İKİNCİ BİN YILIN YENİLEYİCİSİ - İMAM RABBANİ AHMED FÂRUK SERHİNDİ
Serhind denen yer, geniş bir ormanlıktı. Burada
arslan, kaplan ve diğer yırtıcı hayvanlar barınmaktalardı. Serhind'in
arslanlarına «Orman» kalenderi derlerdi. İşte bu arslanlar yatağı, İmam
Rabbânî'nin buralara ayak basışının bereketiyle artık Allahu Zü'lcelâl'ın
arslanlarının yatağı hâline geldi.
Serhind, Dehli ile Lahor yolunun tam ortasındadır-
Fîruz Şah Tığlık devrinde padişahın adamları,
Lâhor'dan Dehli'ye hazîne götürüyorlardı. Onlann içinde pâk tabiatlı bir zât da
vardı. Bu ormandan geçerken bu zât'ın içine burada değerli bir veliyyullah'ın
zuhur edeceği doğdu. Bu zât meseleyi Pâdişah'ın «Pîr» ine, mürşidine anlattı.
Esasen Pâdişâh kendisi de kâmil ve arif bir zât idi. Pîr hazretleri bunu önemli
bularak meseleyi Pâdişah'a iletti ve burada bir şehir yapmasını sağladı ve
Pâdişâh, veziri Hoca Fethullah'ın emrine iki bin kişi vererek, şehrin
kurulması için gönderdi. Şehrin ilk temel taşı hicrî kamerî 760 senesinde
Hazret-i İmam Refi'u'd-dîn rahmetüllahi aleyh ve Hazret-i Şah Bû Alî Kalenderin
mübarek elleriyle kondu. Şehrin çevresi 12 mil'e ulaştı. Şehinşah (İmparator)
Evreng - Zîb zamanında Sinkh'ler fırsat bularak şehre saldırıp yağma ettiler.
Tepenin üzerindeki kaleyi de ele geçirip kendilerine bir barınak haline
getirdiler. Bu gün de burası Sinkh'le-rin elinde olup her sene muayyen
zamanlarda merasim için burada toplanırlar.
Bir ara Müceddid-i Elf-i Sânî, şehir dışında güneydoğu
tarafında yüksekçe bir tepeye çıktılar ve öğle namazını orada kıldılar. Bir
müddet murakabe ile meşgul olduktan sonra halka hitaben buyurdular:
— Murakabede iken bana, bu tepede
enbiya (peygamberler) aleyhimüsselâm'm kabirleri bulunduğu bildirildi. Beni
görmeğe geldiler. Sayıları kırk kadar idi. Zamanlarında kavimleri, bu
peygamberlerin sözlerini dinlememiş, kendilerine uymamış ve onlar da kendi yer
yurtlarını bırakıp buraya gelmişler ve burada vefat etmişlerdir.
Şimdiki demir yolu istasyonunu İngilizler yapmışlardır.
Mübarek türbeden iki buçuk mil mesafededir. Pazar yeri istasyona yakındır.
Serhind günümüzde küçük bir kasaba olup, hububat pazarıdır. Pakistan'dan ve Hindistan'dan
gelen ziyaretçüer, istasyondan türbeye at arabaları ile giderler.
Hind Pakistan bölünmesinden önce mübarek türbe çok
ihtişamlıydı. Gece gündüz feyz akardı ve her tarafdan on binlerce Allah kulları
gelip feyizden nasiblerini alırlardı. Bölünme sırasında çıkan kargaşalıkta,
binlerce müslüman dergâha sığınmışlardı. Düşmanlar kaç kere saldırmağa
kalktılarsa da dergâhın harîmine adım atmak için cesaret gösteremediler. İmam
Rabbânî'nin eteğine sarılmış olanlar, emniyet içinde barındılar. Barınanlar
için yiyecek içecekten hiç bir sıkıntı da baş göstermedi. Bölümden önce,
ârus-i mübarek (vefatları seneyi devriyesinde yapılan merasim) sırasında bütün
İslâm ülkelerinden on binlerce ziyaretçi gelirdi. Cümle kapısından çok
uzaklara kadar, yol adamla dolup taşardı. Sanki büyük bir şehirmiş gibi bir
hayli insan toplanırdı. Dergâh-i Şerif de iğne atılsa yere düşmezdi. Bölümden
sonra ise, Pakistan'dan gelen ziyaretçilerin sayısı artık iki yüz, iki yüz
elliden fazla olmuyor. Hindistan'ın muhtelif yerlerinden gelenlerin de sayısı
pek fazla değildir. Zamanımız insanlarının değişmesi... Ne diyebiliriz? Şim di
camilerinde hatm-i şerif de tam olarak yapılamıyor. Hâlen Cenâb Makbul Ahmed
hazretleri dergâhın işlerini üzerlerine almışlardır. Ârûs-i şerif gününde,
fukaraya muntazam bir şekilde yemekler dağıtılıyor. Bu zât, ahlâkı güzel,
işleri maharetle yürüten bir kimsedir. Hak Teâlâ zât-i ârifânelerine ve mahdumlarına
bu kapının ziyaretçilerine hizmet yolunda daha fazla muvaffakiyet ihsan
eylesin.
Faziletli zât İmam Rabbânî'nin ismi şerifleri
Ahmed'dir. Lâkabları: Bedru'ddîn, künyeleri, Ebu'l-Berekât, mansıbları Kayyûm-i
zaman Mücedid-i Elf-i Sânî, mezhepleri ise Hanefî'dir. Tarîkatleri,
Müceddidiyye olup, bundan başka Kaadiriyye, Sühreverdiyye, Nakşibendiyye, Çeştiyye, Nizâmiyye ve
Sâbiriyye'den de nasîb almışlardır.
Zât-i faziletleri, Emîru'l Mü'minîn Seyyidina Ömeru'l
Fârûk Radiyallâhü Teâlâ anh'ın 27 nci göbekten torunudur. Zâtı faziletlerinin
ulu babasının mübarek ismi: Şeyh Abdüi - Ahad'dır. Dedesinin ismi ise Şeyh
Zeynü'l Abidîn'dir.
Şeyh Abdü'l - Ahad, kardeşlerinin en büyüğü ve zamanının
tanınmış ve ileri gelen âlimlerinden idi. Ulûm-i zahirî ve bâtınîyi bir araya
toplamış bulunuyordu. Hindistan'ın ileri gelen meşâyihi (şeyhler) arasında adı
sayılır kimse olup, pek tanınmış ve şöhret sahibi bir zât idi. Bu zâtın pîri
ve mürşidi, Hazret-i Şeyh Abdü'l - Kuddûs Gengûhî idi. (Rahmetullahi aleyhim.)
Bir gün Şeyhi Abdü'l - Ahad hazretlerine müjdeleyip «senin alnında bir Hak
Veli'sinin nuru parlamaktadır. Çok geçmeden dünyaya gelecektir. Hak Teâlâ'nın
kudreti sana husûsî bir vazife vermiştir. Ben o zamana kadar hayatta kalacak
olursam, bunu ilâhî rahmet vesilesi bileceğim» diye buyurdu. Fakat çok
geçmeden Şeyh hazretleri vefat etti. Bunun üzerine Şeyh Abdü'l - Ahad da,
zamanının kutbu (üeri gelen mutasavvıf) bulunan Şeyh Rüknü'ddîn rahmetullahi
aleyh'e intisab etti. Bu Şeyhin feyzi ile de zahirî ve bâtinî ilimlerde kemâl
derecesine erdi.
İmam Rabbânî Rahmetullahi Aleyh kendi mektuplarında
şöyle buyururlar:
— Ulu babamın huzuruna bir hayli
kimseler gelirlerdi. Bir ara bâzıları, babamı Mekke'yi Mükerreme'de bazıları
le Bağdat'ta gördüklerini söylerlerdi. Fakat ulu babam kabul etmeyerek:
— Tevazu ile ben hiç evden
çıkmadım, derlerdi.
Bir kere ev halkı gördüler ki, zât-ı faziletlerinin vücûdunun
her uzvu evin içinde bir birinden ayrılmış şuraya buraya serpilmiştir. Halk
bunu duyunca Şeyh'in evine koşuştular fakat Şeyh hazretlerini, zikr-i İlâhî ile
meşgul buldular.
Hazret-i Şeyh Abdü'l - Ahad rahmetullahi aleyh,
Çeştiyye tarikatından başka Kaadiriyye tarikatına da bey'at almak icazetine
mâlikdi. 27 Cemâzelâhir 1007 hicrî kameri tarihinde Serhind'de vefat etti. O
zaman kendileri 80 yaşındalardı.
Zâtı faziletlerinin vefatı sırasında mahdumları İmam
Rabbânî (Kuddise Sirruh) mevcud idi. Vefatından önce buyurmuşlardır:
— Ben muhabbeti ehli beyt ile
kendimden geçmişim. Bu muhabbet nimetinden büyük nasib almış bulunuyorum.
Size de aynı muhabbeti besleyip çoğaltmayı tavsiye ederim.
Yâ Rabbî, Hakkı için Fatime evlâdının
Kim, imanın sözünü bununla tamamlarsın.
Abdü'l - Ahad Rahmetullahi Aleyhin türbeleri, şimdiki
dergâh'ın kuzeyinde bir buçuk millik bir mesafede bulunuyor.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî doğmadan önce, ulu
babaları bir gece şöyle bir rüya görmüşlerdi:
Dünyanın her tarafı karanlıklar
içinde, maymunlar, çakallar ve domuzlar adamları parçalıyorlar, Zât-ı faziletlerinin
mübarek göğüslerinden bir nûr fışkırıyor. Nurun içinden bir taht ortaya
çıkıyor. Bu taht üzerinde büyük bir şahsiyet yaslanıp oturmuş, onun karşısında
bütün zâlim, dinsiz, densiz, mülhid kimseler helak olmaktalar. Şeyh Abdü'l -
Ahad gördüğü bu rüyayı zamanın büyüklerinden Şah Kemâl'e anlattı.
Hazret-i Şah Kemâl, zamanının
ileri gelen mutasavvıfı kutb-i kâmili idi. Rüyâ'yı tâbir ederek buyurdular:
— Yakında senin bir evlâdın olacak
ve bütün bid'at-leri ortadan kaldıracaktır.
Müceddid-i El fi Sânî İmam Rabbânî'nin valideleri de
asaletli iyi bir kadın idi. Namazına, orucuna çok bağlı, oturup kalktığı
kadınlara, dinî bilgi öğretirdi. Bu kadından yedi erkek çocuğu doğmuştur:
1. Şeyh Şâh Muhammed, 2. Şeyh
Mes'ûd, 3. İsmi bilinmiyor, 4. Şeyh Ahmed, 5. Şeyh Gulam Muhammed, 6. Şeyh
Fuâd, 7. Yine ismi bilinmiyor.
İmam Rabbânî'nin annesi Bülend - Şehir vilâyetinin
Sekenden isimli bir kasabasında oturan meşhur mutasavvıflardan birinin
kızıdır.
İleri gelen birçok ulemâ zât-ı faziletleri hakkında
kitaplar yazmışlardır. Rivayete göre Hazret-i Gavs-i A'zam Abdülkaadir Geylânî
Rahmetullahi aleyh, beş yüz sene sonra yüksek makam sahibi ulu bir zât dünyaya
gelecek ve bu zât İslâm Dîni için büyük hizmetler îfâ ederek onu
kuvvetlendirecek. Şirk ve bid'at ortadan kalkacaktır. Onun çocukları da Dîn-i
Muhammedi'nin bayraktarı olacaklardır, demiştir.
Hazret-i Şeyh Ahmed Câmî Rahmetullahi aleyh de şöyle
buyurmuşlardır:
— Dört yüz sene sonra benim adaşım
olan büyük bir zât dünyaya gelecek ve herkesden üstün ve üstün fazilete sâhib
olacaktır.
Molla Câmî Rahmetullahi aleyh de bu hususu kitabında
kaydetmiştir.
Hazret-i Şeyh Selim Çeştî Rahmetullahi aleyh ve
Hazret- Şeyh Abdullah Sühreverdi, Hindistan'ın ileri gelen evliyasından idiler.
Bunlar Hak huzuruna teveccüh edip, keşiflerinde ilerde bir imam'ın zuhur
edeceğini, onun nûru'nun kıyamete kadar kalacağını müşahede etmişlerdir.
İmam Rabbânî (Kuddise sirruh) nin Valideyi
mükerremleri buyurmuştur:
— Oğlum Ahmed'in doğumu sırasında,
bana baygınlık geldi. Baygınlık içinde Peygamber Sallallâhü aleyhi ve
sellem'in ümmetinin bütün evliyayı kirâmını, evime toplamışlar gördüm. Allahu
Teâlâ oğlum Ahmed'i câmî'i kemalât olarak yetiştirecek kendi hass rahmetine
mazhar kılacaktır diyen bir hatifi ses duydum.
Bunun için onu ziyaret etmek bağışlanmağa vesiledir.
Müceddid-i El fi Sânî'nin muhterem pederleri buyurmuşlardır:
— Onun doğduğu gün gördüm ki,
Peygamber Sallallâhü aleyhi ve sellem, bütün enbiyâyı kiram aleyhimüsselâm ve
melekler hep birlikte teşrif ettiler. Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem,
benim evlâdımı uğurladı ve mübarek olsun diyerek kulakanna ezan ve kamet okuyup:
— Bütün kemâlâtıma vâris olup,
benim yerime geçecektir. Benim ümmetimin dînini ve âhiretini yönetecektir,
buyurdular.
Yine muhterem pederi ilâve ederek:
— Oğlum Ahmed'in doğum günü,
sayısız melekler,
Enbiyâ'yi izam ve evliyayı kirâm'ın ruhları hep
Serhind üzerine inmişlerdi.
İmam Rabbânî Ahmed Serhindî'nin doğumları, hicrî 14
Şevval-i şerif 971 Cuma günü vuku buldu.
İmam Rabbânî Resûlüllah Sallallâhü aleyhi ve sellem'in
sünneti üzere sünnetli olarak doğmuşlardı. Zât-i faziletleri hiç de diğer
çocuklara benzemezlerdi. Ağlayıp feryâd etmezdi. Hep neşeli ve şen idi.
Valideyi muhteremeleri iş güçle meşgul olurken süt emzirme zamanı geçse yine de
sesini çıkarmaz beklerdi. Kendilerinin görünüş ve şemaili çok sevimli idi.
Gören herkes ona karşı iradesiz muhabbet beslerdi. Asla çıplak dolaşmazlar,
zaruret karşısında bile bir şey bulup vücutlarını kapatırlardı.
Bir ara İmam Rabbânî çok zayıflamışlardı. O sıra
Hazret-i Şah Kemâl, Serhind'e teşrif ettiler. Zayıflamasına üzülen babası,
çocuğu yanına alarak Şeyh Şah Kemâl'e gittiler. Çocuk hakkında duâ etmesini ve
Hak Teâlâ'dan şifa dilemesini istediler. Hazret-i Şah Kemâl, çocuğu görünce
hürmet için ayağa kalktı ve buyurdu:
— Çocuğa hürmet göstermek için
ayağa kalkdım. Zîrâ bu çocuk, ümmetin bütün evliyasından daha üstün fazîlet'in
sahibidir. Sonra bir müddet mübarek dilini çocuğun dudağına dayadılar ve
buyurdular: Biz, Kaadiriye silsilesinin hayr ü bereketini bu çocuğa verdik. Hazret-i
Şah Kemâl, kendisinde emanet bulunan Hazret-i Şeyh Abdü'lkaadir Geylânî'nin
hırkasını, kendi torunu Şah İskender'e verip buyurdu: Bunu Müceddid-i Elf-i
Sânî'ye vereceksin.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî yedi yaşında iken
Hazret-i Şah Kemâl vefat ettiler.
Ulu babası, kendisine namazı öğretti. Zât-ı faziletleri
çocukluktanberi, namaza, nafile namazlara ve bilhassa teheccüd namazına çok
bağlı idi. Namazı çok sever, şevk ve zevk ile edâ eylerlerdi. Nafile namaz ve
dînî vazifelerle o kadar meşgul olurlardı ki, dünyayı ve dünyadakileri tamamen
unuturlardı.
Ramazan-i Mübarekte, bu faziletli zâtın hâli bambaşka
olurdu. Teravih namazlarından başka diğer dînî vazifelere de son derece îtinâ
gösterirlerdi. Çocukluk çağında dahi bir an için olsun Hak Teâlâ'nın zikrinden
gafil değillerdi.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, medreseye girdikten
sonra kısa bir zamanda Kur'ân-i Kerîm'i hıfzederek bitirdi. Sonra diğer
geçerli ilimleri de babasından öğrendi. Daha sonra Siyalkut'a teşrif buyurup
orada Mevlâna Kemâl Kişmîrî, Mevlâna Şeyh Huarizmi Kübravî'nin halifesi Mevlâna
Ya'kûb Kişmîrî'den ilim tahsil edip icazet aldı. Daha delikanlılık çağına
girmeden bütün zahirî ve bâtınî ilimleri ikmâl edip icazet almıştı.
O sıralarda Hindistan'ın hükümet merkezi EKBER-ÂBÂD
idi. Bir hayli tanınmış âlimler orada toplanmışlardı. Zât-ı Faziletleri oraya
gidip, âlimler ile görüştüler. Âlimler, zât-ı faziletlerinin zekâsı karşısında
hayretler içinde kaldılar ve birçokları Zât-ı faziletlerinin ders halkasına
iştirak etmeye başladılar.
Pâdişâh Ekber'in vezirleri, Ebü'l-Fadl ve Feyzî, her
ikisi de çok bilgili ve fazilet sahibi kimselerdi. Zât-ı faziletlerinin
şöhretini duyup huzuruna geldiler. Hâlis niyet ve muhabbetle ona sarıldılar.
Bir müddet sonra Ebü'l-Fadl ile bâzı hususlarda aralarında ihtüâf çıkması
üzerine Ebü'l-Fadl'e karşı gücendiler. Hak Teâlâ’nın takdiri bu, tam o sırada
Şehzade Selim, Ebü'l-Fadl'i katlettirdi.
Thaniser'de Şeyh Sultan isminde bir şeyh vardı. Hem
şeyh idi, hem de aşağı yukarı o mıntakanm hükümdarı. Aynı zamanda Pâdişâhın
musâhiblerinden de sayılırdı. Çok iyi, sâlih bir şahsiyetti. Bir ara bu zât
rüyasında Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'i ziyaret etti. Efendimiz
kendisine kızını Şeyh Ahmed ile evlendirmesini emr buyurdular.
Şeyh hayretler içinde kaldı. «Yâ Rabbî acaba Şeyh
Ahmed kimdir?» diyerek tereddüd içinde iken, Efendimiz bir daha
güründüler. Bu defa, Sallallâhü Aleyhi ve Sellem efendimiz Şeyh Ahmed hakkında
malûmat da verdiler. Hak Teâlâ’nın tecellîsi îcâbı, o günlerde Müceddid- Elf-i
Sânî, Thaniser'den geçiyorlardı. Şeyh Sultan kendilerini gördü, bir hayli
tereddüd geçirdi, fakat cesaret edip de bir şey diyemedi. Üçüncü defa yine
Peygamber Sallallâhü aleyhi ve sellemi gördü ve Efendimiz Şeyh Ahmed işte o
gördüğün zâttır diye işaret buyurdular. Nihayet Şeyh, cesaret bularak,
fazileti yüce Şeyh Ahmed'e (İmam Rabbânî) bu mesele hakkında haber ulaştırdı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî:
— Ben bu hususta hiç bir şey
diyemem, muhterem babama başvurulsun ve kendisiyle görüşülsün.
Babası Şeyh Abdü'l-Ahad, Şeyh Sultan'm bu teklifini
kabul buyurdular. Şeyh Sultan da kızma külliyetli mikdarda cehiz, bir hayli de
servet ilâve ederek verdiler.
Evlendikten bir kaç sene sonra İmam Rabbânî çok ağır
bir hastalığa yakalandılar. Hemen hemen hayatlarından ümid kesilmişti. Bunun
üzerine sadakatli ve saâdetli hanımı, abdest alıp, iki rek'at namaz kılarak,
son derece acz ü inkisar ile Hak Teâlâ’nın bârıgâh-i izzet ve celâline el açıp
duâ ederek şifa diledi. Duâ ederken, uykuya daldı ve uyku içinde kendisine şu
müjde ulaştı:
— Ey hâtûn üzülme! Bu zâttan daha
binlerce önemli işler beklenmektedir.
Nitekim çok geçmeden de zât-i faziletleri şifa buldular.
Evlendikten sonra da Şeyh Ahmed-i Serhindi her gün
babalarının huzuruna çıkarlar ve fadl ü kemâl elde eder, bâtınî kemâlâtda
derece alırlardı. Vefatı yaklaştığı sırada babası, bütün çocuklarını
topladılar. Dedeleri ve babalarından kalan Sühreverdiyye hilâfeti hırkasını,
Şeyh Abd'ul-Kuddûs Genhuh'î'den elde etmiş oldukları Çeştiyye hilâfeti
hırkasını ve Hazret-i Şeyh Kemâl Kithel'den elde etmiş bulundukları Kaadiriyye
hırkasını oğlu Müceddid-i Elf-i Sânî'ye verdiler. Bütün bu yollarda kendisini
halîfe tâyin kıldılar. Bu itibarla Müceddid-i Elf-i Sânî, Kaadiryye, Çeştiyye,
Sühreverdiyye ve Nakşıbendiyye tarîkatlerinin hepsinden de feyz almış
bulunuyordu ve silsilelerin hepsine de bey'at almak, mürid edinmek yetkisi
vardı, akat Peygamber-i Zîşân sallallâhü aleyhi ve sellem'in emirlerine tam
bir bağlılıkları bulunduğundan, müridleri hangi tarîkate mensup olurlarsa
olsunlar onları, bâzı tarikatler içine girmiş, şerîate uymayan bid'at ve
hurafe cinsinden; raks, (oyun) şarkı, gibi şeylerden men ederdi.
İmam Rabbânî'nn muhterem babaları, Nakşıbendiyye
tarikatının faziletlerini zamanının birçok ileri gelen büyüklerinden
duymuşlar, öğrenmişler ve bu hususta bir hayli de kitap okumuşlardı. Fakat bir
türlü Nakşibendî meşâyıhı ile görüşebilmek fırsatı mukadder olmamıştı. Bütün
silsilelerin bittiği yerde Nakşibendî silsilesinin başladığını da biliyor, bu
itibarla Nakşibendî tarikatına çok ilgi ve muhabbet besliyordu. Çünkü Nakşibendîlikte
diğer bâzı tarîkatlerde olduğu gibi çile doldurmak, yüksek sesle bağırarak
zikretmek, semâ etmek, mezarların üzerine çadır örtmek, şeyhin huzurunda hürmet
secdesine kapanmak, ayak öpmek, kadm mürîdelerin çarşafsız ve örtüsüz
oturmalarına izin vermek ve emsali gibi şeriat ve âdaba uymayan işler yoktur.
Bu tarîkatte merasim ve riyazet az olmasına rağmen feyz ve bereket çoktur.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem'in ahlâk, şemail ve kemâlâtını elde
etmeye çok önem verilir. Nakşibendiyye tarikatının silsilesi Ebû Bekir
Radiyallahü Teâlâ anh'dan başlar. Tarîkatin kurucusu olan Hazret-i Bahâü'd-Dîn
Nakşıbend el-Buharîye kadar gelir ve ismini ondan alır. Ve nihayet Müceddid-i
Elf-i Sânî ile yeniden sulanarak yenilenir.
Müceddid-i Elf-i Sânî, vaktiyle ileri gelen bir
zâttan, Hazret-i Bahâüddin Nakşıbend el-Buhârî'nin:
«Hindistan'da Peygamberi Zîşân'm
bir halîfesi, naibi zuhur edecektir. Bu öyle bir zât olacaktır ki, Eshâb-ı
Kiram radiyallahü Teâlâ anhüm yanında ve evliyayı izam rahmetullahi aleyhim
arasında güzîde, seçilmiş bir mevkii olacaktır. Bütün ileri gelen zevat
kendisine ilgi göstereceklerdir. Bu yüksek dereceli şanlı Veliyyullah'ın bizim
silsilemize mensup bulunmasını isteriz» diye buyurduğunu işitmiştir.
O zaman, Nakşıbendiyye silsilesinin büyük şahsiyeti
Hazret-i Hoca Emekengî rahmetullahi aleyh hayatta idi. Kabil şehrinde ikamet
buyuruyorlardı. Tarîkati yaymak ve halkı uyarmak için Hazret-i Hoca Bâkıy
Billah'ı, Hindistan'a göndermişdi. Hoca Bâkıy Billah, Hindistan'a gelmeden önce
bir gece şöyle bir rüya gördü:
— Büyük bir ağacın dallarının birine bir papağan
konmuştur. Kendisi bu papağanın kendisinin olması ve eline konması isteğini
içinden geçiriyor. O sırada papağan kalkıp gelip Hoca'nın eline konuyor. Bunun
üzerine Hoca Bâkıy Billâh rüyayı hayırlı bir başlangıç kabul ediyor ve rüyasını
bazı ileri gelen zevata anlatıyor. Onlar da hayra yoruyorlar ve Bâkıy Billâh
Hindistan'ın yolunu tutuyor. Serhind civarına geldiği zaman yine rüyada
kendisine: «Sen Kutbu'l-aktâb'm yakınlarında bulunuyorsun.» diyorlar ve Hoca
Bâkıy Billâh yerden semaya kadar hep nûr'un yayılmış olduğunu gördü ve aradığını
izleyerek Dehli'ye ulaştı.
Müceddid-i Elf-i Sânî, o günlerde Efendimz Sallallâhü
aleyhi ve sellem'in muhabbetlerine kendisini o kadar kaptırmıştı ki, her an
evvel ravzayi mübârek-i Nebevi'yi ziyaret etmek ve hacc farizasını îfâ etmek
istiyordu. Bunun için hazırlıklar görerek Dehli'ye teşrif ettiler. Dehli'ye
vardıkları sırada eski dostu Mevlâna Hasan Kişmirî orada bulunuyordu. Mevlâna
Kişmirî, Hazret-i Bâkıy Billâb'm bâtını fazâil ve kemâlâtmı Hazret-i Müceddid'e
anlattılar. Bunun üzerine Hazret'in içinde Bâkıy Billâh ile görüşmek iştiyakı
doğdu ve görüşmek üzere kendisine gitti. Hoca Bâkıy Billâh hazretleri de Hazret-i
Müceddidi görünce bunun kendisine, daha önceden haber verilmiş olan zât
olduğunu anladı. Şeyh Bâkıy Billâh İmam Rabbânî'ye nereye gitmek istediğini
sordu. O da Beytullah'ı ziyaret ve hac etmek için gidiyorum dediler. Bir kaç
gün beraber bulundular ve Ahmed Fârûk Serhindi, Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh'm
irâdet halkasına dâhil oldu. Hazret-i Hoca da bu müridi için «İmam Rabbani»
ismini verdi. Şeyh Ahmed isminde Serhind'den âmel sahibi faziletli bir âlim
gelmiştir. Bir kaç gün fakir ile sohbette bulunmuştur. Kendisinde gördüğüm
fevkalâde ahvalden bana malûm oldu ki, bu zât bütün âleme ışık tutacak bir
meş'aledir, buyurdu. Hoca Bâkıy Billâh hususi olarak (hoca yetişecek olanlann
usuliyle) İmam Rabbânî'yi yetiştirmeğe başladı. Az zamanda bu büyük zât bâtınî
ilimlerden büyük nasib elde eylediler. Hak Teâlâ’nın inayet ve Hoca Hazretlerinin
muhabbeti ile büyük makama yükseldiler. Şeyhi Bâkıy Billâh da, zât-ı
faziletlerinin yüksek kabiliyet ve fadl ü mekâlini görüp böyle mânevi hususları
mükemmel bir zâtı kendisine gönderdiği için Hak Teâlâ'ya sonsuz, hesapsız
şükürde bulunmuştur.
Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh, her vesileyle, Ben Nakşibendî
tarikatının taşıdığım emanetini İmam Rabbâniye verdim ve boynumdaki borçtan
kurtuldum, derdi.
Yine Şeyhi Hoca Bâkıy Billâh şöyle buyururlardı: Şeyh
Ahmed Serhindi öyle bir güneştir ki onun aydınlığında binlerce yıldız kayb
olur gider. Gök kubbesinin altında onun ikinci bir eşi ve benzeri yoktur. Onun
gibi bu ümmet içinde ancak bir kaç dâne görülmüştür.
Bir defa da yine şeyhi, İmam Rabbânî hakkında şöyle
buyurmuşlardı:
— Biz Serhind'de çok büyük bir
meş'ale yaktık. Bu meş'alenin aydınlığı devamlı artmakta ve gelişmektedir.
Sonra müridlerini kastederek aydınlattığımız bu meş'aleden yirmi lem'a daha
meydana gelecektir ki onlarda sizlersiniz.
Sonra Şeyhi, yanına bir kaç yetişkin zâti de vererek
İmam Rabbânî'nin Serhind'e dönmesine müsâde verdiler.
Şeyh Hoca Bâkıy Billâh, Nakşibendî tarikatının ileri
gelen büyüklerinden kemâlât sahibi mümtaz bir şahsiyetti.
Nakşibendî silsilesi
Hazret-i
Ebû Bekir es-Sıddıyk Radıyallâhü anh'dan başlar.
Hazret-i
Selmân-ı Fârisî Radıyallâhü Teâlâ anh,
Hazret-i
İmam Kasım ibn-i Muhammed ibn-i Ebî Bekir Radıyallâhü Teâlâ anhüm,
Hazret-i
İmam Ca'fer-i Sadık Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Sultanü'l-Arifin Bayezîd Bistâmî Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Şeyh Ebü'l-Hasen el-Harkanî Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Şeyh Ebû Alî Farimedî et-Tûsî Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Hoca Ebû Yûsuf el-Hemedânî Kaddesellahü sirruh,
Hazret-i
Hoca Abd'ul-Haalık Guc-duvânî kuddise sirruh,
Hazret-i
Hoca Arif Rivker'î kuddise sirruh,
Hazret-i
Hoca Mahmud İncir Fağnevî kuddise sirruh,
Hazret-i
Hoca Alî Râmetîn Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Hoca Muhammed Baba Semâsî kuddise sirruh,
Hazret-i
Seyyid Emîr Kilâl Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
İmamu't-tarîka Hoca Bahâ'eddîn Nakşıbend kuddise sirruh,
Hazret-i
Hoca Alâu'ddîn Attar kuddise sirruh,
Hazret-i
Mevlâna Ya'kub Çerhî Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Hoca Ubeydüllah Ahrar Rahmetullahi aleyh,
Hazret-i
Mevlâna Muhammed Zâhid kuddise sirruh,
Hazret-i
Mevlâna Derviş Muhammed Rahmetullahi aleyh
Hazret-i
Mevlâna Hoca Emkengî Rahmetullahi aleyh'den
Hazret-i
Bâkıy Billâh Rahmetullahi aleyh'e ulaşır.
Hazret-i Bâkıy Billâh Rahmetullahi aleyh, Hicri 971
senesinde Kabil'de doğmuşlardır. Ulu babasının mübarek ismi Kadr Abdü's-Selâm
idi. Bu zât kendi devrinin ileri gelen âbid ve zâhidlerinden çok müttekî bir
zât idi.
Şeyh Bâkıy Billâh, delikanlılık çağında çok metin,
sanki büyümüş de küçülmüş gibi, büyüklere yakışır ahlâk ve âdetlere sâhibdi.
Ulûm-i zahirîyi ikmâl ettikten sonra sefer'e temayül gösterip, yer yer gezerek
ulemânın huzuruna girip, sohbetlerinden leyz ve bereket elde etmişti. Böylece
Hindistan'a teşrif buyurdu. Orada da her lahza zikr-i İlâhî ile meşgul idi. Çok
geceler uyumadan ormanlarda, çöllerde, kabristanlarda dolaşır, zikrullah ile
vakit geçirirlerdi. Ehlüllah ile oturup kalkmak hususunda okadar şevki ve
zevki vardı ki, cezbe hâlinde böyle Allah'a yakîn bir kimse görse, onun
arkasına takılıp giderdi. İsterse bu zât onu taşa tutsun, yine de onun peşini
bırakmazdı.
Hazret-i Hoca Bahâü'ddin Nakşıbend Rahmetullahi aleyh
manen Şeyh Bâkıy Billâh'a emir vererek, Müceddid-i Elf-i Sânî ile buluşmasını
ve onu süsüeye katmasını bildirmişler, daha sonra da Hazret-i Hoca Emkengî
Rahmetullahi aleyh, bu hususu te'kîd etmişlerdi. Bunun üzerine Bâkıy Billâh
Hazretleri, bir sene kadar Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'yi aradılar.
Şeyh Hazretleri, dünyadan da dünya halkından da clünya
peşinde olanlardan da el etek çekmişlerdi. Meclislerinde bu hususlardan hiç
bir şey konuşulmazdı. Giyim kuşamları ise çok basitti.
Tevekkül hususunda şöyle buyurmuşlardır:
— Tevekkül, boş oturup el el
üzerine koyarak beklemek değildir ki, Hak Teâlâ kendisi göndersin. Belki sebebini
işlemek, aramak, araştırmak ve çalışmak gerektir.
Şeyh, Hoca Bâkıy Billâh'ın keşf-ü keramet sahibi
olduğu bildirilir. Hasta ve ihtiyaç sahibi yüzlerce kimse, Hoca Hazretlerinin
huzuruna gelir kendisinden duâ alırlardı. Hak yolu aramakta olan kimseler ise
huzura geldiklerinde, bâtınî ilim, fazilet ve kemâlden feyzyâb olur, en büyük
nasibi elde ederlerdi.
Bir ara Hoca Hazretlerine
geceleyin bir kaç misafir gelmişti. Acemi bir mürîd misafirler için yiyecek
içecek hazırlıyordu. Hoca Hazretleri müridin çalışmasından çok memnun
olmuşlardı. Ona:
— Sen bir
şey ister misin? Acemi mürîd arz etti:
—Hoca
Bâkıy Billâh gibi olmak isterim.
Hoca Hazretleri müride bu işin
kolay olmadığını ve vazgeçmesini üç dört kere söylediler, fakat mürîd vaz
geçmedi ve isteğinde İsrar etti. Hoca Hazretleri onun karşısında durup nazar
ettiler ve o kimse tam kendilerine benzedi. Herkes onu Hoca Bâkıy Billâh gibi
gördüler. Fakat ondan sonra fazla yaşamadı. Bir kaç gün sonra bu fânî dünyadan
ayrıldı.
Evet, Hak Teâlâ onu bu nimete lâyık görmüş ve o hâl
ile kendi ulûhiyyetine çekmişti.
Hoca Hazretleri, vefat edeceğini önceden biliyordu ve
sekerâtı esnasında bunu hanımına haber vermişti.
Hoca Hazretleri kırk yaşında iken 5 Cemâzilâhir 1012
senesinde vefat edip Rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Hoca Hazretlerinin mübarek
türbesi Dehli şehrinde KUTB caddesinde (road) Acmiri dervaza (kapı) yanındaki
mezarlıktadır.
Şeyh Hazretlerinin türbesi en sıcak mevsimde öğle
üzeri ziyaret edilirken çıplak ayakla dolaşılırsa, yerin gayet serin olduğu
hissedilir.
Şeyh Bâkıy Billâh'ın Hoca Abdullah ve Hoca Übeydullah
isimlerinde iki oğlu vardı. Onun Dört de büyük halîfesi vardı:
Hazret-i Mücedded-i Elf-i Sânî,
Şeyh Tâc,
Hoca Hüsâmeddin
ve Şeyh Allah-Dâd, Rahmetullahi aleyhim.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî, Rahmetullahi
aleyh, mürşidi Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh'dan izin alıp, Serhind'e geri
döndüler. Şeyhi kendisini ağırlamak ve uğurlamak için bizzat şehrin dışına
kadar gelip onu yolcu etti. İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh'in şöhreti bir kat
daha arttı. Halk, feyzinden, bereketinden faydalanmak için tabur tabur, bu
faziletli zâtın arkasından koşuyorlardı. O her sınıf insan için bir feyz
kaynağıydı.
Hadîs-i Şerif'de buyurulmuştur:
«Hak Teâlâ bu ümmet için her yüz
yılın başında öyle bir kimse gönderir ki, bu zât, dîni bid'at ve hurafelerden
ayıklayıp aslî safiyetine döndürerek tecdid eder.»
İlk müceddid Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem'den
yüz sene sonra ortaya çıkmıştır. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem'den
önceki peygamberler arasında dünyaya bin senede bir «ülü'l-azim» peygamber gelmiş
ve bunlar Hak tarafından yeni yeni hükümler getirmişlerdir. Enbiyâ-i kiram
(Peygamberler) aleyhimüsselâm arasında bu ülü'l-azim peygamberler, kitap sahibi
olarak gelmişler ve dîni terviç ve teşvik etmişlerdir. Ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz zuhur edince, artık «Hatemü'n-Nebiyyîn»
(Peygamberlerin sonuncusu) olduklarından peygamber gelmesi son bulmuş, böylece
vahy inmesi yolu da kapanmıştır. Bunun yerine Allahu Zü'l-Celâl bin yılda bir
büyük müceddid halkedip onlar vasıtasıyla halkı irşad, dîni yenileyip aslî
hâline döndürme ve dînin tazelenip parlamasını temini murâd etti. İşte ikinci
bin yılın yenileyicisi olarak İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî geldi ve
insanlar onun çalışması, daveti ile bataklıktan kurtulup İslâm ile yeniden
şereflendiler.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh
buyurdular:
Efendimiz Sallallâhü
aleyhi ve sellem'in ümmeti içinde gelen evliyayı kirâm'dan her biri kendi makamlarını
seyr etmiş, her birine de kendi mertebesine göre, teberrüken yüksek bir makam
verilmiştir ve bana verilmiş olan makamatın onda birinin onda biri kimseye
nasîb olmamıştır.
Ravzatü'l-Kayyûmiye'de şöyle yazar:
Müceddid-i Elf-i Sânî bir gün
sabahleyin teşrif buyurmuşlardı. O ara Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
bütün enbiya (peygamberler) aleyhimüsselâm, yakın melekler, evliyayı kiram, ve
ümmetin âlimleri ile birlikte teşrif buyurdular. Mübarek ellerinde yeryüzünde
eşi emsali görülmemiş çok kıymetli ve değerli bir «hil’at» (elbise) vardı. Bu
«hil’at» sanki nurdan yapılmıştı, Efendimiz Sallallâhü ileyhi ve sellem, bu
«hil’at» i Müceddid-i Elf-i Sânî'ye giydirdiler ve buyurdular:
— Bu, «tecdîd-i elf-i sânî»
(İkinci Bin Yılın Yenileme) hil'ati'dir. Biz seni, kendimize nâib tâyin ettik
ve bu hil'ati de sana verdik. Bundan böyle bütün dînî ve dünyevî işlerin
yürütülmesini de sana havale ettik.
Tecdîd-i Elf-i Sânî (İkinci bin yılın yenileme)
hil'ati'nin nüzulü (inmesi) Rabî'ül-evvel ayının onuncu cuma günü 1010'da vuku
buldu.
Yine Ravzatü'l-Kayyûmiyye'de şöyle yazar:
Hazreti Müceddid-i Elf-i Sânî,
Kâbe-i Mükerreme'-nin ziyareti için son derece şevk ve zevk içindelerdi. Bu
iştiyak ve isteğin şiddetinden, bütün rahat ve huzurları kaçmıştı. Bir gün
Huzuru İlâhîde manevî âleme daldıklarında gördüler ki, namaz kılan insanlar,
melekler, cinler ve diğer mahlûkat (yaratıklar) hep kendi tarafına dönerek
namaz kılıyor, Kâ'be-i Mükerreme'de yanlarına gelmiş bulunmaktadır. Kâ'beyi
ziyaret için duydukları büyük aşk ve iştiyak sebebiyle Hak Teâlâ, bu müşahedeyi
o'na lütuf buyurmuştur.
İşte bu itibarla, İmam Rabbânî
kaddesellâhü sırrahu’l azîzin mescidi ülkenin diğer bütün mescidlerinden
imtiyazlıdır.
İmam Rabbânî, bir gün namazdan sonra duâ ile meşgul
idi. Manevî âleme daldığı bir sırada bütün vücûdunun bir mum gibi yanıp
aydınlanmakta olduğunu gördü ve kendi vücûdunun hamurunun Peygamber-i Ekrem
sallallâhü aleyhi ve sellem'in mübarek vücûdlarmın hamurunun kalıntısından
yuğrulmuş olduğu ilham olundu.
Şeyh Hoca Bâkıy Billâh, Müceddid-i Elf-i Sânî'nin piri
ve mürşididir. Fakat bu zât kendisi de tarikat, sülük ve ahlâk babında
Mücedid-i Elf-i Sânî'nin ahval ve harekâtını izleyip sanki mürşîd değil de
Müceddid'in bir müridi gibi davranırdı. Bir gün Müceddid-i Elf-i Sânî, Dehli'ye
teşrif etmişler Şeyhi de kendilerini karşılamak için şehir kapısına kadar gelip
büyük hürmetle alıp götürmüşlerdi. Bütün müridlere de emir verip, «Şeyh Ahmed'in
dediği gibi amel etmelerini» bildirmişlerdi.
Bir gün de, İmam Rabbânî uyumakta iken Hazret-i Hoca
Bâkıy Billâh teşrif eylediler. Müceddid Hazretlerinin uyumuş bulunduklarını
görünce, uzun bir müddet hücrenin kapısında beklediler. Müceddid Hazretleri uyanınca,
hademeye:
—Bak bakalım dışarıda kimse var
mıdır? Hademe dışarı bakınca bir zâtın orada durduğunu görüp kim olduğunu
sordu:
—Fakir Muhammed Bâkıy cevabını aldı.
Müceddid Hazretleri bunu duyunca üzerinde yatmış bulunduğu kerevetden fırladı
ve hemen Şeyhi'nin huzuruna varıp defalarca özür diledi.
Bir gün de Hoca Bâkıy Billâh Hazretleri iki oğlu ile
birlikte Hazret-i Müceddid'in yanma gelmişler ve ondan çocuklarına teveccühde
bulunmasını istemişlerdi.
Müceddid İmam Rabbânî, şeyhinin isteği üzerine
çocuklarına öyle bir teveccühde bulunmuş ki, Şeyhi Bâkıy Billâh kendisi bile
tesiri altında kalmıştır. Sonra bu halden mahcûb olan İmam Rabbânî edeb ve hayâ
içinde gaflet ile yakışıksız bir is yaptık diye şeyhinden özür dilemiştir.
Bunun üzerine Bâkıy Billâh:
— «Allahu Teâlâ size kendi fadlı
ve kereminden öyle makamlar inayet kılacak ki bu, Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem'in ümmeti içindeki velîler arasında çok az kimseye nasîb olacaktır. O
zaman beni mahrum bırakırsan sana gücenmiş olurum.»
İmam Rabbânî de, Şeyhi Bâkıy Billâh'a bunun üzerine
söz verdiler.
Şeyhi Hoca Bâkıy Billâh Rahmetullahi aleyh'in işareti
üzerine Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh, Lâhor'u teşrif buyurdular.
Lahor ulemâsı, Hazret-i Müceddid'in geleceğini haber alınca büyük merasimle
karşılamağa çıktılar ve îzâz ve ikramla alıp şehre getirdiler. İmam Rabbânî
Rahmetullahi aleyhin şöhreti bu taraflarda da yaygınlaştı. Kitle, kitle halk
ziyarete gelerek kendilerinin manevî feyz ve bereketinden nasîblerini alıyorlardı.
İmam Rabbânî Lâhor'da bulundukları sırada Şeyhi Bâkıy
Billâh'ın vefatı haberi geldi. Çok üzüldüler, o kadar ki, bir kaç gün yemek
yemeyip su dahi içmediler. Sonra Şeyhinin, yanına verdiği halîfeleri yerlerine
geri gönderip, kendileri Dehli'ye doğru yola çıktılar.
Hazret-i Hoca Bâkıy Billâh'ın vefatı üzerine, mürîdlerinden
bazıları Hazret-i Müceddid'e karşı içlerinde sakladıkları hased'i ortaya
çıkarıp muhalefet ve kıskançlığa başladılar. Her iş ve sözünde ayıp arıyor,
tenkide girişiyorlardı. İmam Rabbânî ise bu halden son derece üzülüyorlardı.
Neticede bu kıskançlardan bâzıları temamen azıtarak yoldan saptılar. İmam
Rabbânî bunlara her ne kadar nasihat etti, öğüd verdiyse de fâidesi olmadı.
Bâzısının bey'atını geri verdikleri halde yine doğru yola gelmediler. Şeyh
Tâcu'ddîn bu gibilerin başında bulunuyordu. Fakat Hak Teâlâ bu zât'ı hidâyet
yoluna getirmeyi murâd edince bir ara İmam Rabbânî'yi rüyada gördü ve bu
işlerden vaz geçerek gelip özür diledi. İmam Rabbânî de onun özürünü kabul
buyurdular.
O günlerde, Pâdişâh Celâleddin Ekber Şahin saltanatı,
Hindistan'ın her tarafında en yüksek zirveye ulaşmıştı. Bu hükümdar,
Hindistan'da, Timur Oğulları (Bâburî'ler) mülkünün tahtında tam bir şevket ve
celâl ile saltanat sürmekteydi. Hindistan devleti Ekber Şah devrinde
azametinin zirvesine ulaşmıştı. Ekber Şah, idare işlerinde müslüman olmayanlara
da büyük mevkiler vermişti. Böyle hareket etmekle herkes tarafından sevilip
sayılmayı umuyordu. Haremine Hindu kadınlarını da almıştı. Bu gibi kadınların
akrablarına ve yakınlarına da önemli arazî ve malikâneler veriyordu. Onun
yanında İslâm âlimlerinin kıymeti gayri müslim âlimlerin kıymetinden daha
azdı.
Hattâ zaman zaman müslüman
âlimlerin tebliğlerine karşı çıkıyordu. Daha sonra İslâm dîninin ta'lîmini
(öğrettiklerini, ahkâmını) keyfince değiştirip «Dîn-i İlâhî» adı altında yeni
bir din uydurtup ortaya attı ve yaymaya başladı. Daha da azıtarak büyüklük
taslayıp kendisine secde edilmesini emretmişti. Halkı zorla secde ettiriyor,
muhalefet eden ve secde etmek istemeyen kimseleri de öldürtüyordu. Bu şekilde
yüzlerce kimse kılıçtan geçirilmişti. Hindu'lar için bir şahsa secde etmek bir
mesele değildi. Bundan çekindikleri de yoktu. Hattâ onlar Ekber Şah gibi bir
pâdişâha secde etmeyi kendileri için izzet ve şeref sayıyorlardı. Müslümanlar
için ise iş böyle değildi. Müslümanlar yalnız «Bir, tek, şeriki, ortağı
bulunmayan» Allah'a secde ederlerdi. Allah'dan gayrisi için secde etmektense
ölüp şehîd olmayı tercih ederlerdi.
Dünyaya bağlı, dünya-perest
kimseler de kendileri için çıkar sağlamak ve siyâsî iktidarlarını kuvvetlendirmek
için, Ekber Şah'a dalkavukluk ediyor, «evet efendimiz, evet efendimiz» diye
tasdikleyerek İslâm'da daha fazla tahrifat yapmasına fırsat veriyorlardı. Diğer
tarafdan da böyle hareket ederse Hindu - Müslüman ihtilâfının da ortadan
kalkacağını ileri sürüyorlardı.
Ekber Şah bilgisiz, câhil bir
kimse olduğundan bunlara kapılmıştı. Sapıtmış müslumanlarla, bir kulpunu bulup
işleri eline geçirmiş olan Hindu'lar Ekber Şahin kafasına girip gönlünü
avlamışlardı. Bunun neticesinde de Ekber'in kafasında İslâmî esaslardan hiç bir
iz kalmamıştı. İş o raddeye varmıştı ki, ileri gelen Hindular, kızlarını da
Ekber Şah'ın haremine sokacak fırsatı bulunca, Ekber Şah, Hindu'ların
merasimlerini de yerine getirmeği zarurî telâkki eylemişti. Ekber'in bu
hareketi, müşrik ve kâfirlerin iktidarını daha da kuvvetlendirdi Hiç
çekinmeden, camileri Hindu ma'bedine çeviriyorlardı. Hindu'ların oruç günleri
mukaddes günler oluyordu. Bu günlerde hiç bir müslümanın ekmek pişirmesine izin
verilmezdi. Öyle ki Ramazân-ı Şerîf'de bile bu kadar dikkat ve ihtimam
gösterilmezdi. Pâdişâhın sarayında bulunan ulemâ ve ileri gelen zevatın elleri
kolları bağlı kalmıştı. Bu gibi zevat saltanat işlerine müdâhale edemez olmuşlardı.
Mürşid, veliyyullah, kutub gibi hitablarla hürmet gören kimseler itibar görmez
olmuşlar ve işler garazkâr, maksadlı, çıkarcı kimselerin elinde kalmıştı. Artık
şerîate kanuna tâbi olmak ortadan kalkmıştı.
İşte böyle karanlık bir zamanda, Pâdişâhı da
etrâ-fındakileri de doğru yola getirmek için Hak Teâlâ Müceddid-i Elf-i
Sânî'yi seçip vazifelendirdi. Müceddid Rahmetullahi aleyh, Serhind'den
Ekber-Âbâd'a geldi. Ekber Şah'ın yakınlarını çağırtıp:
— «Pâdişâh, Hak Teâlâ'ya ve oun
Resulüne âsî olmuştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki; onun
padişahlığı da, kudreti de, iktidarı da, askeri, ordusu da, her şeyiyle aklına
bile gelmeyen öyle bir musibetle dağılacak, perişan olacaktır. Tevbe etsin,
Allah ve O'nun Resulünün yolunu tutsun. Aksi halde Allah'ın kahrını, gazabını
beklesin.» dediler.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bu sözlerini
Pâdişâh'a ulaştırdılar. Hân-i Hânân (Bayram Han) ve Hâni A'zam (Abdürrahîm Han)
ve Mürtazâ Han, Ekber'in sarayının mühim mevkilerdeki emirlerinden olup aynı
zamanda bunlar İmam Rabbânî'nin müridi olmuşlardı. Bu emirler vâsıtasıyle
Pâdişâhı doğru yola getirmek hususunda çok çalıştı ise de nasipsizliği devam
ederek hidâyete erişemedi. Pâdişâh, kendi uydurduğu yeni dînin muvaffak
olmasından çok memnun ve bu memnunluğun neşesi ve sarhoşluğu içindeydi.
Pâdişâh, yeni dîninin muvaffakiyete ulaşmasını Saray'da törenler hazırlatıp
kutlamakta iken, ileri gelen müneccimler, Pâdişâhı uyarıp devlet ve
saltanatının helakinin yakın olduğunu haber verdiler. Pâdişâh da o günlerde
dehşetli bir rüya gördü. Pâdişâh bu durum karşısında korkup öyle müteessir oldu
ki, eski sapıklığını kısmen düzelterek, şöyle bir ferman çıkardı:
— İsteyen müslümanlığa
sarılır, isteyen Dîn-i İlâhî'ye bağlanır. Zorlamak ve mecbur tutmak yoktur. Tören
günü de, herkesin sevdiği, inandığı dîne uyabileceği ilân edildi. Bir tarafda
uydurma Dîni İlâhi'nin çadırları kurulmuştu. Her taraf ihtişam içinde,
çadırlar donatılmış, yiyecekler, içecekler tepsilere konmuş, etraf
mücevherlerle süslenmiş, halılarla döşenmişti. Diğer taraf ta hurda çadırlar
kurulmuş, eski püskü pılı pırtı ile döşenmişti. Yâni denilmek isteniyordu ki,
Müslümanlık dîni şu eski çaput parçaları gibi eskimiş, kıymeti kalmamıştır.
Buradaki yiyecek de bir kaç parça yavan kuru ekmekten başka bir şey değildi.
O sırada Şehinşah Ekber Şah, emirleri, vezirleri ve
saray mensupları ve diğer ileri gelenlerle tören yerine geldi. Müceddid
Rahmetullahi aleyh de, çoğu fakir kimselerden teşekkül etmiş bulunan kendi
mürîdleri ile birlikte Müslümanlık dînine ayrılan çadırlara teşrif buyurdular.
İmam Rabbânî kendi cemâatinin etrafını bir çizgi ile çevirdiler. Ellerine bir
kesek parçası aldılar ve Ekber Şahin çadırına doğru attılar. Birdenbire
dehşetli bir kasırga çıktı. Ekber'in saray çadırlarında bir hengâme
koptu. Herkes paniğe kapıldı. Kimsenin aklından hayâlinden böyle bir şey
geçmemişti. Oradakiler içinde çoklarının kafası, gözü yarıldı, bir kaç kişi de
öldü. Yaralananlar içinde birçoğu da yedi gün içinde öldüler. İmam Rabbânî'nin
bulundukları dâire içinde kalan müslümanlara hiç bir şey olmadı. Bu harikulade
hâli gören Ekber Şah ve adamlarından sağ kalanların pek çoğu ve veziri de İmam
Rabbânî'ye bey'at ettiler.
Ekber Şâh öyle bir fitne ve fesad
tohumu ekmişti ki, şayet bunun önüne geçilmiş olmasaydı, bir kaç sene içinde
Hindistan ülkesinde İslâm'ın izi tozu kalmayacaktı.
Fakat Allah, Celle Şanühû kendi dînini korumak ve
yenilemek için o sırada İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh'i
vazîfelendirmişdi. Bu büyük ve kâmil kulun feyizli çalışması ve daveti ile
Ekber'in fitne ve fesadı ebediyete kadar ortadan kaldırılmış oldu. Çok geçmeden
Ekber öldü, oğlu Cihangir Hindistan tahtına çıktı. O da babasının bâtıl,
boş şirk ve bid'atlerini geçerli kılmak için bir müddet çalıştı. İnsan'a secde
edilmesini yasaklamadı, Ekber'in dinsizlik icrââtı zamanında müşrikler
(Allah'a ortak koşanlar) kuvvetlenmişlerdi. Camileri yıkarak yerine Hindu
ma'bedi yapıyorlardı. İslâm ulemâsı bir birleriyle çekişiyor, bir birlerini
hasetlenmekle ortalığı karıştırıyorlardı. Bu ortamda Sünnet-i Seniyye-i
nebevî'yi ihya eylemek kolay işlerden değildi. Cihangir'in karısı «Nur Cihan»
şîî mezhebindendi. Onun siyâsî işlerde de bir hayli nüfuzu vardı. Memleket
idaresi, adaleti ve icrââtında Nur Cihan'm rolü büyüktü. Nur Cihan aynı zamanda
çok güzeldi. Bu yüzden de Cihangir kendisine vurgunca âşık idi. Bu itibarla
memleketin idaresinde Nur Cihanin önemi çok büyüktü. Cihangir ise:
— «Ben saltanatımı Nur Cihan'a
bağışladım» diyecek kadar kendinden geçmişti. Şarap ve kebaptan başka bir şey
lâzım değildir, diyordu.
Böyle olmakla beraber şu da bir hakikatti ki, Cihangir'in
Melikesi Nur Cihan, memleket işleri ve halkın refahı yolunda büyük bir
gayretle çalışıyordu. Sadaka ve hayrat işlerine koşuyor, bir hayli kimsesiz
fakir fukarayı da barındırıyordu. Fevkalâde güzel ahlâkı sayesinde de halkın
her tabakasının ekseriyeti tarafından sevilmişti. Bununla beraber o da çok
kere şahsî kaprislerine kapılarak, fitne ve fesadın kapısını açıyordu. Melike,
mezhep itibariyle şîî idi. Cihangir'in veziri Âsaf-Câh da şîî idi. Bu itibarla
vezir istediği hususları kolaylıkla Pâdişâha kabul ettiriyordu. Melîke'nin
birçok keyfî işlerinden zarar gören halk üzüntüdeydi. Toplanarak Müceddid-i
Elf-i Sânî'nin huzuruna gelip meseleyi arz ettiler ve bu musîbetden kurtarması
için Allah'a niyazda bulun, dediler. Müceddid-i Elf-i Sânî onlara:
— «Siz kendiniz musibet ve
sıkıntıya sabreder olmadıkça böyle dünya musibetlerinden kurtulmak kolay
olmaz» dedi.
İmam Rabbânî, kendi halîfesi Şeyh Bedî'ud-dîn hazretlerini
pâdişâhın ordusu içine tebliğ ve nasihat için gönderdiler. Onun, davet ve
teveccühü ile pâdişâhın ordusundan çok kimseler İmam Rabbânî Rahmetullahi
a-leyh'e mürîd oldular. Ordunun içindeki bu tebliğ ve nasihatlerden Âsaf Câh
haberdar olunca Pâdişâhı, Müceddid-i Elf-i Sânî'nin aleyhine kışkırtmağa ve
harekete geçirmeğe çalıştı. Kendi hiyle ve çıkarlarını yürütmek için Pâdişâha:
— Şimdi Padişahın yüzbinlerce
süvari askeri, Müceddid-i Elf-i Sânî'nin işaretini beklemektedirler, iran'ın,
Turan'ın, Bedahşan'ın, Kabil'in padişahları, Ahmed Serhindî'ye (Müceddid-i
Elf-i Sânî) mürîd olmuşlar ve bunlar Hindistan saltanatına göz koymuşlardır.
Hindistan'ı ele geçirmek için fırsat kollamaktalar. Zilli İlâhî (Hak
Teâlâ'nın gölgesi = Pâdişâhlara verilen eski unvan) meseleyi küçümser ve
önemini göz önünde bulun-durmazlarsa, artık selin önünü almak mümkün olamaz.
Bunun için tedbir almak gerekir. İlk önce Müceddid'in halîfesi Şeyh
Bedîyud-dîn'in yanma gidip gelmeği yasaklanmalı. Böyle yapınca Müceddid
kendiliğinden dize gelecektir. Bu yasağa uymayanlar m hapsedilecekleri de
bildirilmelidir, dedi.
Pâdişâh bu sölzeri duyduktan sonra çok hiddetlendi ve
hemen ferman çıkarıp Şeyh Bedîu'ddîn'e gidip gelmenin men edilmesini emretti.
Diğer tarafdan casuslar da çıkarıp İmam Rabbânî'nin halîfeleri üe kimlerin münâsebette
bulunduklarının haberini gece gündüz almaya başladı. Bu casuslar aynı zamanda
İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh üzerine yalan haberler ve iftiralar çıkarıp
halkın gözünden düşürmeye ve aleyhinde bulundurmaya çalışıyorlardı. Bu
meyanda:
— İmam Rabbânî Ahmed Fârûk
Serhindi kendini peygamber efendimizin ashâbıyla bir sayıyor diyorlardı.
Bu sırada Şeyh Bedîu'ddîn bir hatâ işleyerek Şeyhi
Müceddid, gelmemesini bildirdiği halde iznini almadan Serhind'e döndü. Bunun
üzerine meydanı boş bulan Pâdişâhın adamları, bir yığın tezvîrat arasında
şöyle bir haber de çıkarıp:
— Şeyh Bedîu'ddîn Müceddid'le
beraber, pâdişâhın aleyhine isyan hazırlamaktadır. Serhind'e gidişinin sebebi
budur, diyerek bunu etrafa yaydılar.
Müceddid-i Elf-i Sânî, bir takım meşakkat ve sıkıntılara
katlanıp göğüs germedikçe bu işler halledilemez diyerek halîfe ve mürîdlerini
bu hususta uyardı ve Hak yolunda musibetlere ve mahrumiyetlere göğüs germenin,
sabretmenin önemini ve buna hazır olmalarını tavsiye ettiler.
Vezir Âsaf Câh, hile-i hud'a ile Pâdişah'ı Hazret-i
Müceddid'in aleyhine hazırlamış, tam mânâsı ile doldurmuştu. Pâdişâh,
Müceddid'e karşı bulunan saray mensuplarının ileri gelenlerini topladı, bu
konuda kendileriyle görüşüp konuştu. Onlar hep bir ağızdan: Mü-ceddid'i de
onun mürîdlerini de öldürmek gerekir. Her şeyden önce kendisini huzura
çağırmalı ve pâdişâh huzuruna kabul edilmenin âdâb ve erkânını yerine getirmesi
istenmeli. Tabîî o kabul etmeyecektir. O zaman yakalatıp hapsetmeli. Hapiste
iken de gizlice öldürülmeli-dir, dediler. Pâdişâh da bu sözleri kabul edip
uygulamaya geçti.
Pâdişâh, Müceddid İmam Rabbânî'ye bir nâme gönderdi
ve:
— «Biz yüksek şahsınızın sarayı ziyaretine çok istekliyiz.
Bu itibarla halîfelerinizi alarak teşrif buyurmalarınızı bekleriz.» dedi.
Bu davet üzerine İmam Rabbânî de yanma ileri gelen
mürîdlerinden beş kişi alıp hükümet merkezine doğru yola çıktılar. Vezir yine
hiyle ve desiseyle, görüşmeyi Pâdişâhın çok kızgın ve sinirli bir zamanına
tesadüf ettirmeyi başarmıştı. İmam Rabbânî Saray'ı teşrif buyurdular.
Pâdişah'la karşılaştığı zaman ona selâm dahî vermedi. Vezir sevinç içindeydi.
Pâdişah'ın, hemen öldürülmesine emir vermesini bekliyordu. Çünkü Pâdişah'ın
huzurunda âdâb ve erkânı yerine getirmeyen kimsenin cezası bundan başka bir şey
değildi. Vezir Pâdişah'a hatırlatmak için şöyle dedi:
— Efendimiz, işte bu, kendisini
bütün enbiyâdan efdal sayan kimsedir. Fakat Pâdişâh önem vermedi.
İmam Rabbânî'ye düşmanlık besleyenler Cihangir'i,
aleyhine doldurmağa giriştiler. Siyâsî meseleler ileri sürdüler. Çeşitli hiyle
ve düzene başvurdular. Cihangir, bu siyasî meseleleri dînî meselelerden çok
önemli sayardı. Yalan dolan ve iftira tesir etmişti.
İmam Rabbânî'ye Pâdişâh:
— Bana secde edeceksin, dedi.
İmam Rabbânî bu söze içerleyerek
isteksizce şöyle cevap verdiler:
— Ben Allah'dan başka kimseye
secde etmem. Pâdişâh ikinci defa tekrarladı ve :
— Seni secde etmekten muaf tuttuk,
başını eğeceksin, ben verdiğim hükmü geri almaktan utanırım, dedi. Müceddid-i
Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh de bu habere şöyle cevap verdiler:
— Canını kurtarmak için gerekirse
secde edilebilir, mahzuru yoktur. Fakat doğrusu şu ki, Allah'dan başka kimse
için secde edilmemelidir.
O zaman Guvalyar kalesinde hükümete karşı gelmiş
bulunan bir hayli gayr-ı müslim de mahpus bulunmaktaydı. Büyük Müceddid İslâm
davetiyle bunların hepsini de İslâm nimetine kavuşturdular. Böylece de Guvalyar
hapishanesinde Zât-ı faziletlerinin feyzinden hisse almayan kimse kalmadı. İşte
musibet yeri olan hapishane, İmam Rabbânî'nin mübarek ayaklarını basma bereketi
ve feyziyle Cennete, güllük gülistanlığa döndü. Durum şöyle olmuştu..Hapishanede
bulunan bütün şerliler, mücrimler, kötü kimseler, cânî, kaatil mahpuslar hepsi
Allah yolunu tutmuş, Allah için secde eden kimseler olmuşlardı. Büyük Müceddid
orada da hidâyet meş'alesini yakmış ve her tarafı aydınlığa kavuşturmuştu.
İslâm'ın nimetini elde etmiş olan bu hapishanenin bir benzeri ihtimal başka
yoktur ve hiç bir yerde de orası kadar İslâm ta'lîmi yayılmış değildir. Hak
Teâlâ orada Zât-ı Faziletlerinin feyz ve bereketiyle İslâm'ın yayılmasını
sağladı.
Hindistan'ın emirlerinden ve hükümdarlarından birçoğu
o meyanda Hân-i Hânân (Bayram Han), Hân-i A'zam (Abdürrahîm Han) Seyyid Haydar
Han, İslâm Han, Mehabet Han, Murtaza Han, Kasım Han, İskender Lodhî, Hayat Han
ve diğerleri İmam Rabbânî'ye muhabbet besleyen ve kendisine bey'at etmiş olan
kimselerdi. Bunlar hapsedilme haberini alınca tedirgin oldular. Hepsi de
Pâdişâhın aleyhine ayaklandılar. Hazırlıklara giriştiler. Kendi aralarında
adamlar gönderip görüştüler, konuştular ve Kabil hükümdarı Mehabet Hani
kendilerine
Başını da eğmeyince Pâdişâh musâhiblerine, zorla
başını eğmeleri için emir verdi. Bunlar geldiler nekadar uğraştılar ise başını
eğdirmek şöyle dursun yanma bile yaklaşamadılar.
Bu defa Pâdişâh ferman verip, kapının üzerini indirtti
ki, çıkabilmek için başını eğsin. Fakat bu da başarıya ulaşmadı. Zira bu büyük
zât bacaklarını kırarak kapıdan geçmiş ve yine başını eğmemişti.
Bunun üzerine Pâdişâh Zât-ı Faziletlerinin bu tavır ve
hareketini kendine karşı kibirlenme saydı ve çok kızdı, İmam Rabbânî ile
beraberindekileri Guvalyar kalesine hapsettirdi. Muhafızlara kesin emirler
verip, yanlarına kimsenin girip çıkmasına, kimse ile görüşmesine müsâade
etmemelerini bildirdi. Bununla da kalmadı. Hapis sıkıntısına, hapis musibetine
uğratmakla da yetinmedi, Zât-ı Faziletlerinin evini ve yurdunu yağma etmeleri
için de emir verdi. Fakat İmam Rabbânî bütün bu sıkıntılara göğüs germişler,
sabırla sineye çekiyorlardı. Kimse hakkında bed duâ etmiyorlardı. Hattâ ahlâk-ı
nebevî'nin icâbı hayırlı duada bulunuyorlardı.
Buyurdular:
— Mahpusluk bizim velayet
makamında yükselmemizi sağlar.
Şehzade Hürem (Şâh-i Cihan) İmam Rabbânî için kalbinde
büyük bir sevgi ve hürmet beslerdi. Hazret-i Müceddid'in durumunu haber alınca,
kendi mutemedi vâsıtasiyle haber gönderip hürmet için secde etmenin mahzurlu
olup olmadığını anlamak istemişti.
Hazret-i başkan seçtiler. Gizlice de Kabil'e ordular gönderdiler,
Kabü'in ve Peşâver'in Pethanieri de Mehabet Han'ın bayrağı altına toplandılar.
Pâdişâh hâdiseyi haber alınca büyük bir korkuya kapıldı. Nihayet koca bir ordu
hazırlayıp Kabil'e gönderdi. O sırada Hindistan'ın bütün emirleri ve küçük
hükümdarları ayaklanmış, hepsi de Mehabet Han tarafını tercih etmişlerdi. İki
ordu Cehlum nehri sahilinde karşılaştı. Büyük bir savaş başladı. Pâdişahın
orduları kendilerini toparlayamadılar. Nihayet Mehabet Han'ın adamları Padişahı
yakalayıp esir ettiler.
O sırada İmam Rabbânî de haber gönderip:
— Ben saltanat heveslisi kimse
değilim, kan dökülmesinden de asla hoşlanmam. Benim şu hapiste kalmak
sıkıntısına katlanmam, her halde bir maksada dayalıdır. Bu maksad yerini
bulunca kendi kendine bu musibet üzerimden kalkar. Savaşı bırakın, Pâdişâha
karşı eskisi gibi itaat yolunu tutun. Ben de inşallah yakın bir zamanda bu
sıkıntıdan kurtulurum.
Cihangir ile Âsaf Câh'm yakalanmaları haberi Nur Cihan
Begüm'e ulaşınca o da, Padişaha yardım etmek için yola çıktı, fakat kendisi de
adamları da yakalandılar. Mehabet Han, Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin emri
gereğince Cihangir'in yanına gidip:
— Müceddid-i Elf-i Sânî'nin emrine
uyarak seni serbest bırakıyorum. Tekrar Padişahlık tahtına oturabilirsin.
Mehabet Han, kendisi de secde etmek hâriç saray
âdabını ve erkânım yerine getirdi.
Müceddid-i Elf-i Sânî, bir sene kadar Cihangir'in
hapishanesinde vakit geçirmek zorunda kaldı. Pâdişâh tarafından serbest bırakılması
için emir verilmiş idiyse de, Âsaf Câh ile Nur Cihan Begüm bunu geciktirdiler
ve bu şekilde bir sene kadar geçti.
Bir ara Cihangir'in kızı, Peygamber Sallallâhü aleyhi
ve sellemi rüyada gördü. Rüyasında Resûlüllah Sallallâhü aleyhi ve sellem gayri
memnun bir çehreyle kendisine:
— İmam Rabbânî'nin serbest bırakılması neden bu kadar
gecikiyor? buyurdular. Kızcağız sabahleyin bu rüyasını babasına anlattı.
Cihangir de bunun üzerine çok pişman oldu ve serbest bırakıldığını bildiren
nâmesinde aynı zamanda yaptığı hatâlardan da özür beyan ediyordu.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî nâmeye cevap verip bir
kaç şart ileri sürdüler:
1.
Şimdiye kadar, ne kadar cami yıkılmış yahut da «modor» (Hindu rjaâbedi) yapılmış ise, eski
hâline çevrilecektir. Aynı zamanda «Derbâr-ı Âmm» (Sarayın umûmî dîvanında)
bir cami yapılacaktır.
2.
Pâdişâh herkesin önünde inek kesecek ve inek kesmek
işi yaygın hâle gelecektir.
3.
Dâvalarda ve adlî meselelerde şer'î hükümler uygulanacak,
şer'î hükümleri icra etmek için kadılar tâyin edilecektir.
4.
Gayri müslimlerden «cizye» alınacaktır.
5.
Bâtıl ve kötü erkân ve merasim terk edilecektir.
6.
Bütün mahpuslar serbest bırakılacaktır.
Pâdişâh, bütün şartları kabul edip
îzâz ve ikram ile büyük Müceddidi serbest bıraktı.
İkinci bin yılın yenileyicisi, İmam Rabbânî
vasıta-siyle ve Allah'ın verdiği hidâyet meş'alesiyle İslâm dîni Hindistan
ülkesinde tekrar parlamaya başladı. Karanlık bulutlar çekildi. İslâm'ın nuru
her tarafı aydınlattı. Şehirlerde, hattâ kasaba ve köylerde, camiler ve
medreseler kuruldu. Her gün yüzlerce kişi Müceddid-i Elf-i Sânî'nin huzurlarına
geliyor onun feyz halekasma katılıyorlardı. Ordu efradından yüzlercesi de gelip
bey'at ettüer. Vezir Âsaf Câh da yaptıklarından pişman ve mahcûb oldu. Pâdişâh
da tevbe etti ve Zât-ı Fezîletlerinden affetmesini istedi. İmam Rabânî,
bunların hepsinin hatalarını bağışladı ve Allah'ın yüce dergâhına el açıp
hepsi için hayır duada bulundular.
Fitne ve fesadcılar rahat durmuyorlardı. Hep fitne
tohumları ekip geliştirmek yolunda çalışıyorlardı. Nihayet Şehzade Hürrem (Şah
Cihan) i, Pâdişah'a karşı ayaklandırdılar. Şah Cihan, babasına karşı savaş
açtı. Pâdişâh çok üzgün idi. Müceddid-i Elf-i Sânî'den zafer için duâ etmesi
ricasında bulundu. Müceddid de kendisine haber gönderip :
— Ben dünyada sağ kaldıkça Hindistan ülkesinin
saltanatı senin elinde bulunacaktır. Şehzadenin orduları sayı itibariyle çok
iseler de onlar her saldırıda başarısızlığa uğrayacaklardır, dedi.
Filhakika, Şehzade kaç kere ordularını hazırladı ve
saldırıya geçti ise, her defasında bozguna uğradı. Bu kerre İmam Rabbânî'den
rica edip:
— Bütün büyükler, ileri gelen
şeyhler bana duâ ettiler, benim tarafımı iltizam ettüer, yalnız sen bana
yardım etmiyorsun, hâlbuki ben işin başlangıcından beri senin kulun, kölendim,
dedi.
İmam Rabbânî buyurdular:
— Ben ne zamana kadar yaşarsam
Hindistan ülkesinin saltanatı babanın elinde bulunacaktır. Ben öldükten sonra
ise bu ülkenin tacı da tahtı da senin olacaktır. Va'd-i İlâhî böyle tahakkuk
etmiştir, diye haber gönderdiler ve teberrük olsun diye de kendi mübarek
sarıklarını Şehzadeye hediye olarak yolladılar. Nitekim İmam Rabbânî'nin
kerameti aynen zuhur etti. Cihangir'den sonra Şah Cihan saltanat tahtına çıkıp,
memleketin Pâdişâhı oldu.
Vefatından evvel bir seyahati esnasında Cihangir,
Serhind'den geçmişti. Bu münâsebetle İmam Rabbânî, Pâdişâh Cihangir'i davet
etiler. Pâdişâh geldi ve tekke lerde her zaman yenen alelade yemeklerden yedi.
Pâdişâh yemekten sonra:
«Ben ömrümde bu kadar lezzetli yemek yemedim» itirafında bulundu.
Bundan sonra Pâdişâh, genellikle tekkelerde yenen
yemeklerden yemeğe başladı. Cihangir'e başka bir hal olmuştu. Bir lâhza bile
Mücedidden uzak kalmak istemiyordu. Bu kalbi yakınlığın neticesi Pâdişâhla
birlikte seferlerde bulundular. Birçok yerlere gittiler. Cüceddîd'in bu
yakınlaşmadan maksadı Cihangir'in, bir müslüman pâdişâh olmak vasfiyle, üzerine
düşen vazife ve mes'ûli-yetleri idrâk edip yüklenmesi idi.
Cihangir ömrünün sonuna doğru kendi akide ve
düşüncesini şöyle anlattı:
— Ben, bana kurtuluş ümîdi verecek
bir işin sahibi değilim. Benim kurtuluş ümidim ve dayanağım, İmam
Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin: «Allâhu Zü'l Celâl
bize Cenneti lütfederse sensiz girmeyeceğim.» sözüdür. İşte ben huzûr-i İlâhiye
onunla varacağım. Dayanağım bu sözdür. Kurtuluşumu da bu sözden ümîd ediyorum.
Bu zât Ekber'in meşhur atalığı (hocası) Bayram Han'ın
oğludur. Nakşibendî tarîkatine bey'ati vardı. İmam Rabbânî «Mektûbât»ında bu
zâttan çok bahseder. Bu zâtın asıl ismi Abdu'rrahîm Han idi. Cân ü gönülden
Takva ve ilim ehline hizmette bulunurdu. Arapça, Farsça, Türkçe ve Hind
dillerini çok iyi büiyordu. Bir ara Pâdişâh kendisine karşı çok gücenmişti. O
kadar ki diğer emirler, Pâdişâhın onu öldürteceğini zannetmişlerdi. Han
hazretleri, İmam Rabbânî'ye başvurup, kendilerinden duâ rica etti. Saray'a
vardığı zaman Pâdişâh, beklenenin aksine kendisne karşı iltifat edip hil'at ve
in'âm ü ihsanda bulundu. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bu zâte yazdığı bir
mektubu buraya alıyoruz:
«Zenginler için tevâzû güzel şeydir. Fakirler için
ise, istiğna ve ihtiyaçsız olma ve öyle görünme daha güzeldir. Nitekim ilâç
veren hastalığın zıddı olan ilâcı verir. Mektubunuzdan istiğna (ihtiyaçsızlık)
sezilmektedir. Bu yol tevâzû yoludur. Fakir fukaraya çokça hizmette bulunduğunuz
da malûmdur. Bununla beraber âdâb ve erkânı da göz önüne almak zarurîdir ki,
mükâfat elde edilebilsin. Ümmetin takva sahibi olanlarının hayli sıkıntıları
vardır. Onlar kibirlilerin karşısında kibir gösterir, ihtiyaçlarını belli
etmezler.» (Mektubat cilt I, mektup 68)
Bu zât'uı ismi Mirza Aziz'dir. Ekber'in sütkardeşi
idi. Pâdişah'ın İslama uymayan işlerine çok kızıyordu. Bu itibarla Pâdişah'la
ilişiğini kesmiş gibi idi. Kendi eyâletinde bulunmaktaydı. Ekber öldükten
sonra, bir mektup aldı. Bu mektupta Ekber'in ahvâli ve davranışları
yazılmıştı. Bu mektup Cihangir'in kulağına ulaştı. O kadar kızmıştı ki, bu
hususta «Tüzük-i Cihangiri» de şöyle yazar:
— «Bu mektubu görüp de duyduğum zaman, vücudumun
tüyleri diken diken oldu.»
Cihangir, Mirza Aziz'e emir verip, mektubu kendisine
okumasını bildirdi. Cihangir, Mirza Aziz'in bu mektubun açığa vurulmasından
korkacağını zannediyordu. Fakat Mirza Aziz hiç korkup çekinmeden tam bir cesaretle
mektubu okudular.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî ona da mektuplar yazıp
iltifatlarda bulunmuştur.
Ekber devrinde Müftî'yi A'lâ (En büyük müftilik)
makamında bulunuyordu. O devirde bir hayli yakışık almayan hâdiseler vuku
buldu. Bununla beraber Cihangir bu zâtı yine kendi makamında bıraktı. Kendisine
secde etmekten muaf tuttukları arasında bu zât da vardı. İmam Rabbânî
mektuplarında bu zâtten de bahsederler.
Bu zâtın asü adı Hüseyin Kulu Bey'dir. Bayram Han'ın
yeğeni ve Ekber devrinin ileri gelen ordu büyüklerinden olup, «Penc-hezâri»
(Beş bin kişilik kıt'anın komutanı) rütbesine sâhibdi. Cihangir zamanmda da
saltanat vedevlet erkânının ileri gelenlerinden idi. Bu zât de yine Hazret-i
İmam Rabbânî'nin eteğine sarılmış olanlardandır. Zât-ı Faziletleri,
«mektûbâtında» bu zât için de mufassal bir mektup yazmışlardır.
Ekber devrinin en iyi serdârı (general) ve Cihangir
devrinin de «Tis hezâri» (Otuz bin kişilik kıt'anın komutanı idi. Beş bin
kişilik bir süvari kıt'asmın komutasını da elinde tutardı. Hazret-i Müceddid-i
Elf-i Sânî'nin «anma kardeşi» idi. Lahor mıntıkasının da «savbe-dâr»ı (valisi)
idi. İmam Rabbânî bu zât'a da şeriatın icrası hususunda bir mektup yazmışlar,
bu mektupta şöyle buyurmuşlardır:
— «Güzel idarenizden dolayı Zât-ı âlîlerine teşekkür
ederim. Lahor gibi büyük bir şehirde vücûdunuzun bereketinden ahkâm-ı şeriat
revaç bulmuştur. Din kuvvetlenmiş ve «Millet-i Beydâ» (Müslüman Milleti) güçlü
duruma gelmişlerdir. Bu şehir, «Fakir» in düşüncesine göre Hindistan'ın diğer
şehirlerine örnek ve «Baş» olacak mahiyettedir. Bu şehrin hayr ü bereket eseri
diğer şehirlere de ulaşacaktır. Bu şehirde din meş'alesi aydınlanmış olunca,
diğer şehirler de bu meş'alenin aydınlığından faydalanacaklardır.
Böylece din-i İslâm'ın nuru her yere yayılacaktır. Hak
Teâlâ zât-ı alîlerine yardım eylesin.»
İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh'in saydığımız
kimselerden başka ileri gelen bir hayli diğer emirler, serdarlar
(kumandanlar), valiler, Hanlar (küçük hükümdarlar) dan da mürîdleri ve
yakınları vardı. Bunlar arasında şu önemli kimseleri sayabiliriz: Şeyh Ferid,
Mehabet Han, İslâm Han, İskender Han, Hekim Fethullah Han, Şeyh Abdülvehhab,
Seyyid Mahmud Ahter, Seyyid
Ahmed Hızır Han Lodhi ve bu arada bilhassa Cebbârî
Han'ı zikretmeliyiz.
Bir ara, Padişah ansızın
hastalandı ve İmam Rabbânî'den «şifâ» isteğinde bulundu. Bunun üzerine İmam
Rabbânî sarayda abdest almak için su istediler. Hademeler altın ibrikle gümüş
leğen getirdüer. Bunu gören İmam Rabbânî:
— «Altın ve gümüşten kab - kaçak
kullanmak haramdır.» buyurdular.
Pâdişâhın hanımı Begüm Nur Cihan,
perde arkasında oturmuş olanı biteni dinliyordu. Anlayışlı bir kadın idi.
Hemen billur (kristal) ibrik, leğen gönderdi. Bununla abdest aldılar, iki
rekât namaz kıldılar ve Pâdişah'a:
— Ben duâ ederken sen de
ağlayacaksın.
Fakat Pâdişah'ın ağlaması
tutmuyordu. Bunun üzerine:
— Başını aç.
Pâdişâh başını açtı. Müceddid de
duâ ettiler. Pâdişâh iyileşti ve kendilerine mürîd oldu.
Kısa görüşlü ve bilgisiz yazarlardan bazıları kitaplarında
Müceddid-i Elf-i Sânî, Ekber devri «ilhad» (dinsizlik ve densizlikleri) ini
ortadan kaldıramamış temizleyememiştir, diyorlar. Yine:
«O zâtın bu işde hiç bir tesiri ve hizmeti de olmamıştır.
O'na balğı bulunanlar o zâtın vefatından sonra şerh-i hallerini yazarken bu
hususu uydurup ileri sürmüşlerdir» demektedirler.
Ne kadar hatalı ve boş bir iddia. Biz tarihi tarafsız
olarak mütâlea etiğimiz ve tetkik eylediğimizde, hakikat kendiliğinden
aydınlanıp ortaya çıkıyor. Ekber «ilhâd» inin temizlenmesi ve kökünün kazınması
ancak İmam Rabbânî'nin zuhuru ile mümkün olmuştur. Kendisinden önce birçok
ileri gelen kimseler, bu hususu önceden bildirmiş, haber vermişlerdir. İmam
Rabbânî'den önce devlet erkânının ahvâli acaba nasıldı? İslâm'ın kolu kanadı
kırılmış değil miydi? Ekber'in dinsizlik ve densizliğinden sonra Cihangir'in
ahvâli de malum. Durmadan şarap içmesi, küp dibinde yatması, yarım okka kebab
edilmiş et ve bir kaç kadeh şarap aşkına, saltanatı Nur Cihan Begüm'e
bağışlaması, Hindistan'da İslâm'ın ne duruma geldiğini göstermez mi?
Kimse açıktan açığa İslâm
şerîatince yürüyüp gitmeğe cesaret edemez olmuştu. İşte ancak Müceddid-i Elf-i
Sânî'nin vücûdunun bereketi ile İslâm bu ülkede yeniden canlandı, yeniden her
tarafı aydınlattı. Hazret-i
Müceddid-i Elf-i Sânî, Padişaha secde etmenin haram olduğunu ortaya koydu.
Zât-ı faziletleri İslâm yolunda cihâda girişti. Hak yolda olduklarından Hak
Teâlâ da kendilerine yardım etti. O'nun vasıtası ile Müslümanlar, sahih ve
doğru olarak İslâm ta'lîmini (öğrettiklerini) öğrendiler. Müceddid-i Elf-i Sânî
Rahmetullahi aleyh'in bütün yaşayışı hattâ yaşayışının bir lâhzası bile
Kur'ân-i Kerîm ve Sünnet-i Seniyye-i Nebevî'den ayrı geçmiş değildir. Bid'at
selinin önüne geçmiş, Hindistan'da İslâmın şânmı yüceltmiştir. Akaid'in
bozulmuş taraflarını tashih eylemiş, doğrultmuştur. Kitâbullah ve Sünnet-i
Resûlüllah'a, bağlı yaşayanları çoğaltmıştır. Her tarafda İslâm kanunlarına hürmet
edilmesini sağlamıştır. Bunların kâffesi de Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin
sayesinde olmuştur. O büyük zât Cihangir gibi hükümdarı dahî yola getirmiştir.
Cihangir ki, daha önce zât-ı faziletlerinin en büyük düşmanı idi. Fakat onun
feyzinin bereketiyle doğru yolu buldu. Öyle bir durUMa geldi ki, O'ndan
uzaklaşa-maz oldu. Bir dakika uzak kalmak Cihangir gibi hükümdar için büyük
bir üzüntü oluyordu. Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin İslama hizmet ve İslâmı
yenileyip aslî hâline döndürmek Hususunda bir hayli çalışmaları vardır. Bu
hakikati ancak bir fâsık, bir fâcir, yalanlamağa kalkabilir.
Müceddid-i Elf-i Sânî buyuruyorlar:
— Her kim Risâlet Penâh Sallallâhü
aleyhi ve sellem'e salât ve selâm getirirse, bu kimsenin ecr alacağını,
mükâfata kavuşacağını bildirmişlerdir. Yine Ondan:
— Her kim Risâlet Penâh Sallallâhü
aleyhi ve sellem için na't-i şerîf okur, O'nu medh eden kasideler, gazeller
söylerse biz o kimseyi de kendimize mensup kılarız.
Bir gün bir kimse İmam Rabbânî'nin hâmilik ve
kayyumluğunu kabul etmeyerek yüz yüze şöyle dedi:
— «Hazret-i Abdülkaadir
Geylânî Rahmetullahi aleyh şimdi dirilip gelir ve senin müceddidlik ve
kayyumluğuna ikrar verirse biz de sana inanırız.
Hazret-i Müceddid, kutup
yıldızına işaret ettiler ve yıldız ayrılıp iki parça oldu. Arasında Hazret-i
Şeyh Abdülkaadir Geylânî Rahmetullahi aleyh göründü, yüksek sesle seslendiler:
— Müceddid-i Elf-i
Sânî'nin dediklerini kabul ederim. Çünkü din ve dünya hususunda kemâlât
sahibidir. Bu, evliyâyi ümmet arasında en faziletli zevattan biridir. Her kim
onu inkâr eder, muhalefette bulunursa di* yolundan sapmış olur.
Bu sözü söyledikten
sonra, Hazret-i Şeyh Abdülkaadir yine yıldızın ardında kayboldu.
Bunun üzerine Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi aleyh
şu beşareti verdiler:
— «Onun silsilesine mensup
kimseler, kıyamete kadar devam edecek, bu silsileye mensup olanların günahlarına
da şefaat edilecektir.» Sonra devamla:
— «Biz sizin için, yahut da sizin
vâsıtanızla bize bağlı olanlara da şefaatte yine vesile oluruz.» buyurup ilâve
ettiler: «Bunu bildirmek için emir aldım.»
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî zamanında İslâm çok
kuvvetlenip ilerledi ve parladı. İmam Rabbânî'nin halîfeleri çok uzak ülkelere
kadar ulaştılar. Afganistan, Türkistan, Arabistan, Şam (Suriye), Rûm (Anadolu),
Turan (Yukarı Türkistan), Bedahşan (Kuzey Afganistan) ve Horasan'a kadar
vardılar. İmam Rabbânî'nin da'vetini ve tebliğini halka ilettiler, yaydılar.
Böylece Müceddidlik ve kayyumluk ıtrinin kokusu her tarafa yayıldı. Her
taraftan büyük küçük, ileri gelen gelmeyen, zengin fakir, âlim ve câhil her
çeşit insanlar, İmam Rabbânî'nin huzuruna gelip feyz alıyorlardı. Yolunu şaşırmış
yüz binlerce kimse hidâyet'e ulaşıp İslâm'la şereflendiler.
Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed
Serhindî'nin hamuru Risâlet penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin
hamurunun artığındandır. Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem, Müceddid
Rahmetullahi aleyh'i «Rahmet hazînesi» diye anmışlardır. Bu itibarla, Âleme
Rahmet olan Risâlet Penâh efendimizden ona bir hisse ulaşmıştır. Buna göre,
Kıyamete kadar «kutb» ve «ebdal» bu silsileye mensûb olanlar arasından
gelecektir.
Âhir zamanın «Mehdî-i Mev'ûd»u da yine İmamRabbânî'nin
halîfelerinden olacaktır, denmiştir.
Bu yola bağlı bulunanlar Hak Teâlâ'ya da bağlı bulunan kullardır.
Bu faziletli zât Allah Kelâmını
göğüslerinde muhafaza ederlerdi. Doğrudan doğruya Hak Teâlâ ile İlham yoluyla
mükâlemede bulunurdu.
İmam Rabbânî'ye ilm-i ledünnîden
büyük nasib verilmişti.
Kur'ân'ın «hurûf-u mukattaa»sının
esrarı öğretilmişti.
Müceddid Rahmetullahi aleyh,
sahâbîlik makamına yaklaşmış ve Resûl-i Ekrem Sallallâhü aleyhi ve sellem'-in
Sünnet-i Seniyyesine tâbi olmakla O'na yakîn elde etmek saadetine ermişti.
Kendileri hac için yola çıkmadan
mâ'nen Kâ'be'nin ziyareti nasîb olmuş ve dergâhlarında Zemzem kuyusu gibi su
kaynamıştır.
Hânegâhları (tekkeleri) manevî
cennet mesâbesindeydi.
Yüksek silsileleri, kendilerinden
sonraki diğer silsilelerin hepsine feyz ulaştırmıştır.
O, şeriat ile tarîkat'm câmii'dir.
(İkisini bir arada bulunduran) Velayet makamına ulaşmış, nübüvvet ke-mâlâtmdan
da nasîb elde etmişlerdir.
Ümmet-i, Resûlüllah Sallallâhü
aleyhi ve sellem'in evliyasının en ileri gelenlerinden ve faziletlilerindendir.
O'nu Hak Teâlâ müceddid-i Elf-i
Sânî (İkinci bin yılın yenileyicisi) olarak ortaya çıkarmış, vazîfelendirmiştir.
Zât-ı Faziletleri «Kayyûm-i Âlem»
lakabına mazhar olmuşlardır. Peygamber Efendimizden bugüne kadar bu lakab hiç
kimseye verilmemiştir.
Kendilerine Hazret-i İbrahim
aleyhisselâm'm hil’ati ihsan edilmiştir.
Allahu Zü'l Celâl bu kuluna bir
çok makamlar ihsan buyurmuştur. Meselâ: Müceddid-i Elf-i Sânî olmak, kayyum
olmak, mahbûb olmak, asîl olmak, yüksek ahlâk sahibi olmak, halîfe olmak, imam
olmak, kutb olmak ve seçilmiş olmak.
Hazret-i Ali Kerremallâhü veçhen:
«Ben size bilgi öğretmek için geldim.» buyurmuşlardır.
İmam Rabbânî de İslâmî ta'lîmi
öğretmek için geldi.
Hak sevgililerinin halleri'nin doğruluğu kendilerinin
amelî yaşayışları, tuttukları ve gösterdikleri yol ile belli olur. Bu zevatın
keşif ve kerametleri mânevi kemâ-lât şeklinde görünür. Bunları da zikr eylemek
bizim için hayır ve bereket sebebidir. İçinde bulunduğumuz zamanın karanlık
günlerinde Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin yolu müslümanlar için parlak,
hak bir yoldur. Manevî derdlerin devası, gönlümüzün şifâsıdır. Bize göstermiş
buluduğu yolu dosdoğru tutup gidersek, muhakkak maksada ulaşmaya muvaffak
olacağız.
Şimdi birazda Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi
aleyhin değerli telifâtından ve öğrettiklerinden bâzılarını seçerek
kaydedelim:
«Düşmanın tahakkümü altına girmiş
bulunan kimselerin, Hak'ka itaat yoluna gelmesi çok zordur.»
«Yalnız başına oturma, inzivaya
çekilme, boş işlerin başka bir adıdır.»
«Dünya musibetleri, sıkıntı ve
üzüntüler, yara gibi acı yapsa da hakikatte Hak'ka doğru ilerlemeye, yakınlaşmaya
sebeptir.»
«Günahdan sonra pişmanlık ve
nedamet, tevbenin bir dalıdır.»
«Hak Teâlâ’nın düşmanlarına
yakınlık etmek, Hak Teâlâ'ya karşı düşmanlık etmektir.»
Gönül göze tabidir. Göz eğilince
artık gönülü korumak kolay değildir. Gönül de bozulunca artık şehvete ve cinsî
isteklere dizgin vurmak ve nefsi korumak imkânı yoktur.»
«Her hangi bir kadının mahremi
olmayan bir erkekle tatlı tatlı konuşması haram işlere dâhildir. Kadınların
ince ve vücûda yapışan elbise giyinmeleri de, çıplak gezmek hükmündedir.»
«Küfürden sonra en büyük günah,
birisinin kalbini kırmaktır. Kalbi kırılan kimse ister mümin, isterse kâfir
olsun.»
«İslâm, fakir kimselerle ortaya
çıkıp gelişmiştir. Yine fakirlerle devam edip gidecektir.»
«Zenginlikten daha fazla îmânı
bozabilecek hiç bir şey yoktur.»
«Bizim konuşma tarzımız,
sezilmeyen şöhret gibidir. Çünkü şöhret açığa çıkarsa zararlı olur.»
«Zayıf kimse üzerine çullanmak
korkaklık alâmetidir. Akran ile atışmak ahlâk bozukluğudur. Kendinden daha
üstünle atışmağa kalkmak ise hayâsızlıktır.»
«Her kimin karısı, evi, işini
görecek adamı ve bir de bineceği varsa pâdişâh demektir.»
«Allah Teâlâ'yı Allah olarak
bilmek, şirkden kurtulmak demektir. Peygamberi de peygamber olarak bilmek,
başka bir kimsenin yolunu tutmamak demektir.»
«Âhiretin işini bugün tamamlayın.
Dünyanın işini ise yarına bırakın.»
«Mütevazı ve yumuşak tabiatlı
kimse için cehennem haramdır. Her kim için yumuşaklık ihsan kılınmış ise, o
kimseye dünya da, âhiret de ihsan kılınmıştır.»
«Hak Teâlâ'ya, emrine teslim
olmakla yaklaşılabilir, düşünmekle hayâl ile değil.»
«Dünyaya âit istekler zarurî
ihtiyaçlardan değildir.»
«Allahü Teâlâ bize çok yakın ve
bizim hemen yanımızda olduğuna îmânımız vardır. Fakat bu yakınlık ve yanı
başımızda olmasını kavramak bizim anlayışımızın imkânı haricindedir.»
«Ehli kerem, başkasının ihtiyacını
kendi ihtiyacına tercih eden kimsedir.»
«EN İYİ VE EN MÜKEMMEL NASİHAT:
«PEYGAMBER SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM'E İTAAT EDİNİZ» SÖZÜDÜR.»
«Ehlü'llah'dan keramet aramağı
bırakınız. Esasen onların varlığı bir keramettir.»
«Hiç bir câhil, velî olmamıştır,
olamayacaktır da.»
Ey benim can kardeşlerim bilesiniz ki; Muayyen müddette
gelecek olan ölümden evvel ölmeğe Ehlüllah «fena fillâh» tâbir ederler. Hak
Teâlâ'ya ulaşmanın muhal olduğu isbat edilememiştir. Velayet dereceleri, bir
birinin üstündedir. Nitekim, her peygamberin kendisine hâs bir velayet
derecesi vardır. Bu derece, bütün velayet derecelerinin üstünde bütün velayet
derecelerinden yüksek bir derecedir. İşte biliniz ki, bizim Peygamberimiz
Sallallâhü aleyhi ve sellem'in derecesi bunların kâffesinin üstündedir.
Şimdi hakikate kavuşmak servetini elde etmek isterseniz
ve yüksek derece ve makama erişmek dilerseniz, Risâlet penâh Sallallâhü aleyhi
ve sellem efendimize itâat etmelisiniz. Onun yolunu izlemeli, bunu kendinize
gerekli ve zarurî bilmelisiniz.
Şeyh-i Kâmil'in hizmetinde bulunmak, onun sohbet
dâiresinde vakit geçirmek kırmızı kükürt ve kimyadır. Onun bakışı deva, onun
sözleri şifâdır. Hak Teâlâ, bizi de sizi de Hazret-i Muhammed Mustafâ
Sallallâhü aleyhi ve sellem'in şerîatinin doğru yolunda sabit kılsın. Nitekim
gayemiz, maksadımız da hep budur. Saadetimizin, kurtulşumuzun sebebi ve âmili
de budur.
Kalbinde Allah sevgisinden, Allah muhabbetinden başka
hiç bir sevgi ve muhabbet beslemeyen kimse ne mübarek kimsedir. Bu kimse,
bundan başka hiç bir şey aramaz, hiç bir şey istemez. Öyle ise, böyle
bir kimse, kendisini hep Allah'a vermiştir, isterse zahirde halk ile meşgul
olsun.
v Hak Teâlâ bizi de, Seyyidü'l
Beşer (insanlığın efendisi) hürmetine sizi de, taassubdan, eğri yoldan korusun.
Sıkıntıdan, üzüntüden kurtarsın. Elbette ki O, Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve
sellem her çeşit kusurdan uzaktı.
İnsanı bârigâh-ı Ulûhiyyete yaklaştıracak olan, farzın
edâ edilmesidir. Farzlar önce gelir, nafile daha sonra. Farz varken nafileye
itibar edilmez.
Farz hakkında «Bir farz edâ eylemek bin senelik nafile edâ
etmekten daha iyidir» denilmiştir. İsterse bu nafile
hulûs-i niyyetle yapümış olsun, farz yapılmadıktan sonra bir mânâ ifâde etmez.
Biz şunu demek isteriz ki, farzın edasından sonra ve evvel farz için tâyin
edilmiş bulunan sünnetleri ve müstehabları da farzla beraber nazar-i itibâra
alıp, bunların da dikkatle edası gereklidir. Farzları terk ederek değil.
Bir gün Emîru'l Mü'minîn Hazret-i
Fârûk-ı A'zam (Hazret-i Ömer) Radiyallâhü Teâlâ anh, cemâatle sabah namazı
kılıyorlardı. Namazı bitirdikten sonra bir göz gezdirdi. Kendi arkadaşlarından
hiç birisini göremedi. Bunun üzerine:
— Falan kimseyi namazda göremedim?
— O zât çok kerre geceleri uyanık
kalır ve ibâdetle meşgul olur. İhtimal sabaha doğru uyuya kalmıştır, dediler.
Buyurdular:
— «Bütün gece uyusaydı da sabah
namazını usûlü veçhile cemâatle kılsaydı elbette ki daha iyi olurdu.»
Farzlardan zekât'a gelince: Zekât olarak bir habbe vermek
elbette ki zekât olmayarak verilen bir yığın sadakadan daha iyidir, derecesi
de daha yüksektir. Bu bir habbe'yi de, muhtaç olan yakmlara vermek daha ef-d
aldır.
Hazret-i İmam A'zam Rahmetullahi
aleyh, bir ara abdestin âdâb ve erkânından birin unutup yerine getirmeyerek
kıldığı kırk senelik namazlarını kazâ etmiştir.
İmam Rabbânî Rahmetullahi aleyh, ileri gelen bâzı
kimselere:
— «Bâzı mürîdleriniz, sizin
halîfelerinizin karşısında âdeta secde edercesine aşırı ta'zim gösterip, eşik
öpmekle bile iktifa etmiyorlar,» buyurdular ve ilâve ettiler:
«Bu işin kötülüğü, güneşden daha
açıktadır.»
Bu gibi hareketlerde bulunanları, bu davranışlarındann
şiddetle men ettiler ve bu gibi işlerden çekinmenin herkes için gerekli
olduğunu da bildirdiler. Bilhassa, halka önderlik edenler ve kendilerine
halkın hürmet gösterdiği kimseler daha çok sakınmalıdır.
Ulemâ (âlimler) için dünyaya bağlanmak, dünya
nimetlerine, dünya işlerine rağbet göstermek, damgalı kimselerin alınlarındaki
damgaya benzer. Bunlar için dünya nimetlerinden geniş bir şekilde faydalanmak
mümkün olmakla beraber, bu gibilerin ilimlerinden, bilgilerinden kendileri
için bir fayda yoktur. Bunların ilimleri, hayâli kimya taşma benzer. (Gûyâ bu
taş, bakıra dokundurulursa hemen altın oluverirmiş.) Aslında bunların
kendileri, alelade taştan farksızdırlar. Kıyâmet azabına daha fazla müstehak
olan kimseler kendi ilimleri için fayda vermeyen kimselerdir. Bir ara
ariflerden birisi bakmış ki, Şeytan boş oturmuş, kimseyi aldatmak ve saptırmak
için uğraşmıyor. Adam Şeytan'a bunun sebebini sorunca Şeytan şöyle demiş:
— Görmüyor musun bir yığın koca koca âlimler, benim
işimde bana yardımcı olmuşlardır. Benim işimi onlar görüyorlar. Artık bu yolda
bana iş kalmadı.
Bir Allah kulunun, «Vahdehü lâ Şerike Leh» (Birdir ve
O'nun ortağı yoktur) den başka hiç bir maksadı, hiç bir gayesi olmaz. Böyleleri
için ceza ile mükâfatın farkı yoktur. Bunlar için cezanın sıkıntısı da mükâfat
gibi tatlı olur. Cennet istekleri varsa orası Hak Teâlâ’nın rızâ makamlarından
olduğu içindir. Cehennem'den sakınmak istemelerinin sebebi ise, orasının Hak
Teâlâ’nın gazab makamlarından olmasındandır.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bâtınları
Nakşibendî şeyhlerinin (kaddesellahü sırrehüm) nuru ile aydınlanmış olduğundan
zahirde Peygamber-i Ekrem sallallâhü ileyhi ve sellem'e itaat ve ittibâ ile
süslenmiş, donanmıştı.
Ramazan ayı ayların fazîletîisidir. Bu ayda yapılan
farz ve nafile ibâdetler, meselâ; namaz, oruç, sadaka ve şâire diğer aylarda
yaplıan ibâdetlerin sevabından yetmiş misli fazladır. Bu ayda herhangi bir
kimse oruçlu bir kimseye iftar ettirirse Hak Teâlâ onun günahlarını bağışlar ve
onu cehenem azabından korur. İftar ettiren kimseye de, oruçlu kimsenin orucunun
sevabı kadar ecir verir.
Risâlet Penâh Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz,
Ramazan ayında esirleri ve tutsaklan serbest bırakırlardı. Buna uyarak İmam
Rabbânî Rahmetullahi aleyh de bu ayda kim ne isterse verirlerdi.
Dünya görünüşte çok tatlıdır. Her tarafı tozpembe
görünür. Fakat bir de bunun öteki yüzü vardır. Hakikatte dünj'a denen bu nesne
öldürücü bir zehir olup, yalan ve boş bağlılıktan başka bir şey değildir. Buna
bağlı bulunanlar mezellete düşerler, alçalırlar ve dünyaya âşık olanlar
delidirler. Dünya denen şey altın tabağa konmuş pisliğe benzer. Yahut da şeker
karıştırılmış zehire. Akıllı o kimsedir ki, bu aldatıcı ve yalancının göz boyayan
süslerine aldanmaz, ona bağlanmaz ve onun bozgunculuğuna inanmaz.
Peygamber Efendimizin
ashabı Kur'ân ve şerîat-i Muhammediyye'yi yaymak yolunda büyük fedâkârlıklara
katlanmış kimselerdir. Bu zevât-ı kiram hakkında itirazda bulunmak yahut da bu
zevatı tenkid eylemek Kur'ân-ı Kerîm ve Şer'-i şerife karşı itirazda bulunmak
ve bunları tenkid etmek gibidir. Meselâ Kur'ân-ı Kerimi toplayıp bugünkü
şekline getiren Hazret-i Osman RadiyâlIahü Teâlâ anh'dır. Hazret-i "Hz.
Osman'a ileri geri söylemek, Kur'ân-ı Kerîm'e ileri geri söylemek gibi olur
(neûzübi'llâh)
Siz bu fânî dünyadaki bir kaç günlük ömrünüzü
âhiretinizi hazırlayacak şekilde yaşamalısınız. Böyle yaşamak ise Allah ve
Resulüne itaatle mümkündür. Bu itaat hayâtınızın her safhasında olmalıdır.
Âhiret saadetini elde etmek ve azabından kurtulmak ancak böyle olur. Allah'ın
emirlerinden biri de zekât'tır. Toplanmış olan servetin, üremekte bulunan
hayvanların ve malların zekâtının ödenmesi gerekir.
Ağlayamazsanız da ağlamalıların -yanında-ağlar görünün
ve her zâman Hak Teâlâ’nın dergâhına sığınıp dert ve sıkıntılardan kurtulmak
için âh ile, aşk ile, ve samimî niyetle duâ'ediniz
Ey Oğul! Dünya imtihan ve denenme yeridir. Bunun
zahiri, süslenmiş kadına benzer. O kadın ki, hakikatte yaşlı ve çirkindir.
Lâkin allanıp pullanır, güzel elbiseler giyinir, kaşını gözünü, yüzünü boyar da
ilk bakışta güzel görünür. Fakat hakikatte içi pislik, sinekler ve böceklerle
dolu, dışına güzel koku sürülmüş hayvan leşi gibidir. Görünüşü parlak pis su
gibi, uzaktan su gibi görünen seraba benzer. Zehirle karışmış bir şekerdir bu
dünya.
(Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuyu
hadislerde ümmetine bildirmiştir. Bu hikmete binaen dünya yönetiminde
“dulkadının çocukları”nın ne kadar etkin olabileceğini anlamaktayız.[1])
Dünyanın zahirine aldanan herkes, her zaman zarar
görmekte ve hüsrana uğramaktadır. Her zaman da sonu pişmanlıktır.
Meselâ: Müneccimlik, felsefe gibi âhiret için fâidesiz
bilgiler öğrenen bir kimse âhiret saadeti yolunda bunlardan bir şey beklerse
aldanmış olur.
Çalışma zamanı da, ibâdet zamanı da gençlik çağıdır.
İşini bilen kimse, bu zamanı boşuna geçirmez ve bundan istifâde eder. Fırsatı
ganimet bilmek gerek, olur ki yaşlılık devresine erişmek hiç mümkün olmaz. Olsa
bile yaşlılıkta güç, kuvvet kalmaz.
Efendimiz Sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuşlardır:
Her kimin, bir kardeşinin üzerinde malı yahut da her hangi bir şekilde bir
hakkı bulunur da onu bağışlarsa elbette iyilik etmiş olur. Hele bu kimse
parası pulu olmayan muhtaç birisi ise. Bu itibarla hak sahibinin iyilikleri,
hakkı afv edenin iyliklerine sebeb olur.
Zengin kimselerin iyiliklerinin ikincisi ise Allah yolunda
göstereceği tevazûudur. Servetiyle övünen zengine yazıklar olsun. Yine
zenginliği ile beraber mûtevâzî olmayı bilmeyen zengine de yazıklar olsun.
Allahu Teâlâ bu gibileri bu hastalıktan kurtarsın.
Dünya yaşayışı pek kısadır. Âhiretin azabı ise hem
ağır ve hem de uzun ve dâimidir. Dünyadaki bir kaç günlük hayâtı ganimet bilip
âhirete hazırlanmak gerekir. Hak Teâlâ'nın emrettiği iyi işlere sarılmalı, bu
meyanda O'nun kullarına çokça iyilikte bulunmalıdır.
Yaşayanların Ölülere Hediyeleri
Resûlüllah Sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuşlardır:
— «Ölü, kabir içinde suda boğulup feryâd eden kimseye
benzer. Evlâdından, babasından, annesinden, kardeşinden, yakınlarından duâ
bekler. Duâ kendisine ulaşınca, sanki dünya ve dünyadakiler kendisine verilmiş
gibi olur. Şüphesiz, Hak Teâlâ yeryüzünde yaşamakta olanların dualarını
kabirlerdekilere ulaştırır. Dağlar kadar da rahmetini yağdırır. İşte
yaşayanların ölülere en büyük hediyeleri duâ ederek onlara rahmet ve mağfiret
talebinde bulunmalarıdır.
Hak Teâlâ'ya ulaşmak için ariflerin (Tasavvuf büyükleri)
yolu, yolların en kısası, en yakınıdır. Diğer ulemânın sonu, onların işlerinin
başıdır. Bu itibarla onlara yakın olmak diğerlerininkinden daha önemlidir. Bu,
onların sünnete sarılmaları ve bid'atlerden sakınmaları ile elde ettikleri,
«Yakînû derecelerindendir. Ne yazık ki, bin bir çeşit bid'at, bid'at olduğu da
bilinmeden birçok tarîkatlerin içine de girmiştir. Bunlar üstelik bid'at değil
sünnet olarak tanınmaktadır. Meselâ «teheccüd» namazını cemâatle kılmak, gibi.
Hâlbuki o'nu cemâatle kılmak mekruhtur!
Allah Teâlâ’nın kendi kuluna genç iken tevbe etmek
nimetini vermesi ne büyük saadettir. Denebilir ki, bu nimet bütün nimetler
içinde bir derya, diğer nimetler ise bir damla mesabesindedir. Çünkü bu
nimetle Hak Teâlâ’nın rızâsı elde edilmiş olur ki bu, bütün dünyevî ve uhrevî
nimetlerin başında gelir.
Allahü Teâlâ’nın sevgili kullarının yanma giderken,
boş olarak gitmeli ki, dolu olarak dönülsün. Muhtaç olarak varılmalı ki,
Himmetlerinin taşmasına ihsanda bulunsunlar.
Ölenlerin, yaşayanların dualarına ihtiyaçları çok
fazladır. Sabrın eteğine sarılıp onlar için duâ ve istiğfar ile Cenâb-ı Hak'dan
yardım dilemelidir. Hadîs-i Şerîf'de de:
«Şüphesiz Hak Teâlâ yeryüzünde
yaşayanların dualarını kabirdekilere ulaştırır ve dağlar kadar da rahmetini
yağdırır.»
Buyurulmuştur.
Nakş-ı Bendiyye tarîkatinin hususiyetlerinin en
ö-nemlis sünnet-i seniyyeye sıkı sıkı sarılmak ve bid'atler-den uzak kalıp çok
sakınmaktır. İşte bu sebebledir ki, bu tarikatın ileri gelenleri «cehren»
(yüksek sesle) zikretmekten çekinirler. Zikri kalben ederler. Risâlet penâh
Sallallâhü aleyhi ve sellem'in, Hulefâyi Râşidîn Radiyallahü Teâlâ anhüm
hazerâtinin zamanında olmayan raks, sema, vecd ve bunların benzerlerinden
sakınır ve sakındırırlar. Hattâ bu tarîkatte «çile» doldurmak, « halvet» de
kalmak dahî yoktur.
Mü'minlerin, her zaman Hak Teâlâ karşısında, âciz,
muhtaç ve hiç bir kudrete sahip olmadıklarını bilmeleri gereklidir. Her zaman,
sıdk ve aşk ile Hak Teâlâ'ya yalvarmaları icâb eder. Kulluk vazifelerini yerine
getirmeleri gerekir. Şer'i şerifin tâyin etmiş bulunduğu ölçüleri aşmamalı ve
dâima Risâlet Penâh Sallallâhü aleylıi ve sellem'in gösterdikleri yolda
yürümeli ve Ona tabî olmalıdırlar. İyi işleri iyi niyetle yapmalı, içleri ve
dışları aynı olmalıdır. Kendi kusurlarını, kabahatlerini, noksanlarını ve
ayıplarını bilmeleri zarurîdir. Günahların çok güçlü olduğunu bilmeli, bunları
yenmeğe hazır bulunmalıdırlar. Hak Teâlâ’nın «Allâmül-guyûb (gizlilikleri
bilen) olduğunu asla unutmamalı ve onun kahrından, gazabından korkarak, onun
afv-ü keremine sığınıp kendilerinin yaptıkları, küçük - büyük hiç bir iyi amelleri
olmadığını bilip düşünmelidirler. Kötü amelleri küçük de olsa gözlerinde
büyütmeli ve dâima sakınır olmakla Hakka teveccüh etmelidirler.
Rüyâ'nın itimâda değer birşey olmadığını bilmek ve ona
îtibar etmemek lâzımdır. Meselâ; bir kimse rüyada
kendisinin pâdişâh yahut da zamanın «kutb»u olduğunu görse bunun hakikat ile
hiç bir ilgisi yoktur. İtimada şayan ve itibar edilecek şeyler uyanık ayık iken
karşılaşan şeylerdir.
Şurası da gereklidir ki akideler ehl-i sünnet
vel-ce-mâât ulemâsının belirttikleri şekilde doğru, dürüst ve sahih olmalıdır.
Nitekim âhirette kurtuluşa ermek de buna bağlıdır. Her bid'atci ve yolunu
şaşırmış bulunan fâsid akîdeli kimse de, kendi fâsid fikirlerini kitab ve
sünnete uygun göstermek ister. Bu gibilere asla îtibar edilmemelidir. Amellerde
tenbellik ve gevşeklik olursa, bundan kurtulmak için tevbeden başka çıkar yol
yoktur. Ceza görülecek olsa bile, yine âhirette felah ümidi vardır. Bunun için
doğru ve sahih inançlı olmak gerekir.
Mes'ud kimse odur ki, dünyaya bağlanmaz, dünyaya
karşı soğuk davranır. Dünya sevgisi bütün günahların köküdür. Dünyaya yüz
çevirmek bütün ibâdetlerden efdal'dir. Dünyâ da, dünyaya sarılmış olan da
ta'rîz (azarlama) nın damgası ile damgalanmıştır. Hâdis-i şerif'de, dünya ve
dünyada bulunan her şey de hakîr görülmüştür. Sâdece Hak Teâlâ'nın zikri
hâriç...
Yağlı, ballı lokmalara aldanmamak, süslü, püslü
kıymetli elbiselere meyledip değer vermemek lâzımdır. Bunların neticesi,
dünyada da âhirette de hasret ve nedametten, pişmanlıktan başka bir şey
değildir. Çoluk çocuğu ve aile efradını razı etmek, onların refah ve rahatlarını
artırmak için, kendini musibetlere atmak, vebal yüklenmek, âhiretin azabını hak
etmek akıllıca bir iş değildir.
Yeni ortaya çıkan bâzı
tarikat şeyhi geçinenler farz ve sünnetleri eda etmek yerine -bu işleri ihmâl
ederek-çile doldurup, riyazet çekmek yolunu tutuyorlar. Bu çile ve riyazetinde
farz edâ etmekten daha üstün olduğunu ileri sürüyorlar. Cumâ'yı ve cemaatı terk
edip, yine çile çekmek yolunu tutuyorlar. Bilinmelidir ki bir farzı cemâatle
edâ eylemek onların çektikleri çileden bin kat daha iyidir. Bu itibarla
şerîatin göstermiş olduğu şekilde âdâb ve erkâna riâyet edip farzları yerine
getirmek ve bu hususa önemle dikkat etmek ve bağlı bulunmak zarureti vardır.
Biliniz ki her yüz senenin sonunda bir müceddid
(yenileyici) zuhur eder. Fakat yüz senelerin «müceddid» inden başka bir de bin
senenin müceddidi vardır. İşte yüz ile binin arasında ne kadar fark varsa, bu
iki ((müceddid» in arasında da o kadar fark vardır. Müceddid o kimsedir ki,
ümmet ondan feyz alır ve onun feyzi uzun müddet için tâ uzaklara yayılıp
ulaşır.
Bu gün biz, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz hakkında ne biliyoruz?
O'nun büyüklüğü ve azemeti hususunda neler
bilmekteyiz; bunları nasıl öğrenebiliriz?
Burada, gerçekle yalan yanyana, hak ile bâtıl omuz
omuzadırlar. Risâlet Penâh Efendimizin hakîkî büyüklük ve azemetleri ancak
kıyamet günü herkesçe bilinebilecek, o zaman anlaşılabilecektir. Resûlüllah
Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bütün peygamberlerin imâmı ve önderidir.
Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren bütün peygamberler O'nun bayrağı
altında toplanacaklardır.
Mü'min kimse, âhirette, cennette Hak Teâlâ’nın
likaasına nail olur. Hâlbuki cennet de cennetten başkası da hep Hak Teâlâ'ya
aittir. Bunların hepsi Allahü Teâla indinde birbirlerinden farksızdırlar. Hepsi
de O'nun yarattığı şeylerdir. Tur Dağı'nda vuku bulan «tecelli»nin o yer ve
mahal ile bir alâkası, bir bağlantısı yoktur. Bâzı yerler «tecellî» nin
zuhuruna elverişlidir, bâzı yerler değildir. Meselâ; ayna resimleri aks
ettirir, suretler orada görünür fakat beygir nalında bu kabiliyet yoktur. İkisi
de demirden yapılmış olsa da...
İbâdetlerin en iyisi, amellerin en güzeli, en
faziletlisi namazı ayakta tutmaktır. Âdâb ve usûlü ile her zaman yerli yerinde
kılmaktır. Çünkü namaz dînin direği ve mü'min kimsenin «mi'râc»ıdır. Bu
itibarla namazı edâ eylemek için çok dikkatli olmak gereklidir. Bunun farzını,
sünnetini, âdâb ve erkânını ve şartlarını hakkıyle yerine getirip edâ eylemek
îcab eder. Namaz'm erkânında hiç bir karışıklık yapılmaması, şartları yerine
getirilerek kalbi hudû ve huşu' ile kılınması te'kidli olarak bildirilmiştir.
Çok kimseler bu hususa dikkat etmediklerinden erkânı bir birine karıştırırlar
ve namazlarım fâsid ederler.
Namaz sıhhatli edâ edilince, felah
bulmak ümidi de o derece genişler. Keza namaz ayakta tutulunca, din de ayakta
tutulmuş olur. Hidâyet yolunun meş'alesi de aydınlanır.
Ey Oğul! Fırsatı, sıhhati, huzûr'u ganimet bil!
Her zaman Hak Teâla'nın zikri ile meşgul ol! Şerîatin
ahkâmına uygun bulunan her amel zikre dahildir. İsterse bu iş alış veriş
olsun. Bu itibarla bütün iş güç, bütün davranış ve hareketlerin şer'i şerife
uygun olmasına çalışmak gerekir ki, zikir hâli devam etsin.
İki şeye zarar gelmezse endîşe edecek hiç bir mesele
yoktur. Bunlardan biri Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in göstermiş
bulundukları yolu izlemek, ikincisi de kendi şeyhine, mürşidine muhabbet ve
hâlis niyet beslemek. Bu iki iş doğru ve yolunda olursa o zaman isterse
her tarafa karanlıklar çöksün, üzülecek hiç bir şey yoktur. İş böyle olunca bu
iki şeye zarar gelmemesine dikkat etmelidir. Ne'ûzü billâh, bunlara bir noksanlık,
bir kusur gelecek olursa o zaman insan hüsrana uğrar. Bize bu hususlarda
yardımcı olması için aşk ile sıdk ile Hak Teâlâ'ya yalvarıp duâ ederiz ki, bu
hususlarda bize sebat ve dayanma imkânı ihsan eylesin.
Böylece belli oldu ki, dünya ve âhiretin felahı Risâlet
Penâh Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimizin yolunu izlemeğe bağlıdır.
Fırsatı ganimet bilin, ömrünüzü boş yere boş işlere
sarf etmeyin. Her işde Hak Teâlâ’nın rızâsını kazanmayı hedef alın. Her gün
farz olan beş vakit namazı, huzûr-i kalb, âdâb ve erkân, şartı ve şurûtu ile
cemâatle birlikte edâ eylemeğe çalışın. Teheccüd namazını terk eylemeyin.
Sabahlan duâ ve istiğfar edin. Bunu unutmayın ve terk etmeyin. Tavşan uykusuna
yatmayın (Sabah erken kalkın). Ölümü hatırlayın. Âhiret ahvâlini göz önüne
getirin. Dünya bağlılıklarından sıyrılın, âhirete bağlanın. Dünya işiyle
zarureti, ihtiyacı giderecek kadar meşgul olun.
Âhiret için zahire edilip toplanmış bulunan hazînelerin
anahtarının yüzde doksan hissesi «kelime-i tayyibe» (Tevhîd) dedir. Yine
bilmelidir ki, küfrün karanlıklarından, şirkin (Hak Teâlâ'ya ortak koşmak)
bula-şıklıklarından kurtulmanın tek çâresi «kelime-i tayyibe» (Tevhîd) dir.
Şefaat yolunda bu kelimeden daha büyük, daha mühim hiç bir şey yoktur. İnsan bu
kelime ile hak ile bâtılı ayırd eder. îman ile ihlâs ile bu kelimeyi kabul edip
zikreden kimse küfrün ve şirkin dalâletinden kurtulup saadete erer. Umulur ki
bu kelime sayesinde bir kimse şefaate mazhar olup, âhiret azabından ve
cehennem ateşinden de kurtulur. Nitekim bu ümmetin efradının günahlarının
bağışlanması hususunda Allah'ın izni ile Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem'in şefaati olacaktır.
Şunu bilmek gereklidir ki, Hak
Celle Şâhühû'nun sevdiği kullar, günah işlemeye girişmeyen kullardır. Nitekim
Evliyâullah günah işlemekten çok sakınırlar. Evet, gerçi bunlar Enbiyâ
(Peygamberler) Aleyhimüs Selâm gibi «masum» (günah işlemez) kimseler değillerdir. Evliyâullah'ın günah işlememeleri
kendilerine bağlıdır. Bu itibarla, bunların ihyânen işledikleri günah «Lâ
Yadurruhû Zenbün» (Günah ona zarar vermez) hükmüne tâbidir. Bu da ehl-i ilim
indinde malumdur ki, burada bahs edilen günah «zenb» bu gibi zevatın geçmiş günahlarıdır,
daha «velî» lik makamına ulaşmadan vuku' bulmuştur.
Günahlara tevbe etmek, her şahıs için farz-ı ayn olmakla
zarurîdir. Hiç bir insan bundan müstağni değildir. Hattâ Enbiyâ-i Kiram
Aleyhimüsselâm dahî... Bu itibarla, Enbiyâ (Peygamberler) bundan müstağni olmayınca
diğer kullar nasıl müstağni olabilirler?
Şimdi gelelim Allah hakkı olan günahlara; bunlar
meselâ anlaşmalı zinâ, içkicilik, boş işler, boş eğlenceler, meselâ bâzı
şarkıları dinlemek, nâmahrem kadınlara şehvet gözü ile bakmak, abdestsiz
Kur'ân-ı Kerîme el sürmek, bid'atlere inanmak, ahkâm'a aykırı işler işlemek
v.s... İşte bu ve buna benzer şeylerden nadim olarak tevbe edip istiğfar
eylemek, Hak Teâlâ’nın dergâhına karşı boyun büküp yalvarmak gerekir. Yine
bunun gibi her hangi bir farzın edasını ihmal etmek de tevbe-yi îcâb ettiren
hallerdendir.
Fakat kul hakkı ve hukukuna âit olan hususlara
gelince; kulların hakkına tecâvüzden dolayı günahların tevbesi ancak haklarına
tecâvüz edilmiş bulunan kimselerin hakkını vermek suretiyle yapılabilir.
Kendilerinden de, afv etmeleri haklarını helal eylemelerini dileyerek onları
razı eylemekle, hattâ kendilerine iyilik et' mekle, hayır duâ'da bulunmakla
mümkin olur.
Bir kimseye bütün günahlardan tevbe eylemek imkânı
hâsıl olursa bu, ne büyük nimet ve ne büyük ih-sân-ı İlâhî'dir. Ancak bâzı
günahlardan tevbe etmek imkânı olur, bâzı haramlardan kaçınmak fırsatı bulunursa
bu da ganimettir. Olur ki bunun neticesinde diğer günahlardan da tevbe etmek
imkânı hâsıl olur ve insan bütün günahlardan temizlenir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
buyurmuşlardır
«Hırsızların en büyüğü, kendi
namazından hırsızlık eden, namazından çalan kimsedir. Sahâbiler; arz ettiler
— Yâ Resûlallah! Namaz'dan nasıl
çalınır. Buyurdular
— Namazdan çalmak, namazın âdâb ve
erkânına tam mânâsıyle dikkat etmemek, rükû' ve secdelerini iyi bir şekilde
erkânına uygun yerine getirmemekle olur. Allahü Zü'l Celâl namazda rükû' ve
secdeler arasında lüzumlu yerlerde tam olarak durup oturup, sabit bir hal
almayan kimsenin namazına teveccüh etmez.»
Bunun için namazı tam mânâsı ile, âdâb ve erkânına
riâyet ederek edâ eylemek gerekir. Diğer mü'minlere de bu yolda hatırlatma
yapmak icâb eder.
Buraya alınması gereken ikinci bir nasihatleri de
«teheccüd namazı» hakkındadır. Buyurmuşlardır ki:
Teheccüd namazına bağlı kalınız. Tarikatın
îcab-larmdan biri de «teheccüd namazına» bağlı kalmaktır.
Yediğiniz lokmaya dikkat ediniz. Helâl olması hususunda
titizlik gösteriniz. Şüpheli lokma yemeyiniz. İhtiyatlı olunuz. Rastgele ele
geçen her şeyi yiyip içmek iyi değildir. Şer'î bakımdan helâl mıdır, haram
mıdır düşünülmelidir. İnsan, başı boş bırakılmış değildir. Şe-rîat'in hükümleri
ile bağlıdır. Her istediğini yapamaz ve bu, menfaatine de uygun değildir.
Bedbaht ve talihsiz insan, kendi Sâhibi'nin emrine karşı gelen insandır.
Farz ibâdetlerin karşısında nafile
ibâdetler, yol üzerinde bulunan taş gibidir. Zamanımızda çok kimseler,
farzı bırakıp nafileye önem vermektedirler. Nafile ibâdeti edâ etmek için var
gayretlerini sarf ediyor, buna mukabil farz ibâdetten de kaçınıyorlar.
Çok kimseler de vakitli, vakitsiz,
istihkak sahibi midir, değil midir düşünüp hesaplamadan hayır diye para
verirler. Fakat zekâta gelince bir kuruş bile vermek istemezler. Sokakta dilenen kimselere
düşünmeden para verirler, lâkin iyice nisabını mikdârını hesaplayıp da zekâtı
ayırıp vermeyi akıllarından bile geçirmezler. Bu gibiler şunu da bilmezler ki,
bir kuruşluk bile olsa zekâtı ayırıp vermek, yüz bin kuruş sadaka vermekten
daha önemlidir. Daha da iyidir. Zekât verilince, zekâtın verilmesi hususunda
Hak Teâlâ’nın hükmü yerine gelmiş olur. Sadakaya gelince o, nafiledir. Çok
kere hiç bir niyet ve gaye olmadan ve hattâ hevâ-i nefsi tatmin yolunda da
verilir. Bazen gösteriş için de verenler bulunur. Hâlbuki farzı edâ eylemekte
her hangi bir şekilde riyaya yer yoktur.
Ulemâ :
— Bir kimse, peygamberlerin iyi amelleri kadar amelde
bulunsa da onun üzerinde her hangi bir kimsenin bir kuruşluk hakkı kalmış
olsa, bu kimse bu hakkı ödemedikçe cennete giremez, demişlerdir.
Hakikatte «Ehlüllah» ın kendileri bizzat bir keramettir.
Allah'ın kullarını Allah yoluna çağırmak da Hak Teâlâ’nın rahmetlerindendir.
Ölü kalbleri canlandırmak Allahü Teâlâ’nın delillerinden büyük bir delildir.
Bu zümre «Ehlüllah» yeryüzü halkı için zamanın ganimeti; onların sözleri,
derdlerin devası, bakışları hastalıkların şifâsıdır. Velîler Allahü Zü'l Celâl'e
yakıyn sahibi kimselerdir. İşte bu kimselere yakınlık gösterenler, hüsrana
uğramaz, bedbaht olmaz, Hak Teâlâ’nın rahmetinden de ümidsiz kalmazlar.
Kur'ân-ı Kerîm'i çok tilâvet ediniz, çok okuyunuz.
Namazınızda imkân derecesinde Kur'ân-i Kerîm'den uzun âyetler okuyunuz.
Kelime-i tayyibe «LÂ İLAHE İLLALLAH» yi çok tekrarlayınız. Çünkü bu kelimede
«Lâ İlahe» (İlah = Tanrı yoktur) dediğiniz zaman, Hak Teâlâ'dan başka bütün
uydurma, yapma, dikeltilmiş ilâhları, tanrıları, reddetmiş oluyorsunuz ve
«İllallah» deyince de sadece ve yalnız Allah'ın varlığını ikrar etmiş
oluyorsunuz. Allahü Teâlâ'dan başka hiç bir gaye ve maksadınız olmadığını
belirtmiş bulunuyorsunuz. Kendiişlerinize sahip çıkmanız veya yaratüanlardan
medet ummanız bir çeşit şirk olur. Hâlbuki böyle bir şeyin kalbe ve kafaya
girmesi zor ve çok kötüdür. Kulluğun sânı, yaratan, bir, tek Allah'a teslim
olmak ve her şeyi ondan ummak ve beklemektir.
Zamanınızı boş işlerle geçilmeyiniz, kayb etmeyiniz.
Zikr-i İlâhî'den başka bir şeyle meşgul olmayınız. Bir kaç günlük ömrünüz olan
bu dünyada vaktinizi gücünüzün yettiğince Allah'ın zikri ile geçiriniz. Dünya
işi kolay ve geçicidir, bunu âhiretinize yarayacak şekilde değerlendiriniz.
Hayr'ül-Beşer Risâlet Penâh Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem'in ashabı arasında çıkmış bulunan ihtilâflar ve savaşları, iyiye yormak
gerekir. Bu ihtilâf ve savaşları, makam ve mansıp peşinde koşmak, hevâ ve hevese
kapılmak, başkanlık, baş olmak, iktidarı ele geçirmek hırsı diye
mânâlandırmamak gerekir. Zîrâ bu gibi şeyler, nefs-i emmâre (kötülüğe
sürükleyen nefis) ve aşağılık istekleridir. Hayr'ül - Beşer Peygamber
Efendimizin huzurunda senelerce bulunmuş, onun terbiyesi ile yetişmiş kimseler
elbette ki eğitilmiş ve bu gibi bulaşıklıklardan temizlenmiş kimselerdir.
Bunların hepsini de iyi kimseler olarak tanımak, sevmek gerekir. Muhakkak ki,
onlara sevgi beslemek Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e sevgi beslemek
demektir.
Uyumak zamanı gelince, tevbe edip istiğfar eylemek
lâzımdır. Hakk'a sığınmak, günahların afv edilmesi talebinde bulunmak îcab
eder. Kendi kusurlarımızı, kabahatlerimizi, noksanlarımızı düşünmemiz lâzımdır.
Âhiretin bitmez tükenmez sonsuz azabını göz önünde bulundurmalıyız. Hak
Teâlâ'dan af ve mağfiret talep etmeliyiz.
«Estağfiru'llâhellezî lâ İlahe
illâ hüve'l hayyü'l kayyûmi ve etûbü ileyh» demeliyiz.
Bu istiğfar kelimesini ikindi namazlarından sonra yüz
kere söylemelidir. Namazdan sonra abdestli veya abdestsiz söylenebilir. Elbette
abdestli olursa daha faziletli olur.
Malın zekâtını vermek dînî zarurettir, farzdır. Zekâtı
verirken sünnete uyarak gönülden vermelidir. Zekâtı yerine vermek gerekir.
Nitekim Hakîkî Veliyni'met Rabbımız buyurmuştur:
«Size atıyye ve ihsan olarak vermiş
olduğum maldan kırkta bir hissesi fukaranın ve yoksul kimselerin hakkıdır.
Bunun karşılığı ben size büyük ecir ve mükâfat veririm.» Bu kadar az bir zekâtı vermeyen
insan ne kadar cimri, insafsız ve serkeştir değil mi?
Ramazan ayında oruç tutmak dînî zaruretlerdendir,
farzdır. Orucu iç ve dış şartlarına uyarak hakkıyle tutmak gerek. Oruç tutmak
için can ü gönülden çalışmalı, yerli yersiz bahanelerle orucu terketmemelidir.
Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır
:
«Oruç, cehennem ateşine karşı bir
kalkandır.»
Şayet hastalık veya her hangi bir özür sebebiyle oruç
tutulamamış ise, o sebeb ortadan kalkınca kazâ et mekte gecikmemeli hemen kazâ
etmelidir. Bu işde gaflet hiç iyi değildir. İnsan kendi «mevlâ» sının kuludur.
Başına buyruk değildir. Yaşayışını Mevlâ'nın emrine göre tanzim etmelidir. Yap
dediğini yapmalı, yapma dediğini yapmamalıdır. Ancak böyle yapılınca felah bulmak
için ümid vardır.
İslâm'ın beşinci esası Beytüllah'ı (Allah'ın evi) hacc
etmek, usûl ve erkânı ile ziyaret eylemektir.
Resülüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:
«Hacc geçmiş günahları ortadan
kaldırır.»
En önemli mesele, kendi inancımızı ehl-i sünnet
ve'l-cemâat akidesine uygun bir şekle getirmemizdir.
İnanç bu şekilde sâf ve sağlam olduktan sonra verilmiş
olan emirlere göre amel etmek gerekir. Hangi hususta hangi emirler
verilmiştir, bilmek ve öğrenmek îcab eder. Neyin yapılması emredilmiştir, neyin
yapılması yasaklanmıştır bilmeli, yapılması emredilmiş olanları mutlaka
yapmalı, yapılmaması bildirilen hususlardan da mutlak surette kaçınmalıdır.
Farz olan beş vakit namaz tenbellik gevşeklik göstermeksizin
edâ edilmelidir. Namazın âdâb ve erkânın da kat'iyyen değişiklik
yapılmamalıdır. Nisâb haddine ulaştığında malın zekâtı hiç ihmâl göstermeden
ödenmelidir.
Hazret-i İmam A'zam Rahmetullahi
Aleyh, kadınların taşıdıkları zînet eşyasına da zekât isabet edeceğini
buyurmuşlardır.
Zamanınızı boş, dünya ve âhirete faydası olmayan
işlere sarf etmeyiniz,. Ömür kıymetlidir boş yere sarf edilemez. Şarkı vesâir
mânâsız sözler için bu ömürü sarf etmek yazık olur. Bu gibi şeylerin geçici
lezzetine aldanmayın. Hem dünyanızı yiyip bitirir, hem de âhiretinizi Bunlar,
zehir karıştırılmış şekere benzer. Halkın ayıplarını sayıp dökmekle de vakit
geçirip, onların günahına girmeyin. Olur ki, bilmediğiniz bir şey söylersiniz
de halka iftira atmış olur, günâhını vebalini boynunuza yüklenmiş bulunursunuz.
Yalan söylemek de, iftira atmak da bütün dinlerde ve mezheplerde kötü
şeylerden sayılmıştır. Hâlbuki halkın ayıplarını, kusurlarını görmemezlikten
gelmek ve onların kabahatlerini affetmek büyük işlerdendir. Elinizin altında
bulundurduğunuz uşak, köle, çırak, hizmetçi ve bu gibi kimselere karşı şefkatli
davranın, onların kusurlarını affedin, görmemez-likten gelin. Küçük
kabahatlerini büyütüp mesele çıkarmağa uğraşmayın. Yerli yersiz bu zavallıları
incitmeyin. Bu gibi kimselere küfür etmek, kötü sözler sarf etmek iyi kimseler
için yakışık almayan işlerdendir.
Hak Teâlâ’nın karşısında her zaman işlediğiniz kusurlarınızı
bilip, onların affedilmesi talebinde bulununuz. Hak Teâlâ nasıl sizin
kusurlarınızı affediyorsa, siz de elinizin altında bulunanların kusurlarını
affetmelisiniz. Hak Teâlâ nasıl siz kusurlu ve günahkâr olduğunuz hâlde sizin
rızkınızı kesmeyip devam ettiriyorsa, siz de buna göre düşünmeli, hareket
etmelisiniz.
İnancınızı düzeltip, fıkıh ahkâmını da yerine getirdikten
sonra, diğer vakitlerinizi zikri İlâhî ile meşgul olarak geçirmeye bakınız.
Size hangi zikir verilmiş veya öğrenmişseniz ona devam ediniz. Hakkin
buyruğuyla amel ediniz, men ettiğini ise kendinize can düşmanı bilerek
kaçınınız, sakınınız.
Bir tâlib, (Tarîkate girmek isteyen) kendi gelişmesi
için bey'at ettiği şeyhinden başka bir şeyhin huzuruna gidip ondan da feyz
almak ister, bu ikinci şeyhin de sohbetiyle Allah yolunda çalışmak isterse bu
caizdir. İlk şeyhi sağ olup kendisinden izin almamış olsa da. Şu şartla ki, ilk
şeyhini red edip bırakmamalı ve onu iyilikle yâd etmelidir. Bilhassa,
zamanımızda şeyhlik ve müridlik, sâdece merasimden ibaret bir hâle gelmiştir.
Şimdi şeyh geçinen kimseler, kendini bilmez, îman ile küfrün inceliklerinden
haberi yok. Böyle şeyhler insanları hak yolunda nasıl irşâd edecek?
Doğru yolu nasıl gösterecek?
Ne yazık ki, zamanımızda böyle şeyhler bulunduğu gibi
bunlara îtikad besleyip bağlanan, meded uman mürîdler de pek çoktur. Bu
mürîdler, bu gibi şeyhleri bırakıp da anlayışlı yakîn sahibi şeyhlerin
huzuruna varmazlarsa Hak yoluna girmiş olamazlar. Allahü Azîmü'ş-şan insana
kâmil bir şeyhin yol göstermesini nasîb eylerse, onun vücûdunu ganimet bilmeli
ve onun gösterdiği yoldan gitmelidir. Onun rızâsını kendisi için saadet
bilmeli, O'na karşı gelmek ve onun rızâsı hilâfına gitmeği de bedbahtlık
saymalıdır. Tâlib için kâmil bir teslimiyetle gönlünü şeyhine bağlamak
gereklidir. Şeyhinin izni olmadan, O'na danışmaksızın, nafile ibâdetlerle meşgul
olmamalı, ancak şeyhin gösterdiği, izin verdiği nafile ibâdetlere çalışmalıdır.
Şeyhinin namaz seccadesi üzerine hürmeten basmamalı, O'nun abdest aldığı yerde
abdest almamalı, Şeyhinin abdest ibrik leğenini kullanmamalı, Şeyhinin
karşısında dikilerek yemek yememeli, su içmemeli. O'nun karşısında hürmeten
imkân derecesinde konuşmaktan çekinmelidir. Hep şeyhini dinlemeli ve şeyhinin
yaptıklarını doğru bulmalıdır.
Mürşidinin işlerine karışmamalı ve müdâhale etmemeli,
Pirinden «keramet» göstermesini «mükâşefede» bulunmasını taleb eylememelidir.
Gönlünde her hangi bir hususta şüphe ve tereddüt meydana gelirse Pîr'ine arz
etmeli, halledilemezse, kusuru kendinde aramalı ve Pîr'in bu hususta bir
kusuru bir eksikliği olmadığını da bilmelidir.
İlk önce şunu söyleyelim
ki, Kur'ân-ı Kerîm okuyacak, hafız kimse yere oturarak okumalıdır. Hâfız'ın
altına seccade veya buna benzer bir şey serilmelidir. İmam Rabbânî Rahmetullahi
Aleyh'den rivayet ederler :
Bir ara kendileri bir
seccade üzerinde oturmakta iken bir Hafız geldi ve Kur'ân-ı Kerîm okuyup dinletmek
istedi. Bunun üzerine Müceddid Rahmetû'llâhi Aleyh kalktılar, altlarındaki
seccadeyi hafızın altına serdiler ve bu şekilde kur'ân okuttular. Kendileri
ise yerde oturdular.
Hoca Muhammed Hâşim şöyle kaydeder :
«Bir ara Hazret-i
Müceddid-i Elf-i Sânî, def-i hacet için dışarı çıkmışlardı. Oturdukları yerde,
tırnakları üzerinde bir siyah nokta gördüler. Kur'an yazarken, kalemi
tırnaklarında denemiş oldukları akıllarına geldi. Bununla o malum yerde
bulunmanın Kur'ân-ı Kerîm'e karşı saygısızlık olabileceğini düşünüp hemen
oradan çıktılar ve ellerini yıkayıp temizlediler, sonra da haceti def
ettiler.»,
İmam Rabbânî vâcib olan Salât-ı Vitr'e dikkat etmenin
müstehâbbattan olduğunu buyurmuşlardır. Kendileri «tek» adede çok dikkat eder
ve her işde tek adedi tercih ederlerdi. Allâhu Azîmü'şşân'ın nimetleri
karşısında bütün dünya sizin olsa da bağışlasanız yine bir şey vermiş
olmazsınız.
Müceddid-i Elf-i Sânî'den bir hayli keramet zuhur
eylemiştir. Asıl keramet şudur ki, bir kimse, bir hâlden başka bir hâle geçsin
ve bir makamdan başka bir makama ulaşsın. Zât-ı Faziletleri buyurmuşlardır ki;
kerametler Peygamberlerin mucizelerinin altında bir şeydir. Evliyâullâh ancak,
dîni takviye için keramet gösterirler. Meselâ; İslama zarar gelmesi ihtimâli
olduğu zaman, inkâr edenleri ve kâfirleri yola getirmek için evliyâullâh
keramet gösterirler.
Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh bir ara
buyurmuşlardır:
Allahü Teâlâ, kendi fadl ü kereminden bana şu imkânı
ihsan kılmıştır ki, her hangi bir kuru ağaca teveccüh etsem, bu kuru ağaç ile,
bir âlem nura gark olur, feyz elde eder. Fakat benim bunu yapmağa gönlüm razı
olmaz.
Bir gece Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetü'llahi
Aleyh buyurdular:
«Hazret-i Gavs-i A'zam Kaddese sirrahû, kutup yıldızında
görüneceklerdir.» Bunun üzerine yanlarındaki-lerle beraber kutup yıldızına
bakmaya başladılar. Bu sırada kutup yıldızı yarılır gibi oldu ve Hazret-i
Gavs-i A'zam Kaddesallahü Sirrahü, kutup yıldızının arasından göründüler.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin mü-ceddidliğini ve kayyumluğunu bildirip,
yine yıldızla gözden kayboldular.
Bir gün bir kimyager, İmam Rabbânî'nin huzuruna
gelerek bir tarife sunup bununla altın yapmanın mümkün olacağını arz etti.
Müceddid Rahmetullahi Aleyh, hizmetkârlarını çağırıp:
— Bizim, öteberiyi, bu zâta verin, gitsin de şehirden
dışarıda açıp baksın, buyurdular.
Kimyager, öteberiyi aldı, şehirden dışarı çıkıp baktı
ki, hepsi som altın. Hayret ederek geri geldi ve kendilerine mürîd oldu.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî buyurmuşlardı : «Putları
kıran gaziler, sevab elde ederler.»
Bir ara bir kimse Dekkhen civarında bir puthâne gördü.
(Bu zât Müceddid Rahmetü'llâhi Aleyh'in sohbetlerinden feyz almış bulunan bir
kimsedir). İçeri girdi, bütün putları kırıp döktü. O civarın halkı haber aldılar
ve ayaklandılar, bu zâtı öldürmeğe kalktılar. Allah'a kul olan bu zât ise,
gönülden ve içden İmam Rab-bânî'den istimdad eyledi. Bunun üzerine : «Korkma
kuşkun olmasın» diye bir ses geldi. Bir de baktı ki, hemen oracıkta kırk atlı
peyda olmuş ve Put kıran'a saldırmak isteyenleri dağıtıp kırıp geçirmekte...
Müceddid-i Elf-i Sânî'nin mürîdlerinden biri bir ara
bir ormandan geçiyordu. Ansızın bir arslanın karşıdan saldırmaya
hazırlandığını fark etti. Çok korktu. İçinden mürşidine teveccüh ederek yardım
istedi. İmam Rabbânî'nin, hemen orada hazır bulunarak Mübarek asalarını arslana
doğru fırlattıklarını ve arslanın da hemen kuyruğunu sallayıp geri dönüp
kaçtığını İmam Rabbânî'nin ise o anda ortadan kaybolduğunu müşahede etti.
Müceddid-i Elf-i
Sânî'nin bir müridi vardı. Bu mürîd cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Bunun
için yakınları, dostları, akrabaları, kendisi ile görüşmeyi kesmiş
uzaklaşmışlardı. Mürşidine gelip vaziyetini arzeyledi. Müceddid-i Elf-i Sânî
teveccüh kılıp duâ ettiler. Hastalığı bir ağaca aldılar, ağaç kurudu, o zât da
hastalıktan kurtuldu.
Bir gün İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh kendi
oğulları ve müridlerinden bir kaç kişi üe birlikte açık, yeşilliksiz, kurak bir
ovadan geçiyorlardı. Hava çok sıcak ve her taraf toz toprak içinde idi. Aynı
zamanda çok da susamışlardı. Susuzluktan takatleri kesilmişti. Fakat
hürmetlerinden faziletli mürşidlerinin huzurunda bir şey diyemiyorlardı. Bu
arada Müceddid:
— Yol arkadaşlarımızın hepsi de
susuzluktan sıkıntı çekmektedirler. Bunun üzerine arkadaşlardan biri arz etti:
— Huzurunuzda biz bir şey
diyemeyiz. Siz iyisini bilirsiniz.
Müceddid-i Elf-i Sânî gülümsediler ve gök yüzüne
baktılar. Bir kaç adım yürüdükten sonra birdenbire bir bulut göründü, yağmur
yağmaya başladı ve toz toprak yatıştı, serinlik çöktü. Onlar da yola devam
ettiler.
İleri gelen, hükümdarlardan biri Hazret-i Müceddid-i
Elf-i Sânî'nin müridiydi. Bir ara Şeyh'inin bir vezirin evine teşrif etmiş
bulunduklarını haber aldı ve içinden mürşidinin dünya ehli bir vezirin evine
gitmelerini münâsib bulmadı ve ayıpladı.
O sıra bu hükümdarın yanında, Hazret-i Müceddid'-in
hulûs-i niyet sahibi dervişlerinden birisi de bulunmaktaydı. Bu zât, İslâm
yolundaki hizmetleri açığa vurmazdı. Orada hükümdarın içinden geçenlerden haberdar
olmakla beraber hiçbir itirazda bulunmadı. Hükümdar gece şöyle bir rüya gördü
:
Maiyyetinde bulunan kale muhafızları ve ileri gelenler,
kendisine kızmışlar kendisini al aşağı etmek isteyerek hançerle de dilini
kesmeğe kalkmışlar ve kendisine de şöyle diyorlardı :
— Sen nasıl olur da Hazret-i
Müceddid-i Elf-i Sânî'ye dil uzatırsın?
Bunun üzerine hükümdar yaptığına pişman oldu ve
inkisar ile özür dileyip, tevbe etti.
Bir gün Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, Rahmetullahi
Aleyh, mürîdleri ve yakınları ile sefere çıkmışlardı. Arkadaşlarına buyurdular:
— Benim içime öyle bir şey geliyor
ki, bu gün beklenmedik bir musibet ile karşılaşılacaktır. Bundan kurtulmak
için okunması îcâb eden bir duâ da öğrettiler. Çok geçmeden bir yangın çıktı.
Öyle bir yangın ki, her şeyi yakıp kavurup gidiyordu. Çok kimse yangından cismen
zarar gördü, fakat Zât-ı Faziletlerinin öğretmiş bulunduğu duayı okuyanlar hiç
bir zarar görmediler ve yangından kurtuldular.
Hanlar Hân-ı (Hânı Hânân), Dekkhan hükümdarıydı.
Pâdişah'ın veziri ile arası iyi değildi. Vezir, pâdişâhı bu zâtı azletmeğe
ikna etmeye çalışıyordu. Hân-i Hâ-nan Müceddid-i Elf-i Sânî'nin müridiydi.
Mürşidinden yardım istedi. Buyurdular:
— Üzülme, Hak Teâlâ elbette ki iyi
edecektir. Üzerinden bir hafta geçmeden Pâdişâh tarafından
Dekkhen'in «serdarlığı» fermanı Hân-i Hânân adına
çıktı, ayrıca izaz ve ikramda da bulunuldu.
Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh'in, küçük
kardeşleri, bir iş için Kandahar'a (Afganistan'da bir şehir gitmişlerdi. O
günlerde İmam Rabbânî yanındakilere:
— Çok acayip bir hal, ne zaman
kardeşimin durumu ile meşgul olsam ve onu arasam yeryüzünde göre-miyordum. Bir
defasında bana kabrini gösterdiler.
Birkaç gün sonra kardeşinin arkadaşları geldi ve onun
vefat etmiş olduğunu bildirdiler.
Müceddid-i Elf-i Sânî, Acmîr-i Şerîf'e (Hazret-i Şeyh
Muînü'ddîn Çeştî'nin Türbesi bu şehirde bulunduğundan dolayı Acmir şehrine
«Acmîr-i Şerîf» derler.) gitmişlerdi. O zaman Ramazân-i Şerîf yağmur mevsimine
tesadüf etmişti. Birinci gece yağmurdan dolayı teravih namazı câmi'in içinde
kılındı. Cemâatin çokluğundan Zât-ı Faziletleri de halk da perîşân oldular.
Namaz bittikten sonra halk rica edip:
— Allahü Teâlâ'ya duâ ediniz,
geceleri yağmur yağmasın da câmî'in açık tarafında rahatlık ve ferahlıkla
namaz kılalım, dediler.
Duâ ettiler. Bütün ramazan boyu, geceleyin yağmur
yağmadı. Ramazan bitti ve bayram gelince yine gece yağmur yağmaya başladı.
Bir câmî'in duvarı öyle bir şekilde eğilmişti ki, nerede
ise çökecekti. Zât-ı Faziletleri de orada bulunuyorlardı. Buyurdular:
— Biz burada bulundukça bu duvar
çökmez.
İmam Rabbânî de maiyyetleri de hep birlikte orada
namaz kıldılar, murakabe ve zikr ile meşgul oldular. Duvar yerinde duruyordu.
Fakat Müceddid oradan ayrılır ayrılmaz duvar hemen çöktü.
O sıralarda Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, Lahor
şehrini teşrif buyurmuşlardı. Yatsı namazını câmî'de küdılar. Sonra istirahat
buyuracakları eve gittiler. Yolda giderken, sağlam bir binaya işaret
buyurdular:
— Bu bina’nın civarından
uzaklasın.
Gece yarısına yakın bu sağlam bina birden çöküverdi.
Müceddid Rahmetü'llâhi Aleyh'in halkı uyarması ve kerâmetiyle hiç bir kimse
zarar görmedi.
Nevvab (Hindistan'da pâdişahdan daha küçük ve pâdişâha
tâbi müslüman hükümdarlar.) lardan biri, kendi düşmanına karşı saldırıya geçmek
istiyordu. Bir dervişi çağırıp istihare ettirdi. Derviş, zafer müjdesi verdi.
Nevvab da düşmana karşı saldırıya geçti. Derviş kuşkulamp bir mektup yazarak,
meseleyi mürşidine bildirdi, Zât-i Faziletleri, dervişe haber gönderip :
— Sen yanılmışsın. Nevvâba geri
dönmesini bildir, diye cevap verdiler.
Fakat artık Nevvab saldırıya geçmişti. Geri dönmesi
çok zordu. Bir kaç gün sonra anlaşüdı ki, Nevvab bozguna uğramıştır.
Hazret-i Müceddid'in mürîdlerinden biri bir ara arz
etti:
— Size İbrâhîmî velilik
verilecektir.
Fakat Hazret buna kaani olmadılar. O gece rüyada
İbrahim Aleyhisselâmı gördüler. İbrâhîm, Aleyhisselâm tasdik buyurdu. Sabah
olunca, Müceddid kendileri durumu açıkladılar.
O sıralarda Lâhor'da Şeyh Tâhir isminde birisi vardı.
İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh'in huzuruna gelmişti. Müceddid-i Elf-i Sânî de
kendisine teveccüh göstermişti. Fakat bu adam Levh-i Mahfuz'da «Hüve'l-kâfir
(Bu adam kâfir'dir)» diye yazılıydı. Bir müddet sonra bir de gördüler ki, adam
«Hindu» olmuş. Bunun üzerine Hazret-i Müceddid bu adamın hâline acıdılar ve duâ
ettiler. Adam tekrar îmana geldi, müslüman oldu; hem de nasıl müslüman... Bir
zaman sonra kendisine halifelik bile verdiler.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin feyzi, mezarlık
halkına dahî isabet etmiştir. Bir zât; ben öldükten sonra cenazemi Hazret-i
Müceddid'in huzuruna götürün de öyle defn edin diye vasıyyet etmişti.
Adamın dediği gibi yaptılar. Hazret teveccüh edince
ölünün kalbi tekrar atmağa başladı. Yakınları ve akrabaları bunu görünce
hayret içinde kaldılar.
Muhammed Emin isminde bir zât vardı. Birkaç seneden
beri hasta idi. Devadan duadan da bir fâide temin edilememişti. Bir gün
Müceddid'in huzûr-i âlilerine bir arîzâ (mektup) yazarak, imdâd istedi, duâ
etmelerini rica etti. Zât-ı faziletleri duâ ettiler, tesellide bulundular ve
mübarek gömleklerini de gönderdip:
— Bu gömleği giyin, iyi olursunuz, diye bildirdiler. O
zât gömleği giyince hastalıktan hiç bir eser kalmadı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, vefatlarını önceden
kendi yakınlarına ve bağlı bulunanlara haber vermişlerdi.
Zât-ı Faziletlerinin kerametlerinin en büyüğü, ellerinde
binlerce ve binlerce kâfir'in müslüman olması, İslâm'la şereflenmeleridir.
İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh'in sadakatli ve
itikadı tam mürîdlerinden kim hasta olsa ona teveccüh eder, hasta hemen şifâ
bulurdu. Bu şekilde binlerce hastaya şifi nasîb olmuştur,
Hoca Cemâlüddîn isminde ileri gelen bir zât vardı. Bu
zât Hazret-i Müceddid'in huzuruna gelip feyz almak isterdi. Bir ara Hazret-i
Müceddid :
— Senin kalbin bir şeyle
meşguldür, bunu kalbinden çıkarıp atmadıkça hiç bir şey elde edemezsin, buyurdular.
O zât da kabul etti, tevbe eyledi. Sonra feyz ve bereketten
istifâde etmeye başladı.
Bir gün Hazret-i Müceddid'in huzuruna bir derviş gelip
arz etti:
— Hacc'e gitmek niyetindeyim.
Zât-ı Faziletleri bir az durup
buyurdular :
— Sen Arafat'da gözüme ilişmedin.
Adamcağız çok uğraştı fakat bir türlü Hacc'a gitmesi nasîb olmadı.
Bir gün bir zât Huzûr-i Fazilete gelip arz etti:
— Duâ edin de Hak Teâlâ bana bir
evlad atâ kılsın. Buyurdular:
— Senin karın kısırdır. Başka bir
kadın ile evlenirsen o zaman Hak Teâlâ sana bir erkek çocuk atâ
kılacaktır. O zât başka bir kadın ile evlendi ve Allah da ona bir erkek evlad
verdi.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin vefatından sonra
Sâhib-Zâde Hazret-i Şeyh Muhammed Sadık'ın mezarının yanına koymak istediler.
Fakat burası çok dar olduğundan sığmıyordu. Bunun için doğu tarafından bir
arşın bir çeyrek kadar genişlettiler ve oraya defnettiler.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin mükâşefelerine
dâir, Mektubât'ında ve diğer kitaplarda kayıtlı bulunanların önemlüerini
buraya naklediyoruz.
1. Bir gün Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî buyurdular:
— Murakabe sırasında şöyle gördüm: Bizim evin ve
tekkenin civarında Pâdişâhın koca bir ordusu yerleşmiş bulunmaktadır. Tekkenin
içinde de pâdişahm divânı kurulmuştur.
Dediler ki; bu Şerîat-i Nebiyyi Ekrem'i temsil ediyor.
Padişah gibi, sizin Hânegâh'da yerleşip kıyamete kadar da kalacaktır.
2. Zât-ı Faziletleri bir gün de buyurdular ki :
—«Ben rahat rahat güneşe bakıp görebiliyorum. Fakat Şah
Kemâl'in mürşidi bulunan Şah İskender Aleyhirrahmeyi kalben görmek istediğim
zaman kalbim dayanmıyor. Çünkü onun nurunun şuaları çok keskindir.
3. Mükâşefede bana malum oldu ki, dünyamn her tarafını
bid'atlerin karanlığı kaplamıştır. Velayetin nuru da bu karanlıkların içinde
ancak bir ateş böceğinin çıkardığı parlaklık kadar kalmıştır.
4. Zât-ı Faziletleri bir mektûb-i
şerifinde de şöyle yazarlar:
Nakşibendî silsilesinin yolu ana caddedir. Diğer silsileler
bu ana caddenin sağında ve solunda bulunurlar. Bu itibarla, bu silsile Hak
Teâlâ'yı tanımak yolunda diğerlerinin hepsinden daha ilerdedir. Risâlet Penâh
Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in de bu silsileye özel bir bağlılığı ve
teveccühü vardır.»
5. İmam Rabbânî Rahmetullahi Aleyh
şöyle yazarlar :
«Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e asü yakınlık
Sahâbe-i Kirâm'ın yakınlığıdır. Bundan sonra Tabiîn gelir. Ondan sonra artık
yakınlık gizli kalmıştır. Bin sene sonra şimdi tekrar açığa çıktı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh'in,
ibâdetleri ve alışkanlıkları, her hususta aynen Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi
ve Sellem Efendimizin sünnetine mutabık idi.
Her hangi bir amel, Hakk'm fadl ü keremi üe yapılabilir.
Her hangi bir fiil yine fadlü kerem ile Efendimiz, Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem'e uymak için olursa; iyi iş-dir, hayırlıdır buyururlardı.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, geceleyin gecenin üçde
iki kısmı geçince uyanıp kalkar yüzlerini kıbleye doğru tutup abdest almağa
başlarlardı. Kollarını yıkadıkları zaman ise yüzlerini kuzey'e doğru
çevirirlerdi. Her zaman abdest alırken misvak kullanmağı da bırakmazlardı.
Abdest uzuvlarının herbirini üç kere yıkarlardı. Her uzvu yıkadıkları zaman da
«Kelime-i Şehâdet» getirirler ve hâdîs-i şerîfelerde bildirilmiş bulunan
duaları da okurlardı. Daha sonra da me'sûr dualar okurlardı. Rahmetullahi
Aleyh sonra yüz kere Yâsin-i Şerîf okurlardı. Daha sonra mürâkabe-i nefs ile
meşgul olur ve sabah namazı vaktinden önce bir iki saat uyurlardı. Sabah namazı
vakti uyanırlar ve sabah namazının sünnetini evde kılarlar ve bir kaç kere «SÜBHÂNALLAH-İ
VE Bİ-HAMDİHÎ SÜBHANALLAH' EL-ÂZÎM» okurlar, sonra câmî'ye gidip sabah
namazının farzını cemâatle kılarlardı. Sonra güneş yükselinceye kadar yine murakabe
ile meşgul olurlar, mübarek yüzlerine ince bir kumaş örterlerdi. Güneş tam
yükselince «İşrak» namazı kılarlardı. Bu namazı ikişer ikişer olmak üzere dârt
rekât kılarlar, namazı bitirdikten sonra biraz da teşbih ile meşgul olurlar
sonra da evlerine dönerlerdi. Çoluk çocukla meşgul olur, lüzumlu ev işlerinin
görülmesine emir verirlerdi. Scnra bir tarafa çekilip yalnız kalarak Kur'ân-ı
Kerîm tilâvet buyururlardı. Kur'ân-ı Kerîm oku ması bittikten sonra talebeleri
çağırırlar ve onlarla meşgul olurlardı. Ulûm, maârif ve esrar beyan ederler,
ziyarete gelenlerle görüşürlerdi. Bunların kâffesi de sünnet-i seniyye'ye
uygundur. Zikir ve mürâkebe'de insan için kendi hâlini gizli tutmayı tavsiye
ederlerdi. Kelime-i tayyibe'yi «LÂ İLAHE İLLALLAH» çok söylemeği te'kîd
ederler ve kelime-i şerife (Kelime-i tevhîd) hakkında şöyle buyururlardı:
— Bir kimsenin bu kelimeyi bir
defa söylemesi, bütün dünyaya bedeldir. Cennete girmek imkânı da bu kelimenin
sayesinde elde edilir. İnsana, hayır, bereket de yine bunun sayesinde ulaşır.
Yine buyurmuşlardır ki :
— Gönülde bundan daha büyük bir
istek bulunamaz. Birisi gönlünden her şeyi silip de bu kelimenin medlulünü
gönlüne koymuş olursa ne mutlu o kimseye...
Meclise geldikleri zaman büyük bir sessizlikle bir
tarafa geçip otururlardı. O'nun meclisinde asla bir kimse çekiştirilemez, bir
kimsenin arkasından söz söylenmez ve ayıplanamazdı. O meclisde bulunanlar
kendilerinden öyle çekinirlerdi ki, kimse söz söylemeğe cesaret edemezdi. Yüce
faziletli bu zâtin mübarek simalarında asla değişik mîzaelılık, hafif
meşrepliğe benzer en ufak bir ize bile rastlanmazdı.
Bâzan Receb ayında ilm ü irfan'dan bahs ederken
mübarek yüzlerinde ve gözlerinin etrafında kırmızılıklar görünürdü. Bu, meclis
ehlinin coşkunluklarından ileri geliyordu. Çoluk çocuğunu bir araya toplayıp yemek
yerlerdi. Bunlardan her hangi birisi hazır bulunmazsa, onun hissesi ayrılıp
saklanırdı. Yemeği evde yerlerdi. Yemek bittikten sonra sofra duası okurlardı.
Yemekte, iki ufak parça ekmekten fazla yemezlerdi. Koyun keçi ve kuzu etini
çok severlerdi. Çok kere sofralarında bunların etlerinin kebabı hazır
bulunurdu. Yemeği çok hudû' ve huşu' ile yerlerdi. Yanlarında bulunanlara da
böyle yapmalarını tavsiye ederlerdi. Sağ dizlerini yere korlar ve sol dizlerini
yukarı tutarlardı. Fakat başka kimselerle bir arada yemek yedikleri zaman her
iki dizlerini büküp diz çökerek otururlardı. Öğle yemeğinden sonra sünnet-i
seniyye-i Nebevi gereğince bir müddet istirahat buyururlardı. Öğle ezanını
duyunca ayağa kalkıp abdest alarak, dört rekât salât-i zuhr (öğle namazı farzı)
ve nafilelerini kılarlardı. Namaz bittikten sonra, Hâfız-ı Kur'ân'lardan bir
iki sahife Kur'ân dinlerler, sonra ders verirlerdi. İkindi namazını vaktin
evvelinde kılarlardı. Zât-ı faziletleri, hiç bir zaman ikindi namazının dört
rekâtlik sünnetini ihmal etmediler. İkindi namazını bitirdikten sonra murakabe
ile meşgul olur, güneş batınca.-ya kadar murakabede bulunurlardı. Akşam
namazını da hemen vaktin başında kılarlardı. Yatsı namazını ha va iyice
karardıktan sonra tam vaktinde kılarlardı. Vitr namazından önce ayrıca iki
rekât da nafile kılarlardı Zâti Faziletleri, bâzan vitr namazını gecenin
ilk-bölüm ünde kılarlar, bâzan da teheccüd namazından sonra kılarlardı.
Buyururlardı ki:
— Nebiyyi Ekrem Sallallâhü Aleyhi
ve Sellem'in sünnetinin hilâfına vitr'lerde değişiklikler yapılmaz. Bütün gece
uyanık kalınmaz. Bin gece uyanık kalmak-tansa bir kere Resûl-i Ekrem Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem'in sünnet-i seniyyelerine uymak daha hayırlıdır. Bir yerde
Zât-ı Faziletleri şöyle yazmışlardır:
— Ben Hakk Teâlâ'ya
Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in «Rabbi» olduğu için muhabbet beslerim.
Müceddit, Rahmetullahi Aleyh, Ramazan'ın son on
gününde îtikâfa çekilirlerdi. Yatsı namazından sonra hemen yatarlardı. Cuma
gecesi, cuma gündüzü, cumartesi günü ve cumartesi gecesi yatmadan önce «âyât-i
me'sûre» yi okurlardı. Cuma namazlarını cuma namazı kılman camilerde ve bayram
namazlarını, bayram namazı kılman yerlerde «Bayram yerinde» kılarlardı. Zilhicce
ayının son on gününü oruçla, gece uyanık kalmakla, yalnızlıkla ve ibâdetle
geçirirlerdi. Bu on gün içinde tırnaklarını kesmezler, saçlarını tıraş
etmezlerdi, Yâni hacılar ihramda iken neyi yapmazlarsa kendileri de yapmazlar,
Hacılara uymak isterlerdi. Seferde de hazerde de teravih namazını hep cemâatle
küarlar, dört kere Kur'ân-ı Kerîm hatmederlerdi. Zât-ı Faziletleri Kur'ân-ı
Kerîm tilâvet ettikleri zaman mübarek yüzlerinden sanki Kur'an'm esrarı
kendilerine keşf oluyormuş gibi anlaşılırdı. Arada sırada, tek başlarına da
namaz kılarlar, o zaman rükûda ve secdede teşbihi dokuz kere yahut da on bir
kere okurlardı. Buyururlardı :
— Tek başıma namaz kıldığım zaman
secdede teşbihi üç kere okumaktan utanıyorum.
— Namazın bütün âdâb ve erkânına
dikkat etmek gerek. Bütün sünnet ve müstehablarmı göz önünde bukındurmak îcâb
eder. Böyle yapınca namaz gönül huzuru ile kılınmış olur.
— Her hangi bir riyazet ve mücâhede, namaz gibi
olamaz. Çok kimseler, riyazet ve mücâhedeye ehemmiyet verirler de namazda
kusur ederler, bu hiç de iyi bir şey değildir.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî, önemli her işi —İster
din işi olsun isterse dünya işi— hep istihare ile yaparlardı.
İyi, kötü herkesin arkasında namaz kılmayı caiz
sayarlardı. Fâsık ve fâcir için de cenaze namazı kılmayı caiz görür namazını
kılarlardı. Hastaları ziyarete giderler ve hal hatır sorar, hastanın iyi
olması için duâ ederlerdi. Hastalığın tedavisi için deva ve çareler de
a-rarlardı. Binlerce hasta bu mübarek zâtin duaları ve teveccühü sayesinde iyi
olmuşlardır.
Kabirleri ziyarete giderler, mezarlık halkı için istiğfarda
bulunur ve duâ ederlerdi. Bir kimse vefat edince, hemen onun geride
bıraktıklarına baş sağlığı dilemek ve hal hatır sormak için giderlerdi.
İlk zamanlar, ileri gelen büyüklerin mezarlarına giderler
ve mezarlara el sürerlerdi, fakat sonraları bu işi bıraktılar.
Türbeleri öpmekten men ederler, fakat kabirlere gidip
duâ edilmesini caiz görürlerdi.
Bu mübarek zâti birisi bir yere çağırsa, bir davette
bulunsa hemen kabul eder reddetmezlerdi. Ancak, gidilmesi şer'an caiz olmayan
hiç bir yere de gitmezlerdi.
Cehri zikirden (Yüksek sesle
yapılan zikir) men ederlerdi.
Zât-ı Faziletleri buyurdular:
— «Bu ne kadar acâyib bir iştir ki, «sülük» (tarikat
yolu) ün merhalelerinin yarısını bile aşmamış olan dervişler kendilerinin
keşiflerine îtimad eyleyip şerîate muhalefete kalkıyorlar.»
Kendileri, saatlere
uğurluluk, uğursuzluk isnadını da men etmişler ve buyurmuşlar:
— Peygamberimiz
efendimiz, sallallâhü aleyhi ve sellem geldikten sonra, artık günlerin ve
saatlerin uğurluluğu, uğursuzluğu ortadan kalkmıştır. Maalesef zamanımızda
bu gibi hurafeler çok yaygınlaşmıştır. Müslümanlar falan gün falan işin
yapılması uğursuzdur yahut da günâhdır demesinler de allahü teâlâya güvensinler.
Şüphesiz ki sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarda daha
fazla istiğfarda bulunup sabr etmek gerekir. Kendileri de, böyle hâllerde hep
istiğfarda bulunup, «El-Hamdülillah» der hamd ederlerdi.
Kendileri övüldüğü zaman tevâzû gösterir övene pek çok
teşekkür ederlerdi. Her hangi bir sıkıntı ve felâket ile karşılaşırlarsa o
zaman yine hamd eder ve :
— «Bu bizim kendi nefsimizin
kötülüğündendir» derlerdi.
Riyâ ve bencilliği asla beğenmez
ve hoşlanmazlardı:
— «Ateş, odun ve çör çöpü nasıl
yakıp mahvederse, riyâ ve bencillik de iyi amelleri telef eder.» buyururlardı.
Zât-ı Faziletleri yine buyurdular:
— «Şayet her hangi bir sıkıntı ve
zorlukla karşılaşacak olursanız biliniz ki, bâtını, mânevi hâlinizde ilerleme
vardır.»
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullahi Aleyh,
elbisenin gayet basitini giyinmesini severlerdi. Elbiseleri Sahâbe-i Kiram
Rıdvanû'llâhi Aleyhim'in elbiselerine çok benzerdi. Mübarek başlarına büyükçe
bir sarık sararlar, sarığın ucunu arka tarafa bırakırlardı. Sâde ve basit bir
gömlek giyinirlerdi; kol ağızları kılapasız, düğmeleri om uzunda idi. Şalvar
giyinirlerdi. Şalvarlarının paçaları topuklarından yukarı idi. Mübarek
ayaklarına basit ayakkabı giyinirler, her zaman mübarek ellerinde asâ
bulundururlardı. Omuzlarına da şal örterlerdi.
İmam Rabbani Rahmetü'llâhi Aleyh'in mübarek alınları
dolunay gibi parlakdı. Mübarek yüzlerine bakıldığı zaman yürekteki bütün tasa
ve kasavetler kaybolurdu. İki mübarek kaşlarının arasında, çok parlak kırmızımtırak
bir ben vardı. Her iki yanaklarında her zaman nur parlardı. Uzunla kısa arası,
orta boylu idiler. Vücud bakımından çok zarîf, yüzleri buğday rengi idi.
Mübarek gözleri iri ve kırmızımtrak idi. Burunları azıcık yukarıya doğru
kalkıktı. Mübarek sakallarında beyazlık çokdu. Mübarek elleri iri, parmakları
zarîf idi. Mübarek ayakları keza zarîf ve ufak idi. Vücudlarında mübarek saç ve
sakallarından başka kıl yoktu. Yalnız mübarek göğüslerinde ufak tüyler vardı.
Belleri dahi ince idi. Hülâsa Zât-ı Faziletleri inceliğin ve letafetin canlı
heykeli idiler.
Hazret-i Müceddid-i Sânî Rahmetullahi Aleyh'in yedi
oğlu ve iki kızı vardı:
Muhammed Sadık (Rahmetullahi Aleyh) Muhammed Sa'îd
Hâzinü'r Rahmet (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed Ma'sûm Urvetui-Vuska (RahmetullahiAleyh)
Muhammed Yahya (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed îsâ (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed Ferruh (Rahmetullahi Aleyh)
Muhammed Eşref (Rahmetullahi Aleyh)
Bunlardan ilk dördünün çocukları vardı.
Diğerleri çocuk iken vefat etmişlerdir, iki kız evlâd
ise: Hadîce Bânû (Rahmetullahi Aleyhâ) Ümm-i Gülsûm (Rahmetullahi Aleyhâ) idi.
Hazret-i Hadîce Bânû'nun soyundan gelen çocuklar zamanımızda da mevcuddur.
Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî'nin bir hayli telif âtı
vardır ki, bu telîfât ile kendi davet ve ta'lîmini beyan buyurmuşlardır. Çoğu
basılmış bulunan eserlerinde; ulûm-i şer'iyye, maârif ve tarikat ilimlerinin
deryası olduğunu görürsünüz. Fakat zamanımızda bunlardan ancak bir kaçının
basüı nüshalarını bulmak kabildir. Bulunanlar şunlardır :
1.
Mektûbât-i Şerîf,
2.
Mebde'-i Ma'âd,
3.
Ma'ârif-i Ledünniyye,
4.
Mükâşefât-i Gaybiyye,
5.
Şerh-i Rubâiyyât-i (Hoca Abdü'l-Bâkıy Rahmetullahi
Aleyh)
6.
Risâle-i Tehlîliyye
7.
Risâletün fî İsbât en-Nübüvveh,
8.
Risâle-i Silsile-i Hadîs,
9.
Risâle-i Redd-i Revâfız,
10.
Risâle-i Hâlât-i Hâcegân-i Nakşıbend,
11.
Risâle-i Âdâb'ül-mürîdîn.
İmam Rabbânî Rahmetü'llâhi Aleyh'in mektuplarının
sayısı 634 dür. Bunun birinci cildini Halîfesi Hazret-i Mevlâna Yâr Muhammed
Hicrî 1025 senesinde toplamıştır. Bu zât Bedehşân şehrinde oturmaktaydı. (Afganistan
Türkistan'ı). İkinci cildini ise Hazret-i Müceddid'in diğer halîfesi Hazret-i
Mevlâna Abdü'l-Hayy Hi-sârî hicrî 1028 senesinde tanzim ve tertîb eylemiştir.
Üçüncü cildi ise yine halîfelerinden Hazret-i Mevlâna Hcca Muhammed Hâşim
Burhanpûrî hicrî 1031 senesinde toplamıştır. Hazret-i Müceddid, bu
mektuplarında öyle hakikatler ortaya koymuşlardır ki koca koca ulemâ ve
meşâyih okuyunca parmaklarını ısırmışlar ve Hazretin hakîkaten müceddid
(yenileyici) olduğuna ikrar verip itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Ekber Şah, İslâm'ın temellerini
sarsmak için, bir hayli kirli işlere girişmişdi. Uydurma bir din ortaya atmak
istemiş ve emirleri de onun bu uydurma ve mânâsız dînine karşı temayül
gösterip desteklemişlerdi. Bunlar,
tevhîd (Allahı bir'leme) olmadan peygamberliğin kâfî geldiğini söylüyorlardı.
Felsefeciler ve câhil şeyhler, Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerifleri rafa
kaldırdılar. Hak Teâlâ’nın yaratmış bulunduğu insanları hak yoldan saptırmak
için her çâreye başvuruyorlardı. Bu mülhid ve sapık zümre arasında bir kısım
kimseler de şeriat hükümlerini unutmuşlar körü körüne bu sapık yolu tutup
gidiyorlardı. İşte böyle bir ortamda Hak Teâlâ’nın inayeti ile İmam Rabbani
ortaya çıktılar. İmam Rabbânî'nin ortaya çıkması ile havayı karartmış bulunan
bulutlar dağıldı. Halkın göğüsleri bu mübarek zâtin nuru ile aydınlandı. Âlim
kesilmiş olan câhiller, dâvalarını bıraktılar, teslim oldular. İmam Rabbânî
her işi Kitab ve Sünnete göre hallediyorlardı. Her hakikati de açık açık beyan
buyuruyorlardı. Her yerde ve fırsatta, İslâm'dan sapmış bulunan vezirleri ve
emirleri açık açık tenkîd ve tekdir ediyorlardı. Bu çalışma ve Allah'ın lütfü
ile sapıtmış olan emirler ve vezirler yeniden İslâmla müşerref oldular. İslâm
saadetine yeniden eriştiler. Keza sapıtmış âlim geçinen kimseler de yola
geldiler ve İmam Rabbânî Rahmetüilahi Aleyh'in kayyumluklarmı, imamlıklarmı,
müceddid olduklarını kabul edip îtiraf eylediler. O'nun kemâlâtmı ikrar etmek
zorunda kaldılar. Bir kısım aşağılık ve hasud kimseler ise, muhalefet edip
karşı gelmek istedilerse de onların bu hareketleri netice vermedi ve
çalışmaları boşa çıktı. Müceddid-i Elf-i Sânî'nin müceddid olduğu güneş gibi
ortaya çıktı ve her tarafı aydınlattı.
İmam Rabbânî Rahmetüllahi Aleyh 63 yaşında idiler.
Altmış üçüncü yaşlarının son ayında Kurban Bayramı günü bayram namazını
kıldıktan sonra buyurdular:
— Galiba bizim için dünyadan
göçmek zamanı gelmiştir. Bakınız benim ömrüm de Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve
Sellem'in ömrü kadardır.
— Şimdi sizlere vasiyetimi
bildiriyorum :
Her zaman Kur'ân-ı Kerîm ve
Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'in sünnetine bağlı kalınız. Bütün
işlerinizi bu ikisine göre ayarlayınız. Ulemâya ve ileri gelen ilim erbabına
hürmet gösteriniz. Biliniz ki, ben ulemâ deyince, şerîate muhalif hareket eden
ve uydurma ulemâyı kasdetmiyorum. Böylelerinin yanma bile yaklaşmayınız. Semai
raksi tasvîb eden ehi-i tasavvuf yalancıdırlar. Zikir ve murakabeyi devam
ettiriniz. İbâdete çok bağlı bulununuz. Şerîat-i Muhammedi'ye muhalif hareket
eden ve keşf ü keramet iddiasında bulunan kimselere de inanmayınız. Onlar da
yalancı kimselerdir. Hakîkatte böylelerinin mâ'rifet-i ilâhiyye ile hiç bir
alış verişleri yoktur. Bu gibi kimselerden uzak kalınız. Öyle kimselerle
yakın bulununuz ki onlar, kitap ve sünnete uygun ilim ve amel sahibi olsunlar
da ilimlerinden istifâ-edilsin ve sizin için kurtuluşa vesile olsunlar.
Yine bir gün buyurdular :
— İki ay sonra havalar soğuyunca
artık beni aranızda göremiyeceksiniz.
Zilhice ayının ortalarına doğruydu, Zât-ı Faziletleri
nefes darlığı hastalığına yakalandılar. Bu kere ancak bir kaç gün ömürlerinin
kaldığını haber verdiler. Bir gün ulu babalarının ve ulu dedeleri Hazret-i İmam
Re-fîu'ddîn Rahmetüilahi Aleyh'in mezarlarını ziyaret ettiler ve uzun zaman
orada kaldılar, murakabe ile meşgul olup, mezarlık halkına duâ ederek
istiğfarda bulundular. Bu, o mübarek zâtin son çıkışları idi.
Hicri 22 Saf er 1034 senesi, evlâdını ve mürîdlerini
topladılar ve:
— Hak Teâlâ bir insan için
verilmesi gereken her şeyi bana vermiştir.
Bu sözleri söylerken, artık son anin gelmiş olduğunu
hissediyorlardı. Bundan sonra, bütün elbiselerini fukaraya dağıttılar ve o
gecenin ertesi günü vefat ettiler. Çok zor kalkıp oturabiliyorlardı. Tam vefat
edeceklerinde vasiyyetlerine ilâve ettiler:
— Benim cenazemin defnini sünnete
uygun şekilde yapınız. Kimseye benim vücûdumu göstermeyiniz. Beni gaslederken
oğullarım ve iki halîfemden başka kimse bulunmasın.
Sonra takatsizlik daha da arttı. Buna rağmen yine
abdest alıp, gece «teheccüd» namazı kıldılar. Hindu, dilinde aşağıdaki mısrai
bir kaç kere tekrarladılar:
«Ömür sona erdi ve Dost'a kavuşma
zamanı geldi.»
Yâni: Şimdi O Dost'a kavuşacağım ki, bütün dünyayı
O'na fedâ ederim, diyordu. Âdetleri veçhile murakabeye devam ediyorlardı.
Sonra «îşrak» namazını da kıldılar. (Güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra
kılınan ikişerden dört rekât nafile namazdır.) Dualarını zikirlerini okudular.
Sonra abdest tazelemek istediler. Lâzımlık getirttiler. Lâzımlığın içine kum
dökmelerini söylediler, kum döküldü. Sonra; küçük abdest bozacak kadar vakit
yoktur, abdest alayım. Bu lazımlığı kaldırın ve beni yere oturtun dediler.
Böyle yapıldı. Mübarek yüzlerini kıbleye çevirdiler, sağ ellerini mübarek
yüzlerine dayadılar. Zikr ile meşgul oldular. Nefesleri hızlüaştı ve bir kaç
dakika sonra Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî Hakkin rahmetine vâsıl oldu. «İnnâ
Lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn» Biz Allah içiniz ve O'na dönecekleriz.
Vefat tarihi hicrî 28 Safer 1034
salı günü, güneş yükseldikten bir az sonra kuşluk vakti idi.
İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin vefatı günü
gökyüzü kızarmıştı. Sanki bütün dünya onun için yas tutmaktaydı.
Hazret-i İmam Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî'nin
cenazesi gasil için teneşir tahtasına kondu. Mübarek cesedi, namazda imiş gibi
ellerini bağlamış hâldeydi. Gasil esnasında cesedi sağa sola çeviriyorlar,
fakat mübarek elleri hep bağlanıyordu. Üç defa böyle oldu ve oğulları
zannettiler ki bunun da bir sırrı vardır. Dördüncü defa artık ellerini açmak
için uğraşmadılar ve elleri bağlı halde kefenlediler.
Zât-ı Fazîletlerinin oğlu Hazret-i Muhammed Sa'îd
Hâzinü'rrahmeh cenaze namazına imamlık ettiler. Sonra Hazret-i Hoca Muhammed
Sadık Rahmetüilahi Aleyh'in, kabrinin batı tarafına defnettiler. Mezar dar gelmişti.
Fakat kendi kendine doğu tarafa doğru genişledi.
Oğlu Hazret-i Hâzinü'r Rahmeh ve müridi Şeyh Pîr
Muhammed Rahmetüilahi Aleyh ve Şeyh Âdem Benûrî Rahmetüilahi Aleyh hepsi de
buyurdular ki:
— «Hazret-i Müceddid-i Elf-i Sânî,
vefatlarından sonra da bâtın gözü ile hayatta bulundukları gibi dünya ahvâlini
görüyorlar ve manevî fâide elde ediyorlar.»
Kaynakça
Muhammed Halim Şarkpûrî trc Prof Dr. Ali
Gencelî [Kitap]. - İmam Rabbani Ahmet Fâruk Serhindi 1978 Konya. (s.8-99)
[1]
Hatırlanacak bir konu [Her mason dul bir kadındır Masonların sıkça
kullandığı "dul kadının çocukları" deyimi, masonların kökenlerinin
dayandığını söyledikleri 'Hiram efsanesinden', Hz. Süleyman mabedini inşa eden
Hiram Usta'nın dul bir kadının çocuğu olmasından kaynaklanıyor. Dünyada mason
locasına üye olan herkes kendilerinin dul bir kadından gelme olduklarına
inanırlar ve her bir mason dul kadının çocukları olarak kabul edilir. Hiram'ın
annesine atfen kullanılan dul kadının çocuğuna yardım ifadesinin gerçekten
masonlar arasında zor durumda olan dul bir mason hanımına yardımı ifade
ettiğini söyleyen araştırmacı— yazar Aytunç Altındal bu ilişkiyi şu sözlerle
açıklıyor:
"Masonların her biri
dul bir kadındır ve her bir biraderin bir tane kadın ismi vardır. Bir mason
locasında iki tane birader var. Birinin adı Ahmet, birininki Veli. Ahmet'in
karısı Necla, Veli'nin karısı da Filiz ismini taşısın. Şimdi Ahmet, Veli'nin
karısının adını alıyor, Veli de Ahmet'in karısının adını alıyor. Böylece Veli
ve Ahmet birer erkek oldukları halde birer adları da Necla ve Filiz oluyor.
Ahmet'in bir adının Filiz olduğunu locada bulunanlar da biliyor. Böylece locada
hem kadın hem de erkek olmuş oluyor. Bir gerçekten hâlâ yaşayan Necla ve Filiz
var, bir de erkek olan Necla ve Filiz var. Birgün Filiz'in kocası olan Veli
ölürse ona erkek olan Filiz yardım ediyor. Yani gerçek bir dul kadın var
ortada, onun adı Filiz; bir de erkek olan Filiz (Ahmet) var o da dul bir kadın
ayrıca. Yani Ahmet de dul bir kadın olmuş oluyor ve bunu da locada bulunanlar
biliyor."]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar