İLÂHÎ FİİLLERDE HİKMET
Hzl:Prof. Dr.
Emrullah YÜKSEL
Bilindiği üzere,
insanoğlu yaratılışının gereği olarak dünyaya geldiğinden beri daima etrafında
olup bitenleri anlamak ve öğrenmek istemiş, varlık ve olaylar arasında bir
sebep ve gaye ilişkisi aramıştır. Bu merak sahibi insan, kendi fiillerinde bir
neden ve amaç güttüğü gibi kendi gücünü aşan âlemde cereyan eden olaylar, daha
doğrusu İlâhî fiiller arasında bir sebep ve gaye bulunup bulunmayacağını da
düşünmüş ve çeşitli görüşler beyan etmiştir.
Batı filozoflarından
Malebranche (1638-1715) da dünyâ hakkında kendi kendine itirazlı cevaplı şu
görüşü ileri sürer:
”Ya dünya Tanrı’ya
lâyıktır, yahut ona yakışmaz. Eğer Tanrı’ya lâyıksa ebedî olmalıdır; ve eğer
ona lâyık değilse, o halde hiçlikten çıkarılmış olmamalıydı. O halde, ilâh...
ve orada şöyle cevap veriyorum: Âlemin var olması, var olmamasından iyidir;
fakat hiç olmamak ebedî olmaktan iyi-olurdu. Yaratığın, bağımlılığın esas
karakterini taşıması lâzımdır, ilâh...” [Malebranche, Metafizik ve Din Üzerinde
Görüşmeler, Çev. Bedia Akarsu, İst., 1946, s. 30.]
Leibniz (1646-1716)
âlem için şunları söyler: ’’...Fakat Tanrı’nın düzen dışında hiç bir şey
yapmadığım gözönünde tutmak doğru olur. Böylece olağanüstü denen şey, ancak
yaratıklar arasında kurulmuş özel bir düzene göre öyledir. Evrensel düzene her
şey uygundur. Bu, o kadar doğrudur ki dünyada büsbütün dürzensiz hiç bir şey
yalnız yok değildir, böyle bir şey tasarlânamaz bile.
Böylece, denebilir
ki, Tanrı acunu nasıl yaratmış olursa olsun, acun hep muntazam ye belirli bir
genel düzen içinde olur” [Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, Çev. Nusret
Hızır, İst., 1949, s. 8-9.]
Einstein
(1880-1952) da her şeyi tam olarak aklımızla
açıklayamamamızm sebebini şöyle belirtir:
’’Bazı meseleleri çözemeyişimizin sebebi, o
meselelerin çözülemezliğinden ziyade, insan olarak sınırlı kabileyette
oluşumuzdur”.
Zaten Einstein’in meşhur
’’Allah’ın her işine akıl ermez fakat her işte bir
hayır vardır.”, sözünde de bu manâ vardır. Bunu biraz daha
açıklamasını isteyince şöyle devam etti: ’’Kâinatta bazı bilinmeyenler ve
sırlar vardır. Fakat bu sırlar bir hile gayesiyle yaratılmamışlardır. Bunlar
Yaradan’ın azametindendir.” [Ashley Montagu, Einstein ile Sohbet, İnsan ve
Kâinat Dergisi, Ekim 1985, sayı, 2, s. 38.]
Bu
konuda Hz. Mevlâna kaddesellâhü sırrahu’l azîzin(1207-1273)’nm Mesnevisinde
halkın Allah tarafından yaratılması, sonra helâkı ile ilgili Hz. Musa’nın
Tanrı’ya soru sorması ve Tanrı’nın ona cevabı ibret verici bir şekilde şöyle
dile getirilmiştir:
Musa aleyhisselâm’ın Tanrı’ya “Neden halkı
yarattın,sonrada onları helak adiyorsun?” diye sorması ve Tanrı’nın cevabı
Hz. Musa dedi ki: Ey soru hesap
gününün sahibi Tanrı, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın?
Cana, canlar katan erler, dişiler yaratırsın... sonra
bunları yıkar, mahvedersin; neden?
Tanrı dedi ki: Bu suali inkâr
yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum.
Yoksa hoş görmez, gazap eder, bu soru
yüzünden seni incitirdim.
3005. Fakat bizim işlerimizdeki hikmetleri, varlık
sırlarını araştırıyorsun...
Bunu bilip sonra da halka bildirmek ve
her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyorsun.
Sen bunu biliyorsun ama halka da
bildirmek için sormaktasın.
Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç
bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz.
Sual de bilgiden doğar, cevap da...
nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de!
3010. Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu
buluş... nitekim acı da rutubetten hâsıl olur, tatlı da!
Bu nefret ve sevgi, aşinalıktan gelir...
hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Tanrı Kelim’i de, acemilere bu sırrı
bildirmek, onları faydalandırmak için kendini acemi yaptı.
Bizde kendimizi ondan daha acemi yapalım
da bilmez gibi cevabını dinleyelim.
Eşek satanlar, o satışın anahtarını elde
etmek için birbirlerine âdeta düşman olurlar, çekişir dururlar.
3015. Tanrı buyurdu ki: Ey akıl sahibi Musa,
madem ki sordun gel de cevabını duy.
Ey Musa, yere bir tohum ek de bunun
sırrını anla, insafa gel!
Musa tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip
başaklandı, güzelce, düzgünce yetişti...
Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybtan kulağına
bir ses geldi: Neden ekiyor, besliyorsun da kemale gelince kesiyor,
biçiyorsun?
3020. Musa dedi ki: Yarabbi, burada tane de var saman da... onun için
kesiyorum.
Çünkü tanenin saman ambarına konması lâyık değil...
saman da buğday ambarına konursa yazık olur!
Bu ikisini karıştırmak hikmete uygun
olamaz. Mutlaka elerken ayırt etmek lâzım.
Tanrı dedi ki: Bu bilgiyi sen kimden aldın da bir harman meydana
getiriyorsun?
Musa, Tanrım bana bu temyizi sen verdin dedi... Tanrı dedi ki:
Öyleyse bende nasıl olur da temyiz olmaz?
3025. Halk arasında temiz ruhlar da var, topraklara
bulanmış kara ruhlar da.
Bu sedeflerin hepsi bir değil...
birisinde inci var, öbüründe boncuk!
Buğdayları samandan ayırmak nasıl lâzımsa
bu iyiyi de kötüyü de ayırmak vâcip.
Bu âlem halkı, hikmet hazineleri gizli
kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.
Ben bir hazineydim dedi Tanrı, hem de
gizli... bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!
Hayvani ruhla cüz’i akıl,vehim ve hayal ayrana
benzer..bakî olan ruhsa bu ayranda gizli olan yağa
3030. Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk
cevherinde yalan da gizlidir.
O yalanın, şu fâni tendir... doğrun da
Tanrıya mensup olan can!
Yıllardır şu ten ayranı meydandadır da
can yağı onda fâni ve değersiz bir hale gelmiştir.
Nihayet Tanrı, bir elçi kulunu, ayranı
yayığa koyup döven birisini gönderir de,
Bende bir ben gizli olduğunu bileyim diye
sıfatla hünerle o yayığı döver.
3035. Yahut da zatından âdeta bir cüz olan bir kulunun
sözünü izhar eder de o söz, vahiy arayan kişinin kulağına girer.
Müminin kulağı, vahyimizi kavrar,
beller... öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır.
Âdeta çocuğun kulağına benzer; anasının
sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur.
Çocukta anlayan bir kulak olmazsa
anasının sözünü duymaz, dilsiz olur.
Anadan doğma sağır, daima dilsizdir de...
söyleyen kişi, sözü önce anasından duymuştur.
3040. Bil ki sağır ve dilsizin kulağı, âfetlerden
bir âfettir... ne söz dinlemeye kabiliyeti vardır, ne de bellemeye.
Belletilmeden söyleyen Tanrıdır, çünkü
onun sıfatları, sebeplerden ayrıdır.
Yahut Âdem gibi ana ve dadı hicabı
olmaksızın Tanrı telkini ile söyler.
Yahut da Tanrı belletmesiyle Mesih gibi
doğar doğmaz konuşur.
Doğuşundaki zina ve fesat töhmetlerini
reddetmek, zinadan doğmadığını anlatmak için dile gelir.
3045. Çalışmada bir hareket gerek ki ayran, gönüldeki
yağdan ayrılsın!
Yağ, ayran içinde âdeta yok gibidir de
ayran, varlık alemine bayrak dikmiştir.
Sen de var olarak görünen deriden
ibarettir... fâni görünen yok mu? Asıl var olan odur işte!
Yağlanmamış, eskimemiş ayranın varsa
dövüp yağını çıkarmadıkça sakın harcama!
Hemen onu bilgiyle elden ele alarak
döndüre dur da gizlendiğini meydana çıkarsın.
3050. Çünkü bu fâni olan şey, bakînin delilidir...
nitekim sarhoşların yalvarmaları da sâkiye delildir!
Mesnevî Şerif,
c.IV,b: 3001-3050
Zikredilenlerden anlıyoruz ki âlemde şerrin varlığı
herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Yalnız şerrin açıklanması,
değişik açılardan farklı farklı yapılmıştır: Bir kısım düşünürler, şerri,
hayrın yokluğu derken, bir kısımları şerrin Allah Teâlâ’ya isnâd edilemeyeceğim
söylemişler. Ehl-i sünnet âlimleri ise, her şeyin yaratıcısı Allah Teâlâ
olduğundan şerrin yaratıcısının dâ. O olduğunu, bu yaratmanın kendisine
eksiklik getirmediğini, bilakis O’nun tam kudret sahibi bulunduğunu ve o sayede
insanın haddini bilerek Rabbine sığınacağım kabul etmişlerdir. Yine bütün
âlimler bu şer ve hayrın yaratıklarla ilgili bir durum olduğunda, Allah’ın
mutlak kemâl sahibi bulunduğunda, herhangi bir fiilin O’nun zatına bir eksiklik
de, olgunluk da getirmeyeceğinde ayni fikri paylaşırlar. Yaratıklarda mevcut
olan zarar ve fayda gibi zıtlıkların ve farklılıkların bulunması, ancak O’nun
kudretinin kemâline delâlet eder.
Herkesçe bilindiği
gibi insanoğlunun başına gelen acı ve ıztırapların çoğu, ya kendisinin veya
kendi cinsinin hatâlarından kaynaklanmaktadır. Bu felâketlerin hepsinden
sorumlu olan insandır. İnsanoğlu, dünya hayatında mevcut olan, elemlere,
üzüntülere, hastalıklara, lezzetlere, sevinçlere ve sağlıklara bakacak olsa,
hayatta neşeli ve sağlıklı olanların yani hayrın şerden daha çok olduğunu
görür. İşte bundan dolayıdır ki akl-ı selim sahibi hiç bir insan ölümü istemez.
Diğer taraftan, insanların başına gelen birçok musibetler, onlara büyük bir
uyarı niteliği taşımakta, kendilerinin gelişmesine, olgunlaşmasına bir vasıta'
olmaktadır. Öyleyse birtakım elemlerin ve sıkıntıların bulunması gayet:
normal, ve tabiî.'kuvvetler kanununun gereğidir. :
Şu halde Allah Teâlâ
insanları, birtakım güçlükleri takdir buyurarak, onun yetişmesine, olgunluğa
ermesine sebep kılmışta. Öyleyse birtakım zahmet ve eziyetler, İlâhî takdir
için eksiklik değil, bilakis insanların terbiyesine onların hayrına yaradığı
için Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarından olan lütuf, ihsan ve hikmetine delâlet
' eder.
Öte yandan eğer
Allah, bu âlemden, şer kabul edilen bütün kötülükleri kaldırsaydı, insanın hür
iradesinin bir anlamı kalır mıydı? İnsan hürriyetinden bahsetmek için, hayır
karşısında 'mutlaka şerrin de varlığını kabul etmek zorunda değil miyiz
?
Aksi takdirde ya
hayvani hayatı veya robot gibi bir varlık olmayı kabul etmekle karşı
karşıyayız.. Böyle hür olmayan bir âlet olmaktansa, her şeyden, üstün nitelikte
yaratılan ve haysiyetine göre sorumluluğu üzerine alan bir insan olmak daha iyi
değil midir?
İnsanlığın gelişmesi
için geceyi gündüze katarak gayret gösterenlerin insanların kalbinde en büyük
taht kurması, tersine insanları felâkete sürükleyenlerin onların vicdanlarında
mahkûm edilmesi bu sayede değil midir?
İtaat edenlerle isyan
edenlerin bir. kefeye konmaması, bu sayede olmayacak da, nasıl olacak? Allah
Teâlâ, dünyada hayır ve şerrin her ikisinin varlığını takdir buyurmuş ise de,
insana hürriyet vermiş, hayrı yapmasına razı olmuş, şerri işlemesine razı
olmamış, iyiliği emretmiş, kötülüğü yasak kılmıştır. Allah Teâlâ, insanın hür
iradesini kullanması neticesinde hayır veya şerri yaratır. Allah’ın rahmet ve
lütfunun insanlar üzerinde çok olması sebebiyledir ki bir kötülüğe karşı bir
ceza, bir iyiliğe karşı on mislinden itibaren mükafat verilmektedir. Neticede
Allah’ın adâlet ve ihsanının gerçekleşmesi için âlemde hayrın karşısında
şerrin de varlığı ilâhî hikmetin gereği olmuş oluyor. [Şerrin varlığı ile ilgili
ayrıntılı bilgi için bak. Yusuf Ziyaeddin Ersal (Ezherî), Vahiy ve Risâlet,
Ankara, 1960, s. 76-83.]
Hem kötü, yaratılmamış olsaydı, iyinin varlığı bilinir
ve takdir edilebilir miydi ?
Bu âlemde kötü ve zararlı şeylerin bulunması,.
Allah’ın yaratmasında hikmet ve maslahata yokluğuna delâlet etmez. Kainatta
hayrın serden çok olduğunu görmekteyiz. Öyleyse az olan şerri ortadan
kaldırmak için çok olan hayrı terk etmek doğru olamaz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar