İLK TREN
Yazan: Mustafa Toprak
Mayıs ayı, karşılanmayı hak eden bir aydır Orta Anadolu'da.
Nisan'ın bir suçu mu var? Var elbette! Nisana kızıp kaç gün çıkmadım evden.
Oysa Mayıs gelmişti. Öpüp başıma koymalıydım tüm şehir ahalisi gibi. Sadece
gelmişti, gelecekleri çantasına koymamıştı. Ne yapmalıydım böyle bir Mayıs'ı!
Ancak çekirdek çitleyip yürümekti, çıt çıkararak... Çıt, karşılıklı konuşma
gibiydi Oğuz'la aramızda. O çekirdeği ağzına götürüyor, çıt notasını buluyor,
ben ağzıma götürüyor gözyaşımdan gelen tuzlu suyu ekleyip cevap veriyordum:
"Çıt"
Bu konuşmanın sonu nereye varacaktı bilmiyorduk. Sadece
yürüyorduk, caddenin ismini hiç aklımıza getirmeden. İstasyona varınca anladık
caddenin adını. Hâlbuki o caddeyi anmadan günümüz geçmiyordu.
"İstasyon Caddesi'nin köşesinde
bekliyorum","İstasyon Caddesinin köşesindeki kitapçılar
çarşısındayım" türünden
cümleler buluşmamızı kolaylaştırıyordu.
Neredeyse tüm Anadolu şehirlerinde olan istasyon caddesinin
sonunda bulunan istasyondaydık. Haydarpaşa garındaki kalabalığa aşina olan
gözlerim, buranın durağanlığını fark etmemişti bile. Bir banka usulca ilişirken
raylar çarpıyordu gözüme. Hiç mi bakılacak yer yoktu bu mahmur istasyonda?
Takıntılı gözlerim birden. Oğuz'a döndü:
“Üstad, ilk tren nereye gidiyorsa, gidelim mi?" sorusu çıkıverdi ağzımdan. Hiç istifini bozmadan, ufak bir
kafa sallamasıyla mırıldandı Oğuz:
"Olur üstadım.”
Gecikmeli gelen trenle yolculuğumuz gece 1 gibi başladı. 4
buçuk saatlik yolculuğun ardından Sivas'taydık. Sivas'a ilk gelişimdi bu. Oysa
iki senedir yakın bir şehirde öğrenciydim. Bir günümü ayırsam. gelebilirdim
buraya Hem babam da her İstanbul'a gidişimde soruyordu, Sivas'a gidip
gitmediğimi.
işte şimdi gelmiştik bu şehre. Sabahın erken saatlerinde
caddeler bomboştu. Hafif adımlarla çorbacının ilk müşterilerinden oluverdik.
Burası uyandığımız yer oldu aynı zamanda. Önümüzde bir günümüz vardı. Bu günün
ilk hamlesi ne olmalıydı?
'Üstad İhramcızade varmış burada, babam söylemişti. Kabrini
ziyaret etsek olur mu?'
'Tabi ki." diye yanıtladı
sorumu.
Bir kaç kişiye sorduktan sonra ulaştık İhramcızâde'nin
kabrine. Burası aynı zamanda eski bir caminin avlusuydu. Kabrin başında telefon
ettim babama. Heyecanını hemen anlamıştım. Günümüzün başlangıcının burası
olduğunu öğrenince dualarını ben ve Oğuz için etti önce, sonra titrek sesiyle
İhramcızâde'ye selamlar gönderdi, dualar etti. Sonra bir iki dakika sadece
ritmi düzensiz nefesini duydum. Tekrar konuşmaya başladığında bize bir adres
verdi ve oradakilerle tanışmamızı istedi. Adres sadece bir han ismiydi:
Burada İhramcızâde'nin dervişlerinin kaldığını söyledi.[2] Üç-dört kişiye sorduktan sonra harabeyi andıran hanın
önünde durduk. Oğuz beklediğini bulamamış gibi yüzüme baktı. Sanki "Üstad
kapıyı incitmeyelim, Sivas'ın başka yerlerini gezelim." demek
istiyordu. Babasının isteğini yerine getirme niyetinde olan ben ise, o bakıştan
kısa bir süre sonra kapıya vurdum. Heyecanlı bir bekleyiş almıştı beni. Kimdi
bu adamlar? Şehrin ortasındaki bu harabede ne arıyorlardı? Etrafta bunca güzel,
bakımlı han varken, neden yıkılmaya yüz tutmuş bu handa kalıyorlardı? Bu
sorular zihnimde dolaşırken açılmıştı kapı. Nedendir bilmiyorum, sanki aklımı
kurcalayan sorular kaçmak için birbirleriyle yarışıyordu. Güler yüzle açılacak bir
kapıya, neden ihtimal vermemiştim ki?
Tebessümle davet edildik içeriye. Nereden geldik, kimdik,
sorulmadı bile. Tebessüm ipi çekiyordu hanın içindeki derviş meclisine. Ufak
tüpte çayın kaynadığı, eski halıların üstüne serilmiş battaniyelerin olduğu odaya
girdik. Artık kendimizi tanıtma vakti gelmişti. Gerçi bunu dervişler
istememişti. Bunun gereklilik olduğunu düşünerek tanıttık kendimizi. Tanıtma
sırası bendeyken babamla ilgili ayrıntıyı da vermiştim. İçlerinden yaşlıca
olan Hasan abi hatırladı babamı. İki yıl önce babamın burayı ziyaret
ettiğinden bahsettikten sonra muhabbet şelalesinin yönünü Oğuz'a çevirdi, iki
yıldır tanıdığım Oğuz, ilk defa muhatabıyla bu kadar ince ve tane tane
konuşuyordu. Hasan abinin sorularının ucunda, gül vardı sanki. Gülün karşısında
eriyiveren âşıklar gibi salıvermişti Oğuz kendini. O ana kadar hiç görmediği
bir bardakta çay sunulunca, gayri ihtiyari gözleri takılmıştı bu bardağa. Ufak
çay bardağından da ufak, kahve fincanından az büyük bir bardaktı.
Peki, kimdi bu İhramcızâde? Sormuştum bile soruyu. Hasan
ağabey, yönünü yavaşça bana döndü. Muhataplarıyla konuşurken tüm vücuduyla
dönerek konuştuğunu fark ettim. "İhramcızâde, insan inşası ve ihyası
için ömrünü adamış, hizmet kapısı olabilecek ne varsa yapmış bir Allah dostudur.
Bu şehirde gördüğünüz tarihi eserleri görebiliyorsanız belki de onun
sayesindedir. Kimsenin el uzatıp onarmadığı zamanlarda rahmetli hep o yitip
gitmeye yüz tutmuş ecdat yadigârı yapılar, korudu, yaşattı. Talebe yetişecek
okulların yapılması için öncü oldu. Kapısına kim gelirse gelsin geri çevirmedi,
meclisine kabul buyurdu." Anlattı, anlattı. Yeni zamanların çocukları
olan Oğuz ile ben, adeta eziliyorduk Bir insanın hayatı bu kadar mı dolu olurdu
ve tevazuu hiç mi göz ardı etmezdi? Buna benzer duyguları Ertuğrul Düzdağ'ın
yazdığı Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratında görmüştüm. Ali Ulvi Kurucu amcası
Hacıveyiszade'yi anlatıyordu orada. Konya insanının etrafında halka olduğu, az
rastlanır kişiyi: Hacıveyiszade'yi… Neden halk pervane oluyordu
İhramcızâde'lerin, Hacıveyiszadelerin etrafında?
Ey durup durup dalgalanan kalbim!
Yorulup yorulup durulduğun gün
Gerçek yorumu bulabilirsin.
İçimden şiirlerin geçmesine biraz da Hasan abinin ezberden
ve belirli bir usulle okuduğu beyitler neden olmuştu. Edebiyat kitaplarında
gördüğümüz beyitler, şerhine ihtiyaç duyulmadan burada can buluyordu. -Şerhi
yapılsa, eksik kalırdı zaten-
Hasan abi Sivas'ı gezip, gezmediğimizi sordu. Sadece Ulu
Cami'ye gittiğimizi söyledik. O zaman sizi biraz gezdirelim dedi. Otuz
yaşlarında olan Tarık abiye kırda yiyebileceğimiz bir şeyler almasını söyledi.
Küçük tüpü ve çay malzemelerini de yanımıza alarak, Sivas'ı
tepeden seyretmek için iyi bir yer olan Yukarı Tekke'ye çıktık. Huzurun
seviyesi artmış, Hasan abinin hikmetli sözleri gönlümüzü cilalamıştı. Hiç
kalkmadan saatlerce böyle oturmaya razı gibiydik. Lâkin trenden inince dönüş
biletimizi almıştık ve trenin kalkmasına az bir zaman kalmıştı. Birer bardak
daha çay içtikten sonra istasyona doğru yola çıktık.
Sessiz bir yolculuktan sonra vardık. Israrla bir daha
beklediğini söyleyen Hasan abi ve sessizliğin çok yakıştığı Tarık abiyle
vedalaştık. Trenimiz gelmişti. Ayaklarım yürümüyordu sanki trene, İhramcızâde'nin
evlat acısı yüreğime dolmuştu. İki saat önce Hasan abi anlatmıştı, gözleri
dolarak. İhramcızâde'nin çocuğunu tren ezmiş ve paramparça olan bedenini bir
çuvala koymuşlar.[3]
Sabr-ı cemili de İhramcızâde'ye bırakmışlar...
Sh: 15-19
Kaynak: Mustafa Toprak, Bırakın Yürüsün Serçeler, Anadolu
Gençlik Dergisi Serisi-1, Basım Yılı: Ekim 2015 - 2. Baskı, Ankara
Mustafa TOPRAK
1986 İstanbul doğumlu. Uzun öğrenciliğinde Erciyes, Doğu
Akdeniz ve İstanbul Üniversitesinde okudu. Şimdilerde Marmara Üniversitesinde
sinema yüksek lisansı yapmakta. İBB bünyesinde Uluslararası Evliya Çelebi
Sempozyumu, Itri Sempozyumu, Dede Efendi paneli, Mustafa Yazgan paneli, Hamit
Aytaç paneli gibi etkinliklerin metin yazarlığını ve koordinatörlüğünü yaptı.
Caz ağarlıklı uluslararası sanatçı menajerliği yaptı. Hayatın İçinden Notlar
adlı radyo programını hazırlayıp sundu. Tiyatro oyuncusu ve oyun yazarı olarak
iki farklı tiyatro grubunda yer aldı. İlk uzun metraj deneyimi olarak Muna
filminde kısa bir rol aldı. Yazıları ve öyküleri Bir Söz, Asır, Anadolu
Gençlik, Yolcular, İzdiham dergilerinde yayınladı. TRT Diyanet televizyonunda
Kitap Oku-Yorum programına devam etmekte.
[1] Dipnot. Orijinal
Metinde yoktur. Tarafımızdan konmuştur. (İhramcızâde İsmail Hakkı)
ÇORAPÇI HANI
Bu yazıyı yazmaya başlamadan
evvel Çorapçı Hanı’nın içini gezip son şeklini görme arzuma nail olamadım. Sıkı
sıkıya köslenmiş kapı, işlevini yerine getiremiyor olmanın ve de kaderini
bekliyor olmanın buruk hüznünü taşıyor gibiydi. Esasında bir yolunu bulup
içeriyi dolaşma imkânı varken bunun için de özel bir çaba harcamadım. Çünkü göz
görebildiğine hükmeder, gönle ise, hadd ü payan yoktur. Hülasa bu Han’ın
şimdiki durumunu görmekten ziyade macerasını öğreniyor olmanın coşkusunu
çıkınımda taşıyarak araştırmalarımı sürdürdüm. Kendimi hem kitabî hem şifahî
bilgiler ışığında bu Han’da konaklayan bir misafir olarak buldum. Han’ın
hikâyesini öğrenmenin yolunun aslında birçok insanın hayat hikâyesini
öğrenmekten geçtiğini de elbette biliyordum. Çorapçı Hanı’nın “Çorapçı Ömer
Efendi” ismiyle maruf ve de büyük ihtimal mesleği ismine sıfat olmuş bir zat
zamanında veya biraz daha evvelinde yapıldığı birkaç kuşak sonraki torun ve
Han’ın son sahibi Nusret Akça tarafından söylenir. Sonraları mirasçıları
tarafından çoğunlukla kiralanmak suretiyle ayakta tutulmaya çalışılan han bir
zaman da Ömer Efendi’nin mirasçısı ve İhramcızade İsmail Hakkı Toprak’ın
arkadaşı Kadir Hafız tarafından işletilir. Hattatlıktaki mahareti ile
İhramcızade İsmail Hakkı Toprak’ın bile övgüsünü kazanan Kadir Hafız zamanından
itibaren Çorapçı Hanı yukarıda bahsettiğimiz gibi, İhramcızade’yi yurdun
çeşitli yerlerinden ziyarete gelen müritler için konaklama yeri olmuştur.
Sonraki dönemlerde
Han’ın işletmesi genellikle kiracıların ellerinde olmasına rağmen bu gelenek
uzunca bir süre bozulmamış ve yine Nusret Akça’nın ifadesine göre han
kiralanırken bu geleneğe aykırı davranılmaması kiracılara şart koşulmuştur.
(Akça, gençlik çağlarında araba ile seyir halindeyken yaya haldeki İhramcızade
ve müritlerine yol vermiştir. Efendi’ye Kadir Hafız’ın torunu olduğu iletilince
de babasıyla Şeyh’in evine davet edilmiştir, İhramcızade’nin kendisini “Asil azmaz bal kokmaz” diyerek
övdüğünü ve elleriyle bahçesindeki ağaçtan bir elma koparıp kendisine ikram
ettiğini gözleri dolu dolu anlatır. Cüzdanından saygıyla çıkararak gösterdiği
fotoğraf da İhramcızade’den başkasınınki değildir. Çorapçı Hanı hizmet veren
bir işletme olarak bu şekilde 1997 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Şimdilerde beli bükük, gözleri buğulu ve manidar bakışlı bir yaşlı mürit
kıvamındadır. On yıldır kapalı olan han fikrimce çok isabetli bir kararla
yaklaşık beş ay önce Sivas Belediye’sine restorasyon şartıyla sembolik bir
fiyata satılmıştır. Umarız Çorapçı Hanı aslına uygun olarak varlığını idame
ettirecek kadar, “Artık bahtın açıktır uzun etme arkadaş!” sitemini
deruhte edecek güzellikte olacak kadar mürit duası almıştır. Şuna inanıyoruz
ki, usta işi bir restorasyonla Kültür Şehri Sivas’ın görülmeye namzet, nadide
mekânlarından birisi olmayı hak edecek bir yapıdır Çorapçı Hanı.
[TOYRAN, Mehmet, Sultan
Şehir Dergisi- Çorapçı Hanı Makalesi, Sivas, 2007, sayı 2, s.48]
[2]İhramcızâde
hazretleri Hacca gittiklerinde
gördükleri bir mekânın ne olduğunu sorduklarında, vekâle olduğunu söylemişler. Dönüşlerinde cumhuriyetin kurulduğu
zamanlarda Tekkelerin kapatılması, dinî toplantılarının kanunlarla yasaklanan
faaliyetler içinde yer almasından dolayı Çorapçı Han’da yazıhane sıfatı ile
“vekâle” yi açmıştır.
[3] Dipnot. Orijinal
Metinde yoktur. Tarafımızdan konmuştur. (İhramcızâde İsmail Hakkı)
Sabit
Kemal TOPRAK (vefatı 1941 tren kazası)
Halid
Kılıç Efendi konu hakkındaki hatırasını bize şöyle anlattı;
“Efendi
Hazretleri bir gün İmmihan Hanımına ‘Şu şeker çuvalını sakla bize lazım
olacak’ demiştir.
Daha
sonra ‘Hanım şeker çuvalı lazım oldu getir’ dediği gün oğlu Kemal Efendi
tren kazasında paramparça olmuş.
Efendi
Hazretleri kaza yerine giden ihvanlara şeker çuvalını vermiş. Kimse bu çuvala
bir mana verememiş. Fakat olay yerine geldiklerinde parça parça olmuş cesedi
toplamışlar.
Efendi
Hazretlerinde bir damla gözyaşı yok. Ve ‘Gardaşım Şehit babası da olduk.’
Demiş.
Ben bu
olayı duyunca Sivas’a taziye ziyaretine gitmek murad ettim. Hem de bayrama rast
geldi. Sivas’a Ulu Camii’ye tek başına gittim. Efendi Hazretleri ziyaretçileri
çok geldiğinden evden dışarı çıkmıyor, dediler. Bende devlethaneye gittim.
Ziyaretçiler çok olduğundan hizmetçiler herkesle ilgilenmiyorlardı. Orada
Efendi Hazretlerinin hizmetkârı Gurcabatlı Fadime Hanım beni fark etti ve beni
yukarı çıkarttı. Efendi Hazretleri namaz kılıyor, sonra içeri girersin dedi.
Ziyaretçiler dağılınca Efendi Hazretleri yanıma geldi. ‘Gardaş’ nerden
gelip, nereye gidersin. Buradan nereye gideceksin’ Bende otele giderim
Efendim, dedim. Bana para vermek istedi. ‘Efendim himmet isterim’ dedim.
‘Olsun, paranda olsun, himmette olsun’ dedi, 10 lira verdi ve birine beni otele
götürmesi için emir verdi. Ertesi gün niyetimi bozup söz dinlemeyerek tekrar
görmek için gittimse de Efendi Hazretlerini göremedim, memlekete döndüm.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar