İLİMLERDE VE TABİAT KANUNLARINDA ZORUNLULUK VE ZORUNSUZLUK ÜZERİNE Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY’LA
Muhammed Sarıtaş: Efendim, sizin «Emile Boutroux’da Zorunsuzluk Doktrini» adıyla hazırladığınız
doçentlik teziniz aydınlar arasında ciddî yankılar yaptı. O sebeple konunun
daha geniş kitleler tarafından kolaylıkla anlaşılmasını sağlayacak bir şekilde
ele alınmasının, tartışılmasının isabetli olacağını düşünüyoruz. Bu çerçevede
«Zorunsuzluk Doktrininin mahiyetini özetleyebilir misiniz?
Süleyman Hayri Bolay: Evvelâ sizin ve Yazarlar Birliği’nin bu
hususdaki alakanıza teşekkür ederim. Tezimin yayınlanma imkânı olursa, daha
geniş bir alâka uyandıracağına ve Türkiye’de ilmin yapısı, meydana gelişi ve
muhtevası açısından derinliğine inme imkânını hazırlayacağına, inanıyorum. Bundan
yüz on sene kadar önce Fransa’da ortaya atılmış olan bu tez çok geç de olsa
Türkiye’de yeni ve büyük akisler uyandıracak özelliktedir. Zorunsuzuk doktrini
denilen şey, evvelâ ahlâkî yönden bizi ilgilendiriyor. Çünkü, Emile Boutroux’nun
bundaki esas maksadı, 19. asırda Batı dünyasında ortaya çıkmış mutlak
determinist ve mekanist felsefelerin, insanın serbest hareket etme, davranma
hürriyetini İlmî kanunlara bağlama arzu ve gayesine karşı çıkmak idi. Çünkü,
meselâ Fransız fizikçisi ve astronomu Laplace, bin sene sonra kâinatın herhangi
bir yerinde ne olabileceğini, şimdiden bazı verilere dayanarak tayin etmenin
mümkün olabileceğini ileri sürecek kadar mutlak bir determinizmin ve mekanizmin
içine giriyordu. Bu determinist ve mekanist anlayış biyolojide, ona bağlı
olarak psikolojide, daha sonra sosyolojide ve diğer ilim dallarında hâkim
olmaya başladı. Öyle ki, pozitivizmin bir kolu olan bu scientiste (siyantist
ilimci) anlayış, bunu daha da ileri götürerek meselâ en büyük temsilcisi
olan Ernest Renan’ın «İlmin Geleceği» adlı kitabında ifade ettiği gibi, «yarının
âmentüsünü ilim yazacak» diyor. Bu ilimci anlayış, ahlâkın da, dinin de,
sanatın da, İlmî kanunlarla tabiat ilimlerinin esaslarıyla kurulabileceğini ve
onlara dayanılarak yeni bir ahlâk, yeni bir din, yeni bir sanat meydana
getirebileceğini ileri sürdü. Yani bunlar, değerler sahasını ilimle tanzim
etmek kafasındaydılar. Boutroux’nun esas karşı çıkmasındaki maksat budur. Fakat
o ahlâk sahasında zorunsuzluk vardır, diyebilmek için bunu maddî âlemden, tabiatın
içinden alarak ve tabiat ilimlerinin yapısını inceleyerek ahlâkî sahaya kadar
çıkardı. Bunun için de tabiatta meydana gelen, fiziğin mekaniğin, matematiğin,
biyolojinin, kimyanın, fizyolojinin meşgul olduğu sabalarda da zorunluluk
değil, zorunsuzluk olduğunu isbat için uğraşmıştı. Onun için mantık, matematik,
mekanik, fizik, kimya ve biyoloji ona bağlı olarak fizyoloji, zooloji,
psikoloji ve sosyolojinin yapılarını inceledi. Bunların elde ettikleri,
buldukları ve evrensel veya cihanşümûl dedikleri kanunların ne derece geçerli
olup olamayacağını araştırdı ve ondan sonra da tabiat kanunlarının zorunlu
olamayacağını, kendi yapılarında böyle bir şey olmadığını, insanın fert olarak
iç âlemini bunlara dayanarak tanzim etmenin mümkün olamayacağını, cemiyet hayatını
ve dolayısıyla sosyolojiyi de buna dayandırmanın mümkün olmadığını ortaya
koyduğu bu tezini 1374’de 28 yaşındayken yazdığı «De La Contingence Des Lois De La Nature» yani «Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında» adlı küçük ve
muhtevalı kitabıyla ortaya koydu. Büyük akisler uyandırdı kitap o zaman. Devrin
tanınmış ilim adamları ve filozofları önce şaşırdılar. Çünkü kendilerinin
determinist anlayışlarına karşı çıkılıyordu. Fakat Boutroux, aradan geçen
zamanda, yani 1874’den 1892’ye kadar olan aşağı yukarı 20 senelik zamanda bu
fikrini geliştirdi ve 1892-93 yıllarında Sorbonne’da vermiş olduğu dersleri
doğrudan doğruya çağdaş felsefe ve ilimde tabiat kanunu fikrine tahsis etti.
Bunu da sonradan bir kitap hâline getirdi. Bu arada biz bu saydığım sekiz ilmin
mâhiyetlerinin, muhtevalarının, meydana gelişlerinin incelendiğini ve tabiat
ilimlerinin ve ondan sonra da onların bulmuş olduğu kanunların zorlayıcı
olamayacağını, insanların değer sahasına, inanç sahasına sanat sahasına
bunların müdahale edemeyeceğini ortaya koydu. Ondan sonra ahlâka dair kitaplar
yazdı, konferanslar verdi, ve onlarda da bu meseleyi işledi. Hattâ Almanca’dan
tercüme ettiği, o devrin meşhur felsefe tarihinin önsözünde, tarihte dc «Contengance» yani zorunsuzluğun olduğunu ileri sürdü. O kadar geniş ve derin bir tesir
yaptı ki bu, meselâ matematikte, fizikte, biyolojide ilimlerin yapısını tcnkid
eden ilim adamları çıktı. 20-30 senelik araştırmalar neticesinde matematiğin
yapısını, fiziğin ve biyolojinin yapısını ve diğer ilimlerin yapısını tenkid
eden büyük kitaplar yazıldı. Meselâ Pierre Duhem bunlardan birisi. Bir katolik
bu adam, koyu bir katolik. Ama «Le Systéme Du Monde» yani «Âlemin Sistemi»
adlı 10 ciltlik kitabında, tâ ilk çağlardan itibaren fiziğin geçirdiği
safhaları incelemiş ve Rönesans’a kadar getirebilmiş. Gazzalî’ye de yer vermiş
kitabında ve buradan fiziğin bulduğu kanunlara mutlak surette
bağlanılamayacağını, bunların zorunluluk taşımayacağını ortaya koymuş. Bunun
gibi Louis Couturat, G. Milhaud ve benzeri âlim filozoflar —ki hepsi,
Boutroux’nun talebelerindendir— bunlar Ecole Normale Superieure’de, yani
Yüksek Muallim Mektebi denilen —Türkiye’de de bunun benzerini yapmaya
çalıştılar, sonradan bozdular— yerde yetişmiş kimseler. Bergson yine
O’nun talebelerinden. Hem de Ecole Normale Superieure’den. Bir de ahlâkî sahada
da en büyük tesiri —birçok kimselere olmakla beraber— «aksiyon felsefesi»nin kurucusu olan
Maurice Blondel’de görüldü. Blondel’in tezi 1897’de ortaya kondu. Meselâ Edmond
Goblot determinizmi müdafaa ediyor ama, Mantık adlı büyük kitabının önsözünde
Emile Boutroux’nun kendisine nasıl tesir ettiğini ve ondan nasıl istifade
ettiğini açıkça beyan ediyor ; Diğer tesir ettiği biri de Emile Boutroux’nun,
sonra kayınbiraderi olan, dünyaca meşhur matematikçi Henri Poincarre’dir. Ondan
sonra, yine devrinin militan katolik matematikçi ve fizikçisi olan Edovard le
Roi, Henri Poincare’nin arkadaşı. Poincare onun fizikte, matematikteki
buluşlarını takdir ediyor, ama dindarlığından ve katolikliğe bağlı militan
olarak bir takım görüşler ileri sürmesinden rahatsız oluyor, ilmin değeri
meselesinde ona karşı çıkıyor. Henri Poincare’nin «İlmin Değeri» kitabı
Edovard Le Roi’ya cevaptır. Edovard Le Roi da ona cevap vermiştir. Ama, meselâ
Poincare’nin Türkçe’ye tercüme edilmiş olan yanılmıyorsam, «Son Düşünceler»
kitabının baş tarafında bir makalesi var, tabiat kanunlarına dair. Orada diyor ki, Boutroux tabiat kanunlarının zorunsuz olduğunu ileri
sürüyor. Ondan sonra da bir matematikçi, bir jeolog, bir astronom, bir fizikçi
olarak zorunsuzluğun mümkün olamayacağını söylüyor. Ama makalenin sonunda, «biz
tabiattaki değişiklikleri ânında göremeviz, belki asırlar sonra farkederiz.
Bizim bildiğimiz ve her yerde hâkim zannettiğimiz bir tabiat kanununda bir
değişiklik olursa bu çok sonraları farkedilebileceği için burada zorunsuzluktan
bahsedilebilir. Neticede Emile Boutroux’yu kısmen, bir ilim adamı olarak tasdik
etmek zorunda kalıyor. Hasılı tesirleri çok derin ve çeşitli olmuştur. Nitekim
aynı Poincaré aynı kitapta iki makale halinde ilmi ahlâkın olamayacağını, ilmin
determinist, ahlâkın ise hürriyetçi olduğunu aynı tesirle müdafaa ediyor.
M.S.: Emile Boutroux’nun, sistemini ortaya koyarken takibettiği yol nedir?
Sistemini hangi esaslara dayanarak ortaya koyuyor?
S.H. Bolay: Emile Boutroux, demin de söylediğim gibi, bir defa devrinin hâkim olan
tabiat ilimlerindeki kanunları, onların yapısını incelemiştir. Hareket noktası
budur. Yani onların yapısını inceleyerek onların zaaf noktalarını tesbit
etmiştir.
Emile Boutroux, bugün hâlâ bizim ders kitaplarımızda
en büyük değişmez gerçek, en büyük ilmî hakikat olarak okutulan ve meşhur Fransız kimyacısı Lavoisier’in koyduğu «bir şey yoktan varolamaz, vardan
yok olamaz» prensibine 1874 de karşı çıkmış.
Niye?
Böyle kat’i bir şey olamaz, diyor. Biz kâinatın hangi noktasını ne ile
tesbit etmişiz; ne ile müşahede edip orada ne ile yeni kanuniyetler bulmuşuz
ki, bizim bulduğumuz şeyin kâinatın her yerinde geçerli olduğunu iddia
edebilelim?
Bu, değişmeyi
önleyen bir şeydir, diyor. Halbuki kâinatta değişmeyen şey, sadece değişme
kanunudur. Öyleyse herşey değiştiğine göre, «hiçbir şey değişmez» demek veya
«yoktan hiçbir şey varolmaz, var olan hiçbir şey yok olmaz» demek doğrudan
doğruya âlemdeki, varlıklardaki gelişmeyi, değişmeyi önleyici, inkâr edici
tarzda bir iddia olur. Yani buna benzer esasları tâ matematikten başlayarak
somut ilimlerin buldukları, hepsinde geçerli kabul ettikleri kanunları, meselâ
maddenin değişmezliği kanunu, enerjinin değişmezliği kanunu gibi kanunları
inceleyerek onları irdeliyor. Ondan sonra onların geçerlilik derecesini
münakaşa ediyor. Bunu da yapabilmek için, tabiatıyla, tabiat ilimleri dediğimiz
ilimlerin konusunun neler olduğunu, neye dayandığını, neyi incelediğini,
nerelere ulaşmak istediğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla mücerret olarak
maddenin yapısından başlayarak cansız âlemi dört tabakaya ayırıyor.
Buralarda, cansız
âlemde olmakla beraber, basamaklar görülür. Biz şöyle baktığımız zaman maddeyi
cansız olarak görüyoruz, ama o farklılıklar görüyor. Meselâ bir canlıda en
basit hücrenin yapısına baktığımız zaman, hattâ protoplazmaya baktığımız zaman
onda, çok basit bir hâdise olarak, canlılık alâmeti olarak, irkilmeyi
görüyoruz. Bu onu cansızdan ayıran en büyük özellik oluyor. Ondan sonra da tek
hücrelilerden çok hücrelilere, sonra bitkilere, insanlara doğru basamak basamak
geliyor ya, bunun gibi cansız âlemi de dört tabakaya ayırıyor. Ondan sonra
canlılar alemini dört tabakaya veya basamağa ayırıyor. Toplam sekiz basamak.
Yalnız bu arada bir şeye temas edeyim. Takiyettin
Menguşoğlu, Felsefeye Giriş adlı kitabında ve Nikolai Hartman’a dair hazırladığı doçentlik tezinde
ileri sürdüğü bir takım fikirlerinde, dolaylı veya doğrudan, bence Emile
Boutroux’dan istifade etmiştir. Söylemek istediğim şudur: Nikolai Hartman’ın
müridi olarak, onun yanında doktora yapmış, onun fikirlerini benimsemiş, yeni
ontolojinin kurucusu Nikolai Hartman’dır demiştir. Halbuki biz Emile
Boutroux’un kitaplarında, bilhassa 1874’de vermiş olduğu bu tezde bu
tabakaların daha zengin olarak mevcut olduğunu görüyoruz. Hattâ bu tabakalarda
geçerli olan kanunların Nikolai Hartman’ın tesbit ettiği, kitaplarında ileri
sürdüğü kanunların aynısı olduğunu görüyoruz.
M.S.: Yeni ontoloji, fenomenolojik bir yapı gösteriyor. Siz bu durumun
Emile Boutroux’dan kaynaklandığını mı ileri sürüyorsunuz?
S.H. Bolay: Evet, ben bunu esas olarak Boutroux’da görüyorum. Nikolai Hartman ondan
almıştır, diyorum. Hattâ bunu kollokyumda [ Bilimsel bir sorunu
incelemek veya siyasî, ekonomik, diplomatik sorunları tartışmak için yapılan
akademik toplantı, konuşu, bilimsel toplantı. ] Bedia (Akarsu)
hanıma söyledim. Bedia hanım «doğrudur, Emile
Boutroux’dan istifade etmiştir» dedi. Ama bunu ne Hartman zikrediyor,
ne de Takiyettin Mengüşoğlu.. Bakıyorum, zorunsuzluk tarifi Boutroux’nun
aynısı. Materyalizme, Pozitivizme, Marksizme yönelttiği tenkitler de
Boutroux’nunkinin aynısı. Fakat Boutroux’nun lâfı yok. Bu, ya bilerek yapılıp inkâr ediliyor yahut da bilmeden alınıyor. Benim
burada esas olarak söylemek istediğim, onun bu varlık tabakalarına dayanarak
hürriyetin olduğunu ortaya koymaya çalışmasıdır. Çünkü ona göre her tabaka, âdeta ayrı bir
kapalı kutudur. Yani birinden birine geçiş vardır, ama biri diğerinin daha
gelişmiş şeklidir ve dolayısıyla orada bağımsızlık vardır. Şimdi eğer böyle
demese Emile Boutroux, aşağıdaki maddî tabakaların, bilhassa Marksizmin altyapı
anlayışından bakacak olursak, yukarıdaki üst tabakalar yani manevî aleme ait
tabakaları bunların tayin etmesi, belirlemesi, determine etmesi lâzım gelir.
Boutroux, bunu önlemek için her tabaka kendisinden bağımsızdır, diyor. Her
tabakanın kendine has kanuniyeti vardır, dolayısıyla biri olmadan diğeri
olmayabilir, ama kendi içinde müstakil yaşarlar, diyor.
M.S.: Peki kendi içlerindeki kanuniyetler, hürriyetin sağlanmasına nasıl
imkân veriyor?
S.H. Bolay : Şimdi hürriyet bakımından durum şöyle. Alt tabakalarda, yani cansız âleme ait dört tabakada
kozalite veya sebeplilik kanununu kabul ediyor. Yalnız Boutroux’nun
determinizmi tarifiyle zorunluluk tarifi farklıdır; ikisini ayırıyor. Biz ise
aynı gibi görüyoruz. Hâlbuki o, baştan kendi anlayışının kavramlarını sağlam
olarak koyuyor. O, bir şeyin olduğundan başka bir şey olamamasına zorunluluk
diyor. Misâl verecek olursak, ateşin aslı yakmaktır, başka türlü olamaz.
Vasfının peşinden gitmeye mahkûmdur. Bu bir zorunluluktur. Eğer ateş yakmazsa
veya yakmadığı bir hâl olursa, bu istisnaî bir hâldir. Orada zorunsuzluktan
bahsetmek icap eder. Neden böyle oluyor? Şimdi maddî âlemde zorunsuzluk değil,
sebep netice münasebetine dayanan determinizm vardır, ama bu determinizm
satıhtadır. Yani hâdiselerin derinliğine inildiği zaman orada da determinizm
yoktur. O bunu gayet enteresan şekilde izah ediyor; tabiat kanunlarını, olaylar
ve olgular selinin yardığı bir nehir yatağına benzetiyor. Olgular seli nehir
yatağını yarmış olmakla beraber, nehir o yatakta akar. Yani tabiat kanunu
olgular selinin gösterdiği istikamette yürür demek istiyor. Buradan nasıl bir
sonuç çıkıyor? Bizim
kafamızda tâ ilkokudan beri yerleştirilmiş bir kanaat var: Tabiat kanunu
tabiatın içine konulmuştur. Tabiat olayları, onun dışına çıkamadan ona göre
cereyan eder. Boutroux bunun aksini iddia ediyor. Tabiat kanunu varlıkların,
eşyanın içine konulmuş değildir. Tabiat kanunu, olayların akışına göre, ilim
adamının yorumundan ve kafasından onu formülleştirmesinden ibarettir.
M.S.: Burada, tabiat kanununu, kavram ve realite arasındaki ilişkide mi
arıyor?
S.H. Bolay : Evet, tabiat kanunu ilim adamının tabiata sorduğu sorudur, bu soruya
aldığı cevabı beğenmezse değiştirir, diyor. Şimdi böyle olunca aşağı
tabakada zorunluluk gibi görünen şey, yukarıya doğru çıktıkça tamamen
zorunsuzluğa kendisini terkediyor. Canlılar âlemine gelince, orada daha da çok
zorunsuzluk hâkim olmaya başlıyor. Çünkü fizik kanunlarıyla biyoloji kanunları
bir değildir. Veya fizik kanunlarıyla kimya kanunlarını siz biyolojik sahaya,
canlılar sahasına tatbik edemezsiniz. Çünkü Ona göre meselâ fizyoloji,
biyoloji, sosyoloji, psikoloji müsbet ilim olamaz. Niye? Müsbet ilim olabilmesi
için, müsbet ilmin ölçüsü olan matematiğe yaklaşmalıdır. Yani bulduğu kanunu
matematik kat’iyyet içinde, matematik terimlerle ifade edebilmelidir. Bu
fizikte mümkün olabilir, kimyada mümkün olabilir; fakat sosyolojide,
psikolojide, biyolojide mümkün olamaz. Çünkü biz, hücrenin yapısındaki kendi
kendine değişiklikleri ânında yakalıyamıyoruz. Hücrenin içine girdiğimiz zaman
protoplazmanın irkilme hâdisesi var. Bu canlılık alâmeti olarak görülüyor.
Bugünün bazı meşhur biyologları ısıyı canlılık alâmeti olarak görüyorlar. Şimdi
hücreye bakıyoruz. Bunların âdetâ bir takım kodlamalarla hareket ettiği,
canlının ona göre değişiklikler geçirdiği ileri sürüldü ve kabul de edildi.
Şimdi devamlı bu kadar çok değişebilen şeylerde sabit olarak bir şeyi yakalayıp
onun üzerine bir kanuniyet getirmek âdeta imkânsız görünüyor. İşâret etmek
istediğim nokta şudur : Boutroux bu belirsizliği, bu yakînî
olarak bilememeyi, bu endeterminizmi [indeterminizm: Belirlenmezcilik. ] Alman fizikçisi Werner Heisenberg’den elli sene önce
işâret etmiştir. Kitabındaki ifade aşağı
yukarı Boutroux’nunkinin aynısıdır. Ondan elli sene sonra Heisenberg’in fizikte
atomun iç âlemi için ortaya koyduğu belirsizliği o biyolojik âlem için ifade
etmiştir ve diğerlerine onu teşmil etmiştir. Nitekim Heisenberg bunu
ortaya koyduktan ve o hususta Nobel Ödülü aldıktan sonra bir takım biyologlar o
fikri tekrar biyolojik âleme tatbik etmişlerdir. Atomların iç âleminde
endeterminizm vardır, determinizm yoktur. Biz atom çekirdeğinde veya atomun içerisinde elektronun
hızını tesbit edeceğiz diye uğraşırken yerini kaybediyoruz, yerini tesbit
edelim diye uğraşırken hızını kaybediyoruz. Dolayısıyla burada bir
belirsizlik var. Biyolojide bu daha çoktur. Çünkü,
atom biyolojideki gibi, hücredeki gibi canlı bir unsur değildir. Dolayısıyla
Boutroux buradan hareket ederek fizyolojinin, psikolojinin, sosyolojinin müsbet
ilim olamayacağını söylüyor. Yani İlmî metodlarla, tecrübe metodlarıyla bizim
gözümüzden kaçacak bir hayli hadise olacaktır, diyor.
M.S.: Siz determinizmin daha alt seviyede mevcut olduğunu söylediniz.
Bununla her halde insanların yaşadığı olaylar ve olgular dünyasını
kastediyorsunuz. Böylece olaylar ve olgular bir determinizm içinde telâkki
edilmiş oluyor. Olaylar ve olgular plânında bir determinizm ilişkisi içine
giren insan, nasıl hürriyetine kavuşacak?
S.H. Bolay: Aslında Boutroux’nun maksadı tabiat ilminin felsefesini yapmak değildir.
Bu ilimlerin mâhiyetini, yapılarını araştırıp tenkit etmesi, kendi koyacağı
ahlâk felsefesine dayanak bulmak içindir. Yani tabiat ilimlerinin ahlâkî sahaya
karışamayacağını, inanç sahasına, din sahasına, sanat sahasına karışamayacağım
ifade edebilmek veya bu husustaki fikrine inandırabilmek için tabiat
ilimlerinin tabiat sahasında, cansız varlıklar sahasında yaptığı işleri tahkik
ederek geliyor. Oradan da kendine göre bir takım hükümler çıkarıyor. Orada
determinizmi kabul etmesi, tabiatıyla olayları inkâr etmemesi açısından
mühimdir. Olayları ve tabiattaki cansız, maddî varlıklar sahasında ilmin meşgul
olduğu olguları idare eden, önceden tesbit edilmiş tabiat kanunları değildir,
olayların kendisidir. O nehir yatağında olduğu gibi istikametini değiştirdiği
zaman tabiat kanunu da değişmiş olacaktır. Bu, aradan çok zaman geçtikten sonra
farkedilebilir. Meselâ Boutroux’ya göre tabiatta öyle hadiseler vardır ki, hiç
mühimsenmez, fakat neticesi çok büyük olur. Meselâ bir kuşun gagasından düşen
bir buğday tanesi karlı dağlarda büyüyerek vadileri dolduran ve tıkayan bir çığ
hâline gelebilir, bunun gibi, tabiatta da göremediğimiz, mühimsemediğimiz öyle
küçük hadiseler vardır ki, bunlar ileride çok büyük değişikliklere sebep olur,
diyor. Yani O’na göre olgular kanunlara hakimdir. Kanun dediğimiz şeyler —daha
önce de ifade ettim— âlimin kafasındaki yorumdur. İnsanın kafasında da zorunsuzluk
vardır. Mantığın işleme ve zihnin çalışma tarzı da zorunsuzdur. Yani
orda da ilmin kanunlarının zorladığı bir istikamette değil, insanın binbir
şıkkı düşünerek ortaya koyabileceği bir istikamette yürüme vardır. Yani insanın
cehdi şuuru ve iradesi orada hâkimdir. Şimdi kısmi bir determinizmi ve başka
tabakalarda kabul ettiği determinizmi yukarı tabakalarda, hele insan sahasında
kabul etmiyor. Çünkü Boutroux'ya göre tek hücreliden, protoplazmadan,
bitkiden, hayvandan insana kadar olan sahalarda determinizm azalıyor. Burada
tabiat kanunlarının tesirleri gittikçe azalırken, hürriyet gittikçe çoğalarak
insanda son haddine varıyor. Niye? Çünkü insanın ruhu hürdür, insanın zihni,
insanın iradesi hürdür. İnsan artık orada tabiat kanununun mevcudiyetinin
tesirinde değildir. Daha doğrusu cemiyette ve insanın kendi varlığında tabiat
kanunu geçerli değildir. Orada insanın kendi kafasıyla, bulduğu ve uymak
zaruretini hissettiği kanunlar vardır. Bunlar ahlâkî kanunlardır. Burada bu
ahlâkî kanunlara cemiyetteki olaylar ve tabiattaki olaylar tesir etmezler. Bu
ahlâkî kanunlar insanı dışardan zorlayan kanunlar olarak değil, kendi koyduğu
kanunlar olarak insanın vicdanen kendisini ona uymaya mecburiyet hissettiği
için zorunluluk taşırlar.
M.S.: İnsanın yer aldığı varlık tabakasında olay ve olguların değişkenleri
iradeyle ini sevk ve idare ediliyor?
S.H. Bolay: Tabiî, iradeyle. Çünkü burada şu esas var: Zorunluluk, bildiğiniz gibi,
bir şeyin hâli hazırda olduğundan başka bir şey olamamasıdır. Zorunsuzluk ise
bir şeyin olduğundan başka bir şey olabilmesidir. Burada Boutroux,
Fransızca tâbiriyle söylersek contingence ile possibilite’yi ayırıyor, ayırmak
da lâzımdır. Türkiye’de bu ikisini karıştırıyorlar. Possible mümkün,
possibilite ise imkânlılık demektir. Possible yani mümkün denilen şey,
potansiyel hâldeki bir şeyin varlık sahasına çıkabilmesidir. Possibilite’de bir
şık vardır. Contengance’da yani zorunsuzlukta ise çok değişik şıklar olabilir;
yani var olmakla yok olmak arasında çok çeşitli şıklar vardır. Bu bakımdan bu
şıklardan herhangi birisi olabilir. Yalnız burada, tabiatıyla, tabiatta olan
bir olayın, ilmin ilgileneceği bir olgunun böyle istikrarsız, başıboş,
sebepsiz, kendisinden önceye bağlantısız, kendisinden sonrakiyle ilgisi olmayan
bir tarzda cereyan etmesi de tabiatta istikrarsızlık doğurur. Boutroux bunun
farkında olduğu için de bu olayların ve olguların üstünde olaylara ve olgulara
bir müdahale edicinin mümkün olduğunu kabul eder. Bu tabiat sahasında da, insan
sahasında da böyledir. Ama insan bu üstün müdahaleciye yaklaştığı nisbette hem
tabiat kanunlarından, hem maddî varlıkların kanunlarından, hem de kendi
bedeninin kanunlarının, zorlamasından kurtuldukça hürriyetine kavuşacaktır.
Dolayısıyla orda ahlâkî sahada, sanat sahasında, din sahasında yeni fetihler
başlayacaktır. Ruhun fetihleri başlayacaktır. Bu fetihler doğrudan doğruya
tabiat üstü bir varlıkla münasebet içerisinde olur. Yani Allah ile münasebet
içerisinde olur.
M.S.: Efendim, kavram varlık ve
realite ilişkileri üzerinde durabilir miyiz? Bu ilişki üzerinde duruşum,
Türkiye’nin bu konudaki mevcut durum unun bir açıklamayı gerektirdiği kanaatini
taşımamdan ileri geliyor. Biliyorsunuz Türkiye’de zihnî olarak üretilmiş
birtakım kavramlar, ilgili oldukları realiteden giderek uzaklaşıyor. Batıdan
alınmış kavramlarla teşekkül ettirilip Türkiye’nin realitesini izah etmek için
kullanılan sistemler, izah etmek istedikleri bu realiteye
yabancılaşmaktadırlar. Siz ise bu kavram realite ilişkisini, tabiat kanunları
sahasın, da ele alarak çok daha zor şartlarda analiz etmeye teşebbüs
ediyorsunuz. Bu konuyu hangi tarzda analiz ettiğinizi, tesbitlerinizi,
bulduğunuz çıkış yollarını, öğrenebilir miyiz?
S.H. Bolay: Bu işte Boutroux çok dikkatli. Kendisinin ortaya koymuş olduğu yeni
kavramlar var. Terimler var. Bu kavramların eski kavram isim kavgasında, yani
geneller kavgasında olduğu gibi bir gürültüye gelmesini de istemiyor. Onun için
ilmi tenkit ederken ilimden kopmuyor. İlim derken de tabiat ilmini kastediyor.
Onun için, kendisi reel varlıktan, realiteden kopmamaya çalışıyor. Aksi
takdirde inandırıcı olamaz. İlim adamına veya ilimden felsefeye geçmiş kimseye
fikir olarak karşısında olduğu kimselere kendisini inandırıp kabul
ettirebilmesi için söylediklerinin realite ile ilgili olması lâzım. Hayalî
olmaması lâzım veya konunun mücerrette kalmaması lâzım. Bu bakımdan ilimlerin
yapılarını, meydana gelişlerini, nasıl çalıştıklarını, metodları ve tecrübeyi
nasıl yapıp da oralardan istidlâl yani tümevarış yoluyla kanunlara
ulaştıklarını ortaya koymaya çalışıyor. Zaten
bunu bu kadar iyi bilmese onları tenkid de edemez. Tenkidlerinde tutarsız olan
taraflar da var. Nitekim bazı anlaşılmayan noktalar Boutroux’nun onların
içinden çıkamadığını ortaya koyuyor. Ama bütünüyle sistem tutarlı. Bu da koyduğu kendi
doktrinine ait kavramların realiteye bağlı olmasındandır. Kendisini, ilmi
tenkit etmesine rağmen ilmi inkâra götürecek noktaya varmaktan
alıkoymasındandır. Ölçülü yani. Ondan sonrakiler yani kendisinden tesir alan,
kendisinden sonra ilim sahasını tenkit edenler zaman zaman ölçüyü
kaçırmışlardır. Boutroux zorunsuzluk üzerinde duruyor. Buradan hareket edersek,
meselâ tarihte bir determinizm mümkün olmaz. Marks’ta gördüğümüz tarihi determinizm
denilen şey mümkün olmaz. Veya Spinoza’da gördüğümüz tabiata karışmış olarak
kabul ettiği Tanrı böyle bir zorlayıcılık içerisinde olamaz. Kavramlarının o
günde geçerli olan buluşlardan İlmî gelişmelerden ve ge. lişen tekniğin
uygulamalarından faydalanılarak ortaya konulmuş olması, onun hem tutarlılığını
hem de tesirini arttırmış oluyor. Bu bakımdan realiteyle ilgisini koparmamış
olması, doktrinin ehemmiyetli tarafıdır.
M.S. : Fakat, siz Boutroux’ya dayanarak dediniz ki, tabiat kanunu ilim
adamının kafasındaki yorumdur. Şimdi burada kavramla realite arasında birbirinden
kopmayan tutarlı bir ilişkiden söz ediyorsunuz Eğer bu ilişki tutarlıysa ilim
adamının kafasındaki yorumunun kavramları tabiat kanununa tekabül etmez mi?
Halbuki size göre Boutroux tabiat kanunlarının olmadığını isbat etmeye
çalışıyor. Peki bu durumda tabiat kanunlarının olmadığı nasıl isbat ve izahat
edilebilir?
S.H. Bolay: Realite ile kavram arasında ilgi olduğunu söylüyor. Bu Aristo’dan gelen
anlayışa yakındır. Bizde bir kavram varsa onun realitede bir karşılığı olması
lâzımdır.
M.S.: Bu durumda yorum olarak ilim adamının kafasında bir tabiat kanunu
varsa olgular planında da mevcut olduğu anlamı çıkmaz mı bundan? Değilse ilim
adamının zihnindeki yorum realitede neyin karşılığıdır?
S.H. Bolay: Tabiat kanunu zihinde yok. Ama ilim adamı olgular planında derinliğine
çalıştığı zaman, tabiat kanunu onun kafasında teşekkül edecektir. Dolayısıyla
olgulara dayanan bir tabiat kanunu olacak; ama, tabiat kanununa dayanan
olgular, olguların çalışması değil. Bakınız, sistemi burada tersine
çeviriyor. Bizim Türkiye’deki ilim anlayışının da aksini savunuyor. Geçerli
olur mu olmaz mı; kim tutar, kim tutmaz, o ayrı mesele. Boutroux öldükten sonra
da bunlar münakaşa edilmiştir. Boutroux’un tesirinde kalanlar bugün de
vardır, ama, Boutroux’a karşı çıkanlar da yine mevcuttur. Fakat münakaşalar
devam etmektedir. Nitekim Gazâlî sebeple netice arasındaki münasebetin zarurî
olmadığı fikrini ileri sürdü, diye İslâm dünyasının geri kalmasına, ilim ve
tefekkürün donmasına sebep olduğu tarzında Batıda başlatılan, sonradan onların
vazgeçtiği, bizdeki bir çoklarının vazgeçmediği bir itham vardır. Buna benzer
şeyler Boutroux’ya da yöneltilmek istenmiştir, ama Boutroux cevap vermeden
talebeleri ve ondan sonra gelenler onlara cevap vermişlerdir.
M.S. : Efendim söz Gazali’ye gelmişken, ben bu konuda tezinizde yer
verdiğiniz bir görüşün izahını istirham ediyorum. Tezinizde Boutroux’daki
zorunsuzluk fikrinin Gazali’de de hemen hemen aynen mevcut olduğunu, Gazali’nin
Boutroux’dan 8 asır evvel aynı şeyi söylediğini ileri sürüyorsunuz. Bu hususu
daha da genişleterek İslâm fikir tarihi çerçevesinde ve tarihi sebepleri ile
birlikte değerlendirir misiniz?
S.H. Bolay : Boutroux’un «contengence» yani zorunsuzluk, olağanlık fikri Gazalî’de de
var. Tabiî Gazalî o günün şartları içerisinde bu fikri yakalamış olmakla
beraber, Boutroux gibi enine boyuna kitaplar halinde işlememiştir; ama esası
olarak vardır ve Gazalî kendi sistemini buna dayandırmıştır. Kendisinden önceki
filozofları gerek Aristo’yu, gerekse Farabî ve İbni Sîna’yı zorunluluk bahsinde
tenkid ederken bu fikri benimsemiştir. Tehafütül Felâsife'de bilhassa bu
fikrin üzerinde durur. Mi’yarülilim adlı mantık kitabında da var. Orda
kavramları açıklarken «imkânı
has» diyebileceğimiz zorunsuzluk
veya contengence fikrini açıklamaya çalışmıştır. Yalnız Gazalî’nin bunu yapmaktan maksadı
esasen mucizeyi çeşitli tasallutlardan kurtarmaktır. Gazalî tabiat kanunlarında
zorlayıcılık yoktur; sebeple netice arasında zorlayıcı sebeb bağı yoktur, yani
şu sebep mutlaka şu neticeyi doğurur denilemez, diyor. Bakınız, bu bağı inkâr
etmiyor, Bir kısmı böyle anlıyorlar bunu. «Gazalî,
sebeb netice arasındaki bağı inkâr etmiştir, bu ilmin inkârıdır» diyorlar. İnkâr
etmiyor, sebeble netice arasındaki bağ zorunlu değildir, yani her zaman
bulunmayabilir diyor. Sebep gösterdiğimiz şey esas sebeb olmayabilirde tali
sebeb olabilir. Dolayısıyla tabiatta bizim bildiğimiz kanuniyetler sebeb netice
münasebetlerine bağlı olmayan birtakım şeyler cereyan eder, bunları biz, neyle
izah edeceğiz? Bunları işte contengence fikirleriyle izah edeceğiz. Bakın
Tümevarışın veya endüksiyonun tenkidi yani bu husustaki şüphe Batı’da İngiliz
filozofu Hume’da başlamıştır. Hume da Gazali gibi söylüyor. Gazali
Tehafüt’te ne diyor? Adam yer karnı doymaz, adam doyumluluk duygusunu duymaz.
Hume ne diyor? o da tencerenin altını yakarsınız, su ısınmayabilir veya güneşin
doğudan doğması bizim duyularımız buna alıştığı içindir. Tabiat kanunları
alışkanlıklardan ibarettir, demek istiyor. Hume buradan ulaşılan netice olarak
mucizenin inkârına gidiyor. Batılılar Emile Boutroux’a ruhçu
pozitivist diyorlar, yani, pozitivizmi benimsemiş fakat onun maddeciliğini
aşmış, diyorlar.
Materyalizmle
mücadele ettiği zaman pratik materyalizmle de mücadele etmiş, pratik
materyalizme de karşı çıkmıştır. İslâm filozoflarında da zorunsuzluk fikrine
benzer fikirler var. Kur’anı Kerîm’de de zorunsuzluk fikri vardır. Mesela
insanın halife olarak yaratılmış olması, ve dağlara taşlara yere göğe teklif
edilen emaneti onların kabul etmemesine karşılık insanın kabul etmesi fikri
insanın dağlardan taşlardan yani tabiattan ve herşeyden üstün olduğunu onları
aşabileceğini tabiat üstü âlemle irtibat kurarak ruhun yeni hamlelerine
ulaşabileceğini ifade etmesi bakımından mühimdir. Gazali Allah’ın kanunları mânâsına da Âdetullah terimini kullanıyor. Benzer bir terim de Jacque
Chevalier’de vardır. Jack Şövalye 1963’de öldü. Bergson’un talebesi ve onun
felsefesini benimseyen taraftarlarından biridir. Pascal adlı bir kitabı
Türkçeye çevrildi. Dört ciltlik felsefe tarihi var. Bu kitabın son cildinde
Emile Boutroux’dan bahsederken söylediğine göre, son zamanlarda da tabiat
kanunlarının âdetullah olduğunu Emile Boutrox da ifade etmiştir, Bu Gazalî’nin
bir çeşit bilinerek veya bilinmeyerek tekrarıdır. Ancak birinci ihtimal daha
çok kuvvetlidir, yani ben, Boutroux’nun Gazalî’yi bildiğine kaniyim. Gazali’nin
kitaplarının latince tercümesi asırlarca önce neşredilmiş bulunuyordu.
Fransızca, Almanca, İngilizce tercümeleri de vardır. Batılı filozoflar
genellikle istifade ediyorlar da istifade ettiklerini kitaplarında
zikretmiyorlar! Boutroux bunları kendisinden çıkarmamış ama, bunları yeni bir
sentez halinde, yeni bir doktrin halinde ortaya koymuştur, Burda benim üzerinde
durmak istediğim asıl mesele yahut da tebarüz ettirip teyid etmek istediğim
esas husus Boutroux’nun 19. asrın mutlak determinizminin, mutlak mekanizminin
her sahadaki anlayışlarına ilmî ve felsefî bir doktrinle karşı çıkıp bunları
tesirsiz hale getirmiş olmasıdır.
M.S.: Biraz önce pratik materyalizmden bahsettiniz. Pratik materyalizm
derken, neyi kastediyorsunuz?
S.H. Bolay: Pratik materyalizmden benim anladığım şu,
meselâ bir insan hıristiyanlığa veya müslümanlığa inanıyor, Allah’ın
yaratıcılığına inanıyor, insanların ve diğer varlıkların maddeden meydana
gelmediğine inanıyor, yani fikren materyalizmi reddediyor, ama yaşayışı
itibariyle pratik materyalist. Yani menfaatleri için inançlarını istismar
ediyor. Yaşayışı tamamen maddeci gayri ahlâkî bir hayat içinde, sefahat
peşinde, menfaatsiz bir iş yapmak istemiyor. İşte Boutroux bu tarz insanlarla
ve onların pratik materyalizmleriyle de mücadele etmiş. Demek istediğim budur. Bu noktaya hassaten temas ediyorum,
çünkü bizim İslâm “Dünyasında ve Türkiye’deki sıkıntılardan biri de budur.
Müslüman dediğimiz kimse bu tarzda yaşıyor: Pratikde materyalist! Fikren kabul
etmese bile pratikte materyalistlerden beter yaşıyor.
M.S. i Boutroux’un hem ahlâk felsefesi bakımından bir sistem ortaya koyduğu
hem de müsbet ilme bağlı kaldığı ileri sürülüyor. Halbuki bugün bu ikisinin
aynı sahalara sahip olduğu kabul edilmektedir. O halde Boutroux’un sistemi yani
zorunsuzluk doktrini müsbet ilim içinde nasıl bir yere oturtulabilir?
S.H. Bolay: Zorunsuzluk doktrininı müsbet ilmin içine oturtturmak bence zor değil.
Zaten bunu Boutroux yapmış, ve onun bu tavrını da zamanın kendisine muhalif
felsefecileri yadırgamamış, benimsemişler. Çünkü Boutroux ilmin hakkını vererek
geliyor, ilmin dayandığı malzemelerin de inkârına gitmiyor. Ama o, böylece bir
saha ayırımı yapıyor. Varlıkları tabakalara ayırırken sahaları da ayırıyor,
ilmin sahasını gösteriyor, tabiat ilmi, kanun buluyorsa buluyor, ama onun
bulduğu kanun, bu sahada geçerlidir. İnsanın ahlâk sahasında sezgi, inanç,
sahasında geçerli değildir. Çünkü o., ruh hâlidir maddenin kanunu ruha tatbik
edilemez. Dolayısıyla Boutroux ilmin kanunlarının geçerliliğinin
sınırlarını çizmiş oluyor. Oradan ötesini insanın aklına, insanın iradesine,
insanın varlık şuuruna, insan ruhunun hamlelerine bırakmış oluyor. Öncesini
ilmin varlığını kabul ederek ortaya koyuyor, ama sonrası için, ilme sen burada
dur, diyor. Bu da gösteriyor ki müsbet ilim ile onun doktrini çatışma halinde
değildir. Ama, müsbet ilimle Kant’ın insan aklına ve insan bilgisine koyduğu
tahdit gibi, müsbet ilme tahdit koyuyor, burada Kant’tan hareket ediyor, ona
dayanıyor. Fakat Kant’ı aşıyor, meselâ ahlâk anlayışını aşıyor. Sırf vazife
olsun diye, ahlâkın gâyesi kaldırılamaz. Veya sırf vazife olsun diye ben
bunu böyle yapacağım demek mümkün değildir. Ahlâka bir müeyyide lâzım, insanın
şuurla yaptığı kötüyse, seçtiği müessese kötüyse, bunun karşılığı olması lâzım.
İyiyse de karşılığı olması lâzım. Vicdan bunun karşılığını veremez. Onun için
bunu tâbii ki insanüstü yaratıcı varlık olan Allah’a bağlıyor. Ama değerlerin
en üstünde din var.
M.S.: Siz Boutroux’un tabiatcı sosyoloji anlayışına karşı felsefi sosyoloji
dediği bir çeşit sosyoloji kabul etmekte olduğunu savunuyorsunuz. Konuşmanızın
önceki kısımlarının bir kaç yerinde de Boutroux’un ilmin kendi sınırını aşarak
çeşitli değer alanlarını tanzime kalkmasını hoş karşılamadığını ileri sürdünüz.
Peki, felsefî sosyoloji ifadesinde ilim ve değer birbirine karışmıyor mu?
Felsefî sosyolojiyi ilim alanında mı değer alanında mı kabul edeceğiz?
Ayrıca Boutroux’un felsefî sosyoloji önerisi kendisinin de benimseyip savunduğu
felsefe ve ilmin sahalarının ayrılığı ilkeleriyle de çelişmiyor mu? Eğer bu
öneri yeni bir ilim disiplininin tesisi gribi, büyük bir iddia taşıyorsa, onun
konusu, metodu, sınırları, sahası, işleyişi ve genel olarak mahiyeti nelerden
ibarettir?
S.H. Bolay; Evet iddialı bir teklif ama, bunun tutulduğunu zannetmiyorum. Çağdaş ilim
ve felsefede tabiat kanunu kitabında sosyolojiyi tenkid ederken, onun
kanunlarının da zorunsuz olduğunu ortaya koyarken ileri sürülmüş bir görüş bu.
Ve biraz da istatistiğe veya matematiğe dayanan sosyolojiden yahut hayatın
maddî cephesini inceleyen fiziğe, maddeye dayandırılmak istenen sosyolojiden
kurtarılmak için ileri sürülen bir görüş olsa gerek. Fakat bazı fikirleri gibi
rağbet görmedi tabii. Sosyolojinin istikameti değişik, ama sosyolojik bulgu,
veri ve neticelerin bir kanuna bağlandıktan sonra bir yorumunu yapmak
bakımından ben, felsefenin gerekli olduğuna kaniim. Bakınız, sosyoloji
denince aklıma geldi. Gurvitch var, meşhur Fransız filozof ve sosyologu,
1965’te öldü. O meselâ sosyolojik sahada Boutroux’nun da ismini vererek zorunsuzluk
olduğunu müdafaa ediyor. Hatta 1953’de Türkiye’ye geldiğinde
burada «Sosyal
Determinizm ve İnsan Hürlüğü Üzerine» adıyla verdiği altı konferansta —bunlar
Şazi Kösemihal tercümesiyle Türkiye’de kitap olarak yayınlandı— gayet açık bir
şekilde diğerlerine karşı, cemiyet hayatında sosyolojik olarak zorunsuzluğun
olduğunu müdafaa ediyor ki bu felsefî bir yorumdur, böyle bir yorum olması
lâzım, yani sosyologun felsefeyi bilmesi lâzım.
M.S.: Bugünkü sosyolojinin durumunu tenkid ederek, felsefi sosyolojiyi
haklı göstermek, hayli zor görünüyor, Gerçi bugün her biri birer alt disiplin
halinde çeşitli kollara ayrılan sosyolojinin bütünlüğünü kaybettiği söylenebilir.
Fakat onun bütünlüğünün ilmî olarak sağlanamayacağı herhalde ileri sürülemez.
Bu bütünlüğü ilmî olarak sağlamanın yollarını aramak gerekirken ona değer
konusunu da katarak yeni bir problem eklemeyi tasvip etmek mümkün mü?
S.H. Bolay: Şimdi ilim çok çeşitli şubelere ayrılmış parçalanmış şeklinin yanında bir
ilmin birliğini kurmak var, bir de bütün bu ilimlerin ayrıca birliğini kurmak
var, yani sosyolojinin, psikolojinin fiziğin, astronominin bulmuş olduğu
kanunların yeniden gözden geçirilerek, yeni bir dünya görüşü yeni bir sistem
şeklinde yorumlanması var. Bu sistemin meydana getirilmesi var. Burada
felsefenin esas rolü ortaya çıkıyor. Bu mânâda bir felsefî sosyolojiden
bahsedilebilinir belki, ama ilmî olarak çalışmak bir tarafa bırakılarak, sosyolojinin
felsefeye kaymasını savunmak mümkün değildir.
M.S.: Boutroux’un kanaati olarak, tezinizde ilmî bilgi ne mutlaktır, nede
kesindir, deniyor. Sohbetimiz sırasında da Boutroux’ıın daha çok deneysel ilmî
bilgiye önem verdiğini söylediniz. İlmî bilgi kesin değilse, deneysel ve ilmi
bilgiye önem verileceğini nasıl kesin karara bağlıyacağız? Boutroux burada
kesin, karara varılamayışının boşluğunu idealist bir rasyonalizmle telâfi
etmeye çalışıyor, fakat bunu nasıl yapacak? Sonuçta kesin bir karara
varabilecek miyiz? Eğer kesin karara yaramıyorsak, bu bizi, agnostisizme
götürmez mi?
S.H. Bolay: «Agnostisizm» yani «bilinemezcilik» bence belli bir ölçüde her sahada
vardır. Yalnız buna kimisi inkâr ile ulaşıyor kimisi ikrar ile. Ama
bilinemezcilikten mesela Spencer’in dediği mânâda bir bilinemezcilikten burada
bahsetmek herhalde doğru olmaz. İlmî bilginin kesinliğinden bahsedilememesi,
Emile Boutroux’da ilmî bilgiye itimatı sarsma açısından değildir. Çünkü
tecrübeye yer veren ona lüzum gören, ve tabiattaki ilmin meşgul olduğu
olguların da bize., istikamet verebileceğini, insan zihnine istikamet
verebileceğini kabul edebilen bir kimse, ilmî bilgiyi küçük görmek veya
değerini küçümsemek bakımından bunu söylemiş olamaz. Zaten böyle bir şey de
yoktur. Fakat tabiattaki olgular devamlı surette değişmektedir. İşte bu kadar
değişmenin ortasında biz değişmez olanı yakalayabilmekte güçlük çekeriz. Bunun
için de tecrübeye dayanarak da olsa elde ettiğimiz bilgi çok sık değişir. Onun
mutlak, sizin ifadenizle kesin olamayışı, bu yüzdendir. Belli bir zamanda
kesinlik kazanabilir. Ama bakarsınız ki çok kısa bir zaman sonra kesinliğini
kaybedebilir. Çünkü ilim devamlı fetihler ve arayışlar peşindedir ve değişmeler
de her an devam etmektedir. Olgular da sel gibi akmaktadır, insan zihni bunu
yakalamakta güçlük çekecektir.
M.S.: İlimdeki kesinliği belirli bir zamanda geçerli olan geçici bir hâl
olarak mı kabul ediyorsunuz?
S.H. Bolay: Tabiî, nitekim öyle... Mesele Newton’a baktığımız zaman iki asır onun
fikrinin geçerli olduğunu görüyoruz. Ama Eınsteın’a geldiğimiz zaman durum
değişiyor. Newton’un bir takım fikirleri kanunları, Enistein’in buluşları
içinde çok küçük bir parça olarak kalıyor. Dolayısıyla geçersizmiş gibi
görünüyor, fakat, çok az bir kısmı, geçerli olmaktadır. Saha genişlediği için,
bizim karşımıza yeni şeyler çıkıyor. Biz bu yeni buluşlarımızla, yeni
keşiflerimizle, eskiyi bir noktada tesirsiz bırakıyoruz. Kesinsizliği bu
bakımdan nazarı itibara almak lazım.
M.S.: Tezinizde yer verdiğiniz bir görüş de, Boutroux’nun düşüncesinde
gerçek bir üçgen gerçek bir doğru çizgi ve gerçek bir daire yoktur, bunlar
zihnin a prori inşalarıdır, denirken, diğer yandan matematik unsurların
formlarının ve maddei sinin deneyin verilerini de muhtevi olduğu ve insanın
matematiğin ilk prensiplerini bir hamlede keşfetmediği, el yordamıyla arayıp
sonra gözlemi, deneyi, soyutlamayı ve tümevanşı kullandığı, bu işleyişte hiçbir
a priori bilgi ve hükmün bulunmadığı ileri sürülüyor. Burada aynı husus nasılı
hem zihnin a priori inşaları oluyor, hem de a priori bilgi ve hüküm
bulundurmuyor?
S.H. Bolay: Zannediyorum demin işaret ettiğimiz reel kavram münasebetine dayanıyor.
Yani bizdeki matematik kavramlar bile reel hayattan edinilen intibalarla ve
tecrübelerle teşekkül etmiştir, ama tabiî Kant'ta olduğu gibi Descartes’de
olduğu gibi insan aklına inanıyor, o aklın da boş kalıplardan ibaret olmadığını
söylüyor. Mesela Descartes’e göre insan zihni veya aklı iki unsurla dünyaya
gelir. Doğuştan iki fikir getirir. Birisi Allah fikri, diğeri matematik fikri.
Ama matematiğin fikrî mahiyeti, hangi unsurlarının olduğu; bunlar tecrübeden
çıkar. Dolayısıyle tabiatta şu üçgen şöyledir, diye doğrudan doğruya onu
göstermeden evvel onu görerek, bir kavramı ediniyoruz. O kavrama göre biz üçgeni
meydana getiriyoruz. Zaten mantıkda tarifi yanlış hatırlamıyorsam, kavram dış
alemle reel varlığın zihindeki tasavvurudur. Dolayısıyle burada ancak aklın bir
melekesi olarak bir a priori mevzu bahistir. Onun dışında matematik kavramlar,
matematiğin teferruatı sonradan tecrübeye dayanarak teşekkül etmiştir. Ondan
sonra insan onu geliştirerek bu hâle getirmiştir. Yalnız burada birşey daha
söyleyeyim. Boutroux'da 19. asırdaki rasyonalizm anlayışından farklı bir
rasyonalizm anlayışı vardır. Yani klasik rasyonalizm denen Descartes
rasyonalizmi daha sonraki asırlarda aşılmıştır.
M.S.: İdealist rasyonalizmle mi?
S.H. Bolay: Evet, fakat, ondan
sonraki merhalde Boutroux onu da aşmıştır. Akıl çok esnek bir varlıktır.
Katı kanunları olan birşey değil. Sanatı, dini, ahlâkı da aklın hudutları
içine sokmaya çalışıyor. Daha doğrusu aklın hududunu oralara uzatıyor. Sadece
ilmin hududunda kalan aklı kabul etmiyor.
M.S.: Tezinizde matematik ispatların mantıkî sonuçlama (dedüksiyondan)
başka bir şey olan akıl yürütmeye ihtiyaç gösterdiği fikrine yer veriliyor.
Mantıkî sonuçlamadan başka birşey olan bu akıl yürütme nedir? Tezde söz konusu
edilen matematikte yeni bir unsur olarak sezgi vardır, ifadesi buna cevap
olabilir mi? Bu sezgi mantıkta yok mudur? Matematikteki sezginin özelliği nedir
ki yeni bir unsur olarak nitelendirilmektedir?
S.H. Bolay: Şimdi Boutroux’nun Tabiat
Kanunlarının Zorunsuzluğu kitabında en başta ele aldığı husus
mantık sahasında zorunluluğun olmadığı ve bunu ispat gayretidir. Yalnız orada
mantığın işleyişi insan zihninin işleyişi ve onun kanunları yani çelişmezlik
prensibi, ayniyet prensibi üçüncü hâlin yokluğu prensibi; bunları işlerken
bunlarla bir zorunluluğun olmadığını isbata çalışırken pek net değildir.
Sonradan bu fikirlerinde gelişmeler olmuştur. Diğer bir takım kitaplarında
makalelerinde bu görülebilir. Başka bir ispat şekli akıl yürütmeden farklı bir
isbat şekli dediği şey sezgi olabilir. Çünkü kendi talebesi olan Bergson
sezgiciliği, sezgi felsefesini ortaya atmadan nüve halinde Boutroux’da onun
olduğunu görüyorum, ben. Ama Boutroırx bunun üzerinde fazla durmamıştır. Bu
matematikteki sezginin farklı olması lâzım, ilimde de öyle. Esasen sezginin
olmadığı yer yok. Yani sanatta da var, diğerlerinde de İnsan birtakım şeyleri
sezerek yakalayabilir, onun üzerine birtakım şeyler kurabilir.
M.S.: Bu sezgi kavramının saf mantık kavramıyla bir ilişkisi var mı?
Hazırladığınız tezde kıyas mantığının saf mantığa indirilemeyeceği ileri
sürülüyor. Peki, kıyas mantığı nedir, saf mantık nedir, bunların
karşılaştırmalı bir açıklamasını lütfeder misiniz?
S.H. Bolay: Boutroux’dan nakildir bu; bunun cevabını Boutroux’nun kitaplarından tesbit
etmek lâzım. Kıyas mantığından maksadı, zannediyorum, şu bizim liselerde okutulan
mantıktır, yani bir takım önermelerden bir netice çıkarmak. Kıyasın da çok
çeşitleri var.
Kıyas mantığı
dediğimiz Aristo mantığıdır. Kıyas mantığına karşı çıkanlar da olmuştur. Başta
Descartes olmak üzere Stuart Mill gibi filozoflar kıyasa karşı çıkmışlardır.
Fakat onun saf mantık dediği zannediyorum, hayata bile tatbik edilmesi mümkün
olmayan, sırf zihnî kanunlardan ibaret yani hayatta geçerliliği bulunmayan bir
mantık. Buna mantığın ilk şekli denilebilir.
Meselâ, şu
önümüzdeki mermer kalemliğe o suret sonradan giydirilmiştir. O şekilsiz bir
şeyken, bir şekil sahibi olmuştur. Ama bunu yani ilk maddeye ilk suretin
giydirilişini göremeyiz. Bunu zihnen tecrit ederek anlayabiliriz.
Esasen bazı
hususların cevabı Boutroux’nun kitaplarında da tam bulunamıyor. Bazı kavramlar
tam vâzıh değil. Bilhassa ilk gençlik yıllarında ileri sürdüğü fikirlerdeki
kavramlardan bazıları tam yerine oturmamış.
M.S.; Bu vâzıh olmayan hususlardan biri de Boutroux’nun canlı âlem ile
fizik âlem arasında yaptığı ayrımdır, zannediyorum. Boutroux’un canlı âlem ile
fizik âlem arasında sadece bir derece farkı bulunduğu hükmüne vardığı
belirtilirken, bir başka yerde de canlı varlıklardaki mertebeleşmenin fizik ve
kimyasal unsurlarının bulunmadığı savunuluyor. Canlı âlem ile fizik âlem
arasında sadece bir derece farkı varsa, canlı varlıklardaki mertebeleşmenin
fizik ve kimyasal unsurları nasıl bulunmaz?
S.H. Bolay: Şimdi tabiî burada tenakuz bulunduğunu kabul etmek lâzım. Veya eksik bir
ifade vardır, bilmiyorum. Fakat dediğim gibi Boutroux’nun kendisinde de
birtakım açık olmayan, çatışan içinden çıkmaya çalışıp çıkamadığı noktalar var.
Bunları normal kabul etmek lâzımdır. Fakat bu şu demek değildir; maddeciler
diyorlar ki, mesela efendim, hayvan ile insan arasında bir derece farkı var.
İnsan hayvanın bir basamak üstüdür. Biraz daha zekicesidir. Böylece insanın
düşünce âleminin ruh âleminin hayvanda olmayan zenginliğini bir tarafa atmak
istiyorlar veya maddeye bağlamak istiyorlar. Boutroux’nun niyeti bu değildir. O
derece farkı vardır derken, canlı âlem, cansız âlemin bir devamıdır, demiyor. O
sekiz tabakada geçerli olan kanunları nazarı itibara aldığımız zaman bunların
kendi bünyelerinde kendi kendilerini idare ettiklerini fakat kendisinden sonra
geleni de kısmen hazırladıklarını söylüyor Aslında cansız tabakadan canlı
tabakaya geçişin izahının zor olduğunu o da biliyor yani protoplazma nasıl
oluyor da birden bire irkilme özelliği taşıyor. Madde de yok bu. Öyleyse bunda
üstün müdahaleci kavramının izahı var. Yani maddi yönden bir tabaka diğer
tabakanın üzerindedir. Bir derece yukarısındadır ama orada artık yeni bir
olayla karşılaşıyoruz. O da hayat hâdisesidir. Hayat hadisesinde diğer maddî
varlıklarda görülmeyen özellikler var. Bunu da müdahaleciye bağlıyor.
M.S. : Boutroux’nun zorunsuzluk doktrininde sizin tesbitlerinize göre, bir
yerde psikoloji fizyolojiye indirgeniyor. Bir başka yerde de bütün sinir
olaylarını sadece genel fizyoloji kanunlarıyla açıklamanın zor olduğu ileri
sürülüyor. Bu şekilde bir açıklama zor ise psikoloji nasıl fizyolojiye
indirgenebiliyor?
S.H. Bolay: O bir psikolojiyi bir fizyolojiye indirgerken bugün yapılmaya çalışıldığı
gibi, psikolojik bir takım olayların bedendeki maddî olaylardan meydana
geldiğini, yani insanın fizyolojik bünyesine dayanan olaylardan meydana
geldiğini aşırı bir şekilde savunup maddeci bir psikoloji kurmak isteyenlerin
karşısında durmak istiyor.
Fizik varlık olarak,
bedende cereyan eden fizik hadiselerin ruhu idare ettiğini söyleyerek buradan
bir mekanizme bir determinizme ulaşan o devrin anlayışlarına karşı çıkıyor. Ama
psikolojinin hatta fizyolojinin müsbet ilim olamayacağını söylüyor. Niye? Çünkü
bunların müsbet ilim olabilmesi için ona göre matematik kanunlarla matematik
formüllerle ifade edilmesi lâzımdır. Hâlbuki canlılar âleminde en basit
canlıda bile, fizyolojide ve insan be deninde bunu yakalamak mümkün değildir.
Ona göre, fizikte bunu kısmen yapabilirsiniz. Fizik, matematikğe yaklaşmıştır.
Mekanik daha çok yaklaşmıştır. Ama fizyoloji matematikten biraz uzaklaşmıştır.
Zooloji de öyle.. Psikoloji ve sosyoloji de daha da
uzaklaşmıştır matematikten. Çünkü artık canlı varlıkların yani
insanın cemiyete hakim olduğu ve cemiyeti idare ettiği bir yerde bu kanunlara
göre hareket etmek mümkün değildir, dolayısıyla burada fizik kanunlarının idare
ettiği determinizmden bahsetmek mümkün değildir. Psikolojiyi böyle anlamak
lâzım geliyor.
M.S.: Hazırladığınız tezde, Boutroux’nun sâbitliği zorunluluk, değişmeyi
zorunsuzluk olarak ele aldığı ileri sürülmektedir. Değişmenin zorunsuzluğu onun
genel karakteristiği midir? Böyle bir durumda, zorunluluğun bir şeyin
olduğundan başka birşey olamaması şeklindeki tanımı da dikkate alınırsa ve
değişme zorunusuz olmak zorundaysa, burada zorunsuzluğun zorunluluğu ile
karşılaşılmıyor mu?
S.H. Bolay : Burada zorunsuzluk olayını şöyle ifade edelim. Değişmeyen sadece değişme kanunudur. Değişme, zorunluluğun değil
zorunsuzluğun ifadesidir. Yani zorunluluğun olduğu yerde tek
istikametlilik vardır. Değişme yoktur.
Lavaisier kanununa da bu yönden karşı çıkıyor.
Zorunsuzluğun yani olağanlığın hâkim olduğu her yerde devamlı değişme vardır ve
değişme de bunun tezahürüdür.
Bu açıdan düşünecek olursak, zorunsuzluğun bir
neticesi olduğuna göre, zorunsuzluk bir zorunluluk değildir. Yani olağanlık bir
mecburiyet değildir.
M.S.: Zorunsuzluk doktrininde var olmayabileceği veya başka bir şekilde var
olabileceği fikrinden yola çıkılarak âlemin zorunsuz olduğu sonucuna
ulaşmaktadır. Âlem birtakım tabakalara ayrılıyor ve bu ayırım âlemin
zorunsuzluğunu ortaya koymada hareket noktası yapılıyor. Varlığı bu şekilde
belirlenmiş tabakalara ayırmak ona zorunlulk atfetmek olmuyor mu? Yani
zorunluluk varlıkta değilse bile, onun tabakalarında ortaya çıkmış olmuyor mu?
S.H. Bolay: Hayır, onun anlayışına göre olmuyor. Onun anlayışına göre hiçbir yerde
zorunluluk yok. Tabakalar ve tabakalar içerisinde ve âlemde de yok. En küçük
canlının en küçük maddenin hareketinde bir zorunluluk olmadığı gibi bu
tabakalarda da bu âlemlerde de zorunluluk yok. Daha önce de ifade ettiğim gibi,
en üstün âlem olan insan! Âlemde tabiat kanunu geçerliliğini kaybeder. Onun
yerine insanın ruhundan ve aklından çıkarmış olduğu kendi ihtiyaçlarına göre
kendisinin koymuş olduğu kendisinin uymak zorunda olduğunu hissettiği ahlâk
kuralları geçerlidir.
M.S.: Boutroux’nun varlıkla ilgili yaptığı bu sekiz tabakalı ayrımı sâbit
değilse, onun sâbit olmayan böyle bir zemine dayandırdığı sistemi, bağımlı bir
değişken hâline gelmiyor mu?
S.H. Bolay: Bu tabakaların kendilerini sabit görüyor. Yani içlerinde değişme olacak
ama bir takabadan öbür tabaya intikal yok. Yanlış hatırlamıyorsam, Onlarda
kendilerine göre oluş kanunları var. O kanunlara göre birinden diğerine geçiş
yok.
M.S.: Peki bu bir tabakadan diğer tabakaya geçememiş bir zorunluluğu temsil
etmiyor mu?
S.H. Bolay: Hayır. Zorunluluk olarak kabul etmemek lâzım. Çünkü burada insanın
iradesinin üstünde Allah’ın iradesi var. Boutroux’da zaten insanların bulunduğu
âlemde insanın idrak etmesini önleyen tasallutlardan, bir taraftan insanın
iradesini kurtarmaya çalışırken diğer taraftan da Allah’ın iradesini tanıtmaya
çalışıyor. Nitekim, Leibnitz de kozmolojik delilinde, âlem, mümkün olanların en
üstünü, en güzeli olarak ifade edilir. Burada bir contengence yani
zorunsuzluğun kabulü var. Boutroux’da da aynı şey var.
M.S.: Efendim bir hususu daha ele almak istiyorum. Biliyorsunuz, Türkiye’deki eğitime pozitivizm hâkim
olmuş bulunuyor. Pozitivizmin iyi veya kötü olduğu tartışılabilir, fakat
eğitimde onunla getirilen tek yanlılığın faydalı olmadığı muhakkaktır.
Buradaki tek yanlılığın aşılıp bir bütünlüğe ulaşılmasında sizin çalışmanızın
ciddî katkıları beklenebilir mi? Çalışmanız hakkındaki kendi değerlendirmenizi
lütfeder misiniz?
S.H. Bolay: Şimdi bunu anlatmak için ben şöyle diyeyim. Biraz önce tabiat kanunu
fikrini anlatırken meşhur sosyolog Gurvitch’in bir fikrini naklettim.
Gurvitch artık,
diyor, Boutroux’un getirmiş olduğu bu zorunsuzluk fikrinin hâkim olmasıyla 18.
ve 19. asrın aşırı tapınma konusu olan kozal kanunlar, 20. asırda son derece
gözden düşmüş olup, yıkılmış putları hatırlatır.
«Put» tâbirini kullanıyor. İlmin putları olan
kozalite kanunları yıkıldı diyor. Hattâ Boutroux’nun talebelerinden olan
fizikçi filozof G. Milhand’yu «Dictionnaire des idées contemporaines» Paris, 1966 adlı
sözlükte anlatırken, felsefeyi scientiste ve determinist putlardan
kurtaranlardandır, diyor. Şimdi bizde de, hâlâ bir tabiat kanunu mitosu var. İlmi yıkalım,
mânâsında mı? Hayır. Yanlış anlamamalı, istismara da fırsat, vermemeli;
ilimsiz hiçbirşey olmaz. Bunu din de kabul etmez, ama ilmi de insanın ahlâkî
hayatı üzerine, herşeyi üzerine hâkim olarak görmek fikrinin de sarsılması
lâzım. Bu Batı’da yapılmıştır İlmin yapısı didik didik edilmiştir. Bilhassa
1890 ile 1920 arasındaki Almanya’da, bilhassa Fransa’daki bu husustaki
araştırmaları ve neşriyata baktığımız zaman hayret içerisinde kalırız. Bunlar
daha bizim Türkiye’ye tam gelmiş sayılmaz. Bilhassa gerek marksistler
gerekse felsefî pozitivistler açısından durum böyledir. İlmî pozitivizme
birşey diyemeyiz. İlmî pozitivizm müsbet ilmin haklarını vermek, müsbet ilmin varlığını
kabul etmek, ondan istifade etmek, olup bu, hepimizin yapabileceği, inkâr
etmeyeceği bir iştir. Ama bunu bir felsefî din haline getirmek, yâni mekanizmi, determinizmi,
pozitivizmi bu açıdan zihinlere hâkim kılmak isteyenler de var. Boutroux’nun
karşı çıktığı da budur. Benim de hazırladığım tez kitap hâlinde neşrolunursa
Boutroux vasıtasıyla onun fikirlerinin yeni bir tartışma zemini oluşturmasıyla,
Türkiye’deki bu anlayışın sarsılmasında bir katkı payının bulunacağını
umuyorum.
M.S.: Son olarak bir hususu daha sormak istiyorum, o da Boutroux’nun
bizdeki tesirleri konusu.
S.H. Bolay: Boutroux’nun sistemi Türkiye’de de tesirler uyandırmıştır. Bunu önce Z.
Gökalp’da görüyoruz. O, Boutroux’nun ismini vererek varlık tabakalarını
cemiyete tatbik etmeye çalışıyor. Said Halim Paşa’da da bir tesir görüyorum.
Onun ölümünden sonra neşredilen «Notes pour servir â la Reform de la
Sociféte Musulmane» (Müslüman Cemiyeti İslah İçin Notlar) adlı makalesinde
şeriatı «mânevî hakikatların ve sosyal tabiî kanunların bütünü» olarak tarif
edişi, «menşeleri dışında, şeriat kanunlarının tabiat kanunlarından başka bir
şey olmadığında ısrar etmesi gibi hususlar bu tesiri açıkça gösteriyor.
İSLÂM DÜNYASI NİÇİN İLERLEYEMİYOR?
«İnhitat-ı İslâm hakkında bir Tecrübe-i Kalemiye»
Said Halim Paşa
«İnhitat-ı İslâm hakkında bir Tecrübe-i Kalemiye»
Said Halim Paşa
Boutroux’dan İ.
Hakkı İzmirli, İsmail Fennî, M. Rahmi, Mustafa Şekib gibi birçok kimse
bahsetmiştir. H.Z. Ülken tezini Türkçeye çevirmiş «20. Asır
Filozofları» adlı eserinin baş tarafında ilk olarak Boutroux’yu
tanıtmıştır. Ben doçentlik tezi hazırladım, bir arkadaşa da «Boutroux’nun
Din Felsefesi» üzerine bir doktora tezi hazırlattık. Bu son çalışmalar
neşredilirse ve başlıca kitapları tercüme edilirse fikirlerinin oldukça kabul
göreceğini sanıyorum. Son olarak şunu söyleyeyim: M. Akif’in
«İnsan» şiirindeki başlıca fikirleri Boutroux’nunkinin aynısıdır. Fakat M. Akif
doğrudan Boutroux’dan tesir aldı mı bilmiyoruz. Hâsılı Boutroux’nun
bir takım fikirleri gündelik mevzular arasında yer almaya devam edecek gibi
görünmektedir. Nitekim son dört sene içinde bizde bazı gelişmeler oldu. Meselâ Thomas
Kuhn’un «İlmî İnkılâbların Yapısı» adlı meşhur kitabı «Bilimsel Devrimlerin
Yapısı» adıyla Türkçeye çevrildi. Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları «Doğunun
Bilgisi Batı’nın Bilimi» adıyla Joseph Nedham’dan tercüme üç
makaleden müteşekkil bir kitap çıkardı. Nedham dünyaca tanınmış bir Çin ilmi
mütehassısıdır. O, Batı’nın gittiği ilmi safhalardan geçmeden başka bir yoldan
Çin’in aynı neticeye ulaştığını iddia ediyor. Bu iddia bazı müslüman âlimleri
İslâma mahsus ilim anlayışı üzerine düşünmeye sevk etti. Bu hususta Dr.
Muhammed Sıddıkî’den «Bilimin İslâmî Temelleri» adlı bir tercüme
neşredildi. Bu kitabı neşreden Beyan Yayınları bir başka kitap daha yayımladı. İlhan
Kutluer yazdığı «Bilimsellik
Üzerine» adlı bu küçük kitabın sonunda Ziyauddin Serdar’dan «İslâm Niye İslâmî
Bilime İhtiyaç Duyar» başlıklı bir makale tercümesini ilave etmiş.
Ayrıca Mâverâ
dergisinde ilmin mahiyeti üzerine üç yazı yazıldı. Orta Doğu Teknik
Üniversitesi’nin çıkardığı bir dergide Prof. Teo
Grunberg, Thomas Kuhn’u müdafaa eder bir yazı yazdı.
Ve nihayet Ankara
Üniversitesi Rektörlüğü 15 Mayıs 1984 günü Prof. Necati Öner’in idare ettiği
bir «Bilim Kavramı Semineri» hazırladı. Seminerde Ord. Prof. Aydın
Sayılı’nın Prof. Mübahat Küyel’in, Dr. Doğan Özlem’in, Prof. Teo Grunberg’in
tebliğleri, Doç. Pınar Canevi, Doç. Mehmet Aydın, Prof. Adnan Güriz, Doç. Şahin
Yenişehirli, Doç. Ahmet İnal, Doç. S.H. Bolay ve Dr. Cemil Akdoğan tarafından
bir gün boyunca münakaşa edildi. Görülüyor ki, konuyla ilgili hazır bir zemin
var.
Sh: 90-108
Kaynak: Yazarlar Birliği Türkiye kültür
ve sanat yıllığı 1985 Yayınlayan Ve Yöneten: Yazarlar Birliği a. D. Mehmet
DOĞAN Mart 1985-Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar