Print Friendly and PDF

İHTİYACIMIZ OLAN FELSEFE -Philosophy: Who Needs It- Ayn Rand

Bunlarada Bakarsınız



Çeviren:  Nejdet Kandemir
Ayn Rand sadece bir romancı, bir felsefeci değildi. O aynı zamanda bir felsefe pazarlayıcısıydı; felsefenin şim­diye kadarki en yetenekli pazarlayıcısı.
Başka kim kahramanlar ve kötülerin metafizikleri ge­reği köklü farklılıklar arz ettiğini, yanlış bilgilerin tren kazalarına, ocaklarda patlamalara ve cinsel iktidarsızlığa yol açtığını, doğru ahlâkın New York Kenti’nin ve insan ruhunun yeniden inşasının vazgeçilmez yolu olduğunu anlatan Atlas Shrugged  [Ayn Rand, Atlas Vazgeçti, Çev.: Belkıs Dişbudak, Plato Film Yayınlan, İs­tanbul, Mayıs 2003.] gibi satış rekorları kıran roman­tik bir kitabı yazabilirdi?
 Başka kim, İhtiyacımız Olan Fel­sefe (.Philosophy: Who Needs It?
) adlı bir kitap yazabilir ve verecek bir cevaba sahip olabilirdi?
Ayn Rand’ın felsefeyi pazarlayabilme yeteneği, onun kendine has felsefesi olan objektivizmin bir ürünüdür.
Rand on yıl önce şunları yazmıştı: “... Ben asıl ola­rak, bir kapitalizm savunucusu değil, fakat bir egoizm savunucusuyum; esasen egoizmin de değil, aklın bir savunucusuyum. Eğer bir kişi aklın üstünlüğünü kabul ediyorsa ve onu tutarlı bir şekilde kullanıyorsa gerisi kolaydır. Bu (aklın üstünlüğü) benim çalışmamın ve objek­tivizmin asıl ilgi alanıdır, böyle olmuştur ve böyle olacak­tır” (The Objectivist, Eylül 1971).
Objektivizme göre akıl, insanoğlunun sadece kendi­ne has özelliği değildir; aynı zamanda insanoğlunun asıl özelliğidir, onun hayatta kalmasının asıl yoludur. Bu ne­denle, faaliyet göstermek için aklın gerektirdiği her şey insan hayatının bir gerekliliğidir.
Akıl, algılanan verilerin kavramlar hâlinde bütünleşti­rilmesi yoluyla çalışır. Ayn Rand bu işlemin en sonunda en büyük entegrasyonları, yani insana üzerinde faaliyet gösterdiği evren hakkında, insanın bilgi araçları ve ken­dine has değerleri hakkında bilgi verecek entegrasyonla­rı gerektirdiğini savunmaktadır.
Bu yüzden insanoğlu metafiziğe, epistemolojiye ve ah­lâka, yani felsefeye ihtiyaç duymaktadır. İnsanoğlu felsefe­ye kendi tabiatı gereği ve pratik bir sebep için ihtiyaç du­yar; düşünebilmek, davranabilmek ve yaşayabilmek için.
Tıpkı bugünün neo-mistik kültüründe objektivizmin aklı ön plana çıkarması bakımından neredeyse eşsiz ol­ması gibi, bugünün dünyasında felsefenin rolü halikında­ki bu görüş de eşsizdir.
Ayn Rand’a göre felsefe, kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Felsefe, oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu de­ğildir. O, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için ge­liştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Ayn Rand’a göre, felsefe insan haya­tındaki temel faktördür; felsefe, insan aklını ve karakteri­ni ve ulusların kaderini şekillendiren asıl kuvvettir. Felse­fe, insanların kabul ettiği felsefe tipine bağlı olarak, bun­ları iyi veya kötü yönde şekillendirir.
Ayn Rand’a göre, insanın tercihi, bir felsefe sahibi ol­mak veya olmamak konusunda değil, sadece hangi fel­sefeye sahip olma konusundadır. İnsanın tercihi, tercihi­nin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olaca­ğı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.
Elinizdeki kitaptaki makalelerde Ayn Rand, bilinçli ve rasyonel bir felsefeye ulaşmak için gerekli adımlardan ba­zılarını açıklamaktadır. Rand, okuyucuya insanın kendi ruhunda veya ulusunda bulunan gizli fikirleri tanıması­nı ve ardından değerlendirmesini öğretmektedir. Rand, felsefenin insanları ve toplumları yönetme mekanizma­larına, soyut teorinin günlük hayatta aldığı çeşitli biçim­lere ve en muğlak fikirlerden (ilk bakışta sadece akade­mik öneme sahip olduğu görülen fikirlerden) dahi kaynaklanabilen varoluşa dair derin sonuçlara ışık tutmak­tadır. Yazar, akılcı olduğunda bir fikrin nihaî sonucunun insan hayatının korunması olduğunu; akıldışı olduğunda ise sonucunun bunun tersi olduğunu göstermektedir.
İnsanlara binlerce yıldır telkin edilenin aksine Ayn Rand, nesnelliği “tarafsızlık” ile eş anlamlı tutmamıştır; kendisi “kendiyle ilgili olma” şeklindeki objektivist an­lamda felsefe taraftarıydı; kendi davranışları ve kendi ya­şamı için bencilce hangi fikirlerin doğru olduğunu bil­mek istemekteydi. Eğer insanın felsefeye ihtiyacı varsa, doğru felsefeye, yani realiteyle uyumlu olan felsefeye ih­tiyacının olduğunu savunmaktaydı.
İhtiyacımız Olan Felsefe, bu yıl mart ayındaki ölümün­den önce Ayn Rand tarafından planlanan son çalışmadır.
Kitap ilk olarak Kanadalı Objektivist Walter Huebscher tarafından düşünüldü. 1981 sonbaharında Huebscher Bayan Rand’a bir mektup yazdı: “[Makalelerinizde], herkesin -dile getirdiği her bir ifadede-felsefî ön-kabulleri nasıl kullandığını çarpıcı bir şekilde ayrıntılandırıyorsunuz ... Eğer [bu] makaleler tek bir kitap hâlinde yayınlan­sa, eminim, ilgiyi felsefenin güçlü etkisi üzerine çekecek, bugünün en tehlikeli eğilimlerinden bazılarının felsefi kök­lerini teşhis edecek [ve] bir kültürel eğilimi tersine çevir­menin mümkün olduğunu, herkesin buna katkıda buluna­bileceğini ve bulunması gerektiğini ortaya koyacaktır.”
Bayan Rand, Huebscher’in büyük ölçüde kendi The Ayn Rand Newletter mecmuasından bir derleme yapma ve onun başlığı olarak kendi makaleleri arasından kendi­sinin beğendiği bir makalenin başlığını kullanma fikrini çok beğendi. Bu makale orijinal olarak, West Point’teki ABD Askeri Akademisi’nde verilen bir konferans olan “ihtiyacımız Olan Felsefe” idi. Bayan Rand izleyen aylarda, -Bobbs-Merrill’deki yayıncısı Grace Shaw, dostları ve ça­lışma arkadaşları ile birlikte-kitabın şeklini tartıştı. Kita­bın içeriğini ve yapısını genel olarak ortaya koydu. Kita­ba konması zorunlu olan makalelerle, isteğe bağlı olarak gördüğü diğer makalelerini belirtti. Ancak parçaların ke­sin seçimini veya sıralamasını yapacak kadar yaşamadı. Bu kararları vermek, Bayan Rand’ın ifade ettiği istekleri­nin rehberliğinde, yapabileceğim kadarıyla bana kaldı.
Onun diğer antolojilerindeki politikasını izleyerek, daha teorik makaleleri kitabın giriş kısmına koydum ve bunların arkasına daha somut olanları ve/veya esas ola­rak eleştirel nitelikteki makaleleri koydum. Bunların hiç­biri daha önce kitap hâlinde yayımlanmamıştır.
Kitaba adını veren makaleden sonra, orijinal ola­rak onunla ilişkili olarak yazılmış bir makale gelmekte­dir. Daha sonra objektivist felsefe ile ilgili bir grup ma­kale yer almaktadır. Bunların ilkinde (Bölüm 3), değişi­me açık olan ve olmayan şeylerin analizi, Ayn Rand’ın objektivist metafiziğin bir unsuru olan varoluşun üstün­lüğünün mükemmel bir savunmasını temsil etmektedir.
İzleyen kavramsallaştırma karşıtı zihniyete ilişkin tartış­malar (4. ve 5. Bölümler) ise objektivist epistemoloji­nin bir unsurunun ispatıdır: Bu bölümler, bilginin beşe­rî formunu, yani kavramları hiçbir zaman tam olarak ge­liştirememiş olan insanın başına gelecekleri göstermek­tedir. Sovyet satranç ustası Boris Spassky’ye açık mek­tup felsefenin her dalının insan hayatındaki rolünü irkil­tici bir örnekle özetleyen bir güç gösterisidir.
Biri istisna, bu kitaptaki tüm makaleler 1970 ve 1975 yılları arasında yazılmıştır. İstisna Atlas Shrugged kitabı­nın basımından birkaç yıl sonra 1960’da Yale Üniversitesi’nde verilen bir konferans olan “İnanç ve Güç: Çağdaş Dünyanın Düşmanları”dır. (7. Bölüm) Bu konferans ob­jektivizme ve Rand’ın bugünün dünyasına bakışına dair basit, fakat mükemmel bir giriştir. Bu makale şimdiye kadar her yerde kolayca bulunmuyordu. Bayan Rand’ın çalışmalarına âşinâ olmayanların okumaya bu bölümden başlamaları tavsiye edilebilir.
Daha sonra, Kant ve onun eşitlikçi* hareketi ve B. F. Skinner gibi mirasçılarını ele alan önemli bir bölüm gel­mektedir (8-13. Bölümler).
*Eşitlikçilik (egalitarianism): “Bütün insanların eşit haklara sahip olduğunu, dolayısıyla toplumsal ilişkilerde eşitsizlik sonucu doğan tüm sınıfsal farklılıkların yok edilmesi veya en azından asgariye indirilmesi gerektiğini ileri süren yaklaşım” Ömer Demir - Mustafa Acar, Sosyal Ritimler Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara, 2002, s. 141-2. Çev.
Bayan Rand’a sık sık bugün önemli mevkilerde iyi fi­kirlerin savunucularının neden çok az sayıda bulunduğu soruluyordu. Onun cevabını en azından kısmen göster­mek için iki siyasî parça (14 ve 15. Bölümler) ekledim; bu bölümlerde kültürel hayatımızı yozlaştırmak için hü­kümet tarafından yaygın olarak kullanılan bazı metodlar tartışılmaktadır. Bunları Ayn Rand’a sıkça sorulan bir di­ğer soru ile, bugünün dünyasında ne yapılabileceği ile il­gili iki parça (16. ve 17. Bölümler) izlemektedir.
Kitabı Bayan Rand’ın onu bitireceğini düşündüğüm şekilde bitirdim. “Gitmesine İzin Verme” adlı bölüm, Amerikan tarzı hayatı bu ülkenin geleceğindeki umudun dayanağı olarak sunmaktadır.
Yıllarca arayla yazılan makaleler bir kitap hâline geti­rildiğinde yer yer editör düzeltmeleri gerekmektedir. Bu gibi değişiklikleri köşeli parantezler içinde verdim. Ba­yan Rand’ın yeni okuyucunun âşinâ olmayabileceği bir terimi kullandığı bazı durumlarda, yine köşeli parantez­ler içinde kısa bir tanımlama verdim. Bunlar haricinde, küçük düzeltmeler hariç, metin tamamen Ayn Rand’ın kendi kelimeleri ile yazılmıştır.
(Bir tırnak içindeki köşeli parantezlerin her zaman Bayan Rand’a ait olduğunu ve onun alıntı üzerine ken­disinin yaptığı eklemeler veya yorumlar olduğuna dik­kat edin.)
Bayan Rand’ın ölümünden beri New York’taki çalış­ma arkadaşları onun fikirleri hakkında nasıl daha fazla bilgi edinilebileceği, onun mecmualarının eski sayılarının nasıl elde edilebileceği, hangi mevcut yayınların, okulla­rın ve derslerin onun felsefesini izlediği, Yeni Entelek­tüel Vakfı’nın yaptığı çalışmalar vs. konusunda çok sayı­da ileti aldılar. Eğer yukarıdakilerden herhangi biriyle il­gileniyorsanız aşağıdaki adrese yazmanızı tavsiye ediyo­rum. Objektivizm PW, PO BOX 177, Murray Hill Station, New York NY 10016. Gelen postaların çokluğun­dan dolayı muhtemelen kişisel bir cevap alamayacağınız­dan dolayı üzgünüm, fakat zamanla eğer Ayn Rand’ın fi­kirlerini daha ileri düzeyde araştırmak veya onları destek­lemek isterseniz, çeşitli kaynaklardan size izleyeceğiniz yolu gösterecek olan yayınlara ulaşacaksınız.
Bu arada, eğer bu makaleleri ilk kez okumak üzereyseniz, sizi bekleyen şeylerden dolayı sizi kıskanıyorum. Ayn Rand pek çok kişinin aklını ve hayatını değiştirmiş­tir. Belki sizinkini de değiştirecektir.
Leonard Peikoff New York, Mayıs, 1982

6 Mart 1974’te ABD West Point Askeri Akademisi mezunlarına hitaben yapılan bir konuşma.
Kendim de bir hikâye yazarı olduğumdan, çok, çok kısa bir hikâye ile başlayalım. Kendinizi uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır:
Neredeyim?
Burayı nasıl keşfedebi­lirim?
Ne yapmalıyım?
Etrafta tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz ve soluyacağınız hava var; güneş ışığı sizin hatırladığı­nızdan daha solgun gibi ve hava da daha soğuk. Gök­yüzüne bakmak istiyorsunuz, fakat duruyorsunuz. Ani bir duygu içinizi kaplıyor: Bakmazsanız belki de dünya­ya çok uzak olduğunuzu ve geri dönüşün hiçbir şekil­de mümkün olmadığını bilmek zorunda kalmayacaksı­nız; bunu bilmediğiniz müddetçe de istediğinize inan­makta özgürsünüz -ve bulanık, hoş ve bir ölçüde suçlu bir ümit yaşıyorsunuz.
Uzay geminize dönüyorsunuz: Cihazlarınız zarar görmüş olabilir; fakat zararın ne kadar ciddî olduğunu bilmiyorsunuz. Fakat ani bir korkuyla irkilip duruyor­sunuz:
Bu cihazlara nasıl güvenebilirsiniz?
Bunların sizi yanlış bir yere götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsi­niz?
Bu cihazların başka bir dünyada çalışacaklarını nasıl bilebilirsiniz?
Cihazlardan uzaklaşıyorsunuz.
Şimdi neden hiçbir şey yapmaya istekli olmadığını­zı merak etmeye başlıyorsunuz. Bir şekilde ortaya çıka­cak olan bir şeyi beklemek çok daha güvenli görünmek­tedir; kendinize uzay gemisini sarsmamanın daha iyi ola­cağını söylüyorsunuz. Uzaklarda size yaklaşan bazı can­lılar olduğunu görüyorsunuz; onların insan olup olma­dığını bilmiyorsunuz, fakat onlar iki ayak üzerinde yürü­yorlar. Onların size ne yapacağınızı söyleyecekleri hük­müne varıyorsunuz.
Bir daha sizden haber alınmıyor.
Bunun fantezi olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?

Siz olsaydınız böyle yapmazdınız ve hiçbir astronot da asla böyle yapmazdı. Belki de öyle. Fakat bu, çoğu insa­nın burada, dünyada hayatını yaşama şeklidir.
Çoğu insan hayatını, cevaplan (bilinçli olarak farkın­da olsun ya da olmasın) insanın her düşüncesinde, duy­gusunda ve hareketinde yatan üç sorudan kaçmaya çalı­şarak harcar: Neredeyim?
 Nerede olduğumu nasıl anla­rım?
 Ne yapmalıyım?
Bu soruları anlayacak yaşta olduklarında, insanlar cevapları bildiklerini düşünürler.
Neredeyim?
Diyelim New York’ta. Bunu nerden biliyorum?
Bu su götürmez bir gerçektir. Ne yapmalıyım?
İşte bu konuda pek emin değiller, fakat alışılmış cevap şudur: Herkes ne yapıyorsa onu. Tek problem, onların çok aktif, çok emin, çok mut­lu görünmemeleri ve zaman zaman açıklayamadıkları veya kurtulamadıkları sebepsiz bir korku ve tanımlanma­mış bir suç duygusu yaşamaları olarak görünmektedir.
Problemin cevaplanmamış üç sorudan kaynaklandı­ğını ve bunları sadece bir bilimin, yani felsefenin cevap­layabileceğini asla keşfedememişlerdir.
Felsefe varoluşun, insanın ve insan-varoluş ilişkisinin ana niteliklerini inceler. Sadece belli şeylerle uğraşan di­ğer bilimlerin aksine felsefe, evrenin var olan her şeyle ilgili olan yönleriyle uğraşır. Bilgi alanı içinde, özel bilim­ler ağaçlardır, felsefe ise ormanı var eden topraktır.
Felsefe size keşfetmek için araçlar verse de, size New York’ta mı yoksa Zanzibar’da mı olduğunuzu söylemez. Fakat onun size söyleyeceği şey şudur: Doğal kanunlar­la yönetilen ve bu nedenle istikrarlı, sabit, mutlak ve an­laşılması mümkün olan bir evrende mi yaşıyorsunuz?
 Yoksa anlaşılmaz bir kaos içinde, açıklanamayan muci­zeler girdabında veya aklınızın kavrayamadığı, bilinmesi mümkün olmayan, kestirilemeyen bir ortamda mısınız?
 Etrafınızda gördüğünüz şeyler gerçek mi, yoksa onlar sadece bir illüzyon mu?
 Onlar herhangi bir gözetenden bağımsız olarak mı vardır, yoksa bir gözeten tarafından mı yaratıldılar?
 Onlar insan bilincinin nesnesi mi, yoksa öznesi midirler?
 Onlar görünüşte oldukları şey midirler, yoksa bir dilek gibi, bilincinizin tek bir hareketi ile değiş­tirilebilirler mi?
Davranışlarınızın -ve tutkunuzun-karakteri hangi tip cevabı seçtiğimize bağlı olarak farklı olacaktır. Bu cevap­lar felsefenin ana kolu olan ve varoluşu inceleyen bilim olan (Aristo’nun “kendiliğinden oluş” şeklinde ifade et­tiği) metafiziğin ilgi alanıdır.
Hangi hükümlere varırsanız varın, bunu izleyen baş­ka bir soruyu cevaplama zorunluluğu içinde olacaksınız. Bunu nerden biliyorum?
 İnsan her şeyi bilen veya yanıl­maz olmadığından, neyi bilgi olarak iddia edebileceğini­zi ve hükümlerinizin geçerliliğini nasıl ispatlayacağınızı bulmak zorundasınız. İnsan bilgiyi bir akıl işlemiyle mi elde eder, yoksa doğaüstü bir güçten gelen anlık bir il­ham yoluyla mı?
 Akıl, insan duyularıyla sağlanan mater­yali tanıyan ve onu işleyen bir meleke midir, yoksa insa­nın beynine kendisi doğmadan önce yerleştirilmiş do­ğuştan gelen fikirlerle mi beslenir?
 Akıl gerçeği kavra­maya muktedir midir, yoksa insan aklından daha üstün bir diğer idrak melekesine mi sahiptir?
 İnsanoğlu kesin­liği elde edebilir mi, yoksa sürekli şüphe içinde boğulma­ya mahkûm mudur?
Kendine güveninizin (ve başarınızın) derecesi hangi cevaplar takımını seçtiğinize bağlı olarak farklı olacaktır. Bu cevaplar insanın kavrama yollarını inceleyen episte­molojinin (bilgi teorisinin) ilgi alanıdır.
Bu iki dal, felsefenin teorik temelini oluşturur. Üçün­cü dal olan ahlâk, felsefenin teknolojisi olarak kabul edi­lebilir. Ahlâk, tüm varlıklar için değil, sadece insan için geçerlidir, fakat insan hayatının her alanında geçerlidir; karakterlerinde, davranışlarında, değerlerinde, varoluşun bütünüyle olan ilişkilerinde. Etik (ya da ahlâk), insanın tercihlerine ve davranışlarına -yaşamın gidişatını belirle­yen tercih ve davranışlara-yol gösteren bir değerler sis­temini tanımlamaktadır.
Tıpkı hikâyemdeki astronotun (nerede olduğunu ve bulunduğu yeri nasıl keşfedeceğini bilmek istemediğin­den) ne yapması gerektiğini bilmemesi gibi, siz de karşı karşıya olduğunuz evrenin niteliğini, kendi kavrama yol­larınızı ve kendi tabiatınızı bilene kadar ne yapmanız ge­rektiğini bilemezsiniz. Ahlâka gelmeden önce, metafizik ve epistemolojinin ortaya koyduğu sorulan cevaplamak­sınız: İnsan realiteyi kavrayabilecek akıllı bir varlık mıdır, yoksa umutsuz, kör bir uyumsuz, evrenin akışıyla sersemlemiş önemsiz bir şey midir?
 İnsan için dünyada ba­şarı ve mutluluk mümkün müdür, yoksa insan başarısız­lıklara ve felakete mahkûm mudur?
 Cevaplara bağlı ola­rak etiğin ortaya koyduğu şu sorulan düşünmeye geçe­bilirsiniz: İnsan için iyi ve kötü olan nedir ve niçin?
 İn­sanın asıl olarak ilgilendiği şey zevk peşinde koşmak mı, yoksa sıkıntıdan kaçmak mı olmalıdır?
 İnsan hayatının amacı olarak kendini geliştirmeyi mi, yoksa kendini yok etmeyi mi seçmelidir?
 İnsan kendi değerleri peşinde mi koşmalıdır, yoksa diğer kişilerin çıkarlarını kendisininkilerin önüne mi koymalıdır?
 İnsan mutluluğu mu, yoksa kendini feda etmeyi mi şiâr edinmelidir?
Bu iki grup cevabın değişik sonuçlarını vermeme ge­rek yok. Onları kendi içinizde, etrafınızda, her yerde gö­rebilirsiniz.
Etiğin verdiği cevaplar insanların diğer insanlara na­sıl muamele etmeleri gerektiğini belirler ve bu da felse­fenin dördüncü kolunu, yani gerçek bir sosyal sistemin prensiplerini tanımlayan politikayı oluşturur. Felsefenin işlevine bir örnek verirsek, siyaset felsefesi size karne ile dağıtılan benzinden haftanın hangi günü ve ne kadar ve­rilmesini söylemez, hükümetin herhangi bir şeyi karneye bağlamayı dayatmaya hakkı olup olmadığını söyler.
Felsefenin beşinci ve son dalı, metafiziğe, epistemolo­jiye ve etiğe dayalı sanatı inceleyen estetiktir. Sanat, insan bilincinin ihtiyaçları ile -ona yakıt sağlanması ile-uğraşır.
Bazılarınız şimdi pek çok insanın yaptığı gibi şunu söyleyebilir: Böyle soyut şekilde asla düşünmem -ben belli, somut, gerçek hayat problemleriyle uğraşmak iste­rim-, felsefeye neden ihtiyacım olsun?
 Benim cevabım şudur: Somut, belli, gerçek yaşam problemleriyle uğra­şabilmek için -yani dünyada yaşayabilmek için-felsefe­ye ihtiyacınız vardır.
Çoğu insan gibi, felsefeden etkilenmediğinizi söyleye­bilirsiniz. Sizden bu iddianızı gözden geçirmenizi isteye­ceğim. Hiç şunu söylediğiniz ya da düşündüğünüz oldu mu?
 “Bu kadar emin olma, hiç kimse hiçbir şeyden emin olamaz.” Bu fikri, adını hiç duymamış bile olsanız David Hume’den (ve diğer kişilerden) aldınız. Veya: “Bu, teoride iyi olabilir, ama pratikte işe yaramaz.” Bunu Platon’dan aldınız. Veya: “Bu, yapılacak çok kötü bir şeydi, fakat o da nihayetinde bir insan ve dünyada hiç kimse mükemmel değildir.” Bunu Augustine’den aldınız. Veya: “Bu senin için doğru olabilir, ama benim için değil.” Bunu William James’den aldınız. Veya: “Elimden bir şey gelmez. Onun yapağı hiçbir şeye hiç kimse yardım ede­mez.” Bunu Hegel’den aldınız. Veya: “İspatlayamam, ama doğru olduğunu hissediyorum.” Bunu Kant’tan al­dınız. Veya: “Bu mantıklıdır, fakat mantığın gerçekle il­gisi yoktur.” Bunu da Kant’tan aldınız. Veya: “Bu kötü bir şeydir, çünkü bencilcedir.” Bunu da Kant’tan aldınız. Çağdaş aktivistlerin “Önce yap, sonra düşün” dediklerini duydunuz mu?
 Onlar da bunu John Dewey’den aldılar.
Bazı insanlar şöyle bir cevap verebilir: “Bunları kesin­likle zaman zaman söylemekteyim, fakat bunlara her za­man inanmıyorum. Bunlar dün doğru olabilirdi, ama bu­gün doğru değil.” Onlar bunu Hegel’den aldılar. İnsan­lar şunu söyleyebilir: “Tutarlılık küçük akılların korku­lu rüyasıdır.” Bunlar onu çok küçük bir akıldan, Emerson’dan aldılar. İnsanlar şunu söyleyebilir: “Fakat kişi, o anki durumun gereklerine göre farklı felsefelerden fikir­ler ödünç alamaz mı, veya onlarla bir orta yol bulamaz mı?” Onlar bunu Richard Nixon’dan aldılar, o da William James’den aldı.
Şimdi kendinize sorun: Soyut fikirlere ilgi duymu­yorsanız, neden siz (ve tüm insanlar) bunları kullanmak zorunda kalıyorsunuz?
 Gerçek şudur: Soyut fikirler sa­yısız somut konuyu içeren kavramsal bütünleştirmeler­dir ve soyut fikirler olmaksızın gerçek hayatın spesifik ve somut problemleriyle başa çıkamazsınız. Her nesne­nin kendisi için eşsiz, benzeri olmayan bir doğa harika­sı olduğu yeni doğmuş bir bebek konumunda olursunuz. Bebeğin akli durumu ve sizinki arasındaki fark sizin bey­ninizin gerçekleştirmekte olduğu kavramsal bütünleştir­melerin sayısındadır.
Gözlemlerinizi, deneyimlerinizi, bilgilerinizi soyut fi­kirler, yani ilkeler hâlinde bütünleştirme gerekliliği ko­nusunda tercih şansınız yoktur. Tek tercihiniz, bu pren­siplerin doğru mu yoksa yanlış mı olacakları, sizin bilinç li akılcı inanışlarınızı mı yoksa rastgele bir araya gelmiş kaynaklarını, geçerliliklerini veya içeriklerini bilmediğiniz (bildiğinizde çoğu kez bir çürük patates gibi kaldırıp atacağınız) bir fikirler sürüsünü mü temsil edecekleridir
Fakat (bilinçli olarak veya bilinçsiz olarak) kabul ettiğiniz prensipler bir diğeriyle çelişebilir veya ters düşebilir bunların da entegre edilmesi gereklidir. Bunları bütünleş tiren şey nedir?
 Felsefe. Felsefî bir sistem entegre bir varoluş fikridir. Bir insan olarak felsefeye ihtiyacınız olduğu gerçeği hakkında tercih yapma şansınız yoktur. Sizin de tercihiniz kendi felsefenizi bilinçli, akılcı, disiplinli bir düşünce süreci ve titiz derecede mantıklı bir akıl yürütmeyi mi yapacağınız, yoksa bilinçaltınızın topladığı, şans eseı bir araya gelen, fakat bilinçaltınızca bir tür soysuz felsefe hâlinde bütünleştirilmiş ve tek bir kütle hâline -yani aklı­nızı kullanmanızı engelleyen bir zincir ve gülle gibi duran kendinden şüphe etme hâline getirilmiş olan bir geçer­siz hükümler, yanlış genellemeler, tanımlanmamış çeliş­kiler, hazmedilmemiş sloganlar, belirsiz dilekler, şüpheler ve korkular çöplüğü olarak mı tanımlayacağınızdır.
Pek çok insanın yaptığı gibi, daima soyut prensiple­re dayanarak davranmanın kolay olmadığını söyleyebi­lirsiniz. Hayır, kolay değildir. Fakat onların ne olduğunu bilmeden onlara dayanarak davranmak zorunda olmak daha mı kolaydır?
Bilinçaltınız bir bilgisayar gibidir (aslında insanoğlu­nun yapabileceği en karmaşık bilgisayardan daha karma­şıktır) ve onun asıl fonksiyonu sizin fikirlerinizi entegre etmektir. Bilinçaltını kim programlamaktadır?
 Sizin bi­linçli aklınız. Eğer siz hata yaparsanız, hiçbir kesin kana­atiniz olmazsa, bilinçaltınız tesadüfen programlanır ve kendinizi kabul ettiğinizi bilmediğiniz fikirlerin etkisine bırakırsınız. Fakat öyle ya da böyle, bilgisayarınız size, sahip olduğunuz değerlere göre etrafınızdaki şeylerin yıldırım hızıyla hesaplanmış değerlendirmelerinin gün­lük ve saatlik çıktılarını duygular formunda verir. Eğer bilgisayarınızı bilinçli bir düşünmeyle programlarsanız, değerlerinizin ve duygularınızın niteliğini bilirsiniz. Böy­le yapmazsanız bilmezsiniz.
Bilhassa bugün, pek çok kişi insanın sadece mantık­la yaşayamayacağını, insan tabiatında göz önüne alınma­sı gereken duygusal unsurların bulunduğunu ve insanla­rın duyguların yol göstericiliğine dayandıklarını iddia et­mektedirler. İşte benim hikâyemdeki astronot da böy­le yapmıştı. Yanılan, astronot ve insanlar oldular: İnsa­nın sahip olduğu değerler ve duygular onun temel dün­ya görüşü tarafından belirlenir. İnsanın bilinçaltının ni­haî programlayıcısı, duygusalcılara göre, insanların his­lerinin puslu sırlarını etkileme veya onlara nüfuz etme gücü olmayan bir bilim olan felsefedir.
Bilgisayar çıktısının kalitesi ona girilen verinin kali­tesiyle belirlenir. Eğer bilinçaltınız tesadüfen program­lanırsa, onun çıkası da buna uygun bir karaktere sahip olacaktır. Belki de bilgisayar işlemcilerinin kullandığı ve “bilgisayara çöp gir, çöp çıksın” anlamına gelen zarif tâ­biri duymuşsunuzdur. Aynı durum bir insanın düşüncesi ve duyguları arasındaki ilişkiler için de geçerlidir.
Duygularıyla çalışan bir kişi, çıktılarını okuyamadığı bir bilgisayarla çalışan kişi gibidir. Kişi bilgisayar prog­ramının doğru veya yanlış olduğunu, kişinin başarısı için mi, yoksa mahvolması için mi olduğunu, onun amaçlarına mı yoksa bilinmeyen bir gücün kötü emellerine mi hiz­met ettiğini bilmez. Bu kişi iki şeye de kördür: Etrafındaki dünyaya ve kendi iç dünyasına. Gerçeği veya kendini mo­tive eden şeyleri kavrayamaz ve her ikisine karşı da kro­nik dehşet içindedir. Duygular kavrama araçları değiller­dir. Felsefeyle ilgisi olmayan insanlar ona çok fazla ihti­yaç duyarlar; en çaresiz şekilde onun gücüne tabidirler.
Felsefeyle ilgisi olmayan insanlar felsefe prensiplerini etraflarındaki kültürel atmosferden (okullardan, üniver­sitelerden, dergilerden, gazetelerden, filmlerden, TV’den vs.) alırlar. Bir kültürün rengini ne belirler?
 Bir avuç in­san: filozoflar. Diğerleri ikna olarak veya aldırmayarak bunları izlerler. Yaklaşık 200 yıldır, Immanuel Kant et­kisiyle, felsefedeki baskın eğilim tek bir amaca odaklanmıştır: İnsan aklının tahribi ve insanın kendi aklının gü­cüne olan güveninin yıkılması. Bugün bu eğilimin en üst seviyesini görmekteyiz.
İnsanlar aklı terk ettiklerinde, sadece duygularının kendilerine rehberlik edemediğini ve aynı zamanda deh­şet hariç, hiçbir duyguyu yaşayamayacaklarını anlarlar. Bugünün entelektüel modalarına göre yetiştirilen genç insanlar arasında uyuşturucu bağımlılığının yayılması, id­rak araçlarından yoksun kalan ve gerçekten kaçmak is­teyen insanların (varoluşla ilişkilerinden doğan yetersiz­liğin dehşetinden kaçmak isteyenlerin) çekilmez iç du­rumlarını gösterir. Bu genç insanların bağımsızlık kor­kusuna ve bazı grup, hizip veya çeteye girme veya “ait olma” çılgınlıklarına dikkat edin. Bunların çoğu felsefeyi hiç duymamıştır; fakat cesaret edemedikleri sorular için esaslı cevaplara ihtiyaçları olduklarını hissederler ve ka­bilelerinin onlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyece­ğini ummaktadırlar. Herhangi bir büyücünün, “guru” nun veya diktatörün hegemonyası altına girmeye razı­dırlar. Bir insanın yapabileceği en tehlikeli şeylerden biri kendi ahlâkî özerkliğini başkalarına teslim etmektir: Be­nim hikâyemdeki astronot gibi, iki ayaküstünde yürüseler bile onların insan olup olmadığını bilmemektedir.
Şimdi şunu sorabilirsiniz: Eğer felsefe böylesine kötü olabiliyorsa, niçin insanlar onun eğitimini alsınlar?
 Bil­hassa bariz şekilde yanlış, anlamsız ve gerçek hayat ile hiç ilgisi olmayan felsefe teorileri eğitimi neden alınsın?
Benim cevabım: Kendini korumak için ve gerçeğin, adaletin, özgürlüğün ve sahip olduğunuz veya olabilece­ğimiz herhangi bir değerin korunması için.
Bilhassa modern zamanlardaki pek çok felsefe kötü ise de tüm felsefeler kötü değildir. Öte yandan, bilim, teknoloji, ilerleme, özgürlük gibi medeniyetin her başa­rısının alanda, aralarında bu ülkenin doğuşunun da bu­lunduğu, bugün tadını çıkardığımız her değerin altında, 2000 yıl önce yaşamış bir insanın, Aristo’nun başarısını bulacaksınız.
Bazı filozofların kelimenin tam anlamıyla anlaşılmaz teorilerini okurken, sadece sıkılma duygusu yaşıyorsanız size karşı çok büyük bir sempati duyuyorum. Ama “an­lamsız olduğunu bildiğim bir şeyi neden inceleyeyim” diyerek onları bir kenara atarsanız, yanlış yaparsınız. Bu­nun anlamsız olduğu doğrudur; fakat siz bunu bilmi­yorsunuz, tabiî onların tüm hükümlerini, bu filozofların ürettiği tüm sloganları kabul etmedikçe. Ve tabiî bunla­rı çürütemedikçe.
Bu anlamsızlık insanın varoluşuna dair en kritik ölüm kalım konuları ile ilgilidir. Her önemli felsefe teo­risinin temelinde, insan bilincinin gerçek bir ihtiyacının varolduğu şeklinde haklı bir mesele vardır. Bazı teoriler bu konuyu netleştirmeye çalışırken, bazıları insanoğlunu onu keşfetmekten şaşırtmaya, soysuzlaştırmaya, alıkoy­maya çalışır. Filozofların mücadelesi insan aklının mücadelesidir. Eğer anlayamıyorsanız, bu teorilerin en kötülerine karşı savunmasızsınız demektir.
Felsefe çalışmanın en iyi yolu felsefeye bir dedektif hikayesine yaklaşır gibi yaklaşmaktır: Kimin katil, kimin kahraman olduğunu anlamak için her yolu, her ipucunu ve emareyi izleyin. Belirleme kriteri iki sorudur: Niçin ve Nasıl?
 Eğer belli bir fikir doğru görülüyorsa -neden Eğer bir başkası yanlış görünüyorsa neden, ve bu nasıl açıklanıyor?
 Cevapları hemen bulamayacaksınız; faks paha biçilmez bir özellik kazanacaksınız: Esaslara göre düşünme yeteneği.
Hiçbir şey insana otomatikman verilmez: Ne bil­gi, ne kendine güven, ne iç huzuru, ne de aklını doğru şekilde kullanma. İnsanın ihtiyaç duyduğu veya istedi­ği her değer (vücudunun kendine has duruşu bile) keş­fedilmek ve öğrenilmek zorundadır. Bu bağlamda, West Point mezunlarının duruşuna -gururlu, disiplinli vücut kontrolü olan insanları gösteren bu duruşa her zaman hayran olduğumu söylemek istiyorum. İşte, felsefe eğiti­mi de insana özel bir entelektüel duruş (aklının onurlu, disiplinli kontrolü) verir.
Sizin kendi mesleğiniz olan askerlik biliminde, düş­man silahlarını, stratejisini ve taktiğini izlemenin ve on­larla karşılaşmaya hazır olmanın önemini biliyorsunuz. Aynısı felsefede de geçerlidir: Düşmanın fikirlerini anla­malı ve onları çürütmeye hazır olmalısınız. Onun temel argümanlarını bilmek ve onları yok etmek zorundasınız.
Fizikî savaşta, askerinizi bir bubi tuzağına gönder­mezsiniz; bubi tuzağının yerini öğrenmek için elinizden gelen her şeyi yaparsınız. Kant’ın sistemi felsefe tarihin­deki en büyük ve en anlaşılmaz bubi tuzağıdır; fakat için­de o kadar fazla boşluk vardır ki, onun numarasını bir kez anladığınızda, hiçbir sıkıntı yaşamadan onu etkisiz hâle getirebilir ve tam bir güvenlik içinde onun üzerinde yürüyebilirsiniz. Ve bir kez etkisiz hâle geldiğinde, daha küçük Kantçılar (onun ordusundaki daha düşük rütbeli­ler, felsefe teğmenleri, erleri ve bugünün paralı askerleri) kendi ağırlıkları olmadığından peş peşe devrileceklerdir.
Siz, ABD ordusunun gelecekteki liderlerinin, bu­gün felsefî açıdan silahlanmanız gereğinin özel bir sebe­bi vardır. Siz şu anda kültürel kurulularımızda egemen olan Kantçı-Hegelci kollektivist *oluşumun özel saldırı­sının hedefisiniz. Siz dünyada kalan son yarı özgür ül­kenin ordususunuz, ancak emperyalizmin aleti olmakla suçlanıyorsunuz. “Emperyalizm” hiçbir zaman askerî fe­tihle uğraşmamış ve başlatmadığı, fakat girdiği ve kazan­dığı iki dünya savaşından asla faydalanmayan bu ülke­nin dış politikasına verilen addır. (Bu arada, bu politika ülkenin hem müttefiklerine hem de eski düşmanlarına yardım etmek için servetini harcamasına yol açan aptal­ca ve aşırı cömert bir politikaydı.) “Askerî sanayi komp­leksi” olarak adlandırılan ve bir safsata -veya daha kötü-olan bir şey, bu ülkenin tüm sıkıntılarından sorumlu tu­tulmaktadır. Âdi üniversite serserileri, üniversite kampüslerinde ROTC birimlerinin (Üniversitelerdeki subay kursları.) yasaklanması için yay­gara yapmaktadırlar. Savunma bütçemiz, mâlî önceliğin ekolojik gül bahçelerine ve gecekondu bölgesi sakinleri­nin estetik olarak kendini ifade etme derslerine verilme­sini söyleyen insanlar tarafından eleştirilmekte, suçlan­makta ve kesintiye uğratılmaktadır.
* Kollektivizm (Collectivism): “Toplumsal örgütlenmede bireylerin değil, birlikte yaşayan grubun ortak çıkarlarının esas alınması gerektiğini savunan görüş ve ideolojilerin ortak adı. Bireye karşı cemaat, toplum veya devlet gibi toplu kategorileri öne çıkaran, toplum menfaati için bireyin kurban edilmesi ne cevaz veren ve İktisadî ve siyasî kararlan bireyler ya da piyasa yerine devlete veya kamu otoritesinin belirlediği üst komitelere bırakan ideoloji.” Çev.
Bu kampanya bazılarınızı çileden çıkarmış olabilir ve siz iyi niyetle, bunu hak etmek için hangi hataları yaptığı­nızı merak edersiniz. Eğer durum böyleyse, düşmanınızın tabiatını bir an önce anlamak sizin için çok önemlidir Siz hatalarınız veya kusurlarınız yüzünden değil, faziletleriniz yüzünden saldırıya uğruyorsunuz. Bir zayıflığınım yüzünden değil, gücünüz ve yeterliliğinizden dolayı suçla­nıyorsunuz. Birleşik Devletlerin koruyucusu olmanızdan dolayı cezalandırılıyorsunuz. Aynı konunun daha alt bir seviyesinde, benzer bir kampanya polis kuvvetine karşı da yürütülmektedir. Bu ülkeyi yok etme peşinde olanlar, onu hem fiziksel hem de entelektüel olarak silahsızlan­dırmak istiyorlar. Fakat bu sadece siyasî bir konu değildir: Politika sebep değil, felsefi fikirlerin en nihaî sonucudur. Bazı komünistler, başlatmaya hiçbir şekilde güçlerinin yetmediği bu sıkıntılı durumda fayda elde etmeye çalışan sinekler gibi ilgili olsalar da, bu bir komünist komplosu değildir. Yıkıcıların motivasyonu komünizme olan aşkla­rı değil, Amerika’ya olan nefretleridir.
Niçin nefret?
 Çün­kü Amerika Kantçı bir evrenin yaşayan bir inkârıdır.
Bugünün zayıflara, kusurlulara, ıstırap çekenlere, suçlu­lara olan iğrenç ilgisi ve tutkusu masumlara, güçlülere, be­ceriklilere, başarılılara, erdemlilere, emin olanlara ve mut­lulara karşı olan derin Kantçı nefreti gizleyen bir örtüdür.
İnsan aklını yok etmeyi hedefleyen bir felsefe her za­man insana karşı ve her türlü İnsanî değere karşı bir nefret felsefesidir. İyi olmak için iyiden nefret etmek 20. yüzyılın simgesidir. İşte, karşı karşıya olduğumuz düşman budur.
Bu tip bir mücadele özel silahlar gerektirir. Bu savaşı amacınızın tam olarak bilinmesi, kendinize tamamen gü­venme ve bu ikisinin ahlâkî doğruluğu hakkında kesin­likle emin olma silahlan ile yapmak zorundasınız. Size bu tip silahlan sadece felsefe verebilir.
Bu akşam kendime verdiğim görev size kendi felse­femi pazarlamak değildir, sadece felsefeyi pazarlamaktır. Ancak hiçbirimiz ve hiçbir ifade felsefî fikirlerden kaça­mayacağından, her cümlede açıkça kendi felsefemden bah­setmekteyim. Bu konuda benim bencil çıkarım nedir?
 Fel­sefenin önemini ve onu kritik olarak incelemenin önemini kabul ederseniz, sizin benimseyeceğiniz felsefenin benim­ki olduğuna hayli eminim. Ben onu, resmî olarak objek­tivizm, fakat gayri resmî olarak dünyada yaşama felsefe­si olarak adlandırıyorum. Bilhassa Atlas Shrugged da olmak üzere, benim kitaplarımda onun açık ifadesini bulacaksınız.
Sonuç olarak, kişisel bazı şeyler söylememe izin ve­rin. Bu akşam bana çok şey ifade ediyor. Size hitap etme fırsatı yakalamak, bana büyük bir onur verdi. Bir vatan­severlik gevelemesi değil, fakat zarurî metafizik, epistemolojik, ahlâkî, politik ve estetik temellerden hareket­le size şunları söyleyebilirim; Amerika Birleşik Devletleri en büyük, en soylu ve orijinal kuruluş prensipleriyle dünya tarihindeki tek ahlâklı ülkedir. Benim kafamda; West Point adı ile ilişkili bir tür sessiz aydınlık vardır, siz bu orijinal kuruluş prensiplerini korumaktasınız ve onların sembolüsünüz. Bu prensiplerde çelişkiler ve eksiklikler söz konusu oldu ve sizinkilerde de olabilir, fakat ben esaslardan bahsediyorum. Hiçbir kurum ve hiçbir sosyal sistem tüm üyelerine otomatikman mükemmellik garanti edemeyeceği için, her kurumda olduğu gibi sizin tarihinizde de yüksek standartlarınıza uygun olarak yaşamayan bireyler olabilir. Bu durum bireyin özgür iradesin bağlıdır. Ben sizin standartlarınızdan bahsediyorum. Siz Amerika’nın doğuşuna has olan, fakat bugün hiç bulunmayan üç karakteri korumaktasınız: Samimiyet, kendini verme, onur duygusu. Onur, davranışta kendisini gösteren kendine değer verme duygusudur.
Bu ülkenin savunması için hayatınızı riske atmayı seçtiniz. Kendinizi hiçe sayarak hizmet etmeye kendinizi adadığınızı söyleyerek, size hakaret etmeyeceğim; bu benim ahlâk değerlerime göre bir erdem değildir. Benim ahlâk anlayışıma göre, kişinin kendi ülkesini savunması, yerli veya yabancı bir düşmanın esiri olmuş bir köle ola­rak yaşamayı kişisel olarak istemediği anlamına gelmek­tedir. İşte bu müthiş bir erdemdir. Bazılarınız bunun farkında olmayabilir. Size bunu fark etmenizde yardımcı ol­mak istiyorum.
Özgür bir ülkenin ordusunun büyük bir sorumlulu­ğu vardır: Güç kullanma hakkı; fakat diğer ülkelerin or­dularının tarihte yaptığı gibi bir zorbalık ve vahşice fet­hetme aracı olarak değil, sadece özgür ülkenin kendisini savunmasının, yani bir insanın bireysel haklarının savun­masının aracı olarak. Sadece güç kullanmayı başlatanları caydırmak için güç kullanma prensibi, doğruluğu kuvvet­ten üstün tutma prensibidir. Böyle bir görev için en üst düzeyde dürüstlük ve şeref duygusu gerekir. Dünyadaki başka hiçbir ordu bunu başaramamıştır. Siz başardınız.
West Point ABD’ye bilinen ve bilinmeyen pek çok kahraman vermiştir. Siz bu yılın mezunları, şanlı bir ge­lenek taşımaktasınız ve ben buna bir gelenek olduğu için değil, şanlı olduğu için derinden hayranım.
Dünyadaki en kötü tiranlığın suçunu taşıyan bir ül­keden geldiğim için, sizin savunduğunuz şeyin anlamı­nı, yüceliğini ve üstün değerini bilhassa takdir edebili­yorum. Bu nedenle kendi adıma ve benim gibi düşünen pek çok insan adına West Point’in geçmişindeki, bugü­nündeki ve geleceğindeki herkese şunu söylemek istiyo­rum: Teşekkürler.
Sh:1-24

‘Tanrı bana değiştiremediğim şeyleri kabul etme huzu­runu, değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesaretini ve aradaki farkı bilme bilgeliğini verdi. ”
Bu dikkat çekici ifade, fikirleriyle her temel konuda zıt olduğum bir teologa, Reinhold Niebuhr’a aittir. Fa­kat -ifadenin bir dua şeklinde olması, yani kişinin zihin­sel ve duygusal durumlarının Tanrıdan bir hediye oldu­ğu iması hariç-, bu ifade benim için özde bir yol göste­rici olarak tamamen doğrudur: Akıllı bir adamın başar­maya çalışması gereken zihinsel davranışı dile getirmek­tedir. İfade zarif basitliğiyle güzeldir; fakat bu davranışın başarılması felsefenin en derin metafizik-ahlâk konuları­nı ilgilendirmektedir.
Bu ifadenin “İsimsiz Alkolikler” olarak adlandırı­lan ve tam olarak bir felsefe organizasyonu olmayan bir grup tarafından dua olarak kabul edildiğini öğrendiğim­de irkilmiştim. Bugünün sosyal psikolojik teorilerinin entelektüel değil, duygusal ihtiyaçları ve hayal kırıklık­larını insan ıstırabının (örneğin “sevginin” olmayışı) se­bebi olarak vurgulaması ışığında, bu organizasyon böyle bir problemin alkolikler için geçerli olduğunu, bu konu­lardaki kafa karışıklığının zararlı sonuçlara neden oldu­ğunu ve insanı alkol almaya, yani realiteden kaçış peşin­de koşmaya iten sebeplerden biri olduğunu keşfetmesin­den dolayı övgüyü hak etmektedir. Bu, felsefenin kendisini hiç duymamış olan veya duymayı umursamayan in­sanların hayatını yönetme şeklinin başka bir örneğidir.
Çoğu insan hayatını değiştiremeyeceği şeylere boşu­na isyan ederek, değiştirebileceği şeylere pasifçe teslim olarak ve -aradaki farkı öğrenmeye asla çalışmadan-her iki durumda da kronik suç ve kendinden şüphe duygu­ları içinde geçirir.
Bu tavsiyede hangi felsefî fikirlerin gömülü olduğunu ve bu tavsiyeye uygun olarak yaşamaya çalışmak için ne­lerin gerekli olduğuna dikkat edin. Eğer insanın değişti­rebileceği şeyler varsa bu, insanın tercih gücüne, yani ira­de melekesine sahip olduğunu gösterir. Eğer bu mele­keye sahip değilse, insan cesaret sahibi olma veya olma­ma gibi, kendi hareketleri ve karakteri dahil hiçbir şeyi değiştiremez. Eğer insanın değiştiremeyeceği şeyler var­sa, bu onun hareketlerinden etkilenmeyen ve onun ter­cihine açık olmayan şeylerin bulunduğu anlamına gelir. Bu herhangi bir felsefe sisteminin temelinde yatan te­mel metafizik konuya gider: Varolmanın üstünlüğü veya bi­lincin üstünlüğü.
Varolmanın (realitenin) üstünlüğü varolmanın varol­duğu aksiyomudur, yani evrenin bilinçten (herhangi bir bi­linçten) bağımsız olarak varolduğu, şeylerin olduğu gibi olduğu, özel bir tabiata, bir kimliğe sahip olduğu aksiyo­mudur. Bunun epistemolojik sonucu, bilincin var olan şeyleri algılama melekesi olduğu -ve insanın realite bilgi­sini dışa bakma yoluyla elde ettiği-aksiyomudur. Bu ak­siyomların reddedilmesi bu durumun tersini, yani bilin­cin üstünlüğünü, evrenin bağımsız bir varoluşunun ol­madığını, bilincin (insan bilinci, İlâhî bilinç veya ikisi bir­likte) bir sonucu olduğunu ifade eder. Bunun epistemolojik sonucu insanın gerçeğe dair bilgisini içeriye baka­rak (kendi bilincine veya bir diğer, daha üstün bilinçten aldığı ilhamlara bakarak) aldığı fikridir.
Bu dönüşün kaynağı, kişinin kendi iç durumu ile dış dünya arasındaki farkı, yani algılayan ve algılanan arasın­daki farkı tamamen idrak edememesi veya buna istekli olmamasıdır (böylece bilinci ve varoluşu belirsiz bir top­tancılıkla bir araya getirmesidir). [“Toptancılık” kritik farklılıkları ayırdedememe yanılgısıdır. Tabiatları, doğruluk durumları, önemleri ve değerleri bakımından büyük ölçüde farklılık gösteren unsurlara tek bir kavramsal bütünün veya “paketin” parçalan şeklinde toptan yaklaşmayı ifade eder.] Bu kritik ayırt etme in­sana otomatik olarak verilmez; öğrenilmek zorundadır. Bu ayırdetme herhangi bir bilinç tarafından kavranabile­cek şekilde yeterince açıktır; fakat kavramsal olarak an­laşılması ve bir mutlak olarak korunması gerekmektedir. Gözlenebildiği kadarıyla, çocuklar ve vahşiler onu anla­mamaktadır (fakat onlar bu konuda bazı basit emareler gösterebilirler). Çoğunluk, bazen varoluşun üstünlüğünü açıkça tanıyarak ve bazen de onu yalanlayarak, göz ardı ederek ve/veya kasıtlı olarak bir tür rastgele, göz kararı epistemolojik düşmanlık benimseyerek daldan dala uç­maya devam eder. Bunun sonucu insanların entelektüel sınırlarının, yani soyutluklarla başa çıkabilme yetenekle­rinin daralmasıdır. Her ne kadar bugün mistik büyücülük şarkıları söylemenin yağmur getireceğine pek az insan inansa da, pek çok insan şöyle bir argümanı hâlâ geçerli görmektedir: “Eğer Tanrı yoksa, evreni kim yarattı?”
Varoluşun varolduğu aksiyomunu kavrayabilmek, ta­biatın, yani bir bütün olarak evrenin yaratılamayacağı veya yok edilemeyeceğini kavrama anlamına gelir. Temel bileşenleri ister atomlar ister atomdan küçük parçacıklar veya henüz keşfedilmemiş bir enerji formu olsun, kai­nat bir bilinç, bir irade veya şans ile değil, kimlik kanunu ile yönetilmektedir. Elementlerin evren içinde sayısız şe­killeri, hareketleri, bir araya gelmeleri ve ayrılmaları -yüzen bir toz zerresinden bir galaksinin oluşumuna, haya­tın ortaya çıkışına kadar her şey-ilgili elementlerin kim­liklerince gerçekleştirilmekte ve belirlenmektedir. Tabi­at metafizksel olarak verilidir; yani tabiatın yapısı herhangi bir iradenin gücünün ötesindedir.
İnsan iradesi onun bilincinin (akıl melekesinin) bir özelliğidir ve varoluşu algılama veya ondan kaçınma ter­cihini içerir. Varoluşu algılamak, varolan şeylerin nitelik­lerini veya özelliklerini (kimliklerini) keşfetmek metafiziksel olarak verili olanı keşfetmek ve kabul etmek an­lamına gelir. İnsanın, doğada verilmiş olan şeyleri kendi amaçlarına hizmet etmeleri için nasıl düzenleyebileceğini öğrenebilmesi (ki bu onun hayatta kalma metodudur) ancak bu bilgi sayesinde olmaktadır.
Doğal elementlerin kombinasyonlarının düzenlen­mesi insanın sahip olduğu tek yaratıcı güçtür. Bu, müt­hiş ve mükemmel bir güçtür -ve bu “yaratıcı” kavramının tek anlamıdır. “Yaratma” yoktan bir şey var etme anlamı­na gelmez (metafiziksel olarak gelemez). “Yaratma” do­ğal elementlerin daha önce bulunmayan bir düzenlemesi­ni (bir kombinasyonu veya bütünleşmesini) ortaya çıkar­ma gücü anlamına gelir. (Bu bilimsel veya estetik herhan­gi bir insan ürünü için doğrudur: İnsan tahayyülü onun realitede gözlediği şeyleri yeniden düzenleme yeteneğin­den fazlası değildir.) Doğaya göre insan gücünün en iyi ve derli toplu tanımlaması Francis Bacon’ın “Tabiata hük­metmek için ona itaat edilmesi gerekir” teşhisidir. Burada.
“Hükmetmek” insan amaçlarına hizmet ettirilmesi; “itaat edilmesi” ise doğal elementlerin özellikleri keşfedilmedik­çe ve onlar uygun şekilde kullanılmadıkça insan amaçları­na hizmetin gerçekleşmeyeceği anlamına gelmektedir.
Örneğin 200 yıl önce, insan 238.000 mil öteden bir insan sesini duymanın imkânsız olduğunu söylerdi. Bu olay bugün de o günkü kadar imkânsızdır. Fakat eğer ay­dan gelen bir astronotun sesini duyabiliyorsak bu elekt­ronik bilimi sayesindedir; bu bilim bazı doğal olayları keşfetmiş ve insanların bu sesin titreşimlerini alan, onla­rı ileten ve dünyada yeniden oluşturan türden cihaz yap­malarını mümkün kılmıştır. Bu bilgi ve cihaz olmasaydı, yüzyıllar süren dilekler, dualar, çığlıklar ve tepinmeler in­san sesinin on mil öteden duyulmasını sağlamazdı.
Bugün bu durum (açıkça) anlaşılmıştır ve (az ya da çok) fiziksel bilimler konusunda (dolayısıyla onların iler­lemeleri konusunda) kabul edilmektedir. Fakat bu, in­sanla (dolayısıyla insanların sürekli barbarlıklarıyla) uğ­raşan beşerî bilimler konusunda ne anlaşılmıştır ne de kabul edilmiştir; hatta sesli bir şekilde reddedilmiştir. İn­san, neredeyse konsensüs hâlinde, doğal olmayan bir feno­men olarak kabul edilmektedir, bu ya mistik (İlâhî) bah­şedilmişi olan aklı (“ruh”u) tabiatın üzerinde olan doğa­üstü bir varlık olarak ya da mistik (şeytanî) bahşedilmi­şi olan aklı doğanın (“ekoloji”nin) bir düşmanı olan doğa altı bir varlık olması şeklindedir. Tüm bu teorilerin ama­cı, insanı kimlik kanununun dışında tutmaktır.
Fakat insan vardır, aklı da vardır. Her ikisi de tabiatın bir parçasıdır ve her ikisi de özel bir kimlik taşımaktadır­lar. Tıpkı canlı organizmaların cansız maddenin varlığıy­la çelişmediği gibi, irade özelliği de kimlik gerçeğiyle çe­lişmez. Canlı organizmalar cansız maddenin sahip olma­dığı, kendilerinden kaynaklanan hareket gücüne sahiptir­ler; insan bilinci diğer canlı türlerinin bilincinin sahip ol­madığı idrak (düşünme) alanı içinde kendinin başlattığı hareket gücüne sahiptir. Fakat tıpkı hayvanların sadece vücutlarına uygun olarak hareket edebilmeleri gibi, insan da zihinsel hareketlerini kendi bilincinin yapısına {kim­lik) uygun olarak başlatabilir ve yönlendirebilir. İnsanın iradesi idrak işlemi ile sınırlı olup, realite unsurlarını ta­nımlama (ve yeniden düzenlemeyi tasarlama) gücüne sa­hiptir; fakat onları değiştirme gücüne sahip değildir. İn­san idrak melekesini bu melekenin tabiatının gerektirdi­ği gibi kullanma gücüne sahiptir; fakat onu değiştirme veya onun yanlış kullanımının sonuçlarından kaçma gü­cüne sahip değildir. İnsan realiteyi algılamaktan vazgeç­me, ondan kaçma, onu yozlaştırma veya tahrip etme gü­cüne sahiptir; fakat arkasından gelen varoluşsal ve psi­kolojik felaketlerden kaçma gücüne sahip değildir, (in­sanın idrak melekesinin iyi veya kötü kullanımı bir insa­nın duygularını ve karakterini şekillendiren değerler ter­cihini belirler. İnsanın kendi kendini oluşturan bir ruh­sal varlık olması bu bakımdandır.)
İnsanın irade melekesi bu sıfatla tabiatın bir çelişki­si değildir; fakat insanlar metafiziksel olarak verilmiş olan­la herhangi bir nesne, kurum, süreç veya insan tarafından oluş­turulan bir davranış kuralı arasındaki kritik farkı kavrama­dığında veya eğer kavrayamazsa bir çelişkiler yumağı ortaya çıkmaktadır.
Kabul edilmesi gereken metafiziksel olarak veril­miş olandır: Bu değiştirilemez. İncelemeden asla kabul edilmemesi gereken insan yapımı olandır: Bu muhake­me edilmeli, sonra kabul veya reddedilmeli ve gerekti­ğinde değiştirilmelidir. İnsan her şeyi bilmeye kadir veya hatasız değildir: Bilgi eksikliğinden dolayı masum hata­lar yapabilir veya yalan söyleyebilir, aldatabilir, numara yapabilir. İnsan yapımı olan, bir dehanın, idrak kabili­yetinin veya hünerin ürünü olabilir veya aptallığın, kan­dırmanın, kötü niyetin veya kötülüğün bir eseri olabilir. Bir kişi yanlış olup, diğerlerinin hepsi doğru olabilir veya tersi olabilir (veya ikisi arasındaki her sayı farkı olabilir). Doğa insana hükümlerinin herhangi bir otomatik doğ­ruluk garantisini vermez (ve bu kabul edilmesi gereken metafizik olarak verili bir gerçektir).
Öyleyse kim karar verecektir?
Elinden gelenin en iyisiyle ve en dürüstçe, her insanın kendisi. İnsanın hüküm vermedeki standar­dı nedir?
 Metafiziksel olarak verilmiş olan.
Metafiziksel olarak verilmiş olan doğru veya yanlış olamaz, basitçe ne ise odur ve insan kendi değerlendir­melerinin doğru veya yanlış olduğunu bu değerlendir­melerin realiteyle uyuşmasına veya çelişmesine göre be­lirler. Metafiziksel olarak verilmiş olan haklı veya haksız olamaz, o, akılcı bir insanın amaçlarını, değerlerini, ter­cihlerini haklı veya haksız olarak değerlendirdiği stan­darttır. Metafiziksel olarak verilen neyse odur, böyle ol­muştur, böyle olacaktır ve böyle olmak zorundaydı. İn­san tarafından yapılan hiçbir şey böyle olmak çorunda de­ğildi: Tercihle yapılmıştır.
Metafiziksel olarak verilmiş olana isyan etmek varo­luşu reddetmek için yapılan boşuna bir girişimdir. İnsan tarafından yapılmış olanı karşı çıkılmaz kabul etmek ki­şinin kendi bilincini reddetmeye çalışma girişimidir. Va­roluşa “Evet” diyebilmekten huzur doğar. Cesaret başkaları tarafından yapılan yanlış tercihlere “Hayır” diye­bilmekten doğar.
Herhangi bir doğal olay, yani insanın katılımı olmak­sızın meydana gelen herhangi bir olay, metafiziksel ola­rak verili olandır ve farklı şekilde ortaya çıkması müm­kün olamazdı veya meydana gelmemesi de mümkün ola­mazdı. İnsan davranışını ilgilendiren herhangi bir olay in­san yapımıdır ve farklı bir şekilde olabilirdi. Örneğin, in­san yaşamayan bir bölgede meydana gelen bir su baskını metafizik olarak verilidir; sel sularını kontrol altında tut­mak için yapılan bir baraj insan yapımıdır; eğer barajı ya­panlar hesaplarını yanlış yaparsa ve baraj yıkılırsa felaket orijini bakımından metafizikseldir, fakat sonuçlan insan tarafından daha büyük hâle getirilmiştir. Durumu dü­zeltmek için, insanlar taşkının sebeplerini ve potansiyel­lerini inceleme yoluyla tabiata itaat etmeli ve sonra daha iyi taşkın kontrolleri inşa ederek tabiata hükmetmelidir.
Fakat insanın varlığının şartlarını iyileştirme çabala­rının tümünün boş olduğunu söylemek, her yıl sel geldi­ğini bilmemize rağmen önümüzdeki yıl sel olmayacağı­nı ispatlayamayacağımızdan tabiatın bilinemez olduğu­nu söylemek; orijinal baraj yapıcılarının barajın sağlam olacağı konusunda emin olmalarına rağmen barajın yı­kılması nedeniyle insan bilgisinin bir illüzyon olduğunu söylemek, insanı bilinç ile varoluş arasındaki ilişkide aslî kargaşaya geri götürecektir ve böylece insanı huzurun­dan ve cesaretinden (ve diğer pek çok şeyden) soyutla­yacaktır. Ne var ki bu, modern felsefenin iki yüzyıl veya daha uzun bir süredir söylemekte olduğu şeydir.
Varoluşun önceliği aksiyomuna (yani realitenin mutlaklığının tanınmasına) dayanan felsefî sistemin bizi in­sanın kimlik ve haklarının tanımasına götürdüğüne dikkat edin. Fakat bilincin üstünlüğüne dayalı felsefi sistemler (yani tabiatın insanın olmasını istediği şey olduğu şeklin­deki bariz kibirli fikir) insanın hiçbir kimliğe sahip olmadı­ğı, sonsuz derecede esnek, uysal, kullanılıp atılabilir oldu­ğu fikrine yol açmıştır. Bunun nedenini kendinize sorun.
Felsefecilerin insan aklına saldırılarının önemli bir kısmı metafiziksel olarak verilmiş olan ile insan yapımı olan arasındaki farkı yok etme çabalarıyla ilgilidir. Bu ko­nudaki kargaşa antik bir hata ile başlamıştır (bu hataya Platoncu özelliklerinin bazıları ile Aristo bile katkıda bulunmuştur); fakat bugün bu hata kasıtlı olarak ve affedi­lemez şekilde başıboş olarak etrafta dolaşmaktadır.
Felsefe profesörleri tarafından kullanılan tipik bir top­tancı yaklaşım şöyle oluşmaktadır: Evrende “gereklilik” diye bir şey olmadığı iddiasını ispatlamak için bir profe­sör bu ülkenin elli eyalete sahip olmak zorunda olmadığı­nı, kırksekiz veya elli ikiye sahip olabileceğini, güneş sis­teminin dokuz gezegene sahip olmak çorunda olmadığı­nı, yedi veya onbir gezegen de olabileceğini söylemiştir. Profesör, bir şeyin olduğu durumun ispatlanmasının ye­terli olmadığını, kişinin aynı zamanda onun böyle olmak zorunda olduğunu da ispatlaması gerektiğini, hiçbir şeyin olmak zorunda olmaması nedeniyle hiçbir şeyin kesin ol­madığını ve her şeyin uygun olduğunu söylemiştir.
İnsan aklını zayıflatma tekniği insan yapımı olanı hi­leyle metafiziksel olarak verilmiş olan gibi kabul ettir­mek, ardından “şans” veya “ihtimal” gibi sadece insan­ların bilgi eksikliğine gönderme yapan kavramları tabia­ta atfetmek ve sonra da toptancılığın iki unsurunu tersi­ne çevirmeyi içerir. “İnsan tahmin edilemezdir ve bu ne­denle tabiat tahmin edilemezdir” iddiası “Tabiat iradeye sahiptir, insan sahip değildir; yani tabiat özgürdür, insa­na bilinmeyen güçler hâkimdir; tabiata hükmedilemez, insana hükmedilir”e dönüşür.
Çoğu insan bu tip bir konunun boş bir akademik ko­nuşma olduğuna ve hiç kimse için hiçbir pratik değer ta­şımadığına inanır -bu durum, bu konunun insanların ha­yatındaki sonuçları konusunda insanları körleştirir. Eğer birisi onlara, bu konudaki toptancılığın rahatsız edici be­lirsizliğin, sessiz ümitsizliğin, insanların günlük ruh hâl­lerinin kasvetli çaresizliğinin bir parçası olduğunu söyle­se insanlar bunu yalanlarlar: insanlar onu kendiliğinden tanımlamazlar. Fakat içebakıştaki yetersizlik bu toptan­cılığın sonuçlarından biridir.
Çoğu kişi, insan bilincinin niteliğine ve nasıl çalıştığı­na dair pek bilgiye sahip değildir ve bu nedenle kendileri için olası olan ve olmayan şeyler hakkında, kişinin ken­disinden ve başkalarından ne talep edebileceği hakkında ve neyin kişinin hatası olduğu, neyin olmadığı konusun­da hiçbir bilgiye sahip değillerdir. Bilincin kimliğe sahip olmadığı dolaylı fikrine göre insanlar iki duygu arasında gidip, gelirler. Bunlar, insanların bilinçleri üzerinde bir tür her şeyi bilen gücüne sahip oldukları ve ceza görme­yecekleri nedeniyle onu sûi-istimâl edebilecekleri duygu­su (“önemli değil, sadece aklımdadır”) ile hiçbir tercihle­ri, hiçbir kontrolleri olmadığı, bilincin içeriğinin içgüdü­sel olarak önceden belirlendiği, insanların kendi kafatasları içindeki anlaşılmaz gizemlerin kurbanları, bilinme­yen bir düşmanın esirleri, açıklanamaz duygularca yön­lendirilen çaresiz robotlar oldukları (“ne yapayım, ben böyleyim”) duygulandır.
Pek çok insan bu belirsizliğin etkisiyle mahvolmuş­tur. Böyle bir insan başarmak istediği amaç veya arzuyu düşündüğünde aklındaki ilk soru “Bunu yapmak için ne gerekir?” değil, “Ben bunu yapabilir miyim?”dir. Onun sorusunun anlamı şudur: “Bunun için doğal yeteneğim var mı?” Örneğin; “Dünyada her şeyden çok bir beste­ci olmak istiyorum, fakat nasıl besteci olunduğuna dair en ufak bir fikrim yok. Beni bir şekilde besteci yapacak olan o gizemli yeteneğe sahip miyim?” O, aklın üstünlü­ğü gibi bir fikri asla duymamıştır, fakat o bilincinin ka­ranlık labirentleri içinde ümitsiz bir araştırmaya girer­ken, onu yönlendiren bu fikirdir (bu araştırma ümitsiz­dir, çünkü varoluş dikkate alınmadan kişinin bilinci hak­kında hiçbir şey öğrenilemez).
O arzusundan hemen o anda vazgeçmezse, onu ba­şarmak için belli belirsiz çabalar. Herhangi bir küçük ba­şarı onun arzusunu artırır: Bu başarıyı neyin sağladığını ve onu tekrarlayıp tekrarlayamayacağım bilmez. Herhan­gi bir küçük başarısızlık her şeyin bitmesidir: O bu başa­rısızlığı söz konusu mistik lütfe sahip olmadığının ispa­tı şeklinde anlar. Bir hata yaptığında, kendine “Neyi öğ­renmem gerekir?” diye sormaz, “Problemim ne?” diye sorar. Asla gelmeyecek olan otomatik ve her şeye kâdir bir ilhamı bekler. Gözleri kendi iç dünyasında bulunan, gittikçe büyüyen, hiddetli kendinden şüphe etme cana­varına odaklanmış hâlde, kasvetli bir mücadele üstüne yıllarını harcarken, varoluş onun zihinsel görüş alanının etrafında görünmeden dolaşır. En sonunda da pes eder.
“Besteci” olmanın yerine, bilim adamı olma, işada­mı olma, haber muhabiri veya başgarson olma, zengin olma, arkadaşlar bulma, kilo verme gibi herhangi bir baş­ka meslek, amaç veya arzu gelir; tutum aynı kalır. Bu tu­tumun kurbanlarından bazıları sahtekârlardır, fakat hep­si değil. “Doğuştan yetenek” safsatası ile bilhassa sanatta olmak üzere, ne kadar gerçek zekânın engellendiğini, gü­dük bırakıldığını veya ezildiğini söylemek imkânsızdır.
Neyi değiştirebileceklerini veya değiştiremeyecekleri­ni bilemeyen bazı insanlar “realiteyi yeniden yazmaya”, yani metafiziksel olarak verilenin tabiatını değiştirmeye çalışırlar. Bazıları -acının, hayal kırıklığının, hastalıkların olmadığı-insanın mutluluktan başka bir şeyi yaşamadığı bir evren hayali kurar ve dünyadaki hayatlarını iyileştir­me isteklerini neden kaybettiklerini merak eder. Bazıları herkesin bu faziletleri otomatikman paylaştığı dünyada fakat şu anki dünyada değil cesur, dürüst ve hırslı ola­caklarını düşünür. Bazıları mutlak olan ölüm düşünce­sinden korkar ve yaşama işinin sorumluluğunu asla üst­lerine almaz. Bazıları zamanın akışına bir keramet yükler ve geleneği tabiatın eşdeğeri olarak görür: Eğer insanlar bir fikre yüzlerce yıldır inanıyorsa, onun doğru olduğuna inanmaktadırlar. Bazıları her şeye kâdir oluşu ve meta­fiziksel olarak verili olan statüsünü insanların fikirlerine dahi vermez; fakat insanların duygularına verir. Söz konu­su olan şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına bakmaksızın “İnsanlar onun doğru olduğunu hissediyorsa onun doğru olup olmaması fark etmez” düşüncesine dayanarak, baş­kalarının irrasyonelliğine, kör duygularına (önyargı, badi inanç ve kıskançlık gibi) yaltaklanır.
Bazı insanlar kendi hareketlerinin suçunu bu konuda aciz olan başka şeylere atar; konu üzerinde aciz olan bazı insanlar diğer insanların hareketlerinin suçunu kabul eder. Bazı insanlar bilme konusunda hiçbir şeyi bilmediklerin­

den suçluluk duyar. Bazıları bugün öğrendiklerini dün bil­mediklerinden dolayı suçluluk hisseder. Bazıları tüm dün­yayı çaba göstermeden ve bir gecede kendi fikirlerine dö­nüştürememiş olmaktan dolayı suçluluk hisseder.
Tabiatla nasıl başa çıkılacağı fikri en azından bazı in­sanlar tarafından kısmen anlaşılmıştır; fakat insanlarla nasıl başa çıkılacağı ve onlar hakkında nasıl hüküm ve­rileceği sorusu hâlâ keşfedilmemiş bir alan durumunda­dır. İnsana kendisini üstün gösteren meleke (bu mele­kenin varlığını reddedenlerin gözünde bile) de, insanla­rın kendilerini ve diğerlerini zeki olmayan, bilmez, kim­lik kanununun dışında gördüren meleke de, insanın ira­de melekesidir.
Fakat hiçbir şey kimlik kanununun dışında değildir. İnsan yapımı bir ürünün var olması zorunlu değildi; fa­kat bir kez üretildiğinde, o vardır. Bir insanın hareketlerinin gerçekleştirilmesi zorunlu değildi; fakat gerçekleş­tirildiklerinde onlar gerçeğin bir parçasıdırlar. Aynı şey in­sanın karakteri için de doğrudur: İnsan yaptığı tercihleri yapmak zorunda değildi; fakat karakterini bir kez oluş­turduğunda, o bir gerçektir ve onun kişisel kimliğidir. (İn­sanın iradesi karakterini değiştirmek için kendisine muh­teşem, fakat sınırsız olmayan bir serbestlik sağlar; eğer o karakterini değiştirirse, değişiklik bir gerçek olur.
İnsan orijinli şeyler (ister fiziksel ister psikolojik ol­sun) metafiziksel olarak verilmiş olandan farklı olarak “insan eseri gerçekler” olarak adlandırılabilir. Bir gökde­len bir insan eseri gerçek, bir dağ ise bir metafiziksel ola­rak verilmiş gerçektir. Bir gökdelende değişiklik yapılabi­lir veya havaya uçurulabilir (tıpkı bir dağda değişiklik ya­pılabileceği veya havaya uçurulabileceği gibi), fakat varol­duğu müddetçe o yokmuş gibi yapılamaz veya ona oldu­ğunun dışında bir şeymiş gibi davranılamaz. Aynı pren­sip insanların harekederi ve karakterleri için de geçerlidir. Bir insan değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat böyle olmayı tercih ettiği müddetçe o değersiz bir alçak­tır ve buna uygun olarak muamele görmelidir; ona başka türlü muamele göstermek bir gerçekle çelişmektir. Bir insan kahramanca işler yapmak zorunda değildir; fakat böyle yapmayı tercih ettiği müddetçe, o bir kahramandır ve buna göre muamele görmelidir; ona aksi şekilde dav­ranmak bir gerçekle çelişmektir, insanlar bir gökdelen inşa etmek zorunda değillerdi; fakat bir kez inşa ettiklerin­de gökdeleni bir dağ olarak (bu fikre göre “gerçekleşme­si tesadüfen olan” metafiziksel olarak verilmiş bir gerçek olarak) kabul etme bir çelişkiden daha kötüdür.
İrade melekesi insana iki önemli konuda özel bir sta­tü verir: Metafiziksel olarak verilenin aksine, ister maddî anlamda ister entelektüel anlamda olsun, insan ürünle­ri tartışılmadan kabul edilemez ve metafiziksel olarak verili niteliğindeki tabiatıyla bir insanın iradesi diğer insanların gücünün erişemeyeceği bir şeydir. Değiştirilemez temel unsurlar tabiata, iradî bir bilincin özelliği “insan” kimli­ğine aittir. Hiçbir şey bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Diğer insanlar onu teşvikler veya engeller, ödüller veya cezalar verebilir, uyuşturucularla veya bir sopayla vura­rak insanın beynini yok edebilirler; fakat insan beynine çalışmasını emredemezler: Bu ona ait bağımsız gücün et­kisi alanı içindedir. İnsan, ne kendisine itaat edilmek ne de kendisine emredilmek içindir.
“İtaat edilmesi” gereken şey -tüm var-olanların tabiatı­na “itaat edildiği” anlamında-insanın metafiziksel olarak verili olan tabiatıdır; bu, insan söz konusu olduğunda, tabiatın geri kalan kısmına uygulanacağı anlamı da kap­sayan anlamda, insan aklına herhangi bir şekilde “emir verilemeyeceği” gerçeğinin tanınması gerektiği anlamına gelmektedir. Doğal nesneler insan amacına hizmet et­meleri için yeniden şekillendirilebilirler ve insanın amaç­ları için araçlar olarak görülür; fakat insanın kendisi böy­le olamaz ve değildir de.
Tabiat konusunda, “değiştiremeyeceğim şeyi kabul etmek” metafiziksel olarak verili olanı kabul etme an­lamına gelir; “değiştirebileceğimi değiştirmek” bilim ve teknolojinin (örneğin tıp) yaptığı gibi bilgi elde etme yo­luyla verili olanı yeniden düzenlemeye çalışma anlamına gelir; “farkı bilmek” kişinin tabiata karşı isyan edemeye­ceğini bilmesi ve yapacak bir şey olmadığında, kişinin ta­biatı huzur içinde kabul etmesi gerektiği anlamına gelir.
İnsan söz konusu olduğunda, “kabul etmek” aynı gö­rüşte olmak demek değildir; “değiştirmek” de şorlamak anlamına gelmez. Kişinin kabul etmesi gereken, tıpkı kendi aklının başkasının elinde olmadığı gibi, diğer in­sanların akıllarının da kişinin kendi elinde olmadığı ger­çeğidir; kişi diğer insanların kendi tercihlerini kendileri­nin yapmaya hakları olduğunu kabul etmeli ve kendi ak­lının söylediğine göre diğer insanlarla aynı fikirde olma­lı veya olmamalı, kabul etmeli veya reddetmeli, katılmalı veya karşı çıkmalıdır. İnsanları “değiştirmenin” yolu, ta­biatı “değiştirmenin” yoluyla aynıdır: Bilgi. Bilgi, insan söz konusu olduğunda, akılları aktifse ve aktif olduğun­da ikna işlemi ile kullanılmalıdır; akılları aktif olmadığın­da ise insanlar kendi hatalarının sonuçlarına terk edil­melidirler. “Farkı bilmek” insan eseri kötülüklerin (za­ten başka türlüsü de yoktur) sessiz bir teslimiyet ile asla kabul edilmemesi gerektiği, kişinin bunlara isteyerek asla teslim olmaması gerektiği anlamına gelir ve eğer kişi korkunç bir diktatörün, içinde hiçbir davranışta bulun­manın söz konusu olmadığı hapishanesine atılırsa, kişi­nin onu kabul etmediği bilgisinden iç huzuru doğar.
İnsanlarla güç kullanarak başa çıkmak, tabiatla ikna yoluyla başa çıkmak kadar imkânsız bir şey olup bu, in­sanları güce dayalı olarak yöneten ve yakarışlar, dinî dans­lar ve rüşvetle (kurbanlarla) tabiata yalvaran vahşilerin po­litikasıdır. Bu politika işe yaramaz ve tarihteki hiçbir in­san toplumunda işe yaramamıştır da. Ancak bu, kendileri bilincin önceliği fikrine dönmüş oldukları için, çağdaş fi­lozofların insanların dönmelerine ısrar ettikleri politikadır. Onlar tabiat için pasif, mistik, “ekolojik” bir teslimiyette ve insanlar için bir kaba kuvvet idaresinde ısrar ederler.
Filozofların kimlik kanununu yalanlamaları, onların insanın kimliğinden ve hayatta kalması için gerekenler­den kaçınmalarını sağlar. Bu, onlara tabiatta insanın uzun süre hayatta kalamayacağı, aklın insanın hayatta kalma aracı olduğu, insanın insan yapımı araçlarla hayatta kal­dığı ve insan yapımı ürünlerin kaynağının insanın zekâ­sı olduğu gerçeğinden kaçmalarını mümkün kılar. Zekâ, realitenin gerçeklerini kavrama ve onlarla uzun vade­li (yani kavramsal olarak) başa çıkma yeteneğidir. Va­roluşun üstünlüğü aksiyomunda, zekâ insanın en değer­li özelliğidir. Fakat zekâ, bilincin üstünlüğü ile yönetilen bir toplumda hiçbir yere sahip değildir: O böyle bir top­lumun en amansız düşmanıdır.
Bugün zekâ ne tanınmaktadır ne de ödüllendirilmek­tedir; fakat gittikçe artan yüzsüzce kibirli bir irrasyonellikle köreltilmektedir. Bugünün kültüründe bilincin üs­tünlüğünün ne kadar egemen olduğunun bir örneği ola­rak sadece şuna bir bakın: Politikada insanlar seçimlerde acımasız, mutlakçı ya o ya da bu tarzına sahiptir. Bir in­sanın ya kazanması ya da kaybetmesi beklenir ve insan­lar (bazen kaybeden haklı olsa da) kaybedeni tamamen göz ardı ederek, sadece kazananla ilgilenirler. Ekonomide ise üretim konusunda realitenin mutlaklığından, insanın ya üreteceği ya da üretmeyeceği gerçeğinden kaçınılır ve kaybedenler lehine kazananlar hedef alınır. Onlar için bu mutlak, realitenin talepleri değil, insanların kararlarıdır.
Bu eğilimin en üst düzeyi, metafiziksel olan ve insan eseri olana toptancı yaklaşımın nihaî meyveleri, eşitlik­çi hareket ve onun felsefî manifestosu John Rawls’ın Bir Adalet Teorisi kitabında somutlaşmaktadır. Bu bariz de­recedeki şeytanî teori, insan aklını ve tabiatını arzularının (kıskançlık dahil) boyunduruğuna sokmaya çalışır; sade­ce en alt düzeydeki beşerî varlıkların değil, aynı zaman­da en düşük düzeydeki yaşamayanların da arzularına -ve bunların daha doğmadan hissedeceklerine tâbi kılmayı öngörür. Bu teori, insanların yaşamları boyunca eşit de­recede beyinsiz oldukları ön kabulüne dayalı olarak ter­cihlerde bulunmalarını vaaz eder. Bir beynin kendi yapı­sını ve gücünde bir değişikliği planlayamayacağı, bir dâ­hinin kendinin bir geri zekâlı seviyesine indirmeyi tasarlayamayacağı ve bunun tersi, bir dâhi ve bir geri zekâlının ihtiyaçları ve arzularının aynı olmadığı, bir geri zekâlının varlık düzeyine indirgenmiş olan bir dâhinin tarifsiz bir ıstırap içinde mahvolacağı ve bir dâhinin varlık seviyesi­ne yükseltilmiş bir geri zekâlının bir bilgisayarın kenarlarına duvar yazıları yazacağı, sonra da açlıktan öleceği ger­çeğinin hepsi kimlik kanunundan (ve böylece realitenin kendisinden) vazgeçen, eşit olmayan sebepleri dikkate al­madan “eşit sonuçlar” talep eden ve metafiziksel olarak verilmiş olan şeyleri kaprislerin ve silahların gücüyle de­ğiştirmeyi teklif eden insanların kafalarına girmez.
Bu, bugün tavsiye edilen, anlatılan ve talep edilen şeydir. Böyle bir konuda hiçbir entelektüel -veya ahlâkî - tarafsızlık olamaz. Göz ardı etme, kafa karışıklığı içinde olma veya çaresizlik yoluyla ondan kaçmaya çalışan ah­lâk ödlekleri, sessiz kalan ve mücadeleden kaçan; ancak neyi değiştirip neyi değiştiremeyecekleri sorusu üzerine gittikçe artan bir dehşet hissi duyanlar eşitlikçilerin düş­manlıklarının ekmeğine yağ sürmektedir ve “İsimsizler Alkolik” grubunun yardım etmeye çalıştığı terkedilmişlerinki gibi bir âkıbete sahip olacaklardır.
Bugün her akıllı insanın en azından yapabileceği şey bu kitabın doktriniyle savaşmaktır, onunla ahlâkî gerekçe­lerle inada savaşmaktır. Zekâyı yavaş bir işkenceyle boğ­ma önerisi uygar bir fikir farklılığı olarak kabul edilemez.
Eğer herhangi bir kişi dünyanın çok karmaşık oldu­ğunu ve şeytanlarının başa çıkılamayacak kadar büyük olduğunu düşünürse, ona kendisinin de bir bardak vis­ki içerisinde boğulamayacak kadar büyük olduğunu ha­tırlatın.
Bu durum, kavramsallaştırma karşıtı zihniyetin şid­detle kaçınmaya çalıştığı, yüksek düzeyde kavramsal ge­lişim ve bağımsızlık gerektirir. Fakat insanların birlikte adaletle, kâr amacı gütmeden ve güven içinde çalışmaları­nın tek yolu budur. insanlar için algısal seviyedeki bilinç ile hayatta kalmanın yolu yoktur.
Ben bir evrim teorisi öğrencisi değilim ve bu nedenle ne onu destekliyorum ne de karşı çıkıyorum. Fakat bir hi­potez yıllardır beni içten içe kemirmektedir; fakat bunun sadece bir hipotez olduğunu vurgulamak istiyorum. İn­san ve tüm diğer canlı türler arasında müthiş bir uçurum bulunmaktadır. Fark insanın bilinci, yani onun ayırt edici özelliği olan kavrama melekesi konusundadır. Sanki uzun fizyolojik gelişmeler sonrasında evrim süreci yolunu değiştirmiş ve üst düzeydeki gelişmeler canlı türlerin vücut­larına değil, bilinçlerine odaklanmıştır. Fakat bir insanın bilincinin gelişmesi kendi zekâ derecesi ne olursa olsun iradîdir. Onu kendisi geliştirmek zorundadır, nasıl kullanı­lacağını kendisi öğrenmek zorundadır ve kendisinin tercih etmesiyle bir insan olması gerekmektedir. Fakat kendisi bunu tercih etmezse ne olur?
 Bu durumda kendine has bir ara form, yani kendi tabiatına karşı çılgınca mücade­le veren, bir hayvan bilincine ait olan ve elde edemeyeceği çabasız bir “emniyetini” isteyen ve başarmaktan korktuğu insan bilincine isyan eden çaresiz bir yaratık olur.
Bilim adamları yıllardır insan ve hayvanlar arasında­ki “kayıp halkayı” aramaktadır. Belki de kayıp halka kav­ramsallaştırma karşıtı zihniyettir.
Sh: 42-59
“Kayıp Halka” bölümünde, kavramsallaştırma kar­şıtı zihniyeti ve onun sosyal (kabilesel) dışavurumlarım anlattım. Tüm kabileciler çeşitli derecelerde kavramsal­laştırma karşıtıdırlar; fakat tüm kavramsallaştırma kar­şıtları kabileci değillerdir. Bazıları yalnız kurtlardır (bura­da kurt türünün yüksek derecedeki avcı niteliklerine vur­gu yapıyorum).
Bu kurtların çoğunluğu hayal kırıklığına uğramış kabilecilerdir, yani kabile tarafından (veya en yakınlarında­ki kişiler tarafından) reddedilmiş insanlardır: Klasik ku­rallara itaat etmeyecek kadar güvenilemezdirler ve kabi­ledeki güç için yanşamayacak kadar pervasızca dalave­recidirler. Algısal bir zihniyet insana hayatta kalma yolu sağlayamayacağından, kendi hileleriyle baş başa bırakı­lan böyle bir kişi bir tür entelektüel serseri olur, başka­larından fikirler duyan veya alan bir kişi olarak eklektik bir ikinci elci gibi avare dolaşır, fikir kırıntılarını rastgele olarak kapar, bunları kaprise çevirir; davranışında tek bir sabit şey vardır, hangi tür olursa olsun insanlara da­hil olma ve onları manipülasyon yapma ihtiyacı nedeniy­le gruptan gruba sürüklenme.
Çeşitli alanlarda ne gibi teorik tezgâhlar çevirebilir­se çevirebilsin, yalnız kurdu en çok dehşete düşüren ve kendi yetersizliğini ona gösteren etiktir. Etik kavram­sal bir disiplindir; bir değerler sistemine sadakati, soyut prensipleri anlayabilmeyi ve onları gerçek durumlara ve davranışlara uygulayabilmeyi gerektirir (en ilkel seviyede­ki bazı yetersiz ahlâk emirleri bile böyledir). Kabiledeki yalnız kurt, değerlerin ilk elden kavramasına sahip değil­dir. Bunun hangi bedelle olursa olsun karşılanması gere­ken bir ihtiyaç olduğunu ve bu konunun kendisi için nu­mara yapabileceği en zor konu olduğunu hisseder. Ona yol gösteren ve andan ana veya yıldan yıla bir şeyden di­ğerine geçen kaprisler, ona kişinin kendi seçtiği değerlere ömür boyu sadık kalan bir ruh hâlini algılamasına yardım edemez. Kaprisleri onu bunun tersine iter: Onun her­hangi bir şey veya herhangi bir kişiye sürekli sadakatten kaçınmasını otomatikleştirir. Kişisel değerler olmaksızın, bir insan hiçbir doğru veya yanlış hissine sahip olamaz. Kabilesel yalnız kurt tepeden tırnağa bir amoralisttir. (ahlaksız)
Bu tip bir kişinin tanınması için en açık belirti onun kendisini, davranışlarını veya çalışmasını hiçbir şekilde herhangi bir standarda göre muhakeme etme yeteneğin­de olmayışıdır. Normal kendini değerlendirme eğilimi bazı soyut fikirlere veya erdemlere başvurmayı gerekti­rir örneğin, “iyiyim, çünkü rasyonelim”, “iyiyim, çün­kü dürüstüm”, hatta bir ikinci el fikri olan “iyiyim, çün­kü insanlar beni seviyor”. Söz konusu değer standardan doğru olsun veya olmasın, bu örnekler esaslı bir ahlâk prensibini, yani kişinin kendi değerlerini kazanmak zo­runda olduğunu vurgulamaktadır.
Amoralistlerin kendini kendine övme kalıbı şudur: “iyiyim, çünkü ben benim”.
Üç-beş yaşının ötesinde (yani zihinsel gelişmenin al­gısal seviyesinin ötesinde) bu bir onur veya kendine say­gı ifadesi değil, fakat tersidir, yani boşluğun bir ifadesidir;

Herhangi bir kişisel değer veya erdemi başarma yetersizli­ğini itiraf eden durağan, tutuk zihniyetin bir ifadesidir.
Bu eğilimi psikolojik öznelcilik ile karıştırmayın. Bir psikolojik öznelci kendi değerlerini tam olarak tanımlayamaz veya bu değerlerin nesnel geçerliliğini ispatlayamaz; fakat uygulamada (büyük bir psiko-epistemolojik güçlükle de olsa) bu değerler konusunda çok tutarlıdır ve onlara çok sadıktır. Amoralist, sübjektif değerlere sa­hip değildir; o aslında hiçbir değere sahip değildir. Tüm fikirlerindeki aşikâr eğilim şudur: “Bu iyidir, çünkü ben onu seviyorum”, “Bu iyidir, çünkü onu ben yaptım”, “Bu doğrudur, çünkü ben onun doğru olmasını istiyorum.” Bu ifadelerdeki “ben” nedir?
 Kronik endişenin yönlen­dirdiği bir hantal.
Bu eğilimin sıkça rastlanan örnekleri şunlardır: Bazı antik zırvalan yeniden ele alan ve kendisi yazdığı için ça­lışmasının yeni olduğunu düşünen bir yazar; yapan ken­disi olduğu için, yaptığı boyamaların bir maymunun kuy­ruğu tarafından yapılanlardan üstün olduğunu söyleyen nesnel olmayan bir sanatçı; kendisi sevdiği için sıradan kişileri işe alan bir işadamı; {kendi tercih ettiği) bir azın­lık tarafından uygulandığında ırkçılığın iyi olduğunu, fa­kat bir çoğunluk tarafından uygulandığında kötü oldu­ğunu iddia eden siyasî “idealist” ve herhangi bir tip çifte standardın savunucusu.
Fakat ahlâklılığın yerine konan böylesine paçavra­lar bile sadece bir aldatmadır: Amoralist “iyiyim, çün­kü ben benim” inancına sahip değildir. Bu örtülü politi­ka, onun ruhunun en derinlerinde bulunan, asla tanımlanamayacak olan “hiçbir şekilde iyi değilim” inancına kar­şı onun kalkanıdır.
Aşk değerlere karşı verilen bir reaksiyondur. Amoralistin gerçek kendini değerlendirmesi onun sevilmeye (kelimenin akılcı anlamıyla değil), “kendisi için yani sebep­sizce sevilmeye” olan anormal ihtiyacı ile ortaya konmak­tadır. James Taggart böyle bir ihtiyacı anlatıyor: “Hiçbir şey için sevilmek istemiyorum. Yaptığım veya sahip ol­duğum veya söylediğim ya da düşündüğüm bir şeyden dolayı değil, kendim için sevilmek istiyorum. Vücudum veya aklım veya kelimelerim veya işlerim veya davranış­larım için değil, kendim için sevilmek istiyorum.” (Atlas Shrugged.) Karısı “Fakat öyleyse ...sen nesin?” diye sor­duğunda onun verecek cevabı yoktur.
Gerçek hayattan bir örnek: Yıllar önce, bir yazar olan ve çok akıllı olan, fakat mistisizme meyletmiş, acına­cak, hırçın, yalnız ve çok mutsuz bir kadın tanıyordum. Onun arkadaşlık ve aşk hakkındaki duyguları James Taggart’ınkilere benziyordu. The Fountaınhead  [Ayn Rand, Hayatın Kaynağı, Çev.: Belkıs Çorakçı Dişbudak, Plato Film Yayın­lan, İstanbul, Mart 2003)] yayınlandı­ğı zaman, işverenlerini kitabımın yayınlamamasına ka­rar verilmesi durumunda istifa etme ile tehdit eden edi­tör Archibald Ogden’e çok müteşekkir olduğumu söyle­dim. Tuhaf bir kötümser ve onaylamayla bakış ile dinledi ve sonra şunu dedi: “Onun için müteşekkir olmana gerek yok. Bunu senin için yapmadı. Kendi kariyerini ilerletmek için yaptı; çünkü onun iyi bir kitap olduğunu düşünüyor­du.” Gerçekten dehşete düşmüştüm. Sordum: “Eğer ki­tabın işe yaramaz olduğunu düşünmüş olsa ve onun bana bağış olsun diye yayınlanması için mücadele vermiş olsa, daha iyi bir şekilde davranacağını mı ve benim bu davra­nışı tercih etmem gerektiğini mi kastediyorsunuz?” Bana cevap vermedi ve konuyu değiştirdi. Ondan hiçbir açıkla­ma alamadım. Anlamaya başlamam pek çok yılımı aldı.
Beni uzunca bir süre şaşırtan benzer bir olay politi­kadadır. Yorumcular sık sık bazı politikacıları ülkenin çı­karını kendi çıkarının (veya partisinin çıkarının) üstünde tutmaya ve rakipleriyle uzlaşmaya teşvik ederler ve bu tip cesaretlendirmeler sıradan kişilere değil, itibarlı kişi­lere yapılır. Bu ne anlama gelmektedir?
 Eğer politikacı fikirlerinin doğru olduğunu inanıyorsa, uzlaşmaya vardı­ğında ihanet edeceği ülkesidir. Rakibinin fikirlerinin yan­lış olduğuna inanıyorsa, onun zarar vereceği şey ülkesi­dir. Eğer bu ikisinden de emin değilse, bu durumda sa­dece ülke için değil, kendisi için de görüşlerini gözden geçirmesi gerekir; çünkü fikirlerinin doğru veya yanlış olması en çok kendisinin kişisel çıkarıyla ilgilidir.
Fakat bu faktörler fikirleri ciddîye alan -yani görüş­lerini realiteden geliştirilmiş prensiplerden alan bir kav­ramsal bilinci gerektirir. Algısal bir bilinç, fikirlerin her­hangi bir kişi için kişisel önemi olduğuna inanamaz; fikir­leri gelişigüzel tercihler olarak, kısa vadeli amaçlar olarak görür. Bu görüşte, bir insan bazı politikaları yürütmek için bir kamu makamına seçilmeye çalışmaz; o seçilmek için bazı politikalar savunur. Durum buysa, neden seçil­mek ister ki?
 Algısal zihniyetler asla böyle bir soru sor­mazlar: Uzun vadeli amaç fikri onların kavrayabilecekle­ri sınırların ötesindedir. (Bu tip pek çok politikacı ve pek çok yorumcu vardır; ve bu zihniyet doğru ve normal ka­bul edildiğinden, bu durum dünyanın bugünkü kültürü­nün entelektüel seviyesini göstermektedir.)
Eğer bir kişi fikirleri ve prensipleri kendi “kişisel çı­karlarından” sonraya koyarsa, onun kişisel çıkarları nedir ve kişi bu çıkarları hangi yollarla belirlemektedir?
 Eğer çalışmasının amacı (ülkenin doğru yönetimi) kendisi için hiçbir kişisel çıkar sağlamıyorsa, bir politikacının kendini mahkûm ettiği anlamsız sıkıcı işe bakın (veya adalet ken­disi için kişisel bir çıkar sağlamıyorsa avukatı ya da bah­settiğim kadın gibi bir kitabın kendisi için hiçbir nesnel değerinin olmaması durumunda bir yazarı). Fakat algısal zihniyet değerler veya amaçlar üretemez ve onları kesin şeyler olarak başkasından almak ve sonra beklenen dav­ranışlarda bulunmak zorundadır. (Bu tip insanların hep­si kabile yalnız kurtları değildir -bazıları psiko-epistemolojik derinliklerinde inançlı, şaşkın kabilecilerdir; fakat hepsi kavramsallaştırma karşıtı zihniyetlerdir.)
“Kendi” üzerine (ve “kendisi için sevilmeye”) bu ka­dar önem veren, kabile yalnız kurdu hiçbir “ben”e ve hiçbir kişisel çıkara sahip değildir, sadece anlık kaprisle­re sahiptir. Kendine ait anlık duyarlılıkları olduğunun ve başka da pek bir şeye sahip olmadığının farkındadır. Ki­şisel olarak sevdiği veya hayran olduğu şeylerin manevî (yani entelektüel) değerleri hakkında ne zaman konuşma­ya kalkışsa, ağzından çıkanların sıradanlığı, bayağılığı ve başkalarından alınmış olma paçavralığı insanı şok eder.
Bir kabile yalnız kurdu onun “ben”inin onun davra­nışlarından, işinden, uğraşlarından ve fikirlerinden ayn olduğunu hisseder. O, tüm bunların bir dış gücün -toplum veya gerçekler veya maddî evrenbir şekilde ona da­yattığı şeyler olduğunu düşünür. Onun gerçek “ben”inin niteliklerden yoksun tarif edilemez bir kimlik olduğunu düşünür. Bir şey doğrudur: Onun kendi “ben”i tarif edi­lemezdir -yani bulunmamaktadır. Bir insanın “ben”i ak­lıdır, yani gerçekleri algılayan, hükümler oluşturan, de­ğerler tercih eden melekesidir. Kabile yalnız kurdu için “realite” anlamsız bir terimdir; onun metafizik değerle­ri hayatın bir şekilde ona karşı olan insanların ve şeylerin bir tezgâhı olduğu ve kendisinin ceset yığınları üzerinde yürüyeceği şeklindeki kronik duygudan oluşur. Kendini göstermek için mi?
 Hayır, onun bir kenara attığı “ben”inin bıraktığı kendisini rahatsız eden iç boşluğu gizlemek (veya doldurmak) için.
Trajikomik olan insanoğlunun bir bencillik sembolü olarak gösterilmesi gerçeğidir. Bu onu, vereceği tahribatı artırmaya teşvik eder: Ona gücünün ötesinde olduğunu bildiği bir konumdaymış gibi görünmeyi başaracağı ümi­dini verir. Bencillik en temelde felsefî bir kavramsal başa­rıdır. Kabile yalnız kurdu imajını bir bencillik imajı olarak gösteren kimse sadece kendi aklî fonksiyonunun algısal olarak çalıştığını itiraf etmektedir.
Ancak kabileciler ahlâkın tamamen sosyal bir olay olduğunu ve bir kabileye (herhangi bir kabileye) bağlı­lığın insanları ahlâklı tutmanın tek yolu olduğunu iddia etmektedirler. Fakat bir kabilenin uysal üyeleri kabilede­ki reddedilmiş kurt kardeşlerinden daha iyi de değildir, daha ahlâklı da değildir: Onların standardı “biz iyiyiz, çünkü biz biziz”dır.
“Ben”in terk edilmesi ve küçültülmesi -ister kabileci ister yalnız kurtçu-tüm algısal zihniyetlerin belirgin özelliğidir. Bunların hepsi kendine güvenden korkarlar; sadece kendileri tarafından (yani kavramsal bilinç tara­fından) yapılabilecek işlerin sorumluluğundan korkarlar ve gerçekten bencil bir insanın hayatını korumakta fay­dalanacağı iki aktiviteden, yani hüküm verme ve tercih­ten kaçmaya çalışırlar. Onlar, iradeye dayalı olarak kulla­nılan akıldan korkarlar ve (otomatik olarak çalışan) duy­gularına güvenirler; (doğuş ortaklıkları olan) akrabaları (bir tercih konusu olan) arkadaşlara tercih ederler; (verili bir şey olan) kabileyi (yeni olan) yabancılara tercih eder­ler; (ezberlenmiş bir şey olan) emirleri (anlaşılmış şeyler olan) prensiplere tercih ederler; ve her tür determinist teoriyi, “elimden bir şey gelmez!” şeklinde yakınmaları­na imkân sağlayan her fikri hoş karşılarlar.
Altruızm ahlâkının neden bir kabile olayı olduğu açık­tır. Tarih öncesi insanlar diğer kabilelere karşı bir kabi­lenin liderliği ve koruması olmadıkça fiziksel olarak ha­yatta kalamazlardı. Altruizmin uygar çağlarda da devam etmesi fiziksel değil, fakat psiko-epistemolojiktir: Ken­di gelişimini durdurmuş, algısal zihniyete sahip insan­lar realiteye karşı kabile liderliği ve “koruması” olmadık­ça hayatta kalamazlar. Kendini feda etme doktrini onla­rı rahatsız etmez: Onlar hiçbir kendi hissine veya kişisel değer hissine sahip değildir. Kendilerinden feda etmeleri istedikleri şeyin ne olduğunu bilmezler. Entelektüel dü­rüstlük, doğruyu sevmek, kişisel olarak tercih edilmiş de­ğerler veya bir fikre tutkulu şekilde kendini adama gibi şeyler hakkında hiçbir birinci elden bilgiye sahip değiller­dir. “Bencilliğe” karşı öğütler duyduklarında, reddetme­leri gereken şeyin bir kabile yalnız kurdunun düşüncesiz, akılsız ve kendi kaprislerine tapan türden davranışları ol­duğuna inanırlar. Fakat onların liderleri -altruizm teoricileri-bunu daha iyi bilmekteydi. Immanuel Kant bunu bi­liyordu; John Dewey bunu biliyordu; B. F. Skirıner bunu biliyordu; John Rawls bunu biliyordu. Bunların hepsinin yok etmeye çalıştıkları şey akılsız hayvan değil, akıl, zekâ, yetenek, fayda, kendine güven ve kendine saygıdır.
Bugün korkunç bir olaya şahitlik etmekteyiz: Tarih öncesi vahşilik ahlâkının egemen olduğu muhteşem bir bilimsel uygarlık. Bunu mümkün kılan olay “bölmele­re ayrılmış” akılların bölünmüş psiko-epistemolojisidir. Bunun en iyi örneği insan irrasyonelliğine karşı korun­mayı ümit ederek ve fikir meydanlarını akıl düşmanları­na bırakarak fiziksel bilimlere (veya teknolojiye veya sa­nayiye veya ticarete) kaçmış olan insanlardır. Bu gibi sı­ğınmacılar insanoğlunun en iyi beyinlerinden bazıları­nı içerir. Fakat böyle bir sığınma mümkün değildir. Ça­lışmalarında kavramsal entegrasyon ve akılcı düşünme hünerlerini kullanan bu insanlar hayatlarının tüm diğer alanlarında, bilhassa beşerî ilişkilerde ve sosyal konular­da çaresiz şekilde kavramsallaştırma karşın olmaktadır­lar. (Örneğin Einstein’ın bilimsel başarılarını onun poli­tik görüşleri ile karşılaştırın.)
İnsanların ilerlemesi uzmanlaşma gerektirir. Fakat iş­bölümü yapmış bir toplum akılcı bir felsefesi olmadıkça -bir insan aklını insan olacak şekilde, yani kavramsal ola­cak şekilde eğitmek olan temel prensipler için sağlam bir temel bu toplumun amacı olmadıkça yaşayamaz.
Sh:77-85
17Şubat 1960’da Yale Üniversitesi’nde, Nisan 1960da Brooklyn College’de ve 5 Mayıs 1960 da Columbia Üni­versitesi’nde verilen bir konferanstır.
Benden modern dünyada neyin yanlış olduğu soru­sunu tek cümle ile cevaplamamı isterseniz, dünyanın kri­tik problemleri için hiç bu kadar gürültülü şekilde ce­vap istemediğini ve dünyanın daha önce hiçbir cevabın mümkün olmadığı inanışına kendini bu kadar çılgınca vermemiş olduğunu söylerim.
Bu çelişkinin tuhaflığına ve çağımızın tuhaf duygu­sal atmosferine dikkat edin. Tarihte, problemlerin var­lığını inkâr etmelerinden, kendilerini hiçbir şeyin tehdit etmediği şeklinde davranmalarından ve yaklaşan tehlike­den bahseden herkesi itham etmelerinden dolayı insan­ların cevaplar bulamadığı dönemler olmuştur. Bu, çağı­mızın egemen tutumu değildir. Bugün, felaket ilân eden sesler öylesine moda bir zırvadır ki, bunların monoton ısrarı insanları duyarsız kalmaya meyilli hâle getirmekte­dir. Bilinçli ya da bilinçsiz biçimde, akla veya duyguya da­yalı olarak, bugün çoğu insan, dünyanın berbat bir du­rumda olduğunu ve mevcut duruma daha uzun bir süre devam edemeyeceğini bilir.
Problemlerin varlığı kabul edilmektedir; ancak bizim sözde entelektüel liderlerimizden anlamsız genel sözler ve utanç verici kaçamak cevaplardan başka bir şey duy­mamaktayız. İster felsefî eserlere, ister entelektüel dergi­lere, ister gazete başmakalelerine, ister her iki partinin si­yasî konuşmalarına, nereye bakarsanız bakın iki karakte­ristik özellik içeren aynı zihniyeti bulursunuz; bayatlık ve üstünkörülük. İnsanlar konuşmaya (ve dikkatli bir şekilde hiçbir şey söylememeye) ısrar ediyor görünüyorlar. Bugü­nün entelektüel söylemlerindeki kaçamaklık, sıkıcılık ve gri tondaki uyumculuk -sansür olmadığı hâlde-sansür al­andaki insanların söylemlerini çağrıştırmaktadır. Çaresiz­lik ve can sıkınası niteliklerinin böylesine ucube bir birlik­teliğiyle karakterize edilen bir çağ asla olmamışa.
Bu durumun, cevapları bulmak için ellerinden ge­lenin en iyisini yapmış, fakat başarısız olmuş insanla­rın dürüstçe tükenişi olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat onurlu, çaresiz bir vazgeçme şerefi kesinlikle çağımızın duygusal atmosferi değildir. Onurlu bir vazgeçme, arayış içinde olma tavırlarıyla aynı eskimiş lafları bir daha ve bir daha tekrarlamayla sunulamaz veya ifade edilemez. Hiç­bir cevap bulamayacağını dürüstçe anlamış bir kişi cevaplar arıyormuş gibi görünme ihtiyacı hissetmezdi.
Bu sorunun cevabının bugünkü, ahlâkı küçümseme ka­rakterimizde yattığını ve insanların gerçekten umursamadıkları için cevaplar bulamadıklarını söyleyebilirsiniz. İn­sanların bugün ahlâkı küçümsedikleri doğrudur; fakat bu sebep değil, sadece bir belirtidir. Bugünün ahlâk hor görü­cülüğü kötülüğe özel bir meyle sahiptir; biz umursayan ah­lâk hor görücüleriyle uğraşıyoruz ve hayatlarımızın çirkin sırlan onların umursadığı ve aradığı şeylerde yatmaktadır.
Çağdaş dünyanın entelektüel durumu hakkındaki ve 20. yüzyıla has olan ve onu diğer kültürel kriz dönemlerinden ayırt eden gerçek şudur: İnsanlar problemlere ce­vaplar peşinde değildir, fakat hiçbir cevabın olmadığına iliş­kin bir rahatlamanın peşinde koşmaktadırlar.
Bir zamanlar bir arkadaşım bugünkü tavırları İncil’den alıntı yaparak şöyle açıklamıştı: “Affet beni Baba, ne yaptığımı bilmediğim için ve lütfen bana söyleme.”
Çağdaş entelektüellerin probleme nasıl cafcaflı bir şekilde çözümler aradığını -ve geçmişte veya bugün bir çözüm yolu sunan herhangi bir teori veya fikrin varlığına nasıl çabucak saldırdığını-gözleyin. Bu çağdaş rölativistlerin -entelektüel hoşgörü, açık fikirlilik ve mutlak-karşıtı amentüleri ile bilgiye sahip olduklarını iddia eden her­kesi eleştiren bir dogmacıya dönüşmelerini izleyin. On­ların kesinlik dışında her şeyi hoş gördüklerini (ve de­ğerler dışında her şeyi onayladıklarını) gözleyin. Onla­rın, insanları sevdiklerini iddia ettiklerini ve katiller, ay­yaşlar, uyuşturucu bağımlıları ve psikozlu kişilerle ilgi­li her türlü edebî çalışmalara, sevdikleri nesnenin tüke­nişine dair herhangi bir tiyatro oyununa sempatiyle ağız­larının suyu akarak yaklaşmalarını -ve herhangi bir kişi insanoğlunun bozulmuş olmadığını iddia ettiğinde öfkey­le çığlık atışlarını-gözleyin. Bunların insan sıkıntılarına acımalarıyla yönlendirildiklerini ve insanların sıkıntı çek­mek zorunda olmadıkları yönündeki herhangi bir öneriye hiddetle kulak tıkamalarını gözleyin.
Bugün çağdaş entelektüelleri arasında gördüğünüz şey militan kuşku, ayaklanan ahlâk düşmanlığı, dogma­tik bilinemezcilik,* övünerek kendini alçaltma ve kendi­ni doğru gören ahlâk bozukluğu şeklindeki acayip man­zaradır. Bugünün mutlak-karşıtlarının iki mutlağı, ihmal­ciliğin bilgili olduğunu iddia etmesi ve ahlâksızlığın ahlâ­kî hükümlerden bahsetmeyi içerdiği gerçeğidir.
* Bilinemezcilik (Agnosticism): “Varoluşun niteliğine ilişkin temel sorunların cevaplarının bilinemezliğini; ayrıca herkesin kabul ettiği ve aynı anlamı yükleyip, aynı değeri verdiği türden bir bilgi elde etmenin mümkün olmadığını savunan görüş.”
Niçin insanlar şimdi çöküşün, karanlığın, tükenişin ve nihaî felaketin kaçınılmaz olduğuna inanmaya sarılmak istiyorlar?
 İşte, psikologlar size bir insanın nevroz asabiyetinden muzdarip olduğunda, korkusunu kendisi­ne açıklayan herhangi bir bahaneye yapıştığını ve man­tık, akıl, realite veya tehlikenin ortadan kaldırılabileceği­ne dair onu temin eden herhangi bir argümana karşı çı­karken, bu bahaneye sarıldığını söyleyecektir. Onun orta­dan kaldırılmasını istemez, çünkü bahane onun korkusu­nun gerçek sebebini, yüzleşmeye cesaret edemediği sebe­bini kendisinden gizlemek için bir kalkan görevi görür.
Bayanlar ve Baylar, bugün gördüğünüz şey bir kültü­rün tümünün nevroz asabiyetidir. İnsanlar karşılaştıkları tehlikeyi ortadan kaldırmak için herhangi bir cevap bul­mayı istememektedirler: Tüm istedikleri, tüm aradıkları bağırmak için bir bahanedir: “Kendimi tutamadım!”
Eğer bazı yüzyıllar baskın karakterleriyle tanımlansalardı (Akıl Çağı veya Aydınlanma Çağı gibi) bu durumda bizimkisi Kabahat Çağı olurdu.
İnsanlar neyden korkarlar ve kendilerini neyden suç­lu hissederler?
Onlar kültürlerinin iflas etmiş olduğunun ilân edilme­miş bilgisinden korkarlar. Suçlu hissederler; çünkü kültür­lerini iflasın eşiğine kendileri getirmiş olduklarını ve yeni bir başlangıç yapma cesaretine sahip olmadıklarını bilirler.
Geride kalan yüzyıllarda sürdürdükleri geleneksel ka­çamaklar için artık çıkmaz sokağa girmiş oldukları bilgi­sinden ve Batı medeniyetinin çelişkilerinin kendilerini ya­kalamış olduğu, artık hiçbir ara yol uzlaşmasının işe yara­mayacağı ve bu çelişkileri köklü bir tercih yapma yoluy­la çözme sorumluluğunun şimdi bugün kendi omuzlan üzerinde olduğu bilgisinden korkarlar. Temel fikirlerimi­zi gözden geçirmek zorunda olduğumuz, aksi hâlde çö­zülmemiş çelişkilerin bedelini mahvolmak şeklinde öde­mek zorunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmemek için savsaklayıcı davranırlar.
İnsanoğlunun yüzlerce yıl sarıldığı ve şimdi çökmüş olan üç değer şudur: Mistisizm, kollektivizm, altruizm. *
* Diğerkâmlık (Altruism): “Kendisini diğer insanlar için feda etmekten mutluluk duyma; başkalarının yararının söz konusu olduğu yerde, kendi çıkarından vazgeçme anlayışı.”
Bir kültürel güç olarak mistisizm Rönesans dönemin­de ölmüştür. Bir siyasî fikir olarak kollektivizm II. Dün­ya Savaşı döneminde öldü. Altruizme gelince, o hiç ya­şamadı. O batı medeniyetinin kanındaki ölümcül zehir­dir ve insanoğlu ancak ona inanmadığında veya onu uy­gulamadığında hayatta kalabilmiştir. Fakat o yine de in­sanları yakaladı. Ve o şimdi insanların karşı karşıya gel­mek ve yenmek zorunda oldukları katildir. O, insanların tercih yapmak zorunda oldukları asıl konudur. Eğer bir medeniyet hayatta kalacaksa, insanların reddetmesi gere­ken şey altruizm ahlâkıdır.
Bazılarınız benim bundan sonraki cümlemi tanıya­caksınız. Evet bu bir ahlâk krizi çağıdır. Evet, siz kötü olmanızın cezasını çekiyorsunuz. Ahlâk sisteminiz zir­vesine, yani yolun sonundaki çıkmaz sokağa ulaştı. Ve eğer yaşamaya devam etmek istiyorsanız, şimdi ihtiyacı­nız olan şey ahlâklı olmaya geri dönüş değil, ahlâklı olma­yı keşfetmektir.
Ahlâk nedir?
 O insanın tercihlerini -hayatının amacı­nı  ve gidişatını belirleyen tercihler ve hareketlerini belir­leyen değerler sistemidir. Ahlâk insanın, sayesinde neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiği bir sistemdir.
 Altruizmin temel prensibi insanın kendisi için varolma hakkının olmadığı, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek ge­rekçesi olduğu ve kendini feda etmenin insanın en yük­sek ahlâkî görev, erdem ve değer olduğudur.
Altruizmi nezâket, iyi niyet veya başkalarının hakları­na saygı duyma ile karıştırmayın. Bunlar aslî ilkeler de­ğil, aslında altruizmin imkânsız kıldığı sonuçlardır. Alt­ruizmin indirgenemez gerçeği, temel mutlağı -kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, ken­dini mahvetme anlamına gelen “ben”i kötülük standar­dı, ben dışındakileri ise iyilik standardı olarak görme an­lamına gelen kendini feda etmedir.
Bir dilenciye on sent vermeniz veya vermemeniz gibi yüzeyselliklerin ardına sığınmayın. Konu bu değildir. Konu dilenciye bu on senti vermedikçe, varolmaya hakkınızın olup olmadığıdır. Konu, size gelip gelmemeye kendisi ka­rar verebilen bir dilenciden hayatınızı on sent, on sent sa­tın almaya devam edip etmeyeceğinizdir. Konu başkala­rının ihtiyaçlarının sizin hayatınızda ve varlığınızın ahlâ­kî amacındaki ilk ipotek olup olmadığıdır. Konu insanın kurbanlık bir hayvan olarak görülüp görülmeyeceğidir. Kendisine saygısı olan herhangi bir kişinin cevabı “Ha­yır” olacaktır. Altruizmin cevabı ise, “Evet” olacaktır.
Altruizmin ahlâkını yok eden ve onun tahammül ede­mediği bir kelime -tek bir kelime vardır: “Niçin”, insanlar niçin başkaları için yaşasın?
 İnsan niçin kurbanlık bir hay­van olsun?
 Bu, niçin iyi bir şey olsun?
 Bunun için akla dayanan hiçbir dünyevî sebep yoktur, ve bayanlar baylar, tüm felsefe tarihinde hiçbir mantıklı dünyevî cevap asla verilmemiştir.
Bunun ahlâkçıların yanına kâr kalmasını sağlayan sade­ce mistisizmdir. Bunun için gösterilen gerekçe, daha doğ­rusu bir gerekçe gösterme ihtiyacından kaçmak için baş­vurulan tek şey dünyevî olmayan, doğaüstü ve irrasyonel olan mistisizmdir. İrrasyonel olan bir şeyde gerekçe aran­maz, o sadece inançla kabul edilir. Çoğu ahlâkçının -ve onların birkaç kurbanının fark ettiği şey mantık ve altruizmin birbiriyle uyuşmayan şeyler olduğudur. Ve Batı me­deniyetinin temel çelişkisi budur, yani akla karşı altruizm. Bu eninde sonunda çıkması mutlak olan bir çatışmadır.
Tabiî ki, gerçek çatışma akla karşı mistisizm çatışmasıdır. Fakat altruizm ahlâkı olmasaydı, mistisizm Rönesans’ta öldüğünde Batı kültürünü taciz eden vampiri bırakmazcasına ölürdü. Bir vampir mezarından sadece gece -yani sa­dece karanlıkta-çıkan ve canlıların kanını emen ölü varlık­tır. Altruizme uygulanan tanımlama kesinlikle doğrudur.
Batı medeniyeti -Antik Yunan aracılığıyla-aklın ço­cuğu ve ürünüdür. Diğer tüm medeniyetlerde, akıl dai­ma mistisizmin kölesi olmuştur. Sonuçları gözlemleye­bilirsiniz. Yetersizce, eksik şekilde, istikrarsızca ve nadir aralıklarla da olsa mantığın hâkim olduğu sadece Batı kültürüdür. Bunun sonuçlarını görebilirsiniz.
Mistisizme karşı akıl çatışması bir ölüm veya yaşam, özgürlük veya kölelik, ilerleme veya durağan ilkellik ko­nusudur. Ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bilinçlilik-bilinçsizlik çatışmasıdır.
Akıl, insanın duyularıyla sağlanan materyali alan, tanım­layan ve entegre eden melekedir. Akıl, insanın algılama­larını soyutluklar ve kavramlar yoluyla entegre ederek in­sanoğlunun bilgi seviyesini hayvanların da sahip oldu­ğu algısal düzeyden, sadece kendisinin ulaşabileceği kav­ramsal düzeye çıkarır. Aklın bu işlemde kullandığı metod mantıktır ve mantık çelişkili olmayan tanımlama sanatıdır.
 Mistisizm, kişilerin duyulan ve aklı­nın dışında olan veya onlara karşı olan, kanıtsız veya delil­siz iddiaların kabul edilmesidir. Mistisizm, “içgüdü”, “içi­ne doğma”, “ilham gelmesi” veya herhangi bir tip “öyle­sine biliyor olma” gibi bazı duyusal olmayan, akıldışı, tanımlanamayan, belirsiz bilgilere sahip olma iddiasıdır.
Akıl realitenin algılanmasıdır ve tek bir aksiyoma da­yanır: Kimlik kanunu.
Mistisizm, -içinde yaşadığımız realite dışında olan-tek tanımlaması doğal olmama olan bir başka realite iddi­asıdır. Mistisizm doğa üstüdür ve bir tür doğal olmayan, doğaüstü yolla algılanır.
Tabiî, epistemolojinin -bilgi teorisinin-tek bir kon­feransta tamamen ele alınamayacak en karmaşık felsefe dalı olduğunun farkındasınızdır. Bu nedenle, onu anlat­maya kalkışmayacağım. Sadece daha derli toplu bir tar­tışma isteyenlerin onu Atlas Sbrugged da bulabilecekleri­ni söyleyeceğim. Buradaki tartışma için, size verdiğim ta­nımlamalar kimin teorisini, argümanını veya felsefesini kabul ederseniz edin konunun özünü içermektedir.
Bir defa daha tekrarlıyorum: Akıl insan duyularınca sağlanan materyali algılayan, tanımlayan ve onu işleyen melekedir. Mistisizm duyusal olmayan bir bilgi elde etme yolu iddiasıdır.
Batı medeniyetinde mistisizm ile yönetilen dönem Karanlık Çağlar ve Orta Çağlar olarak bilinir. Bu döne­min özelliğini ve bu çağlardaki insan varlığının durumu­nu bildiğinizi varsayıyorum. Rönesans, mistiklerin hü­kümranlığını bozmuştur. “Rönesans” “yeniden doğuş” demektir. Bunun insan aklının, insan düşüncesinin yeni­den doğuşu olduğunu söylemeye gerek yoktur.
Daha sonra gelişen olayların ışığında -bilhassa da sa­nayi devrimi ışığında-şimdi hiç kimse inancı veya dini ya da ilhamı veya herhangi bir mistisizm şeklini Orta Çağ’da olduğu gibi varoluş için asıl ve tek rehberi olarak alamaz. Bu durum Rönesans’ın herkesi otomatikman akılcı olma­ya dönüştürdüğü anlamına gelmez, insan böyle olmaktan çok uzaktır. O, sadece şu anlama gelir: Tek bir otomobil, bir gökdelen veya Aristo’nun Logic kitabının tek kopyası kaldığı müddetçe hiç kimse akıllarını terk ederek ve mis­tik inanca güvenmelerini söyleyerek insanların ümitlerini, istekliliğini ve zevk duydukları şevklerini uyandıramaz. Bu sebeple mistisizmin kültürel bir güç olarak ölü oldu­ğunu söyledim. Bugünkü mistik canlanma girişimlerinde mistiklerin hayata, umuda veya memnuniyete değil, fakat korku, yok oluş ve çaresizliğe yöneldiğine dikkat edin. “Pes edin, aklınız yetersizdir, hayat sadece bir sığınaktır” şeklindeki söylemler bir kültürü canlandıramaz.
Şimdi bana eğer dünyanın bugünkü durumundan en çok sorumlu olan kişinin, Rönesans’ın kazanımlarını yok etmede neredeyse başarılı olmuş kişinin adını vermemi isterseniz size Immanuel Kant’ın adını veririm. O, altruizm ahlâkını kurtarmış olan ve bu ahlâkın aklın elinden kurtarılması gerektiğini bilen bir filozoftu.
Bu sadece bir hipotez değildir. Kant’ın felsefeye olan ilgisinin ve felsefedeki amacının misdk bir temeli olmak­sızın ayakta duramayacak olan altruizm ahlâkını kurtar­mak olduğu bilinen bir tarihsel gerçektir. Kant’ın metafi­ziği ve epistemolojisi bu amaç için geliştirilmiştir. Tabiî ki, Kant kendini bir mistik olarak ilân etmemişti, zaten Rö­nesans’tan beri böyle yapan da pek olmamıştır. O kendi­ni aklın katıksı aklın şampiyonu olarak göstermiştir.
Bir kavramın etkisini yok etmenin iki yolu vardır: Bi­rincisi açıkça tartışma ile ona saldırmak, diğeri içerden saldırarak zayıflatma yoluyla, yani kavramın anlamını za­yıflatma yoluyla, samandan bir kukla yapıp, onun yan­lışlığını ispatlamak. Kant İkincisini yapmıştır. Akla sal­dırmamış -sadece karşılaştırma yoluyla mistisizmin düz­gün, rasyonel sağduyu gibi görünmesini sağlayan bir akıl versiyonunu inşa etmiştir. Aklın geçerliliğini reddetme­miş -sadece aklın “sınırlı” olduğunu, bizi dayanılmaz çe­lişkilere götürdüğünü, bizim algıladığımız her şeyin bir illüzyon olduğunu ve bizim realiteyi veya “olayları oldu­ğu gibi” asla algılayamayacağımızı iddia etmiştir. Aslında o, algıladığımız şeylerin biz onları algıladığımız için ger­çek olmadığını iddia etmiştir.
Saman kukla, Kant’ın epistemoloji sistemi gibi müt­hiş can sıkıcı bir tezgâh için kullanılan tuhaf bir benzet­medir. Fakat yine de o tam bir saman kukla gibiydi ve bunların ardından gelen şüpheler, belirsizlikler ve kö­tümserlikler -insanın her hangi bir şeyi bilemeyeceği kötümserliği-aslında insan bilinci için geçerli değildi; çün­kü Kant’ın robotunun temsil ettiği şey bir insan bilin­ci değildi. Fakat felsefeciler onu bu şekilde anlamışlar­dır. Ve onlar aklın devre dışı bırakılması nedeniyle göz­yaşı dökerken, aklın felsefe sahnesinden tamamen atıldığını ve tartışmakta oldukları melekenin akıl olmadığı­nı anlamadılar.
Hayır, Kant aklı yıkmadı. O sadece başka hiç kim­senin yapamayacağı kadar başarılı bir şekilde aklın altı­nı oydu.
Şu anki felsefelerimizin -pragmatizm, mantıksal po­zitivizm ve var olduğunuzu ispat edemeyeceğinizi mutlu bir şekilde ilân eden neo-mistiklerin diğer tüm felsefeleri gibi-köklerini araştırırsanız bunların hepsinin Kant’tan türediğini göreceksiniz.
Altruist ahlâkın Kant versiyonuna gelince, Kant bu ahlâkın -özel bir görev içgüdüsüne, “kesin buyruğa”* da­yanması hariç ilhamdan değil, “saf akıldan” türediğini iddia etmiştir. Kant’ın ahlâk versiyonu bir Hristiyan’ı sağlıklı, neşeli, yardımsever bir bencillik sistemine sahipmiş gibi göstermektedir. Hristiyanlık insanlara sadece kom­şularını kendisi kadar sevmesini söylemiştir; bu tama­men rasyonel değildir -fakat en azından insanın kendini sevmesini yasaklamamıştır. Kant’ın önerdiği şey tam bir sefillikle kendini hiç düşünmemeydi: Kant bir davranışı ancak bir görev hissiyle yaparsanız ve ondan maddî veya manevî herhangi bir fayda elde etmezseniz onun ahlâ­kî olduğunu savunmuştur; eğer bir fayda elde ederseniz davranışınız artık ahlâkî değildir. Bu durum insanın ken­dini bir “shmoo” hâline -Li’l Abner karikatüründe, birisi­nin kendisini yemesi isteğiyle etrafta dolaşan küçük, mis­tik bir hayvan dönüştürme isteğinin en açık şeklidir.
* Kesin Buyruk (Categorical imperative). Kant’ın ahlâk anlayışına göre, bireylerin eylemlerinin belirli, somut sonuçlara yönelmesi değil, ahlâkın temel ilkelerine, Kant’ın tâbiriyle kesin buyruğa uyması önemlidir. Kantçı ahlâkın tek kategorik emperatifi vardır ve o da şudur: “Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun.” Diğer bütün ödev buyrukları bu ilkeden (buyruktan) türetilir. Kant’ın bu kavramı ve ayrı­ca bu düşünürün liberalizmle ilişkisi konusunda daha geniş bilgi için bakınız: Atilla Yayla, Liberalizm, Liberte Yayınlan, Ankara, 1998, s. 142-3
Bugün genelde kabul edilen, fakat suçlu bir şekilde kabul edilen, fakat uygulanamayan -onu kim uygulayabi­lir ki?
 Kant versiyonu altruizmdir. Kant’ı hiç duymamış insanların kendi çıkarlarını kötü bir iş olarak gördükle­rinde ortaya koydukları Kant versiyonu altruizmdir. İnsanların herhangi bir kişisel memnuniyet, kazanç veya motivasyon peşinde koşmayı kabul etmekten korktukla­rı zaman, insanlar kendi mutluluklarını aradıklarını itiraf etmekten korktukları zaman, iş adamlarının kâr etmek­te olduklarını söylemekten korktukları zaman, ileri dü­zeyde bir diktatörlük rejimi kurbanlarının kendi “bencil” haklarından bahsetmekten korktukları zaman, işbaşında olan Kant versiyonu altruizmidir.
Kant’ın ve tüm altruist ahlâkın en güzel eseri Sov­yet Rusya’dır.
Eğer fikirlerin gücü ve bilhassa ahlâkın gücü konu­sunda ikna olmak isterseniz, 19. yüzyıl entelektüel tari­hi incelemek için iyi bir örnek olacaktır. En muhteşem, daha önce benzeri görülmemiş ve hayal dahi edilmemiş olaylar ve başarılar insanların gözlerinin önünde gerçek­leşiyordu; fakat insanlar bugüne kadar da olduğu gibi onları görmediler ve anlamadılar. Sanayi devriminden, Amerika Birleşik Devletleri’nden ve kapitalizmden bahsediyorum. Tarihte ilk defa, insan fiziksel tabiat üzerin­de kontrolü sağladı ve insanın insan üzerindeki tahakkü­münü ortadan kaldırdı -yani insanlar bilimi ve siyasal öz­gürlüğü keşfetti. Yaratıcı enerji, bolluk, zenginlik, nüfu­sun her tabakası için yaşam standardı artışı, insan tarihi­nin büyük kısmındaki sıkıntılı ilerleme ile karşılaştırıldı­ğında 19. yüzyılı bir kurgu ütopyası, gözleri kör edici bir gün ışığı patlaması gibi gösterecek şekildeydi. Eğer dün­yadaki yaşam bir kişinin değer standardı ise bu durum­da 19. yüzyıl insanoğlunu diğer yüzyılların hepsinin top­lamından daha fazla ilerletmiştir.
Bunu kimse takdir etti mi?
Şimdi kimse takdir edi­yor mu?
Hiç kimse bu tarihî mucizenin sebeplerini tes­pit etti mi?
Hayır. Peki onlan kör eden şey neydi?
Bunu açıklayayım. Temelde 19. yüzyıldaki ilerlemenin sadece iki sebebi vardır. Ve aslında bu iki sebep insanlık tarihi boyunca herhangi bir mutlu, faydalı, ilerlemeci çağ­da bulunmaktadır. Bu sebeplerden biri psikolojik, diğeri ise varoluşla ilgilidir -başka bir ifadeyle, birisi insan bilin­ciyle, diğeri ise onun varoluşunun fiziksel durumuyla il­gilidir. Bunlardan ilki akıl., İkincisi ise özgürlüktür. Ve ben “özgürlük” derken “yoksulluktan özgür olmak”, “korku­dan özgür olmak”, “geçim sağlama ihtiyacından özgür olmak” gibi şiirsel şapşallığı kastetmiyorum, baskıdan özgür olmayı, fiziksel güce dayalı idareden özgür olmayı kas­tediyorum; ki bunun anlamı siyasî özgürlüktür.
Bu ikisi -akıl ve özgürlük-birbirlerinin sonuçlarıdır ve ilişkileri karşılıklıdır: insanlar akılcı olduklarında öz­gürlük kazanır; insanlar özgür olduklarında ise akıl.
Bunların zıtları inanç ve kuvvettir. Bunlar da aynı şe­kilde birbirlerinin sonuçlarıdır: Tarihte mistisizmin ege­men olduğu her dönem bir devletçilik, diktatörlük, zu­lüm çağıydı. Orta Çağ’a bakınız -ve bugünün politik sis­temlerine bakınız.
19. yüzyıl Rönesans’ın ve Akıl Çağı’nın yani baskın şekilde bir Aristo felsefesinin entelektüel eğiliminin ni­haî sonucu ve dışavurumuydu. Ve tarihte ilk olarak, 19. yüzyıl politik özgürlüğün gerekli bir sonucu olarak yeni bir ekonomik sistemini, yani serbest piyasa içinde bir serbest ticaret sistemini, yani kapitalizmi yaratmıştır.
Hayır, o -olması gerektiği gibi-tam, mükemmel, uydu­ruk olmayan, tamamen laissez-faire [hükümetin sanayi ve ticaret işlerine müdahale etmemesi prensibi. ] kapitalizmi değildi. Çeşitli derecelerde hükümet müdahaleleri ve hâkimiyeti ABD’de bile kalmışta ve bu, kapitalizmin en sonunda çök­mesine yol açmış olan şeydir. Fakat bazı ülkelerin özgür kalma dereceleri onların tam olarak ekonomik ilerleme derecesiydi. En özgür olan ABD en fazla şeyi başarmıştı.
Kapitalizmin ilk yıllarındaki düşük ücretler ve olumsuz yaşam şartlarına asla takılmayın. Bu durumlar, o zamanın ulusal ekonomilerinin gücünün yetebildiği en iyi durumlar­dı. Kapitalizm fakirlik yaratmamıştır -onu miras almıştır. Kapitalizm öncesi açlık yüzyılları ile karşılaştırıldığında, kapitalizmin ilk yıllarındaki fakirlerin yaşam şartları onla­rın o zamana kadar hayatta kalabilmek için sahip oldukları ilk şanstı. Bunun kanıtı, daha önceki yüzyıl başına %3 ci­varında olan nüfus artışıyla karşılaştırıldığında, 19. yüzyıl­da Avrupa nüfusundaki %300’lük büyük artış oranıdır.
Peki bu neden fark edilmemiştir?
İnsanoğlunun ger­çekten muhteşem velinimeti kapitalizm eskiden ve bu­gün neden kızgınlık, itham ve nefretten başka bir şey­le anılmamaktadır?
Kapitalizmin sözde savunucuları ne­den eskiden ve bugün onun adına özür dilemeyi sürdür­mektedirler?
Çünkü bayanlar ve baylar, kapitalizm ve altruizm birbiriyle uyuşmamaktadır.
Bu konuda yanılmayın, ve onu cumhuriyetçi arkadaş­larınıza da söyleyin: Kapitalizm ve altruizm aynı kişide veya aynı toplumda birlikte bulunamaz.
Bunu, kapitalizmi “kamu çıkan” veya “genel refah” veya “topluma hizmet” ya da fakirlere sağladığı fayda açısından haklı çıkarmaya çalışanlara anlatın. Bunların hepsi doğ­rudur; fakat hepsi kapitalizmin -hedefi, amacı veya ahlâkî bakımdan haklılaştırılması değil yan ürünleridir; ikincil sonuçlarıdır. Kapitalizmin ahlâkî haklılığı insanın ne ken­disini başkalarına, ne de başkalarını kendisine feda etme­den kendisi için varolmaya hakkının olmasıdır; o, insanın -her insanın-diğerlerinin amaçlarına ulaşma yollan değil, başkasının ihtiyaçlarına hizmet eden bir kurbanlık hayvan değil, kendi başına bir amaç olduğunun tanınmasıdır.
Bu, kapitalizmin işlevinde mündemiçtir; fakat şu ana kadar ahlâkî terimlerle hiçbir zaman açık bir şekilde ifa­de edilmemiştir. Niçin edilmemiştir?
 Çünkü bu, insanların bugüne kadar karşı çıkmaktan korktuğu altruizm ah­lâkına tümüyle karşı olan bir ahlâkın temelidir.
Burada insanoğluna trajik, anlamı saptırılmış bir övgü söz konusudur: Tüm irrasyonelliklere, tutarsızlıklara, iki yüzlülüklere, kaçamaklara rağmen, insanların çoğu temel konularda ahlâkî açıdan doğru olma hissi olmadıkça hare­kete geçmeyecektir ve kendilerinin kabul etmiş olduk­ları ahlâka karşı çıkmayacaklardır. Onu ihlâl edecekler, onun üzerinde hile yapacaklar, fakat ona karşı çıkmaya­caklardır; onu ihlâl ettiklerinde kendilerini suçlayacaklar­dır. Ahlâkın gücü tüm entelektüel güçler içinde en büyük olanıdır -ve insanoğlunun trajedisi insanların kabul ettiği kısır ahlâk sisteminin, aralarındaki en iyi kişilerin aracılı­ğıyla kendilerini yıkmasında yatmaktadır.
Altruizm onların ahlâk ideali olduğu müddetçe, in­sanlar kapitalizmi ahlâksız görmek zorundaydı; kapita­lizm başkalarına hizmet ve feragat prensipleriyle kesin­likle çalışmaz, çalışamaz. Bu, 19. yüzyıl entelektüelleri­nin çoğunun kapitalizmi bu dünyanın âdi, sönük, maddî gereksinimi olarak görme ve doğaüstü ahlâk ideallerine can atmalarının sebebiydi. Başlangıçtan itibaren kapita­lizm sessizlik içinde, hakkı teslim edilmeksizin ve savunulmaksızın (ahlaken savunulmaksızın) başarılarının ihti­şamını gözler önüne sererken, gittikçe artan sayıda ente­lektüel yeni bir rüyaya, sosyalizme ilerliyordu.
Kapitalizmin başarısızca savunulmasının küçük bir örneği, onun çok ünlü savunucuları tarafında verilmek­tedir; İngiliz sosyalisderinin (Fabianların) John Stuart Mili ve Jeremy Bentham’ın öğrencileri ve hayranları ol­duğunu ifade edelim.
Sosyalistler kendi açılarından belli bir mantık tipi­ne sahipti: Eğer herkesin herkes için ortaklaşa kendini feda etmesi ahlâkî ideal ise, bu durumda sosyalistler bu­rada, bu dünyada bu ideali gerçekleştirmek istemişlerdi. Sosyalizmin işe yaramayacağı veya yarayamayacağı argü­manları da onları durdurmadı: Altruizm de asla işe yara­mamıştır; fakat bu durum insanların durup, onu sorgu­lamasını sağlamamıştır. Bu tip soruları ancak akıl sorabi­lir -ve onlara her zaman aklın ahlâkla ilgisi olmadığı, ah­lâkın aklın ilgi alanı dışında olduğu, hiçbir rasyonel ahlâk tanımlanması yapılamayacağı söylenmiştir.
Sosyalizmin ekonomi teorilerindeki yanılgılar ve çe­lişkiler bugün olduğu kadar 19. yüzyılda da tekrar tek­rar ifşa edilmiş ve bu teoriler çürütülmüştü. Fakat bu hiç kimseyi durdurmadı ve durdurmuyor: Bu bir ekonomi meselesi değil, ahlâk meselesidir. Entelektüeller ve söz­de idealistler sosyalizmi işe yarar yapmaya kararlıydı. Na­sıl?
 İrrasyonellerin o meşhur metoduyla: Bir şekilde.
Gidişatı politik özgürlük yönüne çeviren ve mutlak devlet, totaliter hükümet idaresi, hükümetin uygun gör­düğü şekilde vatandaşlarının hayatlarını kontrol etme hakkı konusundaki doktrinleri yeniden hayata geçiren, büyük iş patronları, sendikalar ve çalışan sınıf değil, ente­lektüellerdi. Bu kez o “kralların İlâhi hakları” adına değil, kitlelerin kutsal hakkı adına idi. Temel prensip aynıydı: Hükümet mekanizmasının kontrolünü ele geçirmiş olan kişinin ahlâk doktrinlerini silah zoruyla dayatma hakkı.
İnsanların birbiriyle anlaşmasının iki yolu vardır: Si­lahlar ve mantık. Güç veya ikna etme. Mantık yoluyla kazanamayacağını bilenler daima silaha başvurmuştur.
Bayanlar ve Baylar, sosyalistler rüyalarını gerçekleş­tirdiler. Rüyalarını 20. yüzyılda üç kez yaşadılar ve daha düşük seviyede başka kopyalarını da yaşadılar. Rüyaları­nı her olası şekil ve tipte gerçekleştirdiler, dolayısıyla sos­yalizmin tabiatı hakkında yanılmak söz konusu değildir: Sovyet Rusya, Nazi Almanyası ve Sosyalist İngiltere.
Bu, modern entelektüellerin en çok el üstünde tut­tuğu geleneğin çöküşüydü. Kollektivizmi bir siyasî fikir olarak çökerten 2. Dünya Savaşı idi. Evet, onun sloganla­rı hâlâ alışılmış bir şey olarak, toplumsal uyum olarak ve kazara bir şekilde insanların ağızlarındadır; fakat o artık bir ahlâk simgesi değildir. O, çirkin, dehşet verici bir re­alitedir -ve bugünün entelektüellerinin suçunun bir kıs­mı onu onların yaratmış olmasıdır. Bir zamanlar soylu bir deneme olarak alkış tutmuş oldukları Sovyet Rusya’nın kendileri için kanlı bir mezbahana olduğunu görmüş­lerdir. Nazi Almanya’sını görmüşlerdir -ve “Nazi” keli­mesinin “Nasyonal Sosyalizm” olduğunu bilmektedir­ler. Onları en büyük düş kırıklığına uğratan ve hayalleri­ni suya düşüren şey Sosyalist İngiltere idi: Burada onla­rın gerçek rüyası, yani kansız bir sosyalizm vardı; burada güç cinayet için değil, sadece kamulaştırma için kullanı­lıyordu, kimsenin canı alınmıyordu ama ürettiği alınıyor­du (yani hayatlarının geleceği alınıyordu); burada katle­dilmemiş, fakat intihar etmeyi seçmiş bir ülke vardı. Mo­dern entelektüellerin çoğu, kaçamakçı olanlar da dahil, şimdi sosyalizmin -veya herhangi bir politik ve ekonomik kollektivizmin-gerçekte ne anlama geldiğini anlamıştır.
Bugün onların baştan savma kollektivizm tavsiyesi sözde muhafazakârların kapitalizmi savunması kadar si­lik, boş ve kaçamakçıdır. Bu savunmanın ateşi ve ahlâkî şevki gitmiştir. Liberallerin [Buradaki kullanımıyla liberal kavramı, yukarıda da belirtildiği gibi, Amerikan solcularına ve Demokrat Parti taraftarlarına işaret etmektedir.], Rusya’nın gerçekten sosya­list olmadığını veya bu işin tamamen Stalin’in hatası ol­duğunu veya sosyalizmin İngiltere’de asla gerçek bir şan­sa sahip olmadığını veya tavsiye ettikleri şeyin bir şekilde farklı olduğunu söylediğini duyduğunuzda -bilirsiniz ki dayanacak bir şeyleri olmayan ve “bir şekilde benim çe­tem daha iyisini yapardı” boş umuduna sığınmış insan­ların sesini duymaktasınız demektir.
Modern entelektüeller, liberaller ve muhafazakârların benzer şekilde gizli korkusu olan, huzursuzluklarının al­tındaki kabul etmedikleri ve şu anki tüm mantıksızlıkla­rının önlemeye ve gizlemeye çalıştığı dehşet, Sovyet Rus­ya’nın altruizmin tam, gerçek ve tutarlı bir simgesi oldu­ğu, Stalin’in soylu bir fikri soysuzlaştırmadığı ve bunun altruizmin gerçekleşebileceği veya uygulanabileceği tek şe­kil olduğu itiraf edilmemiş bilgisidir. Eğer hizmet ve ken­dini feda etme ahlâkî bir ideal ise ve eğer insanın doğasın­daki “bencillik” insanları kurban olma fırınlarına adamak­tan alıkoyuyorsa, insanların kendi iyilikleri için veya insan­lığın iyiliği için veya gelecek nesillerin iyiliği için veya en son bürokratın en son beş yıllık planının iyiliği için bir dik­tatörün insanları süngü zoruyla dürtüklememesi gerektiği­ne dair bir gerekçe -mistik bir ahlâkçının verebileceği hiç­bir gerekçe- yoktur. Herhangi bir zulme karşı çıkmak için gösterebilecekleri bir sebep yoktur. İnsan hayatının değe­ri mi?
 İnsanın varolma hakkı mı?
 Kendi mutluluğun pe­şinden koşması hakkı mı?
 Bunlar altruist ahlâkın antitezi olan bireyselliğe ve kapitalizme ait olan kavramlardır.
Yirmi yıl önce muhafazakârlar, liberallerin ahlâkî açı­dan saldırgan şekilde kendilerinin doğru oldukları şek­lindeki duruşları karşısında şüpheli, kaçınmacı ve ahlâken silahsız durumdaydı. Bugün her ikisi de komünist­lerin saldırganlığı karşısında şüpheli, kaçınmacı ve ahla­ken silahsız durumdadır. Bu artık bir ahlâkî saldırganlık değil, bir zorbanın gerçek saldırganlığıdır -fakat modern entelektüelleri silahsızlandıran şey kendilerinin alkış tut­tuğu ahlâkın kaçınılmaz, nihaî ve tek ürününün bir zorba olduğunun gizlice fark edilmesidir.
İnanç ve kuvvetin birbirinin sonucu olduğunu ve mis­tisizmin daima kuvvete dayalı bir yönetime yol açacağını söyledim. Bunun sebebi mistisizmin kendi tabiatında sak­lıdır. Akıl insanlar arasındaki iletişim ve anlaşmanın tek nesnel yoludur; insanlar birbiriyle akla dayalı şekilde anla­şırlarsa, realite onların nesnel standardı ve referans kayna­ğıdır. Fakat insanlar doğaüstü bilgi yollarına sahip olduğu­nu iddia ettiğinde hiçbir ikna, iletişim veya anlayış müm­kün değildir.
Ormandaki vahşi hayvanları neden öldürü­rüz?
 Çünkü bizim için onlarla anlaşmanın başka yolu yok­tur. Ve bu mistisizmin insanoğlunu indirgediği durumdur -bu, anlaşmazlık söz konusu olduğunda insanların fizik­sel şiddet dışında başka başvuracak şeylerinin olmadığı bir durumdur.
Ve dahası: Hiçbir kişi veya mistik elit tüm toplumu güç kullanımı olmaksızın rastgele iddialara, fer­manlara ve kaprislere boyun eğmiş hâlde tutamaz. “Bu böyledir, çünkü ben öyle söylüyorum” formülüne başvu­ran herkes eninde sonunda bir silaha sarılmak zorunda kalacaktır. Tüm materyalistler gibi komünistler de neomistiklerdir: Kişinin aklı vahiy için veya şartlı refleks için reddetmesi fark etmez. Temel fikir ve sonuçlar aynıdır.
Modern entelektüellerin dünyada zincirlerinden kur­tulmasına yardım ettiği şeytan budur ve bu onların işle­diği suçtur.
Şimdi dünyanın durumuna bir bakınız. Karanlık Çağlar’ın işaretleri ve belirtileri dünyanın her yerinde tekrar yükselişe geçmiştir. Köle işgücü, yargısız infazlar, işken­ce odaları, toplama kampları, toplu kıyımlar -kapitaliz­min uygar dünyada ortadan kaldırdığı her şey şimdi neomistiklerin yönetiminde geri getiriliyor.
Entelektüel hayatımızdaki duruma bakınız. Felsefede Kant versiyonu aklın zirvesi bizi sözlüklerin ve gramer ki­taplarının varlığını unutan, şu gibi soruları inceleyen söz­de filozofların etrafta dolaştıkları bir noktaya getirdi: “ ‘Kedi paspasın üstündedir’ deyince ne kastederiz?” -diğer filozoflar isimlerin hayal olduğunu, fakat “eğer-öyleyse”, “fakat” ve “veya” gibi kelimelerin derin felsefî öne­me sahip olduğunu ilân etmektedir, bir başka grup ise “yasaklanmış kelimeler indeksi” ile oynamakta ve bu in­dekse “kimlik-esas-akıl-madde-gerçek-şey” gibi kelime­leri de dahil etmek istemektedirler.
Psikolojide bir ekol insanın tabiatı gereği çaresiz, suç dolu, içgüdüyle yönlendirilen bir robot olduğunu iddia ederken, bir diğer ekol bunun doğru olmadığı şeklinde itiraz eder; çünkü insanın bilinçli olduğunu ispat eden hiçbir bilimsel kanıt yoktur.
Edebiyatta insan, çöp kutusunda yaşayan akılsız bir kötürüm olarak gösterilir. Sanatta insanlar kendileri­nin nesneleri değil, duyguları resmettiklerini ilân ederler. Gençlik hareketlerinde -eğer böyle denebilirse-“asi” ol­duklarını açıkça ilân eden genç erkekler ilgi çekerler.
Onun tüm ruhu ve hem sebebi hem de ulaştığı üst seviye, size okuyacağım bir alıntıda bulunmaktadır. Bu alıntıya, Atlas Shrugged da dünyanın insan-karşıtı, akıl kar­şıtı ve hayat-karşıta olan mistisizm ve altruizm tarafından yok edilmekte olduğunu ifade ettiğimi söyleyerek başla­yacağım. Şüphesiz, beni abartma yaptığım şeklinde suç­layarak dinlediniz. Şimdi size önde gelen bir üniversite­de emekli bir öğretim üyeleri seminerlerinde yayınlanan bir makaleden bir pasaj okuyacağım.
“Belki de gelecekte aklın önemi ortadan kalkacaktır. Belki de sıkıntı anlarında yol gösterici olarak, insanlar dü­şüncelerine değil, sıkıntı çekme yeteneklerine başvuracak­lardır. Düşünürleriyle üniversiteler değil, sıkıntı yerleri ve sıkıntılı insanlar, düşkünler evi ve toplama kamplarında­ki insanlar, bürokrasideki çaresiz karar vericiler ve siper­lerdeki çaresiz askerler -bunların hepsi insanın felaket bil­gilerini yaratıcı bir şeye dönüştüren, insanoğlunun yolunu aydınlatan şeyler olacaktır. Yeni bir çağa giriyor olabiliriz. Kahramanlarımız Isaac Newton veya Albert Einstein gibi entelektüel devler değil, düşünceden daha büyük olan mucizeyi bize gösterecek olan Anne Frank gibi kurban­lar olabilir. Onlar bize nasıl tahammül edileceğini, kötülük­ler ortasında iyiyi nasıl yaratacağımızı ve ölümün varlığında sevgiyi nasıl artırabileceğimizi öğretir. Ancak, eğer bu ger­çekleşirse, üniversite hâlâ yerinde duracaktır. Entelektüel insanın kendisi bile yaratıcı ıstırabın örneği olabilir.”
Bürokrasinin “çaresiz karar alıcılarını” sorgulayamayacağımıza -onların toplama kamplarının siperlerin ve Anne Frank gibi kurbanların sebebi olduğunu keşfetme­yeceğimize dikkat edin. Bu gibi kurbanlara yardım etme­yeceğiz, sadece duyulan ıstırabı hissedeceğiz ve daha faz­la acı çekmeyi öğreneceğiz -bu konuda elimizden bir şey gelmez, çaresiz bürokratların elinden bir şey gelmez, hiç kimsenin elinden bir şey gelmez -bize entelektüeller de­ğil, düşkünler evi sakinleri rehberlik edecektir; akıl değil, ıstırap üstün değerdir.
Bayanlar ve Baylar, bu kültürel iflastır.
“Mücadele” sizin sloganınız olduğundan, eğer müca­dele arıyorsanız tarihteki en büyük mücadele ile karşı kar­şıya olduğunuzu söylüyorum. Ahlâkî bir devrim en zor, en çok çaba gerektiren, en radikal isyan şeklidir; fakat bu­gün yapılması gereken şeydir, kabul ederseniz. “Radikal” dediğimde bunu gerçek ve saygın anlamında, temel anla­mında söylüyorum. Medeniyet yok olmak zorunda değil­dir. Vahşiler sadece bizim hatamızdan dolayı kazanıyor­lar. Fakat onlarla sonuna kadar ve tam dürüstlükle savaş­mak için reddetmeniz gereken şey altruizm ahlâkıdır.
Şimdi benim felsefem olan objektivizmin size ne sunduğunu bilmek isterseniz, size bazı genel ipuçları ve­receğim. Fakat bir konferansta tüm felsefemi anlatmaya kalkışmayacağım. Size sadece kendine ilgi duymanın ras­yonel ahlâkı ile yani altruizmin zıttı ile ne kastettiğime, insanlar için ne tip bir ahlâkın söz konusu olduğuna ve niçin böyle olduğuna dair bazı ipuçları vereceğim. Size şunu hatırlatmakla başlayacağım: Bilhassa bugünkülerin çoğu olmak üzere, çoğu filozof, ahlâklı olmanın mantık alanı dışında olduğunu, hiçbir akılcı ahlâkın tanımlanamayacağını ve insanların ahlâka hiçbir pratik sebeple ih­tiyacı olmadığını sürekli olarak iddia etmektedirler. On­lar, ahlâkın insan varoluşu için bir gereksinim olmadığı­nı, fakat sadece bir tür mistik lüks veya keyfî sosyal kap­ris olduğunu iddia ederler; aslında onlar bizim niçin ah­lâklı olmamız gerektiğini hiç kimsenin ispatlayamayacağını iddia ederler; akılda ahlâklı olmayı gerektirecek hiç­bir sebebin bulunmadığını iddia ederler.
Size kendi ahlâkımın esasını ve temelini Atlas Shrugged da yazdığımdan daha iyi bir şekilde özetleyemem. Bu nedenle, onu başka cümlelerle ifade etmeye kalkışmak yerine, size Atlas Shrugged dan benim ahlâkımın niteliği­ne, temeline ve ispatına dair olan pasajları okuyacağım.
“İnsan zekâsı, onun asıl hayatta kalma aracıdır. Ha­yat ona bahşedilmiştir; fakat hayatta kalma verilmemiş­tir.
Ona bedeni verilmiştir; fakat bedeninin beslenmesini devam ettirme verilmemiştir.
Ona aklı verilmiştir; fakat aklının içeriği verilmemiştir.
Canlı kalmak için insan dav­ranışta bulunmalıdır ve davranışta bulunmadan önce ha­reketinin özelliğini ve amacını bilmek zorundadır.
İnsan, yiyeceği hakkında ve onu nasıl elde edeceği hakkında bil­gi sahibi olmadan yiyeceği elde edemez.
Amacı hakkında ve bu amacı nasıl başaracağı konusunda bilgi sahibi ol­madan bir çukur kazamaz -veya siklotorn inşa edemez. Hayatta kalmak için düşünmek zorundadır.”
“Fakat düşünmek tercihe açık bir harekettir. Umur­samaksızın ‘insan tabiatı’ olarak adlandırdığınız şeyin anahtarı, birlikte yaşadığınız, ancak adını açıklamaktan dehşete düştüğünüz açık sır, insanın iradeye dayalı bilinçli bir varlık olduğu gerçeğidir. Akıl otomatik olarak çalışmaz; düşünme mekanik bir işlem değildir, mantık bağlantıla­rı içgüdüyle yapılmaz. Midenizin, akciğerlerinizin veya kalbinizin fonksiyonu otomatiktir; fakat aklınızın fonk­siyonu otomatik değildir. Hayatınızın herhangi bir anın­da veya sorununda düşünmeye veya bu işten kaçınma­ya özgürsünüz. Fakat tabiatınızdan, sizin hayatta kalma aracınızın akıl olduğu gerçeğinden -bu nedenle bir insan olan kendiniz için ‘olmak ya da olmamak’ sorusunun ‘dü­şünmek ya da düşünmemek’ olduğu gerçeğinden kaç­makta özgür değilsiniz.”
“İradî bilince sahip bir canlı otomatik bir davranış şekline sahip değildir. İnsan, hareketlerine yol gösterme­si için bir değerler sistemine ihtiyaç duyar. ‘Değer’ kişi­nin kazanmak ve korumak istediği şey, ‘erdem’ ise kişinin onu kazanma ve muhafaza etme hareketidir. Değerden, ‘kim için ve ne için değer?’ sorusuna bir cevap vermesi beklenir. ‘Değer’, bir alternatif karşısında bir standardı, bir amacı ve davranışın gerekliliğini varsayar. Alternatif­ler olmadığı durumda hiçbir değer söz konusu olamaz.” “Evrende sadece bir temel alternatif vardır: Varolma ya da varolmama. Ve bu sadece tek bir sınıf varlıklara, canlı organizmalara hastır. Cansız maddenin varlığı şart­lara bağlı değildir, yaşamın varlığı ise bağlıdır: Hayat özel bir hareket tarzına bağlıdır. Madde yok edilemez nitelikte­dir, şeklini değiştirir; fakat varolmaktan vazgeçemez. Sa­bit bir alternatifle, yani yaşam veya ölümle yüz yüze olan sadece canlı bir organizmadır. Yaşam bir kendini devam ettirme işlemidir ve kendinden kaynaklanan bir hareket işlemidir. Eğer bir organizma bunu yapamıyorsa, ölür; kimyasal elementleri kalır, fakat yaşamı varolmaktan çı­kar. ‘Değer’ kavramını olası yapan sadece ‘yaşam’ kavra­mıdır. iyilik veya kötülük sadece canlı bir varlık içindir.” “Yaşamak için bir bitki kendini beslemek zorunda­dır. Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun hizmetine sunduğu değerlerdir; onun ya­şamı onun davranışlarını belirleyen değerin standardıdır. Fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu de­ğildir; bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun alternatifi yoktur: Hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır; kendini yok edecek tarzda davranamaz.”
“Bir hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir; duyuları ona otomatik bir hareket tarzı ve ne­yin iyi neyin kötü olduğuna dair otomatik bir bilgi sunar. Bilgisini artırma veya bilgiyi göz ardı etme yeteneği yok­tur. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarda ölür. Fakat ya­şadığı müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder; otoma­tik güvenlik ile ve tercih etme yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarını göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı tercih edemez.”
“İnsan, hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sa­hip değildir. Onun tüm diğer canlı şeylerden farkı, alter­natifler karşısında iradeye dayalı tercih yoluyla davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi veya neyin kötü olaca­ğı hakkında, hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hak­kında, hangi hareket tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir kendini koruma içgüdüsü ge­vezeliği mi yapıyoruz?
 Bir kendini koruma içgüdüsü ke­sinlikle insanın sahip olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. Bir arzu bir içgüdü değil­dir. Bir yaşama arzusu size yaşama için gerekli olan bil­giyi vermez. Ve insanın yaşama arzusu bile otomatik de­ğildir: Sizin sahip olmadığınız arzunun bu olması sizin bugünkü gizli şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza etmek için ge­reken bilgiyi vermeyecektir, insanlar bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etme­li ve hareketlerini böyle seçmelidir, insan kendini yok edecek şekilde davranma gücüne sahiptir -ve bu, tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir..
“İnsana rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonel­lik bir tercih konusudur -ve doğanın insana sunduğu al­ternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır. İnsan, tercihiyle insan olmak zorundadır; hayatını, tercih ede­rek bir değer olarak sürdürmelidir; tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve kendi erdemlerini uy­gulamalıdır.”
“Tercih yoluyla kabul edilen bir değerler sistemi bir ahlâk sistemidir.”
“Şu anda beni duyan kişi, her kim iseniz, sizin içi­nizde yozlaşmadan kalan, yaşayan kalıntıya, insan kalın­tısına, aklınıza, sesleniyorum ve diyorum ki: Aklın insa­na has bir ahlâkı vardır ve aklın ahlâkının değer standar­dı insanın Hayatıdır
“İyi, bir canlı varlığın hayatı için uygun olan her şey­dir, kötü hayatı yok eden her şeydir.”
“Tabiatının gerektirdiği gibi, insanın hayatı akılsız bir hayvanın, yağmacı bir haydudun veya aylak bir mistiğin hayatı değil, canlı bir varlığın yaşamıdır -bu zorbalık ve dolandırıcılık yoluyla değil, başarma yoluyla bir yaşamdır-çünkü insanın hayatta kalması tek bir şeyin, yani ak­lın sayesindedir.”
“İnsanın hayatı ahlâk standardıdır, fakat sizin kendi yaşamınız onun amacıdır. Eğer dünyada varolmak sizin amacınız ise, hareketlerinizi ve değerlerinizi insana has olan bu standarda göre, yerine yenisi konamayan değeri -yani hayatınızı-muhafaza etmek, onun içini doldurmak ve tadını çıkarmak için seçmelisiniz.”
Bayanlar ve Baylar, bu objektivizmin size sunduğu şeydir.
Ve kararınızı verdiğinizde, onun tek alternatifinin ko­münist kölelik olduğunu hatırlamanızı isterim. “Ortayol” sadece belli bir süre kalabilen, kararsız bir radyoak­tif element gibidir ve zamanı azalmaktadır. Bir orta yol için daha fazla şans yoktur.
Bu konu, ortada değil, tutarlı iki kutup arasında belir­lenecektir. Yani objektivizm ve komünizm arasında. Ter­cihiniz insanın varolma hakkına dayalı rasyonel bir ah­lâk veya geçen yıl TV’nizin ekranında görmüş olduğu­nuz gibi sahiplerin idaresi altındaki köle işgücü kampla­rı anlamına gelen altruizmden birisi olacaktır. Eğer iste­diğiniz bu ise, karar sizindir.
Fakat bu tercihi körü körüne yapmayın. Siz genç ku­şak, yaşlılarınız -Sovyet Rusya’yı silahlandıran ve Ameri­kan kapitalizminin son kalıntılarını yıkan 30’ların liberal­leri-size en kötü şekilde ihanet etmektedir. Onların şim­di size sunabilecekleri tek şey siperler veya size okudu­ğum “yaratıcı ıstırap çekme” tırnak içi ifadesinde verilen tip tavırdır. Her yerde duyacağınız tüm şey budur: “Baş­lamadan vazgeç. Denemeden vazgeç.” Ve vazgeçtiği­nizden emin olmak için, 19. yüzyılın ne olduğunu bilme­nize dahi izin vermezler. Burada bunun tamamen doğ­ru olmayabileceğini ümit ediyorum; fakat üniversiteler­de kapitalizmin ne olduğu konusunda en ilkel konular­da bile net bir fikri olmayan pek çok genç insanla tanıştım. Onlar sizin kapitalizmin teorisinin ne olduğunu da, uygulamada nasıl çalıştığını da, onun gerçek tarihinin ne olduğunu da bilmenizi istemezler.
Çok kolay vazgeçmeyin; hayatınızı satmayın. Kendi başınıza bir araştırma çabası içine girerseniz, vazgeçme­nizin gerekli olmadığını ve şimdi bizi tehdit eden sözde güçlü canavarın, insanın ilk ayak seslerini duyan bir fare gibi kaçacağını göreceksiniz.
Sizi tehdit eden fiziksel bir tehlike değildir ve sözde entelektüel liderlerimize size mahvolduğumuzu söyletti­ren askerî meseleler değildir. Bu, açıkça onların mazeret bulmalarıdır. Gerçek tehlike, komünizmin onların ahlâ­kî zeminlerde çarpışmayı göze alamadığı bir düşman ol­masıdır ve komünizmle ancak ahlâkî zeminlerde müca­dele edilebilir.
Öyleyse tercih konusu budur. Bir daha düşünün. Konuyu düşünün, fikirlerinizi kontrol edin, geçmiş ta­rihi kontrol edin ve insanların asla özgür olamayacağı­nın doğru olup olmayacağını anlamaya çalışın. Bu doğru değildir, çünkü insanların özgür olmuş olduğu zaman­lar vardır. Bunu mümkün kılan şeyin ne olduğunu bu­lun. Kendiniz için bulun. Ve sonra ikna olduysanız,-ras­yonel olarak ikna olduysanız-dünyayı birlikte kurtara­lım. Hâlâ vaktimiz var.
Galt’ı bir kez daha analım, bu sizin önünüzdeki ter­cihtir. Aklınız ve varolma aşkınız buna karar versin.
Sh:95-122

Ahlâk felsefesinin tarihindeki en yıkıcı anti-kavramlarından biri “görev” kelimesidir.
Anti-kavram meşru bir kavramın yerini alması ve onu yok etmesi için geliştirilmiş olan sunî, gereksiz ve rasyo­nel kullanımı mümkün olmayan bir terimdir. “Görev” kelimesi münferit kavramlardan daha fazlasını yok et­mektedir. O, bir metafizik ve psikolojik katildir: Rasyonel bir hayat görüşünün tüm esaslarını ortadan kaldırır ve onları insan davranışları için uygulanamaz hâle getirir.
“Görev” kelimesine anlam bakımından en yakın olan meşru kavram “yükümlülük”‘tür. Bu ikisi sık sık birbi­ri yerine kullanılmaktadır; fakat onların arasında insan­ların algıladığı, ancak nadiren tanımladığı derin bir fark­lılık vardır.
The Random House İngilizce Dil Sözlüğü (Unabridged Baskısı, 1966) farkı şöyle tanımlamaktadır: “Görev, yü­kümlülük kişinin kendisini mecbur hissettiği şeyi ifade eder. Görev vicdanının, dindârlığının, doğrunun veya ka­nunun sürekli diktası nedeniyle kişinin yaptığı veya yap­maktan sakındığı şeydir: Kişinin ülkesine karşı görevi; kişi­nin doğruyu söyleme, çocukları doğru şekilde yetiştirme görevi. Bir yükümlülük kişinin âdet, gelenek veya adap gereklerini veya belli, özel ve sık sık kişisel bir vaat veya anlaşmayı yerine getirmek için yapmaya mecbur olduğu şeylerdir: Malî veya sosyal yükümlülükler.”

Aynı sözlükte; “Görevini bilen-, saygı gösteren, uysal, boyun eğen...”
Eski bir sözlük bu konuda biraz daha açıktır: “Görev: Ebeveynlerden veya kendinden üst mertebede olan kişi­lerden kaynaklanan, itaat veya boyun eğme olarak göste­rilen davranış..“Görevini bilen-. İtaat etme, boyun eğme veya riayet etmeyi talep etme hakkı bulunan bir kişi ta­rafından istenen görevleri yapma veya yapmaya hazır olma...” (Webster’s International Dictionary, 2. Baskı, 1944).
“Görev” teriminin anlamı şudur: Yüksek bir otorite-1 ye uyma dışında bir sebepten kaynaklanmayan, herhangi bir kişisel amaç, teşvik, arzu veya çıkar gözetmeden bazı davranışları yapmaya duyulan ahlâkî gereklilik.
Bu anti-kavramın realiteden türeyen bir soyutluk de­ğil, mistisizmin bir ürünü olduğu aşikârdır. Bir mistik ahlâk teorisinde, “görev” insanın doğaüstü bir otorite­nin emirlerine itaat etmesi gerektiği fikrini ifade eder. Bu anti-kavram laikleştirilmişse de ve Tanrı iradesinin oto­ritesi, ebeveynlere, ülkeye, devlete, insanoğluna vs. gibi dünyevî varlıklara verilmişse de, onların sözde üstünlü­ğü hâlâ mistik bir fermandan başka bir konumda değildir. Kim, hangi cehennemde bu tip bir itaati, bir boyun eğmeyi talep etme hakkına sahip olur?
 Bu sualin tek uy­gun şekli ve yeri budur; çünkü hiç kimse ve hiçbir şey burada, dünyada böyle bir hak veya talepte bulunamaz.
“Görev”in en büyük savunucusu Immanuel Kant’tır; diğer kuramcılardan öylesine öteye gitmiştir ki, onlar, karşılaştırıldığında masum iyilikseverler olarak görün­mektedirler. Kant “görevin” tek erdem standardı oldu­ğunu savunmaktadır; fakat erdem görevin kendi ödülü değildir: Eğer bir ödül söz konusu ise o artık erdem de­ğildir. Kant, tek ahlâkî motivasyonun görev uğruna göre­ve kendini adamak olduğunu savunmaktadır; ancak böylesine mükemmel bir adamayla motive olmuş bir hareket (yani herhangi bir “istek” [arzu] veya kendi çıkarı ile ilgili olmadan yapılan bir hareket) ahlâklı bir harekettir.
“Kişinin hayatını koruması bir görevdir, ve daha­sı herkesin böyle yapmaya doğrudan bir eğilimi vardır. Fakat bu amaçla, çoğu insanın bu görevden çıkardığı ti­tiz özenin hiçbir esaslı değeri yoktur, ve böyle yapmayı söylemek hiçbir ahlâkî önem taşımaz. İnsanlar hayatla­rını görevden korumazlar, görev nedeniyle korurlar. Fa­kat zorluklar ve ümitsiz derder hayatın tadını tamamen yok ederse, eğer ruhen güçlü olan şanssız bir insan ka­derine karşı umutsuz veya üzgün olmak yerine hiddetle­nirse ve ölümü isterse ve ancak hayatını sevmeksizin onu arzu veya korku nedeniyle değil, görevden dolayı muha­faza ederse bu durumda onun söylemi ahlâkî bir öneme sahiptir.” (Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellen, ed. R.P. Wolff, New York, Bobbs-Merril, 1969, s. 16-17.)
Ve “Kutsal Kitap’ın bize komşumuzu ve hatta düş­manımızı sevmemizi emreden bölümlerini de şüphesiz bu şekilde anlamalıyız; çünkü sevmek, istek olarak emredilemez. Fakat onu hiçbir arzu tahrik etmediğinde ve hatta ona doğal ve baş edilemez bir nefret ile karşı çı­kıldığında, görevin faydası patolojik sevgi değil, pratik sevgidir; o hislerin arzusunda değil niyette, merhamet­li sempatide değil hareket prensiplerinde bulunur ve ona kendi başına emredilebilir.
“[Böylece ahlâklı oluşun ilk önerisi, ahlâkî değere sa­hip olmak için bir hareketin görev nedeniyle yapılma­sı gereğidir]” (Aynı kitap., s.18-19; parantezler içindeki cümle Wolff’a aittir.)

Eğer birisi onu kabul ederse, “görev” anti-kavramı re­alite olgusunu yok eder; anlaşılması mümkün olmayan, doğaüstü bir güç gerçeklerin önüne geçer ve içerik veya sonuçlarına bakmaksızın kişinin hareketlerini dikte ettirir.
“Görev” aklı yok eder; kişinin bilgisinin ve muhake­mesinin yerini alır ve kişinin davranışlarında düşünme ve muhakeme işlemini devre dışı bırakır.
“Görev” değerleri yok eder; kişinin anlaşılmaz bir emir uğruna kendi yüksek değerlerine ihanet etmesini veya onları feda etmesini gerektirir ve değerleri kişinin ahlâkî niteliği için bir tehdit hâline getirir; çünkü zevk veya arzu yaşamak kişinin amaçlarının ahlâkî temizliği­ne gölge düşürür.
“Görev” sevgiyi yok eder; kim “arzudan” dolayı de­ğil de, “görevden” dolayı sevilmek ister ki?
“Görev” kendine saygıyı yok eder; saygı duyulacak kendi diye bir şey bırakmaz.
Eğer kişi bu kabusu ahlâk adına kabul ederse, “gö­revin” ahlâkı yok etme ironisi ortaya çıkar. Deontolojik (görev merkezli) ahlâk teorisi, ahlâk prensiplerini reçete hâlinde yazılmış bir “görevler” listesine sınırlar ve ahlâ­kın gerçek problemler ve insanın varoluşuna dair endişe­ler için herhangi bir şekilde uygulanmasını engelleyerek, insan hayatının geri kalanım herhangi bir ahlâk rehberli­ğinden yoksun bırakır. Çalışma, meslek hayatı, hırs, sev­gi, arkadaşlık, zevk, mutluluk, değerler (peşlerinden gö­revler olarak koşulmadıkça) bu teorilerce amoral  olarak, yani ahlâk alanının dışında görülmüştür. Eğer böyleyse, bu durumda bir insan hangi standarda göre günlük ter­cihlerini yapacak veya hayatının akışını yönlendirecektir?
Deontolojik bir teoride, tüm kişisel arzular ahlâkın etki alanından uzaklaştırılmıştır; kişisel bir arzu hiçbir ahlâkî öneme sahip değildir, bu ister yaratma arzusu ol­sun ister öldürme arzusu olsun. Örneğin, eğer bir insan geçimini görevden sağlamıyorsa, böyle bir ahlâk, hayatı­nı onurlu emeğiyle kazanmayı veya soygunla kazanma­yı birbirinden ayrı tutmayacaktır. Eğer bir insan onurlu olmayı isterse, o hiçbir ahlâkî itibarı hak etmez; Kant’ın söyleyeceği şekliyle, böyle bir onur “övgüye değerdir”; fakat “ahlâkî öneme” sahip değildir. Ancak yalan söyle­me, aldatma ve çalma yönünde derin bir arzusu olan, fa­kat kendini “görev” uğruna onurlu davranmaya zorla­yan kötücül bir baskıcı, Kant ve benzerleri tarafından ahlâkî açıdan değerli kabul edilecektir.
Ahlâklı olmanın adını kötüye çıkaran bu tip bir te­oridir.
Ahlâka karşı duyulan yaygın korku ve içerleme -ahlâ­kın bir düşman olduğu, köhne bir ıstırap konusu ve an­lamsız sıkıcılık olduğu duygusu mistik, münzevî veya Hristiyan sistemlerinin bu şekildeki bir ürünü değil, ha­yata, insana ve akla karşı olan nefretin çirkin deposunun bir anıtıdır, yani Immanuel Kant ruhunun bir anıtıdır.
(Kant’ın teorileri tabiî ki, en aşağı seviyede [“farazî” düzeyde] mistisizmdir; fakat Kant bu teorileri akıl adı­na sunmuştur. Yaptıklarının Kant’ın yanına kâr kalma­sı, insanın entelektüel gelişme seviyesinin ilkelliğinin en iyi ispatıdır.)
Eğer “zekâ” sıra dışı yeteneği ifade ediyorsa, bu du­rumda Kant’a, insan korkularını, irrasyonelliğini ve hep­sinden öte boş vermişliğini algılaması, onlarla oynama­sı ve bunu ebedîleştirmesi yeteneği nedeniyle dâhi denebilir. Kant’ın etkisi felsefi değil, psikolojik faktörlere da­yanır. Onun ahlâk görüşü ondan asla haberi olmayan ki­şiler tarafından üretilmiştir; Kant onlara sadece biçim­sel, akademik bir statü kazandırmıştır. Kantçı bir “görev” hissi ebeveynler tarafından çocuğa bir şeyi yapma­sı gerektiği için yapması gerektiğini bildirdikleri zaman tel­kin edilir. Sebepsiz, keyfi, çelişkili, anlaşılması mümkün olmayan “gereklerin” sürekli baskısı altında büyütülen bir çocuk, gerçekçi gereklilik ve insan kaprisleri arasın­daki farkı kavrama yeteneğini kaybeder (veya bu yetene­ği hiç elde etmez) ve hayatını onursuzca ve göreve bağ­lı olarak, İkincisine uyarak ve birinciye kulaklarını tıkaya­rak geçirir. Kelimenin tam anlamıyla gerçeği tam olarak kavrayamadan büyür.
Bir yetişkin olarak, böyle bir insan mistisizmin her türünü reddedebilir; fakat onun Kantçı psiko-epistemolojisi kalır (tabiî onu düzeltmedikçe). Böyle bir kişi, her­hangi bir zor olan veya hoş olmayan işi kendi üstüne açıklanamayan bir zorlama olarak, yaptığı bir görev ola­rak alır, fakat buna kızar; bunun, hayatını kazanmak için kendi “görevi” olduğuna, yani ahlâklı olmak için onun “görevi” olduğuna ve hatta ekstrem durumlarda rasyo­nel olması için onun görevi olduğuna inanır.
Realitede ve objektivist ahlâkta, “görev” diye bir şey yoktur. Sadece, tercih ve “görev” fikri tarafından gizle­nen bir prensibin, “nedensellik kanunu”nun açıkça tanın­ması vardır.
Etiğe uygun yaklaşım, yani hiçbir Kantçılık tema­sıyla lekelenmemiş metafiziksel olarak temiz bir maziy­le başlamak, en iyi şekilde aşağıdaki örnekle gösterilebi­lir. Kendisine şunu veya bunu yapmak zorunda olduğu­nu söyleyen bir adama yaşlı ve akıllı bir zenci kadın şunu söylemiştir: “Bayım, ölmek hariç, ben hiçbir şeyi yapmak zorunda değilim.”
Yaşam veya ölüm insanın tek temel alternatifidir. Ya­şamak insanın asıl tercih yapacağı davranıştır. Eğer in­san yaşamayı seçerse, rasyonel bir ahlâk ona tercih ettiği­ni yerine getirmek için hangi davranış prensiplerinin ge­rekli olduğunu söyleyecektir. Eğer o yaşamayı tercih et­mezse, tabiat yapması gerekeni yapacaktır.
Realite insanı çok fazla sayıda “gerekli” şey ile kar­şı karşıya bırakır, fakat bunların hepsi şardara bağlıdır; gerçekçi gereklilik formülü şudur: “Şayet ... ise, yapmak zorundasın” ve buradaki “şayet” insanın tercihini ifade eder: “... şayet belli bir amacı başarmak isterseniz.” Ha­yatta kalmak istiyorsanız, yemek zorundasınız. Yemek is­tiyorsanız, çalışmak zorundasınız. Çalışmak istiyorsanız, düşünmek zorundasınız. Düşünmek istiyorsanız -ne ya­pacağınızı bilmek istiyorsanız-hangi amaçlan tercih et­meniz gerektiğini bilmek istiyorsanız, bunların nasıl başarılacağını bilmek istiyorsanız realiteye bakmaksınız.
insan, amaçlarını başarmada ihtiyaç duyduğu ter­cihlerini yapmak için “görev” anti-kavramının aklında yok etmekte olduğu bir prensibin, nedensellik prensibinin -özellikle de (aslında sadece bilinçli varlıklar için geçerli olan) Aristo’nun nihaî sebep prensibinin, yani bir ama­cın araçları belirleme işleminin, yani bir amaç seçme ve onu başarmak için gerekli aksiyonları yapma işleminin sürekli ve otomatik olarak bilincinde olmalıdır.
Rasyonel bir etikte, kişinin faaliyetlerini bilhassa da uzun vadeli amaçlan başarmak için gerekli olan aksiyon­ları düşünme, değerlendirme ve seçmede yol gösterici

prensip “görev” değil, nedenselliktir. Bu prensibi izleyen bir insan, davranışının amacını bilmeden hareket etmez. İnsan, bir amacı tercih etmede onu başarmak için gerek­li olan yollan düşünür, amacın değerini yolların güçlüğü­ne karşı ve onun diğer tüm değerleri ve amaçlarının tam, hiyerarşik durumuna karşı tartar. Kendisi için imkânsız olanı talep etmez; ve hangi şeylerin imkânsız olduğuna çok kolayca karar vermez. Sahip olduğu bilginin durumu­nu asla terk etmez ve amacına ulaşmasının kendi hareketi hariç hiçbir güç tarafından sağlanamayacağının iyice far­kında olarak realiteden asla kaçmaz; eğer kaçarsa kandı­racağı şey Kantçı bir otorite değil, kendisi olacaktır.
Eğer zorluklar onun şevkini kırarsa, düşünmeye -“bu­na değer mi?” diye sormaya-tamamen özgür olduğu­nu ve arzuladığı değerden vazgeçmesi hariç, söz konusu hiçbir ceza olmadığını bilerek, bu zorlukları gerektiren amacı hatırlar. (Böyle durumlarda, kişi rasyonel olarak gerekli olduğunu düşünmedikçe nadiren vazgeçer.)
Benzer durumlarda, bir Kantçı amacına değil, ken­di ahlâkî karakterine odaklanır. Onun otomatik reaksi­yonu suç ve korkudur -“görevini” başaramama korku­su, “görevin” yasakladığı bir zayıflık korkusu, kendisinin ahlâken “değersiz” olduğunu ispatlama korkusu. Ama­cının değeri bir kendinden şüphe seli içinde aklında yok olur. Kendini bir müddet bu keyifsiz tarz içinde sürükle­yebilir; fakat bu çok sürmez. Bir Kantçı nadiren önemli görevler taşır veya üstlenir: Bunlar onun kendisine olan saygısına bir tehdittir.
Bu, “görev” prensibi ve nihaî sebep prensibi arasın­daki kritik psikolojik farklardan birisidir. Bir sebep yan­lısı dışarıya bakar, değer merkezlidir ve aksiyon merkez­lidir, yani realite merkezlidir. Bir “görev” yanlısı içeriye bakar, kelimenin rasyonel-varlıksal anlamında değil, psi­kopatolojik anlamında kendi merkezlidir, yani realiteden soyutlanmış bir kendi ile ilgilidir; bu bağlamda “kendi merkezli” “kendinden şüphe merkezli” anlamına gelir.
İki prensip arasında pek çok başka farklılıklar da bu­lunmaktadır. Bir sebep yanlısı, onları başarabileceğinin bilincinde olarak değerlerine büyük ölçüde kendini ada­mıştır. Çelişkileri arzulayamaz, “bir şekilde”ye bağlı ola­maz ve realiteye karşı isyan edemez. Tüm bu durumlar­da karşı geleceği ve zarar vereceği şeyin Kantçı bir oto­rite değil, kendisi olduğunu ve cezanın bir mistik “ahlâk­sızlık” damgası değil, kendi arzularının hüsranı ve kendi değerlerinin yıkımı olduğunu bilir.
Bir Kantçı ve hatta yarı Kantçı kendinin herhangi bir şeye büyük önem vermesine izin veremez; çünkü anlaşıl­maz bir “görev” her an onun kendi değerlerinden fera­gat etmesini talep edebilir ve bu, kişinin onları başarmak için üstlenebileceği herhangi bir uzun vadeli planı veya mücadeleyi ortadan kaldırır. Kişisel amaçların yokluğun­da, geçimini kazanma gibi herhangi bir görev anlamsız bir angarya olur; fakat kişi bunu bir “görev” olarak düşü­nür ve realitenin gereklerine itaati bir “görev” olarak ka­bul eder. Daha sonra “görev”e karşı körce isyan içinde kişinin içerlemeye başladığı ve sonuçta dileklerin otoma­tik olarak verileceği ve amaçların araçlar olmadan başarılabileceği bir yer aramak için kaçtığı şey realitedir. Bu, Kant’ın insanları mistisizme çektiği bilinçaltı işlemidir.
“Görev” fikri asıl olarak anti-nedenseldir. Orijini ba­kımından “görev” etkin sebep olma prensibine karşı çı­kar; çünkü o sebepsizdir (veya doğaüstüdür). Etkileri ba­kımından, nihaî sebep olma prensibine karşı çıkar; çün­kü o sonuçlan ne olursa olsun uygulanmalıdır. Bu bir se­bep yanlısının kendisine izin vermeyeceği türden bir so­rumsuzluktur. O, davranışlarının tüm kestirilebilir sonuçlarını düşünmeden (ve kabul etmeden) hareket et­mez. Davranışlarının nedensel faydalarını bilerek, ken­disini bir sebep unsuru olarak görerek (ve asla çelişkiler­le yaşamaya çalışmayarak), Kantçılığın öldürmüş olduğu bir erdemi, bir sorumluluk duygusunu geliştirir.
O, hiçbir mistik “görev” veya kendi tercihi olmayan bir yükümlülüğü kabul etmeyen, kendi seçtiği yükümlü­lükleri vicdanının sesini dinleyerek kabul etmekten onur duyan insandır. Kişinin vaatlerini tutma zorunluluğu in­sanlar arasındaki özel ilişkilerde en önemli unsurdur; in­sanlar arasında karşılıklı güvene yol açan ve işbirliğin mümkün kılan unsurdur. Ancak Kant’ın zararlı etkisini gözleyin: Daha önce verilen sözlük tanımlamasında kişi­sel zorunluluk neredeyse aşağılayıcı bir dipnot olarak da­hil edilmişti; “görev”in kaynağı “vicdanının, dindarlığı­nın, doğrunun veya kanunun sürekli emirleri” olarak ta­nımlanmaktadır; “zorunluluk”un kaynağı “örflerin, ge­leneklerin veya adabın emirleri” olarak tanımlanmakta­dır; ve sonradan da: “belli, özel ve çoğu kez kişisel bir vaa­di veya anlaşmayı gerçekleştirmek” olarak tanımlanmış­tır. (İtalikler bana aittir.) Kişisel bir vaat veya anlaşma, yokluğunda diğerlerinin hiçbirinin ayakta kalamayacağı veya kalmayacağı tek geçerli, bağlayıcı zorunluluktur.
Kişinin kendi tercihleri ve davranışlarının (ve bunla­rın sonuçlarının) tam sorumluluğunu kabul etmesi öyle­sine talepkâr bir ahlâk disiplinidir ki, pek çok insan bir “görev” ahlâkının kolay, otomatik, düşünme içermeyen huzuru olarak inandıkları şeye teslim olarak ondan kaç­mak ister. Çoğu kez iş işten geçtiğinde, neyin ne olduğu­nu daha iyi öğrenirler.
Sebep yanlısı, anlaşılmaz prangalar, tercih edilmemiş yükler, imkânsız talepler veya doğaüstü tehditler olmak­sızın havada karşı karşıyadır. Onun metafiziksel tavrı ve kendisine rehberlik eden ahlâk prensibi eski bir İspanyol atasözü ile en iyi şekilde özetlenebilir: “Tanrı dedi ki: Ne istiyorsan al ve onu öde.” Fakat kişinin kendi istekleri­ni, bu isteklerin anlamım ve maliyetlerini bilmesi en yüce insan erdemini, yani rasyonelliği gerektirir.
Sh:149-159

Bu soru dünyanın bugünkü durumu konusunda en­dişeli olan ve onu düzeltmek isteyen insanlarca sıkça so­rulmaktadır. Bundan daha da sık olarak, onların çaresiz­liğinin nedenini ortaya koyacak şekilde sorulmaktadır: Bir kişi ne yapabilir?”
Problemi (hatayı) daha da zarif bir şekilde anlatan bir okuyucu mektubu aldığımda bu makaleyi hazırlıyordum: “Bir birey, sizin resmettiğiniz ideal tip ülkeyi yaratmak için Amerikan hayatının her alanında yapılması gereken büyük değişiklikleri meydana getirmeye yetecek çapta si­zin felsefenizi nasıl yayabilir?
Eğer sorunun geliş tarzı bu ise, cevap o kişinin bunu yapamayacağıdır. Hiç kimse bir ülkeyi tek başına değişti­remez. Bu nedenle sorulacak ilk soru insanların proble­me neden bu şekilde yaklaştıklarıdır?
Kendinizi bir hastalık salgınının ortasındaki bir dok­tor olarak düşünün. Şunu sormazsınız: “Nasıl, bir dok­tor milyonlarca hastayı tedavi edip, tüm ülkeyi mükem­mel bir sağlık durumuna getirebilir?” Siz kendi başınıza veya organize bir tıbbi kampanyanın bir parçası olup ol­madığınızı, ulaşabildiğiniz kadar fazla sayıda insanı teda­vi etmek zorunda olduğunuzu ve bundan başka bir şe­yin söz konusu olmadığını bilirsiniz.
İnsanları entelektüel konulara, fiziksel problemle­re yaklaşmayacakları bir tarzda yaklaştıran şey bir mis­tik felsefe kalıntısıdır; özellikle de zihin-beden ayrımıdır, insanlar bir gecede bir salgını durdurmaya veya tek baş­larına bir gökdelen inşa etmeye girişmeyeceklerdir. Ya da tüm bir şehri inşa edemeyecekleri gerekçesiyle, ken­di harap evlerini onarmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Fa­kat insan bilinci alanında, fikirler alanında insanlar hâlâ bilgiyi önemsiz bir şey olarak görme eğilimindedirler ve bir şekilde anlık mucizeler yapmayı ummaktadırlar -veya imkânsız bir amacı hedefleme yoluyla kendilerini mah­vetmektedirler.
(Mektubunu alıntıladığım okuyucu doğru şeyleri yapmaktaydı; fakat daha geniş çapta davranışlara gerek­sinim olduğunu hissediyordu. Diğer pek çok kişi sadece soru sormakta, fakat hiçbir şey yapmamaktadır.)
Eğer daha iyi bir ülke için mücadele etme konusu ile ciddî olarak ilgileniyorsanız, problemin niteliğini tanım­lama ile başlayın. Mücadele, asıl olarak politik değil, en­telektüeldir (felsefidir). Siyaset, belli bir ulusun kültürü­ne egemen olan temel fikirlerin (metafizik-epistemolojik-etik) nihaî sonucudur, pratik uygulamasıdır. Sebep­le mücadele edip, onu değiştirmeden sonuçlarla müca­dele edip, değiştiremezsiniz. Neyi yürürlüğe koyacağı­nızı bilmeden de herhangi bir pratik uygulamaya girişemezsiniz.
Entelektüel bir mücadelede herkesi döndürmeniz gerekmez. Tarih azınlık olan kişilerce yazılır ya da daha doğrusu tarih azınlık olan kişilerce yaratılan entelektüel hareketlerce yazılır. Bu azınlıklara kim dahildir?
 Entelek­tüel konularla ilgilenebilen ve ilgilenmek isteyen herkes. Burada önemli olan sayı değil, kalitedir (kişinin savundu­ğu fikirlerin kalitesi ve tutarlılığı).

Entelektüel bir hareket organize hareketle başlamaz. Kim organize edilecek?
 Felsefi bir mücadele, körü körü­ne izleyenler toplama girişimi değil, insan aldı için yapı­lan bir mücadeledir. Fikirler, ancak onları anlayan kişi­ler tarafından yayılır. Organize hareketten önce eğitilmiş (kendini eğitmiş, yani bir filozofun size bilgi materyali su­nabileceği, fakat bunu hazmetmek zorunda olanın sizin aklınız olduğu anlamında kendini eğitmiş) öğretmenler gerektiren bir eğitim kampanyasının olması zorunludur. Bu tip bir eğitim bir ideoloji salgını esnasında bir doktor ol­manın ilk gereksinimi ve herhangi bir “dünyayı değiştir­me” girişiminin ilk şartıdır.
“Amerikan hayatının her aşamasında yapılması zo­runlu olan büyük değişiklikler” tek tek, parça parça veya “perakende” olarak yapılamaz; onu yapmak için bir se­ferberlik ordusu yetmez. Fakat insan hayatının her yönü­nün temelinde yer alan ve onu belirleyen felsefedir; in­sanlara doğru felsefeyi öğretin, gerisini onun aklı halle­decektir. Felsefe insan ile ilgili işlerin toptan satıcısıdır.
İnsan bir tür felsefe, yani kapsamlı bir hayat görüşü olmaksızın, varolamaz. Çoğu insan entelektüellik icatçısı değildir; fakat fikir algılayıcılarıdırlar ve fırsat verildiğin­de veya ve-rilirse fikirleri kritik olarak muhakeme ede­bilir ve doğru yolu seçebilirler. Fikirlere kayıtsız kalan ve içinde bulunduğu anla ilgili somut şeylerin ötesindeki her şeye kayıtsız kalan pek çok insan da vardır; bu gibi in­sanlar, zamanının kültürünün kendilerine sunduğu şey­leri bilinçaltı olarak kabul eder ve herhangi bir rastgele akıntı ile kör hâlde savrulur. Onlar ister günlük işçiler is­ter şirket başkanları olsunlar, sadece sosyal ağırlıklardır ve kendi istekleriyle dünyanın kaderiyle ilgilenmezler.
Çoğu insan bugünkü kültürel ideolojik boşluğun pe­kâlâ farkındadır; cevaplan, tedirgin ve kafaları karışık hâlde ve el yordamıyla aramaktadırlar.
Siz onları aydın­latabilecek misiniz?
Siz onların sorularım cevaplayabilir misiniz?
Siz on­lara tutarlı bir dava sunabilir misiniz?
Siz onların hatalarının nasıl düzeltileceğini biliyor musunuz?
 Siz aklı mah­vetmeye odaklanmış yaylım ateşin etkisine bağışık mı­sınız ve siz diğerlerine füzesavarlar sağlayabilir misiniz?
 Politik mücadele sadece eski tip tüfeklerle yapılan bir ça­tışmadır; felsefî mücadele ise bir nükleer savaştır.
Eğer bir ülkenin entelektüel eğilimini etkilemek isti­yorsanız, ilk adım kendi fikirlerinizi düzene koymak ve onları elinizden geldiğince ve bilginiz elverdiği ölçüde tutarlı bir hâle getirmektir. Bu, sloganları ve objektivist prensipleri veya başka prensipleri ezberlemek ve söyle­mek değildir: Bilgi mutlaka, somut problemlere soyut fi­kirleri uygulayabilmeyi, özel konulardaki prensipleri tanıyabilmeyi, onları ispatlayabilmeyi ve tutarlı bir davranış tarzını savunabilmeyi içerir. Bu, her şeyi bilme veya her şeye hâkim olmayı gerektirmez; harekete geçmek isteyen pek çok kişiyi mağlup eden (ve hiçbir şey yapmamalarını sağlayan) şey, kişinin kendinde ve diğerlerinde otomatik her şeyi bilme gücü olması şeklindeki bilinçaltı beklen­tisidir. Gereken şey dürüstlüktür.; yani kişinin ne bildiğini bilmesini, bilgisini sürekli artırmasını ve bir çelişkiyi dü­zeltmekten asla kaçınmamasını veya bunda yetersiz kalmamasını gerektiren entelektüel dürüstlük. Bu şu anlama gelir: Kalıcı bir nitelik olarak aktif bir aklın geliştirilmesi.
İnandığınız şeyler sizin bilinçli, düzenli kontrolünüz altında ise veya altında olduğunda onları diğer insanla­ra yayabileceksiniz. Bu, gereksiz ve uygunsuz olduğunda felsefî konuşmalar yapmak zorunda olduğunuz anlamı­na gelmez. Felsefeye, özel konularla uğraşırken veya on­ları tartışırken, sizi desteklemesi ve size tutarlı bir dava vermesi için ihtiyaç duyarsınız.
Kısaltmalardan hoşlanıyorsanız (tam anlamlarını aklınızda tutmanız kaydıyla) şunu söyleyeceğim: “Kişi ne yapabilir?” şeklinde sorduğunuzda cevabı KONUŞUN’dur (tabiî ne söylediğinizi bilmeniz kaydıyla).
Birkaç tavsiye: Ulusal düzeyde dinleyici beklemeyin. Size açık olan her düzeyde konuşun, büyük veya küçük, arkadaşlarınız, iş arkadaşlarınız, meslek kuruluşlarınız ya da herhangi bir meşru forum. Sözlerinizin ne zaman doğru akıllara ulaşacağını asla bilemezsiniz. Anlık hiçbir sonuç göremeyeceksiniz; fakat kamuoyu görüşü, bu tip aktivitelerle sağlanır.
Önemli konular üzerinde fikirlerinizi ifade edebilece­ğiniz bir fırsatı atlamayın. Gazete ve dergi editörlerine, TV ve radyo yorumcularına mektuplar yazın ve hepsin­den önemlisi seçmenlerine ihtiyacı olan kongre temsilci­nize mektuplar yazın. Eğer mektuplarınız kısa ve rasyo­nel ise (tutarsız derecede duygusal olmaktan ziyade) on­lar sizin düşüneceğinizden de etkili olacaklardır.
Etrafınızda bir sürü konuşma fırsatı vardır. Aşağıda­ki deneyi yapmanızı öneriyorum: Bir haftalık bir ideo­lojik envanter tutun; yani insanların yanlış politik, sos­yal ve ahlâkî fikirleri su götürmez gerçeklermiş gibi sizin sessiz onayınızla kaç defa söylediklerini not edin. Sonra bu tip ifadelere itiraz etme alışkanlığı kazanın, hayır, sa­dece ara sıra uygun olan uzun konuşmalar yapmak için değil, sadece “Aynı fikirde değilim” demek için. (Ve eğer konuşmacı bilmek isterse, niçin aynı fikirde olmadığını­zı açıklamaya hazır olun). Bu, tehlikeli bayat söylemle­rin yayılmasını durdurmanın en iyi yollarından birisidir. (Eğer konuşmacı masum ise, bu ona yardımcı olacaktır; eğer masum değilse, bu, bir sonraki defa onun kendine olan güvenini azaltacaktır.) Bilhassa, sizin kendi fikirleri­nize ve değerlerinize saldırıldığında sessiz kalmayın.
Herkese “din değiştirtmeye” çalışmayın, yani tartış­mayla ilgili veya istekli olmayanları tartışmaya zorlama­yın. Herkesin ruhunu kurtarmak sizin göreviniz değildir. Gücünüzün yettiği şeyleri yaparsanız, “bir şekilde” gü­cünüzün yetmediği şeyleri yapmamaktan suçluluk duy­mazsınız.
Hepsinden önemlisi “bir şey yapmak için” yanlış ideolojik gruplara veya hareketlere katılmayın. Burada “ideo­lojik” derken, bazı kabaca genelleştirilen, tanımlanmamış (ve genellikle çelişkili) politik amaçlan talep eden gruplan veya hareketleri kastediyorum. (Örneğin aklı, imandan aşağı bir yere koyan; teokrasiyi, kapitalizmin yerine koyan Muhafazakâr Parti veya aklı, kaprislerden değersiz tutan ve anarşiyi kapitalizm ile değiştiren “özgürlükçü” hippi­ler.) Bu gibi gruplara katılmak, felsefi hiyerarşiyi tersine döndürmek ve başarısızlığa mahkum yüzeysel bir politik hareket uğruna temel prensipleri satmak anlamına gel­mektedir. Bu, sizin kendi fikirlerinizin mağlubiyetine ve düşmanlarınızın zaferine yardım etmeniz anlamına gelir. (Gerekçelerin tartışılması için, Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal kitabımdaki “Tavizin Anatomisi” kısmına bakınız.)
Bugün katılmanızın uygun olduğu gruplar, sadece özel işler yapmak üzere kurulmuş komiteleridir; yani tek, özel, açıkça belirlenmiş, farklı görüşten insanların üze­rinde hemfikir olabileceği bir amacı başarmak için or­ganize olmuş gruplardır. Bu gibi durumlarda, hiç kimse kendi görüşlerini tüm üyelere atfedemez veya grubu bazı gizli ideolojik amaçlara hizmet etme yönünde kullanamaz (ve bu çok dikkatli bir şekilde takip edilmek zorundadır).
Bir entelektüel harekete yapılabilecek en önemli kat­kı olan yazmayı atlıyorum; çünkü buradaki tartışma her meslekten kişilere hitap etmektedir. Kitaplar, yazılar, makaleler bir hareketin sabit yakıtlarıdır; fakat sadece bir “sebep” uğruna bir yazar olmaya çalışmak abesle iştigal­den daha kötü bir şeydir. Diğer herhangi bir meslek gibi, yazma da bir meslektir ve ona bu şekilde yaklaşılmalıdır.
Bir entelektüel hareketin özel bir görev gerektirdiği­ni, kendi payınıza kendinizi feda edici bir çaba gerektir­diğini düşünmek bir yanlış algılamadır. O, çok daha zor bir şeyi, fikirlerin si%in için ve yaşamanız için önemli ol­duğuna derinden inanmayı gerektirir. Eğer bu inancı ha­yatınızın her aşamasına entegre ederseniz, diğerlerini ay­dınlatan pek çok fırsat bulacaksınız.
Mektubundan alına yapağım okur uygun davranış eğilimi göstermektedir: “Bir astronomi öğretmeni olarak birkaç yıl boyunca öğrencilerime aktif olarak aklın gücü­nü ve realitenin mutlaklığını ispatlamayla meşgulüm ... Aynı zamanda sizin çalışmalarınızı, çalışma arkadaşlarına da tanıtma peşindeyim, onları okumalarından sonra mümkün olduğunca tartışıyoruz; ve tüm kişisel işlerimde aklın kullanımına ısrar etmeyi bir amaç hâline getirdim.”
Bunlar mümkün olduğunca sık ve yaygın olarak ya­pılması doğru olan şeylerden bazılarıdır.
Fakat bu okurun sorusu, organize bir hareket şeklin­de bir kestirme arayış ima etmişti. Bu konuda hiçbir kes­tirme yol söz konusu değildir.
Geleneksel olarak çelişkili felsefî fikirler karışımına sahip olan insanların hareketi için çok geç. Akıl felsefesi­ne bağlı bir insan hareketi için çok erken. Fakat bir dik­tatörlük idaresi hariç, zaman doğru fikirleri yaymak için asla çok geç veya çok erken değildir.
Eğer bu ülkeye bir diktatörlük gelirse, o sessiz kalanların hatası sayesinde olacaktır. Biz hâlâ konuşabile­cek kadar özgürüz. Zamanımız var mı?
 Bunu hiç kim­se söyleyemez. Fakat zaman bizim tarafımızdadır; çün­kü biz (eğer onların nasıl kullanılacağını öğrenirsek) yok edilemez bir silaha ve mağlup edilemez bir müttefike sa­hibiz: Akıl ve realite.
Sh:312-319

Bir bireyin geleceği hakkında hipotez oluşturmak için üç unsur dikkate alınmalıdır: O kişinin şu anki du­rumu, onun bilinçli olarak inandığı şeyler ve onun hayat görüşü. Bir ulusun geleceği hakkında bir hipotez oluş­turmak için de aynı hususlar göz önüne alınmalıdır.
Hayat görüşü, metafiziğin bir kavram öncesi eşdeğe­ridir; insan ve varlıklar hakkındaki duygusal, bilinçaltınca bir araya getirilmiş bir değerlendirmedir. O, bir bireyin (teşhis edilebilen ve gerektiğinde düzeltilebilecek olan) ta­nımlanmamış felsefesini temsil eder; o insanın değerler tercihini, duygusal reaksiyonlarını ve davranışlarını etkiler ve sık sık insanın bilinçli olarak inandığı şeylerle çarpışır. (Detaylı bir tartışma için benim Romantic Manifesto kita­bımdaki “Hayat Felsefesi ve Görüşü” kısmına bakınız.)
Bir birey gibi bir ulus da, resmî kültürde değil, ulusun “yaşam stilinde” insanların hakkında hiç düşünmedikleri ve su götürmez gerçek olarak algıladıkları türden tutum ve davranışlar hâlinde, fakat insan tabiatı temel görüşü­nü ilgilendiren karmaşık değerlendirmelerce üretilen bir yaşam görüşüne sahiptir.
Bir “ulus” mistik veya doğaüstü bir kimlik değildir: Aynı politik sistem altında, aynı coğrafyada yaşayan bü­yük sayıdaki bireylerdir. Bir ulusun kültürü, vatandaşları­nın bütün olarak veya kısmen benimsediği ve ulusun ya­şam şeklini etkilemekte olan, bireysel insanların elde ettiği entelektüel kazanımların toplamıdır. Bir kültür, fark­lı fikirlerin ve etkilerin karmaşık bir savaş alanı olduğun­dan, bir “kültürden” bahsetmek daima muhaliflerin ve istisnaların varlığına izin vererek, sadece baskın fikirler­den bahsetmektir.
(Bazı fikirlerin baskınlığı mutlaka onlara sarılan in­sanların sayısı ile belirlenmez, çoğunluk kabulü ile veya belli bir fraksiyonun daha fazla olan aktivitesi veya azmi ile veya hata sonucu, yani muhalefetin başarısızlığı sonu­cu veya -bir ülke özgür olduğunda-bir azim ve doğru­luk kombinasyonu ile belirlenebilir. Her durumda, fikir­ler ve sonuçta ortaya çıkan kültür bir azınlığın aktif il­gisinin ürünüdür. Bu azınlığı kim oluşturur? İlgili olmak isteyen herkes.)
Benzer şekilde, bir ulusun yaşam görüşü kavramı, ulusun tüm fertlerinin onu paylaştığı anlamına gelmez; sadece baskın bir çoğunluğun onun esaslarını çeşitli de­recelerde paylaştığı anlamına gelir. Ancak bu konuda baskınlık sayısaldır: Çoğu insan kültürel ideolojik eği­limlere kayıtsız kalırken, hiç kimse hayat görüşünü oluş­turan bilinçaltı entegrasyon işleminden kaçamaz.
Bir ulusun hayat görüşü, her bir çocuğun etrafındaki dünya konusunda ona öğretilen fikirler hakkındaki (bunu kabul edebilir veya etmeyebilir) ve onun gözlemlediği ve değerlendirdiği davranış şekli (bunu doğru bir şekilde de­ğerlendirebilir veya değerlendirmeyebilir) hakkındaki ilk izlenimlerince şekillenir. Ve psikolojik spektrumun her iki ucunda da istisnalar -yani dünya görüşleri diğer vatandaşlarınkinden daha iyi (felsefi olarak daha doğru) veya daha kötü olan vatandaşlar varsa da, çoğunluk aynı bi­linçaltı felsefe esaslarını geliştirir. İşte bu, bizim “ulusal nitelik” olarak gözlediğimiz şeyin kaynağıdır.
Bir ulusun politik eğilimleri bir bireyin davranış şekli­nin eşdeğeridir ve onun kültürünce belirlenir. Bir ulusun kültürü bir insanın bilinçli olarak inandığı şeylerin eşde­ğeridir. Tıpkı bir bireyin hayat görüşünün, onun bilinçal­tı inançlarıyla davranışlarına engel olarak veya onları ye­nilgiye uğratarak çarpışması gibi, bir ulusun hayat görü­şü de kültürüyle çarpışır ve ulusun politik gidişatını en­geller veya mağlup eder. Tıpkı bir bireyin hayat görüşü­nün onun bilinçli olarak inandığı şeylerden daha iyi veya daha kötü olabileceği gibi, bir ulusunki de olabilir. Ve tıpkı hayat görüşünü bilinçli olarak inanılan şeylere asla dönüştürmemiş olan bir bireyin korkunç bir tehlike için­de olduğu gibi, aynı durumdaki bir ulus da tehlikededir.
Bu, Amerika’nın bugünkü durumudur.
Eğer Amerika yok olmaktan -spesifik olarak dikta­törlükten-kurtarılacaksa, hayat görüşü tarafından kur­tarılacaktır.
Bir ülkenin geleceğini belirleyen diğer iki unsura ge­lince; biri (siyasî eğilimimiz) felakete doğru hızla yol al­makta, diğeri ise (kültür) kelimenin tam anlamıyla za­ten hiç bulunmamaktadır. Politik eğilim saf devletçilik­tir ve bir başka ülkede olsa, amacına çoktan ulaşmış ol­ması muhtemel bir hızda totaliter bir diktatörlüğe doğru gitmektedir. Kültürün durumu hiç olmamaktan da kö­tüdür; sıfırın altında etkiye sahiptir, yani fonksiyonunun tersini meydana getirmektedir. Bir ulusun entelektüel yönetimini, fikirlerini, eğitimini, ahlâk sistemini bir kül­tür verir. Bugün kültürel “düzen”imizin uyumlu çabası, insanın rasyonel melekesinin yok edilmesini hedeflemek­tedir. Histerik sesler irrasyonelliğin “üstün gücünü” yü­celterek, abuk sabuk duygular yönetimini besleyerek, bi­lime saldırarak, sarhoş hippilerin sersemliğini şereflendi­rerek, kaba kuvvet kullanımı için özürler dileyerek, insa­noğlunun ilkel pislikler içinde yuvarlandığı, iletişim yolu hırıltılar ve iniltiler olan, ilham kaynağı fiziksel duyular olan ve tartışma yolu bir sopa olan bir hayata dönmesine ısrar ederek, aklın yetersizliğini ilân etmektedir.
Muhteşem bilimsel ve teknolojik gücüyle bu ülke, Karanlık Çağlar’ın amaçsız sürüleri gibi ya da kavramsallaştırmayı tamamen öğrenememiş bir yeni yetme du­rumundaki gibi, bir entelektüellik öncesi çağ boşluğun­da bırakılmıştır. Fakat bir yeni yetme, tercihlerinde yol gösteren bir hayat görüşüne sahiptir. Bu ülke de öyle.
Özel olarak Amerikan hayat görüşü nedir?
Bir hayat görüşü öylesine karmaşık bir entegrasyon­dur ki, onu tanımlamanın en iyi yolu somut örnekler verme ve onu farklı bir hayat görüşünün dışavurumla­rıyla karşılaştırmadır.
Çoğu Avrupalının duygusal ilkesi, insanın devlete ait doğal, metafizik olarak belirlenen kaderine uygun olarak kullanılan ve adlan bir mülkiyet gibi olduğu hissidir. Ti­pik bir Avrupalı belli bir devleti onaylamayabilir; ve tıpkı daha iyi hizmet edecek daha iyi bir sahip arayan bir köle gibi, daha iyi olduğunu düşündüğü bir devleti hedefle­yerek, isyan edebilir; fakat yüce olanın kendisi, hizmet­çi olanın devlet olduğu fikri onun bilincinde hiçbir duy­gusal gerçekliğe sahip değildir. O devlete hizmeti, nihaî bir ahlâkî yaptırım, bir onur olarak görür ve eğer siz ona hayatının kendi başına bir amaç olduğunu söylerseniz, o kendine hakaret edilmiş, dışlanmış ve kafası karışmış hissedecektir. Devletçi felsefe ile yetiştirilmiş ve buna göre hareket etmiş olan nesiller, bu fikri akıllarına ço­cukluğun en erken oluşum yıllarında yerleştirmişlerdir.
Tipik bir Amerikalı böyle bir fikri tam olarak asla anla­yamaz. Bir Amerikalı bağımsız bir kimliktir. “İtilip kakılma”ya karşı protestonun yaygın ifadesi, itilip kakılmanın kendi doğal durumları olduğuna inanan Avrupalılar için duygusal olarak anlaşılmaz bir şeydir. Duygusal olarak bir Amerikalı hiç kimse için hiçbir hizmet (veya kulluk) kav­ramına sahip değildir. Amerikalı orduya kaydolursa ve bunu “ülkesine hizmet” olarak adlandırsa da o, tehlikeli bir işi yapmayı tercih eden cömert bir aristokratın hislerini taşır. Avrupalı bir asker ise, görevini yapağını hisseder.
“Benim param şu adamınki kadar iyi değil mi?” yay­gın bir Amerikan ifadesidir. Bu Avrupa’da yaygın ola­maz: İyi olması için bir servetin eski olması ve devlet­ten gelen özel bir lütuftan kaynaklanmış olması gerekir; bir Avrupalı için kişisel çaba ile kazanılan para adi, kaba veya bir şekilde saygıdeğer olmayan bir anlamdadır.
Amerikalılar başarıya hayrandırlar, onun neye mal ol­duğunu bilirler. Avrupalılar başarıya kötü niyetli bir şüp­he ve kıskançlık ile yaklaşırlar. Kıskançlık, Amerika’da yaygın bir duygu değildir (şimdilik); ancak o, Avrupa’da aşın ölçüde egemen bir duygudur.
Amerikalılar halka mal olmuş kişileri hakkında say­gı duyduklarında, bu eşitlerin saygısıdır; onlar bir hükü­met görevlisinin, bu özel iş için seçilmiş ve belli bir seç­kinlik kazanmış kendileri gibi bir insan olduğunu dü­şünürler. Ünlüleri isimleri ile çağırırlar, saygısızlık veya eşitlikçi kendini beğenme hâlinde değil, sevgi gösterge­si olarak Başkanları isimlerinin baş harfleri ile söyler­ler (“FDR” veya “JFK” gibi). Bir kişiye “Herr Doktor Doktor Schmidt” diye hitap etme geleneği ABD’de imkânsızdır. Avrupa’nın en özgür ülkesi olan İngiltere’de bir bilim adamı, bir işadamı veya film yıldızının başarısı devletin kılıcı ile başına vurulup şövalye ilân edilene ka­dar tam olarak gerçek kabul edilmez.
Bu iki farklı tavrın pratik sonuçları vardır.
Bir Amerikalı ekonomist bana şu hikâyeyi anlatmıştı: Bir Amerikalı sanayi şirketi tarafından Avrupa şubesinde araştırma yapmak için İngiltere’ye gönderilmişti. En son cihazlara ve tekniklere rağmen İngiltere’deki şubenin ve­rimliliği ABD’deki ana fabrikanın çok gerisinde kalmıştı. Arkadaşım sebebi bulmuştu: İngiliz işgücü ve yönetimi­nin her seviyesinde bulunan, katı şekilde sınırlar çizen bir zihniyet, bir tür psikolojik kast sistemi. Onu şöyle açıkla­mıştı: Amerika’da eğer bir makine bozulursa, bir işçi onu tamir etmek için gönüllü olur ve genellikle de tamir eder; İngiltere’de ise, iş durur ve insanlar uygun bölümün uy­gun mühendisinin davet edilmesini beklerler. Bu bir tem­bellik problemi değil, kişinin kendi yerini koruması, ken­dine verilen görevi yapması ve asla ötesine kalkışmaması şeklindeki, derinde yerleşmiş bir duygu meselesidir. Ken­di özel işinin sınırları ötesinde herhangi bir sorumluluk almaya serbest olduğu İngiliz işçilerinin akıllarına gelmez. İnisiyatif “içgüdüsel” (yani otomatikleşmiş) bir Amerikan karakteridir; ve bir Amerikalının düşüncesinde Avrupalının düşüncesinde, itaatin işgal ettiği yeri işgal etmektedir.
Sosyal atmosferdeki farklılıklara gelince işte size bir örnek ... İsviçre’den, yaşlı bir Avrupalı bayan biyokimya araştırmacısı New York’a gelişinde bana ucuz mallar sa­tan bir tuhafiye mağazasından bir şeyler satın almak is­tediğini söylemişti. Çok az İngilizce konuşabildiğinden ona birlikte gitmeyi teklif ettiğimde; hayret etmiş ve ra­hatsız olmuş hâlde tereddüt etmişti, sonra sordu: “Fakat bu sizi utandırmaz mı?” Ne demek istediğini anlayama­mıştım: “Utanmak mı? Nasıl?” O açıkladı: “Siz ünlü bir kişisiniz, ya birisi sizi ucuz tuhafiye mağazasında görür­se?” Ben güldüm. O, bana yazılı olmayan kanun gereği farklı sınıf insanlar için farklı sınıf mağazalar olduğunu ve bir profesyonel olarak maaşı orta düzeyde olsa bile belli mağazalarda alışveriş yapmak zorunda olduğunu, işçi mağazalarında daha ucuz fiyata daha kaliteli mallar bulunduğunu, fakat oralarda görülürse sosyal statüsünü kaybedeceğini söyledi. Bu tip bir atmosferde yaşamayı düşünüyor musunuz?
 (Tuhafiye mağazasına gittik.)
Hangi seviyede olursa olsun bir Avrupalı, başkala­rınca yapılmış bir dünyada duygusal olarak yaşamaktadır (kimin tarafından yapılmış olduğunu asla açık olarak bil­mez) ve onun içinde yerini arar veya kabul eder. Ame­rikan tutumu en iyi şekilde bir şiir ile anlatılır: “Dünya ben doğduğumda başladı, ve benim kazanmam içindir.” (Badger Clark’ın “Westerner” adlı eserinden.)
Yıllar önce Hollywood’da bir partide Marie Curie’nin kızı olan seçkin Fransız kadını Eve Curie ile tanıştım. Eve kurgusal olmayan best-seller kitap yazarıydı ve si­yasî olarak bir liberaldi; o anda ABD’de bir konferanslar torundaydı. Amerikalı izleyicilere olan şaşkınlığını şöy­le vurgulamıştır: “Onlar çok mutlular”, bunu tekrarladı durdu, “çok mutlular...” Bunu reddetmeksizin veya hay­ranlık duymadan, biraz eğlenerek söylüyordu; fakat şaş­kınlığı çok sahiciydi. “İnsanlar Avrupa’daki gibi değil­ler. .. Amerika’da herkes mutlu, entelektüeller hariç. Oh, entelektüeller her yerde mutsuz.”
Bu olay benim aklımda kaldı; çünkü o kasıtsız olarak Amerikalı insanlar ve entelektüeller arasındaki mesafeyi ortaya koymuştu. Mistisizmi, ataleti, teslimiyeti, ıstırap modası, sefalet ve yetersizliğin insanın dünyadaki kaderi olduğu ve mutsuzluğun hassas bir ruhun işareti olduğu inanışı ile aşınmış, dağılan bir Avrupa kültürünün, Ame­rika gibi bir ülke için ne gibi bir faydası olabilir?
Amerika’yı keşfeden bir Avrupalıydı; fakat bu dünya­yı ve insanın dünya üzerinde uygun yerini, mutluluk po­tansiyelini ve kazanması için insana ait olan dünyayı ilk keşfeden ulus Amerikalılardı. Onların keşfedemedikleri şey başarılarını adlandıracak kelimeler, onu tanımlayacak kavramlar, ona yol gösterecek prensipler, yani uygun fel­sefe ve onun sonucu, yani bir Amerikan kültürüydü.
Amerikanın orijinal bir kültürü, yani onun felsefî (Aristocu) temelinden türeyen ve onun tarihteki tüm di­ğer ülkelerden büyük farkını ifade eden fikirler grubu hiç olmamıştır.
Amerikan entelektüelleri, Avrupa’nın pasif bağımlı insanları ve neredeyse sıfırdan başlayan fakir akrabala­rıydı. Freud ve Wittgenstein gibi, “dar gelen eski elbise­ler” de dahil, Avrupa’nın kurumuş kırıntıları ve atılmış modalarıyla geçiniyorlardı. Amerika’nın felsefeye olan tek katkısı olan pragmatizm, Kantçı-Hegelci fikirlerin kötü bir geriye dönüştürülmesiydi.
Amerika’nın en iyi beyinleri bilime, teknolojiye ve sa­nayiye gittiler ve karşılaştırılamaz başarı seviyeleri yaka­ladılar. Onlar, fikirler alanını neden ihmal ettiler?
 Çünkü bu alanlar insanlara, hiçbir istekli aktif insanın girmeye tenezzül etmeyeceği, bir tür temizlenmesi gereken ahır ifade ediyordu. Amerika’nın çocukluğu, Kant’ın Avrupa felsefesindeki etkisinin yükselişi ve sonuçta Avrupa kül­türünün dağılması ile eş zamanlı oldu. Amerika kirli, bu­nak, itibarsız bir gardiyan eline bırakılmış istekli, erken gelişmiş bir çocuk konumundaydı. Bu çocuk, okul kaça­ğı rolü oynamak için iyi bir sebebe sahipti.
Bir delikanlı hayat görüşüne bir müddet sarılabilir. Fakat büyüdüğünde, bu hayat görüşünü kavramsal bilgi ve bilinçli inanışlar hâline dönüştürmek zorundadır, aksi hâlde başı büyük dertte olacaktır. Bir hayat görüşü açık bilginin alternatifi değildir. Kişinin tanımlayamadığı, fa­kat sadece açık şekilde algıladığı değerler o kişinin kendi kontrolü altında değildir. Kişi, değerlerin neye bağlı ol­duklarını veya ihtiyaç duyduklarını, onları kazanmak ve muhafaza etmek için ne tip bir hareket tarzının gerekti­ğini söyleyemez. Kişi onları kaybedebilir veya onlara bil­meden ihanet edebilir. Yaklaşık bir yüzyıldır, bu Ameri­ka’nın trajik sıkıntısıdır. Bugün Amerikan insanları, de­rin çelişkilerle hırpalanan bir uyur gezer dev gibidir. (Bu­rada “Amerikan insanları” derken bilim adamları ve iş adamları dahil; fakat entelektüeller, yani meslekleri beşe­ri bilimlerle ilgili olanlar dışındaki grubu kastediyorum. Entelektüeller bir ülkenin gardiyanlarıdır.)
Amerikalılar dünyadaki en realite merkezli insanlar­dır. Onların en önemli karakteri, çocuk tarzı gerçekçi­lik, yani sağduyudur. Bu onların tek korumasıdır. Fakat teorik bilgi gerektiğinde sağduyu yeterli olmamaktadır: Sağduyu basit, somut bağlantılar yapabilir; fakat karma­şık konulan entegre edemez veya büyük, soyut konular­la uğraşamaz ya da geleceği tahmin edemez.
Örneğin, bu ülkedeki devletçi eğilime dikkat edin. Kollektivizm doktrini hiçbir zaman Amerikan seçmen­lerine açık bir şekilde sunulmamıştır: Sunulmuş olsay­dı, ezici bir yenilgi tadardı (çeşitli sosyalist parti örnek­lerinin gösterdiği gibi). Fakat “sosyal yardımlar devle­ti” parça parça, aşama aşama bir Başkanın Amerika’nın muhteşemliğini, “kendini feda etme isteğine” borçlu ol­duğunu ifade etmesi saçmalığından kaynaklanan bir tür tanımlanmamış “Amerikancılık” örtüsü alanda Ameri­kalılara yutturulmuştur. insanlar bir şeylerin ters gittiğini sezmiştir; fakat neyin ve ne zaman ters gittiğini anlama­mışlardır. Bu onların sessiz (ve sağır) bir çoğunluk ola­rak kalmalarının cezasıdır.
Amerikalılar (mevcut örneklere bakarak, iyi gerekçe­lerden ötürü) anti-entelektüeldir; ancak bilgiye ve eğiti­me derin bir saygıları vardır (fakat bu şimdi sallantıdadır). Kendilerinden emin, güvenen, cömert, müthiş derecede iyiliksever ve masumdurlar. Bir varoluşçu (William Barret, irrasyonel insan adlı eserinde) “...Amerikan ‘masum­luğunu’ yücelten şey felsefî terimlerle, basitçe bir insanın ne derece sorgulanabilir olduğunu göz ardı eden ve Avrupalıları yabancı olarak çarpan bir nitelik [dir]...” demek­tedir. “Sorgulanabilir” kelimesi Avrupa’nın insan görü­şü olan sefil, suçlu, beceriksiz, yerlerde sürünen kötü ke­limelerinin kibar hâlidir. Avrupalılar “İlk Günah”a, yani insanın iç ahlâksızlığına inanır; Amerikalılar buna inan­maz. Amerikalılar insanı bir değer olarak, temiz, özgür, yaratıcı, rasyonel olarak görürler. Fakat insan hakkındaki Amerikan görüşü (ilk Kurucu Babamız olan Aristo’dan beri, onun “yüce insan” tanımlamasına bakınız) felsefi te­rimlerle ifade edilmemiş veya yüceltilmemiştir.
Barret şöyle devam ediyor: Sartre bu ülkeyi ziyaret ederken, bir Amerikalı ile yaptığı bir diyalogu anlatıyor.
Amerikalı, tüm uluslararası problemlerin eğer insanlar bir araya gelseler ve rasyonel olsa, çözülebileceğine ıs­rar etmektedir. Sartre aynı fikirde değildir ve bir müddet sonra aralarındaki tartışma imkânsız hâle gelmiştir. Sart­re “ben kötülüğün varlığına inanıyorum, fakat o inanmı­yor” demekteydi. Bu durum da kibar bir kelime kullan­mak demektir: Avrupalıların inandığı kötülüğün sadece varlığı değil, aynı zamanda onun gücüdür. Amerikalılar kö­tülüğün gücüne inanmazlar ve onun tabiatını anlamaz­lar. Onların tutumlarının ilk kısmı (felsefi açıdan) doğ­rudur; fakat İkincisi, onları savunmasız hâle getirmekte­dir. Amerikalılar kötülüğün yetersizliğinin sebebini -yani onun akılsız, korku dolu, kıskançlıkla kemirilen küçüklü­ğünü-anladıkları gün, yerli ve yabancı tarihteki tüm insan düşmanı dalaverecilerin etkisinden kurtulacaklardır.
Bugüne kadar Amerika’nın korunması üçkağıtçı in­sanlara atfedilen bir söz ile ifade edilebilen bir faktördür: “Dürüst bir insanı dolandıramazsınız.” Amerikan insan­larının masumluğu ve sağduyusu, entelektüellerce, Avrupalı devletçilerden ödünç alınan (Avrupalı beceriksiz kitleleri kandırmak ve yönetmek için geliştirilen) planla­rı, sapık fikirleri, kandırma stratejilerini ve ideolojik tu­zakları bozmuştur. Amerika’da asla kitleler olmamıştır, en fakir Amerikalı bile bir bireydir ve bilinçaltında birey­cidir. Üniversitelerimizi ele geçirmiş olan Marksizm, in­sanlar söz konusu olduğunda kasvetli bir başarısızlıktır: Amerikalılara hiçbir tip sınıf savaşı satılamaz; Amerikan işçileri kendilerini “proletarya” olarak görmezler, fakat en onurlu mülkiyet savaşçıları arasında yer alırlar. Sov­yet Rusya ile işbirliği öneren profesörler ve iş adamlarıdır, Amerikan sendikaları değil.
Amerikalıların komünizmden değil, faşizmden kork­malarını sağlamak için yapılan müthiş propaganda başa­rısız ölmüştür. Amerikalılar her ikisinden de nefret et­mektedirler. Berbat Birleşmiş Milletler hilesi başarısız ol­muştur. Amerikalılar, bu kuruluş konusunda asla istekli olmadılar; fakat çok uzun bir süre şüphe ettikleri hâlde iyi gözle baktılar. Ancak mevcut anketler çoğunluğun, BM aleyhine döndüğünü göstermektedir (geç olması hiç olmamasından daha iyidir).
insan hayatına karşı olan en son saldın -çevre sefer­berliği-ideolojik liderleri nedeniyle muhtemelen mağlubi­yetle sona erecektir: Amerikalılar kendi caddelerini, ne­hirlerini, arka bahçelerini isteyerek temizleyeceklerdir; fa­kat iş ilerleme, teknoloji, otomobil ve yaşam standartlarına gelince, Amerikalılar insanlardan nefret edenlerin “he­nüz hiçbir şey görmemiş olduğunu” ispatlayacaklardır.
Avrupa’da insanları kararsız, uysal ve yönetmesi ko­lay hâle getiren hayat görüşü duygusu, yani temel suç, Amerika’da bilinmemektedir. Bugüne kadar hiç kimse Amerika’ya bu aşağılık duyguyu aşılayamamıştır (ve her­hangi bir kişinin gelecekte bunu yapacağına da şüphe ederim). Amerikalılar, bu duygunun gerektirdiği ve talep ettiği tipten yozlaşmayı anlama noktasına gelemezler.
Fakat dürüst bir insan kendini kandırabilir. Güvenen masumluğu onun, en tehlikelisi altruizm olan, şeker kap­lı zehirleri yutmasına yol açabilir. Amerikalılar onu kabul ederler -fakat bu altruizm olduğu için veya tehlikeli bir kendini kurban etme doktrini olduğu için değildir; fakat güçlü, kendinden emin, bir insanın tabiatını anlamadı­ğı diğer insanların sıkıntısını gidermek için aşırı cömert olma arzusu iledir. Böyle bir insan güvendiği kişinin iha­netiyle uyandığı zaman, cömertliğinin kendisini sırtın­dan geçinen birtakım kimseler tarafından üzerine daimi bir semer vurma konumuna getirdiğini anladığı zaman, sonuçlan tahmin etmek imkânsızdır.
Bu ülkeyi mahvetmenin iki yolu vardır: Diktatörlük veya kaos, yani anlık ölüm veya tüm medeni kurumların daha uzun süreli çöküş ıstırabı ve bir ulusun birbiriyle kavga eden veya yağmalayan silahlı çeteler hâline par­çalanması, ta ki bir Atilla’nın geri kalanını ele geçirmesine kadar... Bu zulüm dönemi öncesi kaos anlamına gelir -Karanlık Çağlar’da Batı Avrupa’nın durumu gibi, Rus­ya’da Romanof hanedanının öncesi ya da Çin’deki aske­ri rejim altındaki 300 yıl gibi.
Bir Avrupalı, bir diktatörlük karşısında silahsızdır; ondan nefret edebilir, fakat kendisinin hatalı olduğunu ve metafizik olarak devletin haklı olduğunu düşünür. Bir Amerikalı, ruhunun son derecesine kadar isyan eder. Fa­kat bu onun hayat görüşünün onun için yapabileceğinin hepsidir: Onun problemlerini çözemez.
Sadece bir şey kesindir; bugün Amerika’da bir dikta­törlük barınamaz. Hâlâ bu ülkeye kimse hükmedemez; fakat bu ülke havaya uçurulabilir. Bir iç savaşın gözü dönmüş öfkesi ve kör şiddeti hâlinde havaya uçurulabilir. Bu ülke, itaat etme, pasiflik, kötü niyet, teslimiyet hâlin­de sindirilemez. “İtilip kakılamaz.” Amerikalıların buyu­rucu bir otoriteye cevaplan itaat değil, meydan okuma­dır. İnsanların kölelikten kurtulması için bir yeraltı de­miryolu işletmiş olan bir ulus ya da Yasaklama [Amerika’da 1919 ve 1933 yılları arasında uygulanan içki yasağı. ‘Yasaklama Tadilatı” da 1919 yılında Anayasa’da bu yönde yapılan değişikliği ifade etmektedir. ] karşısın­da prensipli içki içmeye başlayan bir ulus, ekmek karnesi ve hububat fiyatları dayatanlara “Evet, efendim” deme­yecektir. henüz değil.
Amerika şu anki durumunda birkaç kuşak daha sür­dürürse (ki bu, muhtemel değildir) diktatörlük bir olası­lık olacaktır. Bir hayat görüşü kalıcı bir nimet değildir. Karakteristik olarak Amerikan hayat görüşü etrafımızda günlük olarak kemirilmektedir. Çok sayıda Amerikalı, onu kaybetmiştir (ya da asla geliştirmemiştir) ve Avrupa’nın en kötü ayak takımının psikolojik seviyesine inmektedir.
Bu durum, devletçi eğilimin asıl destekleyicileri olan iki grup arasında yaygındır; çok zenginler ve çok fakirler. İlk gruptakiler yönetmek istediği için, ikinci gruptakiler yönetilmek istedikleri için. (Bu eğilimin liderleri, her iki­sini de yapmak isteyen entelektüellerdir.) Fakat bu ülke asla bir kazanılmamış, mirasa dayalı “seçkine” sahip ol­mamıştır. Amerika hâlâ kendini yetiştiren insanların ül­kesidir, yani herhangi bir modern toplumdaki en üret­ken ve en çok sömürülen grup olan orta sınıfın ülkesidir.
Akademice oluşturulan koalisyon (idrak gelişimini durdurmak yoluyla bir çocuğun aklını felç etmek isteyen “ilerici” olarak bilinen okullarda) kasıtlı olarak çaresizlik ve teslimiyet aşılayarak Amerikan karakterini uysallaştırmaya çalışmaktadır. The New Left: The Anti-lndustrial Revolution adlı kitabımdaki “The Comprachios (Çocuk Hır­sızlar)” kısmına bakınız. Ancak “ilerici” zenginlerin ken­di teorilerinin ilk kurbanları olacağı görülmektedir: Pa­halı yetiştirme okullarından ve üniversitelerden hippiler olarak çıkan ve beyinlerinin geri kalan kısmını uyuşturu­cu ile yok edenler, iyi durumdakilerin çocuklarıdır.
Orta sınıf, belki de son yüzyılın en faydalı hareke­ti olan, bir panzehir üretmiştir: Bir çocuğun idrak, yani rasyonel melekesinin gelişmesini hedefleyen bir sistem olan Montessari eğitim sisteminin kendiliğinden ve or­ganize olmayan şekilde, sıradan insanlar arasında canlanması. Fakat bu uzun vadeli bir ümittir.
Şu anda, Başkan Nixon gibi çok iç karartıcı bir kişi bile (bizzat çok iç karartıcı olması nedeniyle) bir ümit işaretidir. Eğer başka herhangi bir ülke bizimki kadar ça­resizce tehlikeli kafa karışıklığı durumu içinde olsa, bir düzine cafcaflı Führer ülkenin başına geçmek için bir gecede mantar gibi biterdi. Böyle bir Führer’in çıkma­ması Amerika’nın itibarıdır ve eğer böyle biri çıksaydı, bir şansının olacağı şüphelidir.
Bu ülke görülür bir gelecekte barışçı bir yeniden do­ğuş gerçekleştirebilir mi?
 Var olan tüm emsallere bakıl­dığında bu muhtemel değildir. Fakat Amerika, emsali ol­mayan bir olaydır. Geçmişte Amerikan azmi, bazen çok uzun vadeli bir sabır olmuştur. Fakat Amerikalılar de­ğiştiklerinde değişmişlerdir. Refah devletinin başına gel­mesi muhtemel olan şey, Yasaklama Tadilatı’nın başı­na gelen şeydir.
Onu yok etme yönündeki kültürel-politik çabaların sürekli baskısı altında, insanlarda kalmış yeterli Ameri­kan hayat görüşü var mıdır?
 Bunu söylemek imkânsızdır. Fakat buna sahip olanlarımız, onun için mücadele etme­lidir. Başka bir alternatifimiz yoktur, bu ülkeyi bir sıfıra -savaş narası akılsızlık olan insanlara-teslim edemeyiz.
Ahlâkî temeli olan altruizm ile mücadele etmeden, kollektivizmle mücadele edemeyiz. Onun epistemolojik temeli olan irrasyonellikle mücadele etmeden, altruizmle mücadele edemeyiz. Kendisi için mücadele edecek bir şeyimiz olmadıkça, bir şeye karşı mücadele edemeyiz -ve bizim mücadele etmemiz gereken şey akıl ve insanın akıllı bir varlık olduğu görüşüdür.
Bunlar felsefi konulardır. İhtiyacımız olan felsefe, Amerika’nın hayat görüşünün kavramsal eşdeğeridir. Onu yay­mak en zor entelektüel mücadeleyi gerektirecektir. Fakat bu, uğruna savaşılacak muhteşem bir amaç değil midir?
 Sh:320-335
Kaynak: İhtiyacımız Olan Felsefe / Ayn Rand Özgün Adı / Philosophy: Who Needs It Çeviren: Nejdet Kandemir, 1. Baskı: Haziran 20032. Baskı:2005 İstanbul,

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar