Print Friendly and PDF

İKİNCİ BİN YILIN YENİLEYİCİSİ - İMAM RABBANİ AHMED FÂRUK SERHİNDİ




Serhind denen yer, geniş bir ormanlıktı. Burada arslan, kaplan ve diğer yırtıcı hayvanlar barınmaktalardı. Serhind'in arslanlarına «Orman» kalenderi derlerdi. İş­te bu arslanlar yatağı, İmam Rabbânî'nin buralara ayak basışının bereketiyle artık Allahu Zü'lcelâl'ın arslanlarının yatağı hâline geldi.
Serhind, Dehli ile Lahor yolunun tam ortasındadır-
Fîruz Şah Tığlık devrinde padişahın adamları, Lâhor'dan Dehli'ye hazîne götürüyorlardı. Onlann içinde pâk tabiatlı bir zât da vardı. Bu ormandan geçerken bu zât'ın içine burada değerli bir veliyyullah'ın zuhur ede­ceği doğdu. Bu zât meseleyi Pâdişah'ın «Pîr» ine, mürşi­dine anlattı. Esasen Pâdişâh kendisi de kâmil ve arif bir zât idi. Pîr hazretleri bunu önemli bularak meseleyi Pâdişah'a iletti ve burada bir şehir yapmasını sağladı ve Pâdişâh, veziri Hoca Fethullah'ın emrine iki bin kişi ve­rerek, şehrin kurulması için gönderdi. Şehrin ilk temel taşı hicrî kamerî 760 senesinde Hazret-i İmam Refi'u'd-dîn rahmetüllahi aleyh ve Hazret-i Şah Bû Alî Kalen­derin mübarek elleriyle kondu. Şehrin çevresi 12 mil'e ulaştı. Şehinşah (İmparator) Evreng - Zîb zama­nında Sinkh'ler fırsat bularak şehre saldırıp yağma etti­ler. Tepenin üzerindeki kaleyi de ele geçirip kendilerine bir barınak haline getirdiler. Bu gün de burası Sinkh'le-rin elinde olup her sene muayyen zamanlarda merasim için burada toplanırlar.
Bir ara Müceddid-i Elf-i Sânî, şehir dışında güney­doğu tarafında yüksekçe bir tepeye çıktılar ve öğle na­mazını orada kıldılar. Bir müddet murakabe ile meşgul olduktan sonra halka hitaben buyurdular:
— Murakabede iken bana, bu tepede enbiya (pey­gamberler) aleyhimüsselâm'm kabirleri bulunduğu bil­dirildi. Beni görmeğe geldiler. Sayıları kırk kadar idi. Zamanlarında kavimleri, bu peygamberlerin sözlerini dinlememiş, kendilerine uymamış ve onlar da kendi yer yurtlarını bırakıp buraya gelmişler ve burada vefat et­mişlerdir.
Şimdiki demir yolu istasyonunu İngilizler yapmışlar­dır. Mübarek türbeden iki buçuk mil mesafededir. Pazar yeri istasyona yakındır. Serhind günümüzde küçük bir kasaba olup, hububat pazarıdır. Pakistan'dan ve Hin­distan'dan gelen ziyaretçüer, istasyondan türbeye at arabaları ile giderler.
Hind Pakistan bölünmesinden önce mübarek türbe çok ihtişamlıydı. Gece gündüz feyz akardı ve her tarafdan on binlerce Allah kulları gelip feyizden nasiblerini alırlardı. Bölünme sırasında çıkan kargaşalıkta, binlerce müslüman dergâha sığınmışlardı. Düşmanlar kaç kere saldırmağa kalktılarsa da dergâhın harîmine adım at­mak için cesaret gösteremediler. İmam Rabbânî'nin ete­ğine sarılmış olanlar, emniyet içinde barındılar. Barı­nanlar için yiyecek içecekten hiç bir sıkıntı da baş gös­termedi. Bölümden önce, ârus-i mübarek (vefatları se­neyi devriyesinde yapılan merasim) sırasında bütün İs­lâm ülkelerinden on binlerce ziyaretçi gelirdi. Cümle ka­pısından çok uzaklara kadar, yol adamla dolup taşardı. Sanki büyük bir şehirmiş gibi bir hayli insan toplanırdı. Dergâh-i Şerif de iğne atılsa yere düşmezdi. Bölümden sonra ise, Pakistan'dan gelen ziyaretçilerin sayısı artık iki yüz, iki yüz elliden fazla olmuyor. Hindistan'ın muh­telif yerlerinden gelenlerin de sayısı pek fazla değildir. Zamanımız insanlarının değişmesi... Ne diyebiliriz? Şim di camilerinde hatm-i şerif de tam olarak yapılamıyor. Hâlen Cenâb Makbul Ahmed hazretleri dergâhın işlerini üzerlerine almışlardır. Ârûs-i şerif gününde, fukaraya muntazam bir şekilde yemekler dağıtılıyor. Bu zât, ah­lâkı güzel, işleri maharetle yürüten bir kimsedir. Hak Teâlâ zât-i ârifânelerine ve mahdumlarına bu kapının ziyaretçilerine hizmet yolunda daha fazla muvaffakiyet ihsan eylesin.
Faziletli zât İmam Rabbânî'nin ismi şerifleri Ahmed'dir. Lâkabları: Bedru'ddîn, künyeleri, Ebu'l-Berekât, mansıbları Kayyûm-i zaman Mücedid-i Elf-i Sânî, mezhepleri ise Hanefî'dir. Tarîkatleri, Müceddidiyye olup, bundan başka Kaadiriyye, Sühreverdiyye,   Nakşi­bendiyye, Çeştiyye, Nizâmiyye ve Sâbiriyye'den de nasîb almışlardır.
Zât-i faziletleri, Emîru'l Mü'minîn Seyyidina Ömeru'l Fârûk Radiyallâhü Teâlâ anh'ın 27 nci göbekten to­runudur. Zâtı faziletlerinin ulu babasının mübarek is­mi: Şeyh Abdüi - Ahad'dır. Dedesinin ismi ise Şeyh Zeynü'l Abidîn'dir.
Şeyh Abdü'l - Ahad, kardeşlerinin en büyüğü ve za­manının tanınmış ve ileri gelen âlimlerinden idi. Ulûm-i zahirî ve bâtınîyi bir araya toplamış bulunuyordu. Hin­distan'ın ileri gelen meşâyihi (şeyhler) arasında adı sa­yılır kimse olup, pek tanınmış ve şöhret sahibi bir zât idi. Bu zâtın pîri ve mürşidi, Hazret-i Şeyh Abdü'l - Kuddûs Gengûhî idi. (Rahmetullahi aleyhim.) Bir gün Şey­hi Abdü'l - Ahad hazretlerine müjdeleyip «senin alnında bir Hak Veli'sinin nuru parlamaktadır. Çok geçmeden dünyaya gelecektir. Hak Teâlâ'nın kudreti sana husûsî bir vazife vermiştir. Ben o zamana kadar hayatta kala­cak olursam, bunu ilâhî rahmet vesilesi bileceğim» diye buyurdu. Fakat çok geçmeden Şeyh hazretleri vefat etti. Bunun üzerine Şeyh Abdü'l - Ahad da, zamanının kutbu (üeri gelen mutasavvıf) bulunan Şeyh Rüknü'ddîn rah­metullahi aleyh'e intisab etti. Bu Şeyhin feyzi ile de za­hirî ve bâtinî ilimlerde kemâl derecesine erdi.
İmam Rabbânî Rahmetullahi Aleyh kendi mektup­larında şöyle buyururlar:
— Ulu babamın huzuruna bir hayli kimseler gelir­lerdi. Bir ara bâzıları, babamı Mekke'yi Mükerreme'de bazıları le Bağdat'ta gördüklerini söylerlerdi. Fakat ulu babam kabul etmeyerek:
— Tevazu ile ben hiç evden çıkmadım, derlerdi.
Bir kere ev halkı gördüler ki, zât-ı faziletlerinin vü­cûdunun her uzvu evin içinde bir birinden ayrılmış şu­raya buraya serpilmiştir. Halk bunu duyunca Şeyh'in evine koşuştular fakat Şeyh hazretlerini, zikr-i İlâhî ile meşgul buldular.
Hazret-i Şeyh Abdü'l - Ahad rahmetullahi aleyh, Çeştiyye tarikatından başka Kaadiriyye tarikatına da bey'at almak icazetine mâlikdi. 27 Cemâzelâhir 1007 hic­rî kameri tarihinde Serhind'de vefat etti. O zaman ken­dileri 80 yaşındalardı.
Zâtı faziletlerinin vefatı sırasında mahdumları İmam Rabbânî (Kuddise Sirruh) mevcud idi. Vefatın­dan önce buyurmuşlardır:
— Ben muhabbeti ehli beyt ile kendimden geçmi­şim. Bu muhabbet nimetinden büyük nasib almış bulu­nuyorum. Size de aynı muhabbeti besleyip çoğaltmayı tavsiye ederim.
Yâ Rabbî, Hakkı için Fatime evlâdının
Kim, imanın sözünü bununla tamamlarsın.
Abdü'l - Ahad Rahmetullahi Aleyhin türbeleri, şim­diki dergâh'ın kuzeyinde bir buçuk millik bir mesafede bulunuyor.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî doğmadan ön­ce, ulu babaları bir gece şöyle bir rüya görmüşlerdi:
Dünyanın her tarafı karanlıklar içinde, maymunlar, ça­kallar ve domuzlar adamları parçalıyorlar, Zât-ı fazi­letlerinin mübarek göğüslerinden bir nûr fışkırıyor. Nurun içinden bir taht ortaya çıkıyor. Bu taht üzerinde büyük bir şahsiyet yaslanıp oturmuş, onun karşısında bütün zâlim, dinsiz, densiz, mülhid kimseler helak ol­maktalar. Şeyh Abdü'l - Ahad gördüğü bu rüyayı zama­nın büyüklerinden Şah Kemâl'e anlattı.
Hazret-i Şah Kemâl, zamanının ileri gelen mutasav­vıfı kutb-i kâmili idi. Rüyâ'yı tâbir ederek buyurdular:
— Yakında senin bir evlâdın olacak ve bütün bid'at-leri ortadan kaldıracaktır.
Müceddid-i El fi Sânî İmam Rabbânî'nin valideleri de asaletli iyi bir kadın idi. Namazına, orucuna çok bağ­lı, oturup kalktığı kadınlara, dinî bilgi öğretirdi. Bu ka­dından yedi erkek çocuğu doğmuştur:
1. Şeyh Şâh Muhammed, 2. Şeyh Mes'ûd, 3. İsmi bilinmiyor, 4. Şeyh Ahmed, 5. Şeyh Gulam Muhammed, 6. Şeyh Fuâd, 7. Yine ismi bilinmiyor.
İmam Rabbânî'nin annesi Bülend - Şehir vilâyeti­nin Sekenden isimli bir kasabasında oturan meşhur mu­tasavvıflardan birinin kızıdır.
İleri gelen birçok ulemâ zât-ı faziletleri hakkında kitaplar yazmışlardır. Rivayete göre Hazret-i Gavs-i A'zam Abdülkaadir Geylânî Rahmetullahi aleyh, beş yüz sene sonra yüksek makam sahibi ulu bir zât dünyaya gelecek ve bu zât İslâm Dîni için büyük hizmetler îfâ ederek onu kuvvetlendirecek. Şirk ve bid'at ortadan kal­kacaktır. Onun çocukları da Dîn-i Muhammedi'nin bay­raktarı olacaklardır, demiştir.
Hazret-i Şeyh Ahmed Câmî Rahmetullahi aleyh de şöyle buyurmuşlardır:
— Dört yüz sene sonra benim adaşım olan büyük bir zât dünyaya gelecek ve herkesden üstün ve üstün fa­zilete sâhib olacaktır.
Molla Câmî Rahmetullahi aleyh de bu hususu kita­bında kaydetmiştir.
Hazret-i Şeyh Selim Çeştî Rahmetullahi aleyh ve Hazret- Şeyh Abdullah Sühreverdi, Hindistan'ın ileri gelen evliyasından idiler. Bunlar Hak huzuruna tevec­cüh edip, keşiflerinde ilerde bir imam'ın zuhur edeceği­ni, onun nûru'nun kıyamete kadar kalacağını müşahe­de etmişlerdir.
İmam Rabbânî (Kuddise sirruh) nin Valideyi mükerremleri buyurmuştur:
— Oğlum Ahmed'in doğumu sırasında, bana bay­gınlık geldi. Baygınlık içinde Peygamber Sallallâhü aleyhi ve sellem'in ümmetinin bütün evliyayı kirâmını, evime toplamışlar gördüm. Allahu Teâlâ oğlum Ahmed'i câmî'i kemalât olarak yetiştirecek kendi hass rahmetine mazhar kılacaktır diyen bir hatifi ses duydum.
Bunun için onu ziyaret etmek bağışlanmağa vesi­ledir.
Müceddid-i El fi Sânî'nin muhterem pederleri bu­yurmuşlardır:
— Onun doğduğu gün gördüm ki, Peygamber Sallal­lâhü aleyhi ve sellem, bütün enbiyâyı kiram aleyhimüsselâm ve melekler hep birlikte teşrif ettiler. Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem, benim evlâdımı uğurladı ve mübarek olsun diyerek kulakanna ezan ve kamet oku­yup:
— Bütün kemâlâtıma vâris olup, benim yerime ge­çecektir. Benim ümmetimin dînini ve âhiretini yönete­cektir, buyurdular.
Yine muhterem pederi ilâve ederek:
— Oğlum Ahmed'in doğum günü, sayısız melekler,
Enbiyâ'yi izam ve evliyayı kirâm'ın ruhları hep Serhind üzerine inmişlerdi.
İmam Rabbânî Ahmed Serhindî'nin doğumları, hic­rî 14 Şevval-i şerif 971 Cuma günü vuku buldu.
İmam Rabbânî Resûlüllah Sallallâhü aleyhi ve sellem'in sünneti üzere sünnetli olarak doğmuşlardı. Zât-i faziletleri hiç de diğer çocuklara benzemezlerdi. Ağlayıp feryâd etmezdi. Hep neşeli ve şen idi. Valideyi muhteremeleri iş güçle meşgul olurken süt emzirme zamanı geçse yine de sesini çıkarmaz beklerdi. Kendilerinin görünüş ve şemaili çok sevimli idi. Gören herkes ona karşı irade­siz muhabbet beslerdi. Asla çıplak dolaşmazlar, zaruret karşısında bile bir şey bulup vücutlarını kapatırlardı.
Bir ara İmam Rabbânî çok zayıflamışlardı. O sıra Hazret-i Şah Kemâl, Serhind'e teşrif ettiler. Zayıflama­sına üzülen babası, çocuğu yanına alarak Şeyh Şah Ke­mâl'e gittiler. Çocuk hakkında duâ etmesini ve Hak Teâlâ'dan şifa dilemesini istediler. Hazret-i Şah Kemâl, ço­cuğu görünce hürmet için ayağa kalktı ve buyurdu:
— Çocuğa hürmet göstermek için ayağa kalkdım. Zîrâ bu çocuk, ümmetin bütün evliyasından daha üstün fazîlet'in sahibidir. Sonra bir müddet mübarek dilini ço­cuğun dudağına dayadılar ve buyurdular: Biz, Kaadiriye silsilesinin hayr ü bereketini bu çocuğa verdik. Haz­ret-i Şah Kemâl, kendisinde emanet bulunan Hazret-i Şeyh Abdü'lkaadir Geylânî'nin hırkasını, kendi torunu Şah İskender'e verip buyurdu: Bunu Müceddid-i Elf-i Sânî'ye vereceksin.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî yedi yaşında iken Hazret-i Şah Kemâl vefat ettiler.
Ulu babası, kendisine namazı öğretti. Zât-ı fazilet­leri çocukluktanberi, namaza, nafile namazlara ve bil­hassa teheccüd namazına çok bağlı idi. Namazı çok se­ver, şevk ve zevk ile edâ eylerlerdi. Nafile namaz ve dînî vazifelerle o kadar meşgul olurlardı ki, dünyayı ve dünyadakileri tamamen unuturlardı.
Ramazan-i Mübarekte, bu faziletli zâtın hâli bam­başka olurdu. Teravih namazlarından başka diğer dînî vazifelere de son derece îtinâ gösterirlerdi. Çocukluk ça­ğında dahi bir an için olsun Hak Teâlâ'nın zikrinden ga­fil değillerdi.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, medreseye girdikten sonra kısa bir zamanda Kur'ân-i Kerîm'i hıfzederek bi­tirdi. Sonra diğer geçerli ilimleri de babasından öğrendi. Daha sonra Siyalkut'a teşrif buyurup orada Mevlâna Kemâl Kişmîrî, Mevlâna Şeyh Huarizmi Kübravî'nin halifesi Mevlâna Ya'kûb Kişmîrî'den ilim tahsil edip ica­zet aldı. Daha delikanlılık çağına girmeden bütün zahi­rî ve bâtınî ilimleri ikmâl edip icazet almıştı.
O sıralarda Hindistan'ın hükümet merkezi EKBER-ÂBÂD idi. Bir hayli tanınmış âlimler orada toplanmış­lardı. Zât-ı Faziletleri oraya gidip, âlimler ile görüştüler. Âlimler, zât-ı faziletlerinin zekâsı karşısında hayretler içinde kaldılar ve birçokları Zât-ı faziletlerinin ders halkasına iştirak etmeye başladılar.
Pâdişâh Ekber'in vezirleri, Ebü'l-Fadl ve Feyzî, her ikisi de çok bilgili ve fazilet sahibi kimselerdi. Zât-ı fazi­letlerinin şöhretini duyup huzuruna geldiler. Hâlis ni­yet ve muhabbetle ona sarıldılar. Bir müddet sonra Ebü'l-Fadl ile bâzı hususlarda aralarında ihtüâf çıkma­sı üzerine Ebü'l-Fadl'e karşı gücendiler. Hak Teâlâ’nın takdiri bu, tam o sırada Şehzade Selim, Ebü'l-Fadl'i katlettirdi.
Thaniser'de Şeyh Sultan isminde bir şeyh vardı. Hem şeyh idi, hem de aşağı yukarı o mıntakanm hüküm­darı. Aynı zamanda Pâdişâhın musâhiblerinden de sa­yılırdı. Çok iyi, sâlih bir şahsiyetti. Bir ara bu zât rüya­sında Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'i ziyaret etti. Efendimiz kendisine kızını Şeyh Ahmed ile evlen­dirmesini emr buyurdular.
Şeyh hayretler içinde kaldı. «Yâ Rabbî acaba Şeyh Ahmed kimdir?» diyerek tereddüd içinde iken, Efendi­miz bir daha güründüler. Bu defa, Sallallâhü Aleyhi ve Sellem efendimiz Şeyh Ahmed hakkında malûmat da verdiler. Hak Teâlâ’nın tecellîsi îcâbı, o günlerde Müceddid- Elf-i Sânî, Thaniser'den geçiyorlardı. Şeyh Sultan kendilerini gördü, bir hayli tereddüd geçirdi, fakat cesa­ret edip de bir şey diyemedi. Üçüncü defa yine Peygam­ber Sallallâhü aleyhi ve sellemi gördü ve Efendimiz Şeyh Ahmed işte o gördüğün zâttır diye işaret buyurdular. Ni­hayet Şeyh, cesaret bularak, fazileti yüce Şeyh Ahmed'e (İmam Rabbânî) bu mesele hakkında haber ulaştırdı. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî:
— Ben bu hususta hiç bir şey diyemem, muhterem babama başvurulsun ve kendisiyle görüşülsün.
Babası Şeyh Abdü'l-Ahad, Şeyh Sultan'm bu tekli­fini kabul buyurdular. Şeyh Sultan da kızma külliyetli mikdarda cehiz, bir hayli de servet ilâve ederek verdiler.
Evlendikten bir kaç sene sonra İmam Rabbânî çok ağır bir hastalığa yakalandılar. Hemen hemen hayatla­rından ümid kesilmişti. Bunun üzerine sadakatli ve saâ­detli hanımı, abdest alıp, iki rek'at namaz kılarak, son derece acz ü inkisar ile Hak Teâlâ’nın bârıgâh-i izzet ve celâline el açıp duâ ederek şifa diledi. Duâ ederken, uy­kuya daldı ve uyku içinde kendisine şu müjde ulaştı:
— Ey hâtûn üzülme! Bu zâttan daha binlerce önem­li işler beklenmektedir.
Nitekim çok geçmeden de zât-i faziletleri şifa bul­dular.
Evlendikten sonra da Şeyh Ahmed-i Serhindi her gün babalarının huzuruna çıkarlar ve fadl ü kemâl el­de eder, bâtınî kemâlâtda derece alırlardı. Vefatı yak­laştığı sırada babası, bütün çocuklarını topladılar. Dede­leri ve babalarından kalan Sühreverdiyye hilâfeti hırka­sını, Şeyh Abd'ul-Kuddûs Genhuh'î'den elde etmiş ol­dukları Çeştiyye hilâfeti hırkasını ve Hazret-i Şeyh Ke­mâl Kithel'den elde etmiş bulundukları Kaadiriyye hır­kasını oğlu Müceddid-i Elf-i Sânî'ye verdiler. Bütün bu yollarda kendisini halîfe tâyin kıldılar. Bu itibarla Mü­ceddid-i Elf-i Sânî, Kaadiryye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Nakşıbendiyye tarîkatlerinin hepsinden de feyz almış bulunuyordu ve silsilelerin hepsine de bey'at almak, mürid edinmek yetkisi vardı, akat Peygamber-i Zîşân sal­lallâhü aleyhi ve sellem'in emirlerine tam bir bağlılıkları bulunduğundan, müridleri hangi tarîkate mensup olur­larsa olsunlar onları, bâzı tarikatler içine girmiş, şerîate uymayan bid'at ve hurafe cinsinden; raks, (oyun) şarkı, gibi şeylerden men ederdi.




İmam Rabbânî'nn muhterem babaları, Nakşıbendiyye tarikatının faziletlerini zamanının birçok ileri ge­len büyüklerinden duymuşlar, öğrenmişler ve bu husus­ta bir hayli de kitap okumuşlardı. Fakat bir türlü Nak­şibendî meşâyıhı ile görüşebilmek fırsatı mukadder ol­mamıştı. Bütün silsilelerin bittiği yerde Nakşibendî sil­silesinin başladığını da biliyor, bu itibarla Nakşibendî tarikatına çok ilgi ve muhabbet besliyordu. Çünkü Nak­şibendîlikte diğer bâzı tarîkatlerde olduğu gibi çile dol­durmak, yüksek sesle bağırarak zikretmek, semâ etmek, mezarların üzerine çadır örtmek, şeyhin huzurunda hür­met secdesine kapanmak, ayak öpmek, kadm mürîdelerin çarşafsız ve örtüsüz oturmalarına izin vermek ve em­sali gibi şeriat ve âdaba uymayan işler yoktur. Bu tarîkatte merasim ve riyazet az olmasına rağmen feyz ve bereket çoktur. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem'in ahlâk, şemail ve kemâlâtını elde etmeye çok önem veri­lir. Nakşibendiyye tarikatının silsilesi Ebû Bekir Radiyallahü Teâlâ anh'dan başlar. Tarîkatin kurucusu olan Hazret-i Bahâü'd-Dîn Nakşıbend el-Buharîye kadar ge­lir ve ismini ondan alır. Ve nihayet Müceddid-i Elf-i Sâ­nî ile yeniden sulanarak yenilenir.
Müceddid-i Elf-i Sânî, vaktiyle ileri gelen bir zâttan, Hazret-i Bahâüddin Nakşıbend el-Buhârî'nin:
«Hindistan'da Peygamberi Zîşân'm bir halîfesi, na­ibi zuhur edecektir. Bu öyle bir zât olacaktır ki, Eshâb-ı Kiram radiyallahü Teâlâ anhüm yanında ve evliyayı izam rahmetullahi aleyhim arasında güzîde, seçilmiş bir mevkii olacaktır. Bütün ileri gelen zevat kendisine ilgi göstereceklerdir. Bu yüksek dereceli şanlı Veliyyullah'ın bizim silsilemize mensup bulunmasını isteriz» diye bu­yurduğunu işitmiştir.
O zaman, Nakşıbendiyye silsilesinin büyük şahsiye­ti Hazret-i Hoca Emekengî rahmetullahi aleyh hayatta idi. Kabil şehrinde ikamet buyuruyorlardı. Tarîkati yay­mak ve halkı uyarmak için Hazret-i Hoca Bâkıy Billah'ı, Hindistan'a göndermişdi. Hoca Bâkıy Billah, Hindistan'a gelmeden önce bir gece şöyle bir rüya gördü:
— Büyük bir ağacın dallarının birine bir papağan konmuştur. Kendisi bu papağanın kendisinin olması ve eline konması isteğini içinden geçiriyor. O sırada papa­ğan kalkıp gelip Hoca'nın eline konuyor. Bunun üzerine Hoca Bâkıy Billâh rüyayı hayırlı bir başlangıç kabul ediyor ve rüyasını bazı ileri gelen zevata anlatıyor. On­lar da hayra yoruyorlar ve Bâkıy Billâh Hindistan'ın yo­lunu tutuyor. Serhind civarına geldiği zaman yine rü­yada kendisine: «Sen Kutbu'l-aktâb'm yakınlarında bu­lunuyorsun.» diyorlar ve Hoca Bâkıy Billâh yerden se­maya kadar hep nûr'un yayılmış olduğunu gördü ve ara­dığını izleyerek Dehli'ye ulaştı.
Müceddid-i Elf-i Sânî, o günlerde Efendimz Sallal­lâhü aleyhi ve sellem'in muhabbetlerine kendisini o ka­dar kaptırmıştı ki, her an evvel ravzayi mübârek-i Nebe­vi'yi ziyaret etmek ve hacc farizasını îfâ etmek istiyor­du. Bunun için hazırlıklar görerek Dehli'ye teşrif ettiler. Dehli'ye vardıkları sırada eski dostu Mevlâna Hasan Kişmirî orada bulunuyordu. Mevlâna Kişmirî, Hazret-i Bâkıy Billâb'm bâtını fazâil ve kemâlâtmı Hazret-i Müceddid'e anlattılar. Bunun üzerine Hazret'in içinde Bâ­kıy Billâh ile görüşmek iştiyakı doğdu ve görüşmek üze­re kendisine gitti. Hoca Bâkıy Billâh hazretleri de Haz­ret-i Müceddidi görünce bunun kendisine, daha önceden haber verilmiş olan zât olduğunu anladı. Şeyh Bâkıy Bil­lâh İmam Rabbânî'ye nereye gitmek istediğini sordu. O da Beytullah'ı ziyaret ve hac etmek için gidiyorum dedi­ler. Bir kaç gün beraber bulundular ve Ahmed Fârûk Serhindi, Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh'm irâdet halkasına dâhil oldu. Hazret-i Hoca da bu müridi için «İmam Rab­bani» ismini verdi. Şeyh Ahmed isminde Serhind'den âmel sahibi faziletli bir âlim gelmiştir. Bir kaç gün fakir ile sohbette bulunmuştur. Kendisinde gördüğüm fevka­lâde ahvalden bana malûm oldu ki, bu zât bütün âleme ışık tutacak bir meş'aledir, buyurdu. Hoca Bâkıy Billâh hususi olarak (hoca yetişecek olanlann usuliyle) İmam Rabbânî'yi yetiştirmeğe başladı. Az zamanda bu büyük zât bâtınî ilimlerden büyük nasib elde eylediler. Hak Te­âlâ’nın inayet ve Hoca Hazretlerinin muhabbeti ile bü­yük makama yükseldiler. Şeyhi Bâkıy Billâh da, zât-ı faziletlerinin yüksek kabiliyet ve fadl ü mekâlini görüp böyle mânevi hususları mükemmel bir zâtı kendisine gönderdiği için Hak Teâlâ'ya sonsuz, hesapsız şükürde bulunmuştur.
Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh, her vesileyle, Ben Nakşi­bendî tarikatının taşıdığım emanetini İmam Rabbâniye verdim ve boynumdaki borçtan kurtuldum, derdi.
Yine Şeyhi Hoca Bâkıy Billâh şöyle buyururlardı: Şeyh Ahmed Serhindi öyle bir güneştir ki onun aydınlı­ğında binlerce yıldız kayb olur gider. Gök kubbesinin al­tında onun ikinci bir eşi ve benzeri yoktur. Onun gibi bu ümmet içinde ancak bir kaç dâne görülmüştür.
Bir defa da yine şeyhi, İmam Rabbânî hakkında şöy­le buyurmuşlardı:
— Biz Serhind'de çok büyük bir meş'ale yak­tık. Bu meş'alenin aydınlığı devamlı artmakta ve ge­lişmektedir. Sonra müridlerini kastederek aydınlattığı­mız bu meş'aleden yirmi lem'a daha meydana gelecektir ki onlarda sizlersiniz.
Sonra Şeyhi, yanına bir kaç yetişkin zâti de vererek İmam Rabbânî'nin Serhind'e dönmesine müsâde verdi­ler.
Şeyh Hoca Bâkıy Billâh, Nakşibendî tarikatının ileri gelen büyüklerinden kemâlât sahibi mümtaz bir şahsi­yetti.
Nakşibendî silsilesi
Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddıyk Radıyallâhü anh'dan başlar.
Hazret-i Selmân-ı Fârisî Radıyallâhü Teâlâ anh,
Hazret-i İmam Kasım ibn-i Muhammed ibn-i Ebî Bekir Radıyallâhü Teâlâ anhüm,
Hazret-i İmam Ca'fer-i Sadık Rahmetullahi aleyh,
Haz­ret-i Sultanü'l-Arifin Bayezîd Bistâmî Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i Şeyh Ebü'l-Hasen el-Harkanî Rahmetul­lahi aleyh,
Hazret-i Şeyh Ebû Alî Farimedî et-Tûsî Rah­metullahi aleyh,
Hazret-i Hoca Ebû Yûsuf el-Hemedânî Kaddesellahü sirruh,
Hazret-i Hoca Abd'ul-Haalık Guc-duvânî kuddise sirruh,
Hazret-i Hoca Arif Rivker'î kuddise sirruh,
Hazret-i Hoca Mahmud İncir Fağnevî kud­dise sirruh,
Hazret-i Hoca Alî Râmetîn Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i Hoca Muhammed Baba Semâsî kuddise sirruh,
Hazret-i Seyyid Emîr Kilâl Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i İmamu't-tarîka Hoca Bahâ'eddîn Nakşıbend kuddise sirruh,
Hazret-i Hoca Alâu'ddîn Attar kuddise sirruh,
Hazret-i Mevlâna Ya'kub Çerhî Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i Hoca Ubeydüllah Ahrar Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i Mevlâna Muhammed Zâhid kuddise sir­ruh,
Hazret-i Mevlâna Derviş Muhammed Rahmetullahi aleyh
Hazret-i Mevlâna Hoca Emkengî Rahmetullahi aleyh'den
Hazret-i Bâkıy Billâh Rahmetullahi aleyh'e ulaşır.

Hazret-i Bâkıy Billâh Rahmetullahi aleyh, Hicri 971 senesinde Kabil'de doğmuşlardır. Ulu babasının müba­rek ismi Kadr Abdü's-Selâm idi. Bu zât kendi devrinin ileri gelen âbid ve zâhidlerinden çok müttekî bir zât idi.
Şeyh Bâkıy Billâh, delikanlılık çağında çok metin, sanki büyümüş de küçülmüş gibi, büyüklere yakışır ah­lâk ve âdetlere sâhibdi. Ulûm-i zahirîyi ikmâl ettikten sonra sefer'e temayül gösterip, yer yer gezerek ulemânın huzuruna girip, sohbetlerinden leyz ve bereket elde et­mişti. Böylece Hindistan'a teşrif buyurdu. Orada da her lahza zikr-i İlâhî ile meşgul idi. Çok geceler uyumadan ormanlarda, çöllerde, kabristanlarda dolaşır, zikrullah ile vakit geçirirlerdi. Ehlüllah ile oturup kalkmak husu­sunda okadar şevki ve zevki vardı ki, cezbe hâlinde böy­le Allah'a yakîn bir kimse görse, onun arkasına takılıp giderdi. İsterse bu zât onu taşa tutsun, yine de onun pe­şini bırakmazdı.
Hazret-i Hoca Bahâü'ddin Nakşıbend Rahmetullahi aleyh manen Şeyh Bâkıy Billâh'a emir vererek, Müced­did-i Elf-i Sânî ile buluşmasını ve onu süsüeye katması­nı bildirmişler, daha sonra da Hazret-i Hoca Emkengî Rahmetullahi aleyh, bu hususu te'kîd etmişlerdi. Bunun üzerine Bâkıy Billâh Hazretleri, bir sene kadar Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'yi aradılar.
Şeyh Hazretleri, dünyadan da dünya halkından da clünya peşinde olanlardan da el etek çekmişlerdi. Meclis­lerinde bu hususlardan hiç bir şey konuşulmazdı. Giyim kuşamları ise çok basitti.
Tevekkül hususunda şöyle buyurmuşlardır:
— Tevekkül, boş oturup el el üzerine koyarak bek­lemek değildir ki, Hak Teâlâ kendisi göndersin. Belki se­bebini işlemek, aramak, araştırmak ve çalışmak gerek­tir.
Şeyh, Hoca Bâkıy Billâh'ın keşf-ü keramet sahibi olduğu bildirilir. Hasta ve ihtiyaç sahibi yüzlerce kimse, Hoca Hazretlerinin huzuruna gelir kendisinden duâ alır­lardı. Hak yolu aramakta olan kimseler ise huzura gel­diklerinde, bâtınî ilim, fazilet ve kemâlden feyzyâb olur, en büyük nasibi elde ederlerdi.
Bir ara Hoca Hazretlerine geceleyin bir kaç misafir gelmişti. Acemi bir mürîd misafirler için yiyecek içecek hazırlıyordu. Hoca Hazretleri müridin çalışmasından çok memnun olmuşlardı. Ona:
— Sen bir şey ister misin? Acemi mürîd arz etti:
—Hoca Bâkıy Billâh gibi olmak isterim.
Hoca Hazretleri müride bu işin kolay olmadığını ve vazgeçmesini üç dört kere söylediler, fakat mürîd vaz geçmedi ve isteğinde İsrar etti. Hoca Hazretleri onun kar­şısında durup nazar ettiler ve o kimse tam kendilerine benzedi. Herkes onu Hoca Bâkıy Billâh gibi gördüler. Fa­kat ondan sonra fazla yaşamadı. Bir kaç gün sonra bu fânî dünyadan ayrıldı.
Evet, Hak Teâlâ onu bu nimete lâyık görmüş ve o hâl ile kendi ulûhiyyetine çekmişti.
Hoca Hazretleri, vefat edeceğini önceden biliyordu ve sekerâtı esnasında bunu hanımına haber vermişti.
Hoca Hazretleri kırk yaşında iken 5 Cemâzilâhir 1012 senesinde vefat edip Rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Hoca Hazretlerinin mübarek türbesi Dehli şehrinde KUTB caddesinde (road) Acmiri dervaza (kapı) yanın­daki mezarlıktadır.
Şeyh Hazretlerinin türbesi en sıcak mevsimde öğle üzeri ziyaret edilirken çıplak ayakla dolaşılırsa, yerin ga­yet serin olduğu hissedilir.
Şeyh Bâkıy Billâh'ın Hoca Abdullah ve Hoca Übeydullah isimlerinde iki oğlu vardı. Onun Dört de büyük halîfesi vardı:
Hazret-i Mücedded-i Elf-i Sânî,
Şeyh Tâc,
Hoca Hüsâmeddin
ve Şeyh Allah-Dâd, Rahmetullahi aleyhim.

İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî, Rahmetullahi aleyh, mürşidi Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh'dan izin alıp, Serhind'e geri döndüler. Şeyhi kendisini ağırlamak ve uğurlamak için bizzat şehrin dışına kadar gelip onu yol­cu etti. İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh'in şöhreti bir kat daha arttı. Halk, feyzinden, bereketinden faydalan­mak için tabur tabur, bu faziletli zâtın arkasından ko­şuyorlardı. O her sınıf insan için bir feyz kaynağıydı.
Hadîs-i Şerif'de buyurulmuştur:
«Hak Teâlâ bu ümmet için her yüz yılın başında öy­le bir kimse gönderir ki, bu zât, dîni bid'at ve hurafeler­den ayıklayıp aslî safiyetine döndürerek tecdid eder.»
İlk müceddid Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem'den yüz sene sonra ortaya çıkmıştır. Efendimiz sal­lallâhü aleyhi ve sellem'den önceki peygamberler arasın­da dünyaya bin senede bir «ülü'l-azim» peygamber gel­miş ve bunlar Hak tarafından yeni yeni hükümler getir­mişlerdir. Enbiyâ-i kiram (Peygamberler) aleyhimüsselâm arasında bu ülü'l-azim peygamberler, kitap sahibi olarak gelmişler ve dîni terviç ve teşvik etmişlerdir. An­cak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz zu­hur edince, artık «Hatemü'n-Nebiyyîn» (Peygamberle­rin sonuncusu) olduklarından peygamber gelmesi son bulmuş, böylece vahy inmesi yolu da kapanmıştır. Bu­nun yerine Allahu Zü'l-Celâl bin yılda bir büyük mü­ceddid halkedip onlar vasıtasıyla halkı irşad, dîni yeni­leyip aslî hâline döndürme ve dînin tazelenip parlaması­nı temini murâd etti. İşte ikinci bin yılın yenileyicisi ola­rak İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî geldi ve insan­lar onun çalışması, daveti ile bataklıktan kurtulup İslâm ile yeniden şereflendiler.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh buyurdular:
Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem'in ümmeti içinde gelen evliyayı kirâm'dan her biri kendi makam­larını seyr etmiş, her birine de kendi mertebesine göre, teberrüken yüksek bir makam verilmiştir ve bana veril­miş olan makamatın onda birinin onda biri kimseye nasîb olmamıştır.
Ravzatü'l-Kayyûmiye'de şöyle yazar:
Müceddid-i Elf-i Sânî bir gün sabahleyin teşrif bu­yurmuşlardı. O ara Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, bütün enbiya (peygamberler) aleyhimüsselâm, yakın melekler, evliyayı kiram, ve ümmetin âlimleri ile birlikte teşrif buyurdular. Mübarek ellerinde yeryüzünde eşi emsali görülmemiş çok kıymetli ve de­ğerli bir «hil’at» (elbise) vardı. Bu «hil’at» sanki nurdan yapılmıştı, Efendimiz Sallallâhü ileyhi ve sellem, bu «hil’at» i Müceddid-i Elf-i Sânî'ye giydirdiler ve buyur­dular:
— Bu, «tecdîd-i elf-i sânî» (İkinci Bin Yılın Yenile­me) hil'ati'dir. Biz seni, kendimize nâib tâyin ettik ve bu hil'ati de sana verdik. Bundan böyle bütün dînî ve dünyevî işlerin yürütülmesini de sana havale ettik.
Tecdîd-i Elf-i Sânî (İkinci bin yılın yenileme) hil'ati'nin nüzulü (inmesi) Rabî'ül-evvel ayının onuncu cuma günü 1010'da vuku buldu.
Yine Ravzatü'l-Kayyûmiyye'de şöyle yazar:
Hazreti Müceddid-i Elf-i Sânî, Kâbe-i Mükerreme'-nin ziyareti için son derece şevk ve zevk içindelerdi. Bu iştiyak ve isteğin şiddetinden, bütün rahat ve huzurları kaçmıştı. Bir gün Huzuru İlâhîde manevî âleme daldık­larında gördüler ki, namaz kılan insanlar, melekler, cin­ler ve diğer mahlûkat (yaratıklar) hep kendi tarafına dönerek namaz kılıyor, Kâ'be-i Mükerreme'de yanlarına gelmiş bulunmaktadır. Kâ'beyi ziyaret için duydukları büyük aşk ve iştiyak sebebiyle Hak Teâlâ, bu müşahede­yi o'na lütuf buyurmuştur.
İşte bu itibarla, İmam Rabbânî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin mescidi ülkenin diğer bütün mescidlerinden imtiyazlıdır.
İmam Rabbânî, bir gün namazdan sonra duâ ile meşgul idi. Manevî âleme daldığı bir sırada bütün vücû­dunun bir mum gibi yanıp aydınlanmakta olduğunu gör­dü ve kendi vücûdunun hamurunun Peygamber-i Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem'in mübarek vücûdlarmın ha­murunun kalıntısından yuğrulmuş olduğu ilham olun­du.
Şeyh Hoca Bâkıy Billâh, Müceddid-i Elf-i Sânî'nin piri ve mürşididir. Fakat bu zât kendisi de tarikat, sü­lük ve ahlâk babında Mücedid-i Elf-i Sânî'nin ahval ve harekâtını izleyip sanki mürşîd değil de Müceddid'in bir müridi gibi davranırdı. Bir gün Müceddid-i Elf-i Sânî, Dehli'ye teşrif etmişler Şeyhi de kendilerini karşılamak için şehir kapısına kadar gelip büyük hürmetle alıp gö­türmüşlerdi. Bütün müridlere de emir verip, «Şeyh Ah­med'in dediği gibi amel etmelerini» bildirmişlerdi.
Bir gün de, İmam Rabbânî uyumakta iken Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh teşrif eylediler. Müceddid Hazretleri­nin uyumuş bulunduklarını görünce, uzun bir müddet hücrenin kapısında beklediler. Müceddid Hazretleri uya­nınca, hademeye:
—Bak bakalım dışarıda kimse var mıdır? Hademe dışarı bakınca bir zâtın orada durduğunu görüp kim ol­duğunu sordu:
—Fakir Muhammed Bâkıy cevabını aldı. Müced­did Hazretleri bunu duyunca üzerinde yatmış bulundu­ğu kerevetden fırladı ve hemen Şeyhi'nin huzuruna va­rıp defalarca özür diledi.
Bir gün de Hoca Bâkıy Billâh Hazretleri iki oğlu ile birlikte Hazret-i Müceddid'in yanma gelmişler ve ondan çocuklarına teveccühde bulunmasını istemişlerdi.
Müceddid İmam Rabbânî, şeyhinin isteği üzerine çocuklarına öyle bir teveccühde bulunmuş ki, Şeyhi Bâ­kıy Billâh kendisi bile tesiri altında kalmıştır. Sonra bu halden mahcûb olan İmam Rabbânî edeb ve hayâ içinde gaflet ile yakışıksız bir is yaptık diye şeyhinden özür di­lemiştir.
Bunun üzerine Bâkıy Billâh:
— «Allahu Teâlâ size kendi fadlı ve kereminden öyle makamlar inayet kılacak ki bu, Efendimiz sallallâ­hü aleyhi ve sellem'in ümmeti içindeki velîler arasında çok az kimseye nasîb olacaktır. O zaman beni mahrum bırakırsan sana gücenmiş olurum.»
İmam Rabbânî de, Şeyhi Bâkıy Billâh'a bunun üze­rine söz verdiler.
Şeyhi Hoca Bâkıy Billâh Rahmetullahi aleyh'in işa­reti üzerine Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh, Lâhor'u teşrif buyurdular. Lahor ulemâsı, Hazret-i Mü­ceddid'in geleceğini haber alınca büyük merasimle kar­şılamağa çıktılar ve îzâz ve ikramla alıp şehre getirdiler. İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyhin şöhreti bu taraf­larda da yaygınlaştı. Kitle, kitle halk ziyarete gelerek kendilerinin manevî feyz ve bereketinden nasîblerini alı­yorlardı.
İmam Rabbânî Lâhor'da bulundukları sırada Şeyhi Bâkıy Billâh'ın vefatı haberi geldi. Çok üzüldüler, o ka­dar ki, bir kaç gün yemek yemeyip su dahi içmediler. Sonra Şeyhinin, yanına verdiği halîfeleri yerlerine geri gönderip, kendileri Dehli'ye doğru yola çıktılar.
Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh'ın vefatı üzerine, mürîdlerinden bazıları Hazret-i Müceddid'e karşı içlerinde sak­ladıkları hased'i ortaya çıkarıp muhalefet ve kıskançlığa başladılar. Her iş ve sözünde ayıp arıyor, tenkide girişi­yorlardı. İmam Rabbânî ise bu halden son derece üzülü­yorlardı. Neticede bu kıskançlardan bâzıları temamen azıtarak yoldan saptılar. İmam Rabbânî bunlara her ne kadar nasihat etti, öğüd verdiyse de fâidesi olmadı. Bâzı­sının bey'atını geri verdikleri halde yine doğru yola gel­mediler. Şeyh Tâcu'ddîn bu gibilerin başında bulunu­yordu. Fakat Hak Teâlâ bu zât'ı hidâyet yoluna getirme­yi murâd edince bir ara İmam Rabbânî'yi rüyada gördü ve bu işlerden vaz geçerek gelip özür diledi. İmam Rab­bânî de onun özürünü kabul buyurdular.
O günlerde, Pâdişâh Celâleddin Ekber Şahin salta­natı, Hindistan'ın her tarafında en yüksek zirveye ulaş­mıştı. Bu hükümdar, Hindistan'da, Timur Oğulları (Bâburî'ler) mülkünün tahtında tam bir şevket ve celâl ile saltanat sürmekteydi. Hindistan devleti Ekber Şah dev­rinde azametinin zirvesine ulaşmıştı. Ekber Şah, idare işlerinde müslüman olmayanlara da büyük mevkiler ver­mişti. Böyle hareket etmekle herkes tarafından sevilip sayılmayı umuyordu. Haremine Hindu kadınlarını da almıştı. Bu gibi kadınların akrablarına ve yakınlarına da önemli arazî ve malikâneler veriyordu. Onun yanında İslâm âlimlerinin kıymeti gayri müslim âlimlerin kıy­metinden daha azdı.
Hattâ zaman zaman müslüman âlimlerin tebliğlerine karşı çıkıyordu. Daha sonra İs­lâm dîninin ta'lîmini (öğrettiklerini, ahkâmını) keyfin­ce değiştirip «Dîn-i İlâhî» adı altında yeni bir din uydurtup ortaya attı ve yaymaya başladı. Daha da azıtarak büyüklük taslayıp kendisine secde edilmesini emretmiş­ti. Halkı zorla secde ettiriyor, muhalefet eden ve secde etmek istemeyen kimseleri de öldürtüyordu. Bu şekilde yüzlerce kimse kılıçtan geçirilmişti. Hindu'lar için bir şahsa secde etmek bir mesele değildi. Bundan çekindik­leri de yoktu. Hattâ onlar Ekber Şah gibi bir pâdişâha secde etmeyi kendileri için izzet ve şeref sayıyorlardı. Müslümanlar için ise iş böyle değildi. Müslümanlar yal­nız «Bir, tek, şeriki, ortağı bulunmayan» Allah'a secde ederlerdi. Allah'dan gayrisi için secde etmektense ölüp şehîd olmayı tercih ederlerdi.
Dünyaya bağlı, dünya-perest kimseler de kendileri için çıkar sağlamak ve siyâsî iktidarlarını kuvvetlendir­mek için, Ekber Şah'a dalkavukluk ediyor, «evet efendi­miz, evet efendimiz» diye tasdikleyerek İslâm'da daha fazla tahrifat yapmasına fırsat veriyorlardı. Diğer tarafdan da böyle hareket ederse Hindu - Müslüman ihtilâfı­nın da ortadan kalkacağını ileri sürüyorlardı.
Ekber Şah bilgisiz, câhil bir kimse olduğundan bun­lara kapılmıştı. Sapıtmış müslumanlarla, bir kulpunu bulup işleri eline geçirmiş olan Hindu'lar Ekber Şahin kafasına girip gönlünü avlamışlardı. Bunun neticesinde de Ekber'in kafasında İslâmî esaslardan hiç bir iz kal­mamıştı. İş o raddeye varmıştı ki, ileri gelen Hindular, kızlarını da Ekber Şah'ın haremine sokacak fırsatı bu­lunca, Ekber Şah, Hindu'ların merasimlerini de yerine getirmeği zarurî telâkki eylemişti. Ekber'in bu hareketi, müşrik ve kâfirlerin iktidarını daha da kuvvetlendirdi Hiç çekinmeden, camileri Hindu ma'bedine çeviriyorlar­dı. Hindu'ların oruç günleri mukaddes günler oluyordu. Bu günlerde hiç bir müslümanın ekmek pişirmesine izin verilmezdi. Öyle ki Ramazân-ı Şerîf'de bile bu kadar dik­kat ve ihtimam gösterilmezdi. Pâdişâhın sarayında bulu­nan ulemâ ve ileri gelen zevatın elleri kolları bağlı kalmış­tı. Bu gibi zevat saltanat işlerine müdâhale edemez ol­muşlardı. Mürşid, veliyyullah, kutub gibi hitablarla hür­met gören kimseler itibar görmez olmuşlar ve işler garazkâr, maksadlı, çıkarcı kimselerin elinde kalmıştı. Ar­tık şerîate kanuna tâbi olmak ortadan kalkmıştı.
İşte böyle karanlık bir zamanda, Pâdişâhı da etrâ-fındakileri de doğru yola getirmek için Hak Teâlâ Mü­ceddid-i Elf-i Sânî'yi seçip vazifelendirdi. Müceddid Rah­metullahi aleyh, Serhind'den Ekber-Âbâd'a geldi. Ekber Şah'ın yakınlarını çağırtıp:
— «Pâdişâh, Hak Teâlâ'ya ve oun Resulüne âsî ol­muştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki; onun padişahlığı da, kudreti de, iktidarı da, askeri, ordusu da, her şeyiyle aklına bile gelmeyen öyle bir mu­sibetle dağılacak, perişan olacaktır. Tevbe etsin, Allah ve O'nun Resulünün yolunu tutsun. Aksi halde Allah'ın kahrını, gazabını beklesin.» dediler.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bu sözle­rini Pâdişâh'a ulaştırdılar. Hân-i Hânân (Bayram Han) ve Hâni A'zam (Abdürrahîm Han) ve Mürtazâ Han, Ek­ber'in sarayının mühim mevkilerdeki emirlerinden olup aynı zamanda bunlar İmam Rabbânî'nin müridi olmuş­lardı. Bu emirler vâsıtasıyle Pâdişâhı doğru yola getir­mek hususunda çok çalıştı ise de nasipsizliği devam ede­rek hidâyete erişemedi. Pâdişâh, kendi uydurduğu yeni dînin muvaffak olmasından çok memnun ve bu mem­nunluğun neşesi ve sarhoşluğu içindeydi. Pâdişâh, yeni dîninin muvaffakiyete ulaşmasını Saray'da törenler ha­zırlatıp kutlamakta iken, ileri gelen müneccimler, Pâdi­şâhı uyarıp devlet ve saltanatının helakinin yakın oldu­ğunu haber verdiler. Pâdişâh da o günlerde dehşetli bir rüya gördü. Pâdişâh bu durum karşısında korkup öyle müteessir oldu ki, eski sapıklığını kısmen düzelterek, şöyle bir ferman çıkardı:
— İsteyen müslümanlığa sarılır, isteyen Dîn-i İlâhî'ye bağlanır. Zorlamak ve mecbur tutmak yoktur. Tö­ren günü de, herkesin sevdiği, inandığı dîne uyabileceği ilân edildi. Bir tarafda uydurma Dîni İlâhi'nin çadır­ları kurulmuştu. Her taraf ihtişam içinde, çadırlar do­natılmış, yiyecekler, içecekler tepsilere konmuş, etraf mücevherlerle süslenmiş, halılarla döşenmişti. Diğer ta­raf ta hurda çadırlar kurulmuş, eski püskü pılı pırtı ile döşenmişti. Yâni denilmek isteniyordu ki, Müslümanlık dîni şu eski çaput parçaları gibi eskimiş, kıymeti kalma­mıştır. Buradaki yiyecek de bir kaç parça yavan kuru ek­mekten başka bir şey değildi.
O sırada Şehinşah Ekber Şah, emirleri, vezirleri ve saray mensupları ve diğer ileri gelenlerle tören yerine geldi. Müceddid Rahmetullahi aleyh de, çoğu fakir kim­selerden teşekkül etmiş bulunan kendi mürîdleri ile bir­likte Müslümanlık dînine ayrılan çadırlara teşrif buyur­dular. İmam Rabbânî kendi cemâatinin etrafını bir çiz­gi ile çevirdiler. Ellerine bir kesek parçası aldılar ve Ek­ber Şahin çadırına doğru attılar. Birdenbire dehşetli bir kasırga çıktı. Ekber'in saray çadırlarında bir hengâme koptu. Herkes paniğe kapıldı. Kimsenin aklından hayâ­linden böyle bir şey geçmemişti. Oradakiler içinde çokla­rının kafası, gözü yarıldı, bir kaç kişi de öldü. Yarala­nanlar içinde birçoğu da yedi gün içinde öldüler. İmam Rabbânî'nin bulundukları dâire içinde kalan müslümanlara hiç bir şey olmadı. Bu harikulade hâli gören Ekber Şah ve adamlarından sağ kalanların pek çoğu ve veziri de İmam Rabbânî'ye bey'at ettiler.
Ekber Şâh öyle bir fitne ve fesad tohumu ekmişti ki, şayet bunun önüne geçilmiş olmasaydı, bir kaç sene için­de Hindistan ülkesinde İslâm'ın izi tozu kalmayacaktı.
Fakat Allah, Celle Şanühû kendi dînini korumak ve yenilemek için o sırada İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh'i vazîfelendirmişdi. Bu büyük ve kâmil kulun feyizli çalışması ve daveti ile Ekber'in fitne ve fesadı ebediyete kadar ortadan kaldırılmış oldu. Çok geçmeden Ekber öldü, oğlu Cihangir Hindistan tah­tına çıktı. O da babasının bâtıl, boş şirk ve bid'atlerini geçerli kılmak için bir müddet çalıştı. İnsan'a secde edil­mesini yasaklamadı, Ekber'in dinsizlik icrââtı zamanın­da müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) kuvvetlenmişler­di. Camileri yıkarak yerine Hindu ma'bedi yapıyorlardı. İslâm ulemâsı bir birleriyle çekişiyor, bir birlerini haset­lenmekle ortalığı karıştırıyorlardı. Bu ortamda Sünnet-i Seniyye-i nebevî'yi ihya eylemek kolay işlerden değildi. Cihangir'in karısı «Nur Cihan» şîî mezhebindendi. Onun siyâsî işlerde de bir hayli nüfuzu vardı. Memleket idaresi, adaleti ve icrââtında Nur Cihan'm rolü büyüktü. Nur Cihan aynı zamanda çok güzeldi. Bu yüzden de Cihan­gir kendisine vurgunca âşık idi. Bu itibarla memleketin idaresinde Nur Cihanin önemi çok büyüktü. Cihangir ise:
— «Ben saltanatımı Nur Cihan'a bağışladım» diye­cek kadar kendinden geçmişti. Şarap ve kebaptan başka bir şey lâzım değildir, diyordu.
Böyle olmakla beraber şu da bir hakikatti ki, Cihan­gir'in Melikesi Nur Cihan, memleket işleri ve halkın re­fahı yolunda büyük bir gayretle çalışıyordu. Sadaka ve hayrat işlerine koşuyor, bir hayli kimsesiz fakir fukara­yı da barındırıyordu. Fevkalâde güzel ahlâkı sayesinde de halkın her tabakasının ekseriyeti tarafından sevil­mişti. Bununla beraber o da çok kere şahsî kaprislerine kapılarak, fitne ve fesadın kapısını açıyordu. Melike, mezhep itibariyle şîî idi. Cihangir'in veziri Âsaf-Câh da şîî idi. Bu itibarla vezir istediği hususları kolaylıkla Pâ­dişâha kabul ettiriyordu. Melîke'nin birçok keyfî işle­rinden zarar gören halk üzüntüdeydi. Toplanarak Mü­ceddid-i Elf-i Sânî'nin huzuruna gelip meseleyi arz etti­ler ve bu musîbetden kurtarması için Allah'a niyazda bulun, dediler. Müceddid-i Elf-i Sânî onlara:
— «Siz kendiniz musibet ve sıkıntıya sabreder ol­madıkça böyle dünya musibetlerinden kurtulmak kolay olmaz» dedi.
İmam Rabbânî, kendi halîfesi Şeyh Bedî'ud-dîn haz­retlerini pâdişâhın ordusu içine tebliğ ve nasihat için gönderdiler. Onun, davet ve teveccühü ile pâdişâhın or­dusundan çok kimseler İmam Rabbânî Rahmetullahi a-leyh'e mürîd oldular. Ordunun içindeki bu tebliğ ve na­sihatlerden Âsaf Câh haberdar olunca Pâdişâhı, Mü­ceddid-i Elf-i Sânî'nin aleyhine kışkırtmağa ve harekete geçirmeğe çalıştı. Kendi hiyle ve çıkarlarını yürütmek için Pâdişâha:
— Şimdi Padişahın yüzbinlerce süvari askeri, Mü­ceddid-i Elf-i Sânî'nin işaretini beklemektedirler, iran'­ın, Turan'ın, Bedahşan'ın, Kabil'in padişahları, Ahmed Serhindî'ye (Müceddid-i Elf-i Sânî) mürîd olmuşlar ve bunlar Hindistan saltanatına göz koymuşlardır. Hindis­tan'ı ele geçirmek için fırsat kollamaktalar. Zilli İlâhî (Hak Teâlâ'nın gölgesi = Pâdişâhlara verilen eski un­van) meseleyi küçümser ve önemini göz önünde bulun-durmazlarsa, artık selin önünü almak mümkün olamaz. Bunun için tedbir almak gerekir. İlk önce Müceddid'in halîfesi Şeyh Bedîyud-dîn'in yanma gidip gelmeği yasak­lanmalı. Böyle yapınca Müceddid kendiliğinden dize ge­lecektir. Bu yasağa uymayanlar m hapsedilecekleri de bildirilmelidir, dedi.
Pâdişâh bu sölzeri duyduktan sonra çok hiddetlen­di ve hemen ferman çıkarıp Şeyh Bedîu'ddîn'e gidip gel­menin men edilmesini emretti. Diğer tarafdan casuslar da çıkarıp İmam Rabbânî'nin halîfeleri üe kimlerin mü­nâsebette bulunduklarının haberini gece gündüz alma­ya başladı. Bu casuslar aynı zamanda İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh üzerine yalan haberler ve iftiralar çıkarıp halkın gözünden düşürmeye ve aleyhinde bulun­durmaya çalışıyorlardı. Bu meyanda:
— İmam Rabbânî Ahmed Fârûk Serhindi kendini peygamber efendimizin ashâbıyla bir sayıyor diyorlardı.
Bu sırada Şeyh Bedîu'ddîn bir hatâ işleyerek Şeyhi Müceddid, gelmemesini bildirdiği halde iznini almadan Serhind'e döndü. Bunun üzerine meydanı boş bulan Pâ­dişâhın adamları, bir yığın tezvîrat arasında şöyle bir haber de çıkarıp:
— Şeyh Bedîu'ddîn Müceddid'le beraber, pâdişâhın aleyhine isyan hazırlamaktadır. Serhind'e gidişinin se­bebi budur, diyerek bunu etrafa yaydılar.
Müceddid-i Elf-i Sânî, bir takım meşakkat ve sıkın­tılara katlanıp göğüs germedikçe bu işler halledilemez diyerek halîfe ve mürîdlerini bu hususta uyardı ve Hak yolunda musibetlere ve mahrumiyetlere göğüs germe­nin, sabretmenin önemini ve buna hazır olmalarını tav­siye ettiler.
Vezir Âsaf Câh, hile-i hud'a ile Pâdişah'ı Hazret-i Müceddid'in aleyhine hazırlamış, tam mânâsı ile dol­durmuştu. Pâdişâh, Müceddid'e karşı bulunan saray mensuplarının ileri gelenlerini topladı, bu konuda ken­dileriyle görüşüp konuştu. Onlar hep bir ağızdan: Mü-ceddid'i de onun mürîdlerini de öldürmek gerekir. Her şeyden önce kendisini huzura çağırmalı ve pâdişâh hu­zuruna kabul edilmenin âdâb ve erkânını yerine getir­mesi istenmeli. Tabîî o kabul etmeyecektir. O zaman ya­kalatıp hapsetmeli. Hapiste iken de gizlice öldürülmeli-dir, dediler. Pâdişâh da bu sözleri kabul edip uygulama­ya geçti.
Pâdişâh, Müceddid İmam Rabbânî'ye bir nâme gön­derdi ve:
— «Biz yüksek şahsınızın sarayı ziyaretine çok is­tekliyiz. Bu itibarla halîfelerinizi alarak teşrif buyurmalarınızı bekleriz.» dedi.
Bu davet üzerine İmam Rabbânî de yanma ileri ge­len mürîdlerinden beş kişi alıp hükümet merkezine doğ­ru yola çıktılar. Vezir yine hiyle ve desiseyle, görüşmeyi Pâdişâhın çok kızgın ve sinirli bir zamanına tesadüf ettir­meyi başarmıştı. İmam Rabbânî Saray'ı teşrif buyurdu­lar. Pâdişah'la karşılaştığı zaman ona selâm dahî ver­medi. Vezir sevinç içindeydi. Pâdişah'ın, hemen öldürül­mesine emir vermesini bekliyordu. Çünkü Pâdişah'ın huzurunda âdâb ve erkânı yerine getirmeyen kimsenin cezası bundan başka bir şey değildi. Vezir Pâdişah'a ha­tırlatmak için şöyle dedi:
— Efendimiz, işte bu, kendisini bütün enbiyâdan efdal sayan kimsedir. Fakat Pâdişâh önem vermedi.
İmam Rabbânî'ye düşmanlık besleyenler Cihangir'i, aleyhine doldurmağa giriştiler. Siyâsî meseleler ileri sür­düler. Çeşitli hiyle ve düzene başvurdular. Cihangir, bu siyasî meseleleri dînî meselelerden çok önemli sayardı. Yalan dolan ve iftira tesir etmişti.
İmam Rabbânî'ye Pâdişâh:
— Bana secde edeceksin, dedi.
İmam Rabbânî bu söze içerleyerek isteksizce şöyle cevap verdiler:
— Ben Allah'dan başka kimseye secde etmem. Pâdişâh ikinci defa tekrarladı ve :
— Seni secde etmekten muaf tuttuk, başını eğecek­sin, ben verdiğim hükmü geri almaktan utanırım, dedi. Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh de bu habere şöyle cevap verdiler:
— Canını kurtarmak için gerekirse secde edilebilir, mahzuru yoktur. Fakat doğrusu şu ki, Allah'dan başka kimse için secde edilmemelidir.
O zaman Guvalyar kalesinde hükümete karşı gelmiş bulunan bir hayli gayr-ı müslim de mahpus bulunmak­taydı. Büyük Müceddid İslâm davetiyle bunların hepsi­ni de İslâm nimetine kavuşturdular. Böylece de Guval­yar hapishanesinde Zât-ı faziletlerinin feyzinden hisse almayan kimse kalmadı. İşte musibet yeri olan hapisha­ne, İmam Rabbânî'nin mübarek ayaklarını basma bere­keti ve feyziyle Cennete, güllük gülistanlığa döndü. Du­rum şöyle olmuştu..Hapishanede bulunan bütün şerliler, mücrimler, kötü kimseler, cânî, kaatil mahpuslar hepsi Allah yolunu tutmuş, Allah için secde eden kimseler ol­muşlardı. Büyük Müceddid orada da hidâyet meş'alesini yakmış ve her tarafı aydınlığa kavuşturmuştu. İslâm'ın nimetini elde etmiş olan bu hapishanenin bir benzeri ih­timal başka yoktur ve hiç bir yerde de orası kadar İslâm ta'lîmi yayılmış değildir. Hak Teâlâ orada Zât-ı Fazilet­lerinin feyz ve bereketiyle İslâm'ın yayılmasını sağladı.
Hindistan'ın emirlerinden ve hükümdarlarından birçoğu o meyanda Hân-i Hânân (Bayram Han), Hân-i A'zam (Abdürrahîm Han) Seyyid Haydar Han, İslâm Han, Mehabet Han, Murtaza Han, Kasım Han, İskender Lodhî, Hayat Han ve diğerleri İmam Rabbânî'ye muhab­bet besleyen ve kendisine bey'at etmiş olan kimselerdi. Bunlar hapsedilme haberini alınca tedirgin oldular. Hep­si de Pâdişâhın aleyhine ayaklandılar. Hazırlıklara giriş­tiler. Kendi aralarında adamlar gönderip görüştüler, ko­nuştular ve Kabil hükümdarı Mehabet Hani kendilerine
Başını da eğmeyince Pâdişâh musâhiblerine, zorla başını eğmeleri için emir verdi. Bunlar geldiler nekadar uğraştılar ise başını eğdirmek şöyle dursun yanma bile yaklaşamadılar.
Bu defa Pâdişâh ferman verip, kapının üzerini in­dirtti ki, çıkabilmek için başını eğsin. Fakat bu da ba­şarıya ulaşmadı. Zira bu büyük zât bacaklarını kırarak kapıdan geçmiş ve yine başını eğmemişti.
Bunun üzerine Pâdişâh Zât-ı Faziletlerinin bu tavır ve hareketini kendine karşı kibirlenme saydı ve çok kız­dı, İmam Rabbânî ile beraberindekileri Guvalyar kalesi­ne hapsettirdi. Muhafızlara kesin emirler verip, yanları­na kimsenin girip çıkmasına, kimse ile görüşmesine mü­sâade etmemelerini bildirdi. Bununla da kalmadı. Ha­pis sıkıntısına, hapis musibetine uğratmakla da yetin­medi, Zât-ı Faziletlerinin evini ve yurdunu yağma etme­leri için de emir verdi. Fakat İmam Rabbânî bütün bu sıkıntılara göğüs germişler, sabırla sineye çekiyorlardı. Kimse hakkında bed duâ etmiyorlardı. Hattâ ahlâk-ı nebevî'nin icâbı hayırlı duada bulunuyorlardı.
Buyurdular:
— Mahpusluk bizim velayet makamında yükselme­mizi sağlar.
Şehzade Hürem (Şâh-i Cihan) İmam Rabbânî için kalbinde büyük bir sevgi ve hürmet beslerdi. Hazret-i Müceddid'in durumunu haber alınca, kendi mutemedi vâsıtasiyle haber gönderip hürmet için secde etmenin mahzurlu olup olmadığını anlamak istemişti.  Hazret-i başkan seçtiler. Gizlice de Kabil'e ordular gönderdiler, Kabü'in ve Peşâver'in Pethanieri de Mehabet Han'ın bayrağı altına toplandılar. Pâdişâh hâdiseyi haber alınca büyük bir korkuya kapıldı. Nihayet koca bir ordu hazır­layıp Kabil'e gönderdi. O sırada Hindistan'ın bütün emirleri ve küçük hükümdarları ayaklanmış, hepsi de Mehabet Han tarafını tercih etmişlerdi. İki ordu Cehlum nehri sahilinde karşılaştı. Büyük bir savaş başladı. Pâ­dişahın orduları kendilerini toparlayamadılar. Nihayet Mehabet Han'ın adamları Padişahı yakalayıp esir et­tiler.
O sırada İmam Rabbânî de haber gönderip:
— Ben saltanat heveslisi kimse değilim, kan dökül­mesinden de asla hoşlanmam. Benim şu hapiste kalmak sıkıntısına katlanmam, her halde bir maksada dayalıdır. Bu maksad yerini bulunca kendi kendine bu musibet üzerimden kalkar. Savaşı bırakın, Pâdişâha karşı eskisi gibi itaat yolunu tutun. Ben de inşallah yakın bir za­manda bu sıkıntıdan kurtulurum.
Cihangir ile Âsaf Câh'm yakalanmaları haberi Nur Cihan Begüm'e ulaşınca o da, Padişaha yardım etmek için yola çıktı, fakat kendisi de adamları da yakalandı­lar. Mehabet Han, Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin emri gereğince Cihangir'in yanına gidip:
— Müceddid-i Elf-i Sânî'nin emrine uyarak seni ser­best bırakıyorum. Tekrar Padişahlık tahtına oturabi­lirsin.
Mehabet Han, kendisi de secde etmek hâriç saray âdabını ve erkânım yerine getirdi.
Müceddid-i Elf-i Sânî, bir sene kadar Cihangir'in hapishanesinde vakit geçirmek zorunda kaldı. Pâdişâh tarafından serbest bırakılması için emir verilmiş idiyse de, Âsaf Câh ile Nur Cihan Begüm bunu geciktirdiler ve bu şekilde bir sene kadar geçti.
Bir ara Cihangir'in kızı, Peygamber Sallallâhü aley­hi ve sellemi rüyada gördü. Rüyasında Resûlüllah Sal­lallâhü aleyhi ve sellem gayri memnun bir çehreyle ken­disine:
— İmam Rabbânî'nin serbest bırakılması neden bu kadar gecikiyor? buyurdular. Kızcağız sabahleyin bu rü­yasını babasına anlattı. Cihangir de bunun üzerine çok pişman oldu ve serbest bırakıldığını bildiren nâmesinde aynı zamanda yaptığı hatâlardan da özür beyan edi­yordu.


Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî nâmeye cevap verip bir kaç şart ileri sürdüler:
1.           Şimdiye kadar, ne kadar cami yıkılmış yahut da  «modor» (Hindu rjaâbedi) yapılmış ise, eski hâline çev­rilecektir. Aynı zamanda «Derbâr-ı Âmm» (Sarayın umûmî dîvanında) bir cami yapılacaktır.
2.           Pâdişâh herkesin önünde inek kesecek ve inek kesmek işi yaygın hâle gelecektir.
3.           Dâvalarda ve adlî meselelerde şer'î hükümler uy­gulanacak, şer'î hükümleri icra etmek için kadılar tâyin edilecektir.
4.           Gayri müslimlerden «cizye» alınacaktır.
5.           Bâtıl ve kötü erkân ve merasim terk edilecektir.
6.           Bütün mahpuslar serbest bırakılacaktır.
Pâdişâh, bütün şartları kabul edip îzâz ve ikram ile büyük Müceddidi serbest bıraktı.
İkinci bin yılın yenileyicisi, İmam Rabbânî vasıta-siyle ve Allah'ın verdiği hidâyet meş'alesiyle İslâm dîni Hindistan ülkesinde tekrar parlamaya başladı. Karanlık bulutlar çekildi. İslâm'ın nuru her tarafı aydınlattı. Şe­hirlerde, hattâ kasaba ve köylerde, camiler ve medreseler kuruldu. Her gün yüzlerce kişi Müceddid-i Elf-i Sânî'nin huzurlarına geliyor onun feyz halekasma katılıyorlardı. Ordu efradından yüzlercesi de gelip bey'at ettüer. Vezir Âsaf Câh da yaptıklarından pişman ve mahcûb oldu. Pâ­dişâh da tevbe etti ve Zât-ı Fezîletlerinden affetmesini istedi. İmam Rabânî, bunların hepsinin hatalarını ba­ğışladı ve Allah'ın yüce dergâhına el açıp hepsi için ha­yır duada bulundular.
Fitne ve fesadcılar rahat durmuyorlardı. Hep fitne tohumları ekip geliştirmek yolunda çalışıyorlardı. Niha­yet Şehzade Hürrem (Şah Cihan) i, Pâdişah'a karşı ayaklandırdılar. Şah Cihan, babasına karşı savaş açtı. Pâdişâh çok üzgün idi. Müceddid-i Elf-i Sânî'den zafer için duâ etmesi ricasında bulundu. Müceddid de kendi­sine haber gönderip :
— Ben dünyada sağ kaldıkça Hindistan ülkesinin saltanatı senin elinde bulunacaktır. Şehzadenin orduları sayı itibariyle çok iseler de onlar her saldırıda başarısız­lığa uğrayacaklardır, dedi.
Filhakika, Şehzade kaç kere ordularını hazırladı ve saldırıya geçti ise, her defasında bozguna uğradı. Bu kerre İmam Rabbânî'den rica edip:
— Bütün büyükler, ileri gelen şeyhler bana duâ et­tiler, benim tarafımı iltizam ettüer, yalnız sen bana yardım etmiyorsun, hâlbuki ben işin başlangıcından be­ri senin kulun, kölendim, dedi.
İmam Rabbânî buyurdular:
— Ben ne zamana kadar yaşarsam Hindistan ülke­sinin saltanatı babanın elinde bulunacaktır. Ben öldük­ten sonra ise bu ülkenin tacı da tahtı da senin olacaktır. Va'd-i İlâhî böyle tahakkuk etmiştir, diye haber gönder­diler ve teberrük olsun diye de kendi mübarek sarıkları­nı Şehzadeye hediye olarak yolladılar. Nitekim İmam Rabbânî'nin kerameti aynen zuhur etti. Cihangir'den sonra Şah Cihan saltanat tahtına çıkıp, memleketin Pâ­dişâhı oldu.
Vefatından evvel bir seyahati esnasında Cihangir, Serhind'den geçmişti. Bu münâsebetle İmam Rabbânî, Pâdişâh Cihangir'i davet etiler. Pâdişâh geldi ve tekke lerde her zaman yenen alelade yemeklerden yedi. Pâdi­şâh yemekten sonra:
«Ben ömrümde bu kadar lezzetli yemek yemedim»   itirafında bulundu.
Bundan sonra Pâdişâh, genellikle tekkelerde yenen yemeklerden yemeğe başladı. Cihangir'e başka bir hal olmuştu. Bir lâhza bile Mücedidden uzak kalmak istemi­yordu. Bu kalbi yakınlığın neticesi Pâdişâhla birlikte se­ferlerde bulundular. Birçok yerlere gittiler. Cüceddîd'in bu yakınlaşmadan maksadı Cihangir'in, bir müslüman pâdişâh olmak vasfiyle, üzerine düşen vazife ve mes'ûli-yetleri idrâk edip yüklenmesi idi.
Cihangir ömrünün sonuna doğru kendi akide ve düşüncesini şöyle anlattı:
— Ben, bana kurtuluş ümîdi verecek bir işin sahibi değilim. Benim kurtuluş ümidim ve dayanağım, İmam
Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin: «Allâhu Zü'l Celâl bize Cenneti lütfederse sensiz girmeyeceğim.» sözüdür. İşte ben huzûr-i İlâhiye onunla varacağım. Dayanağım bu sözdür. Kurtuluşumu da bu sözden ümîd ediyorum.
Bu zât Ekber'in meşhur atalığı (hocası) Bayram Han'ın oğludur. Nakşibendî tarîkatine bey'ati vardı. İmam Rabbânî «Mektûbât»ında bu zâttan çok bahseder. Bu zâtın asıl ismi Abdu'rrahîm Han idi. Cân ü gönülden Takva ve ilim ehline hizmette bulunurdu. Arapça, Fars­ça, Türkçe ve Hind dillerini çok iyi büiyordu. Bir ara Pâdişâh kendisine karşı çok gücenmişti. O kadar ki diğer emirler, Pâdişâhın onu öldürteceğini zannetmişlerdi. Han hazretleri, İmam Rabbânî'ye başvurup, kendilerin­den duâ rica etti. Saray'a vardığı zaman Pâdişâh, bekle­nenin aksine kendisne karşı iltifat edip hil'at ve in'âm ü ihsanda bulundu. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bu zâte yazdığı bir mektubu buraya alıyoruz:
«Zenginler için tevâzû güzel şeydir. Fakirler için ise, istiğna ve ihtiyaçsız olma ve öyle gö­rünme daha güzeldir. Nitekim ilâç veren hasta­lığın zıddı olan ilâcı verir. Mektubunuzdan is­tiğna (ihtiyaçsızlık) sezilmektedir. Bu yol tevâ­zû yoludur. Fakir fukaraya çokça hizmette bu­lunduğunuz da malûmdur. Bununla beraber âdâb ve erkânı da göz önüne almak zarurîdir ki, mükâfat elde edilebilsin. Ümmetin takva sahibi olanlarının hayli sıkıntıları vardır. Onlar kibir­lilerin karşısında kibir gösterir, ihtiyaçlarını belli etmezler.» (Mektubat cilt I, mektup 68)
Bu zât'uı ismi Mirza Aziz'dir. Ekber'in sütkardeşi idi. Pâdişah'ın İslama uymayan işlerine çok kızıyordu. Bu itibarla Pâdişah'la ilişiğini kesmiş gibi idi. Kendi eyâletinde bulunmaktaydı. Ekber öldükten sonra, bir mektup aldı. Bu mektupta Ekber'in ahvâli ve davranış­ları yazılmıştı. Bu mektup Cihangir'in kulağına ulaştı. O kadar kızmıştı ki, bu hususta «Tüzük-i Cihangiri» de şöyle yazar:
— «Bu mektubu görüp de duyduğum zaman, vücu­dumun tüyleri diken diken oldu.»
Cihangir, Mirza Aziz'e emir verip, mektubu kendi­sine okumasını bildirdi. Cihangir, Mirza Aziz'in bu mek­tubun açığa vurulmasından korkacağını zannediyordu. Fakat Mirza Aziz hiç korkup çekinmeden tam bir cesa­retle mektubu okudular.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî ona da mektuplar ya­zıp iltifatlarda bulunmuştur.
Ekber devrinde Müftî'yi A'lâ (En büyük müftilik) makamında bulunuyordu. O devirde bir hayli yakışık al­mayan hâdiseler vuku buldu. Bununla beraber Cihangir bu zâtı yine kendi makamında bıraktı. Kendisine secde etmekten muaf tuttukları arasında bu zât da vardı. İmam Rabbânî mektuplarında bu zâtten de bahsederler.
Bu zâtın asü adı Hüseyin Kulu Bey'dir. Bayram Han'ın yeğeni ve Ekber devrinin ileri gelen ordu büyük­lerinden olup, «Penc-hezâri» (Beş bin kişilik kıt'anın ko­mutanı) rütbesine sâhibdi. Cihangir zamanmda da sal­tanat vedevlet erkânının ileri gelenlerinden idi. Bu zât de yine Hazret-i İmam Rabbânî'nin eteğine sarılmış olanlardandır. Zât-ı Faziletleri, «mektûbâtında» bu zât için de mufassal bir mektup yazmışlardır.
Ekber devrinin en iyi serdârı (general) ve Cihangir devrinin de «Tis hezâri» (Otuz bin kişilik kıt'anın komu­tanı idi. Beş bin kişilik bir süvari kıt'asmın komutasını da elinde tutardı. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin «an­ma kardeşi» idi. Lahor mıntıkasının da «savbe-dâr»ı (valisi) idi. İmam Rabbânî bu zât'a da şeriatın icrası hu­susunda bir mektup yazmışlar, bu mektupta şöyle bu­yurmuşlardır:
— «Güzel idarenizden dolayı Zât-ı âlîlerine teşek­kür ederim. Lahor gibi büyük bir şehirde vücûdunuzun bereketinden ahkâm-ı şeriat revaç bulmuştur. Din kuv­vetlenmiş ve «Millet-i Beydâ» (Müslüman Milleti) güçlü duruma gelmişlerdir. Bu şehir, «Fakir» in düşüncesine göre Hindistan'ın diğer şehirlerine örnek ve «Baş» ola­cak mahiyettedir. Bu şehrin hayr ü bereket eseri diğer şehirlere de ulaşacaktır. Bu şehirde din meş'alesi aydın­lanmış olunca, diğer şehirler de bu meş'alenin aydınlı­ğından faydalanacaklardır.
Böylece din-i İslâm'ın nuru her yere yayılacaktır. Hak Teâlâ zât-ı alîlerine yardım eylesin.»
İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh'in saydığımız kimselerden başka ileri gelen bir hayli diğer emirler, ser­darlar (kumandanlar), valiler, Hanlar (küçük hüküm­darlar) dan da mürîdleri ve yakınları vardı. Bunlar ara­sında şu önemli kimseleri sayabiliriz: Şeyh Ferid, Me­habet Han, İslâm Han, İskender Han, Hekim Fethullah Han, Şeyh Abdülvehhab, Seyyid Mahmud Ahter, Seyyid
Ahmed Hızır Han Lodhi ve bu arada bilhassa Cebbârî Han'ı zikretmeliyiz.
Bir ara, Padişah ansızın hastalandı ve İmam Rabbânî'den «şifâ» isteğinde bulundu. Bunun üzerine İmam Rabbânî sarayda abdest almak için su istediler. Hade­meler altın ibrikle gümüş leğen getirdüer. Bunu gören İmam Rabbânî:
— «Altın ve gümüşten kab - kaçak kullanmak ha­ramdır.» buyurdular.
Pâdişâhın hanımı Begüm Nur Cihan, perde arka­sında oturmuş olanı biteni dinliyordu. Anlayışlı bir ka­dın idi. Hemen billur (kristal) ibrik, leğen gönderdi. Bu­nunla abdest aldılar, iki rekât namaz kıldılar ve Pâdi­şah'a:
— Ben duâ ederken sen de ağlayacaksın.
Fakat Pâdişah'ın ağlaması tutmuyordu. Bunun üzerine:
— Başını aç.
Pâdişâh başını açtı. Müceddid de duâ ettiler. Pâdi­şâh iyileşti ve kendilerine mürîd oldu.
Kısa görüşlü ve bilgisiz yazarlardan bazıları kitap­larında Müceddid-i Elf-i Sânî, Ekber devri «ilhad» (din­sizlik ve densizlikleri) ini ortadan kaldıramamış temiz­leyememiştir, diyorlar. Yine:
«O zâtın bu işde hiç bir tesiri ve hizmeti de olma­mıştır. O'na balğı bulunanlar o zâtın vefatından sonra şerh-i hallerini yazarken bu hususu uydurup ileri sür­müşlerdir» demektedirler.
Ne kadar hatalı ve boş bir iddia. Biz tarihi tarafsız olarak mütâlea etiğimiz ve tetkik eylediğimizde, hakikat kendiliğinden aydınlanıp ortaya çıkıyor. Ekber «ilhâd» inin temizlenmesi ve kökünün kazınması ancak İmam Rabbânî'nin zuhuru ile mümkün olmuştur. Kendisinden önce birçok ileri gelen kimseler, bu hususu önceden bil­dirmiş, haber vermişlerdir. İmam Rabbânî'den önce dev­let erkânının ahvâli acaba nasıldı? İslâm'ın kolu kana­dı kırılmış değil miydi? Ekber'in dinsizlik ve densizliğin­den sonra Cihangir'in ahvâli de malum. Durmadan şa­rap içmesi, küp dibinde yatması, yarım okka kebab edil­miş et ve bir kaç kadeh şarap aşkına, saltanatı Nur Ci­han Begüm'e bağışlaması, Hindistan'da İslâm'ın ne du­ruma geldiğini göstermez mi?
Kimse açıktan açığa İs­lâm şerîatince yürüyüp gitmeğe cesaret edemez olmuş­tu. İşte ancak Müceddid-i Elf-i Sânî'nin vücûdunun be­reketi ile İslâm bu ülkede yeniden canlandı, yeniden her tarafı aydınlattı. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, Padi­şaha secde etmenin haram olduğunu ortaya koydu. Zât-ı faziletleri İslâm yolunda cihâda girişti. Hak yolda olduk­larından Hak Teâlâ da kendilerine yardım etti. O'nun vasıtası ile Müslümanlar, sahih ve doğru olarak İslâm ta'lîmini (öğrettiklerini) öğrendiler. Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh'in bütün yaşayışı hattâ yaşa­yışının bir lâhzası bile Kur'ân-i Kerîm ve Sünnet-i Seniyye-i Nebevî'den ayrı geçmiş değildir. Bid'at selinin önüne geçmiş, Hindistan'da İslâmın şânmı yüceltmiştir. Akaid'in bozulmuş taraflarını tashih eylemiş, doğrult­muştur. Kitâbullah ve Sünnet-i Resûlüllah'a, bağlı ya­şayanları çoğaltmıştır. Her tarafda İslâm kanunlarına hürmet edilmesini sağlamıştır. Bunların kâffesi de Haz­ret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin sayesinde olmuştur. O büyük zât Cihangir gibi hükümdarı dahî yola getirmiş­tir. Cihangir ki, daha önce zât-ı faziletlerinin en büyük düşmanı idi. Fakat onun feyzinin bereketiyle doğru yo­lu buldu. Öyle bir durUMa geldi ki, O'ndan uzaklaşa-maz oldu. Bir dakika uzak kalmak Cihangir gibi hüküm­dar için büyük bir üzüntü oluyordu. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin İslama hizmet ve İslâmı yenileyip aslî hâ­line döndürmek Hususunda bir hayli çalışmaları vardır. Bu hakikati ancak bir fâsık, bir fâcir, yalanlamağa kal­kabilir.
Müceddid-i Elf-i Sânî buyuruyorlar:
— Her kim Risâlet Penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem'e salât ve selâm getirirse, bu kimsenin ecr alacağını, mükâfata kavuşacağını bildirmişlerdir. Yine Ondan:
— Her kim Risâlet Penâh Sallallâhü aleyhi ve sel­lem için na't-i şerîf okur, O'nu medh eden kasideler, ga­zeller söylerse biz o kimseyi de kendimize mensup kıla­rız.
Bir gün bir kimse İmam Rabbânî'nin hâmilik ve kayyumluğunu kabul etmeyerek yüz yüze şöyle dedi:
— «Hazret-i Abdülkaadir Geylânî Rahmetullahi aleyh şimdi dirilip gelir ve senin müceddidlik ve kayyumluğuna ikrar verirse biz de sana inanırız.
Hazret-i Müceddid, kutup yıldızına işaret ettiler ve yıldız ayrılıp iki parça oldu. Arasında Hazret-i Şeyh Ab­dülkaadir Geylânî Rahmetullahi aleyh göründü, yüksek sesle seslendiler:
— Müceddid-i Elf-i Sânî'nin dediklerini kabul ede­rim. Çünkü din ve dünya hususunda kemâlât sahibidir. Bu, evliyâyi ümmet arasında en faziletli zevattan biri­dir. Her kim onu inkâr eder, muhalefette bulunursa di* yolundan sapmış olur.
Bu sözü söyledikten sonra, Hazret-i Şeyh Abdülkaa­dir yine yıldızın ardında kayboldu.
Bunun üzerine Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh şu beşareti verdiler:
— «Onun silsilesine mensup kimseler, kıyamete ka­dar devam edecek, bu silsileye mensup olanların günah­larına da şefaat edilecektir.» Sonra devamla:
— «Biz sizin için, yahut da sizin vâsıtanızla bize bağlı olanlara da şefaatte yine vesile oluruz.» buyurup ilâve ettiler: «Bunu bildirmek için emir aldım.»
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî zamanında İslâm çok kuvvetlenip ilerledi ve parladı. İmam Rabbânî'nin halîfeleri çok uzak ülkelere kadar ulaştılar. Afganistan, Türkistan, Arabistan, Şam (Suriye), Rûm (Anadolu), Turan (Yukarı Türkistan), Bedahşan (Kuzey Afganis­tan) ve Horasan'a kadar vardılar. İmam Rabbânî'nin da'vetini ve tebliğini halka ilettiler, yaydılar. Böylece Müceddidlik ve kayyumluk ıtrinin kokusu her tarafa ya­yıldı. Her taraftan büyük küçük, ileri gelen gelmeyen, zengin fakir, âlim ve câhil her çeşit insanlar, İmam Rabbânî'nin huzuruna gelip feyz alıyorlardı. Yolunu şa­şırmış yüz binlerce kimse hidâyet'e ulaşıp İslâm'la şe­reflendiler.
Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Serhindî'nin hamuru Risâlet penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin hamurunun artığındandır. Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem, Müceddid Rahmetullahi aleyh'i «Rahmet ha­zînesi» diye anmışlardır. Bu itibarla, Âleme Rahmet olan Risâlet Penâh efendimizden ona bir hisse ulaşmıştır. Bu­na göre, Kıyamete kadar «kutb» ve «ebdal» bu silsileye mensûb olanlar arasından gelecektir.
Âhir zamanın   «Mehdî-i Mev'ûd»u da yine İmamRabbânî'nin halîfelerinden olacaktır, denmiştir. Bu yo­la bağlı bulunanlar Hak Teâlâ'ya da bağlı bulunan kul­lardır.
Bu faziletli zât Allah Kelâmını göğüslerinde muha­faza ederlerdi. Doğrudan doğruya Hak Teâlâ ile İlham yoluyla mükâlemede bulunurdu.
İmam Rabbânî'ye ilm-i ledünnîden büyük nasib ve­rilmişti.
Kur'ân'ın «hurûf-u mukattaa»sının esrarı öğretil­mişti.
Müceddid Rahmetullahi aleyh, sahâbîlik makamına yaklaşmış ve Resûl-i Ekrem Sallallâhü aleyhi ve sellem'-in Sünnet-i Seniyyesine tâbi olmakla O'na yakîn elde et­mek saadetine ermişti.
Kendileri hac için yola çıkmadan mâ'nen Kâ'be'nin ziyareti nasîb olmuş ve dergâhlarında Zemzem kuyusu gibi su kaynamıştır.
Hânegâhları (tekkeleri) manevî cennet mesâbesindeydi.
Yüksek silsileleri, kendilerinden sonraki diğer silsi­lelerin hepsine feyz ulaştırmıştır.
O, şeriat ile tarîkat'm câmii'dir. (İkisini bir arada bulunduran) Velayet makamına ulaşmış, nübüvvet ke-mâlâtmdan da nasîb elde etmişlerdir.
Ümmet-i, Resûlüllah Sallallâhü aleyhi ve sellem'in evliyasının en ileri gelenlerinden ve faziletlilerindendir.
O'nu Hak Teâlâ müceddid-i Elf-i Sânî (İkinci bin yılın yenileyicisi) olarak ortaya çıkarmış,  vazîfelendirmiştir.
Zât-ı Faziletleri «Kayyûm-i Âlem» lakabına mazhar olmuşlardır. Peygamber Efendimizden bugüne kadar bu lakab hiç kimseye verilmemiştir.
Kendilerine Hazret-i İbrahim aleyhisselâm'm hil’ati ihsan edilmiştir.
Allahu Zü'l Celâl bu kuluna bir çok makamlar ih­san buyurmuştur. Meselâ: Müceddid-i Elf-i Sânî olmak, kayyum olmak, mahbûb olmak, asîl olmak, yüksek ahlâk sahibi olmak, halîfe olmak, imam olmak, kutb olmak ve seçilmiş olmak.
Hazret-i Ali Kerremallâhü veçhen: «Ben size bilgi öğretmek için geldim.» buyurmuşlardır.
İmam Rabbânî de İslâmî ta'lîmi öğretmek için geldi.
Hak sevgililerinin halleri'nin doğruluğu kendileri­nin amelî yaşayışları, tuttukları ve gösterdikleri yol ile belli olur. Bu zevatın keşif ve kerametleri mânevi kemâ-lât şeklinde görünür. Bunları da zikr eylemek bizim için hayır ve bereket sebebidir. İçinde bulunduğumuz zama­nın karanlık günlerinde Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'­nin yolu müslümanlar için parlak, hak bir yoldur. Ma­nevî derdlerin devası, gönlümüzün şifâsıdır. Bize göster­miş buluduğu yolu dosdoğru tutup gidersek, muhakkak maksada ulaşmaya muvaffak olacağız.
Şimdi birazda Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyhin değerli telifâtından ve öğrettiklerinden bâzıla­rını seçerek kaydedelim:
«Düşmanın tahakkümü altına girmiş bulunan kim­selerin, Hak'ka itaat yoluna gelmesi çok zordur.»
«Yalnız başına oturma, inzivaya çekilme, boş işlerin başka bir adıdır.»
«Dünya musibetleri, sıkıntı ve üzüntüler, yara gibi acı yapsa da hakikatte Hak'ka doğru ilerlemeye, yakın­laşmaya sebeptir.»
«Günahdan sonra pişmanlık ve nedamet, tevbenin bir dalıdır.»
«Hak Teâlâ’nın düşmanlarına yakınlık etmek, Hak Teâlâ'ya karşı düşmanlık etmektir.»
Gönül göze tabidir. Göz eğilince artık gönülü koru­mak kolay değildir. Gönül de bozulunca artık şehvete ve cinsî isteklere dizgin vurmak ve nefsi korumak imkânı yoktur.»
«Her hangi bir kadının mahremi olmayan bir erkek­le tatlı tatlı konuşması haram işlere dâhildir. Kadınla­rın ince ve vücûda yapışan elbise giyinmeleri de, çıplak gezmek hükmündedir.»
«Küfürden sonra en büyük günah, birisinin kalbini kırmaktır. Kalbi kırılan kimse ister mümin, isterse kâfir olsun.»
«İslâm, fakir kimselerle ortaya çıkıp gelişmiştir. Yi­ne fakirlerle devam edip gidecektir.»
«Zenginlikten daha fazla îmânı bozabilecek hiç bir şey yoktur.»
«Bizim konuşma tarzımız, sezilmeyen şöhret gibidir. Çünkü şöhret açığa çıkarsa zararlı olur.»
«Zayıf kimse üzerine çullanmak korkaklık alâmeti­dir. Akran ile atışmak ahlâk bozukluğudur. Kendinden daha üstünle atışmağa kalkmak ise hayâsızlıktır.»
«Her kimin karısı, evi, işini görecek adamı ve bir de bineceği varsa pâdişâh demektir.»
«Allah Teâlâ'yı Allah olarak bilmek, şirkden kur­tulmak demektir. Peygamberi de peygamber olarak bilmek, başka bir kimsenin yolunu tutmamak demektir.»
«Âhiretin işini bugün tamamlayın. Dünyanın işini ise yarına bırakın.»
«Mütevazı ve yumuşak tabiatlı kimse için cehennem haramdır. Her kim için yumuşaklık ihsan kılınmış ise, o kimseye dünya da, âhiret de ihsan kılınmıştır.»
«Hak Teâlâ'ya, emrine teslim olmakla yaklaşılabilir, düşünmekle hayâl ile değil.»
«Dünyaya âit istekler zarurî ihtiyaçlardan değildir.»
«Allahü Teâlâ bize çok yakın ve bizim hemen yanı­mızda olduğuna îmânımız vardır. Fakat bu yakınlık ve yanı başımızda olmasını kavramak bizim anlayışımızın imkânı haricindedir.»
«Ehli kerem, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacına tercih eden kimsedir.»
«EN İYİ VE EN MÜKEMMEL NASİHAT: «PEYGAMBER SAL­LALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM'E İTAAT EDİNİZ» SÖZÜDÜR.»
«Ehlü'llah'dan keramet aramağı bırakınız. Esasen onların varlığı bir keramettir.»
«Hiç bir câhil, velî olmamıştır, olamayacaktır da.»
Ey benim can kardeşlerim bilesiniz ki; Muayyen müddette gelecek olan ölümden evvel ölmeğe Ehlüllah «fena fillâh» tâbir ederler. Hak Teâlâ'ya ulaşmanın mu­hal olduğu isbat edilememiştir. Velayet dereceleri, bir bi­rinin üstündedir. Nitekim, her peygamberin kendisine hâs bir velayet derecesi vardır. Bu derece, bütün velayet derecelerinin üstünde bütün velayet derecelerinden yük­sek bir derecedir. İşte biliniz ki, bizim Peygamberimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem'in derecesi bunların kâffesinin üstündedir.
Şimdi hakikate kavuşmak servetini elde etmek is­terseniz ve yüksek derece ve makama erişmek dilerseniz, Risâlet penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem efendimize itâ­at etmelisiniz. Onun yolunu izlemeli, bunu kendinize ge­rekli ve zarurî bilmelisiniz.
Şeyh-i Kâmil'in hizmetinde bulunmak, onun sohbet dâiresinde vakit geçirmek kırmızı kükürt ve kimyadır. Onun bakışı deva, onun sözleri şifâdır. Hak Teâlâ, bizi de sizi de Hazret-i Muhammed Mustafâ Sallallâhü aleyhi ve sellem'in şerîatinin doğru yolunda sabit kılsın. Nite­kim gayemiz, maksadımız da hep budur. Saadetimizin, kurtulşumuzun sebebi ve âmili de budur.
Kalbinde Allah sevgisinden, Allah muhabbetinden başka hiç bir sevgi ve muhabbet beslemeyen kimse ne mübarek kimsedir. Bu kimse, bundan başka hiç bir şey aramaz, hiç bir şey istemez. Öyle ise, böyle bir kimse, kendisini hep Allah'a vermiştir, isterse zahirde halk ile meşgul olsun.
v Hak Teâlâ bizi de, Seyyidü'l Beşer (insanlığın efen­disi) hürmetine sizi de, taassubdan, eğri yoldan koru­sun. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtarsın. Elbette ki O, Efen­dimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem her çeşit kusurdan uzaktı.
İnsanı bârigâh-ı Ulûhiyyete yaklaştıracak olan, far­zın edâ edilmesidir. Farzlar önce gelir, nafile daha son­ra. Farz varken nafileye itibar edilmez.
Farz hakkında «Bir farz edâ eylemek bin senelik na­file edâ etmekten daha iyidir» denilmiştir. İsterse bu na­file hulûs-i niyyetle yapümış olsun, farz yapılmadıktan sonra bir mânâ ifâde etmez. Biz şunu demek isteriz ki, farzın edasından sonra ve evvel farz için tâyin edilmiş bulunan sünnetleri ve müstehabları da farzla beraber nazar-i itibâra alıp, bunların da dikkatle edası gereklidir. Farzları terk ederek değil.
Bir gün Emîru'l Mü'minîn Hazret-i Fârûk-ı A'zam (Hazret-i Ömer) Radiyallâhü Teâlâ anh, cemâatle sabah namazı kılıyorlardı. Namazı bitirdikten sonra bir göz gezdirdi. Kendi arkadaşlarından hiç birisini göremedi. Bunun üzerine:
— Falan kimseyi namazda göremedim?
— O zât çok kerre geceleri uyanık kalır ve ibâdetle meşgul olur. İhtimal sabaha doğru uyuya kalmıştır, de­diler.
Buyurdular:
— «Bütün gece uyusaydı da sabah namazını usûlü veçhile cemâatle kılsaydı elbette ki daha iyi olurdu.»
Farzlardan zekât'a gelince: Zekât olarak bir habbe vermek elbette ki zekât olmayarak verilen bir yığın sa­dakadan daha iyidir, derecesi de daha yüksektir. Bu bir habbe'yi de, muhtaç olan yakmlara vermek daha ef-d aldır.
Hazret-i İmam A'zam Rahmetullahi aleyh, bir ara abdestin âdâb ve erkânından birin unutup yerine getir­meyerek kıldığı kırk senelik namazlarını kazâ etmiştir.
İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh, ileri gelen bâzı kimselere:
— «Bâzı mürîdleriniz, sizin halîfelerinizin karşısın­da âdeta secde edercesine aşırı ta'zim gösterip, eşik öp­mekle bile iktifa etmiyorlar,» buyurdular ve ilâve ettiler:
«Bu işin kötülüğü, güneşden daha açıktadır.»
Bu gibi hareketlerde bulunanları, bu davranışların­dann şiddetle men ettiler ve bu gibi işlerden çekinmenin herkes için gerekli olduğunu da bildirdiler. Bilhassa, hal­ka önderlik edenler ve kendilerine halkın hürmet göster­diği kimseler daha çok sakınmalıdır.
Ulemâ (âlimler) için dünyaya bağlanmak, dünya nimetlerine, dünya işlerine rağbet göstermek, damgalı kimselerin alınlarındaki damgaya benzer. Bunlar için dünya nimetlerinden geniş bir şekilde faydalanmak mümkün olmakla beraber, bu gibilerin ilimlerinden, bil­gilerinden kendileri için bir fayda yoktur. Bunların ilim­leri, hayâli kimya taşma benzer. (Gûyâ bu taş, bakıra dokundurulursa hemen altın oluverirmiş.) Aslında bun­ların kendileri, alelade taştan farksızdırlar. Kıyâmet azabına daha fazla müstehak olan kimseler kendi ilim­leri için fayda vermeyen kimselerdir. Bir ara ariflerden birisi bakmış ki, Şeytan boş oturmuş, kimseyi aldatmak ve saptırmak için uğraşmıyor. Adam Şeytan'a bunun se­bebini sorunca Şeytan şöyle demiş:
— Görmüyor musun bir yığın koca koca âlimler, be­nim işimde bana yardımcı olmuşlardır. Benim işimi on­lar görüyorlar. Artık bu yolda bana iş kalmadı.
Bir Allah kulunun, «Vahdehü lâ Şerike Leh» (Birdir ve O'nun ortağı yoktur) den başka hiç bir maksadı, hiç bir gayesi olmaz. Böyleleri için ceza ile mükâfatın farkı yoktur. Bunlar için cezanın sıkıntısı da mükâfat gibi tatlı olur. Cennet istekleri varsa orası Hak Teâlâ’nın rı­zâ makamlarından olduğu içindir. Cehennem'den sa­kınmak istemelerinin sebebi ise, orasının Hak Teâlâ’nın gazab makamlarından olmasındandır.
Resûlüllâh'a Tabî Olmak (Uymak)
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bâtınları Nakşibendî şeyhlerinin (kaddesellahü sırrehüm) nuru ile aydınlanmış olduğundan zahirde Peygamber-i Ekrem sallallâhü ileyhi ve sellem'e itaat ve ittibâ ile süslenmiş, donanmıştı.
Ramazan ayı ayların fazîletîisidir. Bu ayda yapılan farz ve nafile ibâdetler, meselâ; namaz, oruç, sadaka ve şâire diğer aylarda yaplıan ibâdetlerin sevabından yet­miş misli fazladır. Bu ayda herhangi bir kimse oruçlu bir kimseye iftar ettirirse Hak Teâlâ onun günahlarını bağışlar ve onu cehenem azabından korur. İftar ettiren kimseye de, oruçlu kimsenin orucunun sevabı kadar ecir verir.
Risâlet Penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendi­miz, Ramazan ayında esirleri ve tutsaklan serbest bıra­kırlardı. Buna uyarak İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh de bu ayda kim ne isterse verirlerdi.
Dünya görünüşte çok tatlıdır. Her tarafı tozpembe görünür. Fakat bir de bunun öteki yüzü vardır. Haki­katte dünj'a denen bu nesne öldürücü bir zehir olup, ya­lan ve boş bağlılıktan başka bir şey değildir. Buna bağlı bulunanlar mezellete düşerler, alçalırlar ve dünyaya âşık olanlar delidirler. Dünya denen şey altın tabağa kon­muş pisliğe benzer. Yahut da şeker karıştırılmış zehire. Akıllı o kimsedir ki, bu aldatıcı ve yalancının göz boya­yan süslerine aldanmaz, ona bağlanmaz ve onun boz­gunculuğuna inanmaz.
Peygamber Efendimizin ashabı Kur'ân ve şerîat-i Muhammediyye'yi yaymak yolunda büyük fedâkârlık­lara katlanmış kimselerdir. Bu zevât-ı kiram hakkında itirazda bulunmak yahut da bu zevatı tenkid eylemek Kur'ân-ı Kerîm ve Şer'-i şerife karşı itirazda bulunmak ve bunları tenkid etmek gibidir. Meselâ Kur'ân-ı Kerimi toplayıp bugünkü şekline getiren Hazret-i Osman RadiyâlIahü Teâlâ anh'dır. Hazret-i "Hz. Osman'a ileri geri söy­lemek, Kur'ân-ı Kerîm'e ileri geri söylemek gibi olur (neûzübi'llâh)
Siz bu fânî dünyadaki bir kaç günlük ömrünüzü âhiretinizi hazırlayacak şekilde yaşamalısınız. Böyle ya­şamak ise Allah ve Resulüne itaatle mümkündür. Bu ita­at hayâtınızın her safhasında olmalıdır. Âhiret saadeti­ni elde etmek ve azabından kurtulmak ancak böyle olur. Allah'ın emirlerinden biri de zekât'tır. Toplanmış olan servetin, üremekte bulunan hayvanların ve malların ze­kâtının ödenmesi gerekir.
Ağlayamazsanız da ağlamalıların -yanında-ağlar gö­rünün ve her zâman Hak Teâlâ’nın dergâhına sığınıp dert ve sıkıntılardan kurtulmak için âh ile, aşk ile, ve samimî niyetle duâ'ediniz
Ey Oğul! Dünya imtihan ve denenme yeridir. Bunun zahiri, süslenmiş kadına benzer. O kadın ki, hakikatte yaşlı ve çirkindir. Lâkin allanıp pullanır, güzel elbiseler giyinir, kaşını gözünü, yüzünü boyar da ilk bakışta gü­zel görünür. Fakat hakikatte içi pislik, sinekler ve bö­ceklerle dolu, dışına güzel koku sürülmüş hayvan leşi gibidir. Görünüşü parlak pis su gibi, uzaktan su gibi gö­rünen seraba benzer. Zehirle karışmış bir şekerdir bu dünya.
(Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuyu hadislerde ümmetine bildirmiştir. Bu hikmete binaen dünya yönetiminde “dulkadının çocukları”nın ne kadar etkin olabileceğini anlamaktayız.[1])
Dünyanın zahirine aldanan herkes, her zaman za­rar görmekte ve hüsrana uğramaktadır. Her zaman da sonu pişmanlıktır.
Meselâ: Müneccimlik, felsefe gibi âhiret için fâidesiz bilgiler öğrenen bir kimse âhiret saadeti yolunda bunlardan bir şey beklerse aldanmış olur.
Çalışma zamanı da, ibâdet zamanı da gençlik çağı­dır. İşini bilen kimse, bu zamanı boşuna geçirmez ve bun­dan istifâde eder. Fırsatı ganimet bilmek gerek, olur ki yaşlılık devresine erişmek hiç mümkün olmaz. Olsa bile yaşlılıkta güç, kuvvet kalmaz.
Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuşlar­dır: Her kimin, bir kardeşinin üzerinde malı yahut da her hangi bir şekilde bir hakkı bulunur da onu bağışlar­sa elbette iyilik etmiş olur. Hele bu kimse parası pulu ol­mayan muhtaç birisi ise. Bu itibarla hak sahibinin iyi­likleri, hakkı afv edenin iyliklerine sebeb olur.
Zengin kimselerin iyiliklerinin ikincisi ise Allah yo­lunda göstereceği tevazûudur. Servetiyle övünen zengi­ne yazıklar olsun. Yine zenginliği ile beraber mûtevâzî olmayı bilmeyen zengine de yazıklar olsun. Allahu Teâ­lâ bu gibileri bu hastalıktan kurtarsın.
Dünya yaşayışı pek kısadır. Âhiretin azabı ise hem ağır ve hem de uzun ve dâimidir. Dünyadaki bir kaç gün­lük hayâtı ganimet bilip âhirete hazırlanmak gerekir. Hak Teâlâ'nın emrettiği iyi işlere sarılmalı, bu meyanda O'nun kullarına çokça iyilikte bulunmalıdır.
Yaşayanların Ölülere Hediyeleri
Resûlüllah Sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuş­lardır:
— «Ölü, kabir içinde suda boğulup feryâd eden kimseye benzer. Evlâdından, babasından, annesinden, kardeşinden, yakınlarından duâ bekler. Duâ kendisine ulaşınca, sanki dünya ve dünyadakiler kendisine veril­miş gibi olur. Şüphesiz, Hak Teâlâ yeryüzünde yaşa­makta olanların dualarını kabirlerdekilere ulaştırır. Dağlar kadar da rahmetini yağdırır. İşte yaşayanların ölülere en büyük hediyeleri duâ ederek onlara rahmet ve mağfiret talebinde bulunmalarıdır.
Hak Teâlâ'ya ulaşmak için ariflerin (Tasavvuf bü­yükleri) yolu, yolların en kısası, en yakınıdır. Diğer ule­mânın sonu, onların işlerinin başıdır. Bu itibarla onlara yakın olmak diğerlerininkinden daha önemlidir. Bu, on­ların sünnete sarılmaları ve bid'atlerden sakınmaları ile elde ettikleri, «Yakînû derecelerindendir. Ne yazık ki, bin bir çeşit bid'at, bid'at olduğu da bilinmeden birçok tarîkatlerin içine de girmiştir. Bunlar üstelik bid'at değil sünnet olarak tanınmaktadır. Meselâ «teheccüd» nama­zını cemâatle kılmak, gibi. Hâlbuki o'nu cemâatle kıl­mak mekruhtur!
Allah Teâlâ’nın kendi kuluna genç iken tevbe et­mek nimetini vermesi ne büyük saadettir. Denebilir ki, bu nimet bütün nimetler içinde bir derya, diğer nimet­ler ise bir damla mesabesindedir. Çünkü bu nimetle Hak Teâlâ’nın rızâsı elde edilmiş olur ki bu, bütün dünyevî ve uhrevî nimetlerin başında gelir.
Allahü Teâlâ’nın sevgili kullarının yanma giderken, boş olarak gitmeli ki, dolu olarak dönülsün. Muhtaç ola­rak varılmalı ki, Himmetlerinin taşmasına ihsanda bu­lunsunlar.
Ölenlerin, yaşayanların dualarına ihtiyaçları çok fazladır. Sabrın eteğine sarılıp onlar için duâ ve istiğfar ile Cenâb-ı Hak'dan yardım dilemelidir. Hadîs-i Şerîf'de de:
«Şüphesiz Hak Teâlâ yeryüzünde yaşayanların dua­larını kabirdekilere ulaştırır ve dağlar kadar da rahme­tini yağdırır.» Buyurulmuştur.
Nakş-ı Bendiyye tarîkatinin hususiyetlerinin en ö-nemlis sünnet-i seniyyeye sıkı sıkı sarılmak ve bid'atler-den uzak kalıp çok sakınmaktır. İşte bu sebebledir ki, bu tarikatın ileri gelenleri «cehren» (yüksek sesle) zik­retmekten çekinirler. Zikri kalben ederler. Risâlet penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem'in, Hulefâyi Râşidîn Radiyallahü Teâlâ anhüm hazerâtinin zamanında olmayan raks, sema, vecd ve bunların benzerlerinden sakınır ve sakındırırlar. Hattâ bu tarîkatte «çile» doldurmak, « halvet» de kalmak dahî yoktur.
Mü'minlerin, her zaman Hak Teâlâ karşısında, âciz, muhtaç ve hiç bir kudrete sahip olmadıklarını bilmele­ri gereklidir. Her zaman, sıdk ve aşk ile Hak Teâlâ'ya yalvarmaları icâb eder. Kulluk vazifelerini yerine getir­meleri gerekir. Şer'i şerifin tâyin etmiş bulunduğu ölçü­leri aşmamalı ve dâima Risâlet Penâh Sallallâhü aleylıi ve sellem'in gösterdikleri yolda yürümeli ve Ona tabî ol­malıdırlar. İyi işleri iyi niyetle yapmalı, içleri ve dışları aynı olmalıdır. Kendi kusurlarını, kabahatlerini, nok­sanlarını ve ayıplarını bilmeleri zarurîdir. Günahların çok güçlü olduğunu bilmeli, bunları yenmeğe hazır bu­lunmalıdırlar. Hak Teâlâ’nın «Allâmül-guyûb (gizlilik­leri bilen) olduğunu asla unutmamalı ve onun kahrın­dan, gazabından korkarak, onun afv-ü keremine sığınıp kendilerinin yaptıkları, küçük - büyük hiç bir iyi amel­leri olmadığını bilip düşünmelidirler. Kötü amelleri kü­çük de olsa gözlerinde büyütmeli ve dâima sakınır ol­makla Hakka teveccüh etmelidirler.
Rüyâ'nın itimâda değer birşey olmadığını bilmek ve ona îtibar etmemek lâzımdır. Meselâ; bir kimse rü­yada kendisinin pâdişâh yahut da zamanın «kutb»u ol­duğunu görse bunun hakikat ile hiç bir ilgisi yoktur. İtimada şayan ve itibar edilecek şeyler uyanık ayık iken karşılaşan şeylerdir.
Şurası da gereklidir ki akideler ehl-i sünnet vel-ce-mâât ulemâsının belirttikleri şekilde doğru, dürüst ve sahih olmalıdır. Nitekim âhirette kurtuluşa ermek de buna bağlıdır. Her bid'atci ve yolunu şaşırmış bulunan fâsid akîdeli kimse de, kendi fâsid fikirlerini kitab ve sünnete uygun göstermek ister. Bu gibilere asla îtibar edilmemelidir. Amellerde tenbellik ve gevşeklik olursa, bundan kurtulmak için tevbeden başka çıkar yol yoktur. Ceza görülecek olsa bile, yine âhirette felah ümidi var­dır. Bunun için doğru ve sahih inançlı olmak gerekir.
Mes'ud kimse odur ki, dünyaya bağlanmaz, dünya­ya karşı soğuk davranır. Dünya sevgisi bütün günahla­rın köküdür. Dünyaya yüz çevirmek bütün ibâdetlerden efdal'dir. Dünyâ da, dünyaya sarılmış olan da ta'rîz (azarlama) nın damgası ile damgalanmıştır. Hâdis-i şerif'de, dünya ve dünyada bulunan her şey de hakîr görül­müştür. Sâdece Hak Teâlâ'nın zikri hâriç...
Yağlı, ballı lokmalara aldanmamak, süslü, püslü kıymetli elbiselere meyledip değer vermemek lâzımdır. Bunların neticesi, dünyada da âhirette de hasret ve ne­dametten, pişmanlıktan başka bir şey değildir. Çoluk ço­cuğu ve aile efradını razı etmek, onların refah ve rahat­larını artırmak için, kendini musibetlere atmak, vebal yüklenmek, âhiretin azabını hak etmek akıllıca bir iş değildir.
Yeni ortaya çıkan bâzı tarikat şeyhi geçinenler farz ve sünnetleri eda etmek yerine -bu işleri ihmâl ederek-çile doldurup, riyazet çekmek yolunu tutuyorlar. Bu çile ve riyazetinde farz edâ etmekten daha üstün olduğunu ileri sürüyorlar. Cumâ'yı ve cemaatı terk edip, yine çile çekmek yolunu tutuyorlar. Bilinmelidir ki bir farzı ce­mâatle edâ eylemek onların çektikleri çileden bin kat daha iyidir. Bu itibarla şerîatin göstermiş olduğu şekil­de âdâb ve erkâna riâyet edip farzları yerine getirmek ve bu hususa önemle dikkat etmek ve bağlı bulunmak zarureti vardır.
Biliniz ki her yüz senenin sonunda bir müceddid (yenileyici) zuhur eder. Fakat yüz senelerin «müceddid» inden başka bir de bin senenin müceddidi vardır. İşte yüz ile binin arasında ne kadar fark varsa, bu iki ((mü­ceddid» in arasında da o kadar fark vardır. Müceddid o kimsedir ki, ümmet ondan feyz alır ve onun feyzi uzun müddet için tâ uzaklara yayılıp ulaşır.
Bu gün biz, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz hakkında ne biliyoruz?
O'nun büyüklüğü ve azemeti hususunda neler bilmekteyiz; bunları na­sıl öğrenebiliriz?
Burada, gerçekle yalan yanyana, hak ile bâtıl omuz omuzadırlar. Risâlet Penâh Efendimi­zin hakîkî büyüklük ve azemetleri ancak kıyamet gü­nü herkesçe bilinebilecek, o zaman anlaşılabilecektir. Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bü­tün peygamberlerin imâmı ve önderidir. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren bütün peygamberler O'nun bayrağı altında toplanacaklardır.
Mü'min kimse, âhirette, cennette Hak Teâlâ’nın likaasına nail olur. Hâlbuki cennet de cennetten başkası da hep Hak Teâlâ'ya aittir. Bunların hepsi Allahü Teâla indinde birbirlerinden farksızdırlar. Hepsi de O'nun ya­rattığı şeylerdir. Tur Dağı'nda vuku bulan «tecelli»nin o yer ve mahal ile bir alâkası, bir bağlantısı yoktur. Bâzı yerler «tecellî» nin zuhuruna elverişlidir, bâzı yerler de­ğildir. Meselâ; ayna resimleri aks ettirir, suretler orada görünür fakat beygir nalında bu kabiliyet yoktur. İkisi de demirden yapılmış olsa da...
İbâdetlerin en iyisi, amellerin en güzeli, en faziletlisi namazı ayakta tutmaktır. Âdâb ve usûlü ile her zaman yerli yerinde kılmaktır. Çünkü namaz dînin direği ve mü'min kimsenin «mi'râc»ıdır. Bu itibarla namazı edâ eylemek için çok dikkatli olmak gereklidir. Bunun far­zını, sünnetini, âdâb ve erkânını ve şartlarını hakkıyle yerine getirip edâ eylemek îcab eder. Namaz'm erkânın­da hiç bir karışıklık yapılmaması, şartları yerine getiri­lerek kalbi hudû ve huşu' ile kılınması te'kidli olarak bildirilmiştir. Çok kimseler bu hususa dikkat etmedik­lerinden erkânı bir birine karıştırırlar ve namazlarım fâsid ederler.
Namaz sıhhatli edâ edilince, felah bulmak ümidi de o derece genişler. Keza namaz ayakta tutulunca, din de ayakta tutulmuş olur. Hidâyet yolunun meş'alesi de ay­dınlanır.
Ey Oğul! Fırsatı, sıhhati, huzûr'u ganimet bil!
Her zaman Hak Teâla'nın zikri ile meşgul ol! Şerîatin ahkâ­mına uygun bulunan her amel zikre dahildir. İsterse bu iş alış veriş olsun. Bu itibarla bütün iş güç, bütün davra­nış ve hareketlerin şer'i şerife uygun olmasına çalışmak gerekir ki, zikir hâli devam etsin.
İki şeye zarar gelmezse endîşe edecek hiç bir mese­le yoktur. Bunlardan biri Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in göstermiş bulundukları yolu izlemek, ikin­cisi de kendi şeyhine, mürşidine muhabbet ve hâlis ni­yet beslemek. Bu iki iş doğru ve yolunda olursa o zaman isterse her tarafa karanlıklar çöksün, üzülecek hiç bir şey yoktur. İş böyle olunca bu iki şeye zarar gelmeme­sine dikkat etmelidir. Ne'ûzü billâh, bunlara bir noksan­lık, bir kusur gelecek olursa o zaman insan hüsrana uğ­rar. Bize bu hususlarda yardımcı olması için aşk ile sıdk ile Hak Teâlâ'ya yalvarıp duâ ederiz ki, bu hususlarda bize sebat ve dayanma imkânı ihsan eylesin.
Böylece belli oldu ki, dünya ve âhiretin felahı Risâ­let Penâh Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimizin yo­lunu izlemeğe bağlıdır.
Fırsatı ganimet bilin, ömrünüzü boş yere boş işlere sarf etmeyin. Her işde Hak Teâlâ’nın rızâsını ka­zanmayı hedef alın. Her gün farz olan beş vakit nama­zı, huzûr-i kalb, âdâb ve erkân, şartı ve şurûtu ile ce­mâatle birlikte edâ eylemeğe çalışın. Teheccüd namazını terk eylemeyin. Sabahlan duâ ve istiğfar edin. Bunu unutmayın ve terk etmeyin. Tavşan uykusuna yatma­yın (Sabah erken kalkın). Ölümü hatırlayın. Âhiret ah­vâlini göz önüne getirin. Dünya bağlılıklarından sıyrı­lın, âhirete bağlanın. Dünya işiyle zarureti, ihtiyacı gi­derecek kadar meşgul olun.
Âhiret için zahire edilip toplanmış bulunan hazîne­lerin anahtarının yüzde doksan hissesi «kelime-i tay­yibe» (Tevhîd) dedir. Yine bilmelidir ki, küfrün karan­lıklarından, şirkin (Hak Teâlâ'ya ortak koşmak) bula-şıklıklarından kurtulmanın tek çâresi «kelime-i tayyibe» (Tevhîd) dir. Şefaat yolunda bu kelimeden daha büyük, daha mühim hiç bir şey yoktur. İnsan bu kelime ile hak ile bâtılı ayırd eder. îman ile ihlâs ile bu kelimeyi kabul edip zikreden kimse küfrün ve şirkin dalâletinden kurtu­lup saadete erer. Umulur ki bu kelime sayesinde bir kim­se şefaate mazhar olup, âhiret azabından ve cehennem ateşinden de kurtulur. Nitekim bu ümmetin efradının günahlarının bağışlanması hususunda Allah'ın izni ile Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in şefaati ola­caktır.
Şunu bilmek gereklidir ki, Hak Celle Şâhühû'nun sevdiği kullar, günah işlemeye girişmeyen kullardır. Ni­tekim Evliyâullah günah işlemekten çok sakınırlar. Evet, gerçi bunlar Enbiyâ (Peygamberler) Aleyhimüs Selâm gibi «masum» (günah işlemez) kimseler değil­lerdir. Evliyâullah'ın günah işlememeleri kendilerine bağlıdır. Bu itibarla, bunların ihyânen işledikleri günah «Lâ Yadurruhû Zenbün» (Günah ona zarar vermez) hükmüne tâbidir. Bu da ehl-i ilim indinde malumdur ki, burada bahs edilen günah «zenb» bu gibi zevatın geçmiş günahlarıdır, daha «velî» lik makamına ulaşmadan vu­ku' bulmuştur.
Günahlara tevbe etmek, her şahıs için farz-ı ayn ol­makla zarurîdir. Hiç bir insan bundan müstağni değil­dir. Hattâ Enbiyâ-i Kiram Aleyhimüsselâm dahî... Bu itibarla, Enbiyâ (Peygamberler) bundan müstağni ol­mayınca diğer kullar nasıl müstağni olabilirler?
Şimdi gelelim Allah hakkı olan günahlara; bunlar meselâ anlaşmalı zinâ, içkicilik, boş işler, boş eğlence­ler, meselâ bâzı şarkıları dinlemek, nâmahrem kadın­lara şehvet gözü ile bakmak, abdestsiz Kur'ân-ı Kerîme el sürmek, bid'atlere inanmak, ahkâm'a aykırı işler iş­lemek v.s... İşte bu ve buna benzer şeylerden nadim ola­rak tevbe edip istiğfar eylemek, Hak Teâlâ’nın dergâhı­na karşı boyun büküp yalvarmak gerekir. Yine bunun gibi her hangi bir farzın edasını ihmal etmek de tevbe-yi îcâb ettiren hallerdendir.
Fakat kul hakkı ve hukukuna âit olan hususlara gelince; kulların hakkına tecâvüzden dolayı günahların tevbesi ancak haklarına tecâvüz edilmiş bulunan kim­selerin hakkını vermek suretiyle yapılabilir. Kendilerin­den de, afv etmeleri haklarını helal eylemelerini dileye­rek onları razı eylemekle, hattâ kendilerine iyilik et' mekle, hayır duâ'da bulunmakla mümkin olur.
Bir kimseye bütün günahlardan tevbe eylemek im­kânı hâsıl olursa bu, ne büyük nimet ve ne büyük ih-sân-ı İlâhî'dir. Ancak bâzı günahlardan tevbe etmek imkânı olur, bâzı haramlardan kaçınmak fırsatı bulu­nursa bu da ganimettir. Olur ki bunun neticesinde diğer günahlardan da tevbe etmek imkânı hâsıl olur ve insan bütün günahlardan temizlenir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır
«Hırsızların en büyüğü, kendi namazından hırsız­lık eden, namazından çalan kimsedir. Sahâbiler; arz ettiler
— Yâ Resûlallah! Namaz'dan nasıl çalınır. Buyurdular
— Namazdan çalmak, namazın âdâb ve erkânına tam mânâsıyle dikkat etmemek, rükû' ve secdelerini iyi bir şekilde erkânına uygun yerine getirmemekle olur. Allahü Zü'l Celâl namazda rükû' ve secdeler arasında lüzumlu yerlerde tam olarak durup oturup, sabit bir hal almayan kimsenin namazına teveccüh etmez.»
Bunun için namazı tam mânâsı ile, âdâb ve erkânı­na riâyet ederek edâ eylemek gerekir. Diğer mü'minlere de bu yolda hatırlatma yapmak icâb eder.
Buraya alınması gereken ikinci bir nasihatleri de «teheccüd namazı» hakkındadır. Buyurmuşlardır ki:
Teheccüd namazına bağlı kalınız. Tarikatın îcab-larmdan biri de «teheccüd namazına» bağlı kalmaktır.
Yediğiniz lokmaya dikkat ediniz. Helâl olması hu­susunda titizlik gösteriniz. Şüpheli lokma yemeyiniz. İhtiyatlı olunuz. Rastgele ele geçen her şeyi yiyip içmek iyi değildir. Şer'î bakımdan helâl mıdır, haram mıdır düşünülmelidir. İnsan, başı boş bırakılmış değildir. Şe-rîat'in hükümleri ile bağlıdır. Her istediğini yapamaz ve bu, menfaatine de uygun değildir. Bedbaht ve talihsiz insan, kendi Sâhibi'nin emrine karşı gelen insandır.
Farz ibâdetlerin karşısında nafile ibâdetler, yol üze­rinde bulunan taş gibidir. Zamanımızda çok kimseler, farzı bırakıp nafileye önem vermektedirler. Nafile ibâ­deti edâ etmek için var gayretlerini sarf ediyor, buna mukabil farz ibâdetten de kaçınıyorlar.
Çok kimseler de vakitli, vakitsiz, istihkak sahibi midir, değil midir düşünüp hesaplamadan hayır diye para verirler. Fakat zekâta gelince bir kuruş bile vermek istemezler. Sokakta dilenen kimselere düşünmeden para verirler, lâkin iyice nisabını mikdârını hesaplayıp da zekâtı ayırıp vermeyi akıllarından bile geçirmezler. Bu gibiler şunu da bilmezler ki, bir kuruşluk bile olsa zekâtı ayırıp vermek, yüz bin kuruş sadaka vermekten daha önemlidir. Daha da iyidir. Zekât verilince, zekâtın verilmesi hususunda Hak Teâlâ’nın hükmü yerine gel­miş olur. Sadakaya gelince o, nafiledir. Çok kere hiç bir niyet ve gaye olmadan ve hattâ hevâ-i nefsi tatmin yo­lunda da verilir. Bazen gösteriş için de verenler bulu­nur. Hâlbuki farzı edâ eylemekte her hangi bir şekilde riyaya yer yoktur.
Ulemâ :
— Bir kimse, peygamberlerin iyi amelleri kadar amelde bulunsa da onun üzerinde her hangi bir kimse­nin bir kuruşluk hakkı kalmış olsa, bu kimse bu hakkı ödemedikçe cennete giremez, demişlerdir.
Hakikatte «Ehlüllah» ın kendileri bizzat bir kera­mettir. Allah'ın kullarını Allah yoluna çağırmak da Hak Teâlâ’nın rahmetlerindendir. Ölü kalbleri canlandır­mak Allahü Teâlâ’nın delillerinden büyük bir delildir. Bu zümre «Ehlüllah» yeryüzü halkı için zamanın ga­nimeti; onların sözleri, derdlerin devası, bakışları hasta­lıkların şifâsıdır. Velîler Allahü Zü'l Celâl'e yakıyn sahi­bi kimselerdir. İşte bu kimselere yakınlık gösterenler, hüsrana uğramaz, bedbaht olmaz, Hak Teâlâ’nın rah­metinden de ümidsiz kalmazlar.
Kur'ân-ı Kerîm'i çok tilâvet ediniz, çok okuyunuz. Namazınızda imkân derecesinde Kur'ân-i Kerîm'den uzun âyetler okuyunuz. Kelime-i tayyibe «LÂ İLAHE İLLALLAH» yi çok tekrarlayınız. Çünkü bu kelimede «Lâ İlahe» (İlah = Tanrı yoktur) dediğiniz zaman, Hak Teâlâ'dan başka bütün uydurma, yapma, dikeltilmiş ilâhları, tanrıları, reddetmiş oluyorsunuz ve «İllallah» deyince de sadece ve yalnız Allah'ın varlığını ikrar et­miş oluyorsunuz. Allahü Teâlâ'dan başka hiç bir gaye ve maksadınız olmadığını belirtmiş bulunuyorsunuz. Kendiişlerinize sahip çıkmanız veya yaratüanlardan medet ummanız bir çeşit şirk olur. Hâlbuki böyle bir şeyin kalbe ve kafaya girmesi zor ve çok kötüdür. Kul­luğun sânı, yaratan, bir, tek Allah'a teslim olmak ve her şeyi ondan ummak ve beklemektir.
Zamanınızı boş işlerle geçilmeyiniz, kayb etmeyi­niz. Zikr-i İlâhî'den başka bir şeyle meşgul olmayınız. Bir kaç günlük ömrünüz olan bu dünyada vaktinizi gü­cünüzün yettiğince Allah'ın zikri ile geçiriniz. Dünya işi kolay ve geçicidir, bunu âhiretinize yarayacak şekil­de değerlendiriniz.
Hayr'ül-Beşer Risâlet Penâh Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in ashabı arasında çıkmış bulunan ihtilâflar ve savaşları, iyiye yormak gerekir. Bu ihtilâf ve savaşları, makam ve mansıp peşinde koşmak, hevâ ve hevese ka­pılmak, başkanlık, baş olmak, iktidarı ele geçirmek hır­sı diye mânâlandırmamak gerekir. Zîrâ bu gibi şeyler, nefs-i emmâre (kötülüğe sürükleyen nefis) ve aşağılık istekleridir. Hayr'ül - Beşer Peygamber Efendimizin hu­zurunda senelerce bulunmuş, onun terbiyesi ile yetişmiş kimseler elbette ki eğitilmiş ve bu gibi bulaşıklıklardan temizlenmiş kimselerdir. Bunların hepsini de iyi kim­seler olarak tanımak, sevmek gerekir. Muhakkak ki, on­lara sevgi beslemek Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sel­lem'e sevgi beslemek demektir.
Uyumak zamanı gelince, tevbe edip istiğfar eyle­mek lâzımdır. Hakk'a sığınmak, günahların afv edilme­si talebinde bulunmak îcab eder. Kendi kusurlarımızı, kabahatlerimizi, noksanlarımızı düşünmemiz lâzımdır. Âhiretin bitmez tükenmez sonsuz azabını göz önünde bulundurmalıyız. Hak Teâlâ'dan af ve mağfiret talep etmeliyiz.
«Estağfiru'llâhellezî lâ İlahe illâ hüve'l hayyü'l kayyûmi ve etûbü ileyh» demeliyiz.
Bu istiğfar kelimesini ikindi namazlarından sonra yüz kere söylemelidir. Namazdan sonra abdestli veya abdestsiz söylenebilir. Elbette abdestli olursa daha fazi­letli olur.
Malın zekâtını vermek dînî zarurettir, farzdır. Zekâ­tı verirken sünnete uyarak gönülden vermelidir. Zekâtı yerine vermek gerekir. Nitekim Hakîkî Veliyni'met Rabbımız buyurmuştur:
«Size atıyye ve ihsan olarak ver­miş olduğum maldan kırkta bir hissesi fukaranın ve yoksul kimselerin hakkıdır. Bunun karşılığı ben size büyük ecir ve mükâfat veririm.» Bu kadar az bir zekâtı vermeyen insan ne kadar cimri, insafsız ve serkeştir de­ğil mi?
Ramazan ayında oruç tutmak dînî zaruretlerden­dir, farzdır. Orucu iç ve dış şartlarına uyarak hakkıyle tutmak gerek. Oruç tutmak için can ü gönülden çalış­malı, yerli yersiz bahanelerle orucu terketmemelidir.
Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuş­lardır :
«Oruç, cehennem ateşine karşı bir kalkandır.»
Şayet hastalık veya her hangi bir özür sebebiyle oruç tutulamamış ise, o sebeb ortadan kalkınca kazâ et mekte gecikmemeli hemen kazâ etmelidir. Bu işde gaf­let hiç iyi değildir. İnsan kendi «mevlâ» sının kuludur. Başına buyruk değildir. Yaşayışını Mevlâ'nın emrine göre tanzim etmelidir. Yap dediğini yapmalı, yapma de­diğini yapmamalıdır. Ancak böyle yapılınca felah bul­mak için ümid vardır.
İslâm'ın beşinci esası Beytüllah'ı (Allah'ın evi) hacc etmek, usûl ve erkânı ile ziyaret eylemektir.
Resülüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:
«Hacc geçmiş günahları ortadan kaldırır.»
En önemli mesele, kendi inancımızı ehl-i sünnet ve'l-cemâat akidesine uygun bir şekle getirmemizdir.
İnanç bu şekilde sâf ve sağlam olduktan sonra ve­rilmiş olan emirlere göre amel etmek gerekir. Hangi hu­susta hangi emirler verilmiştir, bilmek ve öğrenmek îcab eder. Neyin yapılması emredilmiştir, neyin yapılması yasaklanmıştır bilmeli, yapılması emredilmiş olanları mutlaka yapmalı, yapılmaması bildirilen hususlardan da mutlak surette kaçınmalıdır.
Farz olan beş vakit namaz tenbellik gevşeklik gös­termeksizin edâ edilmelidir. Namazın âdâb ve erkânın da kat'iyyen değişiklik yapılmamalıdır. Nisâb haddine ulaştığında malın zekâtı hiç ihmâl göstermeden öden­melidir.
Hazret-i İmam A'zam Rahmetullahi Aleyh, kadın­ların taşıdıkları zînet eşyasına da zekât isabet edeceğini buyurmuşlardır.
Zamanınızı boş, dünya ve âhirete faydası olmayan işlere sarf etmeyiniz,. Ömür kıymetlidir boş yere sarf edilemez. Şarkı vesâir mânâsız sözler için bu ömürü sarf etmek yazık olur. Bu gibi şeylerin geçici lezzetine aldan­mayın. Hem dünyanızı yiyip bitirir, hem de âhiretinizi Bunlar, zehir karıştırılmış şekere benzer. Halkın ayıpla­rını sayıp dökmekle de vakit geçirip, onların günahına girmeyin. Olur ki, bilmediğiniz bir şey söylersiniz de halka iftira atmış olur, günâhını vebalini boynunuza yüklenmiş bulunursunuz. Yalan söylemek de, iftira at­mak da bütün dinlerde ve mezheplerde kötü şeylerden sayılmıştır. Hâlbuki halkın ayıplarını, kusurlarını gör­memezlikten gelmek ve onların kabahatlerini affetmek büyük işlerdendir. Elinizin altında bulundurduğunuz uşak, köle, çırak, hizmetçi ve bu gibi kimselere karşı şef­katli davranın, onların kusurlarını affedin, görmemez-likten gelin. Küçük kabahatlerini büyütüp mesele çıkar­mağa uğraşmayın. Yerli yersiz bu zavallıları incitmeyin. Bu gibi kimselere küfür etmek, kötü sözler sarf etmek iyi kimseler için yakışık almayan işlerdendir.
Hak Teâlâ’nın karşısında her zaman işlediğiniz ku­surlarınızı bilip, onların affedilmesi talebinde bulunu­nuz. Hak Teâlâ nasıl sizin kusurlarınızı affediyorsa, siz de elinizin altında bulunanların kusurlarını affetmeli­siniz. Hak Teâlâ nasıl siz kusurlu ve günahkâr olduğu­nuz hâlde sizin rızkınızı kesmeyip devam ettiriyorsa, siz de buna göre düşünmeli, hareket etmelisiniz.
İnancınızı düzeltip, fıkıh ahkâmını da yerine getir­dikten sonra, diğer vakitlerinizi zikri İlâhî ile meşgul olarak geçirmeye bakınız. Size hangi zikir verilmiş veya öğrenmişseniz ona devam ediniz. Hakkin buyruğuyla amel ediniz, men ettiğini ise kendinize can düşmanı bi­lerek kaçınınız, sakınınız.
Bir tâlib, (Tarîkate girmek isteyen) kendi gelişme­si için bey'at ettiği şeyhinden başka bir şeyhin huzuru­na gidip ondan da feyz almak ister, bu ikinci şeyhin de sohbetiyle Allah yolunda çalışmak isterse bu caizdir. İlk şeyhi sağ olup kendisinden izin almamış olsa da. Şu şartla ki, ilk şeyhini red edip bırakmamalı ve onu iyilikle yâd etmelidir. Bilhassa, zamanımızda şeyhlik ve müridlik, sâdece merasimden ibaret bir hâle gelmiştir. Şimdi şeyh geçinen kimseler, kendini bilmez, îman ile küfrün inceliklerinden haberi yok. Böyle şeyhler insanları hak yolunda nasıl irşâd edecek?
Doğru yolu nasıl göstere­cek?
Ne yazık ki, zamanımızda böyle şeyhler bulunduğu gibi bunlara îtikad besleyip bağlanan, meded uman mürîdler de pek çoktur. Bu mürîdler, bu gibi şeyhleri bıra­kıp da anlayışlı yakîn sahibi şeyhlerin huzuruna var­mazlarsa Hak yoluna girmiş olamazlar. Allahü Azîmü'ş-şan insana kâmil bir şeyhin yol göstermesini nasîb eylerse, onun vücûdunu ganimet bilmeli ve onun gös­terdiği yoldan gitmelidir. Onun rızâsını kendisi için saadet bilmeli, O'na karşı gelmek ve onun rızâsı hilâfına gitmeği de bedbahtlık saymalıdır. Tâlib için kâmil bir teslimiyetle gönlünü şeyhine bağlamak gereklidir. Şey­hinin izni olmadan, O'na danışmaksızın, nafile ibâdet­lerle meşgul olmamalı, ancak şeyhin gösterdiği, izin verdiği nafile ibâdetlere çalışmalıdır. Şeyhinin namaz seccadesi üzerine hürmeten basmamalı, O'nun abdest aldığı yerde abdest almamalı, Şeyhinin abdest ibrik le­ğenini kullanmamalı, Şeyhinin karşısında dikilerek ye­mek yememeli, su içmemeli. O'nun karşısında hürmeten imkân derecesinde konuşmaktan çekinmelidir. Hep şey­hini dinlemeli ve şeyhinin yaptıklarını doğru bulmalıdır.
Mürşidinin işlerine karışmamalı ve müdâhale et­memeli, Pirinden «keramet» göstermesini «mükâşefede» bulunmasını taleb eylememelidir. Gönlünde her hangi bir hususta şüphe ve tereddüt meydana gelirse Pîr'ine arz etmeli, halledilemezse, kusuru kendinde ara­malı ve Pîr'in bu hususta bir kusuru bir eksikliği olma­dığını da bilmelidir.
İlk önce şunu söyleyelim ki, Kur'ân-ı Kerîm okuya­cak, hafız kimse yere oturarak okumalıdır. Hâfız'ın altına seccade veya buna benzer bir şey serilmelidir. İmam Rabbânî Rahmetullahi Aleyh'den rivayet ederler :
Bir ara kendileri bir seccade üzerinde oturmakta iken bir Hafız geldi ve Kur'ân-ı Kerîm okuyup dinlet­mek istedi. Bunun üzerine Müceddid Rahmetû'llâhi Aleyh kalktılar, altlarındaki seccadeyi hafızın altına ser­diler ve bu şekilde kur'ân okuttular. Kendileri ise yerde oturdular.
Hoca Muhammed Hâşim şöyle kaydeder :
«Bir ara Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, def-i hacet için dışarı çıkmışlardı. Oturdukları yerde, tırnakları üzerinde bir siyah nokta gördüler. Kur'an yazarken, kalemi tırnaklarında denemiş oldukları akıllarına geldi. Bununla o malum yerde bulunmanın Kur'ân-ı Kerîm'e karşı saygısızlık olabileceğini düşünüp hemen oradan çıktılar ve ellerini yıkayıp temizlediler, sonra da haceti def ettiler.»,
İmam Rabbânî vâcib olan Salât-ı Vitr'e dikkat etme­nin müstehâbbattan olduğunu buyurmuşlardır. Kendile­ri «tek» adede çok dikkat eder ve her işde tek adedi ter­cih ederlerdi. Allâhu Azîmü'şşân'ın nimetleri karşısında bütün dünya sizin olsa da bağışlasanız yine bir şey ver­miş olmazsınız.
Müceddid-i Elf-i Sânî'den bir hayli keramet zuhur eylemiştir. Asıl keramet şudur ki, bir kimse, bir hâlden başka bir hâle geçsin ve bir makamdan başka bir ma­kama ulaşsın. Zât-ı Faziletleri buyurmuşlardır ki; kera­metler Peygamberlerin mucizelerinin altında bir şeydir. Evliyâullâh ancak, dîni takviye için keramet gösterir­ler. Meselâ; İslama zarar gelmesi ihtimâli olduğu zaman, inkâr edenleri ve kâfirleri yola getirmek için evliyâullâh keramet gösterirler.
Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh bir ara buyurmuşlardır:
Allahü Teâlâ, kendi fadl ü kereminden bana şu im­kânı ihsan kılmıştır ki, her hangi bir kuru ağaca tevec­cüh etsem, bu kuru ağaç ile, bir âlem nura gark olur, feyz elde eder. Fakat benim bunu yapmağa gönlüm razı olmaz.
Bir gece Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetü'llahi Aleyh buyurdular:
«Hazret-i Gavs-i A'zam Kaddese sirrahû, kutup yıl­dızında görüneceklerdir.» Bunun üzerine yanlarındaki-lerle beraber kutup yıldızına bakmaya başladılar. Bu sı­rada kutup yıldızı yarılır gibi oldu ve Hazret-i Gavs-i A'zam Kaddesallahü Sirrahü, kutup yıldızının arasın­dan göründüler. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin mü-ceddidliğini ve kayyumluğunu bildirip, yine yıldızla göz­den kayboldular.
Bir gün bir kimyager, İmam Rabbânî'nin huzuru­na gelerek bir tarife sunup bununla altın yapmanın mümkün olacağını arz etti. Müceddid Rahmetullahi Aleyh, hizmetkârlarını çağırıp:
— Bizim, öteberiyi, bu zâta verin, gitsin de şehir­den dışarıda açıp baksın, buyurdular.
Kimyager, öteberiyi aldı, şehirden dışarı çıkıp baktı ki, hepsi som altın. Hayret ederek geri geldi ve kendile­rine mürîd oldu.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî buyurmuşlardı : «Putları kıran gaziler, sevab elde ederler.»
Bir ara bir kimse Dekkhen civarında bir puthâne gördü. (Bu zât Müceddid Rahmetü'llâhi Aleyh'in soh­betlerinden feyz almış bulunan bir kimsedir). İçeri gir­di, bütün putları kırıp döktü. O civarın halkı haber al­dılar ve ayaklandılar, bu zâtı öldürmeğe kalktılar. Al­lah'a kul olan bu zât ise, gönülden ve içden İmam Rab-bânî'den istimdad eyledi. Bunun üzerine : «Korkma kuş­kun olmasın» diye bir ses geldi. Bir de baktı ki, hemen oracıkta kırk atlı peyda olmuş ve Put kıran'a saldır­mak isteyenleri dağıtıp kırıp geçirmekte...
Müceddid-i Elf-i Sânî'nin mürîdlerinden biri bir ara bir ormandan geçiyordu. Ansızın bir arslanın kar­şıdan saldırmaya hazırlandığını fark etti. Çok korktu. İçinden mürşidine teveccüh ederek yardım istedi. İmam Rabbânî'nin, hemen orada hazır bulunarak Mübarek asalarını arslana doğru fırlattıklarını ve arslanın da hemen kuyruğunu sallayıp geri dönüp kaçtığını İmam Rabbânî'nin ise o anda ortadan kaybolduğunu müşahe­de etti.
Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bir müridi vardı. Bu mü­rîd cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Bunun için yakın­ları, dostları, akrabaları, kendisi ile görüşmeyi kesmiş uzaklaşmışlardı. Mürşidine gelip vaziyetini arzeyledi. Müceddid-i Elf-i Sânî teveccüh kılıp duâ ettiler. Hasta­lığı bir ağaca aldılar, ağaç kurudu, o zât da hastalıktan kurtuldu.
Bir gün İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh ken­di oğulları ve müridlerinden bir kaç kişi üe birlikte açık, yeşilliksiz, kurak bir ovadan geçiyorlardı. Hava çok sı­cak ve her taraf toz toprak içinde idi. Aynı zamanda çok da susamışlardı. Susuzluktan takatleri kesilmişti. Fakat hürmetlerinden faziletli mürşidlerinin huzurunda bir şey diyemiyorlardı. Bu arada Müceddid:
— Yol arkadaşlarımızın hepsi de susuzluktan sıkın­tı çekmektedirler. Bunun üzerine arkadaşlardan biri arz etti:
— Huzurunuzda biz bir şey diyemeyiz. Siz iyisini bilirsiniz.
Müceddid-i Elf-i Sânî gülümsediler ve gök yüzüne baktılar. Bir kaç adım yürüdükten sonra birdenbire bir bulut göründü, yağmur yağmaya başladı ve toz toprak yatıştı, serinlik çöktü. Onlar da yola devam ettiler.
İleri gelen, hükümdarlardan biri Hazret-i Müced­did-i Elf-i Sânî'nin müridiydi. Bir ara Şeyh'inin bir ve­zirin evine teşrif etmiş bulunduklarını haber aldı ve içinden mürşidinin dünya ehli bir vezirin evine gitme­lerini münâsib bulmadı ve ayıpladı.
O sıra bu hükümdarın yanında, Hazret-i Müceddid'-in hulûs-i niyet sahibi dervişlerinden birisi de bulun­maktaydı. Bu zât, İslâm yolundaki hizmetleri açığa vurmazdı. Orada hükümdarın içinden geçenlerden ha­berdar olmakla beraber hiçbir itirazda bulunmadı. Hü­kümdar gece şöyle bir rüya gördü :
Maiyyetinde bulunan kale muhafızları ve ileri ge­lenler, kendisine kızmışlar kendisini al aşağı etmek iste­yerek hançerle de dilini kesmeğe kalkmışlar ve kendi­sine de şöyle diyorlardı :
— Sen nasıl olur da Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'ye dil uzatırsın?
Bunun üzerine hükümdar yaptığına pişman oldu ve inkisar ile özür dileyip, tevbe etti.
Bir gün Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, Rahmetul­lahi Aleyh, mürîdleri ve yakınları ile sefere çıkmışlardı. Arkadaşlarına buyurdular:
— Benim içime öyle bir şey geliyor ki, bu gün bek­lenmedik bir musibet ile karşılaşılacaktır. Bundan kur­tulmak için okunması îcâb eden bir duâ da öğrettiler. Çok geçmeden bir yangın çıktı. Öyle bir yangın ki, her şeyi yakıp kavurup gidiyordu. Çok kimse yangından cis­men zarar gördü, fakat Zât-ı Faziletlerinin öğretmiş bu­lunduğu duayı okuyanlar hiç bir zarar görmediler ve yangından kurtuldular.
Hanlar Hân-ı (Hânı Hânân), Dekkhan hükümda­rıydı. Pâdişah'ın veziri ile arası iyi değildi. Vezir, pâdişâ­hı bu zâtı azletmeğe ikna etmeye çalışıyordu. Hân-i Hâ-nan Müceddid-i Elf-i Sânî'nin müridiydi. Mürşidinden yardım istedi. Buyurdular:
— Üzülme, Hak Teâlâ elbette ki iyi edecektir. Üzerinden bir hafta geçmeden Pâdişâh tarafından
Dekkhen'in «serdarlığı» fermanı Hân-i Hânân adına çıktı, ayrıca izaz ve ikramda da bulunuldu.
Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh'in, küçük kardeşleri, bir iş için Kandahar'a (Afganistan'da bir şe­hir gitmişlerdi. O günlerde İmam Rabbânî yanındakilere:
— Çok acayip bir hal, ne zaman kardeşimin durumu ile meşgul olsam ve onu arasam yeryüzünde göre-miyordum. Bir defasında bana kabrini gösterdiler.
Birkaç gün sonra kardeşinin arkadaşları geldi ve onun vefat etmiş olduğunu bildirdiler.
Müceddid-i Elf-i Sânî, Acmîr-i Şerîf'e (Hazret-i Şeyh Muînü'ddîn Çeştî'nin Türbesi bu şehirde bulunduğun­dan dolayı Acmir şehrine «Acmîr-i Şerîf» derler.) git­mişlerdi. O zaman Ramazân-i Şerîf yağmur mevsimine tesadüf etmişti. Birinci gece yağmurdan dolayı teravih namazı câmi'in içinde kılındı. Cemâatin çokluğundan Zât-ı Faziletleri de halk da perîşân oldular. Namaz bit­tikten sonra halk rica edip:
— Allahü Teâlâ'ya duâ ediniz, geceleri yağmur yağ­masın da câmî'in açık tarafında rahatlık ve ferahlıkla namaz kılalım, dediler.
Duâ ettiler. Bütün ramazan boyu, geceleyin yağ­mur yağmadı. Ramazan bitti ve bayram gelince yine gece yağmur yağmaya başladı.
Bir câmî'in duvarı öyle bir şekilde eğilmişti ki, ne­rede ise çökecekti. Zât-ı Faziletleri de orada bulunuyor­lardı. Buyurdular:
— Biz burada bulundukça bu duvar çökmez.
İmam Rabbânî de maiyyetleri de hep birlikte ora­da namaz kıldılar, murakabe ve zikr ile meşgul oldular. Duvar yerinde duruyordu. Fakat Müceddid oradan ay­rılır ayrılmaz duvar hemen çöktü.
O sıralarda Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, Lahor şehrini teşrif buyurmuşlardı. Yatsı namazını câmî'de küdılar. Sonra istirahat buyuracakları eve gittiler. Yol­da giderken, sağlam bir binaya işaret buyurdular:
— Bu bina’nın civarından uzaklasın.
Gece yarısına yakın bu sağlam bina birden çökü­verdi. Müceddid Rahmetü'llâhi Aleyh'in halkı uyarması ve kerâmetiyle hiç bir kimse zarar görmedi.
Nevvab (Hindistan'da pâdişahdan daha küçük ve pâdişâha tâbi müslüman hükümdarlar.) lardan biri, kendi düşmanına karşı saldırıya geçmek istiyordu. Bir dervişi çağırıp istihare ettirdi. Derviş, zafer müjdesi verdi. Nevvab da düşmana karşı saldırıya geçti. Derviş kuşkulamp bir mektup yazarak, meseleyi mürşidine bil­dirdi, Zât-i Faziletleri, dervişe haber gönderip :
— Sen yanılmışsın. Nevvâba geri dönmesini bildir, diye cevap verdiler.
Fakat artık Nevvab saldırıya geçmişti. Geri dön­mesi çok zordu. Bir kaç gün sonra anlaşüdı ki, Nevvab bozguna uğramıştır.
Hazret-i Müceddid'in mürîdlerinden biri bir ara arz etti:
— Size İbrâhîmî velilik verilecektir.
Fakat Hazret buna kaani olmadılar. O gece rüyada İbrahim Aleyhisselâmı gördüler. İbrâhîm, Aleyhisselâm tasdik buyurdu. Sabah olunca, Müceddid kendileri du­rumu açıkladılar.
O sıralarda Lâhor'da Şeyh Tâhir isminde birisi var­dı. İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh'in huzuruna gelmişti. Müceddid-i Elf-i Sânî de kendisine teveccüh göstermişti. Fakat bu adam Levh-i Mahfuz'da «Hüve'l-kâfir (Bu adam kâfir'dir)» diye yazılıydı. Bir müddet sonra bir de gördüler ki, adam «Hindu» olmuş. Bunun üzerine Hazret-i Müceddid bu adamın hâline acıdılar ve duâ ettiler. Adam tekrar îmana geldi, müslüman oldu; hem de nasıl müslüman... Bir zaman sonra kendisine halifelik bile verdiler.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin feyzi, mezarlık halkına dahî isabet etmiştir. Bir zât; ben öldükten son­ra cenazemi Hazret-i Müceddid'in huzuruna götürün de öyle defn edin diye vasıyyet etmişti.
Adamın dediği gibi yaptılar. Hazret teveccüh edince ölünün kalbi tekrar atmağa başladı. Yakınları ve akra­baları bunu görünce hayret içinde kaldılar.
Muhammed Emin isminde bir zât vardı. Birkaç se­neden beri hasta idi. Devadan duadan da bir fâide temin edilememişti. Bir gün Müceddid'in huzûr-i âlilerine bir arîzâ (mektup) yazarak, imdâd istedi, duâ etmelerini rica etti. Zât-ı faziletleri duâ ettiler, tesellide bulundu­lar ve mübarek gömleklerini de gönderdip:
— Bu gömleği giyin, iyi olursunuz, diye bildirdiler. O zât gömleği giyince hastalıktan hiç bir eser kalmadı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, vefatlarını önceden kendi yakınlarına ve bağlı bulunanlara haber vermiş­lerdi.
Zât-ı Faziletlerinin kerametlerinin en büyüğü, el­lerinde binlerce ve binlerce kâfir'in müslüman olması, İslâm'la şereflenmeleridir.
İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh'in sadakatli ve itikadı tam mürîdlerinden kim hasta olsa ona teveccüh eder, hasta hemen şifâ bulurdu. Bu şekilde binlerce has­taya şifi nasîb olmuştur,
Hoca Cemâlüddîn isminde ileri gelen bir zât vardı. Bu zât Hazret-i Müceddid'in huzuruna gelip feyz almak isterdi. Bir ara Hazret-i Müceddid :
— Senin kalbin bir şeyle meşguldür, bunu kalbin­den çıkarıp atmadıkça hiç bir şey elde edemezsin, buyur­dular.
O zât da kabul etti, tevbe eyledi. Sonra feyz ve be­reketten istifâde etmeye başladı.
Bir gün Hazret-i Müceddid'in huzuruna bir derviş gelip arz etti:
— Hacc'e gitmek niyetindeyim.
Zât-ı Faziletleri bir az durup buyurdular :
— Sen Arafat'da gözüme ilişmedin. Adamcağız çok uğraştı fakat bir türlü Hacc'a git­mesi nasîb olmadı.
Bir gün bir zât Huzûr-i Fazilete gelip arz etti:
— Duâ edin de Hak Teâlâ bana bir evlad atâ kıl­sın. Buyurdular:
— Senin karın kısırdır. Başka bir kadın ile evle­nirsen o zaman Hak Teâlâ sana bir erkek çocuk atâ kı­lacaktır. O zât başka bir kadın ile evlendi ve Allah da ona bir erkek evlad verdi.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin vefatından sonra Sâhib-Zâde Hazret-i Şeyh Muhammed Sadık'ın meza­rının yanına koymak istediler. Fakat burası çok dar ol­duğundan sığmıyordu. Bunun için doğu tarafından bir arşın bir çeyrek kadar genişlettiler ve oraya defnettiler.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin mükâşefelerine dâir, Mektubât'ında ve diğer kitaplarda kayıtlı bulunan­ların önemlüerini buraya naklediyoruz.
1. Bir gün Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî buyurdular:
— Murakabe sırasında şöyle gördüm: Bizim evin ve tekkenin civarında Pâdişâhın koca bir ordusu yerleşmiş bulunmaktadır. Tekkenin içinde de pâdişahm divânı kurulmuştur.
Dediler ki; bu Şerîat-i Nebiyyi Ekrem'i temsil edi­yor. Padişah gibi, sizin Hânegâh'da yerleşip kıyamete kadar da kalacaktır.
2. Zât-ı Faziletleri bir gün de buyurdular ki :
—«Ben rahat rahat güneşe bakıp görebiliyorum. Fakat Şah Kemâl'in mürşidi bulunan Şah İskender Aleyhirrahmeyi kalben görmek istediğim zaman kalbim dayanmıyor. Çünkü onun nurunun şuaları çok keskin­dir.
3. Mükâşefede bana malum oldu ki, dünyamn her tarafını bid'atlerin karanlığı kaplamıştır. Velayetin nuru da bu karanlıkların içinde ancak bir ateş böceğinin çı­kardığı parlaklık kadar kalmıştır.
4.        Zât-ı Faziletleri bir mektûb-i şerifinde de şöyle yazarlar:
Nakşibendî silsilesinin yolu ana caddedir. Diğer sil­sileler bu ana caddenin sağında ve solunda bulunurlar. Bu itibarla, bu silsile Hak Teâlâ'yı tanımak yolunda di­ğerlerinin hepsinden daha ilerdedir. Risâlet Penâh Pey­gamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in de bu silsileye özel bir bağlılığı ve teveccühü vardır.»
5.        İmam Rabbânî Rahmetullahi Aleyh şöyle yazarlar :     
«Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e asü ya­kınlık Sahâbe-i Kirâm'ın yakınlığıdır. Bundan sonra Tabiîn gelir. Ondan sonra artık yakınlık gizli kalmıştır. Bin sene sonra şimdi tekrar açığa çıktı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh'­in, ibâdetleri ve alışkanlıkları, her hususta aynen Resûl­üllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimizin sünneti­ne mutabık idi.
Her hangi bir amel, Hakk'm fadl ü keremi üe yapı­labilir. Her hangi bir fiil yine fadlü kerem ile Efendimiz, Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e uymak için olursa; iyi iş-dir, hayırlıdır buyururlardı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, geceleyin gecenin üçde iki kısmı geçince uyanıp kalkar yüzlerini kıbleye doğru tutup abdest almağa başlarlardı. Kollarını yıka­dıkları zaman ise yüzlerini kuzey'e doğru çevirirlerdi. Her zaman abdest alırken misvak kullanmağı da bırak­mazlardı. Abdest uzuvlarının herbirini üç kere yıkarlar­dı. Her uzvu yıkadıkları zaman da «Kelime-i Şehâdet» getirirler ve hâdîs-i şerîfelerde bildirilmiş bulunan dua­ları da okurlardı. Daha sonra da me'sûr dualar okur­lardı. Rahmetullahi Aleyh sonra yüz kere Yâsin-i Şerîf okurlardı. Daha sonra mürâkabe-i nefs ile meşgul olur ve sabah namazı vaktinden önce bir iki saat uyurlardı. Sabah namazı vakti uyanırlar ve sabah namazının sün­netini evde kılarlar ve bir kaç kere «SÜBHÂNALLAH-İ VE Bİ-HAMDİHÎ SÜBHANALLAH' EL-ÂZÎM» okurlar, sonra câmî'ye gidip sabah namazının farzını cemâatle kılarlardı. Sonra güneş yükselinceye kadar yine mura­kabe ile meşgul olurlar, mübarek yüzlerine ince bir ku­maş örterlerdi. Güneş tam yükselince «İşrak» namazı kılarlardı. Bu namazı ikişer ikişer olmak üzere dârt rekât kılarlar, namazı bitirdikten sonra biraz da teşbih ile meşgul olurlar sonra da evlerine dönerlerdi. Çoluk ço­cukla meşgul olur, lüzumlu ev işlerinin görülmesine emir verirlerdi. Scnra bir tarafa çekilip yalnız kalarak Kur'­ân-ı Kerîm tilâvet buyururlardı. Kur'ân-ı Kerîm oku ması bittikten sonra talebeleri çağırırlar ve onlarla meş­gul olurlardı. Ulûm, maârif ve esrar beyan ederler, zi­yarete gelenlerle görüşürlerdi. Bunların kâffesi de sün­net-i seniyye'ye uygundur. Zikir ve mürâkebe'de insan için kendi hâlini gizli tutmayı tavsiye ederlerdi. Kelime-i tayyibe'yi «LÂ İLAHE İLLALLAH» çok söylemeği te'kîd ederler ve kelime-i şerife (Kelime-i tevhîd) hakkında şöyle buyururlardı:
— Bir kimsenin bu kelimeyi bir defa söylemesi, bütün dünyaya bedeldir. Cennete girmek imkânı da bu kelimenin sayesinde elde edilir. İnsana, hayır, bereket de yine bunun sayesinde ulaşır. Yine buyurmuşlardır ki :
— Gönülde bundan daha büyük bir istek buluna­maz. Birisi gönlünden her şeyi silip de bu kelimenin med­lulünü gönlüne koymuş olursa ne mutlu o kimseye...
Meclise geldikleri zaman büyük bir sessizlikle bir tarafa geçip otururlardı. O'nun meclisinde asla bir kimse çekiştirilemez, bir kimsenin arkasından söz söylenmez ve ayıplanamazdı. O meclisde bulunanlar kendilerinden öyle çekinirlerdi ki, kimse söz söylemeğe cesaret edemez­di. Yüce faziletli bu zâtin mübarek simalarında asla değişik mîzaelılık, hafif meşrepliğe benzer en ufak bir ize bile rastlanmazdı.
Bâzan Receb ayında ilm ü irfan'dan bahs ederken mübarek yüzlerinde ve gözlerinin etrafında kırmızı­lıklar görünürdü. Bu, meclis ehlinin coşkunluklarından ileri geliyordu. Çoluk çocuğunu bir araya toplayıp ye­mek yerlerdi. Bunlardan her hangi birisi hazır bulun­mazsa, onun hissesi ayrılıp saklanırdı. Yemeği evde yer­lerdi. Yemek bittikten sonra sofra duası okurlardı. Ye­mekte, iki ufak parça ekmekten fazla yemezlerdi. Koyun keçi ve kuzu etini çok severlerdi. Çok kere sofralarında bunların etlerinin kebabı hazır bulunurdu. Yemeği çok hudû' ve huşu' ile yerlerdi. Yanlarında bulunanlara da böyle yapmalarını tavsiye ederlerdi. Sağ dizlerini yere korlar ve sol dizlerini yukarı tutarlardı. Fakat başka kimselerle bir arada yemek yedikleri zaman her iki dizle­rini büküp diz çökerek otururlardı. Öğle yemeğinden son­ra sünnet-i seniyye-i Nebevi gereğince bir müddet isti­rahat buyururlardı. Öğle ezanını duyunca ayağa kalkıp abdest alarak, dört rekât salât-i zuhr (öğle namazı farzı) ve nafilelerini kılarlardı. Namaz bittikten sonra, Hâfız-ı Kur'ân'lardan bir iki sahife Kur'ân dinlerler, sonra ders verirlerdi. İkindi namazını vaktin evvelinde kılarlardı. Zât-ı faziletleri, hiç bir zaman ikindi namazının dört rekâtlik sünnetini ihmal etmediler. İkindi namazını bitir­dikten sonra murakabe ile meşgul olur, güneş batınca.-ya kadar murakabede bulunurlardı. Akşam namazını da hemen vaktin başında kılarlardı. Yatsı namazını ha va iyice karardıktan sonra tam vaktinde kılarlardı. Vitr namazından önce ayrıca iki rekât da nafile kılarlardı Zâti Faziletleri, bâzan vitr namazını gecenin ilk-bölü­m ünde kılarlar, bâzan da teheccüd namazından sonra kılarlardı. Buyururlardı ki:
— Nebiyyi Ekrem Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in sünnetinin hilâfına vitr'lerde değişiklikler yapılmaz. Bütün gece uyanık kalınmaz. Bin gece uyanık kalmak-tansa bir kere Resûl-i Ekrem Sallallâhü Aleyhi ve Sel­lem'in sünnet-i seniyyelerine uymak daha hayırlıdır. Bir yerde Zât-ı Faziletleri şöyle yazmışlardır:
— Ben Hakk Teâlâ'ya Muhammed Sallallâhü Aley­hi ve Sellem'in «Rabbi» olduğu için muhabbet beslerim.
Müceddit, Rahmetullahi Aleyh, Ramazan'ın son on gününde îtikâfa çekilirlerdi. Yatsı namazından sonra hemen yatarlardı. Cuma gecesi, cuma gündüzü, cumar­tesi günü ve cumartesi gecesi yatmadan önce «âyât-i me'sûre» yi okurlardı. Cuma namazlarını cuma namazı kılman camilerde ve bayram namazlarını, bayram na­mazı kılman yerlerde «Bayram yerinde» kılarlardı. Zil­hicce ayının son on gününü oruçla, gece uyanık kalmak­la, yalnızlıkla ve ibâdetle geçirirlerdi. Bu on gün içinde tırnaklarını kesmezler, saçlarını tıraş etmezlerdi, Yâni hacılar ihramda iken neyi yapmazlarsa kendileri de yap­mazlar, Hacılara uymak isterlerdi. Seferde de hazerde de teravih namazını hep cemâatle küarlar, dört kere Kur'ân-ı Kerîm hatmederlerdi. Zât-ı Faziletleri Kur'ân-ı Kerîm tilâvet ettikleri zaman mübarek yüzlerinden san­ki Kur'an'm esrarı kendilerine keşf oluyormuş gibi an­laşılırdı. Arada sırada, tek başlarına da namaz kılarlar, o zaman rükûda ve secdede teşbihi dokuz kere yahut da on bir kere okurlardı. Buyururlardı :
— Tek başıma namaz kıldığım zaman secdede teş­bihi üç kere okumaktan utanıyorum.
— Namazın bütün âdâb ve erkânına dikkat etmek gerek. Bütün sünnet ve müstehablarmı göz önünde bu­kındurmak îcâb eder. Böyle yapınca namaz gönül hu­zuru ile kılınmış olur.
— Her hangi bir riyazet ve mücâhede, namaz gibi olamaz. Çok kimseler, riyazet ve mücâhedeye ehemmi­yet verirler de namazda kusur ederler, bu hiç de iyi bir şey değildir.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, önemli her işi —İs­ter din işi olsun isterse dünya işi— hep istihare ile yapar­lardı.
İyi, kötü herkesin arkasında namaz kılmayı caiz sayarlardı. Fâsık ve fâcir için de cenaze namazı kılmayı caiz görür namazını kılarlardı. Hastaları ziyarete gi­derler ve hal hatır sorar, hastanın iyi olması için duâ ederlerdi. Hastalığın tedavisi için deva ve çareler de a-rarlardı. Binlerce hasta bu mübarek zâtin duaları ve teveccühü sayesinde iyi olmuşlardır.
Kabirleri ziyarete giderler, mezarlık halkı için is­tiğfarda bulunur ve duâ ederlerdi. Bir kimse vefat edin­ce, hemen onun geride bıraktıklarına baş sağlığı dile­mek ve hal hatır sormak için giderlerdi.
İlk zamanlar, ileri gelen büyüklerin mezarlarına gi­derler ve mezarlara el sürerlerdi, fakat sonraları bu işi bıraktılar.
Türbeleri öpmekten men ederler, fakat kabirlere gidip duâ edilmesini caiz görürlerdi.
Bu mübarek zâti birisi bir yere çağırsa, bir davette bulunsa hemen kabul eder reddetmezlerdi. Ancak, gidil­mesi şer'an caiz olmayan hiç bir yere de gitmezlerdi.
Cehri zikirden (Yüksek sesle yapılan zikir) men ederlerdi.
Zât-ı Faziletleri buyurdular:
— «Bu ne kadar acâyib bir iştir ki, «sülük» (tari­kat yolu) ün merhalelerinin yarısını bile aşmamış olan dervişler kendilerinin keşiflerine îtimad eyleyip şerîate muhalefete kalkıyorlar.»
Kendileri, saatlere uğurluluk, uğursuzluk isnadını da men etmişler ve buyurmuşlar:
Peygamberimiz efendimiz, sallallâhü aleyhi ve sellem geldikten sonra, artık günlerin ve saatlerin uğurluluğu, uğursuzluğu ortadan kalkmıştır. Maalesef za­manımızda bu gibi hurafeler çok yaygınlaşmıştır. Müs­lümanlar falan gün falan işin yapılması uğursuzdur ya­hut da günâhdır demesinler de allahü teâlâya güven­sinler.
Şüphesiz ki sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarda daha fazla istiğfarda bulunup sabr etmek gerekir. Kendileri de, böyle hâllerde hep istiğfarda bulunup, «El-Hamdülillah» der hamd ederlerdi.
Kendileri övüldüğü zaman tevâzû gösterir övene pek çok teşekkür ederlerdi. Her hangi bir sıkıntı ve fe­lâket ile karşılaşırlarsa o zaman yine hamd eder ve :
— «Bu bizim kendi nefsimizin kötülüğündendir» derlerdi.
Riyâ ve bencilliği asla beğenmez ve hoşlanmazlardı:
— «Ateş, odun ve çör çöpü nasıl yakıp mahvederse, riyâ ve bencillik de iyi amelleri telef eder.» buyururlardı.
Zât-ı Faziletleri yine buyurdular:
— «Şayet her hangi bir sıkıntı ve zorlukla karşıla­şacak olursanız biliniz ki, bâtını, mânevi hâlinizde iler­leme vardır.»
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh, elbisenin gayet basitini giyinmesini severlerdi. Elbise­leri Sahâbe-i Kiram Rıdvanû'llâhi Aleyhim'in elbiseleri­ne çok benzerdi. Mübarek başlarına büyükçe bir sarık sararlar, sarığın ucunu arka tarafa bırakırlardı. Sâde ve basit bir gömlek giyinirlerdi; kol ağızları kılapasız, düğ­meleri om uzunda idi. Şalvar giyinirlerdi. Şalvarlarının paçaları topuklarından yukarı idi. Mübarek ayaklarına basit ayakkabı giyinirler, her zaman mübarek ellerinde asâ bulundururlardı. Omuzlarına da şal örterlerdi.
İmam Rabbani Rahmetü'llâhi Aleyh'in mübarek alınları dolunay gibi parlakdı. Mübarek yüzlerine bakıl­dığı zaman yürekteki bütün tasa ve kasavetler kaybo­lurdu. İki mübarek kaşlarının arasında, çok parlak kır­mızımtırak bir ben vardı. Her iki yanaklarında her za­man nur parlardı. Uzunla kısa arası, orta boylu idiler. Vücud bakımından çok zarîf, yüzleri buğday rengi idi. Mübarek gözleri iri ve kırmızımtrak idi. Burunları azı­cık yukarıya doğru kalkıktı. Mübarek sakallarında be­yazlık çokdu. Mübarek elleri iri, parmakları zarîf idi. Mübarek ayakları keza zarîf ve ufak idi. Vücudlarında mübarek saç ve sakallarından başka kıl yoktu. Yalnız mübarek göğüslerinde ufak tüyler vardı. Belleri dahi ince idi. Hülâsa Zât-ı Faziletleri inceliğin ve letafetin canlı heykeli idiler.
Hazret-i Müceddid-i Sânî Rahmetullahi Aleyh'in yedi oğlu ve iki kızı vardı:
Muhammed Sadık (Rahmetullahi Aleyh) Muhammed Sa'îd Hâzinü'r Rahmet (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed Ma'sûm Urvetui-Vuska (RahmetullahiAleyh)
Muhammed Yahya (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed îsâ (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed Ferruh (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed Eşref (Rahmetullahi Aleyh)
Bunlardan ilk dördünün çocukları vardı.
Diğerleri çocuk iken vefat etmişlerdir, iki kız evlâd ise: Hadîce Bânû (Rahmetullahi Aleyhâ) Ümm-i Gülsûm (Rahmetullahi Aleyhâ) idi. Hazret-i Hadîce Bânû'nun soyundan gelen çocuk­lar zamanımızda da mevcuddur.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bir hayli telif âtı vardır ki, bu telîfât ile kendi davet ve ta'lîmini beyan buyurmuşlardır. Çoğu basılmış bulunan eserlerinde; ulûm-i şer'iyye, maârif ve tarikat ilimlerinin deryası ol­duğunu görürsünüz. Fakat zamanımızda bunlardan an­cak bir kaçının basüı nüshalarını bulmak kabildir. Bu­lunanlar şunlardır :
1.             Mektûbât-i Şerîf,
2.             Mebde'-i Ma'âd,
3.             Ma'ârif-i Ledünniyye,
4.             Mükâşefât-i Gaybiyye,
5.             Şerh-i Rubâiyyât-i (Hoca Abdü'l-Bâkıy Rah­metullahi Aleyh)
6.             Risâle-i Tehlîliyye
7.             Risâletün fî İsbât en-Nübüvveh,
8.             Risâle-i Silsile-i Hadîs,
9.             Risâle-i Redd-i Revâfız,
10.           Risâle-i Hâlât-i Hâcegân-i Nakşıbend,
11.           Risâle-i Âdâb'ül-mürîdîn.
İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh'in mektupları­nın sayısı 634 dür. Bunun birinci cildini Halîfesi Haz­ret-i Mevlâna Yâr Muhammed Hicrî 1025 senesinde toplamıştır. Bu zât Bedehşân şehrinde oturmaktaydı. (Af­ganistan Türkistan'ı). İkinci cildini ise Hazret-i Müced­did'in diğer halîfesi Hazret-i Mevlâna Abdü'l-Hayy Hi-sârî hicrî 1028 senesinde tanzim ve tertîb eylemiştir. Üçüncü cildi ise yine halîfelerinden Hazret-i Mevlâna Hcca Muhammed Hâşim Burhanpûrî hicrî 1031 senesin­de toplamıştır. Hazret-i Müceddid, bu mektuplarında öyle hakikatler ortaya koymuşlardır ki koca koca ule­mâ ve meşâyih okuyunca parmaklarını ısırmışlar ve Hazretin hakîkaten müceddid (yenileyici) olduğuna ik­rar verip itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Ekber Şah, İslâm'ın temellerini sarsmak için, bir hayli kirli işlere girişmişdi. Uydurma bir din ortaya atmak istemiş ve emirleri de onun bu uydurma ve mânâ­sız dînine karşı temayül gösterip desteklemişlerdi. Bun­lar, tevhîd (Allahı bir'leme) olmadan peygamberliğin kâfî geldiğini söylüyorlardı. Felsefeciler ve câhil şeyh­ler, Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerifleri rafa kaldırdılar. Hak Teâlâ’nın yaratmış bulunduğu insanları hak yoldan saptırmak için her çâreye başvuruyorlardı. Bu mülhid ve sapık zümre arasında bir kısım kimseler de şeriat hü­kümlerini unutmuşlar körü körüne bu sapık yolu tutup gidiyorlardı. İşte böyle bir ortamda Hak Teâlâ’nın ina­yeti ile İmam Rabbani ortaya çıktılar. İmam Rabbânî'­nin ortaya çıkması ile havayı karartmış bulunan bulut­lar dağıldı. Halkın göğüsleri bu mübarek zâtin nuru ile aydınlandı. Âlim kesilmiş olan câhiller, dâvalarını bı­raktılar, teslim oldular. İmam Rabbânî her işi Kitab ve Sünnete göre hallediyorlardı. Her hakikati de açık açık beyan buyuruyorlardı. Her yerde ve fırsatta, İslâm'dan sapmış bulunan vezirleri ve emirleri açık açık tenkîd ve tekdir ediyorlardı. Bu çalışma ve Allah'ın lütfü ile sa­pıtmış olan emirler ve vezirler yeniden İslâmla müşer­ref oldular. İslâm saadetine yeniden eriştiler. Keza sa­pıtmış âlim geçinen kimseler de yola geldiler ve İmam Rabbânî Rahmetüilahi Aleyh'in kayyumluklarmı, imamlıklarmı, müceddid olduklarını kabul edip îtiraf eylediler. O'nun kemâlâtmı ikrar etmek zorunda kaldılar. Bir kısım aşağılık ve hasud kimseler ise, muhalefet edip karşı gelmek istedilerse de onların bu hareketleri netice vermedi ve çalışmaları boşa çıktı. Müceddid-i Elf-i Sânî'­nin müceddid olduğu güneş gibi ortaya çıktı ve her ta­rafı aydınlattı.
İmam Rabbânî Rahmetüllahi Aleyh 63 yaşında idi­ler. Altmış üçüncü yaşlarının son ayında Kurban Bay­ramı günü bayram namazını kıldıktan sonra buyurdular:
— Galiba bizim için dünyadan göçmek zamanı gelmiştir. Bakınız benim ömrüm de Efendimiz Sallallâ­hü Aleyhi ve Sellem'in ömrü kadardır.
Şimdi sizlere vasiyetimi bildiriyorum :
Her za­man Kur'ân-ı Kerîm ve Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in sünnetine bağlı kalınız. Bütün işlerinizi bu ikisine göre ayarlayınız. Ulemâya ve ileri gelen ilim erbabına hürmet gösteriniz. Biliniz ki, ben ulemâ deyin­ce, şerîate muhalif hareket eden ve uydurma ulemâyı kasdetmiyorum. Böylelerinin yanma bile yaklaşmayınız. Semai raksi tasvîb eden ehi-i tasavvuf yalancıdırlar. Zikir ve murakabeyi devam ettiriniz. İbâdete çok bağlı bulununuz. Şerîat-i Muhammedi'ye muhalif hareket eden ve keşf ü keramet iddiasında bulunan kimselere de inanmayınız. Onlar da yalancı kimselerdir. Hakîkat­te böylelerinin mâ'rifet-i ilâhiyye ile hiç bir alış veriş­leri yoktur. Bu gibi kimselerden uzak kalınız. Öyle kim­selerle yakın bulununuz ki onlar, kitap ve sünnete uy­gun ilim ve amel sahibi olsunlar da ilimlerinden istifâ-edilsin ve sizin için kurtuluşa vesile olsunlar.
Yine bir gün buyurdular :
— İki ay sonra havalar soğuyunca artık beni ara­nızda göremiyeceksiniz.
Zilhice ayının ortalarına doğruydu, Zât-ı Faziletle­ri nefes darlığı hastalığına yakalandılar. Bu kere an­cak bir kaç gün ömürlerinin kaldığını haber verdiler. Bir gün ulu babalarının ve ulu dedeleri Hazret-i İmam Re-fîu'ddîn Rahmetüilahi Aleyh'in mezarlarını ziyaret et­tiler ve uzun zaman orada kaldılar, murakabe ile meş­gul olup, mezarlık halkına duâ ederek istiğfarda bulun­dular. Bu, o mübarek zâtin son çıkışları idi.
Hicri 22 Saf er 1034 senesi, evlâdını ve mürîdlerini topladılar ve:
— Hak Teâlâ bir insan için verilmesi gereken her şeyi bana vermiştir.
Bu sözleri söylerken, artık son anin gelmiş olduğu­nu hissediyorlardı. Bundan sonra, bütün elbiselerini fu­karaya dağıttılar ve o gecenin ertesi günü vefat ettiler. Çok zor kalkıp oturabiliyorlardı. Tam vefat edeceklerin­de vasiyyetlerine ilâve ettiler:
— Benim cenazemin defnini sünnete uygun şekil­de yapınız. Kimseye benim vücûdumu göstermeyiniz. Beni gaslederken oğullarım ve iki halîfemden başka kimse bulunmasın.
Sonra takatsizlik daha da arttı. Buna rağmen yine abdest alıp, gece «teheccüd» namazı kıldılar. Hindu, di­linde aşağıdaki mısrai bir kaç kere tekrarladılar:
«Ömür sona erdi ve Dost'a kavuşma zamanı geldi.»
Yâni: Şimdi O Dost'a kavuşacağım ki, bütün dün­yayı O'na fedâ ederim, diyordu. Âdetleri veçhile mura­kabeye devam ediyorlardı. Sonra «îşrak» namazını da kıldılar. (Güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılınan ikişerden dört rekât nafile namazdır.) Duaları­nı zikirlerini okudular. Sonra abdest tazelemek istedi­ler. Lâzımlık getirttiler. Lâzımlığın içine kum dökme­lerini söylediler, kum döküldü. Sonra; küçük abdest bo­zacak kadar vakit yoktur, abdest alayım. Bu lazımlığı kaldırın ve beni yere oturtun dediler. Böyle yapıldı. Mü­barek yüzlerini kıbleye çevirdiler, sağ ellerini mübarek yüzlerine dayadılar. Zikr ile meşgul oldular. Nefesleri hızlüaştı ve bir kaç dakika sonra Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Hakkin rahmetine vâsıl oldu. «İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn» Biz Allah içiniz ve O'na döne­cekleriz.
Vefat tarihi hicrî 28 Safer 1034 salı günü, güneş yükseldikten bir az sonra kuşluk vakti idi.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin vefatı gü­nü gökyüzü kızarmıştı. Sanki bütün dünya onun için yas tutmaktaydı.
Hazret-i İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin cenazesi gasil için teneşir tahtasına kondu. Mübarek ce­sedi, namazda imiş gibi ellerini bağlamış hâldeydi. Gasil esnasında cesedi sağa sola çeviriyorlar, fakat mübarek elleri hep bağlanıyordu. Üç defa böyle oldu ve oğulları zannettiler ki bunun da bir sırrı vardır. Dördüncü defa artık ellerini açmak için uğraşmadılar ve elleri bağlı halde kefenlediler.
Zât-ı Fazîletlerinin oğlu Hazret-i Muhammed Sa'îd Hâzinü'rrahmeh cenaze namazına imamlık ettiler. Son­ra Hazret-i Hoca Muhammed Sadık Rahmetüilahi Aleyh'­in, kabrinin batı tarafına defnettiler. Mezar dar gel­mişti. Fakat kendi kendine doğu tarafa doğru geniş­ledi.
Oğlu Hazret-i Hâzinü'r Rahmeh ve müridi Şeyh Pîr Muhammed Rahmetüilahi Aleyh ve Şeyh Âdem Benûrî Rahmetüilahi Aleyh hepsi de buyurdular ki:
— «Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, vefatlarından sonra da bâtın gözü ile hayatta bulundukları gibi dün­ya ahvâlini görüyorlar ve manevî fâide elde ediyorlar.»

Kaynakça
Muhammed Halim Şarkpûrî trc Prof Dr. Ali Gencelî [Kitap]. - İmam Rabbani Ahmet Fâruk Serhindi 1978 Konya. (s.8-99)



[1] Hatırlanacak bir konu [Her mason dul bir kadındır Masonların sıkça kullandığı "dul kadının çocukları" deyimi, masonların kökenlerinin dayandığını söyledikleri 'Hiram efsanesinden', Hz. Süleyman mabedini inşa eden Hiram Usta'nın dul bir kadının çocuğu olmasından kaynaklanıyor. Dünyada mason locasına üye olan herkes kendilerinin dul bir kadından gelme olduklarına inanırlar ve her bir mason dul kadının çocukları olarak kabul edilir. Hiram'ın annesine atfen kullanılan dul kadının çocuğuna yardım ifadesinin gerçekten masonlar arasında zor durumda olan dul bir mason hanımına yardımı ifade ettiğini söyleyen araştırmacı— yazar Aytunç Altındal bu ilişkiyi şu sözlerle açıklıyor:
"Masonların her biri dul bir kadındır ve her bir biraderin bir tane kadın ismi vardır. Bir mason locasında iki tane birader var. Birinin adı Ahmet, birininki Veli. Ahmet'in karısı Necla, Veli'nin karısı da Filiz ismini taşısın. Şimdi Ahmet, Veli'nin karısının adını alıyor, Veli de Ahmet'in karısının adını alıyor. Böylece Veli ve Ahmet birer erkek oldukları halde birer adları da Necla ve Filiz oluyor. Ahmet'in bir adının Filiz olduğunu locada bulunanlar da biliyor. Böylece locada hem kadın hem de erkek olmuş oluyor. Bir gerçekten hâlâ yaşayan Necla ve Filiz var, bir de erkek olan Necla ve Filiz var. Birgün Filiz'in kocası olan Veli ölürse ona erkek olan Filiz yardım ediyor. Yani gerçek bir dul kadın var ortada, onun adı Filiz; bir de erkek olan Filiz (Ahmet) var o da dul bir kadın ayrıca. Yani Ahmet de dul bir kadın olmuş oluyor ve bunu da locada bulunanlar biliyor."]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar