hayatını, tercih ederek bir değer olarak
sürdürmelidir; tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve kendi
erdemlerini uygulamalıdır.”
“Tercih
yoluyla kabul edilen bir değerler sistemi bir ahlâk sistemidir.”
“Şu anda beni
duyan kişi, her kim iseniz, sizin içinizde yozlaşmadan kalan, yaşayan
kalıntıya, insan kalıntısına, aklınıza,
sesleniyorum ve diyorum ki: Aklın
insana has bir ahlâkı vardır ve aklın ahlâkının değer standardı insanın Hayatıdır
“İyi, bir canlı
varlığın hayatı için uygun olan her şeydir, kötü hayatı yok eden her şeydir.”
“Tabiatının
gerektirdiği gibi, insanın hayatı akılsız bir hayvanın, yağmacı bir haydudun
veya aylak bir mistiğin hayatı değil, canlı bir varlığın yaşamıdır -bu zorbalık
ve dolandırıcılık yoluyla değil, başarma yoluyla bir yaşamdır-çünkü insanın
hayatta kalması tek bir şeyin, yani aklın sayesindedir.”
“İnsanın hayatı
ahlâk standardıdır, fakat
sizin kendi yaşamınız onun amacıdır.
Eğer dünyada varolmak sizin amacınız ise, hareketlerinizi ve değerlerinizi
insana has olan bu standarda göre, yerine yenisi konamayan değeri -yani
hayatınızı-muhafaza etmek, onun içini doldurmak ve tadını çıkarmak için
seçmelisiniz.”
Bayanlar ve
Baylar, bu objektivizmin size sunduğu şeydir.
Ve kararınızı
verdiğinizde, onun tek alternatifinin komünist kölelik olduğunu hatırlamanızı
isterim. “Ortayol” sadece belli bir süre kalabilen, kararsız bir radyoaktif
element gibidir ve zamanı azalmaktadır. Bir orta yol için daha fazla şans
yoktur.
Bu konu, ortada
değil, tutarlı iki kutup arasında belirlenecektir. Yani objektivizm ve
komünizm arasında. Tercihiniz insanın varolma hakkına dayalı rasyonel bir ahlâk
veya geçen yıl TV’nizin ekranında görmüş olduğunuz gibi sahiplerin idaresi
altındaki köle işgücü kampları anlamına gelen altruizmden birisi olacaktır.
Eğer istediğiniz bu ise, karar sizindir.
Fakat bu tercihi
körü körüne yapmayın. Siz genç kuşak, yaşlılarınız -Sovyet Rusya’yı
silahlandıran ve Amerikan kapitalizminin son kalıntılarını yıkan 30’ların
liberalleri-size en kötü şekilde ihanet etmektedir. Onların şimdi size
sunabilecekleri tek şey siperler veya size okuduğum “yaratıcı ıstırap çekme”
tırnak içi ifadesinde verilen tip tavırdır. Her yerde duyacağınız tüm şey budur: “Başlamadan vazgeç. Denemeden vazgeç.”
Ve vazgeçtiğinizden emin olmak için, 19. yüzyılın ne olduğunu bilmenize dahi
izin vermezler. Burada bunun tamamen doğru olmayabileceğini ümit ediyorum;
fakat üniversitelerde kapitalizmin ne olduğu konusunda en ilkel konularda
bile net bir fikri olmayan pek çok genç insanla tanıştım. Onlar sizin
kapitalizmin teorisinin ne olduğunu da, uygulamada nasıl çalıştığını da, onun
gerçek tarihinin ne olduğunu da bilmenizi istemezler.
Çok
kolay vazgeçmeyin; hayatınızı satmayın. Kendi başınıza bir araştırma çabası
içine girerseniz, vazgeçmenizin gerekli olmadığını ve şimdi bizi tehdit eden
sözde güçlü canavarın, insanın ilk ayak seslerini duyan bir fare gibi
kaçacağını göreceksiniz.
Sizi tehdit eden
fiziksel bir tehlike değildir ve sözde entelektüel liderlerimize size
mahvolduğumuzu söylettiren askerî meseleler değildir. Bu, açıkça onların
mazeret bulmalarıdır. Gerçek tehlike, komünizmin onların ahlâkî zeminlerde
çarpışmayı göze alamadığı bir düşman olmasıdır ve komünizmle ancak ahlâkî
zeminlerde mücadele edilebilir.
Öyleyse tercih
konusu budur. Bir daha düşünün. Konuyu düşünün, fikirlerinizi kontrol edin,
geçmiş tarihi kontrol edin ve insanların asla özgür olamayacağının doğru olup
olmayacağını anlamaya çalışın. Bu doğru değildir, çünkü insanların özgür olmuş
olduğu zamanlar vardır. Bunu mümkün kılan şeyin ne olduğunu bulun. Kendiniz
için bulun. Ve sonra ikna olduysanız,-rasyonel olarak ikna olduysanız-dünyayı
birlikte kurtaralım. Hâlâ vaktimiz var.
Galt’ı bir kez
daha analım, bu sizin önünüzdeki tercihtir. Aklınız ve varolma aşkınız buna
karar versin.
Sh:95-122
Ahlâk
felsefesinin tarihindeki en yıkıcı anti-kavramlarından biri “görev”
kelimesidir.
Anti-kavram
meşru bir kavramın yerini alması ve onu yok etmesi için geliştirilmiş olan
sunî, gereksiz ve rasyonel kullanımı mümkün olmayan bir terimdir. “Görev”
kelimesi münferit kavramlardan daha fazlasını yok etmektedir. O, bir metafizik
ve psikolojik katildir: Rasyonel bir hayat görüşünün tüm esaslarını ortadan
kaldırır ve onları insan davranışları için uygulanamaz hâle getirir.
“Görev”
kelimesine anlam bakımından en yakın olan meşru kavram “yükümlülük”‘tür. Bu
ikisi sık sık birbiri yerine kullanılmaktadır; fakat onların arasında insanların
algıladığı, ancak nadiren tanımladığı derin bir farklılık vardır.
The Random House İngilizce Dil Sözlüğü (Unabridged Baskısı, 1966) farkı şöyle
tanımlamaktadır: “Görev, yükümlülük kişinin kendisini mecbur hissettiği şeyi
ifade eder. Görev vicdanının, dindârlığının, doğrunun veya kanunun sürekli
diktası nedeniyle kişinin yaptığı veya yapmaktan sakındığı şeydir: Kişinin
ülkesine karşı görevi; kişinin doğruyu söyleme, çocukları doğru şekilde
yetiştirme görevi. Bir yükümlülük
kişinin âdet, gelenek veya adap gereklerini veya belli, özel ve sık sık kişisel
bir vaat veya anlaşmayı yerine getirmek için yapmaya mecbur olduğu şeylerdir: Malî veya sosyal yükümlülükler.”
Aynı sözlükte; “Görevini bilen-, saygı gösteren,
uysal, boyun eğen...”
Eski bir sözlük
bu konuda biraz daha açıktır: “Görev: Ebeveynlerden veya kendinden üst
mertebede olan kişilerden kaynaklanan, itaat veya boyun eğme olarak gösterilen
davranış..“Görevini bilen-. İtaat etme, boyun eğme veya
riayet etmeyi talep etme hakkı bulunan bir kişi tarafından istenen görevleri
yapma veya yapmaya hazır olma...” (Webster’s International
Dictionary, 2. Baskı, 1944).
“Görev”
teriminin anlamı şudur: Yüksek bir otorite-1 ye uyma dışında bir sebepten
kaynaklanmayan, herhangi bir kişisel amaç, teşvik, arzu veya çıkar gözetmeden bazı
davranışları yapmaya duyulan ahlâkî gereklilik.
Bu anti-kavramın realiteden türeyen
bir soyutluk değil, mistisizmin bir ürünü olduğu aşikârdır. Bir mistik ahlâk teorisinde, “görev”
insanın doğaüstü bir otoritenin emirlerine itaat etmesi gerektiği fikrini
ifade eder. Bu anti-kavram laikleştirilmişse de ve Tanrı iradesinin otoritesi,
ebeveynlere, ülkeye, devlete, insanoğluna vs. gibi dünyevî varlıklara
verilmişse de, onların sözde üstünlüğü hâlâ mistik bir fermandan başka bir
konumda değildir. Kim, hangi cehennemde bu tip bir itaati, bir boyun eğmeyi
talep etme hakkına sahip olur?
Bu sualin tek uygun şekli ve yeri budur;
çünkü hiç kimse ve hiçbir şey burada, dünyada böyle bir hak veya talepte
bulunamaz.
“Görev”in en
büyük savunucusu Immanuel Kant’tır; diğer kuramcılardan öylesine öteye
gitmiştir ki, onlar, karşılaştırıldığında masum iyilikseverler olarak görünmektedirler.
Kant “görevin” tek erdem standardı olduğunu savunmaktadır; fakat erdem görevin
kendi ödülü değildir: Eğer bir ödül söz konusu ise o artık erdem değildir.
Kant, tek ahlâkî motivasyonun görev uğruna göreve kendini adamak olduğunu
savunmaktadır; ancak böylesine mükemmel bir adamayla motive olmuş bir hareket
(yani herhangi bir “istek” [arzu] veya kendi çıkarı ile ilgili olmadan yapılan
bir hareket) ahlâklı bir harekettir.
“Kişinin
hayatını koruması bir görevdir, ve dahası herkesin böyle yapmaya doğrudan bir
eğilimi vardır. Fakat bu amaçla, çoğu insanın bu görevden çıkardığı titiz
özenin hiçbir esaslı değeri yoktur, ve böyle yapmayı söylemek hiçbir ahlâkî
önem taşımaz. İnsanlar hayatlarını görevden korumazlar, görev nedeniyle
korurlar. Fakat zorluklar ve ümitsiz derder hayatın tadını tamamen yok ederse,
eğer ruhen güçlü olan şanssız bir insan kaderine karşı umutsuz veya üzgün
olmak yerine hiddetlenirse ve ölümü isterse ve ancak hayatını sevmeksizin onu
arzu veya korku nedeniyle değil, görevden dolayı muhafaza ederse bu durumda
onun söylemi ahlâkî bir öneme sahiptir.” (Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellen, ed. R.P.
Wolff, New York, Bobbs-Merril, 1969, s. 16-17.)
Ve “Kutsal
Kitap’ın bize komşumuzu ve hatta düşmanımızı sevmemizi emreden bölümlerini de
şüphesiz bu şekilde anlamalıyız; çünkü sevmek, istek olarak emredilemez. Fakat
onu hiçbir arzu tahrik etmediğinde ve hatta ona doğal ve baş edilemez bir
nefret ile karşı çıkıldığında, görevin faydası patolojik sevgi değil, pratik
sevgidir; o hislerin arzusunda değil niyette, merhametli sempatide değil
hareket prensiplerinde bulunur ve ona kendi başına emredilebilir.
“[Böylece ahlâklı
oluşun ilk önerisi, ahlâkî değere sahip olmak için bir hareketin görev
nedeniyle yapılması gereğidir]” (Aynı kitap., s.18-19; parantezler içindeki
cümle Wolff’a aittir.)
Eğer birisi onu
kabul ederse, “görev” anti-kavramı realite olgusunu yok eder; anlaşılması
mümkün olmayan, doğaüstü bir güç gerçeklerin önüne geçer ve içerik veya
sonuçlarına bakmaksızın kişinin hareketlerini dikte ettirir.
“Görev” aklı yok eder; kişinin
bilgisinin ve muhakemesinin yerini alır ve kişinin davranışlarında düşünme ve muhakeme
işlemini devre dışı bırakır.
“Görev”
değerleri yok eder; kişinin anlaşılmaz bir emir uğruna kendi yüksek değerlerine
ihanet etmesini veya onları feda etmesini gerektirir ve değerleri kişinin
ahlâkî niteliği için bir tehdit hâline getirir; çünkü zevk veya arzu yaşamak
kişinin amaçlarının ahlâkî temizliğine gölge düşürür.
“Görev” sevgiyi
yok eder; kim “arzudan” dolayı değil de, “görevden” dolayı sevilmek ister ki?
“Görev” kendine
saygıyı yok eder; saygı duyulacak kendi diye bir şey bırakmaz.
Eğer kişi bu
kabusu ahlâk adına kabul ederse, “görevin” ahlâkı yok etme ironisi ortaya
çıkar. Deontolojik (görev merkezli) ahlâk teorisi, ahlâk prensiplerini reçete
hâlinde yazılmış bir “görevler” listesine sınırlar ve ahlâkın gerçek
problemler ve insanın varoluşuna dair endişeler için herhangi bir şekilde
uygulanmasını engelleyerek, insan hayatının geri kalanım herhangi bir ahlâk
rehberliğinden yoksun bırakır. Çalışma, meslek hayatı, hırs, sevgi,
arkadaşlık, zevk, mutluluk, değerler (peşlerinden görevler olarak
koşulmadıkça) bu teorilerce amoral olarak, yani ahlâk alanının dışında
görülmüştür. Eğer böyleyse, bu durumda bir insan hangi standarda göre günlük
tercihlerini yapacak veya hayatının akışını yönlendirecektir?
Deontolojik bir
teoride, tüm kişisel arzular ahlâkın etki alanından uzaklaştırılmıştır; kişisel
bir arzu hiçbir ahlâkî öneme sahip değildir, bu ister yaratma arzusu olsun
ister öldürme arzusu olsun. Örneğin, eğer bir insan geçimini görevden
sağlamıyorsa, böyle bir ahlâk, hayatını onurlu emeğiyle kazanmayı veya
soygunla kazanmayı birbirinden ayrı tutmayacaktır. Eğer bir insan onurlu
olmayı isterse, o hiçbir ahlâkî itibarı hak etmez; Kant’ın söyleyeceği
şekliyle, böyle bir onur “övgüye değerdir”; fakat “ahlâkî öneme” sahip
değildir. Ancak yalan söyleme, aldatma ve çalma yönünde derin bir arzusu olan,
fakat kendini “görev” uğruna onurlu davranmaya zorlayan kötücül bir baskıcı,
Kant ve benzerleri tarafından ahlâkî açıdan değerli kabul edilecektir.
Ahlâklı olmanın
adını kötüye çıkaran bu tip bir teoridir.
Ahlâka karşı
duyulan yaygın korku ve içerleme -ahlâkın bir düşman olduğu, köhne bir ıstırap
konusu ve anlamsız sıkıcılık olduğu duygusu mistik, münzevî veya Hristiyan
sistemlerinin bu şekildeki bir ürünü değil, hayata, insana ve akla karşı olan
nefretin çirkin deposunun bir anıtıdır, yani Immanuel Kant ruhunun bir
anıtıdır.
(Kant’ın
teorileri tabiî ki, en aşağı seviyede [“farazî” düzeyde] mistisizmdir; fakat
Kant bu teorileri akıl adına sunmuştur. Yaptıklarının Kant’ın yanına kâr kalması,
insanın entelektüel gelişme seviyesinin ilkelliğinin en iyi ispatıdır.)
Eğer “zekâ” sıra
dışı yeteneği ifade ediyorsa, bu durumda Kant’a, insan korkularını,
irrasyonelliğini ve hepsinden öte boş vermişliğini algılaması, onlarla oynaması
ve bunu ebedîleştirmesi yeteneği nedeniyle dâhi denebilir. Kant’ın etkisi
felsefi değil, psikolojik faktörlere dayanır. Onun ahlâk görüşü ondan asla
haberi olmayan kişiler tarafından üretilmiştir; Kant onlara sadece biçimsel,
akademik bir statü kazandırmıştır. Kantçı bir “görev” hissi ebeveynler
tarafından çocuğa bir şeyi yapması gerektiği
için yapması gerektiğini
bildirdikleri zaman telkin edilir. Sebepsiz, keyfi, çelişkili, anlaşılması
mümkün olmayan “gereklerin” sürekli baskısı altında büyütülen bir çocuk,
gerçekçi gereklilik ve insan kaprisleri arasındaki farkı kavrama yeteneğini
kaybeder (veya bu yeteneği hiç elde etmez) ve hayatını onursuzca ve göreve bağlı
olarak, İkincisine uyarak ve birinciye kulaklarını tıkayarak geçirir.
Kelimenin tam anlamıyla gerçeği tam olarak kavrayamadan büyür.
Bir yetişkin
olarak, böyle bir insan mistisizmin her türünü reddedebilir; fakat onun Kantçı
psiko-epistemolojisi kalır (tabiî onu düzeltmedikçe). Böyle bir kişi, herhangi
bir zor olan veya hoş olmayan işi kendi üstüne açıklanamayan bir zorlama
olarak, yaptığı bir görev olarak alır, fakat buna kızar; bunun, hayatını
kazanmak için kendi “görevi” olduğuna, yani ahlâklı olmak için onun “görevi”
olduğuna ve hatta ekstrem durumlarda rasyonel olması için onun görevi olduğuna
inanır.
Realitede ve
objektivist ahlâkta, “görev” diye bir şey yoktur. Sadece, tercih ve “görev”
fikri tarafından gizlenen bir prensibin, “nedensellik
kanunu”nun açıkça tanınması vardır.
Etiğe uygun
yaklaşım, yani hiçbir Kantçılık temasıyla lekelenmemiş metafiziksel olarak
temiz bir maziyle başlamak, en iyi şekilde aşağıdaki örnekle gösterilebilir.
Kendisine şunu veya bunu yapmak zorunda
olduğunu söyleyen bir adama yaşlı ve akıllı bir zenci kadın şunu söylemiştir: “Bayım, ölmek
hariç, ben hiçbir şeyi yapmak zorunda değilim.”
Yaşam veya ölüm
insanın tek temel alternatifidir. Yaşamak insanın asıl tercih yapacağı
davranıştır. Eğer insan yaşamayı seçerse, rasyonel bir ahlâk ona tercih ettiğini
yerine getirmek için hangi davranış prensiplerinin gerekli olduğunu
söyleyecektir. Eğer o yaşamayı tercih etmezse, tabiat yapması gerekeni
yapacaktır.
Realite insanı
çok fazla sayıda “gerekli” şey ile karşı karşıya bırakır, fakat bunların hepsi
şardara bağlıdır; gerçekçi gereklilik formülü şudur: “Şayet ... ise, yapmak zorundasın” ve buradaki “şayet” insanın
tercihini ifade eder: “... şayet belli
bir amacı başarmak isterseniz.” Hayatta kalmak istiyorsanız, yemek
zorundasınız. Yemek istiyorsanız, çalışmak zorundasınız. Çalışmak
istiyorsanız, düşünmek zorundasınız. Düşünmek istiyorsanız -ne yapacağınızı
bilmek istiyorsanız-hangi amaçlan tercih etmeniz gerektiğini bilmek
istiyorsanız, bunların nasıl başarılacağını bilmek istiyorsanız realiteye
bakmaksınız.
insan,
amaçlarını başarmada ihtiyaç duyduğu tercihlerini yapmak için “görev”
anti-kavramının aklında yok etmekte olduğu bir prensibin, nedensellik prensibinin -özellikle de
(aslında sadece bilinçli varlıklar için geçerli olan) Aristo’nun nihaî sebep
prensibinin, yani bir amacın araçları belirleme işleminin, yani bir amaç seçme
ve onu başarmak için gerekli aksiyonları yapma işleminin sürekli ve otomatik
olarak bilincinde olmalıdır.
Rasyonel bir
etikte, kişinin faaliyetlerini bilhassa da uzun vadeli amaçlan başarmak için
gerekli olan aksiyonları düşünme, değerlendirme ve seçmede yol gösterici
prensip “görev”
değil, nedenselliktir. Bu prensibi izleyen bir insan, davranışının amacını
bilmeden hareket etmez. İnsan, bir amacı tercih etmede onu başarmak için gerekli
olan yollan düşünür, amacın değerini yolların güçlüğüne karşı ve onun diğer
tüm değerleri ve amaçlarının tam, hiyerarşik durumuna karşı tartar. Kendisi
için imkânsız olanı talep etmez; ve hangi şeylerin imkânsız olduğuna çok
kolayca karar vermez. Sahip olduğu bilginin durumunu asla terk etmez ve
amacına ulaşmasının kendi hareketi hariç hiçbir güç tarafından
sağlanamayacağının iyice farkında olarak realiteden asla kaçmaz; eğer kaçarsa
kandıracağı şey Kantçı bir otorite değil, kendisi olacaktır.
Eğer zorluklar
onun şevkini kırarsa, düşünmeye -“buna değer mi?” diye sormaya-tamamen özgür
olduğunu ve arzuladığı değerden vazgeçmesi hariç, söz konusu hiçbir ceza
olmadığını bilerek, bu zorlukları gerektiren amacı hatırlar. (Böyle durumlarda,
kişi rasyonel olarak gerekli olduğunu düşünmedikçe nadiren vazgeçer.)
Benzer
durumlarda, bir Kantçı amacına değil, kendi ahlâkî karakterine odaklanır. Onun otomatik reaksiyonu suç
ve korkudur -“görevini” başaramama korkusu, “görevin” yasakladığı bir zayıflık
korkusu, kendisinin ahlâken “değersiz” olduğunu ispatlama korkusu. Amacının
değeri bir kendinden şüphe seli içinde aklında yok olur. Kendini bir müddet bu
keyifsiz tarz içinde sürükleyebilir; fakat bu çok sürmez. Bir Kantçı nadiren
önemli görevler taşır veya üstlenir: Bunlar onun kendisine olan saygısına bir
tehdittir.
Bu, “görev”
prensibi ve nihaî sebep prensibi arasındaki kritik psikolojik farklardan
birisidir. Bir sebep yanlısı dışarıya bakar, değer merkezlidir ve aksiyon
merkezlidir, yani realite merkezlidir. Bir “görev” yanlısı içeriye bakar,
kelimenin rasyonel-varlıksal anlamında değil, psikopatolojik anlamında kendi
merkezlidir, yani realiteden soyutlanmış bir kendi ile ilgilidir; bu bağlamda
“kendi merkezli” “kendinden şüphe merkezli” anlamına gelir.
İki prensip
arasında pek çok başka farklılıklar da bulunmaktadır. Bir sebep yanlısı,
onları başarabileceğinin bilincinde olarak değerlerine büyük ölçüde kendini adamıştır.
Çelişkileri arzulayamaz, “bir şekilde”ye bağlı olamaz ve realiteye karşı isyan
edemez. Tüm bu durumlarda karşı geleceği ve zarar vereceği şeyin Kantçı bir
otorite değil, kendisi olduğunu ve cezanın bir mistik “ahlâksızlık” damgası
değil, kendi arzularının hüsranı ve kendi değerlerinin yıkımı olduğunu bilir.
Bir Kantçı ve
hatta yarı Kantçı kendinin herhangi bir şeye büyük önem vermesine izin veremez;
çünkü anlaşılmaz bir “görev” her an onun kendi değerlerinden feragat etmesini
talep edebilir ve bu, kişinin onları başarmak için üstlenebileceği herhangi bir
uzun vadeli planı veya mücadeleyi ortadan kaldırır. Kişisel amaçların yokluğunda,
geçimini kazanma gibi herhangi bir görev anlamsız bir angarya olur; fakat kişi
bunu bir “görev” olarak düşünür ve realitenin gereklerine itaati bir “görev”
olarak kabul eder. Daha sonra “görev”e karşı körce isyan içinde kişinin
içerlemeye başladığı ve sonuçta dileklerin otomatik olarak verileceği ve
amaçların araçlar olmadan başarılabileceği bir yer aramak için kaçtığı şey
realitedir. Bu, Kant’ın insanları mistisizme çektiği bilinçaltı işlemidir.
“Görev” fikri
asıl olarak anti-nedenseldir. Orijini bakımından “görev” etkin sebep olma
prensibine karşı çıkar; çünkü o sebepsizdir (veya doğaüstüdür). Etkileri bakımından,
nihaî sebep olma prensibine karşı çıkar; çünkü o sonuçlan ne olursa olsun
uygulanmalıdır. Bu bir sebep yanlısının kendisine izin vermeyeceği türden bir
sorumsuzluktur. O, davranışlarının tüm kestirilebilir sonuçlarını düşünmeden
(ve kabul etmeden) hareket etmez. Davranışlarının nedensel faydalarını
bilerek, kendisini bir sebep unsuru olarak görerek (ve asla çelişkilerle
yaşamaya çalışmayarak), Kantçılığın öldürmüş olduğu bir erdemi, bir sorumluluk duygusunu geliştirir.
O, hiçbir mistik
“görev” veya kendi tercihi
olmayan bir yükümlülüğü kabul etmeyen, kendi seçtiği yükümlülükleri vicdanının
sesini dinleyerek kabul etmekten onur duyan insandır. Kişinin vaatlerini tutma
zorunluluğu insanlar arasındaki özel ilişkilerde en önemli unsurdur; insanlar
arasında karşılıklı güvene yol açan ve işbirliğin mümkün kılan unsurdur. Ancak
Kant’ın zararlı etkisini gözleyin: Daha önce verilen sözlük tanımlamasında kişisel
zorunluluk neredeyse aşağılayıcı bir dipnot olarak dahil edilmişti; “görev”in
kaynağı “vicdanının, dindarlığının, doğrunun veya kanunun sürekli emirleri”
olarak tanımlanmaktadır; “zorunluluk”un kaynağı “örflerin, geleneklerin veya
adabın emirleri” olarak tanımlanmaktadır; ve sonradan da: “belli, özel ve çoğu kez kişisel bir vaadi veya
anlaşmayı gerçekleştirmek” olarak tanımlanmıştır. (İtalikler bana aittir.)
Kişisel bir vaat veya anlaşma, yokluğunda diğerlerinin hiçbirinin ayakta kalamayacağı
veya kalmayacağı tek geçerli, bağlayıcı zorunluluktur.
Kişinin kendi
tercihleri ve davranışlarının (ve bunların sonuçlarının) tam sorumluluğunu
kabul etmesi öylesine talepkâr bir ahlâk disiplinidir ki, pek çok insan bir
“görev” ahlâkının kolay, otomatik, düşünme içermeyen huzuru olarak inandıkları
şeye teslim olarak ondan kaçmak ister. Çoğu kez iş işten geçtiğinde, neyin ne
olduğunu daha iyi öğrenirler.
Sebep yanlısı,
anlaşılmaz prangalar, tercih edilmemiş yükler, imkânsız talepler veya doğaüstü tehditler
olmaksızın havada karşı karşıyadır. Onun metafiziksel tavrı ve kendisine
rehberlik eden ahlâk prensibi eski bir İspanyol atasözü ile en iyi şekilde
özetlenebilir: “Tanrı dedi ki: Ne
istiyorsan al ve onu öde.” Fakat kişinin kendi isteklerini, bu isteklerin
anlamım ve maliyetlerini bilmesi en yüce insan erdemini, yani rasyonelliği
gerektirir.
Sh:149-159
Bu soru dünyanın
bugünkü durumu konusunda endişeli olan ve onu düzeltmek isteyen insanlarca
sıkça sorulmaktadır. Bundan daha da sık olarak, onların çaresizliğinin
nedenini ortaya koyacak şekilde sorulmaktadır: “Bir kişi ne yapabilir?”
Problemi
(hatayı) daha da zarif bir şekilde anlatan bir okuyucu mektubu aldığımda bu
makaleyi hazırlıyordum: “Bir birey, sizin resmettiğiniz ideal tip ülkeyi
yaratmak için Amerikan hayatının her alanında yapılması gereken büyük
değişiklikleri meydana getirmeye yetecek çapta sizin felsefenizi nasıl
yayabilir?”
Eğer sorunun
geliş tarzı bu ise, cevap o kişinin bunu yapamayacağıdır. Hiç kimse bir ülkeyi
tek başına değiştiremez. Bu nedenle sorulacak ilk soru insanların probleme
neden bu şekilde yaklaştıklarıdır?
Kendinizi bir
hastalık salgınının ortasındaki bir doktor olarak düşünün. Şunu sormazsınız: “Nasıl,
bir doktor milyonlarca hastayı tedavi edip, tüm ülkeyi mükemmel bir sağlık
durumuna getirebilir?” Siz kendi başınıza veya organize bir tıbbi
kampanyanın bir parçası olup olmadığınızı, ulaşabildiğiniz kadar fazla sayıda
insanı tedavi etmek zorunda olduğunuzu ve bundan başka bir şeyin söz konusu
olmadığını bilirsiniz.
İnsanları
entelektüel konulara, fiziksel problemlere yaklaşmayacakları bir tarzda
yaklaştıran şey bir mistik felsefe kalıntısıdır; özellikle de zihin-beden
ayrımıdır, insanlar bir gecede bir salgını durdurmaya veya tek başlarına bir
gökdelen inşa etmeye girişmeyeceklerdir. Ya da tüm bir şehri inşa
edemeyecekleri gerekçesiyle, kendi harap evlerini onarmaktan
vazgeçmeyeceklerdir. Fakat insan bilinci alanında, fikirler alanında insanlar
hâlâ bilgiyi önemsiz bir şey olarak görme eğilimindedirler ve bir şekilde anlık
mucizeler yapmayı ummaktadırlar -veya imkânsız bir amacı hedefleme yoluyla
kendilerini mahvetmektedirler.
(Mektubunu
alıntıladığım okuyucu doğru şeyleri yapmaktaydı; fakat daha geniş çapta
davranışlara gereksinim olduğunu hissediyordu. Diğer pek çok kişi sadece soru
sormakta, fakat hiçbir şey yapmamaktadır.)
Eğer daha iyi
bir ülke için mücadele etme konusu ile ciddî olarak ilgileniyorsanız, problemin
niteliğini tanımlama ile başlayın. Mücadele, asıl olarak politik değil, entelektüeldir
(felsefidir). Siyaset, belli
bir ulusun kültürüne egemen olan temel fikirlerin
(metafizik-epistemolojik-etik) nihaî sonucudur, pratik uygulamasıdır. Sebeple
mücadele edip, onu değiştirmeden sonuçlarla mücadele edip, değiştiremezsiniz.
Neyi yürürlüğe koyacağınızı bilmeden de herhangi bir pratik uygulamaya
girişemezsiniz.
Entelektüel bir
mücadelede herkesi döndürmeniz gerekmez. Tarih azınlık olan kişilerce yazılır
ya da daha doğrusu tarih azınlık olan kişilerce yaratılan entelektüel
hareketlerce yazılır. Bu azınlıklara kim dahildir?
Entelektüel konularla ilgilenebilen ve
ilgilenmek isteyen herkes. Burada önemli olan sayı değil, kalitedir (kişinin savunduğu
fikirlerin kalitesi ve tutarlılığı).
Entelektüel bir
hareket organize hareketle başlamaz. Kim organize edilecek?
Felsefi bir mücadele, körü körüne izleyenler
toplama girişimi değil, insan aldı için yapılan bir mücadeledir. Fikirler,
ancak onları anlayan kişiler tarafından yayılır. Organize hareketten önce
eğitilmiş (kendini eğitmiş,
yani bir filozofun size bilgi materyali sunabileceği, fakat bunu hazmetmek
zorunda olanın sizin aklınız olduğu anlamında kendini eğitmiş) öğretmenler
gerektiren bir eğitim kampanyasının
olması zorunludur. Bu tip bir eğitim bir ideoloji salgını esnasında bir doktor
olmanın ilk gereksinimi ve herhangi bir “dünyayı değiştirme” girişiminin ilk
şartıdır.
“Amerikan
hayatının her aşamasında yapılması zorunlu olan büyük değişiklikler” tek tek,
parça parça veya “perakende” olarak yapılamaz; onu yapmak için bir seferberlik
ordusu yetmez. Fakat insan hayatının her yönünün temelinde yer alan ve onu
belirleyen felsefedir; insanlara doğru felsefeyi öğretin, gerisini onun aklı
halledecektir. Felsefe insan ile ilgili işlerin toptan satıcısıdır.
İnsan bir tür
felsefe, yani kapsamlı bir hayat görüşü olmaksızın, varolamaz. Çoğu insan
entelektüellik icatçısı değildir; fakat fikir algılayıcılarıdırlar ve fırsat
verildiğinde veya ve-rilirse fikirleri kritik olarak muhakeme edebilir ve
doğru yolu seçebilirler. Fikirlere kayıtsız kalan ve içinde bulunduğu anla
ilgili somut şeylerin ötesindeki her şeye kayıtsız kalan pek çok insan da
vardır; bu gibi insanlar, zamanının kültürünün kendilerine sunduğu şeyleri
bilinçaltı olarak kabul eder ve herhangi bir rastgele akıntı ile kör hâlde
savrulur. Onlar ister günlük işçiler ister şirket başkanları olsunlar, sadece
sosyal ağırlıklardır ve kendi istekleriyle dünyanın kaderiyle ilgilenmezler.
Çoğu insan
bugünkü kültürel ideolojik boşluğun pekâlâ farkındadır; cevaplan, tedirgin ve
kafaları karışık hâlde ve el yordamıyla aramaktadırlar.
Siz onları aydınlatabilecek misiniz?
Siz onların sorularım cevaplayabilir misiniz?
Siz onlara tutarlı bir dava sunabilir misiniz?
Siz onların hatalarının nasıl düzeltileceğini biliyor musunuz?
Siz aklı mahvetmeye odaklanmış
yaylım ateşin etkisine bağışık mısınız ve siz diğerlerine füzesavarlar
sağlayabilir misiniz?
Politik mücadele sadece eski tip tüfeklerle
yapılan bir çatışmadır; felsefî mücadele ise bir nükleer savaştır.
Eğer bir ülkenin
entelektüel eğilimini etkilemek istiyorsanız, ilk adım kendi fikirlerinizi
düzene koymak ve onları elinizden geldiğince ve bilginiz elverdiği ölçüde
tutarlı bir hâle getirmektir. Bu, sloganları ve objektivist prensipleri veya
başka prensipleri ezberlemek ve söylemek değildir: Bilgi mutlaka, somut
problemlere soyut fikirleri uygulayabilmeyi, özel konulardaki prensipleri
tanıyabilmeyi, onları ispatlayabilmeyi ve tutarlı bir davranış tarzını
savunabilmeyi içerir. Bu, her şeyi bilme veya her şeye hâkim olmayı
gerektirmez; harekete geçmek isteyen pek çok kişiyi mağlup eden (ve hiçbir şey
yapmamalarını sağlayan) şey, kişinin kendinde ve diğerlerinde otomatik her şeyi
bilme gücü olması şeklindeki bilinçaltı beklentisidir. Gereken şey dürüstlüktür.; yani kişinin ne
bildiğini bilmesini, bilgisini sürekli artırmasını ve bir çelişkiyi düzeltmekten
asla kaçınmamasını veya bunda
yetersiz kalmamasını gerektiren entelektüel dürüstlük. Bu şu anlama gelir:
Kalıcı bir nitelik olarak aktif
bir aklın geliştirilmesi.
İnandığınız
şeyler sizin bilinçli, düzenli kontrolünüz altında ise veya altında olduğunda
onları diğer insanlara yayabileceksiniz. Bu, gereksiz ve uygunsuz olduğunda
felsefî konuşmalar yapmak zorunda olduğunuz anlamına gelmez. Felsefeye, özel
konularla uğraşırken veya onları tartışırken, sizi desteklemesi ve size
tutarlı bir dava vermesi için ihtiyaç duyarsınız.
Kısaltmalardan hoşlanıyorsanız (tam
anlamlarını aklınızda tutmanız kaydıyla) şunu söyleyeceğim: “Kişi ne
yapabilir?” şeklinde sorduğunuzda cevabı KONUŞUN’dur (tabiî ne söylediğinizi
bilmeniz kaydıyla).
Birkaç tavsiye:
Ulusal düzeyde dinleyici beklemeyin. Size açık olan her düzeyde konuşun, büyük
veya küçük, arkadaşlarınız, iş arkadaşlarınız, meslek kuruluşlarınız ya da
herhangi bir meşru forum. Sözlerinizin ne zaman doğru akıllara ulaşacağını asla
bilemezsiniz. Anlık hiçbir sonuç göremeyeceksiniz; fakat kamuoyu görüşü, bu tip
aktivitelerle sağlanır.
Önemli konular
üzerinde fikirlerinizi ifade edebileceğiniz bir fırsatı atlamayın. Gazete ve
dergi editörlerine, TV ve radyo yorumcularına mektuplar yazın ve hepsinden
önemlisi seçmenlerine ihtiyacı olan kongre temsilcinize mektuplar yazın. Eğer
mektuplarınız kısa ve rasyonel ise (tutarsız derecede duygusal olmaktan
ziyade) onlar sizin düşüneceğinizden de etkili olacaklardır.
Etrafınızda bir
sürü konuşma fırsatı vardır. Aşağıdaki deneyi yapmanızı öneriyorum: Bir
haftalık bir ideolojik envanter tutun; yani insanların yanlış politik, sosyal
ve ahlâkî fikirleri su
götürmez gerçeklermiş gibi sizin sessiz onayınızla kaç defa söylediklerini not
edin. Sonra bu tip ifadelere itiraz etme alışkanlığı kazanın, hayır, sadece
ara sıra uygun olan uzun konuşmalar yapmak için değil, sadece “Aynı fikirde değilim” demek için. (Ve
eğer konuşmacı bilmek isterse, niçin aynı fikirde olmadığınızı açıklamaya
hazır olun). Bu, tehlikeli bayat söylemlerin yayılmasını durdurmanın en iyi
yollarından birisidir. (Eğer konuşmacı masum ise, bu ona yardımcı olacaktır;
eğer masum değilse, bu, bir sonraki defa onun kendine olan güvenini
azaltacaktır.) Bilhassa, sizin kendi fikirlerinize ve değerlerinize
saldırıldığında sessiz kalmayın.
Herkese “din değiştirtmeye” çalışmayın, yani
tartışmayla ilgili veya istekli olmayanları tartışmaya zorlamayın. Herkesin
ruhunu kurtarmak sizin göreviniz değildir. Gücünüzün yettiği şeyleri
yaparsanız, “bir şekilde” gücünüzün yetmediği şeyleri yapmamaktan suçluluk duymazsınız.
Hepsinden
önemlisi “bir şey yapmak için” yanlış ideolojik
gruplara veya hareketlere katılmayın. Burada “ideolojik” derken, bazı kabaca
genelleştirilen, tanımlanmamış (ve genellikle çelişkili) politik amaçlan talep
eden gruplan veya hareketleri kastediyorum. (Örneğin aklı, imandan aşağı bir
yere koyan; teokrasiyi, kapitalizmin yerine koyan Muhafazakâr Parti veya aklı,
kaprislerden değersiz tutan ve anarşiyi kapitalizm ile değiştiren “özgürlükçü”
hippiler.) Bu gibi gruplara katılmak, felsefi hiyerarşiyi tersine döndürmek ve
başarısızlığa mahkum yüzeysel bir politik hareket uğruna temel prensipleri
satmak anlamına gelmektedir. Bu, sizin kendi fikirlerinizin mağlubiyetine ve
düşmanlarınızın zaferine yardım etmeniz anlamına gelir. (Gerekçelerin
tartışılması için, Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal kitabımdaki “Tavizin Anatomisi”
kısmına bakınız.)
Bugün
katılmanızın uygun olduğu gruplar, sadece özel işler yapmak üzere kurulmuş
komiteleridir; yani tek, özel, açıkça belirlenmiş, farklı görüşten insanların
üzerinde hemfikir olabileceği bir amacı başarmak için organize olmuş
gruplardır. Bu gibi durumlarda, hiç kimse kendi görüşlerini tüm üyelere
atfedemez veya grubu bazı gizli ideolojik amaçlara hizmet etme yönünde
kullanamaz (ve bu çok dikkatli
bir şekilde takip edilmek zorundadır).
Bir entelektüel
harekete yapılabilecek en önemli katkı olan yazmayı atlıyorum; çünkü buradaki
tartışma her meslekten kişilere hitap etmektedir. Kitaplar, yazılar, makaleler
bir hareketin sabit yakıtlarıdır; fakat sadece bir “sebep” uğruna bir yazar
olmaya çalışmak abesle iştigalden daha kötü bir şeydir. Diğer herhangi bir
meslek gibi, yazma da bir meslektir ve ona bu şekilde yaklaşılmalıdır.
Bir entelektüel
hareketin özel bir görev gerektirdiğini, kendi payınıza kendinizi feda edici
bir çaba gerektirdiğini düşünmek bir yanlış algılamadır. O, çok daha zor bir
şeyi, fikirlerin si%in için ve
yaşamanız için önemli olduğuna derinden inanmayı gerektirir. Eğer bu inancı hayatınızın
her aşamasına entegre ederseniz, diğerlerini aydınlatan pek çok fırsat
bulacaksınız.
Mektubundan
alına yapağım okur uygun davranış eğilimi göstermektedir: “Bir astronomi
öğretmeni olarak birkaç yıl boyunca öğrencilerime aktif olarak aklın gücünü ve
realitenin mutlaklığını ispatlamayla meşgulüm ... Aynı zamanda sizin
çalışmalarınızı, çalışma arkadaşlarına da tanıtma peşindeyim, onları
okumalarından sonra mümkün olduğunca tartışıyoruz; ve tüm kişisel işlerimde
aklın kullanımına ısrar etmeyi bir amaç hâline getirdim.”
Bunlar mümkün
olduğunca sık ve yaygın olarak yapılması doğru olan şeylerden bazılarıdır.
Fakat bu okurun
sorusu, organize bir hareket şeklinde bir kestirme arayış ima etmişti. Bu
konuda hiçbir kestirme yol söz konusu değildir.
Geleneksel
olarak çelişkili felsefî fikirler karışımına sahip olan insanların hareketi
için çok geç. Akıl felsefesine bağlı bir insan hareketi için çok erken. Fakat
bir diktatörlük idaresi hariç, zaman doğru fikirleri yaymak için asla çok geç
veya çok erken değildir.
Eğer bu ülkeye
bir diktatörlük gelirse, o sessiz kalanların hatası sayesinde olacaktır. Biz
hâlâ konuşabilecek kadar özgürüz. Zamanımız var mı?
Bunu hiç kimse söyleyemez. Fakat zaman bizim
tarafımızdadır; çünkü biz (eğer onların nasıl kullanılacağını öğrenirsek) yok
edilemez bir silaha ve mağlup edilemez bir müttefike sahibiz: Akıl ve realite.
Sh:312-319
Bir bireyin
geleceği hakkında hipotez oluşturmak için üç unsur dikkate alınmalıdır: O
kişinin şu anki durumu, onun bilinçli olarak inandığı şeyler ve onun hayat
görüşü. Bir ulusun geleceği hakkında bir hipotez oluşturmak için de aynı
hususlar göz önüne alınmalıdır.
Hayat görüşü,
metafiziğin bir kavram öncesi eşdeğeridir; insan ve varlıklar hakkındaki
duygusal, bilinçaltınca bir araya getirilmiş bir değerlendirmedir. O, bir
bireyin (teşhis edilebilen ve gerektiğinde düzeltilebilecek olan) tanımlanmamış
felsefesini temsil eder; o insanın değerler tercihini, duygusal reaksiyonlarını
ve davranışlarını etkiler ve sık sık insanın bilinçli olarak inandığı şeylerle
çarpışır. (Detaylı bir tartışma için benim Romantic
Manifesto kitabımdaki “Hayat Felsefesi ve Görüşü” kısmına bakınız.)
Bir birey gibi
bir ulus da, resmî kültürde değil, ulusun “yaşam stilinde” insanların hakkında
hiç düşünmedikleri ve su götürmez gerçek olarak algıladıkları türden tutum ve
davranışlar hâlinde, fakat insan tabiatı temel görüşünü ilgilendiren karmaşık
değerlendirmelerce üretilen bir yaşam görüşüne sahiptir.
Bir “ulus”
mistik veya doğaüstü bir kimlik değildir: Aynı politik sistem altında, aynı
coğrafyada yaşayan büyük sayıdaki bireylerdir. Bir ulusun kültürü,
vatandaşlarının bütün olarak veya kısmen benimsediği ve ulusun yaşam şeklini
etkilemekte olan, bireysel insanların elde ettiği entelektüel kazanımların
toplamıdır. Bir kültür, farklı fikirlerin ve etkilerin karmaşık bir savaş
alanı olduğundan, bir “kültürden” bahsetmek daima muhaliflerin ve istisnaların
varlığına izin vererek, sadece baskın
fikirlerden bahsetmektir.
(Bazı fikirlerin
baskınlığı mutlaka onlara sarılan insanların sayısı ile belirlenmez, çoğunluk
kabulü ile veya belli bir fraksiyonun daha fazla olan aktivitesi veya azmi ile
veya hata sonucu, yani muhalefetin başarısızlığı sonucu veya -bir ülke özgür
olduğunda-bir azim ve doğruluk kombinasyonu ile belirlenebilir. Her durumda,
fikirler ve sonuçta ortaya çıkan kültür bir azınlığın aktif ilgisinin
ürünüdür. Bu azınlığı kim oluşturur? İlgili olmak isteyen herkes.)
Benzer şekilde,
bir ulusun yaşam görüşü kavramı, ulusun tüm fertlerinin onu paylaştığı anlamına
gelmez; sadece baskın bir çoğunluğun onun esaslarını çeşitli derecelerde
paylaştığı anlamına gelir. Ancak bu konuda baskınlık sayısaldır: Çoğu insan
kültürel ideolojik eğilimlere kayıtsız kalırken, hiç kimse hayat görüşünü oluşturan
bilinçaltı entegrasyon işleminden kaçamaz.
Bir ulusun hayat
görüşü, her bir çocuğun etrafındaki dünya konusunda ona öğretilen fikirler
hakkındaki (bunu kabul edebilir veya etmeyebilir) ve onun gözlemlediği ve
değerlendirdiği davranış şekli (bunu doğru bir şekilde değerlendirebilir veya
değerlendirmeyebilir) hakkındaki ilk izlenimlerince şekillenir. Ve psikolojik
spektrumun her iki ucunda da istisnalar -yani dünya görüşleri diğer
vatandaşlarınkinden daha iyi (felsefi olarak daha doğru) veya daha kötü olan
vatandaşlar varsa da, çoğunluk aynı bilinçaltı felsefe esaslarını geliştirir.
İşte bu, bizim “ulusal nitelik” olarak gözlediğimiz şeyin kaynağıdır.
Bir ulusun
politik eğilimleri bir bireyin davranış şeklinin eşdeğeridir ve onun
kültürünce belirlenir. Bir ulusun kültürü bir insanın bilinçli olarak inandığı
şeylerin eşdeğeridir. Tıpkı bir bireyin hayat görüşünün, onun bilinçaltı
inançlarıyla davranışlarına engel olarak veya onları yenilgiye uğratarak
çarpışması gibi, bir ulusun hayat görüşü de kültürüyle çarpışır ve ulusun
politik gidişatını engeller veya mağlup eder. Tıpkı bir bireyin hayat görüşünün
onun bilinçli olarak inandığı şeylerden daha iyi veya daha kötü olabileceği
gibi, bir ulusunki de olabilir. Ve tıpkı hayat görüşünü bilinçli olarak
inanılan şeylere asla dönüştürmemiş olan bir bireyin korkunç bir tehlike içinde
olduğu gibi, aynı durumdaki bir ulus da tehlikededir.
Bu, Amerika’nın bugünkü durumudur.
Eğer Amerika yok
olmaktan -spesifik olarak diktatörlükten-kurtarılacaksa, hayat görüşü
tarafından kurtarılacaktır.
Bir ülkenin
geleceğini belirleyen diğer iki unsura gelince; biri (siyasî eğilimimiz)
felakete doğru hızla yol almakta, diğeri ise (kültür) kelimenin tam anlamıyla
zaten hiç bulunmamaktadır. Politik eğilim saf devletçiliktir ve bir başka
ülkede olsa, amacına çoktan ulaşmış olması muhtemel bir hızda totaliter bir
diktatörlüğe doğru gitmektedir. Kültürün durumu hiç olmamaktan da kötüdür;
sıfırın altında etkiye sahiptir, yani fonksiyonunun tersini meydana
getirmektedir. Bir ulusun entelektüel yönetimini, fikirlerini, eğitimini, ahlâk
sistemini bir kültür verir. Bugün kültürel “düzen”imizin uyumlu çabası,
insanın rasyonel melekesinin yok edilmesini hedeflemektedir. Histerik sesler
irrasyonelliğin “üstün gücünü” yücelterek, abuk sabuk duygular yönetimini
besleyerek, bilime saldırarak, sarhoş hippilerin sersemliğini şereflendirerek,
kaba kuvvet kullanımı için özürler dileyerek, insanoğlunun ilkel pislikler
içinde yuvarlandığı, iletişim yolu hırıltılar ve iniltiler olan, ilham kaynağı
fiziksel duyular olan ve tartışma yolu bir sopa olan bir hayata dönmesine ısrar
ederek, aklın yetersizliğini ilân etmektedir.
Muhteşem
bilimsel ve teknolojik gücüyle bu ülke, Karanlık Çağlar’ın amaçsız sürüleri
gibi ya da kavramsallaştırmayı tamamen öğrenememiş bir yeni yetme durumundaki
gibi, bir entelektüellik öncesi çağ boşluğunda bırakılmıştır. Fakat bir yeni
yetme, tercihlerinde yol gösteren bir hayat görüşüne sahiptir. Bu ülke de öyle.
Özel
olarak Amerikan hayat görüşü nedir?
Bir hayat görüşü
öylesine karmaşık bir entegrasyondur ki, onu tanımlamanın en iyi yolu somut
örnekler verme ve onu farklı bir hayat görüşünün dışavurumlarıyla karşılaştırmadır.
Çoğu Avrupalının
duygusal ilkesi, insanın devlete ait doğal, metafizik olarak belirlenen
kaderine uygun olarak kullanılan ve adlan bir mülkiyet gibi olduğu hissidir. Tipik
bir Avrupalı belli bir devleti onaylamayabilir; ve tıpkı daha iyi hizmet edecek
daha iyi bir sahip arayan bir köle gibi, daha iyi olduğunu düşündüğü bir
devleti hedefleyerek, isyan edebilir; fakat yüce olanın kendisi, hizmetçi olanın devlet olduğu
fikri onun bilincinde hiçbir duygusal gerçekliğe sahip değildir. O devlete
hizmeti, nihaî bir ahlâkî yaptırım, bir onur
olarak görür ve eğer siz ona hayatının kendi başına bir amaç olduğunu
söylerseniz, o kendine hakaret edilmiş, dışlanmış ve kafası karışmış
hissedecektir. Devletçi felsefe ile yetiştirilmiş ve buna göre hareket etmiş olan
nesiller, bu fikri akıllarına çocukluğun en erken oluşum yıllarında
yerleştirmişlerdir.
Tipik bir
Amerikalı böyle bir fikri tam olarak asla anlayamaz. Bir Amerikalı bağımsız bir kimliktir. “İtilip kakılma”ya karşı
protestonun yaygın ifadesi, itilip kakılmanın kendi doğal durumları olduğuna
inanan Avrupalılar için duygusal olarak anlaşılmaz bir şeydir. Duygusal olarak bir Amerikalı hiç kimse
için hiçbir hizmet (veya kulluk) kavramına sahip değildir. Amerikalı orduya
kaydolursa ve bunu “ülkesine hizmet” olarak adlandırsa da o, tehlikeli bir işi
yapmayı tercih eden cömert bir
aristokratın hislerini taşır. Avrupalı bir asker ise, görevini yapağını
hisseder.
“Benim param şu adamınki kadar iyi
değil mi?” yaygın bir
Amerikan ifadesidir. Bu Avrupa’da yaygın olamaz: İyi olması için bir
servetin eski olması ve devletten gelen özel bir lütuftan kaynaklanmış olması
gerekir; bir Avrupalı için kişisel çaba ile kazanılan para adi, kaba veya bir
şekilde saygıdeğer olmayan bir anlamdadır.
Amerikalılar
başarıya hayrandırlar, onun neye mal olduğunu bilirler. Avrupalılar başarıya
kötü niyetli bir şüphe ve kıskançlık ile yaklaşırlar. Kıskançlık, Amerika’da
yaygın bir duygu değildir (şimdilik); ancak o, Avrupa’da aşın ölçüde egemen bir
duygudur.
Amerikalılar
halka mal olmuş kişileri hakkında saygı duyduklarında, bu eşitlerin
saygısıdır; onlar bir hükümet görevlisinin, bu özel iş için seçilmiş ve belli
bir seçkinlik kazanmış kendileri gibi bir insan olduğunu düşünürler. Ünlüleri
isimleri ile çağırırlar, saygısızlık veya eşitlikçi kendini beğenme hâlinde
değil, sevgi göstergesi olarak Başkanları isimlerinin baş harfleri ile söylerler
(“FDR” veya “JFK” gibi). Bir kişiye “Herr Doktor Doktor Schmidt” diye hitap
etme geleneği ABD’de imkânsızdır. Avrupa’nın en özgür ülkesi olan İngiltere’de
bir bilim adamı, bir işadamı veya film yıldızının başarısı devletin kılıcı ile
başına vurulup şövalye ilân edilene kadar tam olarak gerçek kabul edilmez.
Bu iki farklı
tavrın pratik sonuçları vardır.
Bir Amerikalı
ekonomist bana şu hikâyeyi anlatmıştı: Bir Amerikalı sanayi şirketi tarafından
Avrupa şubesinde araştırma yapmak için İngiltere’ye gönderilmişti. En son
cihazlara ve tekniklere rağmen İngiltere’deki şubenin verimliliği ABD’deki ana
fabrikanın çok gerisinde kalmıştı. Arkadaşım sebebi bulmuştu: İngiliz işgücü ve
yönetiminin her seviyesinde bulunan, katı şekilde sınırlar çizen bir zihniyet,
bir tür psikolojik kast sistemi. Onu şöyle açıklamıştı: Amerika’da eğer bir
makine bozulursa, bir işçi onu tamir etmek için gönüllü olur ve genellikle de
tamir eder; İngiltere’de ise, iş durur ve insanlar uygun bölümün uygun
mühendisinin davet edilmesini beklerler. Bu bir tembellik problemi değil,
kişinin kendi yerini koruması, kendine verilen görevi yapması ve asla ötesine
kalkışmaması şeklindeki, derinde yerleşmiş bir duygu meselesidir. Kendi özel
işinin sınırları ötesinde herhangi bir sorumluluk almaya serbest olduğu İngiliz
işçilerinin akıllarına gelmez. İnisiyatif
“içgüdüsel” (yani otomatikleşmiş) bir Amerikan karakteridir; ve bir Amerikalının
düşüncesinde Avrupalının düşüncesinde, itaatin
işgal ettiği yeri işgal etmektedir.
Sosyal
atmosferdeki farklılıklara gelince işte size bir örnek ... İsviçre’den, yaşlı
bir Avrupalı bayan biyokimya araştırmacısı New York’a gelişinde bana ucuz mallar
satan bir tuhafiye mağazasından bir şeyler satın almak istediğini söylemişti.
Çok az İngilizce konuşabildiğinden ona birlikte gitmeyi teklif ettiğimde;
hayret etmiş ve rahatsız olmuş hâlde tereddüt etmişti, sonra sordu: “Fakat
bu sizi utandırmaz mı?” Ne demek istediğini anlayamamıştım: “Utanmak mı?
Nasıl?” O açıkladı: “Siz ünlü bir kişisiniz, ya birisi sizi ucuz tuhafiye
mağazasında görürse?” Ben güldüm. O, bana yazılı olmayan kanun gereği
farklı sınıf insanlar için farklı sınıf mağazalar olduğunu ve bir profesyonel
olarak maaşı orta düzeyde olsa bile belli mağazalarda alışveriş yapmak zorunda
olduğunu, işçi mağazalarında daha ucuz fiyata daha kaliteli mallar bulunduğunu,
fakat oralarda görülürse sosyal statüsünü kaybedeceğini söyledi. Bu tip bir atmosferde
yaşamayı düşünüyor musunuz?
(Tuhafiye mağazasına gittik.)
Hangi seviyede
olursa olsun bir Avrupalı, başkalarınca yapılmış bir dünyada duygusal olarak
yaşamaktadır (kimin tarafından yapılmış olduğunu asla açık olarak bilmez) ve
onun içinde yerini arar veya kabul eder. Amerikan tutumu en iyi şekilde bir
şiir ile anlatılır: “Dünya ben doğduğumda başladı, ve
benim kazanmam içindir.” (Badger Clark’ın “Westerner” adlı eserinden.)
Yıllar önce
Hollywood’da bir partide Marie Curie’nin kızı olan seçkin Fransız kadını Eve
Curie ile tanıştım. Eve kurgusal olmayan best-seller kitap yazarıydı ve siyasî
olarak bir liberaldi; o anda ABD’de bir konferanslar torundaydı. Amerikalı
izleyicilere olan şaşkınlığını şöyle vurgulamıştır: “Onlar çok mutlular”, bunu
tekrarladı durdu, “çok mutlular...”
Bunu reddetmeksizin veya hayranlık duymadan, biraz eğlenerek söylüyordu; fakat
şaşkınlığı çok sahiciydi. “İnsanlar Avrupa’daki gibi değiller. .. Amerika’da
herkes mutlu, entelektüeller hariç. Oh, entelektüeller her yerde mutsuz.”
Bu olay benim
aklımda kaldı; çünkü o kasıtsız olarak Amerikalı insanlar ve entelektüeller
arasındaki mesafeyi ortaya koymuştu. Mistisizmi, ataleti, teslimiyeti, ıstırap
modası, sefalet ve yetersizliğin insanın dünyadaki kaderi olduğu ve mutsuzluğun
hassas bir ruhun işareti olduğu inanışı ile aşınmış, dağılan bir Avrupa
kültürünün, Amerika gibi bir ülke için ne gibi bir faydası olabilir?
Amerika’yı
keşfeden bir Avrupalıydı; fakat bu dünyayı ve insanın dünya üzerinde uygun
yerini, mutluluk potansiyelini ve kazanması için insana ait olan dünyayı ilk
keşfeden ulus Amerikalılardı. Onların keşfedemedikleri şey başarılarını
adlandıracak kelimeler, onu tanımlayacak kavramlar, ona yol gösterecek
prensipler, yani uygun felsefe ve onun sonucu, yani bir Amerikan kültürüydü.
Amerikanın orijinal bir kültürü, yani onun felsefî
(Aristocu) temelinden türeyen ve onun tarihteki tüm diğer ülkelerden büyük
farkını ifade eden fikirler grubu hiç olmamıştır.
Amerikan
entelektüelleri, Avrupa’nın pasif bağımlı insanları ve neredeyse sıfırdan
başlayan fakir akrabalarıydı. Freud ve Wittgenstein gibi, “dar gelen eski
elbiseler” de dahil, Avrupa’nın kurumuş kırıntıları ve atılmış modalarıyla
geçiniyorlardı. Amerika’nın felsefeye olan tek katkısı olan pragmatizm,
Kantçı-Hegelci fikirlerin kötü bir geriye dönüştürülmesiydi.
Amerika’nın en
iyi beyinleri bilime, teknolojiye ve sanayiye gittiler ve karşılaştırılamaz
başarı seviyeleri yakaladılar. Onlar, fikirler alanını neden ihmal ettiler?
Çünkü bu alanlar insanlara, hiçbir istekli
aktif insanın girmeye tenezzül etmeyeceği, bir tür temizlenmesi gereken ahır
ifade ediyordu. Amerika’nın çocukluğu, Kant’ın Avrupa felsefesindeki etkisinin
yükselişi ve sonuçta Avrupa kültürünün dağılması ile eş zamanlı oldu. Amerika
kirli, bunak, itibarsız bir gardiyan eline bırakılmış istekli, erken gelişmiş
bir çocuk konumundaydı. Bu çocuk, okul kaçağı rolü oynamak için iyi bir sebebe
sahipti.
Bir delikanlı
hayat görüşüne bir müddet sarılabilir. Fakat büyüdüğünde, bu hayat görüşünü
kavramsal bilgi ve bilinçli inanışlar hâline dönüştürmek zorundadır, aksi hâlde
başı büyük dertte olacaktır. Bir hayat görüşü açık bilginin alternatifi
değildir. Kişinin tanımlayamadığı, fakat sadece açık şekilde algıladığı
değerler o kişinin kendi kontrolü altında değildir. Kişi, değerlerin neye bağlı
olduklarını veya ihtiyaç duyduklarını, onları kazanmak ve muhafaza etmek için
ne tip bir hareket tarzının gerektiğini söyleyemez. Kişi onları kaybedebilir
veya onlara bilmeden ihanet edebilir. Yaklaşık bir yüzyıldır, bu Amerika’nın
trajik sıkıntısıdır. Bugün Amerikan insanları, derin çelişkilerle hırpalanan
bir uyur gezer dev gibidir. (Burada “Amerikan insanları” derken bilim adamları
ve iş adamları dahil; fakat entelektüeller, yani meslekleri beşeri bilimlerle
ilgili olanlar dışındaki grubu kastediyorum. Entelektüeller bir ülkenin
gardiyanlarıdır.)
Amerikalılar
dünyadaki en realite merkezli insanlardır. Onların en önemli karakteri, çocuk
tarzı gerçekçilik, yani sağduyudur. Bu onların tek korumasıdır. Fakat teorik
bilgi gerektiğinde sağduyu yeterli olmamaktadır: Sağduyu basit, somut
bağlantılar yapabilir; fakat karmaşık konulan entegre edemez veya büyük, soyut
konularla uğraşamaz ya da geleceği tahmin edemez.
Örneğin, bu
ülkedeki devletçi eğilime dikkat edin. Kollektivizm doktrini hiçbir zaman
Amerikan seçmenlerine açık bir şekilde sunulmamıştır: Sunulmuş olsaydı, ezici
bir yenilgi tadardı (çeşitli sosyalist parti örneklerinin gösterdiği gibi).
Fakat “sosyal yardımlar devleti” parça parça, aşama aşama bir Başkanın
Amerika’nın muhteşemliğini, “kendini feda etme isteğine” borçlu olduğunu ifade
etmesi saçmalığından kaynaklanan bir tür tanımlanmamış “Amerikancılık” örtüsü
alanda Amerikalılara yutturulmuştur. insanlar bir şeylerin ters gittiğini
sezmiştir; fakat neyin ve ne zaman ters gittiğini anlamamışlardır. Bu onların
sessiz (ve sağır) bir çoğunluk olarak kalmalarının cezasıdır.
Amerikalılar
(mevcut örneklere bakarak, iyi gerekçelerden ötürü) anti-entelektüeldir; ancak
bilgiye ve eğitime derin bir saygıları vardır (fakat bu şimdi sallantıdadır).
Kendilerinden emin, güvenen, cömert, müthiş derecede iyiliksever ve
masumdurlar. Bir varoluşçu (William Barret, irrasyonel insan adlı eserinde) “...Amerikan ‘masumluğunu’
yücelten şey felsefî terimlerle, basitçe bir insanın ne derece sorgulanabilir
olduğunu göz ardı eden ve Avrupalıları yabancı olarak çarpan bir nitelik
[dir]...” demektedir. “Sorgulanabilir” kelimesi Avrupa’nın insan görüşü olan
sefil, suçlu, beceriksiz, yerlerde sürünen kötü kelimelerinin kibar hâlidir. Avrupalılar “İlk Günah”a, yani insanın iç
ahlâksızlığına inanır; Amerikalılar buna inanmaz. Amerikalılar insanı bir
değer olarak, temiz, özgür, yaratıcı, rasyonel olarak görürler. Fakat insan hakkındaki Amerikan
görüşü (ilk Kurucu Babamız olan Aristo’dan beri, onun “yüce insan”
tanımlamasına bakınız) felsefi terimlerle
ifade edilmemiş veya yüceltilmemiştir.
Barret şöyle
devam ediyor: Sartre bu ülkeyi ziyaret ederken, bir Amerikalı ile yaptığı bir
diyalogu anlatıyor.
Amerikalı, tüm
uluslararası problemlerin eğer insanlar bir araya gelseler ve rasyonel olsa,
çözülebileceğine ısrar etmektedir. Sartre aynı fikirde değildir ve bir müddet
sonra aralarındaki tartışma imkânsız hâle gelmiştir. Sartre “ben kötülüğün varlığına inanıyorum, fakat o
inanmıyor” demekteydi. Bu durum da kibar bir kelime kullanmak demektir:
Avrupalıların inandığı kötülüğün sadece varlığı değil, aynı zamanda onun gücüdür. Amerikalılar kötülüğün gücüne
inanmazlar ve onun tabiatını anlamazlar. Onların tutumlarının ilk kısmı (felsefi
açıdan) doğrudur; fakat İkincisi, onları savunmasız hâle getirmektedir.
Amerikalılar kötülüğün yetersizliğinin sebebini -yani onun akılsız, korku dolu,
kıskançlıkla kemirilen küçüklüğünü-anladıkları gün, yerli ve yabancı tarihteki
tüm insan düşmanı dalaverecilerin etkisinden kurtulacaklardır.
Bugüne kadar
Amerika’nın korunması üçkağıtçı insanlara atfedilen bir söz ile ifade
edilebilen bir faktördür: “Dürüst bir insanı
dolandıramazsınız.” Amerikan insanlarının
masumluğu ve sağduyusu, entelektüellerce, Avrupalı devletçilerden ödünç alınan
(Avrupalı beceriksiz kitleleri kandırmak ve yönetmek için geliştirilen) planları,
sapık fikirleri, kandırma stratejilerini ve ideolojik tuzakları bozmuştur.
Amerika’da asla kitleler olmamıştır, en fakir Amerikalı bile bir bireydir ve
bilinçaltında bireycidir. Üniversitelerimizi ele geçirmiş olan Marksizm, insanlar
söz konusu olduğunda kasvetli bir başarısızlıktır: Amerikalılara hiçbir tip
sınıf savaşı satılamaz; Amerikan işçileri kendilerini “proletarya” olarak görmezler,
fakat en onurlu mülkiyet savaşçıları arasında yer alırlar. Sovyet Rusya ile
işbirliği öneren profesörler ve iş adamlarıdır, Amerikan sendikaları değil.
Amerikalıların
komünizmden değil, faşizmden korkmalarını sağlamak için yapılan müthiş
propaganda başarısız ölmüştür. Amerikalılar her ikisinden de nefret etmektedirler.
Berbat Birleşmiş Milletler hilesi başarısız olmuştur. Amerikalılar, bu kuruluş
konusunda asla istekli olmadılar; fakat çok uzun bir süre şüphe ettikleri hâlde
iyi gözle baktılar. Ancak mevcut anketler çoğunluğun, BM aleyhine döndüğünü
göstermektedir (geç olması hiç olmamasından daha iyidir).
insan hayatına
karşı olan en son saldın -çevre seferberliği-ideolojik liderleri nedeniyle
muhtemelen mağlubiyetle sona erecektir: Amerikalılar kendi caddelerini, nehirlerini,
arka bahçelerini isteyerek temizleyeceklerdir; fakat iş ilerleme, teknoloji,
otomobil ve yaşam standartlarına gelince, Amerikalılar insanlardan nefret
edenlerin “henüz hiçbir şey görmemiş olduğunu” ispatlayacaklardır.
Avrupa’da
insanları kararsız, uysal ve yönetmesi kolay hâle getiren hayat görüşü
duygusu, yani temel suç, Amerika’da bilinmemektedir. Bugüne kadar hiç kimse
Amerika’ya bu aşağılık duyguyu aşılayamamıştır (ve herhangi bir kişinin
gelecekte bunu yapacağına da şüphe ederim). Amerikalılar, bu duygunun
gerektirdiği ve talep ettiği tipten yozlaşmayı anlama noktasına gelemezler.
Fakat dürüst bir
insan kendini kandırabilir. Güvenen masumluğu onun, en tehlikelisi altruizm olan, şeker kaplı zehirleri
yutmasına yol açabilir. Amerikalılar onu kabul ederler -fakat bu altruizm
olduğu için veya tehlikeli bir kendini kurban etme doktrini olduğu için
değildir; fakat güçlü, kendinden emin, bir insanın tabiatını anlamadığı diğer
insanların sıkıntısını gidermek için aşırı cömert olma arzusu iledir. Böyle bir
insan güvendiği kişinin ihanetiyle uyandığı zaman, cömertliğinin kendisini
sırtından geçinen birtakım kimseler tarafından üzerine daimi bir semer vurma
konumuna getirdiğini anladığı zaman, sonuçlan tahmin etmek imkânsızdır.
Bu ülkeyi
mahvetmenin iki yolu vardır: Diktatörlük veya kaos, yani anlık ölüm veya tüm
medeni kurumların daha uzun süreli çöküş ıstırabı ve bir ulusun birbiriyle
kavga eden veya yağmalayan silahlı çeteler hâline parçalanması, ta ki bir
Atilla’nın geri kalanını ele geçirmesine kadar... Bu zulüm dönemi öncesi kaos
anlamına gelir -Karanlık Çağlar’da Batı Avrupa’nın durumu gibi, Rusya’da
Romanof hanedanının öncesi ya da Çin’deki askeri rejim altındaki 300 yıl gibi.
Bir Avrupalı,
bir diktatörlük karşısında silahsızdır; ondan nefret edebilir, fakat kendisinin
hatalı olduğunu ve metafizik olarak devletin haklı olduğunu düşünür. Bir
Amerikalı, ruhunun son derecesine kadar isyan eder. Fakat bu onun hayat
görüşünün onun için yapabileceğinin hepsidir: Onun problemlerini çözemez.
Sadece bir şey
kesindir; bugün Amerika’da bir diktatörlük barınamaz. Hâlâ bu ülkeye kimse
hükmedemez; fakat bu ülke havaya uçurulabilir. Bir iç savaşın gözü dönmüş
öfkesi ve kör şiddeti hâlinde havaya uçurulabilir. Bu ülke, itaat etme,
pasiflik, kötü niyet, teslimiyet hâlinde sindirilemez. “İtilip kakılamaz.”
Amerikalıların buyurucu bir otoriteye cevaplan itaat değil, meydan okumadır.
İnsanların kölelikten kurtulması için bir yeraltı demiryolu işletmiş olan bir
ulus ya da Yasaklama [Amerika’da 1919 ve 1933 yılları arasında
uygulanan içki yasağı. ‘Yasaklama Tadilatı” da 1919 yılında Anayasa’da bu yönde
yapılan değişikliği ifade etmektedir. ] karşısında prensipli içki içmeye başlayan bir ulus, ekmek karnesi ve
hububat fiyatları dayatanlara “Evet, efendim” demeyecektir. henüz değil.
Amerika şu anki
durumunda birkaç kuşak daha sürdürürse (ki bu, muhtemel değildir) diktatörlük
bir olasılık olacaktır. Bir hayat görüşü kalıcı bir nimet değildir.
Karakteristik olarak Amerikan hayat görüşü etrafımızda günlük olarak
kemirilmektedir. Çok sayıda Amerikalı, onu kaybetmiştir (ya da asla
geliştirmemiştir) ve Avrupa’nın en kötü ayak takımının psikolojik seviyesine
inmektedir.
Bu durum,
devletçi eğilimin asıl destekleyicileri olan iki grup arasında yaygındır; çok
zenginler ve çok fakirler. İlk gruptakiler yönetmek istediği için, ikinci
gruptakiler yönetilmek istedikleri için. (Bu eğilimin liderleri, her ikisini
de yapmak isteyen entelektüellerdir.) Fakat bu ülke asla bir kazanılmamış,
mirasa dayalı “seçkine” sahip olmamıştır. Amerika hâlâ kendini yetiştiren
insanların ülkesidir, yani herhangi bir modern toplumdaki en üretken ve en
çok sömürülen grup olan orta sınıfın
ülkesidir.
Akademice
oluşturulan koalisyon (idrak gelişimini durdurmak yoluyla bir çocuğun aklını
felç etmek isteyen “ilerici” olarak bilinen okullarda) kasıtlı olarak
çaresizlik ve teslimiyet aşılayarak Amerikan karakterini uysallaştırmaya
çalışmaktadır. The New Left: The
Anti-lndustrial Revolution adlı kitabımdaki “The Comprachios (Çocuk
Hırsızlar)” kısmına bakınız. Ancak “ilerici” zenginlerin kendi teorilerinin
ilk kurbanları olacağı görülmektedir: Pahalı
yetiştirme okullarından ve üniversitelerden hippiler olarak çıkan ve
beyinlerinin geri kalan kısmını uyuşturucu ile yok edenler, iyi durumdakilerin
çocuklarıdır.
Orta sınıf,
belki de son yüzyılın en faydalı hareketi olan, bir panzehir üretmiştir: Bir
çocuğun idrak, yani rasyonel melekesinin gelişmesini hedefleyen bir sistem olan
Montessari eğitim sisteminin kendiliğinden ve organize olmayan şekilde,
sıradan insanlar arasında canlanması. Fakat bu uzun vadeli bir ümittir.
Şu anda, Başkan
Nixon gibi çok iç karartıcı bir kişi bile (bizzat çok iç karartıcı olması
nedeniyle) bir ümit işaretidir. Eğer başka herhangi bir ülke bizimki kadar çaresizce
tehlikeli kafa karışıklığı durumu içinde olsa, bir düzine cafcaflı Führer
ülkenin başına geçmek için bir gecede mantar gibi biterdi. Böyle bir Führer’in
çıkmaması Amerika’nın itibarıdır ve eğer böyle biri çıksaydı, bir şansının
olacağı şüphelidir.
Bu ülke görülür
bir gelecekte barışçı bir yeniden doğuş gerçekleştirebilir mi?
Var olan tüm emsallere bakıldığında bu
muhtemel değildir. Fakat Amerika, emsali olmayan bir olaydır. Geçmişte
Amerikan azmi, bazen çok uzun vadeli bir sabır olmuştur. Fakat Amerikalılar değiştiklerinde
değişmişlerdir. Refah
devletinin başına gelmesi muhtemel olan şey, Yasaklama Tadilatı’nın başına
gelen şeydir.
Onu yok etme
yönündeki kültürel-politik çabaların sürekli baskısı altında, insanlarda kalmış
yeterli Amerikan hayat görüşü var mıdır?
Bunu söylemek imkânsızdır. Fakat buna sahip
olanlarımız, onun için mücadele etmelidir. Başka bir alternatifimiz yoktur, bu
ülkeyi bir sıfıra -savaş narası akılsızlık olan insanlara-teslim edemeyiz.
Ahlâkî temeli
olan altruizm ile mücadele etmeden, kollektivizmle mücadele edemeyiz. Onun
epistemolojik temeli olan irrasyonellikle mücadele etmeden, altruizmle mücadele
edemeyiz. Kendisi için
mücadele edecek bir şeyimiz olmadıkça, bir şeye karşı mücadele edemeyiz -ve bizim mücadele etmemiz gereken
şey akıl ve insanın akıllı bir varlık olduğu görüşüdür.
Bunlar felsefi
konulardır. İhtiyacımız olan felsefe,
Amerika’nın hayat görüşünün kavramsal eşdeğeridir. Onu yaymak en zor
entelektüel mücadeleyi gerektirecektir. Fakat bu, uğruna savaşılacak muhteşem
bir amaç değil midir?
Sh:320-335
Kaynak:
İhtiyacımız Olan Felsefe / Ayn Rand Özgün Adı / Philosophy: Who Needs It
Çeviren: Nejdet Kandemir, 1. Baskı: Haziran 20032. Baskı:2005 İstanbul,
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar